10. Bölüm

60. BÖLÜM, BİLİNMEYEN NUMARA

Elisya Royal
elisyaroyal

 

Çiçeklerim, önce oy verin ve okumaya öyle geçin.

 

Ve bol yorum.

 

Keyifli okumalar.

 

İnstagram, elisyaroyal

 

60. BÖLÜM | BİLİNMEYEN NUMARA1

 

Dokunuşu nazik bir adamın sözlerinde kırılmak

 

Kaçıncı yüzyılın inşasıydı?

 

⋆꙳•̩̩͙❅*̩̩͙‧͙ 🌹‧͙*̩̩͙❆ ͙͛ ˚₊


Temmuz çabucak geçiverdi. Ağustosun ateş gibi sıcak günleri de. Derken eylül ayının ılık günleri ve serin akşamları geldi.

Olması gerektiği aylar peşpeşe geldi, acı zaman kavramının kimyasını bozuyordu; zaman hızlı mı akıyor, yoksa ağır ağır geçip gidiyor muydu anlamamıştım. O olmayınca zaman bile anlaşılmıyordu. Söz verdiği gibi geri dönecek sanmıştım, bunu öylesine demiyorum onun son yaptığı şeyden dolayı söylüyorum. Lansman davetinden gelen o görüntülerden dolayı.

Lansman davetinde, her açıdan onu mercek altına alan kameraların ışığı altında tüm mikrofonlar ona yöneltildiğinde ve Başak'la çıkan haberleri yalanladığında bütün Türkiye'ye karşı, ordan çıkıp geleceği yer benim yanım olacak sanmıştım. Başak'la çıkan gazete haberlerinin doğru olmadığını, profesyonel çizgide iş yaptıklarını söylediğinde sanki döndüğü kameradan doğrudan bana bakıyordu.

Bunu benim için yapmıştı. Ya da ben yine romantikliğin dozunu kaçırdığımdan benim için yapılmış prens işi olduğunu düşünmüştüm. Çünkü Savaş o yaz ne aramıştı ne de gelmişti.

Benden vazgeçtin ha Savaş?

Ne çabuk.

Kendimi sona hazırlamıştım oysa, sonunda bitecekti. Bizden olmayacağını o da görecekti, bıkacaktı ve onda da bitecekti. Her şey zamanla ilgili olmalıydı. Ama bu bir evlilik teklifinin ardından olmayacaktı, gülün son yaprağı düştüğünde olacaktı. Hayatımdan bir sabaha karşı notu yazıp çıkararak değil. Ardından bir yüzük bırakıp hiç değil. 1

Savaş beni zaman oyununda da yenmeyi başarmıştı. Ortadan kaybolurken biliyor olmalıydı.

O gecenin sabahında içime oturan bir his vardı; ne yapsam gitmeyen, beni bırakmayan, ruhuma dek yapışıp kalan.

Hava kapalıydı, öğlen arasında yemeğimizi meşhur pizzacımızda yedikten sorna kampüsün ortak kullanım alanlarının birine yerleşmiş masada dışardan getirdiğimiz kahvelerle dört kız oturuyorduk; Beren, Işıl, Ceyla ve ben.

Parmaklarımın arasında sıcak olmasına rağmen üşüyen ellerimi ısıtamayan kahve bardağını dalgınca çevirirken kızların konuşmalarını biraz dinliyor, biraz kaçırıyordum ki kendimi dikkat çekmeden dinlenme poziyonuna çekmek için önceden bir iki şey anlatmam yetmişti.

Yeni dönem başlayalı iki hafta olmuştu, birbirimize anlatacaklarımız bitmemişti; sık sık bir anın içinde başka bir anı çıkıyordu. Şimdiki konumuzsa yazın tanıştığımız erkeklerdi. Bu soru bana da sorulmuştu, ben zihnimin bir ürünüymüş gibi hayatımı gasp eden Savaş'tan bahsedemeyeceğimden gemide tanıştığım çocuktan bahsettim öylesine. Işıl olanı biteni bildiğinden beni alaycı bir tavırla dinlemişti. O sabah aradığım ilk kişi oydu ve yazın birkaç kez iç monologlarımı aktarabildiğim tek kişi de oydu.

Öncede derdimi kimseye aktaramayacak kadar yalnızdım bu işte ama şimdi Işıl vardı, onunla dertleşmek bana öyle iyi geliyordu ki...

"Neyse bütün yaz o aptalla uğraştım, peşimden bir an olsun ayrılmadı." Diyen sıra kendisine gelen Ceyla'ydı. "Alt üstü bir gece takıldık diye ayak üstü nikah dairesine götürmesine az kalmıştı aptalın. Yaşadığım şehirde yaşayabileceğini söyledi bir de, düşünebiliyor musunuz?" Biran sustu kaşlarnı çatarak.

"Ne oldu, neden öyle sustun?" diye sordu Beren. Soru dikkatimizi ona çekti. "Yoksa Ceyla'mız hoşlandı mı ondan?"

"Öyle değil de sanki onu daha önce bir yerlerde görmüş gibi hissettim, beni rahatsız eden buydu. Tanıdıklık hissi."

"Tanıyorsan hiç şaşırmam," diye alay etti Işıl. "Ben de," diye ona katıldı Beren.

Yorum yapmadım, Ceyla'nın bakışları bana takıldı. Kısıldı. Yorum bekliyordu ama hayır, yapmayacaktım. "Nüket, bozuk muyuz hala?"

"Hayır," diye kestirip attım. Beren ara bulucu görevini üstlenip tartıştığımız günden sonra Ceyla ile konuşmuş ve böylece Ceyla bana bir özür içeren mesaj atmıştı. Çünkü aramalarına cevap vermemiştim. Sen üstüme fazla geldin diye yazıya beni suçlayan bir havada girmesi bu özrün gerçekten pişmanlığından değil de, Beren'le aynı ortamda bulunabilmek için olduğunu biliyordum. Beren'in etrafında olmak öyle kolay değildi, diğerleri için.

Umursamazca omuz silkti Ceyla. "Sen öyle söylüyorsan öyledir, küsecek yaşı geçtik."

Ve kaldığı yerden devam etti sohbetleri.

Ceyla'nın Beren'in etrafında olmasının nedeninin onun zenginliği olduğunu biliyordum. Aslında bu masadaki herkes bu gerçeği biliyordu. Bu yüzden Ceyla, genel olarak asi bir görüntü çizse de Beren'in sözünü dinlerdi, Beren çıktıkları her alış verişte onun için pahalı şeyler aldığından Ceyla bunu onun sözünü dinleyerek ve onu eğlendirerek öderdi. Sonsuz bir yaltaklanma...

Zengin biriyle arkadaşlık etmek öyle kolay değildi, Beren parasının ona kattığı gücün de ona kimlerin yaltaklanma eğilimi olduğunun da farkındaydı.

Beren beni de başta etrafındaki diğer kızlar gibi sanmıştı, bana aldığı ilk pahalı hediyeye karşı verdiğim sert tepkiye şok olmuştu; iyi kızdı ama dedim ya organik zenginliğin getirdiği kibirden de payını almıştı. Ve neden o gücü kullanmayacaktı ki? Beren ve Ceyla arasındaki yazılı olmayan anlaşmanın altındaki mantığı bildiğim gibi onun bana pahalı bir hediye aldığında saygı duymayacağı ve ona yaltaklanması gereken kişi olmam gerektiğini kestirip önlem almıştım.

Para böyle bir şeydi, görünmez ama çok keskin sınırlar çizebiliyordu...

Ceyla birden, "Neyse daha güzel meselelerden konuşalım," dedi, dudaklarında oyuncu bir gülümseme vardı. "Mesela biraz da abinden Beren, ne yapıyor acaba bu sıralar?"

Dişlerimi ve parmaklarımın arasındaki bardağı sıktım, durmasaydım son anda bir lav gibi yukarı püskürecekti içindeki kahve. Dolayısıyla her şeyi önümdeki masayla birlikte berbat etmem an meselesiydi ama Işıl son anda elini koyunca bacağıma sakinleştirmemi istercesine, beni destekleyen el sakinleşmemi sağladı.

Ceyla her zaman ondan konuşma açar bu konuşmalar mahrem konulara bile kaçardı çoğunlukla ancak bu sıralar sinirlerim çok gergindi, Savaş yüzünden. Adının geçmesi bile geriyordu beni. Savaş'la davam kapanmadığından belki. Evet öylece bir şey demeden çekip gitmesine, gittikten sonra da aramamasına rağmen aklım ondaydı.

"Bu nerden çıktı birdenbire?" diye sordu Beren, pek ondan konuşmak istemiyormuş gibi bir hava sezdim arkadaşımdan bakışlarım ona döndüğünde.

"Abinden konuşmayı özledim," dedi cilveli bir sesle dediğinde Ceyla, göz devirme arzumu zorlukla bastırdım. "Ondan konuşmak bana haz veriyor, biliyorsun."

"Bana vermiyor ama," dedi sinirli bir sesle. Dikkatimi son damlasına kadar ona verdim, o kadar merak ediyordum ki Savaş'ı; nerde olduğunu, ne yaptığını, nasıl olduğunu. Aptallıktı ama engel olamıyordum. "Lansmandan sonra tatil için yurt dışına gitti ve uzun süre hiçbirimizle görüşmedi. Gerçekten görüşmedi. Sanki bizi silmişti. Neymiş kafasını dinleyecekmiş beyefendi. Annem onu özlediğinden deliye döndü, babam işleri bu kadar boş verdiği için hala çok kızgın."

Kafa dinlemek mi?

Erkekler reddedilince böyle mi oluyor?

Yine de durumu benden daha iyiydi; ben hastalanıp yataklara düşmüş, on beş gün sonra biraz toparlanabildiğimdeyse güncel hayatın akışına, beni bekleyen onlarca sorumluluğa kaldığım yerden canım acıya acıya devam etmiştim. Ama neymiş? Savaş Akduman kafa dinlermiş. Bak sen. 1

Daha fazla bilgi almak istiyordum, daha fazla ama ben soramazdım arkadaşıma, Işıl'a baktım. Savaş konusu kapanıp gitmeden önce benim adıma bir şeyler öğrenmesi için. Işıl bana umutsuzca baktı, bir an neredeyse çağrıma kulak vermeyeceğini düşündüm ancak o görmezden gelmedi. "Şu bahsettiğin gazete söyleşisine baktım, aile resminizde yoktu," dedi. "Ropörtaj için dönmedi mi? İclal Teyze çok özeniyordu yapılacak habere."

"Hiç sorma, annem en azından aile fotoğrafı için Türkiye'ye dönmesini istedi ama onun ısrarlarına rağmen dönmedi. Bu arada ısrar dediysem onun yüzüne karşı değil, araya sekreterini koydu. Sekreterini. Ailesi için düşünebiliyor musunuz?"

Işıl kaşlarını kaldırdı. "Döndüğünde canına okumuştur İclal Teyze, değil mi?"

"Ne dönmesi, dönmedi ki Türkiye'ye," dedi Beren, yüzüme yansıtmamaya çalıştığım hayret duygusu göğsümde bomba gibi patladı. "Eylül başında Türkiye'ye dönüp şirketin başına geçmesi gerekiyordu, babamın söylediğine göre en son böyle anlaşmışlar aralarında ama eylül olduğunda abim görüntülü arayıp babama biraz daha orada kalmak istediğini söyledi. Bu yaz tatilinden bu yana onun sesini duyduğumuz, yüzünü gördüğümüz ilk andı. Babam kabul etmedi tabii, hemen dönmesini söyledi ama abim kararlı görünüyordu dönmemeye. Tartıştılar ve anlamadan telefon kapandı. Babamla tartıştığından beri aramıyor, yine."

O işini tutkuyla yapan bir iş adamıydı, şimdiye dek şirketi için dönmesi gerekirdi. Şirketi için bile dönmediyse... Bu oraya yerleştiği anlamına mı geliyordu? O kadar da olamaz, elbette dönecekti. Ardında bıraktığı şirketi olamazdı, ardında bıraktığı esasında bendim. Alışma süreci.

Sahi ya, ne demişti bana? Gözümün içine üstelik baka baka, daha önce görmediğim acımasız bir resmiyetle. Sesi o gecenin derinlerinden gündüzün yüzeyine çıktı. Söyledikleri aklımda dolandı, ölmüş bir günden kalma hayalet gibi.

Sen her şeyi çöpe atacak kadar gözü kara olabilirsin evet ama ben de her şeyi arkamda bırakacak kadar gözü pek olabilirim Nüket, bunu unutma.

Sanırım tam olarak bunu kast ediyordu, dediği gibi beni arkasında bırakmıştı gerçekten.

Beren asık bir yüzle, "Hiç bu kadar ayrı kaldığımız olmamıştı," diye devam ettiğinde düşüncelerimden uzaklaştım. "Bunu söyleyeceğim hiç aklıma gelmezdi ama ben bile özledim onu."

Onu ilk kez böyle görüyordum, her zaman abisiyle inat olsun diye uğraşır gibi görünürdu. Hayır sadece özlememişti, ona kırılmıştı da. Bu sanırım Savaş'ın kız kardeşini ve beni aynı duyguda birleştirdiği ilk seferdi. Özlem ve kırgınlık. Bende çok daha fazladı vardı. Üzüldüm, sırf reddedildin diye insan ailesine bile sırtını döner miydi? Arkadaşım bu nedenin altında benim olduğumu bilse ne tepki verir diye düşünmeden edemedim.

Beren ve Ceyla derse girmek için masadan ayrılınca ellerimi o sabah giydiğim yağmurluğun ceplerine koyup gözlerimi boşluğa diktim. Işıl, "Onu bu kadar merak ediyorsan aramalı ve konuşmalıydın," dediğinde ona baktım ağrı ağır. Kaşlarını cümlesine vurgu yaparak aynen öyle der gibi kaldırıp indirdi. "Düşünmekten delireceksin."

"Delirmeyeceğim. Hem duydun ya, kimseyle görüşmüyormuş."

"Ama sen bunu bilmiyordun, hem seninle görüşüp görüşmeyeceğini bilemezdin, bilemezsin Nüket. Belki senin kendisini aramanı beklemiştir, olamaz mı?"

Başımı hayır anlamında salladım. "Onu tanımıyorsun Işıl, eğer benimle görüşmek isteseydi aramamı beklemezdi. Savaş Akduman tam bir eylem adamıdır; karar verir ve harekete geçer, asla beklemez."

Beklemek diye bir şeyin onun lügatında olduğunu bile sanmıyorum.

"Belki onu tam olarak tanımayan sensindir, evlenme teklifini reddetmişsin. Üstelik bunu öyle bir hayırla geçiştirmemiş ya da durumu yumuşatan sözlerle de yapmamışsın. Adamın gözlerine baka baka asla senin karın olmayacağım demişsin. Ve şu noktadan bak, bu adam öyle herhangi birisi de değil, sözüm ona senin sevdiğin adam." Gözlerimde bir karmaşayla baktım ona. Işıl iç çekti. "Nüket, nefret ettiğin birini reddeder gibi reddetmişsin onu."

"Ben..." Son sözlerin etkisi bir siren gibi zihnimde keskince yankılandı. Ne diyeceğimi bilemedim, başım harf yığınlarının anlamlarını taşıyamadığından yavaşça önüme düştü. Şakaklarımı ovaladım, gözyaşlarım kirpiklerimin ucuna takıldı. "Ben öyle yapmak istemedim ama bir anda öfkelenirken buldum kendim." Başımı kaldırdım. "Sen... onu reddettiğim için beni mi suçlu buluyorsun?"

"Asla, evet demek kadar hayır demek de senin en doğal hakkın. Birbirinize aşık olsanız bile seni suçlu bulmazdım. Sadece reddetme şeklinin... fazla düşmancıl olduğunu düşündüm o kadar. Biliyorsun ondan öyle hoşlandığım falan yok, tarafım her zaman nettir; seni gösterir benim pusulam."

Yanaklarıma düşen yaşı parmalarımla sildim. "Birden beni reddettiği gece geldi aklıma, sonrasında olanlar... Canımın yandığı onca zaman..." Sesim titredi. "Sonra o bana böyle bir yüzükle evlenme teklifi edince, bana hissettirdiği acının bir anlamı yokmuş gibi geldi onun için. Kızdım Işıl. Sanki kolaya kaçıyormuş gibi hissettim ama evlilik onun için kolay değildir. Sabah olduğunda onu bu kadar dağıttığım için, ona karşı bu kadar sert olduğum için pişman oldum ama o gitmişti Işıl. Konuşalım demiştim, istemedi. İstememsini anlayabilirim ben ama... Aramasını bekledim, her gün. Şimdi bile bir aptal gibi bekliyorum çünkü o bana geleceğim demişti. Konuşacağız demişti."

Işıl'ın telefonu çalınca bana bakıp, "Kusura bakma, buna bakmam gerekiyor," dedi ayağa kalkarken. "Hemen dönerim."

Yanaklarımı şişirip serbest bıraktım, ne yapsam olmuyor, ne yapsam rahatlayamıyorum. Nereye gitsem daralıyorum, ne yana dönsem onun varlığı rahatsız ediyor beni. 1

Işıl birkaç dakika sonra döndüğünde, saatine bakıp, "Derse gitmem gerekiyor, öncesinede bir arkadaşla notlar üzerinden konuşmamız gerek," dedi. Masadaki eşyalarını toparladıktan sonra devam etti. "Bak ne diyeceğim? Çıkışta ikimiz birlikte bir kafeye gitsek mi Nüket? Hem benim de seninle önemli bir şey konuşmam gerekiyor."

Omuz silktim. "Olur."

"Tamam, çıkışta görüşüyoruz."

O uzaklaştı bende ondan beş dakika sonra kalktım, kahve bardağımı ortasından sıkıp en yakın çöpe atıp derse gittim.

Aslında bardağı sıkarken tek hayal ettiğim O'ydu...

🌹

 

Son ders saatine girdiğimizde yağmur başladı. Fakülte camına yapışarak aşağı kayan damlalar gözyaşlarını andırıyordu, bir kadının yanağından acısıyla birleşerek kayarcasına. Gri kasvetiyle içim gibiydi hava bugün, dışım akıtamasa da gözyaşlarını içim döküyordu tüm o yaşları.

 

Ders saati boyunca dengesiz bir yağmur çizelgesi vardı; yağmur bazen çiseledi, bazen sele dönüşecekmiş gibi dakikalarca yağdı, bazen gök gürültüsü eşliğinde bir görünüp bir kayboldu. Dedim ya hava bugün hislerimi andırıyordu; dengesizdi. Duruluyorum, sonra taşmak istiyorum, bir görünür bir kaybolur gibi sakinleşiyorum ardından.

