
Savaş Akduman için; 🍷
Nüket Kozcu için; 🌹
Keyifli okumalar, Ölüm Perilerim 🩷
61. BÖLÜM | İLK KALP ATIŞLARI
Nüket Kozcu: Kimsin sen?
Kafamın içinde başlayan dırdırcı panik mideme oturmuştu, midemin alt üst olmasının başka açıklaması olamazdı yoksa. Derin nefeslerle kendimi sakin tutmaya çalıştım. Sakin olmalıydım.
Ekranın diğer tarafındaki kişiye sanki tanıyormuşum gibi attığım senli kelimeler yarım saatten fazla olmasına rağmen cevaplanmadı. Beni baskıya boğduktan sonra cevap alamamak son derece iğrençti. Beklemek, bilememek, tehlikenin boyutunu kestirememek. Sanki ekranın öbür tarafınfa hadi kim olduğumu kendin bul aptal, diye alay edildiğim hissine kapılıyordum doğrusu. Ya da belki hadi ben söylemeden önce biraz daha meraklan... Kıvran hatta biraz da.
Evet, kesinlikle ekranın diğer tarafından zevkle alay ediliyordum; korktuğumdan.
Yoksa kimse, hiçkimse bu kadar önemli bir konu hakkında mesaj atıp bu kadar sessiz kalamazdı.
Kütüphaneye girdiğimden beri kafama üşüşen bu düşünceler yüzünden başım dönüyordu, düşüncelerimin işkence etmelerine engel olamıyordum.
Ellerimi yıkadıktan sonra masama geçip nemlendirici spreyimi çıkararak dalgınca elime sıktım, ellerime yedirirken etrafı kontrol ediyordum. Buradan biri olabilir miydi? Yok canım, daha neler? Sena? O olabilirdi elbette, her şeyi biliyormuş gibiydi zaten ki bugün ne olursa olsun onunla görüşüp yaptıkları hakkında konuşmayı kafaya sokmuştum.
Kütüphaneye alelacele gelmemin nedeni de buydu, Savaş'ın yanında kalmayı buraya gelmekten daha çok isterken.
Yaz tatili sonlanıp da kütüphanede iş başı yaptığım ilk gün tatilini uzattığı yönünde bir söylenti dolaştı tüm kütüphanede, söylenti kim tarafından ortaya atıldı muamma ki ben o gelene dek bekleyecektim de esasen fakat bir hafta önce müdire gelip onun işinin sonlandığını, çünkü işi bıraktığını burada çalışmayacağının bilgisini yerine geçecek kişiyi tanıtarak resmi ağızdan verdiğinde, ortada tuhaf şeylerin olduğunu anlamıştım.
İşini aksatmayan, izin yapmayan, masasını bir kez bile terk etmeyen Sena, iş mekânına bağlı olan tiplerdendi. Bayram günlerinin ilk günü dışında, diğer günler kalmaya gönüllü oluyordu. Yıllardır buradaydı, herkes gelip geçmişti. O hariç. İşten çıkan birini duyunca korkudan nasıl titrediğine kendim şahit olmuştum gözlerimle.
Onun işten ayrılma durumunu kuşkulu hâle getiren de buydu, çıkarıldığını söyleselerdi kuşku duymazdım ama bu... Şüpheli işte.
Tabii tüm bunlardan önce beni ilgilendiren kısım bu kadının beni, hayatımı neden böyle takıntılı hâle getirdiğiydi. Beni giyim kuşam, saç ve makyaj olarak taklit etmeye duyduğu takıntı inanılmaz rahatsız ediciydi elbette, kim rahatsız olmaz ki? Herkes rahatsız edici bulur. Tavırlarımı, konuşmamı da öyle. Etrafımda bunu yapan kişiler hep olmuştu ne de olsa. Bazıları taklit edilirken, bazıları ederdi.
Ancak bir dereceye kadar buna aldırma diyebilirim kendi kendime. Hayatımın içine tüm yabancılığıyla dalma hakkını nerden alıyordu? Kafasının içinde yaşadığı neydi ki Savaş'la yansımammış gibi buluşacak kadar ileri gidiyordu? Bunu öğrenmeliydim.
Ve öğrenecektim de. Bugün.
Ne olursa olsun.
Bir haftadır müdireden Sena'nın adresini almaya çalışıyordum, kadın çalışan bilgisi gizlidir diyerek inatla reddetmişti. Bahane üretmem ya da ısrarcı olmam, her ikisi de etkili olmamıştı. Bunun üzerine ben, biraz isteksiz olsam da -başka seçeneğim yoktu- durumu kendisine anlattığım Esin'le adresi almak için plan yapmıştık. Sağ olsun itiraz etmemişti, kız gizli kapaklı işlere doğuştan hevesli olanlardan biriydi.
Esin yanıma geldi. "Her şey hazır, en zoru da müdire," dedi, kendine has bezginlikle. "Kadın soğuk nevalenin teki, güldüğü bir şey var mıdır bilmem."
Bileğimdeki saate baktım, kütüphanenin henüz kalabalıklaşmadığı saatlerdeydik. "Soğuk olması onun da bir kadın olduğu gerçeğini değiştirmiyor," dedim. "Onu ilgi duyacağı sohbete çekmek yeterli."
"Nasıl oluyormuş o?"
"İster soğuk nevale olsun, ister buzlar kraliçesi fark etmez; bütün kadınlar saç, makyaj, kıyafet konuşmaktan hoşlanırlar. Sadece hangisine daha ilgili olduğunu bulmamız gerek o kadar."
Yerimden kararlıca kalktım. Sonra birlikte kütüphanenin personel odasına geçtik. Bugün Esin'in doğum günüydü. Bunu bir bahane olarak kullanmaya karar vermiş ve personel odasına tüm çalışanların orada bulunmaktan zevk alacağı masayı kurduk. Doğum günü kızı olan Esin, pasta ve biraz muhabetten sonra ben müdireyi oyalarken, odasına girip adresi alacaktı.
Dedim ya kız seviyordu, gizli kapaklı kısmı özellikle istemişti.
Bu yüzden o gün olduğumdan daha farklı bir kişiliğe bürünmüştüm, meslektaşlarımı gözlerinden yaş gelinceye kadar tuhaf mı tuhaf şakalarımla, tatlı alaylarımla, garip mümiklerimle güldürüyordum. İtiraf etmem gerekirse makyajlarının aktığını görünce bundan öyle zevk aldım ki aniden daha çok eğlenen ben oldum.
Özellikle yanında oturmayı seçtiğim kırk yaş üstü müdüremizle sohbetimizi ilerletmiştik ki bana, "Kuaförüm geçen sefer mahvetti saçlarımı," dedi. "Sadece basit bir kakül istedim, basit bir kakül. Ne kadar zor olabilir?"
Başımı salladım. "Bilmez miyim? Ucundan alma kavramı, bir de kakül. Berbat ötesi bıraktıkları iki mesele. Denilenin tam tersini yaparlar. Her zaman." Sesim ironik şekilde abartılıydı tabii, uyduruyordum ne de olsa. "İsterseniz bunu sizin için yaparım."
Şaşkınca baktı. "Saç kesim işlerinden anlar mısın?"
Ona döndüm. "O işler benden sorulur, hele de kakül benden daha iyi yapanı yoktur. Hakkında çok video izledim, arkadaşlarım üzerinde de denedim ayrıca; uzman oldum diyebilirim. Size nasıl bir kahkül yakışır, ne istersiniz iyi biliyorum."
İlgisini çekmiştim. "Öyle mi diyorsun yani?"
"Kesinlikle öyle." Masaya baktım, hemen hemen yeme içme faslı bitmişti. Personel yavaş yavaş terk ediyordu masayı. Esin'e işaret verip müdireye döndüm. "Şimdi bile yaparım isterseniz."
"Bugün erken çıkmak için izin almıştın ama."
Tabii ki adresi aldıktan sonra hemen çıkmam gerektiği için izni önceden almam gerektiğini akıl etmiştim. "Çıkmadan önce hallederim hemen, çok zamanımı almaz zâten."
"Burada mı? Bilmem ki... mesai saatleri içindeyiz. Hem yoğunlaşacak da birazdan kütüphane..."
Abartıya gel. Tüm kamusal alanlarda müdür ve müdirenin işi oturmaktan, iş yapmamaktan başka neydi ki?
Neyse...
Konuya odaklan, kadında açığa çıkardığın o küçücük isteğe.
Müdirenin odası daima kilitli olurdu eğer oradan bir süreliğine çıktıysa bile. Hepimiz bilirdik. Anahtarı çantasında çantasıysa oturduğu sandalyenin ucunda asılıydı.
Hızlı hareket edip odanın dışarıya bakan penceresinin önüne başka bir sandalye çektim hemen. Sprey. Saç makası. Tarak. Bir de kumaş bulmuştum şansıma. Harikaydı. Kumaşı koluma asıp düşük bütçeli kuaför edasında konuştum. "Gördünüz mü işte hazırız, böyle gelin."
Gergin, katı olmakla ünlü müdiremiz belki ilk defa gevşeyerek gülümseyip çektiğim sandalyeye oturunca masayı toplamakta olan Esin'e işaret verdim. Ben arkasına geçerek toplu saçlarındaki tokayı çıkarıp omuzlarına bıraktım saçlarını. Benden dolayı arkasına da bakamazdı. Nihayet kapının kapanma sesini duyduğumda Esin'in anahtarı alıp çıktığını biliyordum.
Saçlarını sprey yardımıyla ıslarken gayet yavaş ve hoş sohbet davranıyordum. "Hiç de böyle bir yanın olduğunu bilmiyordum Nüket," dedi müdiremiz bana. "Farklısın bugün, hep sessiz sakin gelirdin bana."
"Üniversite zamanımı ve enerjimi alıyor," diye karşılık verdim. "Derslerimi bazen buradaki aralarda da yapmam gerektiği için kendimi göstermeye vaktim olmuyor pek. Vizelerimiz haftaya başlayacağından kafam rahat henüz."
"İngilizcen ne durumda peki?"
"İyi, iyi olmalıyım da zaten. Derslerimin yarısından çoğu ingilizce ağırlıklı."
"Hımm," diye mırıldandı. "Çok iyi, çok iyi."
Kesim işini bitirmeden saniyeler önce Esin geldiğinde saniyeler sonra, "İşte bu kadar," dedim. "Bitti." Aynayı çıkardım. "Kendinize bakın."
"Gerçekten abartmıyormuşsun, çok iyisin Nüket," diye iltifat etti, sesinde daha fazla iltifata boğmak ister gibiydi ama kotasını doldurmuştu bugün. Başını sağına soluna döndürüp farklı açılardan baktı. "Harika olmuş Nüket, tam istediğim gibi."
"Harika olan saçlarınız."
Müdire yerinden kalktı, çantasını alıp çıkarken Esin saçlarına birkaç güzel söz yapıştırmayı ihmal etmedi. Çıkar çıkmaz da adresi yazdığı kağıdı bana uzattı iki parmağının arasında. "Tereyağından kıl çeker gibi kolaydı, aşırı eğlendim."
"Esin çok teşekkür ederim," dedim, minnet duygusuyla sıkıca sarıldım da. "Bu iyiliğini hiç unutmayacağım, sen olmasaydın ne yapardım?"
"Lafı bile olmaz," dedi önemsizmiş gibi elini salladı ayrılır ayrılmaz. "Git hadi, neler olup bittiğini o cadının ne işler karıştırdığını ben de öğrenmeyi istiyorum. Merakta bırakma yeter. Akşam dedikodusunu döndürmesek ölürüm, bunu bil yeter."
Başımı içimi ezen bir sıkıntıyla salladım. "Akşam görüşürüz, şimdi gidiyorum."
Toplanmak için masama geçebildiğimde sonunda, rahatça derin bir nefes almaya fırsat bulmadan telefonum çaldı. Arayan Savaş'tı. Önce onun aradığı iyi olmuştu gerçi, herhangi bir terslik olup olmadığını öğrenmek için arayacaktım zaten. Terslik demişken...
Açtım. "Nüket?"
"Evet?" dedim, sesini duymanın bana iyi gelmesine hiç hazırlıklı değildim.Telefonu omzumla kulağım arasına sıkıştırırken, sandalyamin arkasına astığım yağmurluğu diğer yandan üzerime geçiriyordum. "Savaş?" Ama kısacak duraksadım endişeyle. "Kötü bir şey yok ya?"
"Yok merak etme," dedi hemen. "Sadece seni merak ettim. Evden çıkarken telaşlı gibiydin, arayıp sormak istedim."
Elbette beni merak etmesi hoşuma gitmişti. Gülümsedim. "Kütüphane yüzünden geç kalacaktım, ona telaş yaptım. Söyledim ya sana."
"Başka bir şey yok yani?" diye sordu sesi şüpheliydi. Hayır, niye ikna olmuyordu ki şimdi bu adam? "Bundan emin misin?"
Sena'nın ev adresini almam meselesinin yanında bilinmeyen numaradan gelip beni tehdit altında hissettiren o mesajı vardı. Hastaneden çıkması çok yeniydi, daha dün kendinden geçmişti arabada. Şimdilik ortaya çıkan her iki yeni durumdan da söz etmemeye karar verdim.
Çantamın askısını omzuma asarken kaşlarım çatıktı. Beni zorlaması iyi değildi. "Başka bir şey olsa ve söylemek istseydim, söylerdim Savaş." Yüzüm kızarıyordu.
"Nüket," diye seslenilince, kitap raflarının arasından yarı bedenini çıkaran Esin'e ne oldu ifadesiyle baktım. "Müdire odasına çağırıyor seni, acil olduğunu söyledi."
Endişe damarlarımda gezindi. "Neden?" İster istemez ne yaptığımızı anladı mı diye düşünmekten, dolayısıyla da gerilmekten alamadım kendimi. Telefonumun ahize kısmına avucumu kapatıp kulağımdan uzaklaştırdım. "Çıkacağımı söyleseydin ya ona?"
"Bilmiyorum ve tabii ki söyledim, çıkmadan gelip beni görsün mutlaka dedi."
"Sadece beni mi çağırdı yani?"
"Ekip olduğumuza göre şimdilik iyi haber diyebiliriz buna."
En iyi ihtimalle başka bir şey için, en kötü ihtimalle odasında kameralar falan varsa ve ne yaptığımızı anladıysa elbette bunu Esin'e yaptıranın ben olduğumu anlaması. Bir haftadır kademeli olarak artan ısrarlı tavırlarımdan sonra dahi olmasına gerek yoktu. Başımı salladım. Hayal kurmayı kes. Odasında öyle kamera falan yoktu. Sakinliğini koru.
Esin üzgünüm gibi bir yüz ifadesi yapıp kayboldu rafların arasından. Bense acaba bunu duymazdan gelip direkt çıksam mı diye düşünmeden edememiştim. Yarını da ileri süreceğim bahaneyi bulmayı da yarın olduğunda düşünsem ne olurdu ki sanki?
Telefonu yeniden kulağıma yerleştirdim. "Demek müdür odasına çağrılıyorsun," dedi, hattın diğer ucundaki ses alaycıydı. Elbette öyle. Ne yaptığımı bilmiyordu da ondan. Tek duyduğu müdürün odasına çağrılmamdı. "Birinin başı fena dertte."
"Sorma," diye alay ettim bende. "Okuldan meslek hayatına müdür odalarına eksiksiz, hep aynı gerginlikle."
"O zaman kapatıyorum," dedi. "Görüşürüz."
"Görüşürüz."
Korkunun ecele faydası yoktur gereğince müdirenin kapısına geldim ve derinden bir nefes alıp kapıyı usulca tıklattım. "Gel," diyen sesin peşisıra girdim içeri. "Beni çağırmışsınız?"
"Evet Nüket," diye karşıladı beni. "Şöyle geç."
Gösterdiği deri sandalyeye baktım. "Hiç oturmasam?" Saatime baktım. "Gideceğim yere geç kalıyorum da."
"Sen bilirsin," dedi, önündeki dosyalıktan bir zarf çıkarıp masanın diğer ucunda olan bana uzattı. "Her yıl uluslararası arenada kütüphane görevlilerin katıldığı kongre, seminer gibi programları duymuşsundur." Başımı evet anlamında salladım. Geçen yıl Türkiye'de yapılmıştı. "Kütüphanemizden gidecek kişinin sen olmasına karar verdim bu yıl."
İngilizcemi sormasının nedeni şimdi anlaşıldı.
Gözlerim parladı. Zarfı açıp içindeki davet kartını alıp ikiye katlanmış kartı araladım. Buna inanamıyordum. "Ben..." Resmen dilim tutulmuştu. "Bu yıl Paris'te olacak."
"Ee, ne diyorsun? Birkaç gün süreceği ve haftasonu olacağından okulunu ayarlarsın diye düşünüyorum, zaten en geç iki hafta sonra yola çıkmış olacaksın."
"Evet, evet," dedim sevinçle. "Tabii ki ayarlarım."
"Yalnız bakanlıktan başka bir bildiri daha var. Pekçok ülkeden gidecek katılımcılar için kütüphane verileri derleniyor," dedi, sandalyesinde geriye yaslanıp. "Gidecek kişinin Türkiye kütüphaneleri hakkında tam donanımlı veri hazırlayıp orada sunum yapmasını istiyorlar. Diğer deyişle sâdece kütüphanemizi değil, Türkiye'yi temsilen orada olacaksın."
"Yaparım, iki hafta bana yeterli."
Yardım da alırdım. Sorun yok.
"O hâlde anlaştık."
Böylece bu harika haberle birlikte dışarı çıktım. Yağmur çiseliyordu, kaldırımları yağmur kokusu sarmıştı baştan aşağı.
Kartı çantama atarken derin bir nefes aldım ve benim için geldiğini bildiğim taksiye Sena'nın evine gitmek üzere bindim.
🍷
İşte o an gelip çatmıştı.
Taksi Sena'nın evinin önünde durduğunda yol boyunca yok saymaya çalıştığım tedirginlik hissi daha baskın parladı. Ama bu hisse yenilmeyecektim, çok korkak biri sayılmazdım ama cesur da sayılmam; ikisini yan yana içinde barındıran orta halli bir kişiliğim ben. Bahçe kapısından geçip sokak kapısına ilerlerken küçük bahçesinin bir tarafının özenli ve bakımlı olmasının aksine, diğer tarafının bakımsız olması Sena'nın karakterinin bir yansıması mıydı bilmiyorum.
Sokak kapısına ulaşıp zilini çalar çalmaz kapı Sena tarafından rahatlamama izin vermeyen bir hızla açılınca şaşırdım. Taksi sesini duyunca pencereden baktım," dedi, zihnimi okur gibi açıklama yapmaya başladığında. Benimkine benzettiği saçlarının şekline, rengineyse hala ayrı şaşkındım. "Arabadan senin çıktığını da görünce bekletmek istemedim, geçsene."
Tamam bu kadarını anlayabilirdim ama burada olmamı zaten bekliyormuş gibi son derece sakin ve doğal karşılamasını beklemiyordum, bu güne dek benden başka evine gelen başka bir meslektaşı olduğunu da sanmıyordum doğrusu. En azından beni neyin buraya getirmış olduğunu merak edip biraz şaşırması daha olası olmaz mıydı? Kafamın içi şüpheler üretmeye konsantre oldu.
Tereddütle sarılı birkaç saniyeden sonra içeri geçtim. Küçük portmantosunun olduğu antresi rengi zamanla solmuş, çiçekli sarı duvar kağıtlarıyla sarılıydı. Yağmutluğumu çıkarıp salona geçince aynı duvar kağıtlarının salonda da devam ettiğini gördüm. Ev duvar kağıtlarından oldum olası hoşlanmamışımdır, sanki evi kutuya çevirip alanı olduğundan daha küçük hale getiriyor gibiydi, özellikle zengin mobilyalarla...
Sena'nın evine girer girmez hissettiğim de bu oldu, bir kutunun içinde dolaşıyormuşum hissi... Kapının önünde gerginsem bile evin içine girdikten sonraki gerilme dışardakiyle kıyaslanamazdı. Asla. Eh beni taklit eden kadınla yüz yüze gelmek içimi ürpertiyordu. O anda buraya tek başıma gelmekle ilgili hata yaptığım hissine kapıldım.
Sena koltuklardan birine oturmam için elini ileri uzatınca işaret ettiği yere oturdum. "Çay, kahve? Ne içmek istersin?"
"Zahmet etme, gerek yok."
"Hiç zahmet olmaz, hem ilk kez evime bir meslektaşım geliyor," dedi gülümseyerek. "Bırak da ağırlayıp bu duyguyu tadayım biraz."
Ve benden gelecek başka bir itiraza fırsat bırakmadan ayrıldı salondan ve mutfaktan bilindik sesler geldi ardından. Tamam biraz sempati beslemem sorun olmazdı.
Kenardaki sehpa üzerinde bir defter vardı, çok yakınımdaydı. Ellerim alıp bakmak için karıncalandı. Ama bakmamalıyım değil mi? Pekala bakıp bakmama arasında verdiğim mücadele sonunda defteri hızla kapmamla sonuçlandı, gözlerim satırlarda oyalanırken kulaklarım mutfaktan gelen tıkırtıları takip ediyordu. Tıngırdamalarda azalma olursa hemen bırakacaktım yerine.
Garip iki, üç satırlık dağınık şiir dizelerinin not alındığı bir defterdi. Anlık duygulara göre yazıldığı hiçbir tekniğin takip edilmediği belli oluyordu şiirlerdeki kelime dağınıklıklarından. Nedense anladım o anda, onun ruhu gibi dağınık olduğunu. Ortalarında çocukluğuna dair bazı şiirler yer alıyordu. Son sayfadaki, son yazdığı şiire baktım. Toplumun geneline eleştiri yapan bir şiirdi. Ben gelmeden önce bunları mı yazıyordu?
Mutfaktan gelen sesler azalmaya başlayınca defteri yerine bıraktım, birkaç kez olduğu konumu ayarlamaya çalışarak.
Çay biraz da kurabiyenin olduğu bir tepsiyle geldi. Kurabiyeler sanki bir misafirin geleceğinden eminmiş gibi taze hazırlanmıştı, bugün yapıldığına şüphe yok. Neyse bu küçük ayrıntılar önemli değildi, bunun için değil daha önemli bir şey için buradayım bugün. "Konuşmaya nereden başlamak istiyorsun?" diye doğrudan soran Sena beni şaşırttı..