 

Hocanın ders anlatışı otuz dakikanın ardından bulanıklaşırken kitabımın son sayfasını açtım, hiçbir şeyin olmadığı boş sayfa. Liseli havasına girip adını şekillendirecekken kağıda bundan vazgeçtim, zihnimde kırmızı gül belirdi; eğimli bir çizgiyle bir yol gibi sapını çizmdim önce. Günlerce kalbimde, zihnimde, ruhumda büyüttüğüm hesap sorma arzusu, çizime bulaştı. Kalınlaştırmak için sapının üzerinden geçtim. Çekip gidecektin öylece, neden hayatıma tekrar girdin?

 

Savaş bana hiçbir zaman dikenli gül almamıştı ama ben gülün dikenlerini de ekledim, sapı ona giden yolsa dikenler asla ulaşılamayan kalbiydi. Niye öptün beni? Neden yeniden dokunuşlarını da bulaştırdın her şeye. Yapraklarına geçtim, iç içe katman katman sıralanan kıvrımlı yapraklar bizim ilişki sarmalımızın örneğiydi. Her defasında iç içe geçen kaderimiz gibi ve karmaşık duygularımız. Ne diye o terapiye başlayarak umutlarımı ayaklandırdın?

 

Dibine doğru biri havada diğerleri aşağı düşmüş birkaç yaprak çizdim. Dökülen yaprakların hüzünlü süzülüşü, ilişkimizde saklı kalan kırık yanların, incinmiş gerçeklerin, çirkin kusurların yansıması. Nasıl biri olduğumu biliyordun, nasıl hassas olduğumu yine de gelip girdin hayatıma.

 

Ve son olarak tüm bunların üzerine cam fanusu çizdim. İşte bu. Bizi güzel yanlarıyla da çirkin yanlarıyla da içine hapseden o kırılgan hapishane. Korumak için değil sanki, yok etmek için azar azar. Neden evlenme teklifi?

 

O an seni alıp götürdü.

 

Dersler bitmişti. Merdivenleri inerken Işıl'a mesaj attım ve alt kata gelince duvara monte edilmiş boy aynasının karşısına geçtim dalgınca, bilek botlu ayağımın ucunu ritmik bir şekilde vururken kendime baktım, beş dakika vermemi isteyen arkadaşımın mesajından sonra. Üstümde ince krem bir kazak, kahve tonlarında bohem tarzı asimetrik kısa bir etek ve yağmurluk.

 

Birkaç dakika sonra dışarı çıktığımda merdivenleri inmeden köşeye geçip Işıl'ı beklemeye başladım, bu sayede biraz soğuğa alışabilirdim. Işıl ve Beren birlikte çıktılar büyük kapıdan. Beren telefonda biriyle konuşuyordu, yanıma geldiklerinde kapadı ama mesaj yazmaya başladı. "Beren," dedim onun da canının sıkkın olduğunu bildiğimden. "Sen de bizimle gelsene, takılırız biraz."

 

Beren başını telefonundan kaldırdı. "İsterdim ama yarın vize var ve girmediğim derslerin acısı benden çıkacak," dedi. "Abim gelmiş, artık ne zaman tenezzül edip geldiyse beyefendi." Kulaklarım öyle bir puslandı ki, birkaç saniye boyunca kalbim göğsümün içini parçalarcasına gümledi. İki aydır orada cansızmış da aniden baştan aşağı ruhlanıp canlanır gibi renklenerek. "Annem şoförü yollamış, gidip onu görmemi istiyor. Ordan eve geçerim." Şöyle bir bakındı etrafa. "Sizi de gideceğiniz yere bırakalım, hava iyi bozuldu bugün. Islanmayın."

 

Öğrenciler yanımızdan sel gibi geçmeye devam ederken, "Gerek yok, vizen var," dedi Işıl, geçenlerini sesini bastırmak için sesini yükseltmişti. Sırt çantasının askısını tek omzuna attı. "Gideceğimiz yer yakın da değil ki, İstanbul trafiğinde yolunuz uzar."

 

Onu destekleyerek, "Işıl haklı, git hadi sen," dedim çantamın askısını düzeltirken. "Biz bakarız başımızın çaresine."

 

"Peki o halde, ben gittim." Basamakları inerken el salladı. "Yarın görüşürüz." 1

 

Zoraki bir gülümsemeyle arkasından el salladım ve o arkasnı dönüğü anda elim gibi yüzümdeki gülümsemeyi de indirim.

 

Havaya bakarak, "Sağanak yağmur," dedim keyifsiz bir sesle, geldiğini duyduğumdan beri keyfim hepten bozulmuştu. "Konuşma işini başka zamana erteleyip evlere mi dağılsak?"

 

"Taksiyle gideriz diye düşündüm," dedi. Telefonunu gösterdi sallayarak. "Uygulamadan çağırdım bile."

 

İstanbul trafiği ve taksi ikilisi yeterince sıkıntıydı. Bir de böyle hava koşullarında gelmesi beklenen saatlerde oynama oluyordu. Yine de, ona hayır demedim, kendimi o an o kadar ipe bağlanmış bir kukla gibi hissediyordum ki... Dileyen beni, dilediği yere götürebilirdi. "Tamam."

 

Aklımdaki o, varlığıma işleyen o, tek düşündüğüm oydu. Ne zaman döndün Savaş? Beni arayacak mısın? Kaldığımız yerden devam etmeye davet edecek misin?

 

"Eh tabii sen, şu an Beren'le gitmeyi tercih ederdin ama," diyen arkadaşımın alaylı sesi düşüncelerimden çekip çıkardı beni ona döndüm ve alay eden yüzüyle kaşılaştım. Hafifçe güldü. "Onu görmeye."

 

"Öyle bir tercih falan yapmazdım, onu görmeyi istemiyorum."

 

"Ne yani, şimdi şu kapıdan gelse... Gel gidelim dese... Gitez miydin sahi?"

 

Gözlerim büyük kapı girişine kaydı. Lacivert tonlarında gıcır gıcır bir araba duruyordu. Kaşlarımı çattım. Sonra araba yolcu koltuğuna aldığı bir kızla uzaklaştı. "Benimle alay mı ediyorsun?"

 

"Yok canım, hafızanı tazeliyordum sadece. Önceleri nasıl olduğunu hatırlatmak adına."

 

Tahmin ettiğim gibi oldu, taksi tam yirmi dakika gecikti. Taksi şoförüne adresi verir vermez bana yaklaşıp arkasına yaslanan Işıl'a, "Taksi parasını bölüşüyoruz," dedim, o da benim gibi öğrenciydi gidiş masrafını onun üzerine yıkmak istemedim. "Gittiğimiz yer uzak, hiç itiraz etme."

 

"Seni ben davet ettim, kabul etmem."

 

"O zaman şöyle olur, taksi parasını sen ödüyorsan yarın öğle yemeğin bende."

 

"Aman iyi, sende olsun."

 

Yağmur kırmak ister gibi sertçe vuruyordu yakınımdaki cama, her damla bir çakılma beynimin içine.

 

Taksi bizi kafenin önüne bıraktığında şaşırdım, bu kafe genel olarak ünlü ve sosyal statüsü yüksek insanların takıldığı birkaç kez Beren sayesinde girebildiğim kafeydi. "Neden buraya seçtin?" diye sordum. "İkimizi de aşar biliyorsun."

 

"Endişe etme, belki birinden yardım almışımdır." 1

 

"Tabii Beren..." diye göğüs geçirdim, o da yalanlamadı. "Başka kim olacak?"

 

Kafenin masaları dağınık değildi, dört kişilik masalar ve karşılıklı duran deri koltuklardan duvar ve cam diplerine yerleştirilmişti. Masaların açtığı yoldan ilerledik, her masada neredeyse ünlü bir vardı. Garipti tanınmış insanların arasından böyle rahat geçmek. Türkiye'nin ünlü isimlerini görüp de durmayan adımlarım onu görünce aniden durdu. Donup kaldım, belki o an birkaç saniye kalbim bile donup kalmıştı.

 

Hayal görüyordum muhtemelen. Gördüğüm hayalin silinip gitmesini bekledim ama gitmedi oradaydı ve kesinlikle hayal değildi.

 

Işıl seslendi. "Nüket, ne oldu?"

 

Baktığım yerde kimin oturduğunu görünce cevabını aldığından sessizleşti. Savaş iki masalık bir mesafede kendi masasınada oturuyordu ve önünde kim varsa ona gülüyordu. Hissetmiş gibi bakışları bir an bana döndü, ilk bakışta yanıldığını düşünmesinden midir bilmiyorum ama gülüşü bozulmadı, sanilyeler içinde gülüşü eriyip gitti ve bakışları donuklaştı.

 

Fısıldadı adımı, adım bir dudak hareketinden ibaret olmasına rağmen anlamıştım. Onun bana Nüket dediği an dudaklarının nasıl şekillendiğini biliyordum çünkü. Ben de aynı şekilde fısıldadım adını.

 

Yerinden kıpırdamadı, aksi gibi ben de kıpırdayamıyordum. Bir kafenin içinde öylece donup kalmıştım, böyle olmamalıydı. "Gitmeliyim," diye fısıldadım. "Buradan hemen gitmeliyim Işıl."

 

"Saçmalama Nüket, elbette gitmeyeceksin."

 

Sonra Savaş'ın karşısındaki kişi başını yandan çıkardı; Aren. Beni görür görmez yerinden kalkıp yanımıza geldi. "On dokuz, Uğur Böceği... Bu ne güzel sürpriz böyle."

 

"Ya değil mi?" dedim alay edercesine Savaş'a bakarak, hala oturduğu yerden sadece gözlerini dikmiş bana bakıyordu. "Ne sürpriz ama." Sesimin böyle kırık çıkmasından nefret ettim.

 

Garson yanımıza gelip, "Hoş geldiniz," dediğinde, bakışlarımı ancak çekebilmiştim ondan. "Rezervasyonunuz var mıydı?"

 

Yoktu, belki vardı ama Savaş Akduman'la karşılaşmak için kesinlikle yoktu.

 

Ben böyle böyle dalıp giderken Aren, "Hanımlar bizimle, bizim masada olacaklar," dedi. "Birazdan siparişlerini almak için birini yolla."

 

Garson cevabı aldıktan sonra onu onaylayan bir söz edip uzaklaştı. "Biz gideceğiz," dedim.

 

"Saçmalama on dokuz," diyen Aren'i, "Biraz oturalım kalkarız Nüket, biliyorsun artık gelmiş bulunduk," diye destekleyen Işıl'dı. Ona inanamayarak bakınca ekledi hemen. "Yani o kadar yol geldik." Kulağıma yanaştı. "En azından kafandaki soru işaretlerini kaldırırsın. Konuş gitsin, dünyanın sonu olmaz ya."

 

Başımı sallayıp masaya ilerledim ama gelişimi bir podyuma çıkan mankenmişim gibi izleyen Savaş arkasına yaslanıp önündeki kahvesinden bir yudum aldı. Gözlerini üzerimden ayırmıyordu, anlam veremediğim bir şey vardı duruşunda, kahve bakışında. İfadesi boş değildi, aksine dolu doluydu.

 

Tatil bölgesine bile takım elbisesiyle gelmesine rağmen, üzerinde takım elbise yoktu. Salaş, spor, rahat; düz paça chino pantolon, sanki iş adamlığından onu uzaklaştırsın diye tişört, üstüne spor bir siyah gri oduncu gömleği ve yine spor bir ceket.

 

Takım elbiseli adamdan çok, çok, çok uzak.

 

Bu da ne, iki ayda tarzını bu kadar uç noktada mı değiştirmişti?

 

Bu haliyle de çekici, yakışıklıydı tabii amağ... Sadece alışkın değildim.

 

Daha oturmadan, masaya yaklaştığım anda Savaş'ın bana ilk söylediği şey, "Karar vermen uzun sürdü, gerçi beni görür görmez kaçıp gidersin diye düşünmüştüm ama şaşırttın," şeklinde alaylı bir cümle oldu, iki ayın ardından özlediğim sesi böyle mi duymalıydım? Sanki ben bir şeylere karar vermekte her zaman zorlanıyormuşum gibi yüzüme doğru atılan bir lafla. Oturmadan kararsızca ayakta dikildim. "Ne? Yoksa şimdi de oturmaya karar vermekte mi zorlanıyorsun Nüket? Hayatının seni sürekli çelişkilerle dolu kararlara itmesi ne kötü."

 

Hırsla karşısına geçip oturdum. "Ne oluyor sana Savaş, derdin ne senin?"

 

Derin bir nefes aldı. "Derdim yok."

 

"Orası gayet belli, laf dokundurmalarından."

 

Uzun uzun gözlerini üzerimde gezdirdi, incelercesine. Adam elması uzun boynundan kaydı gitti.

 

Aren, bakışlarını aramızda dolaştırıp, "Biz gidelim, siz de baş başa uslu uslu konuşun," dediğinde Işıl, "Böyle anlaşmamıştık," dedi. "Neden onları yalnız bırakıyoruz?" Ters ters Savaş'a bakıp, "Ben bundan çok emin değilim," diye devam etti.

 

Bense hayretle yapmayacağı bir işi yapan arkadaşıma baktım. Işıl? Beni Savaş Akduman'la birleştirmeye mi karar vermişti? Ne bu? Kamera şakası falan mı? "Işıl... senin burada olacağından haberin vardı ve onunla görüştürmeye mi getirdin beni?"

 

"Fikrin ana kaynağı ben değilim." Sanki bundan büyük pişmanlık duyuyormuş gibi Aren'e yandan bir bakış atıp çenesiyle yaptığı küçük bir hareketle onu işaret etti. "O aradı beni, böyle bir şey yapalım dedi."

 

"Sende kuzu kuzu tamam dedin öyle mi?"

 

Aren, "Uğur Böceğinin bir tek kuzu olamayacağını bilirsin, ben ikna etme işinde fazla iyiyim o kadar," dedi. "Bana yenildi, her kadın gibi."

 

"Ne diyorsun sen be..." diye ona kızgınca dönen Işıl tartışmaya başlarken, bıkkınca iç çekip önüme döndüm ama önümde beni izleyen Savaş vardı. Sessizce olanları izliyorsa haberi var mıydı arkadaşının ve arkadaşımın yaptığından. Konuşmamız için bizi bir araya getiren Işıl ve Aren'in konuşması ironikti. Kavga etmesi gereken bizken onların etmesi daha bir ironikti.

 

Aren sonunda en azından bizim yalnız kalmamız için başka bir masaya geçmeyi teklif etti Işıl'a, Işıl buna itiraz edecekken Aren dikilip duramayız daha fazla, dikkat çekiyoruz dediğinde Işıl kabullenip benim onu, onun beni rahatça göreceği çaprazıma denk gelen bir masaya geçtiler.

 

Onlar yanımızdan kaybolunca etrafıma baktım. "Bunu sen mi ayarladın?" diye sordum. Aslında cevabı biliyormuş gibi hissediyorum ama ona sormam gerekiyor. Emin olmak için. "Aren'e onu aramasını sen mi söyledin?"

 

"Çocuk muyum ben? Yapmak istesem kendim seni arar görüşürdum, neden onlara ihtiyaç duymam gereksin?" Sanki söylediklerinden pişman olmak istemiyormuş gibi yüzünü benden başka tarafa çevirdi.

 

Doğru duydum değil mi? Yapmak istesem dedi... Yani istemedi.

 

Böylece Beren onun döndüğünü haber verdiği anda zihnimde şekillenen sorular anlamsızlaştı.

 

Asla beni aramayacaktı, gelmeyecekti.

 

Soluğumu bıraktım. "Anladım."

 

"Hayır anlamıyorsun," diye karşı çıktı Savaş, keskin bir sesle üstelik. "Anlamanın yanından bile geçmiyorsun."

 

Bu sırada garson geldi, önüme broşür gibi bir şey bıraktı. Hareketlerini dalgınca takip edebiliyordum, kafam çok başka bir yerdeydi. "Dilerseniz kahve üstü deseninizi seçebilirsiniz," dedi gülümseyerek, neden bu kadar kırık olduğum bir zamanda gelip böyle gereksiz bir soru soruyordu ki? "Hangisi olsun istersiniz?"

 

Hangisinin olacağı o kadar umurum değildi ki... ama başımı eğip baktığım broşürdeki desenler bulanıklaştı. Hayır, zihnimi toparlamanın zorluğuna takılmıştım, kimseyle kibar bir konuşma yapacak durumda değildim. Dokunsalar ağlayacak durumdaydım ben.

 

"Gül desenli olsun." Başımı kaldırıp adıma yanıt veren Savaş'a baktım. "Ve yanında, kafenizin şu meşhur pastasından olsun bir dilim."

 

Ne yapmaya çalışıyor?

 

Saçma. Yanlış soru. Onun bir şey yaptığı yok ki, yapan benim. Geldim ve onun çoktan oturduğu masaya öylece oturdum; onun masasına. Arkadaşım, arkadaşı sayesinde onun alanına. Ne olmasını umuyorum bilmiyorum, benimle konuşmaya çalışmıyor bile. Görmekten mi memnun değil, karşılaşmamızdan? Eğer öyle olsa Aren'e kızardı ya da en azından kızgın bir bakış atardı. Yok, öyle bir şey değil. Diğer yandan bana git de demiyor. Öteki yandan beni bekliyormuş da gibi. Ve sanki çekip gitsem de umursamayacakmış gibi.

 

Zihnimin yaptığı her analiz boğazıma yapışıyordu, karanlık bir el gibi.

 

Karşılaşmamız beş dakikasını dolduramadan çelişkiler bulaşıyordu her saniyeye.

 

Kaldığımız yerden konuşacağımızı sanıyordum onunla karşılaştığımızda ama oradan devam etmiyoruz konuşmaya, her şey bir doğaçlama gibi gelişiyordu; neyin doğaçlamasını yapıyoruz? Bilmiyorum.

 

Bir şeyler eksik gibiydi onda; içimi yakan bakışında, aramıza mesafeler koyan duruşunda, buz gibi hissettiren konuşmasında. Belki cevap karmaşık olmaktan çok basitti, hemen önümdeydi; onda eksilen bendim. Altmış üç gün boyunca o benden bir an eksilmez, her boşluğuma doldukça dolarken ben altmış üç gün boyunca ondan gün gün eksilmiştim.

 

"Neden böylesin?" diye sordum aniden. "Burada karşılaşmayı ben de beklemiyordum, benim için tesadüf sayılır."