Nereden başlayacağımı düşündüm. "İşten ayrıldığını duydum," diye konuya girdim.
"Buna şaşırman garip, önceden haberin yok muydu?"
"Elbette yoktu. Nasıl olabilir ki? Tatilden döndükten sonra ayrıldığını öğrendim."
"Savaş Akduman," diyerek duraksadığında, Savaş'ın adını duymayı o kadar beklemiyordum ki onun adıyla bu iş arasındaki bağlantıyı kurmam neredeyse bir dakikamı aldı. Elbette Savaş olmalıydı, bu her şeyi daha mantıklı hale getiriyordu. Savaş'la en son Sena hakkında konuştuğumuzda neden konuyu orada bitirdiğimizi düşündüm bilmiyorum elbette kendisi kapatmadıkça konu orada sonlanmayacaktı ve sonlanmamıştı da.
"Siz konuştunuz mu?"
"Evet bir kere yanıma geldi." Sena'nın yüzü bunu söylediğinde aydınlanmıştı resmen. "Beni sorguladı." Gözleri o anın anısına dalmış gibi başka yere odaklanmıştı. Gözleri nihayet bana dönünce canı sıkılmışçasına devam etti. "Hiçbir şey alamayacağını anlayınca sessizce gitti. Sonra da işten çıkarıldığımı öğrendim zaten. Kimin neden olduğunu anlamak için dahi olmaya gerek yok. O öyle biri değil mi? Sen daha iyi tanırsın."
Haklıydı. Savaş öyle biriydi; bağlantılarının ve parasının gücünü kullanmaktan gerekli olursa çekinmezdi.
Haksızlığa uğramış bakışlarına sorgulayıcı bakışlarımı dikip, "Neden onunla görüştün?" diye sordum. "Bana benzeyerek üstelik. Onu tanımıyordun bile." Kaşlarını alaycı bir şekilde kaldırdı, sözlerimle alay eder gibi. "Tanımadığını biliyorum, Savaş nasıl karşılaştığınızı ve o ana dek seni tanımadığını söyledi bana." Bakışlarının değiştiğini görünce ısrarımı sürdürdüm meraklı bir sesle. "Neden yaptın bunu?"
"Her şey nasıl başladı oraya dönmek gerek o halde." Evet. Zahmet olmazsa. Lütfen. En çok merak ettiğim bu işin temelinin nasıl atıldığıydı zaten ama onun bu kadar hızlı itirafa başlaması beni ayrı şüphelendiriyordu. "Savaş Akduman'ı ilk kez görüşüm kütüphanedeydi, o gün bölümüme yanlışlıkla getirilmiş kitapları senin olduğun bölüme getiriyordum ki ikinizin ayrı ayrı raflarda aradığı bir şey varmış gibi bakındığınızı ama arada birbirinizle konuştuğunuzu gördüm. Normalde ilgilenmem ama sonra siz konuşmaya başladınız, yüz yüze. Jane Eyre hakkında. Başta hoşuma giden şey konuşmanızın içeriğiydi, kitap hakkında yorum yapması hoşuma gitmişti ama sonra onun gözlerini gördüm." Sesi bir anda hülyalanınca kalbim rahatsızça çarpmaya başladı. "Sana bakış şekli bir zamanlar eşimin bana bakma şekline çok benziyordu. O da öyle bakardı bana, tutkulu; sanki bakışı beni kendine hapsederdi. Öyle zamanlarda ondan başka hiçbir şey, hiçbir kimse kalmazdı. Sanki bir o, bir de ben vardık dünyada."
Savaş'ın bakışlarının üzerimde yarattığı duyguyu, bu duygunun tenimin altında statik elektriklenme yaptığı hissinin neye benzediğini biliyordum. Sena'nın tarifinden halliceydi. Onun o bakışları yok mu... Haliyle buraya kadar problem yoktu.
"Sonra onun seni öptüğünü gördüm."
Hah!
Aptal Savaş!
Onun şu yersiz, dikkatsiz, utanmaz davranışları... Her defasında bizi birilerine yakalatmanın yolunu buluyordu. Barış, sonra Beren'ın erkek arkadaşı Serhat ve nihayet dünyadan bir haber gibi yaşayan aslında hiç de öyle olmadığını şimdi öğrendiğim kütüphanemizin görevlisi Sena. Aslında şimdi öğrensem de bizi keşfedenler sıralamasının en başında Sena vardı. Kadın herkesten önce biliyordu bizi. Ah nasıl unuturum?! Bir de artık gizemli bay veya bayan bilinmeyen numaramız vardı!
Tabii bilinmeyen numaramızın ardındaki kişi Sena değilse...
Bunu sormayı istiyordum, şimdilik sonraya bırakmaya karar verdim.
"Seni öpüşü farklıydı, çok farklı." Allah'ım bu kadın... Yine sesi ve bakışı hülyalanıyordu, gerçekten beni endişelendiriyordu. İzleyip tuhaf şeyler hisseden o tür sapıklardan falan mıydı acaba? Aksi halde kim bir öpüşme gördü diye şu hale gelirdi ki? Ürperdim, tüylerimin diken diken olduğunu hissettim. "Tutkulu, hiç bırakmayacakmış gibi." Buğulu bakışlarını bana çevirdiğinde birden keskinleşti. "Çok nadir bir şeye sahip olduğunu asla anlamıyorsun değil mi?"
Son sözlerinin şaka olduğunu düşündüm ama sesinde şaka yapmadığını gösteren bir sertlik vardı. Harika. Şimdi de onun tarafından kıymet bilmez olarak küçümseniyordum. Onu deli olarak düşünüp sakin olmaya mı çalışsam yoksa yüzüne nasıl bir sapık olduğunu mu vursam kararsız kaldım o an. Sanki o kimseyle konuşmayan güvensiz, utangaç görünen Sena gitmiş yerine çok daha arsız versiyonu gelmiş gibiydi. Belki de benim bildiğim Sena aslında onun bile isteye maskelediği kişiydi, asıl Sena karşımdaki kadındı.
"Neyin farkında olup olmadığımı bilmezsin."
"Biliyorum," dedi kesin bir dille. Dilini olumsuzluğa verdiği tepkiyle birkaç kez ağzının içinde sinirli sinirli şakladı. "Nasıl oldu bilmem, sonunda ondan ayrıldın."
"İşte bilmediğin bir şey daha," dedim sinirli bir sesle, tavrı karşısında öfkemi hala tutmaya çalışıyordum. "Ondan ayrılan ben değilim." Birden kafama dank eden şeyle durakladım. "Dur biraz, sen nereden biliyorsun bizim ayrıldığımızı?"
"Sizi ilk kez birlikte gördüğüm o günden beri o her kütüphaneye geldiğinde sizi izlemek benim için bir rutin halini aldı," dedi. "Sonra o gelmemeye başladı ve sen o zamanlar kötü görününce ne olup bittiğini bilmesemde kesin olan şey şuydu; siz ayrılmıştınız."
Buraya gelirken onu konuşmaya zorlayacağımı düşünmüştüm ancak buna gerek kalmadan bana her şeyi rahatsız edici biçimde detay detay anlatıyordu. Bizi izlediğini biliyordum tabii ama bunları onun ağzından da duyup teyit etmek tenimden buz gibi bir ürpertinin geçmesine neden oldu. Üstelik zihnimin derinlerinde gizlenen kötü anılarımı da kışkırtıyordu.
Ben diğer soruyu soramadan o, "O gelmeyince özledim Nüket," dediğinde korkuyu iliklerime kadar hissettim, yüzünde bambaşka bir ifade vardı. "Onu çok özlüyordum."
"Sa... Savaş'ı mı özledin?" Olacak iş değil, sözleri deli saçmasından ibaret. Bunu bana nasıl derdi? "Neden onu özleyesin ki? Onun seninle en ufak ilgisi bile yokken?"
"Sizi izlememin nedeni başta sen değil, Savaş'tı. Onun sana bakışı, ilgisi öyle hoşuma gidiyordu ki..." Yüzü ekşidi. "Ama olağanüstü o bakışları sen alıyordun, muhteşem ilgisi yalnız senin içindi. Bir süre sonra bu beni değiştirdi. Eve döndüğümde sen gibi davranıyordum, senin tavrını tarzını anlamaya çalışıyordum. Seni taklit ederek hayallerimde onunla birlikte olabiliyordum."
Kelimenin tam anlamıyla nutkum tutuldu.
"Sonra bir anda hayallerimden gerçeğe geçtim; senin saçlarının rengi ve şekli, giyiniş tarzın, gülüşündeki ses tonu, jestlerin ve mimiklerin... Sen onun beğendiği kızdın. Bu kendi başıma yaşadığım olaydı, başta evime gider ve sen olurdum. Sonra o gelmemeye başladı ama yine de sen olmaktan hoşlandığımı fark ettim." Her kelimesi zihnimin duvarlarını tırmalarken, hayretimi kabartıyordu. "Sabahları senin bedeninde uyandığımı hayal etmek hoşuma gidiyordu. Onu özlediğimdeyse görmeye gittim. Beklediğim gibi sana benzemek işe yaradı. Benimle konuştu. Bunun için bana kızdığını biliyorum ama senin bir benzerin olarak yanına gitmeseydim, onunla konuşamazdım."
Öfkem tasmasını parçaladı. "Bu çok hastalıklı. Sen normal değilsin."
Burukça gülümsedi. "Öyle olduğunu kabul ediyorum ama kimseye zarar vermedim değil mi?"
"Bu birinin alanına izinsizce dalmak," dedim allak bullak olmuş bir ifadeyle. "Daha fazlası hatta."
Ona kişisel haklarımdan salık vermek, davranışlarının etik alanında dolanmak istiyordum ancak gözlerine bakınca sanki boşu boşuna konuşuyormuşum gibi hissediyordum. Umursamaz ve yer yer eğleniyormuş gibi görünen ciddiyetsiz gözlere karşı bir şeylerin yanlış olma niteliğinden pek söz edemezdiniz muhtemelen.
"Artık böyle şeylerden söz etmenin anlamı yok." Bu kadın beni daha ne kadar hayrete düşürebilir diye düşünürken birden ayağa kalktı. "Sana göstermek istediğim bir şey var," dedi. "Beni takip et."
Henüz söylediklerinin hiçbirini sindirememişken kafamın içi insafsız düşüncelerle kaynarken yerimden kalkıp ayaklarımın üzerine dikilmem zordu ancak Sena kalkıp kalkmadığımı kontrol bile etmeden mutfağa girdiğinde kendimi zorlayarak ayağa kalktım. Tahmin ettiğim gibi dizlerim beni taşımakta zorlanıyormuş gibi titriyordu. Kalbim öyle hızlı çarpıyordu ki göğsüm acıyordu.
Mutfağa girdiğimde onu yuvarlak mutfak masında otururken buldum. Arkasından geldiğimden ancak yanına yaklaşırken önünde, ellerinin altında fotoğraf albümü durduğunu gördüm. Bir şey demesine gerek kalmadan beni taşımakta güçlük çeken ayaklarımı biraz olsun dinlendirmek için bir sandalye çektim, dirseğimi kaşıyarak oturdum. "Bana göstermek istediğin şey nedir?" diye sordum tek düze bir sesle, dikkati tamamen albümdeydi.
Az önce neleri itiraf ederek konuştuğunu bilmesem şu görünüşüyle onun tamamen normal biri olduğunu düşünürdüm.
Ama değildi.
Delinin tekiydi.
Bunun teyidini Işıl'dan alacaktım mutlaka.
Albümü iki eliyle önüme kaydırdı. "Bir fotoğraf albümü hazırladım, baksana." Bunun gözleri neden ışıldıyordu ki? "Bu kadar korkak olma, buradayken korku seni komik yapıyor. Korkuya buraya gelmeden önce kulak asmalıydın, korkmanın durumumuza bir faydası yok." Evet o kesinlikle delinin tekiydi ancak yine de şu kısa zamanda sanki olan biten her şeyi korkmadan öylece kabullenmiş gibiydi. "Haydi. Seveceksin."
"Hadi canım?" Alayıma karşılık bakışları karardı, bu ışıldayan bakışlardan daha kötüydü.
Gözlerim albümle onun arasında gidip gelirken şüpheli bakışlarım üzerindeyken kapağını açtım ve onun fotoğrafını gördüm. Ne yalan söyleyeyim rahatladım da biraz. Onun kıymetlisine dokunurmuş gibi tutuşu beni germişti. Bu tuhaf bir şey görmemekten daha iyiydi değil mi? Elbette öyle olmadı çünkü ikinci sayfayı çevirdiğimde kendimi gördüm. Ellerim titremeye başladı bugün bir daha ellerimin titremeyi bırakacağını sanmıyordum.
Sonraki sayfada Savaş ve ben vardık. Anılar buharlaşarak düşüncelerimin arasında sızdı. Resimler Savaş'ın kütüphaneye geldiği zamanlardan kalmaydı.
Çalınmaydı ya da.
Anlarımızdan çalıp dondurduklarını saklamıştı.
"Senin ve onun mimiklerini fotoğraflamak yaptığım en akıllıca şey." Parmakları Savaş'ın olduğu fotoğrafa uzanıp onun yüzünde gezindi ve ben bir an neye en çok kızgın olmalıyım karar veremedim. Neredeyse ellerini onun üzerinden çek diye bağıracaktım çünkü gözleri berrak bir ayna gibiydi ve her şey açık seçik görülüyordu; Savaş'la özel bir bağ kurmuştu. "Böylece seni taklit etmek, onu hayal etmek çok daha kolay oldu."
Bu kadın öyle böyle değil, cidden büyük deliydi.
"Şuna bak," dedi bir fotoğrafa geldiğimizde benim resmimde duraksayarak. "Çok perişansın burada." Perişanlığımın nedenini biliyordum, bana fırsat vermeden kendisi ekledi. "Ondan ayrıldığını anlamıştım, mutsuz ve sessizdin. Uzun süre kendine gelememiştin. Konuştuğunda bile o sıralar sanki sesinden acı dökülüyordu. Evet diye düşündüm, Savaş Akduman'dan ayrılmak böyle bir şey olmalı." Elini elimin üzerine teselli eder bir dokunuşla yerleştirdi. "İnan kalbimden aynı acıyı duydum." Bana üzüldüğünü düşünerek neredeyse sempati duyacaktım ama Sena bunun böyle olmadığını bakışlarından kelimelerine belli etti. "Sana çok kızdım, onu idare edemedin ve kaçırmıştın mutlaka elinden."
Bana boğacak gibi bakıyordu. "Ayrılmamızda onun suçu olabileceğini hiç mi düşünmüyorsun?"
"Hayır," dedi kesin bir sesle. "O sana tapıyordu."
Küflü kafasının içinden uydurduğu şeye hayret etmemek imkansızdı.
"Bana taptığı falan yoktu, hiçbir şey bildiğin yok senin."
Bizimkisi yatak arkadaşlığıydı.
Yatak!
Bizim gerçeğimiz buydu işte.
Şimdilerde midemi bulandıran, uzak bir geçmişin anısı gibi tüylerimi diken diken eden bu gerçeği ona açıkça söyleyemezdim elbette.
"Tapıyordu," dedi aynı kararlılıkta. "Genç ve aptalsın, onu göremeyecek kadar körsün. Ancak tapınmak isteyecek bir erkek öyle bakar."
"Onunla tanışman onu tanıdığın anlamına gelmiyor."
"Çoktandır tanıyorum."
Onunla anlaşmak imkansızdı, kendini inandırdığı bir hayat vardı kafasının içinde. Çevirdiğim her sayfa içimdeki öfkeyi fokurdatıyordu. Fotoğraflar bizim anılarımızın sırasına göre dizilmışti, sonlara doğru Savaş'la benim bir aradaki fotoğraflarımız ikimizin tek başımıza olduğu zamanlara geçmişti. Onun şirketinin dış çekimleri hatta onun şirkete giriş yaptığı anlar bile vardı.
"Sen... sen bizi takip mi ediyordun?" diye sordum inanamayarak.
"Ah hayır, gizli çekim yapmak için bu işten para alan insanlar var, onlardan birini tutmam yeterli oldu." Durakladı. "İşim varken her an nasıl takip ederim sizi."
Şaşkınlıktan soluğum kesiliyordu; itirafınlarının içeriğinden ve konuşurkenki o endişesiz rahatlığından...
İsimsiz bir dehşetle dolarken, "Tamam, bu kadar yeter," diyerek ayağa kalktım. "Bu delilik, bu sapkınlığa daha fazla katlanamayacağım." Aklımda sadece hızlıca sonuca varıp buradan çekip gitmek vardı. "İşten çıktın..." İmalıca baktı. "Çıkarıldın ya da. Herneyse. Artık birbirimizi görmemizi gerektirecek hiçbir şey yok. Bunu burada bitirelim, bitir Sena." Seslice nefes aldım. "Fotoğraflarımın sende olmasını istemiyorum. Albümün içindeki fotoğrafları bana ver bitsin ve konuyu sonsuza kadar kapatalım. Senin için en iyisi bu olur. Yoksa..."
Ben duraksayınca, "Yoksa?" diye devam etti.
"Yoksa her şeyi ona söylerim, senin için daha kötü olur."
"Savaş'a mı?" Yüzü duyduğuyla aydınlanmıştı. "Bu albümde emek ve para yatıyor."
"Para mı istiyorsun?" Nedense bunun en kolay şey olduğunu düşündüm o an. Para istemesi bu işten ucuz kurtulmak olurdu.
Dudakları bir gülümsemeyle kıvrıldı. "Savaş'ı."
Afalladım. "Efendim?"
"Savaş gelip beni bir kere öperse." Parmakları albümü karıştırdı, aradığını çabuk bulacak kadar hangi fotoğrafın nerede olduğunu biliyordu. Defalarca bakmış, hala bakmaya devam ediyor olmalıydı. Parmağının üzerinde durduğu fotoğrafa baktım Savaş'ın beni öptüğü karelerden biriydi. "Seni öptüğü gibi ama. Fotoğrafları sana vermeye ancak bu şekilde ikna olurum."
Niyeti sadece alay etmek miydi bilemedim, yine de... kıskançlık göğüs kafesimi infilak ettirecek kadar şiddetli patladı içimde. Öyle bir sıkılmışlık hissettim ki sanki kaburgalarım kılıç olmuş kalbime batıyordu sivri sivri. "Deliliğinin hiç sonu yok gerçekten." Albümü hızla kaptım. "O zaman böyle halledeceğiz." Tonlamama büyük bir hiddet karıştı. "Öpüşmeyi unut, ona dokunmana bile iznin yok."
Sena da hızlıydı, bir delinin gücünde ve hızında. Her şey takip edemeyeceğim kadar da hızlı oldu. Albüme uzandı, ben vermek istemeyince tüm gücüyle itti. Sırtım arkamdaki mutfak dolabına kaydı, etimi sıyırdığını sırtımın ılık ılık nemlendiğini duyumsadım. Sena üzerimden tezgaha uzanıp oradaki bıçaklıktan bir bıçak kaptığı gibi ucunu boynuma dokundurana dek yaklaştırdı. Gözlerim dehşetten donuklaşırken korku bedenimde elektriklendi.
O anda ölümle aramada hiçbir şeyin, hiç kimsenin olmadığını panikle fark ederek nefesim kesildi. Az önce deli olduğunu düşündüysem bile şu an gözlerindeki bakıştan, yüzündeki çarpılmış ifadeden gördüğüm deliliğin yanından geçmezdi bile. Korku bir sel gibi ani geldi üzerime. Bıçak hemen boyun damarımın üzerine konumlanmıştı, tek hareketine bakardı etrafı kana boğması. Ağır ağır yutkunduğumda tüm kelimeler boğazımda tıkandı.
Önce onun konuşmasını bekledim.
Sena başını salladı. "Kimse, kimse hayatımı benden alamaz," dedi, bir eli bıçağın sapına yapışırken diğer eli albümü benden sıkı sıkıya göğsünde koruyordu. Öldürme arzusu gözlerinde, koruma arzusu ellerindeydi. "Seni öldürürüm, gözümü tek saniye bile kırpmadan. Yemin ederim yaparım."
Yapmayacaktı ama canı pahasına korumaya aldığı albüme dokunursam... Yapacaktı, dediği gibi gözünü kırpmadan hem de.
Birimizin av, diğerinin avcı olduğu gözlerimiz dikkatle birbirine tutundu.
"Tamam," dedim kendimi sakinleştirdikten sonra onu yatıştırmaya çalışarak. Hırçınlaşarak bir delinin üstesinden gelemezdim. "Sende kalsın, onu almaya çalışmayacağım. Şu bıçağı çek artık olur mu?" Sena kıpırdamadı, gözlerinde sabitlenmiş aynı kızgınlıkla bana bakmaya devam ediyordu. Kafasında ne yapıp yapmayacağını bitirmemiş olabileceğinin şüpheyle karışık korkusu düştü içime. Bıçağın soğukluğu tenimde titreşirken, "Ben... birilerinden habersiz gelmedim buraya," dedim. "Sana geleceğim biliniyordu, bana zarar verirsen bundan kurtuluşun olmaz Sena."
Yavaşça çekti ama tamamen uzaklaştırmadı. Kendisi birkaç adım uzaklaştı, bıçaklı kolu hala bana uzanmış duruyordu. "Git evimden, bir daha sakın gelme. Yoksa yarım bıraktığımı tamamlamakta tereddüt etmem."
Bıçağından kurtulan boynumu ovalarken başıma tamam anlamında salladım. Tek kelime daha edecek hal kalmamıştı, bakışlarımı ondan ayırmadan çıkıp salona gidip eşyalarımı aldım ve evinden çıktım. Sokak kapısından, bahçe kapısından nasıl çıktığımı anlayamadım bile. Yer ayaklarımın altından kayıyordu. Sanki havada süzülen, ordan oraya çarpa çarpa ilerleyen iradesi olmayan güçsüz zayıf bir yapraktım.
Bu anların her bir saniyesini göğsümden söküp atmak istiyordum.
🍷
Sena'nın evine yaptığım bir saatlik ziyaretin sonuna gizem gerilim filminin karelerinde dolaşmış gibi geldikten ve evinden aceleyle çıktıktan sonra durdurduğum ilk taksiye bindim.
Şoför nereye diye sorduğunda hemen yanıt veremedim. Evime gitmeli miydim? Ama şimdi olmaz. Aslında taksiye binmektense uyuşana kadar bu soğuk havada yürümeyi tercih ederdim ama öylesine korkutuldum ki Sena'nın semtinden hızla uzaklaştıracak araçta olmamın çelişkisini de yaşıyordum.