 

"Biraz dikkat etsen, arkadaşın seni buraya getirmese de burada olduğumu bilirdin. Ben tesadüf eseri burada değilim." Ne dediğini o kadar anlamadım ki, tek yapabildiğim karmaşık bir şekilde bakmak oldu. Ağzını açtığında çıkan her kelime dilimi donduruyordu sanki. "Anlamadın, elbette anlamazsın." Masanın üzerinden yavaşça bana eğildi. "Sana her çarşamba burada bir kahve içmeye geldiğimi söylemiştim. Unutmuşsun."

 

Savaş geriye çekilip koltuğuna yaslandığında bu bilgiyi bana verdiği anı hatırlamaya çalıştım. Söylemiş miydi? Söylediyse bu bilgi neden silinmişti bende? Anımsamaya çalıştım, düşünürken onun üzerindeki bakışlarımı sol yanıma düşen camekana çevirdim. Havayı görür görmez anımsadım, böyle bir havada bir çarşamba günü yatağındaydık. Normalde hafta içleri evine çok gitmezdim ama Savaş o gün ısrar etmiş, üniversite binasına yakın bir yerden almıştı beni.

 

Onun kollarında geçirdiğim dakikalardan sonra Savaş normalde benimle olmasa bu kafede olacağını söylemişti ve ardında her çarşamba burada bir kahve içtiğini çünkü kahvelerinin en iyisi olduğunu söylemişti. Bende oraya birkaç kez Beren'le gittiğimiz söyleyip ona hak vermiştim. Sonra... sonrası yoktu bende, söyledikleri uykumun puslu havasında kaybolup gitmişti. Cümleler oradaydı ama birbirinden ayrık cam parçaları gibi kırık, sıcaklığı düşmüş bir gün gibi sisli...

 

Garip bir duygu soluğumu tıkarken, "Ne?" diye söylendim, kızgın bakışlarımı yeniden ona yönelttim. "Bunu hatırlayamadığım için mi kızgınsın bana?"

 

"Hep böylesin ana konuyu kaçırıyorsun ya da bile isteye özellikle yapıyorsun."

 

Bazen karşı karşıya olduğu şeyi kavramakta zorluk çeker ya insan, öyleydim. Benimle bulmaya mecbur olduğum bulmacalar varmış gibi konuşuyor; konuşuyor ve bulmamı bekliyor. Anlaşılan o ki giyim tarzıyla birlikte konuşma tarzını da güncellemiş, açık seçik konuşan adamdan eser yok. Karşımdaki adam bambaşkaydı. Üşütüyordu beni, korkutuyordu da.

 

Ve bana umutsuz gözlerle bakıyordu, umutsuz bir vakaymışım gibi yılgın bakışlarla.

 

"Benim bile isteye özellikle yaptığım hiçbir şey yok, tavrına bakarsak burada özellikle bir şeyler yapan sensin!" İyiden iyiye kızmıştım. "Sana ne oluyor bilmiyorum, daha fazla bu soğuk tavırlarına katlanmayacağım ama."

 

Yandaki eşyalarıma uzandığımda soğuk sözleri ve anlaşmamıza vurgu yapan sesi bileğimi kavradı. "Hala zamanım var, unutuyorsun galiba."

 

Böyle davranıp zamandan bahsedebileceğini mi sanıyoru?

 

Ona baktım, acımasız bakışlarım alaycı bakışlarını sertçe yakaladı. "Ortada fanus yoksa eğer, hala zamandan bahsedilebilir mi Savaş?"

 

Masaya geldiğimden beri ilk kez o boş, alaycı ifadesi afalladı. "Ne dedin sen?" Kaşları çatıldı, ifadelerini parçalayabildiğim için zafer hissedemedim. O kadar kırılmıştım ki tek hissedebildiğim acıydı. "Ne oldu fanusa?"

 

"Fanus artık yok Savaş."

 

"Bu imkansız, hesaplarıma göre yaprakların..."

 

Acıyla bilenen alaycı bir gülüş geçti dudaklarımdan. "Her şeyi hesap edemezsin öyle Savaş, insanların dahil olduğu şeyler öyle hesap edilmez; hesap edemediğin bir şey oldu." Gözlerimin yanmaya başladığını hissettiğimde, kendimi toparlayabileyim diye şöyle bir etrafıma bakındıktan sonra yeniden ona bakıp devam ettim. "Fanusu öylece fırlattım yere, kırdım ve çöpe attım. Çöpte olmayı hak edecek kadar parçaladım. Ne yaprakları dökülen gül, ne zaman... İkisi de yok artık." 1

 

Savaş'ın gözlerine perde gibi inen hayal kırıklığı yerini içine doldurduklarını dökecekmiş gibi bir öfkeye, ardından derin bir nefesle boş vermişliğe bıraktı. Nefesimi tutup bekledim konuşsun diye, konuşmadı. Bu bile seni konuşturmuyorsa başka ne konuşturur Savaş? Neden inatla susuyorsun? Bu büründüğün kişilik senin gerçeğini mi yansıtıyor?

 

Karşıma beni yeniden kazanacakmışsın gibi dikildiğin güne ne oldu? O kararlılığa, o azme... Sırf reddedildin diye mi bu vazgeçiş? Üstelik böylesine de sessiz ve düşmancıl.

 

Garson kahve ve pastayı önüme bırakıp afiyet olsun diyerek uzaklaştığında ayağa kalktım. "Aslında seni gördüğüm anda şu masaya oturmadan çekip gidebilirdim ama merak ediyordum seni, nasıl olduğunu." Savaş onu merak ettiğime inanmadığını dudağını kıvırarak belli etti. Aldırmadım. "İyi gördüm seni, iyiymişsin." Pasta tabağını önüne gidecek şekilde ona kaydırdım hızla. "Sana afiyet olsun. Bıraktığın yüzüğü vermek isterdim ama yanımda değil."

 

"Umurumda değil, geri vermene gerek yok," dedi. "Onu da at çöpe."

 

Köşeye bıraktığım çantamı ve yağmurluğumu alıp ayrıldım yanından masaların arasından geçerken öfkeden içimin parçalanacağını sandım, güç bela nefes alıyordum. Kendimi kaybolmuş hissediyordum ve onu kaybettiğimi. Üstelik o gece değil de sanki aslında şu an. Bir şeyi aptalcasına bir yere bıraktığınızdan kaybetmek gibi değil de ansızın yok olduğu için kaybetmek gibi.

 

Dışarı çıkar çıkmaz göğsümü şişiren derin bir nefes aldım. Işıl hemen arkamdan çıktı. "Ne oldu öyle içerde?"

 

Sertçe ona döndüm. "Soruyor musun Işıl?" Çıkışmama şaşırdı. "Neden böyle bir şey yaptın ki seni anlamıyorum. Hoş ben bugün kimseyi anlamıyorum ya zaten, kimse kendi gibi değil. Sen, sonra o."

 

"Ne oldu?"

 

"Sanırım onu reddettim diye hala bana öfkeli, kızgın olmasından başka bir şey göstermedi bana." Yaşlar dökülürken art arda yağmurler gibi ben de onun gibi sorumu yineledim ardından. "Neden yaptın bunu? Niye beni onun yanına getirdin?"

 

"Dedim ya o arkadaşı olacak..." Ona ters ters baktım. "İyi tamam ya, dün gece onu rüyamda gördüm. Sabah uyanmadan da bugünü gördüm."

 

Tamam rüya yoluyla onun bazı günleri daha yaşanmadan gördüğünü biliyordum, bunlardan bazısından bahsetmesinin onu hasta edeceğini de. Bu yüzden çoğunlukla bildiği şeyleri kendisine saklardı tabii ama onu hala anlayamıyordum. "Niye sana uymayan bir şey yaptığını anladım ama hala tam olarak anlayamadım, yani ben ne yapmalıyım Işıl?"

 

"Yani onu dinlemen gerekiyordu."

 

Sözleri ağlamamı şiddetlendirecekti. "Benimle konuşmak istemeyen birini nasıl dinleyebilirim ki?" diye sordum sesim titreye titreye. Işıl bilmiyorum dercesine umutsuzca omuz silkti. Bana akıl vermesini umarak sordum: "Ne yapmalıyım sence Işıl? Çünkü benim mantığım bana çekip gitmemi söylüyor. Ben başka da yol bilmiyorum, canımı yaksa da... O masada oturan Savaş benim tanıdığım Savaş değildi, ilk kez aramızdaki şeyin olduğundan daha çirkin bir şeye dönüştüğünü hissettim. Bir ilişki insanı böyle bir şeye çevirmemeli. Belli ki istemiyor artık benimle olmayı."

 

"Son kararı sen vereceksin ama acaba kırılgan yanını bir kez olsun törpülesen mi? Benim güzel balık burcu arkadaşım, duygusal olunca kendinden başka kimsenin duygularına bakamıyorsun. Seni istemiyor olsa masasında olmamanı söyler, hiç olmadı kendi kalkardı ama o sen kalkana kadar bekledi. Ayrıca böyle bir şey yaptığımız için kızmadı bize, memnun bile olduğunu söyleyebilirim hatta."

 

Ona dünyanın en saçma şeyini söylemiş gibi büyüyen gözlerle baktım, hiçbiri gerçek gelmiyor zaten ama en gerçek gelmeyen son sözleri oldu. "Memnun falan değildi, konuşmaya çalıştığım her seferinde sürekli söz dokundurup durdu. Onu ilk kez bana karşı böyle görüyorum."

 

"İşte bundan söz ediyorum, duygusal anlarında kafanın içine gömülüp etrafında olan bitene kapatıyorsun kendini. Sadece sen ve senin duyguların kalıyor geriye; bu şekilde yargılıyorsun her şeyi." 1

 

"Bilmiyorum, çok kararsızım."

 

Ela gözlerine ulaşan hoş bir gülümseme yayıldı yüzüne. "Değilsin, kararını çoktan verdin."

 

Huzurlu bir ifadeyle eli elime uzandı ve diğer eliyse kendi cebine. Çıkardığı şeyi avucuma bıraktı, elini çektiğinde bunların mini şeker olduğunu fark ettim. Neden birdenbire diye soracakken, "Mide bulantına iyi gelecek," dedi. "Daha iyi hissedeceksin."

 

Zayıf bir ifadeyle güldüm. "Midem bulanmıyor ki."

 

Gülümsedi. "Biliyorum."

 

Onu sorgulamayı bıraktım, zaten böyle anlarda onu sorgulamanın hiçbir mantığı yoktur.

 

"Ben geri dönüyorum," dediğimde. "Sanmıyorum," dedi.

 

"Işıl, şöyle gizemli konuşmayı bırak. Ne bu şimdi, benim kararım değil mi?"

 

Işıl arkasını işaret ederken, "Karar dediğin nedir ki? Bir şey olur her şey değişir," dedi.

 

Arkama döndüm. Savaş ve Aren dışarı çıkmıştı, Savaş benim çoktan gittiğimi düşünmüş olmalı ki göz göze geldiğimiz an yüzünden hızlı bir şaşkınlık geçti. Aren durup geçmek üzere olan Savaş'ı da kolundan tutup durdurdu. Kafasıyla umutsuz bir sinirle işaret edip, "Bunun böyle yapacağını hiç düşünmemiştim," dedi. Sanki çocuğu adına kızgın bir ebeveyn gibi görünmesi bana komik geldi ama Savaş'ı sinirlendirmişti. "Onun adına çok utandım gerçekten."

 

Savaş ona ters ters bakıp kızdı: "Kendine gel, benim adıma utanabileceğini de kim söyledi?"

 

Bense şüpheyle bakıp laf alma gayesiyle gözlerimi kısarak sordum: "Onun bana ne yaptığını sanıyorsun ki?"

 

"Alim olmaya gerek yok, öyle kalkıp gitmen için bir şey yapması gerekir. Bunu Uğur Böceği bile anlardı."

 

"Bana dalaşıp durmasana." Işıl dişlerini sıkıp gözlerindeki tehdidi sözlerine taşıdı. "Fena olacak artık."

 

Aren yutkundu, öksürdü. "Aslında sana cadı demek gerekir, nasıl bir büyü yapıyorsan artık." Duraksadı. "Tamam kızma, hadi gidelim de çifte kumruları yalnız bırakalım."

 

Işıl beni şaşırtarak Aren'in peşine takıldı. Allah'ım bu kıza ne oluyor bugün? Işıl dudak hareketiyle, 'Bir işimiz var, sonra anlatırım,' dedi son anda arkasına dönüp. İşleri mi? O ikisinin mi? Işıl senin Aren'le ne işin olur ki? Beni arkasında bırakışına bahane olsun diye öylesine mi söylüyordu yoksa birlikte aynı masaya oturduklarında kendilerine hiç yoktan iş mi çıkarmışlardı?

 

O ikisinin birdenbire öylece gitmeleri hiç iyi olmamıştı, ne yapacağımı ya da ne diyeceğimi bilmez şekilde Savaş'la kalmıştım. Aksi gibi o gözlerini bana dikmişken ben bakamıyordum yüzüne. Arkalarından mı gitsem? Olmaz, ne işleri olduğunu bilmiyorum. Arkadaşıma güvenip onu dinlemeli ve Savaş'la konuşmalıyım. Son bir kez deneyebilirim. Kötü fikir, beni yok sayıyor. Taksi bul. İyi fikir, güvenli alana geç. Şu an onun olmadığı her yer güvenli alan.

 

"Kıvranma."

 

Gözlerimde bir yangınla ona baktım. "Kıvranmıyorum ben."

 

"Evet kıvranıyorsun. Arabam şurada," dedi bana aldırmadan. "Seni evine bırakayım."

 

Beni orada da yok sayacaksın.

 

Ama ben seninle konuşmak istiyorum.

 

Evet konuşmak istiyorum, bu iki ayda sana ne olduğunu ama sen önüme buzdan duvarlar koyunca ben nasıl, nereden başlarım bilemiyorum.

 

"Bana söylemek istediğin bir şey mi var?" diye sordu, sesinde değilse de gözlerinde bir beklenti mi seziyorum? Off ne duymak istiyorsun benden Savaş, ne? Başımı hayır anlamında sallayınca, bakışlarında başka ne olacaktı ki gibi bir ifadeyle park edilmiş siyah arabasına doğru yürüdü.

 

Ayaklarım onunkileri takip etti.

 

Ben bir şey değil, çok şey demek istiyorum sana Savaş. Göğsüme bıraktığın binbir buza karşılık. Bana neden böyle davranıyorsun? Evlenme teklifini reddettim diye mi? Niye öyle çekip gittin? Beni bırakacaksan bile öyle sessiz gidilir mi? Niye geleceğim deyip gelmedin? Konuşacağız dedin, bugün bile konuşmuyorsun benimle. Aylar sonra kendi isteğimizle olmasa da bir araya gelmişken neden konuşamadık?

 

Bana o gece aynı gecenin içinden çıkıyoruz derken, bugün bu anlayışsızlık neden?

 

Neden beni bu kadar yalnız bırakıyorsun?

 

Önüme diktiğin bu dağdan ağırlıklar, bu duvardan mesafeler, bu taştan kelimeler ne?

 

Sen benden ne istiyorsun?

 


Kapılar küçük bir sesle açıldı, yolcu koltuğuna mücadeleci düşüncelerle oturdum ama onlarla mücadele edemeyecek kadar yorgun düşmüştüm. Kucağıma çektiğim ellerimin parmaklarıyla oyalanmaya başladım Savaş arabayı hareket ettirdiğinde. Onunla konuşma başlatma niyetindeydim. Büyük sorunların ardından onları yok sayıp sessizleşirim, sanki konuşmazsan onları yok sayabilirdim.

 

Ama Savaş zihnimi öyle meşgul ediyordu ki... yok sayamıyordum, kafamın içindendeydi gözlerimi araladığım sabahlardan yumduğum gecelere dek... Omuzlarımda gücümü tüketen gerginlik birikirken araba yolculuğunu sessiz geçirip öylece eve gitmek istemediğime karar verdim.

 

Ya şimdi, ya hiç.

 

"Bana bu kadar çok mu kızdın?" 1

 

Gözlerini yoldan ayırıp yandan bir bakış attı. "Anlamadım."

 

"Evlenme teklifini reddettim diye..." Dudaklarımı birbirine bastırdım.

 

"Evlenme teklifimi reddettin diye kızgın değilim Nüket. Cevap tek olsa soru olmazdı."

 

"Belki öyledir," diye mırıldandım, mideme bir şey oturdu. "Reddetme şeklim abartılıydı, öyle söylemek istemedim..."

 

"Hadi canım sende!" Alaycı bir gülüş. "Karım mı olmak isterdin aslında?" diye sordu Savaş, aksice.

 

"Hayır..." Kızgın bir bakış attı, Allah'ım yine batırıyorum. "Yani kast ettiğim şey, o şekilde söylemek istemediğimdi. Sadece..."

 

Of ya. Konuştukça batırıyorum, kendimi ifade etme konusunda ne zaman bu kadar berbat oldum ben? Bu konu beynime bir şey yapmıştı kesin. Kesin. Başka açıklaması olamaz. Savaş yine o soğuk sessizliğine büründü. Bir an aklım televizyon ekranı gibi karıncalandı, nefret mi ediyor benden? Nefret edercesine alınmış bir reddedilişten sonra buna şaşırmazdım aslında.

 

En azından benimle konuşuyordu sadece bir şeyler onu soğutmuş gibiydi. Ona gerçeği söylemeli, böylece ondan da daha gerçek konuşmalar alabilmeliydim.

 

Kararlı bir ifadeyle onda döndüğümde Savaş seslice nefes verip yakasını gevşetti. "Savaş iyi misin sen?"

 

Titreyen parmakları tişörtüne kanca gibi takılmış, çekiştirip duruyordu. "Hı hı."

 

Hı hı mı?

 

Kendine gelmek isteyen biri gibi başını sağa sola sertçe salladı. Araba aniden dengesizleşti, hayır araba değil onu sürücülüğü dengesizleşti ve Savaş bir saniye bile beklemeden hemen durdurdu aracı, bu ani duruşun sert etkisiyle ön konsola tutundum saçlarım öne savrulurken. Kemerim olmasa ön cama fırlayacaktım. Kalp atışlarımın ritmi öylesine fazlaydı ki kulaklarımı dolduruyordu. "Kahretsin," diye fısıldadığını duydum.

 

Saçlarmı geriye atıp endişeyle ona baktım, yüzü beyazlamıştı. "İyi falan değilsin sen." Kemerimi çözüp ona uzandım ama ne yapacağımı hiç bilmiyordum, ne olduğunu da anlayamıyordum zaten. Yüzündeki solgunluk arttıkça panik dalgası bedenime çarpıp geçiyordu. Kemerini çözdüm, yüzüne dokundum. "Savaş konuş benimle, ne oluyor?"