Sonunda biraz olsun sakinleşebildiğimde yalnız kalamayacağıma karar verdim, kimin yanında olmak istediğimi biliyordum. Tek başıma göğsümde yumuşatamazdım. Aklımda ya da. Savaş Akduman. Kafamın içinde onun adından bahsedildiğinde gergin mi yoksa rahatlama mı duymalıyım anlayamadım.
Sena'nın deli gözlerle anlattığı tüm sapıklık zihnimin içinde görüntüleşiyordu, sanki her yerde elinde fotoğraf makinasıyla çekmek için hazır bekleyen birileri vardı beni. Belki hemen arkamızdaki başka araç... Takip ediyordu. Deklanşör sesi kafamın içinde patlıyordu.
Savaş'ın evinin önünde indiren taksinin ücretini ödeyip büyük kapıya yanaştım. Zili çaldım ama yanıt almadım. Paranoyaklık mı bilmiyorum ama endişelendim. Büyük bahçe kapısının şifresini girdim, kapı açılır açılmaz sokak kapısına doğru koştum. Zili çaldım. Yine yanıt alamadım.
Nimet Abla öğeden sonra gelecekti. Çıkış saatine az kalmıştı, erken mi çıkmıştı? Ya da belki... Savaş yine fenalaştı, hastaneye gittiler? Dünün anıları zihnime hücum etti. Arabada birden kendisini kaybedişi, yüzüne ilişen o kül gibi solgunluk... hepsi. Telefonumu çıkarıp Savaş'ı aradım. Çalıyordu, sonuna kadar çalmasına rağmen telefon açılmadı. Bekleyişim gerginlikten korkulu panik hâline dönüşmüştü. Bir kez daha aradım. Öyle uzun çalmıştı ki yine açılmayacağını sandım ama sonunda cevapladı Savaş.
"Nüket?"
"Nerdesin?" diye sordum aceleci bir sesle bir merhaba bile demeden. "Evde değil misin?"
"Sen evime mi geldin?" Şaşkınlığını soludum. "Kütüphanedesin sanıyordum."
Durakladım. "Evet." Sığ bir nefes verdim. Bir an diyeceğim şeyi şaşırdım, ona olanları anlatamazdım şimdi. "Şey... Sen... Akşam görüşeceğiz demiştin." Buraya tek rotam burasıymış gibi düşünmeden gelmiştim ancak şimdi utanıyordum.
"Demiştim evet." Güldü. Off ne sinir bozucu ama. Yine de... Sağlıklı sesini duyduğum için biraz rahatlamıştım. "Senin geleceğini düşünmemiştim. Ben sana gelirim diye düşünmüştüm." Sağlıklı sesinin aksine şu iyi bir şey olmuş gibi hoşuna giden tonu pek sevmedim açıkçası. Sırıtkan bir tonda devam etti. "Beni çok mu merak ettin?"
Kendini beğenmiş sesine eşlik eden kendini beğenmiş bir ifade olduğunu görmeden bile biliyordum yüzünde... Sözlerini es geçtim.
Dudağımın kenarını ısırdım gergince. "Nimet abla da yok."
"Çıkmaya karar verdiğimde arayıp gelmemesini söyledim."
"Nerdesin? Dışarda başı boş dolaşmıyorsun ya?"
"Öyleyse?"
"Senin durumunda biri dün olanlardan sonra akıllanırdı." Sinirlerim Sena yüzünden bozuktu, Savaş da böyle yapınca iyice canım sıkılıyordu. "Evde kalmalıydın."
Eve geri mi dönmeliyim diye düşünürken, Savaş, "Ailemin evindeyim," diye bilgi verdi tekrar konuştuğunda. "Babamla konuşmak, onu hastalığım hakkında bilgilendirmek için. Ve tavsiyene de uydum tabii, ailem konusunda haklıydın."
Sanırım durumu az çok anlamıştım, hiç istemesem bile kesinlikle eve dönmeliydim. Ben iyi bir ruh hâlinde değilim diye ailesiyle geçirdiği zamanı -ki bunun ona iyi geldiğini düşünüyorum- bölemezdim. "Peki annene ve Beren'e de söyledin mi?"
Kapının önüne, üst basamağa oturup yan tarafımdaki duvara yaslandım.
"Ben söylemedim ama evet, ikisi de artık ne olduğunu biliyor." Ben daha nasıl olduğunu soramadan sıkıntılı, kasvetli sesle devam ettiğinde gözlerimi yumup kendimi onun art arda düşen kelimelerine, zihnimi sakin tutan sesine bıraktım. "Annem hâlâ ara ara ağlayıp duruyor. Bütün bir öğleden sonra onu rahatlatmakla uğraştım. Gözünün önünde olmamı istiyor." Eh İclal Teyze'yi anlayabilirim, ben de gözümün önünden bir an olsun ayrılsın istemezdim elimde olsaydı eğer. "Seninle konuşmak için bahçeye çıktım, Beren ve annem sanki kötü bir şey olacakmış gibi camın ardından gözlerini kırpmadan beni izliyorlar şu an." İlk çalışta açmaması bundandı demek, ailesinin yanında olmalıydı. Onların gözü önünde. "İşte bu yüzden onlara bir şey söylemek istemedim. Korkunçlar. Üstelik bir sonraki kontrole benimle gelmekte ısrar edecek derecede korkunçlar. Kaç yaşında adamım? Doktorumun odasına bütün ailemle girdiğimi düşünsene, hastalık değilse de bu utanç kesinlikle öldürecek beni."
Savaş'ın ailesinin sevgisini ve endişesini kaldıramama hâlini komik buldum. Tüyün yüreği gıdıklaması gibi hafif ve yumuşak bir hisle doldum diğer taraftan... Moralim düzgün olsa gülebilirdim bile, oysa sadece dudaklarım hüzünle kıvrılabildi.
Susmasa keşke...
Sadece dinlesem...
Biraz daha.
Ben konuşmayınca, "Neyin var Nüket?" diye sordu ve bir süre telefonun diğer tarafında bir şey söylemem için bekledi. "Nüket?"
"Hiçbir şey." Sanki görecekmiş gibi başımı salladım, hızla gelen bir ağlama dürtüsüyle. "Telefonu kapatmam gerek, taksi çağırıp eve döneceğim."
"Gitme," dedi aniden. "Madem kapıya kadar geldin, neden evde beni beklemiyorsun? Dönersen seni görmeye evine gelmeme gerek kalmaz böylece."
Kısa bir duraklamanın ardından, "Anahtarım yok," dedim. Hâlâ yanımda olabileceğini düşünmüş olmalı.
"Anladım." İç geçirdi. "O zaman evinde görüşürüz."
"Hayır." Birden fikir değiştirdim.
"Ne?"
"Hayır dedim, ben... Seni bekleyeceğim, burada."
Şaşkın soluğunu duydum. "Soğuk, havada yağmurlu üstelik... " diye başladığında, sözünü bitirmesine izin vermeden, "Bekleyeceğim," diye yineledim kararlıca.
Çünkü eve gidemem.
Anla işte.
Savaş Akduman gerçekten anladı. "Peki öyleyse, gecikmemeye çalışacağım."
Telefonları karşılıklı kapattığımızda bir süre olduğum yerde donuk bir ifadeyle kıpırtısız kaldım. Yeniden Sena'nın evinde buldum kendimi, söyledikleri tekrar tekrar yeni baştan kafamın içinde dönmeye başladı. Sözleri, utanmaz itirafları, beni itişi, beni bıçakla tehdit edişi...
Düşündükçe kalabalıklaşıyor kafamın içi; tıklım tıklımdı. Düşüncelerimin ağırlığından kurtulma isteğiyle çantamın içinden kırmızı kulaklıklarımı çıkarıp müzik listelerimden birini açtıktan sonra yerimden kalktım, can sıkıntısıyla daha önce hiç yapmadığım bir şeyi yaparak evin çevresini, bahçeyi dolaşmaya başladım. Sararmaya başlamış ağaçlar, kurumuş çiçekler... Yazın burasnın daha güzel olduğundan eminim.
Yaz mevsiminde görme şansım olmamıştı.
Bazı şeyler bittiğinde bazı şeyler hiç görülmezdi.
Hava kararmış ama henüz zifiri karanlık değildi. Ancak hava kırk dakika kadar sonra bir anda bozmuş kara bulutlar gökyüzünde iyiden iyiye yoğunlaşmış homurdanmaya başlamıştı sık sık. Çok geçmeden yağmur başladı.
Müzik sesi kafamın içindeki kalabalıkla birleşince başımı ağrıtmıştı, çıkardım kulaklığı ve yağmurun sesini dinledim. Hava durmadan soğuyor sanki, yerimden kıpırdamadan sadece onu bekliyordum yine de. Geldiğinde geçecekti bu his değil mi?
Nihayet büyük kapı açılınca onu gördüm, oturduğum yerden kalktım. Bana doğru büyük adımlarla gelirken en azından biraz gülümsemeye çalıştım ama dudaklarım hiç oralı olmadı.
Omuzlarım hem yaşadıklarımdan hem de yağmura yakalandığından düşmüştü. Bu halimle yeterince dikkat çekiyor olmalıyım ki Savaş kaşlarını çatarak, "İyi misin sen?" diye sordu basamağı çıkar çıkmaz.
"Hı hı, evet," dedim, yanıma geldiğinde. "Sadece üşüdüm biraz."
Anahtarıyla kapıyı açıp içeri girdiğinde, hemen peşindeydim. Yağmurun kokusunu taşıyan yağmurluğu ve çantamı tembelce çıkarıp girişe astım. Ve giriş aynasında saçları ıslanıp karman çorman olmuş, yüzü solmuş, ifadesi kasvet yüklü başka bir kendimle karşılaştım, direkt iyi misin diye sormasına şaşmamalı.
Saçlarıma biraz çeki düzen vermeye çalışırken, "Neyin var, ne oldu?" diye üsteledi. Arkamdaydı, aynadan beni görüdüğü gibi ben de onu görüyordum. "Kötü bir şey mi oldu?"
Belki burada olmamdan, belki dışıma dek yansıyan ruh halimden beni olduğu gibi görüyor düşüncesine kapıldım. Arkama dönmeden, "Buraya gelmeden önce Sena'ya gitmiştim," diye itiraf ettim, aynadan gözleri gözlerimi yakaladığında. "Onun evinden geldim buraya."
Yanından geçecekken kolumu kavradı. Yüzü, bakışı sertleşmişti. "Ona gittin."
Onunla yüz yüze geldim, benim ifadem de tepkisinden etkilenerek sertleşti. "Sena'ya ne yaptığını bana söylemedin."
"Söylenecek bir şey yoktu, hayatında değil artık. Sorun olan kişi yoksa artık sorun da yoktur. Bir kez olsun olduğu gibi bırakamaz mıydın? İlla karıştırman mı gerekiyordu?" Her kelimesinde sesi demir gibi katılaştı.
"Sorun yok sanıyorsun, o kadın... Sana abayı fena yakmış."
"Ne olmuş?" Hiç etkilenmedi. Biraz bile aldırmadı, sadece yüzü hafiften ekşidi. Elbette ekşir. Konu aşk'sa. "Umurumda değil."
"Ne okursa olsun mu? Ne yaparsa yapsın mı? Her şeyi hallettiğini sanıyorsun ve her şeyi halledebileceğini." Sinirlerim gergindi. Savaş bana anlamsızca bakarken kelimelerimin arasında tökezlediğimi hissettim. "O... parasını verip tuttuğu birine takip ettiriyormuş bizi. Seni Savaş, seni. Bir albüm dolusu fotoğraflarımız var kadının elinde."
"Ne?" Durumdan rahatsız olduğunu belli eden çatılma kaşlarına oturdu. "Gördün mü peki?"
"Görmedim, gayet rahat bir şekilde bana kendisi tarafından gösterildi," diye yanıt verirken, zihnim beni yeniden Sena'nın mutfağına çekince kaygıyla titredim. "Bana öylesine çılgınca şeyler söyledi ki hâlâ hazmetmiş değilim. Çekincesi, utanması yoktu. Bu onun için normaldi, tamamen normal."
Kadın sezdirmeden ilişkimize dahil olmuş, kendini bizim bir parçamız yapmıştı bir kez bizi kütüphanede birlikte görüp bir kitap üzerinden konuştuklarımızı duydu diye. Hiçbir şeyi kafasının içinde yaşamamış bunu dışarı da taşırmıştı. Hayatımda bu türden takıntıya hiç rast gelmediğimden, duymadığımdan bu olayın üzerimde yarattığı dehşet çok daha keskindi.
Aklıma devamlı birinin takip edebileceği fikri geliyordu, ediyordu da belki. Bana son gösterdiği fotoğrafı ne kadar hatırlamaya çalışırsam çalışayım anımsayamıyorum. Kafamın içi karman çormandı. Buna devam edip etmediğini ona hiç sormadım. En azından bunu sormalıydım. Elinde onu bıçakla, gözlerinde katıksız bir öldürme arzusuyla görünce tek düşünebildiğim o anda oradan kurtulma önceliği olmuştu. Kendimi zavallı kurbana onu kötü katile dönüştürmemek için.
İleri gidersem, ileri giderdi...
Savaş, "Haydi," diye düşüncelerimin arasına dalınca irkildim. "Salona geçelim de otur. Şu hâline baksana, yüzün iyice soldu."
Siniri bir anda geçmiş gibiydi, sesindeki ılımayı ve şefkatli havasını kaçırmadım. Ben salon koltuğuna yerleştiğimde Savaş da konuşmadan tekrar, bana bıraktığı on dakikalık zaman diliminden sonra elinde iki kadeh şarap ve şişesiyle yanıma yerleşti. "Biraz iç, ihtiyacın var," dedi birini önüme bırakıp. "Üşümüşsün, kahve de iyi olurdu ama bana kalırsa rahatlamaya ihtiyacın var."
Gözleri titreyen ellerime dokunmuştu, hemen gizlemek için kol yenlerimin içine alsam da artık bir faydası yoktu ancak soğuk havadan mı yoksa yaşadığım şeylerden mi titriyordum bilmiyorum.
Bir an bakıştım kırmızıyı giyinmiş kadehe sonra bacaklarımı koltuğa kaldırıp bağdaş kurdum ve kadehi iki elimle kavradığım gibi ağzıma diktim. Öylesine susamışlık hissetim ki ilk yudum ağzımda salınırken, sanki günlerdir sıvı tüketmemiş gibiydim. Boğazımdan geçişi gürültülü ve tutkulu meyve suyu içenlerin rekalmalarından da halliceydi. Damarlarımda gizlice delilik mi dolaşıyor? Delilik? Hayır deliremem. Deli olan Sena'ydı. Sena. Ben değilim.
Boşalan koca kadehi gürültüyle sehpaya bırakıp, "Bir tane daha istiyorum," dedim kolumun tersiyle ıslanan ağzımı silerken.
Buradaydım evet. Ama kendimi hâlâ iyi hissetmiyordum. Sena'nın evinde bana dadanan huzursuzluk, şehrin bir ucundan ötekine, caddeden caddeye geçerken ve nihayetinde bu eve gelmemle peşimden gelmişti; hâlâ içimde geziniyor. Savaş'ın yanında olmak bunu değiştirememişti.
Buraya geri dönüş arzumu huzursuzluk ve kaygının bitecek olmasına bağlamıştım ama Sena'nın kendisi, sözleri, deli deli bakan bakışları benimleydi.
Yüzüne bakmadığım Savaş, "Rahatla diye verdim, sarhoş ol diye değil," dedi, sesinde gezinen temkini duydum. "Neler olduğunu anlat bana, Nüket."
"Bir tane daha içmek istiyorum," dedim, evin sıcak olmasından mı alkolün kanıma karışmasından mı bilmem, sıcakladım. "O zaman konuşacağım." Savaş diretmedi. Bir kadehin tamamını bitirince kendimi konuşmaya daha hazır hissettim. "Onu," dedim, adını bile anmak istemiyorduim. "Çalıştığı yerden etmene rağmen senden çekincesi yok ki kütüphane kutsal mabedi gibi bir şeydir onun."
"Belki sen öyle olduğunu sanıyordun, belki kütüphane onun mabedi olmamıştı hiç." Ona şaşkınca baktım. "Yaşam ne tarftan baktığımıza göre açısı değişen, değişken yanılsamalardan ibarettir."
Yeniden önüme döndüm ama yeni bilgi kırıntısıyla. O bizi kafasında bambaşka yere koymuştu. Ama biz de her gün, her an birilerine kafamızda bambaşka yerlere koyuyoruz. Onunkisi sadece sınır ihlâliydi değil mi? Sınırı aşmıştı.
"Neyse ne," dedi Savaş. "Artık meraklı bir kedi gibi onun etrafında gezinmek yok, bu mesele bende Nüket."
Adımı anladığımdan emin olmak isteyen bir tonda bastırmasına rağmen, "Onun etrafında gezinmeme gerek yok, şikayet edeceğim," dedim tok bir sesle. Elbette itiraz edeceğini biliyordum, ondan önce davrandım. "Fotoğraflarımızı alabilmeliyiz en azından Savaş. O ruh hastasında bırakamayız."
"Elinde hiçbir kanıt yok Nüket," dedi Savaş bıkkınca. "Onun sana söylediklerinden ve gösterdiklerinden başka. Oraya yalnız gittiğini tahmin ediyorum ki bu durumda şahidin de yok. Konuşmaları kayıt altına da almadın, yasal olmasa da küçük bir kayıt iş görürdü. Bu yüzden korkmuyor, bu yüzden sana söyledikleri ve gösterdikleri konusunda cesurdu. Savcılığa gitsen bile inkâr eder sıyrılır işin içinden, çok iyi biliyor. Kadınla konuşmak için gittiğimde bana gösterdiği yüzden tamamen farklıydı; kendini aptal gibi gösteren zeki bir tiyatro oyuncusu o kadın. Hafife alma."
İçerlemiş bir şekilde nefes aldım. "Ama..."
"Aması yok, buraya kadar; o kadınla işin bitti."
Başım eğildi. Konuşmalar yeniden geldi. Bir konuşmaya denk geldim ki kaşlarım orada çatıldı. Anında fark eden Savaş, "Yine ne?" diye sordu.
Dalgınca, "Fotoğrafları senden bir öpücük alırsa verirmiş," dedim, hırslandım. Orada neden yüzüne bir tane tokat atmamıştım ki sanki? Buna pişmanım. En çok buna. Hızlı olabilseydim, elinden kurtulurdum bile. Ne de olsa deli de olsa o yaşlı bense gençtim. Fakat tüm bunlardan başka beni rahatsız eden yapmayışımdaki asıl nedendi. Orada Sena'nın karşısında bile, Savaş benimmiş gibi hissedememiştim. Sanki ikimiz de bize aynı derecede yakın olmayan bir erkeğin sohbetini yapmış olma hissinden kendimi kurtaramamıştım.
Savaş'ı benimseyemeyen bir şey var hâlâ içerde bir yerde yılan gibi kıvrılıp duran. Rahatsızlık veren... Savaş benim değilse şayet, ne diye buradayım ki ben? Benim olduğu için buradaysam neden aramızda özel bağ olduğunu bildiğim hâlde bunu derinden hissedemiyorum.
Bana ne oluyor? Bir an Savaş Akduman hakkında kararlıyken diğer an neden onun hakkında karman çorman oluyor zihnim?
🌹
"İyi," dedi Savaş önemsizce. "Basit bir öpücük bunu çözecekse öperim, ancak böyle fotoğrafları alacaksak elden ne gelir?"
Savaş'ın sesinde sırıtma vardır ama ben sözlerinden açıkça irkildim. "Ne?" İçime ateş gibi bir öfke saplandığında ayağa kalktım. "Sen benimle alay mı ediyorsun? Böyle bir şeyi nasıl dile getirirsin?" Gözlerim öfkeden doldu. Nefeslerim sıklaştı. Savaş verdiğim ani ve sert tepkiye şaşırdı. "Senden nefret ediyorum."
Göğsümde balon gibi durmadan büyüyen ancak asla patlamayan bir öfke hissettim.
Belki ilk kez yavaş tepki veriyordu. Ayağa kalktı ben ağlamaya başlayınca. Bedenimi kollarının arasına almaya çalıştıkça engel oluyordum ona. "Ciddi değildim, sadece şakalaşmak istedim," dedi sakinleştirmeye çalışarak. "Böyle alınacağını bilemezdim."
Sinirlerim bozuldu.
Göğsüne vurdum. "Böyle şaka mı olur? Şakandan memnun musun?"
"Sen böyle delirene kadar mı? Evet, fena değildi. İyi değilsin sen."
"Değilsem değilim, ne olmuş? Değilim evet. Kim iyi ki zaten? Sena değil orası kesin, sen de değilsin ve sayenizde ben de değilim. Siz ikiniz bana komplo kurdunuz kesin, beni delirtip arkamdan birlikte mi olacaktınız?" Savaş bana ne oluyor şimdi be ifadesiyle bakıyordu. Burnumu çektim. "Doğruyu söyle. Zaten benden gizli gizli onunla görüşmenden anlamalıydım."
"Ya o yaşlı kaçığın deliliği bulaşıcı, alkolu kaçırdın ya da."
Susup bunu düşündüm, haklıydı belki; delilik bulaşıcıydı ve onun yüzünden delirmiştim.
Savaş biraz olsun sakinleştiğimi görünce koltuğa oturup beni kucağına çekip göğsüne bastırdı. Vücudum göğüs kafesine dokunduğunda beni içine dek gömmesini arzuladım. "Ne vardı bu kadar alınacak?"
Hüzünle iç çektim. "Bilmiyorum." Başım çenesinin altında, boyun girintisindeydi. Nefesi ılık bir esinti gibi başımın tepesini yalıyordu. Sonsuza dek orada saklanma arzusunun sıcaklığını duyduğumda ona sarıldım.
Burası kaçıştı, rahatlıktı, huzurdu. Beni Savaş'ın yatak arkadaşı olmaya iten bu sebepler yeniden derinlerden yüzeye çıkmıştı. Ama bu kez her şey farklıydı; aynı kaçış hissi, aynı rahatlık, aynı huzuru arayış ancak yine de farklı işte.