 

"Bir şey yok nefes alamadım bir an, o kadar." Yeni aklına gelmiş gibi bana bakıp kontrol etti. "Sen..."

 

Sözünü kestim hemen. "Yok benim bir şeyim, iyiyim ben."

 

Başını sallayarak yüzünü önüne çevirdi ve yine yakasını çekiştirdi. "Tamam, tamam, iyisin... Sorun yok."

 

Arabanın yüksek derecede çalışan ısıtıcısı aracı fırın gibi sıcak yapmıştı, ondan mı? Bunalmış olabilir miydi? Olabilirdi, yaz sıcağı gibi sert sert çarpıyor, insanı kendinden geçiriyordu. Dereceyi düşürdükten sonra onun üzerinden şoför kapısına uzandım, dengemi kaybetmek üzereyken bir elim sol bacağını kavradı, pantolununu aşarak avucumun içine yayılıyordu sıcaklığı; bedeninin sıcaklığındaki anormallik dikkatimi o an çekti aslında. Çok sıcaktı.

 

Sersemce, "Sen çok sıcaksın..." diye başlayıp başımı ona çevirince yüz yüze geldik ve aramızda tuhaf sancılı bir bakışma geçti. Yüzüm ısındı. "Cam... Camı açacaktım." Sözlü yanıt vermedi, yüzümü incelerken başını sakince sallayarak onayladı beni.

 

Pencereyi indirdim düğmesine basarak. Geri çekilmek için hareketlenirken şakağından boynuna boncuk boncuk beliren ter damlalarını fark edince kaşlarım çatıldı. Yerime oturunca, boynuna dokundum ateş gibiydi. "Hasta mısın?" diye sordum. "Ateşin yüzüne doğru yükseliyor."

 

"Değilim." Cevap kısa, hızlı, keskindi.

 

Bir eli ceketinin ucunu kavrayıp açarken diğeri ceketinin iç cebindeki telefonuna uzanıyor olmalıydı ama eli duraksadı, Savaş elini yumruk yapıp açtı. Derin bir nefes alıp tekrar denedi ama yüzünde ölsem unutmayacağım ifadeler belirdi; zorlanma, belki çırpınma. "Sana taksi çağıracağım, bundan sonrasını taksiyle dönsen iyi olur."

 

Bunun için mi telefonunu çıkarıyordu? Elindeki telefonu ona sinir olma duygusuyla kaptım. "Eve falan gitmiyorum. Savaş sen iyi değilsin, hastaneye gidiyoruz." Savaş bana itiraz edecekmiş gibi baktı. "Boşuna itiraz etme, seninleyim." Aramızda bir saniyeliğine tuhaf sayılacak bir bakışma geçti. Ekledim hemen sonra. "Seninle kalıyorum."

 

Başını koltuğa yasladı, gözleri kapandı. "Kendim hallederdim."

 

Elimdeki telefon çaldı, arayan Burak'tı. "Burak arıyor." Savaş duymamış gibi kımıldamadı, başını diğer tarafa çevirmişti. "Burak arıyor diyorum, huysuzluk mu ediyorsun?" diye sordum, ondan cevap gelmediğinde göğsüme bir ağırlık, çamur kadar yoğun bir duygu çöktü. "Savaş..." Gözlerini öylesine kapadığını sanmıştım ama adını söyleyip ona sarsmama rağmen gözlerini açmamıştı. "Savaş..." Adında boğuldum, panik gırtlağıma yapıştı. Çalan telefonu açtım.

 

"Savaş..."

 

"Alo Burak, benim Nüket," dedim ve beklemeden panik içindeki sesimle konuşmaya başladım. Art arda dökülen kelimelerime korku bulaşıyordu. "Savaş'a ne oldu bilmiyorum ama kendinden geçti birden, gözlerini açmıyor."

 

"Tamam sakin ol. Nerdesiniz şimdi?" Arabanın durduğu yere baktım, bir tarafı sık ağaçlarla dizili diğer yanı bomboş araziye bakan bir yoldaydık. "Ya da boş ver, bana konum at. Oraya hemen bir ambulans yönlendireceğim."

 

Telefonu kapatıp dediğini yaptım. Korku, hiç durmadan büyüyen bir korku vardı içimde. Nefesinden sonra nabzını kontrol ettim önce çok yavaştı. Çantamdan kağıt mendil çıkarıp En fazla on dakika sonra ambulans gelmişti.

 

🌹

 

Bir duvarın dibinde koridor oturağında bekliyordum. Arabanın içinde onun kendisinden geçmesiyle başlayan hislerle kalakalmıştım; korku, bilinmezlik. Annemden beridir hastaneler ödümü koparıyordu. Dibe batma hissi omuzlarıma çökmüş beni yerine dibine sokmak için ağırlaştıkça ağırlaşıyordu.

 

Burak gelip bana bir merhaba diyerek içeri girmişti telaşla, keşke benim de bu şekilde istediğim gibi dalma hakkım olsaydı onun olduğu yere. Onu görmek istiyordum ve ona birdenbire ne olduğunu öğrenmek...

 

Burak çıktığında, "Onu gördün mü?" diye sordum hemen. "Ne olmuş?"

 

"Doktoru hala onunla ilgileniyor, kontroller tamamlanınca bilgi alabileceğiz. Bu biraz uzun sürebilir," dedi. Kolundaki büyük saate baktı. "Hastamla randevuma biraz daha var, gel sana kahve alalım."

 

Başımı hayır anlamında salladım. "Ben burada bekleyeceğim," dedim pürüzlü bir sesle, sanki dünyanın yükü sesimdeydi. "Hakan Amca, İclal Teyze, Beren..." Arkadaşımın ve ailesinin adı bende suçluluğa neden olurken devam ettim. "Onlara haber vermelisin, onlar da burada bulunmalı."

 

"Şimdilik kalsın, Savaş gerek olmadığını söyledi."

 

"Sen onunla konuştun mu?"

 

Bir an duraksadı. "Evet, kısaca. İyi olacak endişelenecek bir şey yok."

 

Başımı salladım ve öyle olmasını umdum. Ama arabada solan yüzü, ardından habersizce sessiz sedasız kendinden geçme hali aklımdan çıkmıyordu. Sahne kafamın içinde tekrar tekrar zehirli bir şekilde oynuyor, boğazımı düğümlüyordu.

 

Burak yanımdan ayrılalı yarım saatten fazla olmasına rağmen ne gelen oldu ne de giden. Burada unutulmuşluk duygusu sardı hücrelerimi. Yaklaşmakta olan topuk seslerini duyunca başımı kaldırıp gelene baktım, Sibel'di. " Uzun zamandır görüşmüyoruz," dedi yüzüne zoraki olduğunu bildiğim bir gülümseme oturturken. En son ben vurulduğumda beni ziyarete geldiğinde görüşmüştük, ben hastaneden çıkana dek de ara ara küçük ziyaretler yapmıştı. "Nasılsın Nüket?"

 

Savaş'ın girip hala çıkmadığı kapıya baktım, bu soru bana sorulmamalıydı. "Ben iyiyim."

 

"Bak ne diyeceğim? Tetkikler uzayacak, odamda bir şeyler içelim mi?"

 

"Burdan ayrılmak istemiyorum, ondan bir haber almadan önce."

 

"Ne hissettiğini biliyorum ama burada zaman daha da uzuyor insana, geçmek bilmez. Bir haber gelince haberin olacak, söz." Düşünceli bir yüzle ona bakıp davetini geri çevirecektim ki anladı. "Hem seninle konuşmak istiyordum."

 

Pes ederek son kez kapıya baktım ve yerimden kalktım. En son odasına geldiğimden daha farklı olarak sanırım ofis koltuk takımı değişmişti, deriden kumaşa dönmüştü. Masasının karşısındaki krem rengi koltuğa oturdum. Sibel kahve makinasına kahveyi koyarken, "Odan değişimiş," dedim. "Deri koltuklar da güzeldi tabii ama bu odanın rengini açmış, hoş olmuş."

 

"Aslında hoş olsun yapmadım bu değişikliği, deri koltukların kokusu midemi bulandırınca Burak kumaş olana geçmemi önerip değiştirdi." Mide bulandıracak yoğun bir kokuda olduklarını hatırlamıyordum, bu yüzden ona anlamayarak bakınca ekledi. "Hamileyim, hassas dönem işte."

 

Gözlerim şaşkınlıkla karnına gitti, kıyafetleri bol olduğundan ve kafam dolu olduğundan ondaki fiziksel değişimi fark etmemiştim. "Ah, bilmiyordum. Tebrik ederim."

 

"Teşekkür ederim. Bir oğlum var biliyorsun, bir de kızım olsun istiyordum."

 

Gülümsemeye çalıştım. "Kız mı yoksa?"

 

"Evet, biz de yeni öğrendik sayılır." Elini karnına koyup okşadı. "Dördüncü ayımızdayız."

 

"Senin adına sevindim, tekrar tebrik ederim."

 

"Teşekkür ederim."

 

Benim için kahve kendisi için de bitki çayıyla dolu kupaları dizimin önündeki sehpaya bıraktı.

 

"Savaş'ın evlenme teklifi ettiğini duydum," diye başladığında kahvemi yudumluyordum. "Gerçekten şaşırdım."

 

Gerildim. Neden bu konu hakkında konuşuyordu? Yine beni onun hakkında uyarmaya mı kalkışacaktı yoksa? Eğer öyle yapacaksa buna iyimser yaklaşacak havada değildim.

 

"Öyle yaptı, sonra da tatil yapmaya yurt dışına çekip gitti," dedim, sesimin bu kadar kızgın çıkmasını ben de beklemiyordum. Sibel sesimin düşman tonundan olacak, şaşkınlaştı. "Beni sevmez ama hayatımı karıştırıp ortadan kaybolmayı sever."

 

"Neden böyle dedin ki?"

 

"Evlenme teklifini duyduysan, reddettiğimi de duymuşsundur."

 

"Evet, bu da şaşırdığım diğer şeydi."

 

Şaşkınlıktan hareketsiz kaldım bir an. "Balıklama atlayacağımı mı düşündün?"

 

Sibel çayından bir yudum aldıktan sonra bacak bacak üstüne attı. "Aslında sen gözüme onun aşkıyla kör olmuş bir kız gibi gelmiştin her zaman, ona asla hayır diyemeyen küçük bir kızdın gözümde." Sesi sempatik geliyordu kulağa ancak yine de açık sözlülüğü karşısında afalladım. "Bu yüzden geçmişte seni uyarma ihtiyacı hissetmiştim ama uzun süredir ve şimdilerde düşünüyorum da... sanırım kararını etkilemekle hata yapmışım."

 

"Kararım mı?"

 

"Savaş'a onu sevdiğini söylediğinde onu kaybedeceğinle ilgili konuşmamızdan söz ediyorum." Zihnim geçmişe gitti, Sibel bana bunu söylediğinde kalbimin nasıl kırıldığını anımsadım, bütün gün Savaş'ı çok iyi tanıyan bir arkadaşın bu sözleri iyi düşüncelerime çelme takmıştı. Düşmüştüm, kalkmıştım ama her seferinde yerdeydim. "İlişkinize asla müdahale etmemeliydim."

 

"Neden bunun suçluluğunu şimdi duyuyorsun anlamıyorum," dedim kuşkuyla. "İçin rahatlayacaksa senin suçun yoktu, öyle veya böyle bir şekilde bitecekti."

 

Ona Savaş beni hiç sevmeyecek değil mi? diye soruşum, Sibel'in Keşke sana bunun aksini söyleyebilsem deyişi daha dün bu konuşmayı yapmışız gibi aklımdaydı... Tazeydi. Yara aldığımız yerler hep en yeni kalıyor, eskimiyor, küflenmiyor...

 

"Bilmiyorum," diye iç çekti suçlulukla. " İtiraf etmem gerekirse seni uyarırken iyi niyetle yapmadım bunu Nüket, hedefim tabii sen değildin. Senin Savaş'ın kurbanı olduğunu düşünüyordum. Çok uzun süredir ona kızgındım ben."

 

"Neden?"

 

"Özel bir mesele diyelim," diye kestirdi, üstelemedim. "Belki ilerleseniz, her şey bugün bu kadar karmaşık olmayacaktı."

 

Savaş'ın öyle veya böyle beni yatak arkadaşlığından çıkaracağını mı ima ediyor? Bana mı öyle geliyor?

 

"Belki de olduğundan daha karmaşık olacaktı."

 

"Belki, artık bunu bilemeyiz. Sadece müdahaleden dolayı pişman olduğumu bilmeni istedim."

 

"Anladım ama dert etme." Omuz silktim. "Bu dert etmeye değer değil."

 

Sibel bu kadar kasvetli olmamı beklemiyordu.

 

Çünkü Sibel... Çünkü biz ne zaman başlasak bir yerde tıkanıyoruz. Bitiyor sonra, hiç olmadık yerde.

 

Burak içeri girince ayağa kalktım hemen. "Ne oldu?"

 

Ellerini pantolonunun cebine koydu. "Endişelenme o iyi," dediğinde, buraya geldiğimizden beri daralıp duran içim bir rahatlamayla genişledi. "Doktoru yine de onu bu gece hastanede tutmak istedi, müşahade altında tutacak."

 

"Nesi varmış, neden birden kendinden geçmiş?" Durakladım, arabadaki yeniden canlandı gözümde. "Ateşlenmişti de."

 

"Önemli bir şeyi yok, korkma," dedi. "Basit bir yorgunluğun dışa vurumu, tatil sonrası hastalıkları. Bilirsin, tatiller bazen başlı başına yorgunluk olabiliyor. Gerekli ilaç takviyeleriyle şimdi daha iyi." 1

 

"Onu görebilir miyim peki?"

 

"Doktoru onu uyutmak için ilaç verdi, sabaha dek uyuyacak. Yani görmek istiyorsan ayarlarım ama konuşmak istiyorsan yarın sabah tekrar gelirsen konuşabilirsin ancak."

 

Yarın gelmek falan istemiyordum. İçime bencillik yerleşti o an, yarın olduğunda her şey yine eskisi gibi olacak; kavgalı olduğum Savaş, gürültülü düşünceler, kızgın hisler. Hayal kırıklığı geri döncek, oysa onun yanında olmaya ondan daha çok ihtiyacım var. Sessizce, ruhu duymadan. Yarın olduğunda gelmek istemiyorum, yarın olduğunda gitmek istiyorum.

 

"Yanında kalamaz mıyım?"

 

"Kalabilirsin tabii ama kalmanı gerektirecek bir durum yok."

 

"Kalmak istiyorum, lütfen."

 

Gözü biraz arkamda kalan Sibel'e kaydı. "Peki," diye kabul etti, bakışları tekrar döndüğünde. "Öyle istiyorsan, ben doktoruna söylerim."

 

Burak odadan çıktı, ben de çıkmak için hareketlendim. Sibel'e dönüp, "Kahve için teşekkür ederim, iyi geldi," dedim ama Sibel bir şeye dalmış gibiydi, beni duymadığından yanıt vermediğini tahmin ettim. "Sibel?"

 

Başını kaldırdı. "Efendim?"

 

"Sana seslendim duymadın?" Gözlerim direkt karnına gitti. "Kötü bir şey yok ya?"

 

"Evet, evet, bir şey yok dalmışım." Onu anladığımı belirten bir şekilde başımı salladım. Çantamı almak için koltuğun kenarına alçaldığımda sesini duydum. "Ama bilmen gereken bir şey var, Savaş hakkında."

 

Çantamdaki elim donup kaldı, doğruldum. "Nedir o?"

 

"Savaş kimsenin haberi olmasın istedi, ailesinden de gizli tutuyor."

 

Sibel kararsız bir kuşkuyla durdu, sanki başlarığı bilgiye devam etmekten kaçınmak istedi. Düşüncelerimin sesi soluğu kesildi birkaç saniyeliğine, yerini adını koyamadığım daha başka bir şey aldı.

 

"Bir şey var," dedim korkuyla, elbette olmalı içimdeki sıkıntının bir karşılığı ve kafama oturmayan şeyin anlamı. "Ne Sibel, söyle?"

 

"Dur, dur, korkma hemen. Endişelenecek bir şey yok. Yani artık yok." Durakladı. "Savaş bunun için bana kızacak ama neyse ilk olmayacak ya... O herkese tatil için yurt dışına çıktığını söyledi ama gerçek bu değil, yani tatil kısmı gerçek değil." Sözler kurşun gibi geldiler, delercesine bir ateşlenmeyle. "Orada önemli bir ameliyat geçirdi Nüket."

 

Dünyam durdu.

 

Ne?

 

"Ameliyat?" Kelimenin kendisi çıktığı anda ağzımdan, yerle bir eden bir his göğsüme dalıp kalbimi sıkmaya başladı. "Ne ameliyatı?"

 

"Savaş'ın epilepsi hastalığını duymuş muydun?"

 

Beynim doğrusal çalışma sisteminden öyle uzaklaşmıştı ki bir an düşünmek zorunda kaldım. "Evet söylemişti."

 

"Hastalığı tekrarladı; krizler, baş ağrıları, odağını kaybetmeler aniden çoğaldı. Doktoru ameliyat için yurt dışına çağırdı ve o da gitti. Bu iki ay boyunca da iyileşme aşamasındaydı. Arabada Savaş'a olan buydu, ameliyatın etkileri devam ediyor. Bunu bilmen gerektiğini düşündüm."

 

Bana kızdığından gitmemişti ama bana kızdığından hiç haber vermemişti ameliyat için ülkeden ayrıldığını.

 

"Ama neden kimseye söylemedi?" Kimseye değil, arkadaşlarının haberi vardı. "Ailesinin haberi yok ve benim."

 

Bana vermemesini bile bir noktada anlıyordum ama ailesini bu kadar geride bırakmak, hayatının dışında bırakmak nedir?

 

"Ameliyatın da kendi riskleri vardı elbette ancak ameliyat sonrası aşamalar zorlayıcıydı. Bununla tek başına karşılaşmaya, atlatmaya karar verdi; sessiz sedasız olması onun kendi kararıydı." Durakladı. "Pek çok hastayla karşılaşıyoruz burada, genelde onları tüketen hastalıklarda değer verdikleri insanlar da etkilensin, zarar görsün istemiyorlar. Onunkisi de öyle bir şey."

 

Değer verdiği için mi gerçekten?