Savaş'ın bir kolu beni sararken diğeri ensemi okşuyordu. Belki beş, belki on dakika boyunca öyle kaldık. Biraz geri çekildiğimde gözlerimin içine bakarak ilk konuşan oldu. "Beni bu kadar çok mu kıskanıyorsun?"
Biraz bozuldum. "Hayır, öyle yapmıyorum."
Savaş biraz daha kendine doğru çekip beni sıkıca tuttu ve sanki bir kalabalığın içinde duruyormuşuz gibi kulağıma tahrik olmamı amaçladığını bildiğim kısık tonda fısıldadı. "Kayıtlara geçsin diye söylüyorum; benim tek ve devamlı öpmek istediğim kadın sensin."
Ve dudakları dudaklarımı kavradı. Ilık dili dudaklarımı aralayarak ağzımın içine girip dilime doğru kıvrıldığında yaşananların büyük kısmı geriye çekildi. Üzerimdeki etkisi böyleydi işte; bütün acılarımı ve yaşananları geriye itebiliyordu.
Aklım bu gerçeği almıyordu...
Bazen.
Savaş ani bir hızla beni kucağından uzun koltuğu yatırınca saçlarım koltuğa saçıldı. Kendi de üzerime uzandı. Onun sıcaklığı altında göz göze burun buruna kalınca birdenbire gözlerindeki parıltıyı, salondaki sıcaklığı, bakışındaki niyeti fark ettim. Ve nefesim kesildi.
"Bu da ne şimdi?" Ya da daha doğru soru ne yapmak istiyorsun olmalıydı. Belki. Kurtulmaya çalıştım hesaplı hareketinden ama beni koltuğa sabitledi. Bedenim titredi.
"Bırak seni biraz rahatlatayım, oldu mu?" Savaş bedenimdeki durumu fark edip, "Baksana kaskatı duruyorsun, sanki sana kötü bir şey yapacakmışım gibi," dedi iç çekerek. "Kendini serbest bırak."
"Ben..." Tereddüt ettim. "Bilmiyorum." Gözlerindeki şehvetin beni talep ettiğini görebiliyordum.
Savaş boynumu öptü. "Kendini daha iyi hissedeceksin, söz veriyorum." Kulağımı ısırdı. "Nefes al."
Nefeslerim kesik kesikti, dudaklarımda yalancı bir inkâr dolandı. "Ben... Bunu istemiyorum."
Savaş sesimdeki zayıflığı fark etmişti ki irademle çelişen sesime aldırmadan dudakları boynumdan kulağımın dibindeki hassas noktaya uzanırken, parmakları eteğimin altına oradan giysimin lastiğinden içeri dalmıştı. İtiraz etmeme rağmen parmakları en hassas noktama dokunduğu anda dudaklarım aralandı. Kesik bir ses çıkardım ve şehvet, sıcak suyun yüzeyindeki buhar gibi ortaya çıkıp o noktadan yükselmeye başladı ağır ağır.
Beni tek bir dokunuşuyla etkilemesi uzun sürmezdi. Hiçbir zaman.
"Bırak isteyip istemediğine bedenin karar versin." Kendinden eminliği taşıyan sıcak dudakları dudaklarımı kavradığında kendi tereddütüm ve kararsızlığım onun aksine hâlâ dudaklarımda asılıydı. Savaş farkedip birkaç saniyeliğine ayrıldı. "Düşünmeyi bırak ölüm perisi, zihninin içinden ayrıldığında orada hiç şüphe kalmayacak. Rahatlayacaksın."
Haklıydı, düşüncelerime kapıldığımda geçmiş tanıdık soğuk bir hayalet gibi kulağıma fısıldamaya başlayarak içinde bulunduğum anı mahvetmekle kalmıyor yoruyordu da.
"Ve unutma Ölüm Perisi," diye devam etti Savaş, rahatlatan bir sesle. "Aramızda ne geçmiş olursa olsun, biliyorsun; benimle güvendesin. Tamamen güvendesin."
Güvende miyim sahi?
Hem de tamamen mi?
Geçmişin kaydını tutan kasılmış bedenim onun sözlerine mantığımdan daha hızlı tepki verip güvenceyle gevşedi. İrademi esnetmişti. Evet. Kötü bir şey olmayacak burada, olacak şeye zaten aşinayım, yıllar geçse de, her zaman; onu, onun vaad edebileceklerini tanıyorum. Sürükleyici. Rahatlatıcı. Gevşetici. Tutku dolu. Parmakları bacaklarımın arasında kıpırdamaya başladı, dudaklarımdaki hareketlenmeyi yeniden başlattığında.
Öylesine sert öpüyor ki dudaklarımın şişip tahriş olacağından eminim diye aklımdan geçirirken Savaş geriye doğru çekildi, belli ki ani kararla. Sinirleri hassalaşan kırmızı dudaklarım sızlıyordu. "Söyle," dedi tok ama kısık sesiyle. "Ben yokken kendine dokunduğun oldu mu? Şimdi yaptığım gibi?"
Beynim pusun içinde gibiydi. "Ne?"
"Beni hayal ederek kendine dokundun mu?" diye sordu daha kararlı bir sesle. Boynumun üzerine sert bir öpücük bıraktı. "Özlediğinde mesela beni, yüzümü, bedenimi."
Eli merkezimde hareket ederken sorusu toz bulutu gibi görünüp kayboluyordu sadece, rüzgar gibi esen parmaklar alıp götürüyordu tüm sözcükleri ama böyle yoğun anda yine de azmedip anlamaya çalıştım onu. Anladım da. Beni öpmeyi kesip bunu sormasını anlamasam da.
Savaş karmaşık bakışımdan beklediği cevabı almıştı. "Hayır mı?" Klitorisime sertçe bastırdı, yüksek sesle inledim. "Çok yazık. Sen beni hiç ciddiye almıyorsun."
Sıcak nefesi dudaklarımda gezindi. Beni tattı, dudaklarımı dişlerinin arasında kıstırdı.
"Benim seni düşünüp de tahrik olmadığım tek bir zaman olmadı," diye devam etti. O parmaklar içime girmeden, içimin etrafında oynarmış gibi yumuşakça turunu atarken. Buna rağmen ıslaklığımın sesli artışını ve yumuşadığımı hissediyordum. "Ne sıklıkla düşündüğümü bilmeni isterdim, gerçekten bilmeni. Tekrar, tekrar, tekrar."
Şehvet, tutku, dişilik arzusu... Bunların hepsini Savaş hayatıma getirmişti. O olmadığında bunlar da onunla birlikte gitmişti. Anılar aklıma geldiğinde onun parçaları olarak teker teker özlemiştim ama kendime dokunmak mı?
Hayır.
Cevap basit ama kişiseldi.
Çok kişisel.
Savaş'ın artık bir cevap beklemediğini biliyordum benden ve hayal kırıklığına uğradığını da. Onun başka açıdan çalışan beyni vardı, özlemeyi bununla tanımlama gibi. Kendime dokunmadıysam ne? Onu özlemedim mi? Şehvet geriliminin içine batmasaydım bu düşünceyi komik bulur, gülerdim. Katıla katıla hem de. Yine de düşündüm de belki... Kendimden gelen yumuşak bir iniltiyle tüm düşüncelerim durakladı.
"Ah..."
Savaş'ın parmakları içime girince aklım dağılmıştı ama aklıma tutanmaya çalışan parçam, Savaş'ın gözlerindeki o çelişkili ifadeden güç aldı. "İşte bu yüzden," dedim, nefes gibi bir sesle. Yüzüme baktı, tabii neden söz ettiğimi anlamadı, açıklamaya başladığımdaysa beni daha iyi anlasın diye önce kollarım boynuna, bacaklarım beline dolandı. Bedeninin benimkine karşı tamamen yapıştığından emin olana dek sıkıca kendime bastırdım. "Boşluk olacaktı. Kendime dokunsaydım ve gözlerimi açıp da seni şimdi olduğu gibi hemen karşımda görememiş olsaydım, şehvet benim için kasvetli hüzünlü bir şeye dönüşecekti. Zevkten çok acıya. Dağılacaktım ve sen beni toplamak için orada olmayacaktın." Gözleri gözlerime kilitlenmişti, parmakları içimde durmuştu. "Bana ne getirdiğini ve benden ne götürdüğünü anlıyor musun?"
Anlayacak mısın peki?
Bir gün.
Neden bilmiyorum cevap vermek yerine dudaklarını dudaklarıma sıkıca bastırıp öpmeye ama neyden fitil aldıysa sertçe öpmeyle katıldı dudakları dudaklarıma. Parmaklar hareketlendi. İnlemelerim ağzının içinde boğulmaya başladı.
Başımı geriye attığımda öne uzanan çenemi öptü, boynuma kaydı ardından. "Bizim için," dedi Savaş O sırada, sesi boynumda titreşti. Bedenim onunkisinin altında hızla ısınıyordu. "Bu, burası..." O da aynı durumdaydı; göğüs, kol ve bacak kasları sıcaklıyordu. "başlangıç ve bitiş."
Off... Ne diyor şimdi?
Boşta kalan elini badimden içeri kaydırıp titreyen karnımın üzerinden okşaya okşaya geçti gitti, zaten sertleşip bir nabız gibi sızlamakta olan göğsümü avuçladığında yüksek bir inilti döküldü dudaklarımdan ve saçlarını kavradım. Zihnimdeki soru uçup gitti ve tamamen cinsel hazza odaklı o an geldi.
İçimde ne varsa sorulara dair onun dokunuşu altında savrulup kayboldu.
Göğüs ucum parmaklarının arasında sertçe ezilirken bacaklarımın arasındaki parmaklar daha bir ıslanıyor, daha da gürültüleniyordu.
"Gözler," dedi uyarı tonundaki sesi şarap kadar koyu ve yoğundu. "Gözlerini açık tut."
Sert soruya hemen tepki veremedi zihnim. "Gözler," dedi aynı tonda ve aynı anda da durakladı. Kaşlarım çatıldı ama benden istediği gibi açtım gözlerimi. "Benim için açık tutmaya devam et onları, kapatma. Sakın. Bu anı kaçıramam."
Gözleri istediğini almanın hazzıyla parladı. Ve onu, iltifat olup olmadığından pek emin olamadığım bir kelime takip etti. "Nefis."
Sonrası göz kaplarımın titremesi, yorgun şekilde gevşeyen bedenimin aradığı hoş rahatlığa gözlerinin içine bakarak, kahve gözlerin içinde kaybolarak kavuşmasıydı.
Onun altında sarsılırken o sadece durdu, zevkime eşlik etti ve bedenimin titremesini göğsünde, kollarında, bacaklarında hatta kasıklarında hissettiğini biliyordum, onun için dayanılmaz bir nokta olmalıydı ki kendi boğazından erkeksi bir homurtu eşlik etti.
Tüm cinsel gerilim bedenimi terk ettiğinde çok derinlerden yüzeye çıkmıştım; nefes nefeseydim. Kendime tamamen gelmem birkaç dakikayı bulacaktı. Kirpiklerimdeki şehvetin ağırlığı yavaşça dağılırken onun bulanık görüntüsü netleşiyordu. "Geveze olmanın sana yardımı ne şöyle anlarda?" Omzuna vurdum. "Hiç anlamıyorum seni."
Vurduğum omzunu silkti. "Eğlenceli."
"Eğlence anlayışın kötü."