 

Ameliyattan sonra ailesiyle görüşmediyse, iki ay gibi bir zamanda bile iyileşmediyse ve etkileri hala devam ediyorsa... Ağır bir ameliyat olmalı. Tek başına atlatılmaya çalışılır mı böyle bir çarpışma? Kendimi böylesine yalnızlaştırarak ne elde edecekti ki? Vurulduğum anda ya da hastalandığım zamanlarda babamın özverisi, arkadaşlarımın desteği olmasa nasıl atlatırdım hayal bile edemiyorum.

 

Başımı sallayıp odanın dışına ilerledim. Kapıyı çıkmak için araladığımda arkama döndüm. "Teşekkür ederim Sibel," dedim minnettar bir sesle, minnettar bir gülümse de vermek istedim ama yapamayacak kadar kırık döküktüm. "Bana bu bilgiyi sen vermesen kimsenin vermeyeceğini biliyorum."

 

Benden saklanmış bu sırla ne yapacağım?

 

Kapıyı arkamdan kapattım. İçerdeyken gitmek istediğim tek yer Savaş'ın yanıydı ama uzun koridora ayak bastığım an adımlarım bir şekilde amaçsızlaştı, yavaşladı. Sanki önümde aşılması güç bir dağ vardı. Yaşla dolan gözlerimi kolumla sildim. Hakkım yoktu belki ama beni bu kadar dışarda bırakmasına kızdım. Başımı sertçe salladım, kendime haksızlık ediyordum. Hayır. Hakkım vardı, ona bunun için delicesine kızabilirdim ve benden daha haklısı da olmazdı çünkü ben hayatımdan gerçekten çıkarıyordum onu, sakarlıklar yapsam da umudu yok etmiştim içimde; alışıyordum yokluğuna.

 

Ama o ne yaptı? Yine çıkageldi. Dikildi küstahça karşıma, seni istiyorum dedi. Seni gerçekten istiyorum dedi. Fütursuzca girdi hayatıma, hadsizce sınırlarımda gezindi, gizli umutlarla dolu elleriyle dokundu tenime. Sessiz sedasız çıktı gitti sonra. Sanki bir açıklamayı hak etmiyormuşum gibi, belirsizlik içinde. Bana söylemeliydi.

 

Savaş evlilik teklifini reddetmeme kızmadığını söylemişti, kızmadıysa neden? Bu sessizlik, dışarda bırakma evlilik teklifiyle ilgili değilse de tamamen ondan bağımsız da değildi.

 

Odasının önüne geldiğimde koridordaki oturağa oturdum. İçeri giremedim. Midemde korkunç bir bulantı, içimde çaresizce nefes almaya çalışan bir kız vardı. Başımı yukarı kaldırıp derin nefesler aldım ama hastane kokusunun beni kendime getireceğini de nereden çıkardım ki? Her nefes, kusma isteği.

 

Elimi yağmurluğumun cebine attım. Ve orada olanı fark edince, avucumda şekerlerle çıkardım elimi. Işıl.

 

Mide bulantına iyi gelecek.

 

Midem bulanmıyor ki.

 

Biliyorum.

 

Her şeyi biliyordun Işıl; Savaş'ın ameliyatını ve bundan dolayı hastaneye geleceğimizi. Beni kafeye götürme macerasına atılmanın ve arabasına bindirmekteki gizli teşvikinin nedeni bu muydu? Onun yalnız başına bir yolun ortasında kalmaması mı? Yoksa daha başka şeyler mi var?

 

Belki vardır, belki Işıl görmüştü. Adı Savaş olan adamın savaşını, acılarını.

 

Şekeri ağzıma attım, aromasının hoş kokusu biraz olsun şu hastane kokusunu bastırmakla başlamış ve mide bulantımı sadece saniyeler sonra bastırmıştı. Sanki orada değildi. Bu mucize şekerden mi yoksa Işıl'dan mı geliyor asla bilemezdim. Belki ikisinin toplamıydı.

 

Daha iyi hissedeceksin.

 

Daha iyi hissediyorum. Tuhaf bir şekilde kalbim sıkışıyormuş halinden sıyrıldı, kalbime çöken yükün yarısı geriye çekildi. Daha tuhafı Işıl'ın varlığını yanımda hissetmemdi. İçimden arkadaşıma olmadığı andan bana verdi bu destek için teşekkür edip yerimden kalktım. Onu görmeye hazırdım.

 

Kapıya yaklaşırken doktoru elinde dosyayı incelerken çıktı, yanında üç kişi daha vardı ki onların stajyer olduklarını tahmin ediyordum. "Savaş'ın durumu nasıl?" diye soludum, önüne geçip.

 

Diğer üçü uzaklaşmaya başladılar.

 

Başını dosyadan kaldıran doktor aldığı ani soruma kayıtsızca baktı. "Siz hastanın nesi oluyordunuz?"

 

Elbette nesi oluyordum ki durumunu öğrenmeye cüret ediyordum.

 

Neyiz bilmiyorum doktor. Bize teşhis koy.

 

Doktorun ağzını açacak tek şeyi verdim. "Kız arkadaşıyım." Kız arkadaş. Kulağa garip ama yaşanan onca şeye rağmen kalbime hoş geldiğini hissediyorum. Doktor bir an şüpheyle bakınca hızlıca ekledim. "Buraya birlikte geldik, benim yanımda bayıldı zaten." 1

 

"İyi bir sorun yok, sadece yorgunluk." Doktoru da gelecek herhangi bir soruya karşı önceden ayarladıkları meydanda, adam ameliyattan hiç söz etmiyor. Savaş'ın ailesi de olsaydı şu an doktorun karşısındaki, bana verilenden farklı cevaplar alamayacaklardı. Öfkeni yut. "Bu gece müşahede altında tutmak için Savaş Beyi misafir edeceğiz."

 

"Yani bu kadar mı, başka bir şey yok mu?"

 

Bir an kararsızca duraksadıktan sonra yanıtladı. "Stres ve yorgunluk kendiyle beraber pek çok soruna neden oluyor. Beynini yoracak iş stresinden en az bir ay daha uzak durmalı, ekran süreleri günde iki kez o da yarım saati aşmayan kısa sürelerde. Herhangi bir metin okuma aralığı da aynı süreyi seyretmeli. Sağlığının düzelmesi için bu şartlara uyum sağladığından emin olun."

 

"Anladım, teşekkür ederim."

 

Doktor anlayışla başını sallayıp uzaklaştı.

 

Ben de derin bir nefes alıp odaya girdim.


Odasının tam ortasına konumlanmış hastane yatağında uyuyordu, tavandaki kısık ışık solgun yüzünü aydınlatıyordu. Ona kızgın yanım neden bu kadar sakin?

Yatağının karşısındaki uzun koltuğun ortasına geçip oturdum. Dirseklerimi dizlerimin ucuna yerleştirip çenemi iç içe yumruk yaptığım ellerimin üzerine koyup uzun bir süre onu izledim, ara ara zihnimde açılan kapıların birinde anılarımızdaki bizi izledim. Onunla ilk kez tanıştığımız andan bu zamana dek zihnimin tuttuğu günceler açıldı.

Yaşlar yüzümden inmeye başladığında avuçlarımın kenarlarıyla sildim gözlerimin kenarından düşen yaşları. İfadeleri silinmiş, uyku dışında olduğundan daha huzurlu olan yüzüne bakarak ayağa kalktım ve üzerimdeki yağmurluğu çıkarıp koltuğun köşesine bıraktım. Allah'ım nasıl da özledim onu, kafede iki ay sonra onu ilk kez gördüğümde yüzüne karşı söylemek istediğim tek şey buydu.

Seni çok özledim Savaş diyebilmekti ama diyememenin altında ezildim, benimle kötü niyetli bir davası varmış gibi pozisyon alan duruşunda boğuldum.

Ve nihayet derinlerden yüzeye öfkem çıktı, çünkü beni öyle karşılayacağı aklımdan geçmezdi.

Bedenim olması gereken yere bir güç tarafından itilircesine çekildi, yatağına. Hastane örtüsünü yavaşça kaldırdım, uyanmasından çekinip ki neden çekiniyorum bilmiyorum zaten ilaçlar yoluyla uyutuluyordu. Yanına uzanıp nihayetinde bedenine sokuldum.

Şakağına yakın bir noktadan öptüm onu, sonra ayırmadığım dudakları yanağına süzüldü, oradan dudağının kenarına. Ağırlığımı vermemeye dikkat ederek başımın yanını omzunun ucuna dokundurdum, hareketsiz elinin parmaklarından parmaklarımı geçirip avuçlarımı birleşince diğer elimle de elinin dışını tuttum. Avuçlarımın arasındaki eline baktım, yarın olduğunda avuçlarımın arasında olamayacağına da... 1

Tüm onu suçlu bulduğum o zamanlar boyunca o yalnız başına kendi hastalığının mücadelesini veriyordu. Kızlarla kahve içerken kendimin ondan daha çok acı çektiğini düşünmüştüm, oysa şimdi onun da o korkunç ağrılarla tek başına mücadele içinde olduğunu. Kimseye bir haber vermeden, herkes onun hayatını yaşadığı bir tatilde diye zannederken. Ben kendi zannımla ona hiç durmandan içten içe kızarken, köpürürken ve bazen netret ederken...

Bitkinlik göz kapaklarıma doluştu, duygularla yüklü gözlerimin üzerine yavaşça devrildi... Belki bir dakika bile sürmeyen bir aralıkta yeniden onun yanında olmanın huzuruna, yazdan beri biriken yorgunluğu tenimden atarak teslim oldum...

Bir şey beni aniden dürter gibi uyandım derin uykumdan. Dünkü pozisyonumuz bozulmamıştı, eli avuçlarımın arasında duruyordu hala. Bu antiseptik kokusunun arasında bile onun kendine has kokusunu alabiliyordum. Gözlerimi yeniden yumup ona sokuldum biraz daha. Derin bir nefes aldım ondan bunu özlediğimi fark ederek; onun kokusuyla uyanmayı.

Ve kokusunun bana bulaşıp onun gibi kokmayı...

Bir de o sabahlarda tadabildiğim öpücükleri vardı... yanında sabah ödülleri gibi gelen yumuşak başlayıp tutkuyla devam eden eşsiz öpücükleri. Anlayamadığım bir sebepten kendimi üzgün hissetmeye engel olamadım. Onun yanı, bir yuva gibi sıcak, bir ev gibi huzur. Bu sıcaklığa biraz tutunmak istedim, biraz daha kalmak... Bedenimi eş zamanlı olarak başımı biraz daha yanaştırdım.

Hiçbir zaman anlayamayacağım şey buydu belki; yaptığı, yaşattığı onca şeye rağmen onun yanında huzuru doğalca bulabilmek. Huzur böyle anlarda, huzursuzluk diğer anlarda. Nasıl iç içe geçiyor?

Savaş Akduman hayatıma girdiğinden bu yana, hiç sonram olmadı benim.

Aman Allah'ım!

Gözlerimi hızla araladım. Ne yapıyorum ben? Bir hastanede ve Savaş'ın yanı başımda hasta bir şekilde uyuduğunu bilerek neden böyle şeyler düşünüyordum ki? Bu çok şey geliyor... Sıcak havada ani, soğuk bir esinti tenime değimiş gibi ürperdim.

Dur biraz, uyuyor muydu ki?

O her zaman sabah adamı olmuştur.

Başımı yavaşça yukarı doğru kaldırdım, ona. Biraz çekinerek. Uyanıktı. Tabii ki uyanık olacaktı. Tavana bakan yüzünü bana çevirip hafif bir açıyla indirdi Savaş. "Günaydın," diye fısıldadı, yüzünde sabah aydınlığına benzer bir huzur vardı. Kızar sandım ama yanında olmamı doğal karşılamış görünüyordu, başka bakıyordu gözleri bugün.

O gözlerde soğukluk ve savaş olmamasına

"Günaydın."

Sırt üstü pozisyonunu bozup bana döndü; alınlarımız birbirine dokundu, ardından burunlarımız ve anılarımız. "Buradasın," dedi kısık bir sesle, gözlerimin içine bakarak. "Neden eve gitmedin?"

"Demiştim," diye fısıldadım ben de gözlerinin derinliğine dalarak. "Seninle kalacağımı."

"O kadar geriden gelen bir söz ha?"

"O kadar geriden, evet."

Yanağıma düşen sarı kızıl saçlarımı omuzlarımın ardına bıraktı. Parmak uçları tenimde dolaştı; boynumdan yüzüme doğru. Dokunuşundaki özlemi duydum. Şu an ne oluyor emin değildim, içindeki soğukluk ateşkesle yer değiştirmiş gibiydi. Düne kıyasla daha sakin, daha huzurlu... en önemlisi daha kendi görünüyordu. Bana bakarken orda beliren yoğun ateş geri gelmişti. 1

Tutkuyu giyinen bakışları dudaklarıma kaydı. Baş parmağı elmacık kemiklerimde oyalandı ahenkle. Ne yapmak üzere olduğunu anladım, dokunuşuna hazırlandım; hazır bekledim. İçime çektiğim nefes boğazımın ortasında beklentiyle takılı kaldı, ne bir santim aşağı ne bir santim yukarı.

Baş parmağı alt dudağımda dolaşırken ona çarpan nefesim titredi. "Kaçacaksan şimdi kaç," diye fısıldadı. "Tam sırası."

"Kurtulmak istediğinden kaçar insan." O an bu sözü nasıl ettim bilmiyorum.

"Beni deli ediyorsun," dediğinde, gözlerinde dün gördüğüme benzer bir kızgınlık ateşi gördüm. "Ama sen bu kadar yakınımda ve hala benim gibi görünürken başka türlüsü olmuyor."

Dudakları dudaklarımı kavrarcasına dokunduğu anda kapı tıklandı onu ittim, sonra açıldı ve yataktan fırlarcasına çıktım. Savaş hızıma şaşkınlıkla baktı. Sonra doktora bakıp iç çekercesine bir sesle, "Kötü zamanlama," diye mırıldandı.

Doktor öksürüp, "Kontrol için geldim," dedi.

Sanki bir şey söylemem gerekiyormuş gibi heyecandan, "Bu kadar erken mi başlıyordu kontroller?" diye saçmaladım, hem de sorun yokmuş aptalcasına gülümsemeye çalışarak.

"Yok, bu geç kalmış halimiz aslında," dedi doktor, sesinde neden hafif bir ima seziyorum? Ne dediği hakkında bir fikrim olmadığından ha dercesine baktım adama. "Aslında bir saat önce gelmiştim ama Savaş Bey sizin uyunmanızı beklememi rica etti."

Yavaşça Savaş'a baktım, bana bakmıyordu. Olamaz. Çok utandım. Hem öyle görünmemize hem de Savaş'ın benim için böyle bir istekte bulunması beni çok utandırmıştı ve domates gibi kızarmış olmalıydım. Tamam sus. Ağzını bile açma Nüket.

Savaş konuyu değiştirmek istercesine hızla yerinden doğruldu. "Artık çıkabilir miyim?"

"Tabii son kontrolden sonra," dedi doktor. Sonra beni işaret ederek, "Kız arkadaşınıza da söyledim," diye devam ettiğinde doktor, Savaş'ın yüzü bana döndü. Kaşları Kız arkadaş öyle mi dercesine kalktı. Hemen gözlerimi kaçırdım, o ağzından öyle olmadığını ilan edip kaçırsa ne yaparım bilmiyorum. Neyseki Savaş doktoru düzeltmedi. "Dün yaptığınız hatayı bir kez daha tekrarlamayın; en az bir ay daha uzun metinler, parlak ekranlar yasak Savaş Bey." 1

Dur biraz, geriden al...

Dün yaptığı hata mı? Bunun anlamı... Doktorun ısrarla uyararak üzerinde durduğu şeyi yaptığı için mi dün kendinden geçmişti yani?

"Tamam anladım," dedi Savaş bıkkınca. "Daha dikkatli olacağım."

Doktor bana bakıp, "Böyle bir şey olması ihtimaliyle, yalnız kalmasa bir ay daha iyi olur," dedi.

Doktor kontrolleri yapıp ve yine uyarılarını yapıp çıktı odadan. Rahatlamıştım açıkça. Uyduruyor muyum bilmiyorum ama doktorun yüzünde hep bir ima, hep bir laf dokunduran bakış vardı sanki. İstemsizce, "Off, bu çok utanç vericiydi," diye mırıldandım sessizce. "Bizi görmesi hiç olmadı."

Sesim kısıktı ama Savaş duymuştu. "Abartma, bir şey yapmıyorduk," deyince ona baktım kızgınca. "Şimdi olandan çok daha utanç verici bir şeyler yaptığın olmuştu," diye devam edince ne demek istediğini anlamamıştım. "Bir bilsen..."

Korkarak düşünüp korkarak dillendirdim düşüncemi. "Uyuyorken başka bir şey mi yaptım?" Hatırlamaya çalıştım ancak bende hiçbir şey yoktu. "Yaptım değil mi?"

"Şu andan bahsetmiyordum." Bilmediğimi bildiğinden özel bir zevk alıyormuş gibiydi, gözlerinde yoğun bir bakışla ekledi. "Bilsen... Delirirsin."

Rahatsızca kıpırdandım. Diken üstü bir hisle, "Ne?" diye sordum. "Ne yapmışım?"

Gerindi. "Bu sabah bu kadar utanç yeter," dedi. Açıkça alay ediyordu benle, uydurmadığından emin değildim. "Belki başka bir gün söylerim."

Başka bir gün...

Geleceğe yaptığı bu atıfın rüzgarı yüzümüzdeki ifadeleri silip götürdü. Boşluğun içinde salındı sorular, kaygılar... Aramızdaki gerginlikten uzak bu hoş anlar da öylece dağılıp gitti çöldeki yalancı seraplar gibi.

Savaş'ın kıyafetleri odadaki dolabin içine koyulmuştu, kıyafetlerini verip giyinmesi için çıktım odadan.

Sonra sırayla Sibel, Burak geldi ve onlardan beş dakika kadar arayla Aren...

Biraz hasta şakalaşmaları, biraz sabah muhabbeti derken Aren, "On dokuz, burada olduğuna göre siz ikiniz barıştınız mı?" diye sorunca, odada bir sessizlik oldu. Savaş bir saniyeleğine kesişen gözlerimizi hemen kaçırdım. Ne diyeceğimi bilemedim. Üç çift göz aramızda gidip geliyordu, ciddi ciddi açıklama istiyor gibi dikkatliydi üstelik bakışları. Durumumuz hakkında söz söylemesi gereken ben miydim ki? Onlar Savaş'ın yakın dostlarıydı, yapılması gereken bir açıklama varsa o yapsındı. Hem her şeyi bu hale getiren oydu, o yapsın. Bana ne?

Savaş, "Barış için..." diye durakladı. Boğazını bir zehirden temizler gibi yutkunup öksürdü. "Böyle söyleyince o şerefsizden bahsediyormuşum gibi oldu."

"Küs müsünüz yani?"

"Değiliz."

Değil miyiz?

Aren, gözlerini kısarak bakıp, "Tribal enfeksiyonun geçti yani, öyle mi?" diye sordu. "Her şey on dokuzla karşılaşana kadarmış, bu herifin sana büyük zaafı var on dokuz."

"Siktir git, Aren," diye kızdı Savaş. "Konuyu da çeneni de kapat."

"İlk çocuğunuza benim adımı vereceğinizin sözünü almadan kapatmam." Savaş sinirle gerildi. Burak gülmemek için kendini zorlarken, Sibel kıkırdadı. "İlişkinize katkımı öylece yok sayamayacaksınız."

Odayı kaplayan bir sessizliğin ardından Savaş, "Sanki öyle bir şey var," diye homurdandı sessizce ama odanın muhtelif noktalarında ona uzak olan arkadaşlarının aksine daha yakın olan ben duymuştum, duymuştum ve bu bana o an olmaması gereken bir şey yaptı; dağıttı, un ufak oldum. İşte Savaş Akduman'ın dün içinde bulunduğu tüm o psikoloji, sinir, kızgınlık ve suskunluk o anda geri gelmişti. Geldiğini biliyordum.

Savaş dişlerini sıkıp, bir şey daha söylemek üzereyken Burak, "Yeter Aren," diyerek müdahale etti. "Başka şeylerini sözünü almadan sen çıkalım." Üçü birlikte kapıya gittiler. Burak, "Bundan sonrası sizde, çıkış formunu doldur işlemleri ben hallederim," diyerek bana baktı. "Sonra görüşürüz, Nüket. Ve onu evine teslim ettiğinden emin ol."

Aren, Burak'ın itmeleri arasında bize son kez dönüp, "Savaş en sevdiğim tişörtüme ne yazdırdığımı hatırlıyorsun değil mi?" diye sorunca. Sibel, "İğrençsin, kaybol şuradan," dedi öğürür gibi. Karısının sözlerini Burak takip etti. "Ağzını açayım deme."

Ama Aren'di bu, aklına koyduysa onun arsızlığını ne durdurur ki?

"Seks kaosa düzen getirir," diye bağırdı koca hastanede, sesi hastanenin tüm boşluklarında alev alev yankılandı ve kapı bu sözlerle, bizim aramıza bir çizgi gibi gürültüyle çekildi.

Seks kaosa düzen getirir.

Odanın içini derin bir sessizlik kapladı.

Bu adam cidden... Allah'ım bunu söyleyen oydu, neden utanıp sıkılan, hücreleri kıpraşan benim? Aksi gibi koyu gözler üzerimdeydi, bakmasam da hissettim. Savaş'ın en kaçırmayacağı şey buydu. Bir şey söylemesini bekledim, bekledim, sahiden bekledim. Söylemedi. Yok saymayı tercih etmişti, duyduğunu.

Oturduğu yerden kalkınca bakışlarım ona döndü, telefonunu ardından cüzdanını kontrol edip her ikisini de ceplerine koyarken, "Gidelim," dedi, başımla onayladım.

Odasından ayrıldığımızdan beri gergin bir sessizlik vardı aramızda; koridorları aşarken, asansörden aşağı inerken, dışarı çıktığımızda.

Dışarıya adım atar atmaz içime dek sinmiş olan hastane kokusunu derin nefeslerle çektiğim temiz oksijenden yok etmeye çalıştım. Hava sıcak değildi, soğuk da değildi. Güneş pusluydu. Dün çıkan yağmurla karışık gök gürültüsünün kargaşasıyla boğuşuyormuş gibiydi, bizim gibi. Ya da sadece benim gibi.

İçimdeki kargaşaya nasıl düzen getiririm bilmiyorum.

Savaş taksi çağırmıştı, ikimiz de arka koltuğa geçtiğimizde, "Eve uğramak istiyor musun fakülteye gitmeden önce?" diye sordu. "Şoför seni önce nereye bıraksın?"

Gerginleştim. "Eve de fakülteye de gitmeyeceğim," dedim.

"Nereye gideceksin o halde?"

"Seninle geliyorum, evine."

"Evime?"

"Doktorun yalnız kalmamanın daha doğru olduğunu söyledi, dün arabada olan şeyin tekrarlanabilir olması ihtimaliyle."

"Öyle bir şey olmayacak."

"Eh o doktor olduğu ve sen olmadığın için senin görüşlerin önemini kaybediyor."

"Kendini zorlama." İşte yine o soğuk kızgınlık; sesinde, bakışında, duruşunda... Üşüten. "Bunu yapmana gerek yok, Nimet zaten yanımda olacak."

"Kendimi zorlamıyorum," dedim bıkkınca. "Çarşamba ne olduğunu unutmuş olabilirim ama perşembelerin öğleden sonrasında Nimet Ablanın geldiğini biliyorum." Gördün mü her şeyi unutmadım? Savaş'ın bakışları değişmedi, hala bana kızma eğilimindeydi. "Tamam, Nimet Abla gelene kadar dururum bende. Stres olma."

Kaşları çatıldı. "Stres olmadım," dedi, bozulmuş gibiydi ifade biçimime.

"İyi, kabullenerek göster öyleyse."

Savaş taksi şoförüne evinin adresini söyledikten sonra bana döndü, yine diyecekleri varmış gibi göründü, yine yuttu ve cama döndü. Devamı getirilemeyen bir cümlenin duraksadığı yer, başka yere dönen bakışların açtığı uzaklık... Uzay boşluğuna terk edilmekti.

O gecenin, o sabahın, o yazın... konuşulması gerekiyordu; hayır gerekmiyor, konuşmayı iki taraftan biri istemiyorsa tabii. Ben istiyorum. Gönüllüyüm de aslında ama... Aması var işte.

Savaş ilk kez, ilk konuşan olmak, çözümleyici yaklaşmak istemiyordu ve benim içimde her şey çoktan dağılmış ya da şu an dağılıyormuş gibi kaotik bir his var... Bu mevzuya daha sağlam el atmakta bunun için mi tereddüt ediyorum acaba?

Korku.

Gerçekten konuşmak istiyorum ama konuşmanın satır aralarında, harflerin kıyısında köşesinde patlayıcı madde varmışçasına korku yayılıyor zihnime; dokunsam nasıl patlayacağı endişesi, dokunmasam sis içinde kalacağı düşüncesi...

Sonra taksiyi nefret ettiğim bir şarkı doldurdu, yine de dinledim. Çünkü o an kendi düşüncelerimden daha sempatik geldi.

☃️

Şifrenin gürültüsü eşliğinde eve giden yolun kapısı açıldığında içimden bir gerginlik geçti, bu eve ilk geldiğim an kafamın içinde ordan oraya sarhoşlaşmış halde çarpıp dururken bu evden son ayrılışım ağlayan bir kız gibi yalpalıyordu; sonra ikisi birbirine tosluyordu. Ayak ucumdan kapıya dek uzanan yola baktım, o kapının önünde ağlayışlarım hıçkıra hıçkıra... Kapalı havanın kasvetinden midir nedir bilmem, sanki o kızı görüyordum orada. O kız hala orada, hiç ayrılmamış, hala omuzları sarsıla sarsıla...

Ama madem buraya kadar geldim, o halde doğum günü kızı bugün oradan kalkacak...

Aksi gibi Savaş'ın bakışları da bana kilitlenmişti. Ve o bakışlar üzerimdeyken ona gerginliğimin izlerini göstermek istemiyordum çünkü bana kendini zorlama demişti, bende zorlamadığımı söylemişken zorlanışımı açığa çıkarma fikri kötü görünürdü. Savaş her an bana git deme eğilimindeyken üstelik... Bunu bana tekrar yapmasa iyi eder, farklı bir amaçla olsa da.

Bu kapıdan bir daha asla girmeyeceğimi düşünmüştüm.

Ve şimdi işte basamakları çıkıyorum sokak kapısına ulaşmak için.

"Nüket," dediğinde irkilerek ona baktım. "Burada olmak istemiyorsun."

"Ne istediğimi bilmiyorsun."

"Ben bilirim."

"Yanılıyorsun," dedim, kırgınlığımı kenara bırakıp elimi uzattım. Sesim, bakışlarım nasıl bir sorun yokmuş gibi güçle bilendi bilmem. "Eğer istersen kapını açabilirim senin için, anahtarını verirsen. Şifren aynı mı hala?"

Kısık bir gülüş sesi çıktı dudağının kenarından, şüpheye bulanmış olanlardan. "Neden bu kadar cesursun bugün?"

"Her zaman öyleydim."

Savaş başını salladı. "Her zaman değildin," dedi ve kapının şifresini girdikten sonra anahtarı yuvasına koyup çevirirken ona her zaman korkak biri gibi mi geliyordum diye düşündüm, bunu kafede ilk karşılaştığımız andaki sözlerinin hayaleti takip etti. Kahretsin, kesinlikle öyle olduğumu düşünüyor. Kesin olarak.

İçeri girdiğimizde salona ilerledim arkasından ve uzun orta sehpada dağınık dosyaların arasındaki diz üstü bilgisayarı gördüm. İşte onu dün o hale koyan suç aletleri. "Neden doktorunu dinlemeyip çalıştın?" diye sordum sehpayı işaret ederek.

Çıkardığı ceketi koltuğun kenarına bırakıp oturdu. "Babamın halledemeyeceği işlerdi onlar," dedi canı sıkılarak. "Mecburdum, saatlere bölersem bir şey olmaz diye düşündüm. İyi de gidiyordum aslında. Belki sebep bunlar değildir, dışarı çıkmak bana iyi gelmemiştir."

"Dışarı neden çıktın? Hadi çıktın, neden arabanı kullanıyorsun ki? Ya daha kötü bir şey olsaydı."

Savaş bana tuhafça baktı. "Ne olacağını sanıyorsun?"

"Yolun ortasında, arabanda kendinden geçtin Savaş," dedim ona hayret ederek ama benim ameliyat olayını bilmediğimi düşündüğünden böyle konuştuğunu biliyordum. "Ya son anda durdurmasaydın, ya daha kötüsü olsaydı. Bir yere çarpabilirdin gayet tabii sen de biliyorsun olabilecek şeyleri. Bu yüzden çıkmamalıydın."

"Çıkmak aklımda yoktu, Aren arayıp birkaç saatliğine çıkmaya ikna etmişti beni. Meğer derdi hava almam değilmiş, hikayenin geri kalanını biliyorsun. Romantik olacağı tutmuş."

"Esasen kim böyle bir yerde yaşayıp kalabalık şehir havasına ihtiyaç duyar ki zaten?" diye söylendim homurdanırcasına ağzımın içinde. "Sen nasıl düştün buna?"

Burası yarı cennet sayılırdı, belki cennetin hoş bir yansımasıydı yere düşen.

Evin en sevdiğim yanlarından biri buydu; taze çimenlerinin, ağaçlarının, mevsimine göre düzenlenen çiçeklerinin olduğu bahçeli evini muhteşem bir arazi çevreliyordu. Hiç oralara kadar gidememiştim. O mu yoksa ben mi bu sınırı çizdim kendime bilmem, ne bahçenin ne de geniş arazinin tadını çıkarabildim. Çıkarmaya çalışsam Savaş'ın buna itirazı olmazdı pekala, her anı olduğu gibi bunu da kendime zehir eden ben olmalıyım.

Sanki gözüm ondan başka hiçbir şeyi görmüyordu, ona bağlanışımın üzerimde oluşturduğu korkuysa huzurlu şeylerin önünü kesiyordu.

Mutfak tarafına bir göz attım. "Sana çorba yapayım mı?" Soru ağzımdan çıktığı anda bana da tuhaf geldi. Bu evde daha önce onun için hiçbir şey pişirmemiştim.

"Tabii ki hayır, sabahları asla çorba içmem," dedi kaşlarını çatarak. "Ben hasta değilim, doktorumu duydun sadece yorgunluk."

"Bu kadar huysuz olma. Tamam çorba yok, ne istiyorsun?"

"Hiçbir şey Nüket, oraya gidip bir şeyler hazırlamayı kafana koyduysan kahvaltı sadece. Sen de açsındır, dün bir şey yedin mi?" diye sorup ayağa kalktı. Haklıydı açtım, dün kızlarla yediğim öğle yemeğiyle duruyordum. Açlığımın hatırlatılması neredeyse midemin guruldamasına neden olacaktı. Çok az kalmıştı. Cebinden telefonunu çıkardı. "Sen sadece çayı koy, fırını arayıp bir şeyler getirmelerini söyleyeceğim."

Yani yine onun için bir şey pişirmeme izin vermiyor.

Savaş telefon edip poğaça çeşitlerinden simite kadar o kadar çok şey istedi ki ona şaşkınlıkla baktım. Sonra yerine oturup dünden açık bir şekilde duran dosyayı alınca şaşkın bakışlarımın yerini kızgınlık aldı. Dosyayı elinden çektim hemen. "Doktorun dediklerini unutuyorsun," dedim. "Çalışmamalısın."

"Net hem de, günde iki kez yarım saat. Sadece anlaşma maddelerine bakacağım, çalışmak bile denmez buna." Elini ver dercesine uzattı, parmakları hadi dercesine kıpırdandı. "Bu acil Nüket, kahvaltıya kadar."

Dosyayı ona geri verdim. Elimden gelse önündeki her şeyi toplar atardım ama o kadar ileri gidecek pozisyonda olmadığımın farkındayım. "Babana özel durumundan söz etmelisin," dedim, mayın tarlasında yürüyormuşum gibi dikkatlice. "Böylece o da senden neyi ne kadar bekleyeceğini bilir."

"O nerden çıktı şimdi?"

"Dün Beren bir şeyler anlattı, işinin başında olmadığın için babanın kızgın olduğunu falan."

Önüne döndü. "Kardeşim sadece sinirlerimi bozuyor," dedi kendi kendine. "Çenesini asla tutmuyor."

"Onlar senin ailen Savaş, iki aydır senden doğru düzgün haber alamadıkları için üzgünler. Seni özlüyorlar," dediğimde başını çevirip kızgın bakışlarla gözlerimin içine baktı. Bakışları duraksattı ama durdurmadı. "Aileni bu kadar hayatının dışında tutman doğru mu ?"

İç geçirip bilgisayarını açtı. "Babamla zaten konuşmayı düşünüyordum," dedi mantıklı bir sesle ve yanda duran kutusundan ekran koruyucu gözlüğünü alıp taktı. "Şirketin çıkarları için yeni bir yol oluşturması açısından ondan saklayamayacağımın ben de farkındayım."

Sadece babası. O da sırf ucu şirkete dokunacağı için. Bu sözler anlamama yetmişti, diğerlerini durumundan söz etmeyeceğine. Ameliyattan söz edeceği de şüpheli, babasına bile ameliyattan söz etmeyebilirdi. Bir noktaya kadar ailesine ameliyattan söz etmemesini anlayabilirim, belki Sibel'in dediği gibi ailesinin o anlara şahit olmasını istemedi ama ameliyat sona ermişken şimdi buradayken neden hala bir şey söylemiyor? Neden gizliyor?

Savaş'ın söylediği o söz geldi aklıma. Onları ailem gibi hissetmedim. O duygunun bugün bile hala devamlılığını sürdürdüğü konusunda şüphelerim vardı. Benim de babama güvenim kırılmıştı, her şey yolundaymış gibi devam etsek de içimdeki kız hala ona kırgındı. Güven tamiri en zor duyguydu. Belki bir kez kırılınca telefisi olmuyordu bile. Devam ettiğiniz insanlarla yarım yamalak devam ediyordunuz, ki bunun bir de güvenmekten başka çarenizin olmadığı başka bir versiyonu da vardı.

Mutfağa girer girmez önce çayı koydum. Ardından mutfağın sabah ritmindeki rahatlığa, doğal akışına uyumlandım; kahvaltı tabaklarını peynir çeşitlerini, zeytin çeşitlerini ve diğer şeylerla doldurup masaya dizdim. Nimet Ablanın sabahları koyduğunu gördüğüm ceviz, bademden de yerleştirdim aralara. Çay da olduğunda yarım saat geçmişti, onu iş başından kaldırmak için mutfaktan çıktığımda Savaş zaten dosyaları topluyordu. Taktir ettim, en azından söz dinleyen bir hasta olduğu için.

Kapı çaldı, Savaş'ın açtığını ve ödemeyi yaptığını duydum. Saniyeler sonra elinde sıcak paketlerle mutfağa girdi. Elinden alırken, "Şimdiden çok güzel koktular," dedim, ellerimizin birbirine dokunduğu an, filmlerdeki gibi bu sahnenin ağır çekime girmesi gibiydi; tabii bizimkisi o kadar da romantik olmadı. Nasıl olsundu?

Savaş'ın gözleri... Gözleri işte.

Sanki hep bir şey söyleyecekmiş gibiydi ya da her an bana bir şey söyle artık diye bağıracakmış gibiydi. Bazen yumuşuyor ama genellikle insanı yer çekiminden uzaklaştıracak bir uzay boşluğuydu kahve gözler.

Böylece kahvaltımız sessiz başladı, sessizliğe tahammül edemediğimde, "Tatilin nasıldı?" diye sordum ve muhtemelen bu o zamana dek yaptığım en saçma söz açma anıydı. Boş ver, cevap verme diye toparlasam çok mu abes kaçardı, soruyu geri alamayacağıma göre...

"İyiydi." Cevap doğal gelince rahatladım tabii ancak bana itiraf edecek mi diye bekliyordum aslında.

"Nereye gittin?"

"Bunu gerçektem mi soruyorsun?" Sandalyesinde yaslandı, sağ eli çay fincanını tutuyordu. "Beren söylemedi mi?"

"Yurt dışında olduğunu söyledi sadece. Seninle ilgili her ince ayrıntıyı vermiyor."

"Bundan o kadar da emin değilim nedense," dedi, elbette söylediğinin aksine inanmadığını belli eden emin tonda. "Amerika."

Amerika'da olmuştu ameliyatı... Ve orada mı iyileşmişti?

Merakla karışık bir gerginlik yüreğime oturdu. "Hep orada mıydın?" Kaşlarını kaldırdı. "Yani başka bir yere gitmedin mi?"

"Hayır bu yaz tatilinde pek dolaşmak istemedim," dedi, tabağındaki biber dolgulu zeytinle oynuyordu çatalı. "Malibu'da, okyanus manzaralı bir evim var. Cam duvarları sayesinde okyanusla iç içe bir manzara sunuyor. Ondan daha sakin olan Hamptons'ta da öyle, ikisi arasında gidip gelmek dışında başka bir yerde bulunmadım. Yani ihtiyacım olan her şey vardı."

Yalancı, ihtiyacı olan her şey varmış.

İnatla söylemiyor.

Kahvaltıdan sonra duş almak istediğini söyleyerek yukarı çıkmıştı Savaş. Salon koltuklarından birinde sessizce otururken gözlerim duvar saatine kaydı; on bir. Bu sırada kapı çaldı, Nimet Abla olamazdı. O en az bir gibi gelirdi. Kapıya doğru adımladım, buradayken ne zaman şu kapı çalınsa yüreğim hop oturup hop kalkıyordu. Hiçbir zaman emin olamıyordum, bu kapının diğer tarafından arkadaşımın veya ailesinden birinin olamayacağına.

Fakülte çıkışı Beren buraya gelmek için yola çıkmıştı ama Savaş beklenmeyen bir şekilde kafeden çıkmıştı.

Kenardaki kameradan bakınca Savaş'ın sekreteri olduğunu gördüm ve biraz rahatladım. Kapıyı açtığım anda beni görünce karşısında şaşırdı. Omzumun gersinden eve baktı. "Savaş Bey yok mu?"

Dönüp basamaklara baktım, onu çağırıp çağırmama konusundaki birkaç saniyelik karışıklıktan sonra, "Müsait değil şu an," dedim. "Ben yardımcı olsam?"

Başını salladı. "Anlaşma ve mutabakat metinlerinin olduğu dosyaları almaya geldim."

Bu adama soracaklarım vardı, bu yüzden içeri davet ettim. "Gelsene, dosyalar içerde. Hangisi olduğuna bakabilirsin, geleceğinden haberi var mıydı?"

"Evet Savaş Bey gelip almamı söyledi, Hakan Beyin toplantısına yetişecek."

Savaş dosyaları zaten üst üste özenle sehpanın kenarına yerleştirmişti, sekreteri üstteki ikisini alıp kontrol ettiğinde, "Tamam, işte buradalar," dedi. "Ben bunları hemen yetiştireyiim."

"Tamam," dedim önüne geçerek, tabii önüne geçince afalladı. "Ama önce sormak istediğim bir şey var."

Dosyaları sıkılaştırdı. "Nedir?"

"Yaz tatilinde," diye başladım. "Bana birini göndermiştin, yani gelen kişi öyle olduğunu söylemişti. Neden?"

"Bunu Savaş Beyle konuşsanız daha iyi olur, bunun hakkında konuşamam." Son cümlesi kısık, gözleri yakalanmak istemeyen bir çocuk gibi etraftaydı. Bu şüphelenip ardına düşmem için gayet yeterliydi.

"Ama ben sana soruyorum, ameliyatıyla mı ilgisi vardı?"

Ameliyatı bilmeme şaşırdı. "Demek öğrendiniz..." diye mırıldandı. Başımla onay verip gözlerimle bana anlatmanı bekliyorum mesajını verdiğimden de emin oldum. Mesaj olması gerektiği hızda yerine ulaştı ve anlatmaya başladı. "Ameliyat sonrası ilk ay neredeyse korkunçtu. Çok sık beyin ağrıları oluyordu, krizlerse devam ediyordu. Yataktan neredeyse çıkamıyordu, odasından çok nadir çıkıyordu. Başı ağrıdığı için yataktan çıkamadığı böyle bir günde, Savaş Bey sizi getirmemi istedi benden."

"Ne?" diye kısıkça sordum, içime çektiğim nefes ciğerlerime ulaşamadı. Sözlerin tokadı düşüncelerimi sağa sola dağıttı. 1

Sibel'in anlatımıyle bana yumuşatılarak gelmiş anlar, şimdi tüm sertliğiyle etrafıma bir çember çizerek beni ruhumu daralttı.

"Duydunuz o istedi, bundan emin olamadığım için itiraz edecek oldum ve o güne dek bana kalem bile fırlatmayan adam komodinin üzerindeki lambayı tereddüt etmeden fırlatıp Git bana Nüket'i getir diye bağırdı," dedi, o ürperdiğinde benim boğazıma korkunç bir his saplanıştı. "Üstelik de onu getirene kadar karşıma çıkma diye de ekledi." Ağzını hayretle açıp nefes aldı. "Kişiliği tamamen değişmişti, sağduyulu adam gitmiş yerini an dürtüsüyle hareket eden adam almıştı. O sıralar görseydiniz onu, tanıdığınız Savaş Bey olmadığını görürdünüz. Ancak ikinci ayın ortalarına doğru eskiden olduğu adam olmaya dönüşmeye başlamıştı. Çok korkunçtu, çok."

Kafamın içinde hareketsizleşerek sesi soluğu kesilen düşüncelerim yeniden canlanmaya başladı ancak bunları duymanın getirdiği sersemliğe dönüşmüştü her şey, her bilgi. Beklenmedik bu bilgiler elektrik şoku gibiydi, beni geriye doğru sarsıp o ana gerei gertirdi. Kan başıma geri dönmeye başladı.

O anlarda, zayıf düştüğü o acı anlardan birinde bana ihtiyaç duymuştu.

"Anlamıyorum," dedim sonra. "Savaş öyle istediyse, neden bana bir şey demeden geri döndü o adam."

Sekreter bu konuda doluymuş gibi sinirlice iç çekti. "Çünkü biraz kendine geldiğinde, ona sizi getirtmek için yaptığım şeyleri anlatınca beni aptal olmakla suçlayıp kızdı ve hemen düzeltmemi söyledi. İstediğinin farkında olmadığı gibi şeyler söyledi, bende mecburen onu arayıp size başka bir şey söylemeden geri çekilmesini söyledim."

"Anladım," diye mırıldandım ve bu tek kelime beni düne, kafenin içine, Savaş'ın karşısına konumlanarak oturuğum masaya çekti.

Hayır anlamıyorsun.

Anlamanın yanından bile geçmiyorsun.

Doğru anlamamıştım, nasıl anlayacaktım ki zaten?

🌹

 

Sekreter gittikten sonra salona geçmiştim, daha iyi bir işim olmadığından işlenen konuların üzerinden geçiyordum ama birden yerimden huzursuzca kıpırdandım, banyosu her zaman kısa sürerdi neden hala inmedi aşağıya? Gidip bakmalı mıyım? Ya bir şey olduysa? Hayır daha fazla duramayacaktım. Doktorun uyarısı vardı, her an olabilirdi. Hemen merdivenleri tırmanıp yukarı çıktım. Kapısını hafifçe tıklattım ses gelmeyince yavaşça aralayarak önce başımı geçirdim açıklıktan. İçeri girdim, yerdeki hali adım sesini kolayca emiyordu. Odada değildi, yani banyodaydı. Hala.

 

Banyo kapısı kapalıydı, ses seda yoktu. Avucumu kapının yüzeyine bastırıp kulağımı kapıya yasladım, hayır hiç ses yok. Kulağımı yapıştırdığım kapıdan çektim. Ya içerde bayılıp kaldıysa? Ya kafasını bir yerlere çarptıysa ve kanlar içinde yatıyorsa? Girsem mi içeri? Ama ya çıplaksa? Çıplaksa çıplak ne olmuş ki diye azarladım kendimi.

 

Başımı kendimi onaylarcasına salladım. Çok hafif öksürüp saçımın bir tutamını kulaklarımın arkasına kıvırdım. Bedenim birden ısındı. Yani sonuçta daha önce görmediğim bir yeri yok ya. Son bir kez daha yaslandım kapıya, ses duymazsam şayet içeri dalacaktım.

 

Sessizlik...

 

Geri çekilip sırtımı kapıya yasladım. Derin bir nefes aldım, içeri gireceğim. Evet. Sonra birden kapı açıldı ve yaslandığım desteğimin aniden çekilmesiyle geriye doğru düşmeye başladım, gözlerimi yumup acının gelmesini beklerken yarı yolda tutulduğumu hissettim. "Ölüm Perisi." Sesi kısılmış, seksileşmişti.

 

Ölüm Perisi.

 

Bunu duymayalı asırlar olmuş gibiydi.

 

Gözlerimi yavaşça açtım. Kalbim delice çarparken mevsim kahverengisi gözlerle göz göze geldim ve bu gözler uzun aradan sonra kahverengi bir ateş gibi benimkileri yakıyordu. Yutkundum. Kolu yakalamasa belimden, yeri boylamıştım. Gözleri şimdi de dudaklarıma kaydı, yoğunlaştı, kavradı; dudakları nasıl da canlı görünüyordu. İçindeki alevle dokunsa kavuracağına şüphe yoktu hiç.

 

O kahverengi dünyaya öyle bir daldım ki ön perçeminin ucundan damlayan bir damla yanağıma düştüğünde neye uğradığımı şaşırdım, kendimi kolundan çekip doğrulmaya çalıştığımda Savaş dengemi bulmamda yardımcı oldu ve ayaklarım yere daha sağlam bastığında adam akıllı döndüm ona.

 

Bu kollarında olmaktan daha iyi bir fikir değildi, yarı çıplaktı ve daha önce onu tamamen görmeme rağmen hazırlıklı değildim. Onun tenindeki suyla nemlenen üst kıyafetlerim tüylerimi ürpertti. O kadar uzun zaman olmuştu ki... Yatağında, evinde sevdiğim şeydi onu izlemek. İster istemez saçından omzunun ortasına düşen damlanın göğüs kaslarından geçerek aşağı doğru kayışına baktım. Karın bölgemdeki kasların hareketi beni şaşırtırken, onun sesini duydum. "Ne yapıyordun?"

 

Hemen bakışlarımı yüzüne kaldırdım. Bir yutkunuş daha. Yanaklarıma sıçradığını hissettiğim kırmızılığı onunda fark ettiğine emindim. "Hiçbir şey, tabii ki hiçbir şey yapmıyorum."

 

Boğazını temizledi, gülmemek için zorlarmış gibiydi ifadesi ama bakışları her şeyini ele veriyordu. "Kast ettiğim beni süzmen değildi, onu neden yaptığını anlıyorum." Sesi boğuktu. O bir an aklına uğrayan düşünceyle sustu. Bense ukalalığına kaşlarımı çattım. "Burada ne yapıyordun diye soruyordum, kapının önünde."

 

Gözleri yatağa kaydı, benim de. İşte asıl o zaman en çekici, tutkulu, mahrem anılarımızı hala saklıyormuş gibi hissettiren yatak odasında olduğumu idrak ettim. Bu türden anılarla dolup taşan yatak odalarının insanı ahlaksız bir kıskaca alıveren çekiciliği vardı ya hani, beni de ateşli kıskacına alması zor olmamıştı.

 

Kendimi bu çekiciliğin içinden çıkarma gayretiyle, "Dürüst olmam gerekirse..." diye mırıltıyla başladığım cümleye aniden Savaş dahil olup, "Evet, dürüst olsan çok iyi olur," dedi, benimkinin aksine tok bir sesle. Zayıf bir şekilde gülümsedi. "Çok iyi olur."

 

"Seni merak ettiğimden," dedim bu kadar dürüst olmayı ben de ummuyordum, bildiğimi bilmemesi için toparladım. "Hastaneden yeni çıktın, merak etmem gayet doğal."

 

"Tabii, merak ettiğinden," dedi gözlerinde bir kızgınlık belirdi. "Şu özenli halin gözlerimi yaşartıyor."

 

"Neden benimle kaçak konuşmalar yapıyorsun anlamıyorum, seni merak etmem suç mu oldu?"

 

"İki aydır görüşmüyoruz Nüket."

 

"Çünkü habersizce yurt dışına gittin." Gözlerimi kaçırdım. "Ben düşündüm ki..."

 

"Kaçmıyordum Nüket ama sana evlenme teklifi ederek büyük hata yaptım."

 

"Bir dakika," diye afalladım, konuyu oraya getirmesine şaşırarak. "Bundan mı bahsediyoruz şimdi?"

 

Savaş bir şey diyecekmiş gibi baktı, sonra gardırobuna doğru ilerleyip, "Hayır, bahsetmiyoruz," dedi, sesinde duyduğum hayal kırıklığı mı? Yok artık. "Buna değmez."

 

Dolabından giysilerini çıkarırken, iç çekip arkama dönmeden önce, "Aşağıda görüşürüz," dedim.

 

Elbette yanıt almadım.

 

🌹

 

Savaş'ın aşağı inmesini beklerken mutfağa girip meyve tabağı hazırladım, meşgul olmam iyiydi çünkü kendime düşünme izni verirsem dehşete düşermişim gibi geliyor sadece. Küçük nar kasesini geniş meyve tabağının kenarına koyup salona geçtiğimde birkaç gök gürültüsünden sonra yağmur sağanak halinde geldi. Yerden tavana uzanan camlara içeri girmek istercesine irice yapışıp aşağıya kayarken bu ritmik akışa dalmıştım.

 

Adım sesleriyle birlikte başımı ona döndürdüm ama çoktan yaklaştığını anlamayacak kadar havaya daldığımı şimdi idrak ediyordum, yanıma oturdu. "Meyve tabağı yaptım," diyerek önüne kaydırdım. Savaş şöyle bir bakıp, "Bana mı?" diye sordu sesinde şüpheyle.

 

Sesindeki bir şey beni uyardı. "Hayır, ikimize," dedim hemen ve tabaktan bir mandalina kaptığım gibi ağzıma attım.

 

Savaş bana bakarak başını salladı. "Öğrenmişsin," dedi.

 

Bir an salonun içini derin bir sessizlik kapladı, gökyüzünün dehşet saçan gürültüsü dolduruyordu ortamı. "Anlamadım, neyi?"

 

Dirseklerini dizlerine dokundurana dek eğildi ve parmaklarını iç içe geçirdi. "Anlıyorsun elbette, yoksa başka neden burada olacaksın ki? Sabah sabah çorba yapmak istemeler, banyo kapımın önünde beni kontrol etmeler, meyve tabağı hazırlamalar," dediğinde bağlantıyı kurmuştu ki sanırım banyo olayı her şeyi açık ettiğim an olmuştu. "Rahatsızlığımı, önemli bir ameliyat geçirdiğimi öğrenmişsin." Başını salladı. "Üzerime bu kadar düşmen bundan."

 

Bir adım ötemde öfkeli nefes alırken inkar etmedim. "Öğrendim evet."

 

"Kim? Burak mı?" Başını sallayıp kendi sorusunu cevapladı. "O söylemez, Aren mi yoksa?"

 

"Kim olduğunun ne önemi var ki?" Sesim, şu an gökyüzündeki bulutların yağmurla dolu olması gibi sitemle doluydu. Diğer soruda neredeyse hayal kırıklığı olup yağdım. "Bana neden söylemedin Savaş?"

 

Doğruldu, gözlerini gözlerimin derinlerine dikti. "Sen olsan söyler miydin? Son olanlardan sonra özellikle."

 

"Yine de söylemen gerekirdi," diye üsteledim, sesimin tonlaması kızgınlığa kaçtı.

 

"Bana sinirlenmiş gibisin. Öğrensen sonra ne olacaktı?" Dudakaları alayı takındığında dili damağına iki kez alayla. "Yanımda olur, destek mi olurdun?"

 

"Eh, artık asla öğrenemeyeceksin," dedim öfkelenerek.

 

"Ben de o kadar merak etmiyordum zaten," dedi umursamayarak.

 

"Öyle mi ne zamandan beri."

 

"Fanusu attığını öğrendiğimden beri." Durakladı. "Çöpleştirdiğinden beri."

 

Fanus mu? Neden ondan söz ediyor ki, fanus kimin umurundaydı ki şimdi? Derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştım, görünüşe göre onun umurundaydı ama...

 

"Beni anlamıyor gibisin," dedi. "Anlatayım, fanusu atman demen benden umudunu kestin demek. İkimiz de biliyoruz."

 

Ayağa kalktım. "Ya sen?" diye sordum bana kalkmış yüzüne haykırarak. "Sen de aynı şekilde benden umudunu keserken neden benim kesmem problem oluyor? O gece konuşmak istedim izin vermedin, konuşacağız dedin ve tek söz etmeden çekip gittin. Geleceğim dedin ama gelmedin! Bunların hepsi sözdü sen söyledin, ben kabul ettim!" Gözlerime akın eden yaşlar beni olduğumdan daha zayıf hale getirmesin diye, gözlerimi tavana dikip kırpıştırdım birkaç saniye. Yanaklarımı şişiren havayı boşalttım havaya. "Bu sözleri birlikte verdik Savaş ama sen tutmadın! Sırf evlenme teklifini reddettim diye yaptın bunu bana!"

 

"Gelecektim," diye mırıldandı başını yavaşça önüne çevirirken. Nasıl oldu bilmem bakışlarındaki tavırlarındaki fırtına biraz olsun dindi, en azından artık umursamazlık maskesini takmıyordu. "Gelmememin beni reddetmenle ilgisi yoktu."

 

"Gelmedin ama," dedim sesimde gözyaşları olsa da ben de daha sakindim. "Sebebi seni reddetmem değilse, neden gelmedin o halde?"

 

Ayağa kalktı, bana döndü. "Krizlerim artmıştı o hafta, istesem de gelemezdim. Nerede nasıl çıkacağı da belirsizleşmeye başlamıştı."

 

"O yaz, yanıma geldiğinde krizler var mıydı yani?"

 

"Yanına gelmeden iki hafta önce başlamıştı. Başta büyük baş ağrılarıyla geldi, bunu krizler ve ani baygınlıklar takip etmeye başladı. Her gün olmuyordu tabii, bazen bir gün bazen birkaç gün arayla çıkıyor ve geceleri baskınlaşıyordu ama doktorumun verdiği ilaç sayesinde krizler donuk ağrılara evrimleşebiliyordu. Antalya'dan döndükten sonra ilaçlar işe yaramamaya başladı. Daha önceki doktorum Amerika'da olduğu için beni ameliyat için yanına çağırdı, kötüleşmeden ameliyata girmemi istiyordu. Kaçışım yoktu, bende öyle yaptım."

 

Yanıma geldiği anlara döndüm, orada hastalığını belli edecek bir iz aradım. Yoktu, tek bir yer dışında. Evlenme teklifi ettiği akşam. Masada bir an bir şeylere tutunmak istermiş gibi halsiz görünmesi, nefes almak istermiş gibi kravatına uzanan eli... Hasta oluşundan mıydı? Öyle olmalı.

 

"Bana söylemeliydin, neler olduğunu anlatmalıydın, ben seni bekle..." Birden durdum, dışardaki soğuk sesler arttı, salon peteğinden gelen ısı ne yapıyorsun dercesine yüzüme çarptı sanki o anda.

 

"Bekledin... Ben de seni bekledim Nüket," diye beni tamamlayarak devam ettiğinde ona hayret duygusuyla baktım. Suyun buza devrilmesi gibi bakışları buzlaştı. "Amerika'ya gidip ameliyat olduktan sonrası... İlk bir ay kabus gibiydi, kişiliğimde kontrol edilemez çatlaklar oluştuğu için kimseyle görüşemiyordum. Ben bile kendimi tanımaz bir adam haline geldim. İkinci ayda toparlanmaya başlayabildim ve sekreterime sorduğum ilk kişi sendin Nüket. Belki beni bir kez aramış olursun da her şeyin yolunda olduğunu ümit ederim diye ama elbette sen bir kez dahi arayıp sormamıştın. Üzerinden bir yıl geçse de, beş yıl geçse de, orada ölsem de..."

 

Sibel'in, sekreterin anlattıkları Savaş'ın anlattıklarıyla birleşiyordu. Bir odada korkunç ağrılarla kıvrandığı bir yatak düşüyor, gözümün önüne kapısından çıkamadığı bir oda, karanlık mı karanlık... Ama en karanlığı şüphesiz yalnızlık olmalıydı. Bu senaryoda beklediği kişi olmuştum, onu terk ettiğimi düşünmüştü.

 

Yanağıma devrilen yaşı sertçe sildim. "O gece öyle gariptin ki günler sonrasında hala senden haber alamadığımda aslında o gece bana veda ettiğini düşündüm. Bana öfkeli miydin, kızgın mıydın, nefret mi ediyordun, yoksa umursamamaya mı karar vermiştin... Anlayamadım. Evet sen veda etmiştin ama ben aptalca davrandığımdan anlamamıştım diye düşündüm, o kadar. Sen ne ümidinden bahsediyorsun?"

 

"Evlenme teklifine mantıklı düşününce kızmadım, hakkın olmasından çok bunu benim tarafımdan açılan yaralarına bağlayabilirdim. Ancak yine de beni asıl rahatsız eden senin reddetme şeklindi," dediği an nefesimi tuttum, aklıma her geldiğinde ben de kendimden rahatsız olup kendime kızıyordum. Mümkün olsa geceye geri dönüp her şeyi düzeltmek isterdim. "Benden nefret ediyormuşsun gibi reddettin, sanki asla beni affetmeyecekmişsin gibi."

 

Asla senin karın olmayacağım Savaş Akduman.

 

"Ben..." Sesim utançla karıştı havaya, yutkundum. "Elbette senden nefret etmiyordum Savaş."

 

Savaş başını hayır anlamında salladı. "Anlayacak mısın bilmem, sana geri döndüğümden beri ikimiz hakkında inandığım şey ilk kez o zaman sarsıldı; belki hata yapıyordum, belki denildiği gibi yapılmalı ve bitmiş ilişkiler yeniden canlandırılmamalı olduğu gibi bırakılmalıydı. Bütün olan şeylere olduğu kadar yarım olanlara da saygı duyulmalı. Belki her zaman yenebileceğime inandığım kadere karşı hadsizlik ediyordum, ilk kez kaderin beni ezdiği hissine kapıldım."

 

Ne kadar kolay söylüyor bunları, ne kadar kendinde, ne kadar mantıklı. Bu sözlerin bana yaptığı tek şey cayır cayır yakmaktı.

 

"Savaş...," diye başladığımda dolu olmuş gözlerle, sevdiğim sakin sesinden bıçak gibi fırlamaya devam etti kelimeler. "Bu yüzden Nüket, Amerika sürecinde yanımda olmanı istemeye hakkım yoktu ama bir kez beni aramış olmanı diledim, sana yeniden dönebilmem için. Kaldığımız yerden devam edebilmem için. Beni defalarca reddetmen hiç önemli değildi, devam ederdim; beni bir kez aramış olsaydın."

 

Şimdi anlıyordum, dün kafede ilk kez karşılaştığımızda kaldığımız yerden devam etmemesini. Sus pus olmasını, benim bir şeyleri düzeltmem için bekleyip ima etmesini. Küçük de olsa umut isteyen bu adam o mu sahiden? Savaş yine aklımı durduracak bir şey bulmuştu.

 

Bana yaklaştı. "Bu zamana kadar devam etme gücünü nerden aldığımı biliyor musun?" Başımı hayır anlamında salladığımda gözyaşım bu sarsıntıda taştı gözlerimden yanaklarıma, Savaş iç çekip sildi yaşlı gözlerimi, nazikçe. "Başından beri bana bakışlarından, o bakışların içi benimle doluydu; bakışlarından bambaşka bir güzellik akıyordu." Gözlerimi silen eller yüzümü avuçladı, baş parmakları nazikçe elmacık kemiklerimde dolaştı. Dokunuşu nazik bir adamın sözlerinde kırılmak, kaçıncı yüzyılın inşasıydı? "Benimle konuştuğunda sesin beni kendine çağırıyordu, duymak istediğim başka bir sesin olmayacığını biliyordum. Git derken bile bana kalmamı söyleyen bir çağrı vardı hep sende Nüket." Başını omzuna yaslayarak baktığında başı eğildi bana. "Adımı söyleyişlerinin içine senin kırıklarını onarmamı isteyen arzuların düşüyordu ister istemez belki."

 

Kelimeler aramızdaki havaya doğru süzüldüklerinde onları yakalayıp avuçlarımda yok etmek istedim. Bir müddet ayaklarımızın altında mayın tarlası varmış gibi hareketsiz kalırken, öylece birbirimize baktık. Hepten dağılmamak için kısa eteğimin yanlarını avuçladım, sıktım da sıktım. Parmaklarım acıyana dek.

 

Yüreğim kaçacak yer arıyordu vazgeçişini ilan eden kelimelerden, ruhum hayali duvarların ardına saklanmak istiyordu. Zihnim benimle son kez öfke üzerinden birlik oldu. "Bunları bana nasıl söylersin?" diye sordum işaret parmağımı batırır gibi bastırdım göğsüne, olur da imkansız olana dokunurum diye; kalbine. "Çok utanmazsın gerçekten. Yoluma gitmişken sen geçtin önüme, ilerlerken durdurdun beni, alışırken bencilce tepindin gayretimin üstünde."

 

"Çıkmazdayız Nüket," dedi, içinde bulunduğumuz durumu en yetersiz kelimeyle ifade ederek. İlk defa bunu itiraf etmesine şaşırdım yine de. Kolay kolay ağzından pes ettiğine dair sözler alamazdınız, bu ilkti. Ve onu bu noktaya getirenin yaşadığı hastalığın evreleri olduğunu tahmin ediyordum. Orada yaşadığı yalnızlık, boğulma, kasvet, acı... Ki bunları henüz doğru düzgün anlatılmamıştı bana, yaşadıklarının o kısmına henüz gelmedik. Varamadık. Gelecek miyiz artık şu andan itiberen muamma... "Yoluna çıktıysam bile, bana karşı hep kayıtsızsın. İnandığın şekilde ilerlemeye devam ediyorsun hâlâ. Sana geldiğim günden beri alışkanlığına başka bir soluk getirdin; kafanın içinde ama bırakacak, ama gidecek, ama bitecek diye geçirmediğin tek günün oldu mu?" Boğazıma bir yumru oturdu, başım mı dönüyor bizi içinde tutan bu salon mu ayırt edemedim. "Hiç sanmıyorum Nüket. Ben yokken alışmaya çalıştığın şeye, ben yanındayken hız kesmeden devam ediyordun. Fark etmediğimi mi sandın? Senin ne yaptığını? Kafanın içinde çevirdiğin o dolapları."

 

Burnumu çektim. "Kafamın içinde dolaşan tilkileri iyi çözmüşsün," dedim soğukkanlı bir sesle. "Ama bunun için beni suçlayabilir misin?"

 

"Kararın böyleyse, artık suçlayamam," dediğinde hayal kırıklığı boğazıma saplandı. "Ama güven Nüket. Bazen öyle hissetmesen bile güvenmen gerekir. Bir iş ortamında takımındaki herkes yüzde yüz güvenilir değildir, bir okul etkinliği derslerindeki kişiler de veya birbirine delice aşık iki kişi, aile kurmak için evlenenler... Başka birinin hayatındaysan asla yüzde yüz güven diye bir şey yoktur; her an biri fire verebilir, tembellik edebilir, yarı yolda sıkılabilir, ben bırakıyorum diyebilir... Güvenmek zorundasındır, ekibindeki kişiye; çünkü plan böyle işler, ilerleme ancak o zaman mümkündür."

 

"Senden tek bir kere bana gelmeni bekledim, devam etmem için. Benden o kadar da nefret etmediğini anlamam için." Duygulardan kaçan bu adamın şu an sözlerinin nasıl duygulara boğulduğundan haberi var mıydı konuşurken? Elbette Amerika'ya gitmemi kast etmiyordu. Savaş göğsüne bastırdığım elimi sıkıca kavradı. "Bir kez, sadece bir kez olsun bana gelmeliydin." Fısıldadı.

 

Salon etrafımda dönüyordu, birazdan üzerime yıkılacaktı sanki. Onu umut aranırken gördüğüm ilk seferdi bu an. Sanki bırakmadan önceki son çağrı. Güven. Güvenebilir miyim ki?

 

Fısıltısı, yüksek sesle söylediklerinden daha hızlı çarptı bana, kalbime isabet etti. "Sana gelmek..." diye mırıldandım, dışarda gökyüzü öfkeyle homudanırken. Elimi çektim sıkı tutuşundan. "Seni aramak istedim," diye itiraf ettim. "Gerçekten istedim, aramayacağını anladım ve senden telefon beklemeyi bırakıp da aramak istediğimdeyse... ben... çekindim, cesaretimi toplayamadım. Aslında aramaktan çok duyacaklarımdan duyduğum endişe bu isteğimi her seferinde alt etti."

 

Gözleri arkamdaki boşluğa daldı, tekrar yüzüme ulaştığında kahve bakışlar, "Arasaydın sana ne diyeceğimi sanıyordun ki? Yüzüne mi kapatırdım, hakaret mi ederdim? Hep bahanelerin vardır," dedi. "Kaçmak için." Başladığımızda orada olan kızgınlık yoktu sanki ancak hala orada bir şey olduğunu biliyordum. "Düşünmek eylem değildir."

 

Kısık bir sesle, "Senin tekrar bitti demenden çekindim," diye itiraf ettim, zar zor.

 

Savaş bana eğildi; olduğu yerden bedeninin üst kısmını eğerek. Yüzüme öyle yakındı ki nefesi dudaklarıma çarptı. Beni öpecek sandım ama o, "Bahanelerin hâlâ devam ediyor," diye fısıldadı, gözlerimi kırpıştırdım.

 

Derin bir nefes aldım, dünyanın tüm oksijenini yutsam yeterli gelmezdi içimdeki ateşe. "Savaş sen bir şekilde ne olduğunu bilerek gittin, ben geride kaldım. Sorularla, bilinmezliklerle, sonsuz bir merakla..." Göğsünden ittim onu. "Sen gittin, ben her gün sana geldim. Gelmeler somut mu olur? Yaşadığımız anlara gitmek, tekrar ve tekrar gitmek. Sesinin duymak zihnimde, duyup yeniden gelmek sana..." İki ay boyunca düşündüğü, inandığı ne varsa onlarla birlikte sarsıldığını gördüm. "Şimdi sana gelmediğimi nasıl söylersin?"

 

Uzun bir dakika boyunca ne diyeceğini bilmiyormuş gibi bana baktı. Sonra, "Öyle olsa bile, bir yerde vazgeçmiş olmalısın bundan," dedi. "Fanus, hatırladın mı? Onu attın, çöpe gidecek şekilde."

 

Yukardan telefon sesi geldi, gitmek için arkasını döndüğünde, "Sana doğruyu söylemiyordum," diye itiraf ettim hızlıca, aldırmayacakmış gibi bir adım attı ama hemen sonra duraksayıp yavaşça bana döndü. "Birkaç yaprak kalmış fanusun hala ne önemi var bilmiyorum." Ben ondan değil, onun beni seveceğini söyleyeceği ihtimalinden çoktan vazgeçtim. Asla söylemeyecekti. Bunu şimdi daha net görüyordum, onun için hep önemsiz kalacak. "Fanusu atmadım, sana kızdığımdan öyle birden ağzımdan çıkmış bulundu. Atmayı düşünmedim değil ama bana geleceğini söylemiştin." Alçak bir sesle gülümsemeye çalıştım. "Ben de biraz güvenebiliyorum, hepten güvensiz değilim sana karşı, görüyorsun ya."

 

Açtığı mesafeyi kapattı. "İyi."

 

İyi mi? İyi öyle mi? Hala telefon çalıyor, evin içinde yankılanıyordu. Önceden umrundaysa bile şu an yerinden kıpırdamadığından kesinlikle umrunda değildi. Aslında benim de öyle.

 

"Fanus diye tutturup tek söyleyeceğin şey 'iyi' mi olacaktı yani?"

 

Saçımı omzumun arkasına çektiğinde kalbim göğsümün içinde sıkıştı. Hayır, hayır bu küçük hareketten değil. O geri döndüğü için; bana. Kaldığımız yere, beni bıraktığı yere. Savaş hiçbir şey söylemedi tabii, ben anladım. Gözlerindeki kahverengi evren yine benimle parladığında.

 

"Savaş..."

 

Bir elini aniden belime sarıp kendine çarpar gibi bir hızla yapıştırdı, diğer elini enseme bastırıp dudaklarımızın arasındaki mesafeyi kapayıp ateş gibi sıcak dudakları dudaklarımı kavrayıverdiği an neye uğradığımı şaşırdım, elim ayağım birbirine dolanır gibi bir hisle doldu içim; birbirine dolandı içim, hayati organlarım tehlikeli bir şekilde.

 

İşte dedim içimden, işte bana dönüşü şimdi tamamlandı.

 

İlk şoku üzerimden attığımda başlattığı yangına yetişmeye çalıştım ama o şaşkın dudaklarımdan yararlanarak arasından geçip dilimi okşamaya geçmişti bile. Onun tutkulu dokunuşunun altında, tüm vücudum baştan ayağa canlanıyor, taze bir ruh giyiniyordu içine.

 

Boynuyla yüzünü birleştiren kısma tutundu ellerim, onu yeniden bu şekilde hissetmek onun dokunuşuyla ısınan kalbimi titretiyordu. Biraz önce heykelden bir buzdu, şimdi cehennemden düşmüş bir alev.

 

Savaş çeneme oradan boynuma kaydırdı dudaklarını, göz kapaklarım titredi. Oradan kulağımın altındaki noktaya çıktı. "Benim asıl tedavim bu," diye fısıldadı, sıcak nefesi, dili, dudakları tehlikeli bileşimdi; dünya üzerinde başka yok. "Nasıl iyi geliyorsun bilemezsin."

 

Parmaklarını beyaz kazağımın altına gizlenmiş tenimde hissetim. Kapı kilidinin çevrilme sesi gelince uzaklaştım. Nimet Abla gelmişti. Savaş ona bakıp, "Neden herkesin zamanlaması bu kadar kötü," diye konuştu nefesinin altından.

 

Koltuğun kenarındaki yağmurluğumu üzerime geçirdim alelacele, çantamın askısını koluma taktım ve onun anlam veremeyen yüzüne döndüm.

 

Savaş kaşlarını çattı. "Nereye?"

 

"Kütüphaneye," dedim. "Nimet Ablanın gelmesini bekliyordum. O geldiğine göre işime gidebilirim."

 

"Konuşuyorduk."

 

Bir an garip bir bakışma geçti aramızda, biz az önce birbirimizin yaralarına dalıyorduk. Sonra birbirinden eksik olmayan ihtiyaç duygusuyla öpüşmeye, dokunmaya başladık. Bu gerginlik, işte böylesi anlardan.

 

"Gitmeliyim ama," diye karşılık verdim. Başka planım var. "Kütüphenenin yeterli elemanı yok, gerçekten gitmem gerek."

 

İç çekti. "Öyle olsun," dedi şüpheli bakışlarla. Sanki ne yapacağımı bilirmiş gibi.

 

Hayır. Bilemez.

 

Taksi bildirimini alınca mutfak koltuğunda dinlenen Nimet Ablaya selam verip kapıya ilerledim. Kapıyı açmamla birlikte ıslanmış toprak kokusu yüzüme çarptı. Ben bununla sarhoşken Savaş son kez, beni kendisine çekip sertçe öptü. Zorla kendimden ayırıp bir şey demeden bahçe kapısının dışında bekleyen taksiye geçtim.

 

Birkaç dakika sonra telefona gelen mesaj sesini duyunca çıkardım. Mesaj Savaş'tan.

 

Akşam görüşeceğiz.

 

Hiçbir açıklaması olmayan iki kelimelik mesaja ne diyeceğimi düşünürken, numaranın hâlâ isimsiz olduğunu fark ettim. Geri döndüğünden beri bu numaraya telefon rehberimde isim vermemiştim. Korku, kendini koruma iç güdüsü insana garip şeyler yaptırıyor. Güvenebilir miyim? Güvenip numarasına bir ad verebilir miyim? Sonra bize, bize de bir ad verebilir miyim?

 

Savaş. Hayır, sil. Hayırsız. Olmadı, sil. TAKIM ELBİSELİ PİSLİK. Evet işte bu, kaydet.

 

Belki zamanı gelmiştir, bir adımızın olmasının.

 

Yüzümde gülümseme belirirken, panelime başka bir mesaj düştü. Tanımadığım bir numaradan ve gülümsemem içerikle birlikte yok oldu.

 

Bilinmeyen Numara: Demek yola çıktın ama artık yolun sonundasın. 2

 

Bilinmeyen Numara: Savaş Akduman'la ne yaptığını biliyorum. 1

 

YAZAR, ELİSYA ROYAL

 

ـــــــــــــــﮩ٨ـ❤️ﮩ٨ـﮩﮩ٨ـ

 

Bölümü oylamayı unutmayın ölüm perilerim. 1

 

Duyuru, kesit şeyleri için instagram, elisyaroyal

 

Twitter, ElisyaRoyal

 

WhatsApp Kanal, ELİSYA ROYAL






























 

 

 

Bölüm : 07.02.2025 21:09 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...