"Katılsaydın o kadar kötü olmadığını görürdün. Sadece..." dedi koyu gözleri yüzümün her bir noktasından geçerken, sesindeki gerilimin nedeni kendi arzusu; ona yardımcı olamayacağımı biliyordum. "...orada öylece utangaç dururken seni yükseklere çıkarmamı bekliyorsun. Bazen çok tembel oluyorsun, Ölüm Perisi."
"Bu senin göz takıntınla alakalı değil mi? İzlemeyi hoş bulduğunu sanıyordum."
"Her pozisyonunda gözlerini izlerim, o filmi asla kaçırmam. Beni küçümseme."
"Yüzümü görmesen bile mi?"
Sırıtınca nasıl bir hata yaptığımı fark ettim. "Görmesem bile," diyerek başını salladı. Ortamdaki espri havası yatıştı."Görürüm, değil yüzünü görmemek hemen karşımda olmasan bal gözlerin ne hâlde olduğunu. Dokunmasam duyumsarım seni, öpmesem bile tadını aldığımı hissederim. Hayatımda olmadığında bile tüm canlılığınla orada bir yerlerde her şeyinle belirebilirsin."
Aramızda yeni ve sıcak bir duygu dolaştı.
Yüreğime ağır bir şaşkınlık çöktüğünde asıl o an Antalya'dayken Savaş'ın dediği şeyi geç kalmış şekilde şu an, şimdi idrak ettiğimi hissettim. Hissettiğini düşündüğü isimsiz duygunun benim aşk söylemimi aşan duygular olduğuna nasıl inandığını şimdi anlıyorum. Ve bu keşfettiğim yeni çarpıcı şey yerden yere vuruyor beni.
Belki her şeyin bu anla ilgisi vardı; seks ve iş sırasında en gerçek tepkileri, büyüleyici duran doğal duyguları ortaya çıkıyordu Savaş'ın. Diğer zamanlar ve bazen diğer her şey bunun dışında kalıyordu.
Onun koyu kahve bakışları, benim bal rengi harelerime sıkı sıkıya tutundu ve bir araya gelişlerindeki sinerjiyle karışmaya başladı birbirine; sis ve duman gibi, ağır ağır. Yoğunlaşan bakışlar altında kalbim teklerken çok tuhaf bir şey oldu o an için, neredeyse kalp atışı miktarı denen hızla; sol yanından gelen hızlı bir çarpıntının göğsüme vurduğunu, beni iliklerime dek fırtına gibi sarstığını duyumsadım. Göz kapaklarım şaşkınca titreşti ve bakışlarım kalbinin göğsüme vurduğu noktaya kaydı, Savaş Akduman'ın bakışları da öyle.
Kalp atışları göğsüme vuruyordu.
Kaşları olana anlam veremiyormuş gibi huzursuzca çatıldı. Gözlerinde tuzaktan korkan evcileşmemiş bir hayvanın ifadesi oluştu.
Benim tarafımdaysa işler başkaydı, kalp atışları ve kalp atışlarım arasında söylenmemiş fısıltılar dolaşıyordu.
Sihirli bir şey oluyordu, yıldız kaydığında onu istediğim o gece gibi...
Savaş kollarından destek alarak üstümden kalkacakmış gibi ama bunun bir kaçış gibi görünmemesi için yavaşça çekildi, sonraki an bakışlarıma yakalanınca durakladı, onu kendini yan tarafıma itmesi takip etti; beni kollarının arasına çekerek. Açık açık her sorunun devam ettiği anlamına gelmiyor muydu bu? Çıkmak için kalkmayı istedim bir an gitmek için fırsat kollayan kolların arasından ama, "Bırak biraz böyle tutayım seni," diye konuştu kısık tonda. Başımın üstüne bir öpücüğün sıcaklığını bırakırken. "Bir yere gittiğim yok, sen de gitme. Asla Nüket, bir daha asla senden çekip gitmeni istemeyeceğim; aramızda her ne olursa, her ne geçerse."
Yavaşça ve sırasıyla başımdan alnıma, oradan yanağıma, nihayet dudaklarıma kondu dudakları; inanması güç biçimde hafif ama sıcak bir huzurla doluydu. Daha önce hiçbir birlikteliğimizi böyle doğal bir an ve masum dokunuşlar takip etmemişti. Bu yeniydi.
Yine aynı şeyi yapıyor. Dokunuşlarıyla söylüyor söyleyemediklerini. Onun olayı bu. Hep buydu. Dokunuşuyla tutmak istiyor beni, yanında. Garip ama kelime kelime işleyemeyeceği şeyi dokunuşları veriyordu bana. Neydi bu? Acaba ben de tıpkı onun gibi gizli dokunma bağımlısı mıydım?
Farklılıklarımızın benzerliklerimizi geçtiği anlardan biri daha, yine de ruhlarımızın bu ikisi arasında derin bir bağ, derin bir ilişki kurduğu hissine kapılmaktan alamadım kendimi. Kalplerimizin garantisi yoksa da birbirine bağlı iki ruh olabilirdik pekâlâ.
Onun bu ana masum dokunuşlar bıraktığı gibi masum sözler bırakmayı arzuladım. Kalbimin kandırmacası mıydı hissettiğim? İlkinden sıyrılamamışken, ben ikinci kez sevmek istiyordum onu. Çok yaklaşmıştım. Ona ikinci kez 'Seni seviyorum' demeye.
Sonra aramıza sessizlik girdi. Dışarda yağmurun yarattığı kargaşa yerini uğultuya bırakmasına rağmen cam duvarı tıklatan damlalar hâlâ oradaydı, yine de aramızda büyük bir şey olurken oluşan bu sessizliğe sızamıyordu diğer sesler. Yer yerinden olsa, kıyâmet kopsa da sızamazmış gibi başka zamana geçişti o an bizim için... Ayrıcalıklı ve özel.
'Belki,' diye düşündüm, zihnimde beliren binlerce belkinin arasından yeşerdi yeni düşünceler, yeni ve önemli paradigmalar. 'Belki, belki, belki.'
Belki.
Lanet ettiğin şeyi içinde taşırsın...
🌹
Buraya kendimle taşıyarak getirdiğim tüm ağırlıklar Savaş Akduman'nın kollarının sıcaklığında eridi. Kokusunda ya da.
Yirmi dakikadan uzun sürdüğünü sandığım sessizliği böldü. "Daha iyi misin?"
"Daha iyi," dedim. "Bazen tüm kötülükler, saçamalıklar beni bulsa da."
"Benim gibi birinin kollarındayken bari abartma. Benim. Kollarımdasın. Başına gelip gelebilecek en iyi şey gelmişken bir parça kıymet bil."
Güldüm. "Ne güzel. Kibrinden, egondan hiç taviz vermiyorsun. Mezarım üç kişilik olsun diye vasiyette bulun."
Güldü, yine de, "Kibir ve ego değil bu," diye itiraz etti. "Ben başarılarıyla kendinin farkında olan akıllı bir adamım, kendimi neden olduğumdan daha aşağı göreyim ki?"
"Bilmem ki, arada bir mütevazı olmak kimseyi aşağı çekmezdi mesela."
"Neyse ne. İyi şeyler de oluyor, bazıları muhteşem oluyor. Bana baktığında aklına bu gelsin."
"Evet," dedim onu onaylayarak. Olmuştu ne de olsa. "Bugün mucize gibi bir şey oldu aslında. Müdire her yıl kütüphane çalışanlarının toplandığı uluslararası bir seminere yolluyor beni. Paris'e. Hem de konuşmacı olarak."
"Sahi mi? Ne zaman olacak bu?"
"İki hafta sonra."
"Hangi konu?"
"Bu yıl, her ülke kendi kütüphanelerinden bahsedecek. Konu bu."
"Vay vay, Ölüm Perim globale açılıyor ha?"
Göğsüne vurdum. "Dalga geçme."
"Hiç geçmiyorum." Sonra şaşırttı. "Seninle geleceğim."
Kaşlarım çatıldı. "Seninle geliyorum da ne demek?"
"Ne demek olduğunu bilmiyor musun?"
"Hastasın."
"Haklısın ama bunu bu şekilde söylemen kulağa çirkin geliyor bilesin. Hastaya mı benziyorum ayrıca?"
Sözlerinin bir kısmını duymazdan geldim. "Kendini toparlamış olman ki bu hastane sayesinde oldu, dün benzeyen olduğunu değiştirmez."
"Yapabiliyorsan anneci kesiliyormuşsun," dedi, abartısına göz devirdim. "İyiyim, iki haftaya daha iyi olacağım. Hem orada yol arkadaşına ihtiyacın olacak."
"Yol arkadaşı da sen mi oluyorsun?"
"Daha iyisi mi var?"
"Ben ciddiyim, hastasın," diye ısrar ettim. "İyiyim," diye diretti. "Kontrole gittiğimde senin için doktoruma sorarım oldu mu?" Gönülsüzce ekledi. "İçin rahat etsin istiyorsan."
"Ben de yanında olursam."
"Olur tabii. Bir yanımda annem diğer yanımda sen." Serseri bir sırıtışla ekledi. "Annem bu fikre bayılır, senin en büyük fanın o biliyorsun."
Telefondaki konuşmamızın satırları zihnimi yakarken, yanaklarım ateş gibi yandı. "Anneni tamamen unutmuşum, yanında mı gelecekti?"
"Telefonda anlattım ya? Beren'i atlattım ama annem ağlama kartını kullanıp beni tuzağa çekince..." iç çekti. "Tam bir kırmızı kart. Nakavt etti beni. Ben evden çıkar çıkmaz doktoru aramıştır üstelik. Peşimi daha sonraki günler bıraksın diye bir kez tamam dedim mecburen."
"Kadınların ağlamasına dayanamıyorsun ha?"
"Bütün kadınların değil. Düşünsene benim gibi biri için felaket olur; tuzaktan tuzağa düşerdim." Biraz aşağı kaydı. Yüzlerimiz aynı hizaya gelince nefeslerimiz birbirine karıştı, onu sıcak bir öpücük takip etti. "Sadece hayatıma dokunup değiştirecek kadar güçlü olanlar."
İşte, bak. O sadece bunu dedi ama benim aklım kendimden çok başkasına, diğer kadına uzandı. Elbette anı mahvetmeyecek kadar aklı başındaydım o an. Sessiz kaldım. İnsan zihni neden kendi elindekilere bakmaksızın başka taraflara, diğerlerinin elinde olana bakmakta hızlı, kendine kör bu kadar?
Bu saçmalıktı. Ve değişmeliydi ya da ben mi değişmeliydim? İçimdeki karmaşa öyle veya böyle sonlanmalıydı. Her şey yoluna girecek umuduyla ilerlerken ani duygusal gerileme yaşamanın zahmetinden kendimi nasıl kurtaracağım?
Savaş benimleydi.
Ama... benim miydi?
Benim olmalıydı, benimleyse eğer.
Benim kalacak mıydı?
Kalmalıydı.
Dalım olacaksa, köklenmeliydim.
Çünkü onu ilkinin üzerine ekleyerek ikinci kez sevmek istiyorum.
Ve bu ilkinden daha tehlikeli, ikimiz de ne olduğumuzu bilirken.
YAZAR | ELİSYA ROYAL
ـــــــــــــــﮩ٨ـ❤️ﮩ٨ـﮩﮩ٨ـ
OY VERMEYİ UNUTMAYIN.
İnstagram, elisyaroyal
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |