13. Bölüm

62. BÖLÜM: HAYALLER CANLANIRKEN

Elisya Royal
elisyaroyal


Savaş Akduman için

Nüket Kozcu için

Bölüm Şarkısı: The Strangles • Golden Brown

62. BÖLÜM | HAYALLER CANLANIRKEN

Havaalanları kargaşa, heyecan, sıkıntı ve canlılığın hayat bulduğu yerdi. Neredeyse her türden ifadeye rastlamak mümkündü. Ayrı yollara gideceğinizi bildiğiniz kişilerle olur da tanışırsanız, rahatlama orada size eşlik ediyor olurdu. Bilirdiniz. Bir daha hiç karşılaşmayacağınızı. Aynı noktaya doğru ya da farklı noktalara uçun fark etmezdi.

Saatime baktım.

Havaalanının ayrıcalıklı kişilerine ayrılmış vip bölümünde -ki Savaş'ın ayarlamasıyla- önümde dumanı tüten kahvenin eşliğinde hâlâ gelmeyen onu bekliyorum. Yüzümden çeneme avucuma yaslanmış aşağı kattaki insanları camekanın ardından izlerkense düşüncelere boğulmuştum. Mesaj bildirimi düşüncelerimin arasına süzüldü.

Kahvemin yanında duran telefonun mesaj kısmına Savaş'tandır umuduyla girsem de mesajı yollayan o değildi tabii. İki haftadır ara ara kendini hatırlatan, amacı yalnızca beni gerilim hattında tutmak olduğundan şüphe ettiğim bilinmeyen numara kişisiydi.

Kimdi bilmiyorum ama ölçülemez şekilde gergin olmamı başarıyordu.

Bilinmeyen Numara: Paris'e gidiyorsun demek. Ne tatlı.

Bilinmeyen Numara: İşini romantik bir tatile çevirmeyi başarmışsın. Savaş Akduman'ı da yanında götürdüğüne göre. Tebrikler. Senin gibilerden korkulur en çok.

Bilinmeyen Numara: Çekirgeler hakkında ne dediklerini biliyorsun ama. Çekirge bir, iki, üç... Ve hikayenin sonunu gayet iyi bilirsin sen.

Bilinmeyen Numara: Immm ne yapsam? Çok kararsızım. Bana biraz yardım etsen? Havaalanı kayıtlarını Beril Akduman'a mı atsam? Tüm okula ikinizin posterini mi astırsam? Türkiye'ye yayın mı yaptırsam?

Benimle kafa bulduğunu düşünürken ardından havaalanı kayıt görüntüsü geldi.

Bu şey beni delirtecekti. Bunun varacağı yer hoşuma gitmiyordu. Tek yapabildiğim mesajlarını okumaktı. Ona attığım hiçbir mesaja karşılık vermiyordu. Dönmüyordu. Kendi kendine canı sıkıldığı anlarda biraz da Nüket'in canını sıkayım motivasyonuyla mesaj attığından da şüphe eder olmuştum. En sıkıcı yanı beni tanıyan biri olmasıydı.

Doğrudan düşmanım yoktu, satır araları bana onun içten içe benimle sorunu olan biri olduğunu söylüyordu. Ve mizahi yönü olan da biriydi. Havaalanı kaydı mı? Özel bilgilere ulaşılabilirliği olan birisi. Kimdi bu? Tekrar aradım. Açmayacağını bile bile sinir bozukluğuyla tekrar, tekrar. Açsa mesela neler olur? Bunu da düşünüyorum bazen. Konuşsa, duysam sesini? Ve beni hayal kırıklığıyla sınayacak tanıdık ses duysam hayatımın içindeki birinden? Ne yaparım?

Beni ayakta tutamayan dizlerim hayal kırıklarının üzerine düşerse?

İşte o zaman hiç açmamasını, duymamayı dilerken buluyorum kendimi içimin en derin noktasından bir yerden...

Derin bir şekilde iç çektim. Öyle çok düşünmüştüm ki telefonuma bakarak sonunda ekranım kararmış, görüntüm kararan pürüzsüz ekrana yansımıştı. İşte Paris'e kalkacak uçağı beklerken ruh halim buydu. Telefonu bıraktım.

Arkamdan birisi aniden yanağımı öpünce korktum, yerimden şok içinde biraz kalkıp ona bakmak için hafife dönünce Savaş'ı gördüm. "Sen miydin?"

Benimkiler gibi çatıldı kaşları. "Tabii benim, benden başka kim olacağını sandın ki?"

"Hiçkimse, sadece..." Etrafıma baktım, şüpheli birini aradı gözlerim. Boşunaydı. Burada bir yerdeyse bile göremiyordum. "Sadece çok kalabalık, dikkatli olmakta fayda var."

Bilinmeyen Numara'nın gözlerinin üstümde olduğu hissini üzerimden atamıyorum.

Burada değil.

Ya da buradadır Nüket. Buradadır ve iyi saklanıyordur belki.

Her masaya tek tek baktım, kapı girişine dek girip çıkanlara. Anormal görünmüyor hiçbir şey... Üstelik masada oturanlar vip müşteriydi, hiçbirini tanımıyorum. Tedirgin hisle yerime oturunca beynimin en içine kadar görmek isteyen gözlerle baktı bana ve, "Saklambaç oynamayı bıraktık," dedi, oldukça da asabiyetle. "Bu oyunu oynamıyoruz artık."

"Bunu dünyanın geri kalanına söylemeyi dene bakalım."

"Neden bu kadar tedirgin görünüyorsun?" Bana mı öyle geliyordu bilmiyorum, sanki tedirgin görünmem onu şaşırtmamış gibi görünüyordu.

"Neden bu kadar geç kaldın?"

İkimizin ortaya attığı soruları, Savaş ilk yanıtlayan oldu. "Ayarlamam gereken birkaç iş için şirkete uğradım, personeli yönlendirmem gerekiyordu. Zamanımı almasını ben de beklemiyordum. Şimdi. Sende sıra, neden tedirginsin?"

"Senin bu yeni tarzına alışamayacağım galiba, yine spor giyinmişsin. Beğenmedim değil tabii hoş görünüyorsun, sadece biraz alışmakta zorlanıyorum... Bazen. Galiba senin gibi soğuk kıyafetlerinle bağ kurmuş da olabilirim."

Savaş yutmadı konuyu değiştirme çabamı.

"Sıra dedim Nüket, sıra sende."

O sırada elimde tuttuğum kahve fincanının üzerinden, düşünceli gözlerle kontrolü her an ele almaya hazır mevsim kahverengisi gözlerine baktım. Durumu değerlendirme işini sakin tutmaya çalıştım. Tam bu anda yapmalı mıydım bunu? Yani Paris'e gitmek üzereyken. Kararımı belirleyen beklentiyle bakan kararlı gözleri ve, "Hayatta olmaz," diyen Savaş'tı. "Bunu hemen şimdi burada yapıyoruz; sonraya ertelemek, sorun yok demek yok, Ölüm Perisi? Başla."

Böylece bu konu dışında her dönmek istediğim köşe başını kapattı.

Fincanı tabağına bırakıp ona baktım. "Aslında sorun var, önemli mi yoksa değil mi henüz bunun cevabını bilmiyorum ve söyleyecektim sana ama kendini biraz daha toparlaman gerektiğini düşündüm."

"Elbette önemli; iki haftadır diken üstünde gibisin, sürekli tedirginsin. Senin doğrudan doğruya açılmanı beklersek de işimiz var balli ki." Ona şaşkınca bakakaldım. "Fark etmeyeceğimi düşünmedin ya?"

Paris kongresine gecelerim de dahil yoğun şekilde hazırlanırken ara sıra ona yaptığım kısa ev ziyareti, aniden izlendiğim hissiyle ortaya çıkan lenetli Bilinmeyen Numara mesajlarıyla zehir zıkkım oluyordu. Savaş evinde kalmamı istiyordu bazen, esasen ona sarılıp uyuma arzumdan benim de istediğim buyken cesaret edememiştim.

Ve işte!

Ben onun için ondan terslik olduğunu saklarken, çoktan fark ettiğini söylüyordu.

Bilinmeyen Numara'dan gelen mesajları açıp telefonu onun önüne bıraktım. Savaş mesaj sayfasını sürükleyip mesaj okurken ben de olanı kısaca anlattım. "Hastaneden birlikte çıktığımız gün geldi ilk mesaj, ardı arkası kesilmeden de iki haftadan uzun süredir devam ediyor." Savaş okudukça kaşları daha çok çatılıyordu. "Onu aradım açmadı, mesajlarıma karşılık vermedi. Ne yapmak istiyor anlamıyorum?"

Savaş telefonu bıraktı. "Bu iş iyice kabak tadı vermeye başladı." Gözlerimin içine bakıyordu. "Diyelim ki mesaj atan kişiyi yakaladık, bir sonraki ne zaman olacak?"

"Ne demeye çalışıyorsun anlamıyorum." Sesinde bir kızgınlık vardı ama mesajı yollayana değil, bana gibiydi. "Beni mi suçluyorsun?"

"Bu şekilde saklanıp gizlenmeye devam edemeyiz diyorum, bununla ilgilenirim ama Nüket, Paris'ten dönünce artık ciddi bir karar vermemiz gerekiyor. Kaderimizi kim olduğu belli olmayan numaralara ya da bizim dışımızda kalan diğer hiç kimseye bırakamayız."

Bakışlarımız biribirine kilitlendi, o kararlıydı ancak ben hâlâ korkuyordum. Savaş beni hâlâ korkutuyor, diğer yandan kız kardeşi, arkadaşım... "Beren..." dedim, herkesten önce önümde beliren ilk yüz onunkisi ve Serhat'ın onun hakkında beni uyaran sesi olmuştu. "...ona nasıl açıklayacağız ki?"

"Bırak Beren'le ben yapayım konuşmayı," dedi, sesinde bir an yakaladığım sıkıntı tonları, geçmişte sormadığım soruların tuzaklarını kurmuştu zihnime. "Bu daha uygun olur."

"Uygun olan bu mu? Emin misin bundan?"

"Aynı anda olmaz."

"Yanında olmazsam bu beni korkak hatta kaçak gibi gösterir. Yapacaksak birlikte olmalıyız."

"Olmaz diyorum, Beren'in nasıl tepki vereceğini bilemezsin."

Kesinlik bildiren sözleri beni şüphelendirdi. Serhat haklı mıydı? Beren bizi asla kabul etmez miydi? Savaş'ın bu yalnız konuşma ısrarı bundan mı yani? "Dur biraz," dedim. "Başka bir şey var ve bana söylemiyorsun değil mi? Savaş sizin aranızda ne oldu?"

Bu sırada Fransa-Paris anonsu geçildi.

Savaş bir şey diyecek gibi oldu, dudakları aralandı, sonra kararsızca kapanırken tüm dikkatim ağzından çıkacağını umduğum kelimelere yoğunlaşmıştı. İkimiz de ikinci anonsa rağmen kıpırdamıyorduk donmuş gibi yerimizden. Fakat o ikinci kez ağzını açtığında, "Kalkalım," dedi ayaklanırken.

"Konuşmak istiyorum."

"Uçağın havalanmak üzereyken değil herhâlde?"

Yerimden öfkeyle kalktım. "Konuşmak mı istemiyorsun? Yanımda yer ayırttığın için pişman olacaksın, konuşmak için hiç uzağında olmayacağım." Ceketimi ve çantamı aldım. "O yüzden sıyrıldığını düşünme sakın, peşini bırakmayacağım."

Savaş geçiştirdi. "Peşini bırakmayacağım derken çok seksi oluyorsun, bunu başka bir şey için kullandığını hayal edeceğim."

Başımı salladım. "Oynamaya devam et, belki hayaline ulaşırsın."

Serserice sırıttı. "Ben de öyle umuyorum."

Sözlerimi başka noktaya çekmesine ters ters baktım, arkamı dönüp çıkışa ilerledim. Çabası boşunaydı. Öğrenmeliydim. Artık açığa çıkma kararı aldıysak beni bekleyen şeyin ne olduğunu bilmek hakkım. Kontrol noktalarından geçerken benden hiçbir şey gizlemeyen Beren'in ne gizlediğini, neden gizlediğini merak edip durdum. En büyük kâbusu nedir bilirdim, okula başladığında onu zorlayan şeyleri bilirdim.

Büyük sırrının bu ikisinden ibaret olduğunu sanıyordum ama bir tane daha vardı, bana anlatmaması önemli değildi. Herkesin tabii olarak kendine kalmasını istediği sırları, yaşanmışıkları olurdu. Bu doğaldı. Doğal olmayan şeyse, o her neyse bir ucu hiç bilmediğim biçimde bana bağlanıyordu.

Bana ve Savaş'a.

Ve denklemde Savaş olduğu içindi bu.

Arkadaşı olduğum için ya da...

Uçaktaki yerlerimize yerleştiğimizde, "Seni bekliyorum," dedim, o anda uçakta kalkış öncesi motorun kesik uğultusu başladı, kemerlerimizi taktık. "Beren'le ne oldu aranızda."

Bu sırada pilot kabin görevlilerine çağrıda bulununca onun sesinden anlaşılmadıysa da sözüm tekrarlamadım. Savaş anlamıştı biliyorum. İroni yapmak ister gibi konuşup, "Beren'le aramızda," diye kestirmek istedi, doğal olarak kuşkum arttı. "Önemli değil."

"Elbette önemli, beni geçiştirme Savaş."

Savaş pes etti. "Türkiye'ye dönünce."

Gözlerimi kısınca, "Söz," diye ekledi.

Ekledim. "Türkiye'ye dönünce."

🥀

Paris'e geldiğimizde arka arkaya dizilmiş bekleyen taksilerden birine bindik, Savaş yarın adresine teslim edileceğini söylemişti kiraladığı arabanın. Sokaklardan geçerken bile şöyle bir arabadan çıkıp gezinmek istedim ama hayır. Dur dedim kendime.

Savaş bana ayarlanan otelde kalmamı istememişti, burada bazı ülkelerde evleri olduğunu zaten Beren'in gittiği tatillerde biliyordum. Savaş da buradaki evlerine getirdi beni.

Karanlıkta bile binanın zarafeti, simetrisi dikkat çekiyordu. Bu her odasında kendi banyusu ve balkonu olan evlerden olmalı. Geniş alana yayılmış üç katlı evdi, girişe doğru düz çizgide etrafıma bakıp yürürken ihmâl edilmemiş bahçeye de göz attım.

Gayet güzeldi, barbeküye ayrılan kısmı, rüzgarın etkisiyle yavaşça sallanan bank salıncağı görünce ailesiyle burada çok kez fotoğrafı olan instagramdaki fotoğraflarını anımsadığım için yabancı gelmemişti bana bahçe. Bir ailenin toplanma, dinlenme ve rahat etmesi adına oluşturulmuştu ki daha azını beklemezdim Akduman ailesinden.

Savaş, "Buraya bakması için bir çift var," diye açıkladı. "Bahçeye ve eve bakmaları için. Babam yılın neredeyse yarısını burda geçirir." Kilitli kapıyı açtı, içeri girerken konuşmaya devâm etti. "Bizim için yemek hazırlamalarını da söylemiştim, açsındır."

"Hiç aç hissetmiyorum, uçakta verdikleri yetti bana." Kendimi yorgun hissediyorum. Yatakta olmanın rahatlığına, sıcaklığına, örtünün altına çağrılmanın o dayanılmaz çekiciliğine kapıldım. "Sâdece uyuyabilmek dışında hiçbir şey istemiyorum."

"Bir ülkeden diğerine uçmak seni hiç etkilemiyor ha?"

Omuz silktim. "Yorgun hissetmek dışında jetlag falan olmam ki ben, uyumak isterim hepsi o."

"Ve ülke de fark etmez, şehirden şehire yolculuklarda da aynısın sen. O kadarını biliyorum." Gülümseyip baş sallamayla onayladım onu, benimle ilgili ayrıntıları unutmaması her zaman hoşuma gidiyor. "O zaman yukarı çıkalım, sana kalacağın odayı göstereyim. Dinlen."

Savaş koridordan geçerken ailenin diğer fertlerine ait olan odaları kapı önünden gösterdi ve kendi odasının önüne geldiği zaman, "İşte benim odam," demişti, pek de farkı yoktu Türkiye'deki odasından. Büyük yatak kenarındaki komodin üstü abajurlar, pencerelerin önüne konumlu tekli berjeller, kalın antrasit perdeler, balkona, balkondaki oturma alanına açılan pencere kapısı... Ve tam erkek rengi olan lacivert ve parlak gri renklerin odaya hakimiyeti...

"Peki, odan gerçekten güzel ama ben nerede kalacağım?"

Savaş bana gözlerinde koyu bir anlamla döndüğünde, o bakışın ruhuma devrildiğini hissettim. "Burada, odamda kalırsın diye düşündüm."

"Yanlış düşünmüşsün."

"Ne sakıncası var ki?"

Şöyle bir işaret ettim. "Bana bu kocaman evde bir odayı çok görüyorsan bırak da benim için ayırdıkları otele gideyim."

"Otel mi?" Yüzü hoşnutsuzca buruştu. "Otel diye tahsis ettikleri o şey butik. Pencereden bakınca gökyüzünü bile göremezdin ve önündeki yoldan gelip geçen araçların gürültüsü de rahatsız ederdi, uyutmazdı."

"İki gün idare edebilirim."

"Dediğin gibi olsun, tamam." Sakinliği iyi kötü gözlerindeki kızgınlığı bastırmıştı. "Benimle gel."

Böylece koridora tekrar çıktık ama Savaş, "Sana isteğin dışında bir şey yapmazdım," diye açıklama gereği duymuştu hemen önümden ilerlerken.

"Biliyorum," diye mırıldandım. "Kendimden emin değilim ama, olamıyorum." Ve sorun tam da burada başlıyordu; ne kadar çok direnirsem ona, daha çok itiyor beni içten gelen bir dürtü. Beni heyecanlandırıyordu.

Adımları durdu, bana baktı. "Ne dedin?"

Harelerinde hoşnut kaldığı şeyin ateşi kıvam alıp fokurdarken, "Hiç," dedim, neredeyse geveleyerek. "Hiçbir şey."

Neyseki Savaş uzatmadı ve konforlu olması bakımından kendisinin odasını geride bırakmayan bir misafir odasına getirdi beni.

"Dinlen, uyanırsan ben aşağıda olacağım."

O dinlenmem için çıkar çıkmaz kendimi iki kişilik kocaman yatağa attım. Oda sıcak değildi, soğuk da değildi. Kendimi örtünün altına, uykunun içine attım.

Uzun süredir aynı evde birlikte kalmıyoruz, ister istemez Savaş'la ne yapacağım diye düşünmekten alamıyorum kendimi. Bu ev. O ve ben. Sonra hiçbir şey olmayaca idare edeceğim ona da dediğim gibi. İki gün. İki günün bir buçuk günü zaten kongre vardı. Sonra Türkiye'ye döneceğiz. Güvenli alan.

Diğer tarafa dönerken neredeyse kendime inanmıştım.

Neredeyse...

🥀

E

rtesi sabah nedense çok telaşlıydım ve kendimi öldürecek kadar da sakar. Bayağı. Etrafını doladığım saçlarımı maşada pişirip yakıyordum. Rujumun renklerini karıştırıp en sevmediğim renge boyadığımı sonra fark etmiştim dudaklarımı, onu hangi ara makyaj çantama attığımı hatırlamıyorum bile. Bir dakika öncesinde tekrar almak için oraya buraya koyduğum şeyler, iki dakika sonra artık orada olmuyordu. Tüm bunlar yetmezmiş gibi musluğun bozulacağı tuttu, üzerimde patladı. Hazır ve makyajlıyken.

Sil baştan.

Triko kazak, yüksek bel dizime uzanan ekose etek ve kırsal, kahve tonu botlar. Bu sabah sanki kıyafet kısmında bir şeyler unuttum hissinden beslenen şeyin ne olduğunu eteği alınca altından çıkan bal kabağı rengi fransız ressam beresini görünce anımsadım. Türkiye'de hevesle kıyafetlerime kattığım parça buydu. Paris'e giderken kim aynı şeyi düşünmezdi ki ilk seferinde. Ama bu sabah tüm sabotajlarım heveslerimi ezip geçmişti.

Dalgalı sarı kızıl saçalarımın üzerine beremi, üzerime kabanımı, omzuma çantamı alınca çıktım odadan.

Neredeyse ağlayacaktım eski musluğun tamiriyle uğraşan Savaş'ın işini bitirmeye yakın olduğunu banyo kapısında durup da gördüğüm o an. Buna neden olan benken tamire başladığından beri yeni sorunlarla uğraşıyordum bir de içeride. Aman ya! Ne harika bir sabah ama! Hem de hayatımın sunumunu kocaman sahnede yapacakken. Kendimin düşmanı gibiydim, böylesine üst üste zor zamanlar yaşattığım olmamıştı hiç kendime.

Savaş alet çantasını aldığı küçük malzeme odasına bırakıp yanıma geldiğinde sunum notlarımı çantama atamadan yere saçtım. Savaş toparlamama yardımcı olup diğer notları elimden alıp çantama koyduğunda sakince, onu kıskanarak yeni sorgulamaya girerken ben, omuzlarımı kavradı. "Sakin olur musun biraz? Kendine eziyet etmeyi bırak artık." Şöyle bir şüpheyle baktı bana, bakışları inceleyiciydi. "Acaba diyorum... Paris sendromuna yakalanmış olabilir misin sen?"

"Paris sendromu mu? O da ne oluyor?"

Hâlim pek iyi olmadığından, bu da iyi bir terim olmasa gerekti.

"Bu genelde japonların yakalandığı bir tür hayal kırıklığı. Paris romantik bir havayla servis edildiğinden, insanının da nezaket sahibi ve sıcak olduğunu düşünerek pek çokları geliyor buraya. Ama halkı bireysel, soğuk, hatta kaba. Şehrin kalabalığını ve kirini de görünce kültürel şokla zihinsel olarak çöküyorlar. Bir de öğrenci olarak geldiysen işte o zaman durum çok daha beter, geçmiş olsun."

Bu kulağa saçma geliyordu ama...

Neyse.

"Benim olayım bu değil," dedim garip bir bakış atarak. "Heyecanlıyım, ondan oluyor sanıyorum."

"Benden başka bir şeye bu kadar heyecan duyman sinir bozucu."

"Dalga geçme, sahnede ya kusacağım ya bayılacağım. Rezil olacağım ve sen, ben rezil olurken orada olmayacaksın. Başım zonkluyor şimdiden, midem de bulanıyor." Durakladım. "Savaş hasta falan olduğumu söylesem ya, nasıl olur sence?"

"Nefes çalışmasını hatırla, ayrıca gece üstünden tekrar geçtin. Hazırsın." Kahve gözleri şüphesiz bakıyordu. "Düşüncelerini kontrol et ve yapamayacağını söyleyen o sesleri yapabilirimle değiştir. Her seferde."

Savaş için söylemesi kolaydı. Ne de olsa o çok uzun zamandır ihtişam kokan büyük sahnelerde adım adım ilerlemiş, her türlü insanın karşısında tereddüt taşımayan bir kesinlikle konuşmuştu korkusuz öz güvenli tavrıyla.

"Ortamı gördüğünde farklı olacak, merak etme."

İç çektim. "Sen ne yapacaksın bütün gün, geri mi döneceksin eve?"

"Hayır. Hazır buradayken üniversiteden bir iki arkadaşımla görüşeceğim. Seni alırım işin bitince."

Ve sabah onda başlayan işim akşam beşe kadar devam edecekti. Sadece davetlilerin katıldığı belirli, sayılı kişilere açık program olduğundan o yanımda gelemiyordu.

"Oradan yemek yemeye gider, eve geçeriz sonra birlikte."

"Sana nasıl da imreniyorum," diye dudak büktüm. "Senin için eğlence benim içinse işkence olacak Paris seyahati."

Kolunu omzuma attı, yanağımı öptü ve beni yürüttü. "Akşam olduğunda şu kötü ruh hâlinden sıyrılmış olacaksın. Merak etme hem yarın senin için güzel bir gezi planı yaptım." Merdivenlerden iniyorduk. "Gitmeden gezeriz."

"Yarın da öğlene kadar kongrede olacağım sence dönmeden gezebilecek miyim?"

"Merak etme dedim ya, öğleden sonra da yeter bize. Yüzeysel gezinti olur belki ama en azından gitmeden gördüğün birkaç yer ve fotoğrafın olur."

🥀

Arabasına geçtik. Savaş hareket ettirdiği zaman arabasını, beş dakika geçmemişti ki yoldaki bir kahve dükkanından kahve aldı. "Bu iyi geldi," dedim sıcak yudumun peşinden. Yolcu koltuğunda yan dönüp dikkati yolda olan ona baktım . "Bu arada sen ne zaman ilk kez büyük bir sahnede insanların karşısına geçerek konuşma yaptın?"

"On bir yaşındaydım," diye yanıtladığında aldığım diğer yudum neredeyse boğuyordu beni. "Ve..." Koyu bakışlarını yoldan ayırdı, sırıtıp bana baktı bir an. "Amerika'da. Sen de biliyorsun. Mucitlerle ilgili olan ödülleri görmüştün odada, nerden diye bakmadın mı?"

Evet. Şömineli oda. Ve pek çok da ödül... Nasıl unuttum?

"Her neyse, tamam," diye boş verdim onu. Kibirli yüzündeki duyguları artırmaya hiç niyetim yoktu. "Bana biraz tüyo ver bari."

"Nasıldı? Kalabalık mıydı?"

"Oldukça. Başka ne öğrenmek istiyorsun?"

"Peki o kadar insanın karşısında nasıl konuşabildin?"

Şöyle bir düşündü. "Babam kendimden başka hepsini palyaço gibi hayal etmemi öğütlemişti." Gülünce bana baktı. "Gülme. O zaman bende işe yaramıştı, istersen sen de denemelisin."

"Elbette istemem, çocuk olan sen için bu tutulması kolay bir öğüt olabilir belki ama benim için değil. Hayal ederken bile stres olurum."

"Hazırsın, sorun yok."

"Niye bu kadar emin söylüyorsun?"

Savaş'ın bir eli hâlâ direksiyonu kavrarken boştaki diğer eliyse bana uzanıp elimi tuttu yavaşça; üstüne yumuşak hafif bir öpücük bıraktı. "Çünkü elinde ne olduğunu o yol ayrımına girmeden anlayamazsın bazen ve bazen elinde ne olduğunu girdiğin yolda görüp anlarsın." Gözlerini yoldan ayırarak bir saniyeliğine gözlerimin içine baktı. "Kim olduğunu, aslında neleri yapabileceğini yol anlatır sana."

Bu adam cidden...

Bazen öyle bir konuşuyor ki... işte tam o anlarda beni dünyanın en şanslı kızı gibi hissettiriyordu. Böyle hissettiğim zaman ona ne yaptım da sahip oldum karmaşası bir hücum başlatıyor kafamın her bir köşe başında...

Yolda farklı şeylerden söz etmesi, kafamı hayal ettiğim sahneden, gözlerden, parlak ışıklardan uzaklaştırmıştı. Onun yanımda, içerde olmasını istediğimi bir kez daha fark ettim. Kalabalığa değil de ona bakabilmeyi isterdim, gözlerinin en içine. Ben sahnedeyken.

Sanat binasındaydı kongre ve önünde sıra sıra, farklı araçların dizili olduğunu gördüm Savaş arabasını binaya yaklaşlaştırırken. "Park edecek yer yok," dedi. "Seni şurada indirip giderim. Beşte almaya gelirim, işin daha erken biterse haber verirsin."

Her iki tarafıda arabalarla kaplı yolda inmem için durdu. "Olur, görüşürüz o zaman," dedim kemerimi çözerken.

Savaş elini elimin üzerine koydu. "Telaşa kapılıyorsun, yine."

Derin bir nefes verdim. "Elimde değil ne yapayım. Sen konuşurken her şey çok kolay gibi geliyor kulağa ama sesin kesilir kesilmez diğer sesler geliyor, gelince..."

Savaş beni öptü. Öptü ve zihnimdeki bütün endişe sanki az önce orada değilmiş gibi önce dumanlaştı sonra dağıldı, yerini kalp çarpıntısı aldı. Yavaşça ama istemeyerek geriye çekildi. "Şans öpücüğün de gelip güzel dudaklarında yerini aldığına göre, mızmızlanma artık."

Omzuna vurdum. "Sinir bozucusun."

"Senin seksi olmanın aksine."

Birbirimize bakıp bildiğimiz şeyin akışını yaşar gibi gülümsedik. Ve yemin ederim hemen orada, tam o anda, onu sevdiğimi söylemenin parıltısı geçti içimden kayan bir yıldız gibi. Belki Paris'in insana yaptığı buydu, içimden taşan romantizmi bahane kalıbına sokuyordum veya.

Neyseki yıldız gibiydi gerçekten kaydı ve gitti.

Gitti ve kayboldu...

"Akşam görüşürüz."

Derin bir nefes alarak arabadan çıkıp aynı yönü takip ettiğimiz diğer kişilerin arasına karıştım, yine de son kez arkama döndüm onun görüntüsüne sarılmak için. Gergince gülümseyip elimi kaldırdım, o da arabanın içinden karşılık verdi.

Ve ilerledim.

Geniş bir alana yayılan büyük sanat binasının basamaklarını hızla çıkarken heyecanlı bir çocuk gibiydim. Çıktığım basamakların sesi bile farklı geliyordu, benimle aynı basamakları çıkan insanların farklı gelmesi gibi ki aslında insanların farklı olduğu doğruydu uluslararası olduğu düşünülünce.

Binanın içine girip konuşmacılar için hazırlanmış bölüme adımlayıp koltuğa geçtim. Sahnedeki ekip son kontrolleri yaparken gelen katılımcılara şöyle bir bakındım, gördüğüm tüm yüzler arasında genç kişiler yok denecek kadar azdı.

Yirmi dakika sonra koltuklar tamamen dolmuş, ulusal konuşmacı açılışı tatlı bir merhabayla yapıştı. Birkaç önemli ismin konuşmasının peşi sıra bizlere gelmişti konuşma sırası. On kişinin ardından sıram gelmiş, salonda Türkiye anonsu sonrası yankılandı hemen adımla birlikte soyadım.

Listeyi ülke sıralamasına göre değil de dönüş yapan ülke sıralamalarına göre yaptıkları için şanslıydım.

Peki, işte beni geren sahneye doğru ilk adımları atıyordum. Tamam, işte sonunda buradayım, uluslararası dikkatli izleyicilerin önümde kaldığı büyük sahnede. Ve spot ışıkları bana çevrildiğinde kısa bir tanıtım konuşmasının ardından Bir Ulusun Hafızası başlığıyla başladım...

Bana ayrılan yirmi dakikalık süre bittiğinde bittiğine inanamayarak indim sahneden o alkışların arasında. Takılmamıştım, tek bir kelimede duraksamamıştım, anlamların kavramında bocalamamıştım, başlıkların altında ne konuşmayı planladıysam belki cümleler değişmiş olsa da korkmamıştım değişimden.

Belki Savaş haklıydı, bazen ellerinde ne olduğunu koyulduğun yolda anlayabilirdin ancak...

Öğlen aynı binada yemek ve dinlenme arası verildi. Uzun masada bir yanımda Koreli, diğer yanımda Rus, karşımdaysa İspanyol, İsveç ve bir Japon vardı. Yemek yerken birbirimizle tanışma imkânı bulmuş olduk ki çok iyi olmuştu. Yaşım onlardan küçük olduğundan ve onların tecrübesinin aksine ben ilk tecrübe eden olduğum için sohbet biraz Türkiye hakkında yönetilen sorular ve onlara verdiğim yanıtlarla ilerledi.

Sonra İsviçre'nin muhteşemliğini ve bu yaşamı nasıl korudukları üzerine İsviçreli kızla devam etti sohbet. Japon çocuksa oldukça konuşkandı, konuyu çizgi roman kültürüne getirmişti.

Bu çok konuşkan Japon'a bakarken Savaş'la aramda geçen diyalog geldi aklıma ve bu Japon'un hiç de Paris sendromuna kapılmadığı ortadaydı.

O kadar ki bunun Savaş'ın bir uydurması olup olmadığından şüphe ettim.

Eh, o konuyu çizgi romana getirmişken ben de sormuş oldum. "Neden hemen hemen bütün mangakalar ana karakterde değişime yol açacak büyük patlamalara, ölümlere, kaoslara Shibuya Caddesi'nde karar kılıyor?"

Patatesimi ketçapa batırıp ağzıma attığımda o çoktan konuşmaya başlamıştı.

"Sen hiç Shibuya Caddesini gördün mü?"

"Videolardan görmek buna dahilse evet."

"İşte bundan," dedi ve diyecekleri bitmiş gibi sustu, tuhaf bakışlarımın arasında ortada bir şaka dolaşıyormuş gibi aniden gülüp, "Şaka yapıyordum," diye ekleyip devam etti. "Shibuya Caddesi Japonya'nın canlı olmasına rağmen en düzenli yerlerinden birisidir, yani düzenle kaosun kesiştiği yer orası. Bu da orayı kaosun patlak vereceği en ideal yer yapıyor."

Evet, neden ideal yer olduğunu şimdi anlıyorum.

Düzeni kaos, kaosu düzen takip eder.

Ne kaos, ne düzen kendi zıttına yenilmekten kaçamaz...

🥀

Kırk beş dakikalık aranın ardından ikinci oturum masada tanıştığım Rusla açıldı. 17.30 olana dek de devam etti oturum. Savaş'ı beklerken zihinsel yorgunluktan ölmek üzereydim. Vücudum ılık duş için çıldırıyordu. Bunun daha üçüncü oturumu vardı; yarın devam edecek, öğlene kadar.

Savaş gelip de arabasına attığımda kendimi, "Ee nasıl geçti?" diye sordu.

"Dediğin gibiydi," diye yanıt verdim. "Nasıl bu kadar emindin bilmiyorum ama sahiden iyi geçti, umduğumdan daha çok üstelik."

"Sana demiştim, o zaman tebrik ediyorum. Yemeği nerede yemek istersin?"

Parmaklarımı yorgunca saçlarımın arasından geçirdim. "Direkt eve gidebilir miyiz?"

"O kadar yorucu muydu?"

"Bak, şakağımdaki damar nasıl atıyor."

Savaş itiraz etmedi, böylece aracı direkt evin yolunu tuttu. Ben tüm öğleden sonra tıpkı hayal ettiğim gibi o ılık duşa girerken Savaş evde bir şeyler yapıp yememiz için mutfak alış verişine çıkmıştı beni eve bıraktıktan hemen sonra.

Üzerime pijamaları geçirip salon koltuğuna geçip uzanırken televizyonu açtım. Çoğu kelimesini anlamadığım için zaten öylesine bir kanalda durdum. Saate baktım, 19.00. Türkiye'de 21.00 falan olmalı. Whatsapp üzerinden babamı arayıp konuştum. Bana otelimin rahat olup olmadığını sorduğunda ona rahat ve konforlu olduğunu söylerken yanaklarım kızarmıştı. O benim babamdı. Ona doğruyu söylememek canımı sıkıyor, vicdanımı attığı noktada boğuyordu.

Neyseki artık bitecekti.

Türkiye'ye döndüğümde.

Yakında her şey olması gerektiği gibi olacak.

Bu gerçeğe tutundum.

Ve gerçek beni heyecanla korkunun orta yerinde bir sınırda tutuyordu...

On beş dakika sonra Savaş geldiğinde ben de telefonu henüz kapatmıştım. Elindeki malzemelerle mutfağa giren Savaş'ı takip edip mutfağa, yanına girdim.

O kuzu pirzola yaparken ben de salata yaptım. Doğum günümde sırf benim için yemek yapmıştı evet ama bu mutfakta görev paylaşımı yaptığımız ilk seferimiz. Birlikte. Sadece bunun için bile deli gibi sırıtmak istiyordum ta ki Savaş işte... Ben salata yaptığımdan yerimde sabitken o hiç rahat durmuyor, arada küçük dokunuşlar, hafif sürtünmelerle yaramazlık yapıyordu. Elbette, onun için hiçbir şey hareketsiz ve sadece duygusal kalamaz.

Neyse onu da böyle kabûl edeceğiz.

Elden başka ne gelir ki zaten?

Salata tamamlandığında, kuzular kendini pişmeye bıraktığında ve mutfak masasına oturan Savaş'ın karşısına geçip, "Sen hâlâ Burak'la seanslara devam ediyor musun?" diye sordum.

Belki gerek görmeyip bırakmıştı artık.

"Devam ediyorum, iki hafta oldu başlayalı."

Gözlerinde gördüğüm o ifade neydi öyle? Çekince mi? Soracağım sorulardan olsa gerek ama ona öyle bir soru sormayacak, onu bunaltmayacaktım. "Peki benden de bahsediyor musun ona?"

"Orada olmamın nedeni sensin, dolayısıyla evet. Kulakların çınlıyorsa neden olduğunu biliyorsun artık."

Güldüm. Gözüm bir an ocakta fokurdayan yemeğe takıldı. "Peki ne kadar daha devam edecekmiş bu?"

"Ne kadar süreceği belli değil, bazen yeni bir vaka gibi davranıyor bana. Neredeyse bundan keyif alıyormuş gibi."

"Her neyse, iyiye gittiğin sürece problem olmamalı."

Savaş bana umutsuzca baktı. Kahretsin. Ne diye bunu o ruh hastasıymış gibi bir havada umutsuzca söylemiştim ki?

"Savaş..." dedim, ses tonum onun adına sarılırken. "Aslında ben biraz düşündüm de eğer buna devam etmek istemiyorsan artık Burak'la konuşma."

Sözlerimin etkisiyle kaşları anında çatıldı. "Ne demek bu? Gerek görmüyorsun çünkü ne?"

"Öyle değil, benim yüzümden oradasın. Artık kendini zorlamanı istemiyorum, sırf söylemek istemediğin, söyleyemediğin kelimeler yüzünden. Ben yanımda fanusu da getirdim, tek bir yaprağı kaldı biliyor musun?" Başımı salladım. "Tabii sen bunu zaten biliyorsundur."

"Bu benden umut kestiğin anlamına mı geliyor?" Sesi gergindi.

Elimi eline uzatıp sıkı sıkıya tuttum. "Hayır, hayır," dedim endişesine son vermek için aceleyle. "Senden umudu kesmedim ben, seni olduğun gibi kabullenmek istiyorum."

"O fanus...," diye mırıldandı. "Bu hayatta yerine getiremediğim tek söz."

Başarısızlık olarak görüyordu bunu.

"Fanusu burada bırakalım diye getirdim, hayatımıza hiç girmemiş gibi. Türkiye'ye yeni başlangıçlarla adım atalım, geçmişi silelim."

Savaş uzun uzun gözlerimin içine baktı. "Benden vazgeçmemi istiyorsun," dedi kızgın bir sesle, elini çekti elimden. "Ama yapamam, seansları da bırakamam."

"Anlamıyorum Savaş," dedim tepkisine inanamayarak, hâlbuki ben onu yükten kurtarmayı amaçlamıştım. Ettiğim onca sözden sonra sevinir sanarak. "Neden kızgın görünüyorsun, beklenti yorucu; ikimiz için de. Elimizdekiler neyse onları iyileştirir, onlarla mutlu olabiliriz."

"Sen asla bundan mutlu olmazsın."

"Olacağım."

Savaş yine bir şey demeden önce dikkatli gözlerle daldı gözlerimin içine. "Pekâlâ," dedi, sesinde bir meydan okumayla. "Israr ediyor musun bunda?"

"Kesinlikle." İstemsizce benim sesim de meydan okumayla çıkmıştı dudaklarımdan.

"Göreceğiz Nüket," dedi ve ayağa kalktı. "Geçmişi unutacak mısın? Bu sözleri artık beklemeyecek misin?"

Ve yemeği kontrol etmeye ocağa doğru gittiğinde ona kızgınca baktım, beni tanıyordu evet.

Ama ben de kendime yabancı değildim.

🥀

Pazar sabahı başlayan üçüncü oturum öğlen sonlandığında, Savaş'la birlikte bugün gideceğimiz yerlerin üstünden geçtik birlikte arabasına geçtiğimde.

Gezmek için sınırlı bir rota belirlemişti Savaş ve ilk durağımız Louvre Müzesi olmuştu, giriş yapmasaydık bile Cam Piramit ve Cour Napoléon avlusu çok etkileyici görünüyordu dışarıdan. İçi müthiş görünen müze büyüktü, zaman kısıtlıydı; başka yerleri de görmek istiyorsak ancak bazı bölümlerini gezmeyi hedefleyebilirdik. Bu yüzden Venüs de Milo, Samothrake Nike'si ve Mona Lisa'yı görüp Tuileries Bahçesinden geçip Seine Nehri boyunca yürüdük.

Hoşuma giden yerlerin fotoğrafını çekip aynı yerde birlikte poz veriyorduk; bazen fotoğrafik, bazense olduğunca saçma ve komik pozlardı bunlar. Hiçbir usûl takip etmiyorduk; kafamıza nasıl eserse, o an hissettiğimiz, yapmak istediğimiz neyse öyle oluyordu.

Kalabalık sonrası nehir yolunun sakinliği huzur vericiydi. Diğer insanların arasında elimi tuttuğu için ya da. Sonuçta burada endişe edeceğim, korkacağım hiçbir şey yoktu. Huzurla nefes alabiliyor, biri görür mü diye zihnime aniden düşen endişeli düşünceler yoktu. Her sorun, her korku... ardımda bıraktığım ülkemde kalmış, o ve ben vardık burada sâdece. Sanki yeni bir hayat gibi, hayat defterleri yeniden açılan yepyeni insanlar gibi. Elimi tutuyor diye eteklerim havalanana dek sokakta deli kahkahalarla dönebilirdim bile.

Güvende hissediyorum.

Gördüğümüz mitolojik heykellerden sonra, "Mitolojiye inanıyor musun?" diye sordum görüşünü merak ederek. Korkmadım bir süreliğine elini bırakırken, ellerinin tekrar yerini bulacağından emindim; önüne geçip ellerimi arkada birleştirdim geriye doğru adımlar atarak baktım ona.

"Düzgün yürü," diye uyardı beni. "Düşeceksin."

Omuz silktim. "Düşürsem yakalarsın, en fazla düşerim ya da, ne olur ki?"

Güldü. "Kafasındaki düşünceler saat gibi tıkır tıkır çalışan birine göre fazla rahatsın bugün."

"Soruma yanıt ver, mitolojiye inanır mısın?"

"Hayır," dedi tereddütsüzce. "Ya sen? Boş ver, bırak da ben tahmin edeyim. Elbette inanıyorsundur."

"İnandığıma niye bu kadar eminsin."

"Kurmaca roman okumayı sevdiğinden."

"Mitolojinin inanmaya engel absürt yanları var doğru, bu yüzden inanmaktan çok ben hikâyelerini seviyorum sanırım."

"Uydurulmuş her şeyi sevebilirsin, tüm o uyduruk aşk hikayelerini. Yeter ki bir parça romantik olsun."

Düşününce... Yani öyleyim biraz, sanki. Ve Savaş beni gayet iyi tanıyordu. Neyi neden sevdiğimi biliyordu. Ama bu pislik yaptığını değiştirmiyordu.

Durdum. "Bazen tam bir pislik oluyorsun."

"Takım Elbiseli Pislik gibi bir pislik mi?" diye alay etti. "Bak sen, üzerimde bile değiller halbuki."

Üzerine göz gezdirdim. "Çıkardıysan bile farklı değil, aynısın." Her durumda çekici bir pislik.

Yürüyüş bizi Pont des Arts köprüsüne getirdi. Nihayet. Müzisyenleri, ressamları, küçük el sanatlarını görünce adını neden sanattan aldığını anladım. Ahşap zeminin üzerinde yankılanan adımlarımıza, sesleri karışıyordu akordeonların sesleri. Güneşin suda kırılan yansımaları köprüye hafiften ışıltı veriyor, esen sonbahar rüzgârı nehrin serinliğini yüzümüze taşırken Savaş'ta köprünün tarihinden söz ediyordu.

Orada kısa bir süre durup manzarayı izledik. Ben arayıcı gözlerle etrafa bakınca Savaş, "Neye bakıyorsun sen öyle?" diye sordu, benim gibi bakınarak ne aradığıma baktı. "Bir şey arar gibisin?"

"Burası şey köprüsü değil mi?" Şöyle bir bakındım. "Aşk kilitleri köprüsü, diğer adı yani. Bir kitapta böyle okuduğuma eminim neredeyse."

Arayıcı bakışlarım yanıt vermeyen Savaş'a ilişti, bana cins cins bakıyordu. "Yok artık, buna da mı inanıyorsun Nüket?"

İnanıyorum dese miydim, demese miydim?

Savaş Akduman bu, bay aşka inanmayan. Savaş'a da inanıyorum denilmezki şimdi.

"İnandığımdan mı merak ettiğimden," diye çıkıştım bozuntuya vermemek için, batıl her romantizmin peşine takılırdım ayrıca. "Geziyoruz, görmek istedim."

"O kilitler söküleli neredeyse on yıl oluyor."

"Yaaa," dedim, ona belli etmesem de içten içe kahrolarak. "Niye kaldırmışlar sanki?"

Ne şans ama...

İsimlerimizin yazılı olduğu kilidi oraya takıp anahtarını da nehre atmak hayali burada noktalanmıştı. Ne heves etmiştim ama dün kongreden çıkıp isimlerimizi yazdırarak kilit alırken. Üstelik tek kelime İngilizce bilmez Fransız dükkan sahibiyle anlaşabilmekse canıma okumuştu.

"Bir milyonu aşan asılı kilitlerin ağırlıkları kırk beş tona ulaşıp köprüyü devirecek hâle gelince mecburen kaldırıldı, kusura bakma artık."

"Ne bakacağım kusura, dediğim gibi merak sadece benimkisi." Tamam. Konuyu kapat.

Bana inanmayarak önüne döndü. Elbette inanmazdı, elbette her romantizme batıl da olsa atlayacağımı biliyordu. Bir, iki ve üç adım attı, durup bana baktı. Gözleri şüphe içinde kısıldı. "Dur bakalım dur, yoksa sen yanında kilit mi getirdin Nüket?" Yanlışını duyduğu şeyin gerçeğini ister gibi çatıldı kaşları.

Yakalanmanın ateşi yanaklarıma tırmandı. "Hayır." Hemen inkâr ettim. "Hayır." Başımı salladım, çantamdaki kilitin ağırlığı ton gibi bir ağırlığa ulaşıp beni hemen ayaklarımın altındaki dalgalı nehre acımasızca çekiyor gibi hissederken. "Asla hayır, beni nereye koydun gözünde bilmem ama o kadar da inanıyor değilim batıla."

"Bundan şüpheliyim ama neyse, dediğin gibi olsun."

Başımdaki ressam beresini düzelttim ama moralim bozulmuştu. "Öyle zaten." Elinden çekiştirdim. "Devam edelim."

Savaş bir noktaya gelince beni durdurdu. Resim çekinen birkaç çifti gösterdi. "Kilit âdeti kalksa da romantik hikâyesi tuhaf bir durum olarak devam ediyor ve özellikle bu noktada resim çektirmeye devam ediyorlar. Heveslenmiş gibiydin, en azından kilitlerin olduğu yerde fotoğraf ister misin?"

"İsterim evet." Kilitler artık orada yoksa ne olmuş? Dilek dileyebilirim, hâlâ. Ve Savaş inandıklarıma inanmasa bile yanımda elimi tutuyor, ona en saçma gelecek şeyde bile varlığının yanımda olacağını gösteriyordu. Her zaman. Hep. Daima.

O anda bu bana takabileceğim binlerce kilitten daha özel geldi.

Gözlerim parlamış olmalı ki bir kez daha heveslenen halime güldü. Ve tüm aşıkların izini taşıyan yerde ona sıkıca sarıldığım bir fotoğraf karesi yakaladı, ikimiz de merceğe doğru aynı hoşnut gülümsemeyi birbirimize verirken.

Böylece demir köprüyü ardımızda bırakıp kaldırımlardan yürümeye devam ederken yol kenarında rastladığımız sokak kitapçılarının yanından geçtik. Kıvrılan yolun sonunda, yavaş yavaş silueti beliren iki gotik kule diğer durağımıza geldiğimizi gösteriyordu. Notre Dame Katedrali... Şehrin kalbinde, tüm ihtişamıyla karşımızdaydı. Büyüleyici görünüyordu; çevresini saran tarihi binalar şehrin zamansız atmosferini hissettiriyordu ama içini görmeyi istesem de buna zaman olmadığını söyleyen Savaş yaptığı planı bozmadan ve tabii bozdurmadan da yola koyuldu.

Katedralin ön avlusundan ayrıldığımızda Saat 17.00 olmak üzereydi ve onun planı Latin mahallesinde de biraz gezinmemizdi. Latin mahallesine girince bohem atmosferi karşısında neden burayı özellikle seçip de ısrar ettiğini anladım. Tarihi olarak önemli düşünür ve bilim adamlarının eğitim aldığı üniversite buradaydı, tanınmış olan bazı yazarların mezarları da. Daralan sokakları canlıydı; kitapçılar, yerel pazarlar, kafeler ve bistrolarla doluydu.

Kahve molamızı oradaki en eski ve ünlü kafede vermiş, aileme ve kızlara alacağım hediyeleri de mahalleden tedarik edince hiç istemeden çıkmıştım; içerledim biraz, her yeri tamamen görememiştim. Ama Savaş söz verdi. Bir dahaki sefere daha uzun gezeceğiz diye. Belki önümüzdeki yaz olur, kış tatili ya da eğer daha erken olsun istersem.

Bir dahaki sefer...

Geleceğe dair konuştuğu her söz geçmişte yaşadığımız her şeyin, en çok yaralanmış hayallerimin içinden sıyrılıyordu. Birlikte geleceğimizin olmadığını söyleyip kapıları sıkıca kapattığı beni hayalsiz bıraktığı tüm günlerden farklı olarak şu günlerde bana kapılarını ardına kadar açmıştı; özgürdü, şu saatten sonra kuracağım her bir hayal.

Soruların, yanıtların, kargaşanın, kaosun karışmasına gerek yoktu artık hayallere.

Ona duyduğum sevgim hiç durmaksızın canlanıp gün ışığına doğru daha görkemli bir şekilde başını çıkardığının ayırdına varırken bir kez daha, günü noktalamamız için akşam yemeğine hazırlanmak üzere eve döndük.

Eve geldikten sonra sıcak bir banyoyla günün yorgunluğunu attım üzerimden. Ardından yemek için hazırlanmaya başladım. Üzerime geçirdiğim gece elbisesini son anda bavuluma almakla akıllılık etmiştim.

Savaş akşam için doğrudan ışıklı Eyfel kulesi manzarası sunan bir restorandan yer ayırttığını söylemişti. Dediğine göre Paris'e gideceğimi öğrendiği günün ertesi günüydü hemen. Yoksa bu kadar yakın mesafeden haftalar öncesinden almadan rezervasyon, şu an burada oturmamızın imkânı olamazdı. Ki o da tanıdığı birinin yardımıyla olmuştu söylediğine göre.

Garsonun yerimizi göstermesiyle iki kişilik masaya geçtik, bacaklarımızın birbirlerine dokunabileceği türden iki kişiyi birbirine yakın tutan masalardandı. Savaş'ın özel olarak bu masayı seçip seçmediğinden şüphe duyuyordum. Savaş iki hafta önceki yakınlaşmamız dışında bana yaklaşmadı.

En iyi Fransız şaraplarımızın yanına eşlik edecek yemeklerimizi de sipariş ettik, açlık hissi gitsin diyeydi benim olayım; çünkü yemeklerinde hiç lezzet, damaklarındaysa hiç tat yoktu şu Fransızların. Garsonların kendi dillerinde 'afiyet olsun' derken ortaya çıkan muhteşem, harika tınıdan sonra müthiş lezzet patlaması yaşayacağımı falan sanmıştım art arda ama öyle bir şey olmadı elbette.

Baharatlı yemekler coğrafyasından gelen birine göre bir şey yok burada.

Savaş garsondan tatlı istedi. "Sadece yılın bu zamanı yapılıyor bu tatlıdan," dedi. "Yemeklerden hiç memnun kalmadığını görüyorum, o yüzden dene."

Masaya etrafını çeşit çeşit beyaz-kahve çikolataların kapladığı ince katmanlı bir pasta getirildi. Doğrusu yemekten arta kalıp damağıma sinen lezzetsiz, yavan tadı silmek için öylesine hevesliydim ki gözüme kestirdiğim kenar çikolatalardan beyaz olanı neredeyse kaparak attım ağzıma. Kabul. Tatlılarında iş var hâlâ. Yemeklerden kalma hayal kırıklığı anında geriye ötelenmiş olabilir.

"Immm," dedim kendimden geçmiş olarak. Bir çatal aldığım ortadaki pasta müthişti. "Bu çok iyi Savaş, çok çok iyi gerçekten."

Savaş güldü. Önündeki peçeteyi alıp bana uzandı ve dudağımın kenarını sildi. "Evet, seni kendinden geçirmesinden meydanda ne kadar iyi olduğu," dedi, ona aldırmayıp bir tane daha alırken, o yeniden yaslandığı sandalyesinden anlam vermiyormuşçasına konuştu. "Acil bir seksin ortasında gibisin."

Gözlerimi kıstım. "Bir erkek olarak kırmızı et yerken yaşadığın gibi bir seksi mi kast ediyorsun?"

Savaş gülerek ellerini kaldırdı. "Peki teslim oluyorum, beni yakaladın."

"Oluyor musun gerçekten?"

"Gerçekten oluyorum," diye fısıldadı masanın üzerinden hafifçe eğilip. "Sana her zaman teslim olurum."

Hissettiğim tatmin duygusu anlamsızdı, o kafa bulurken özellikle. "Bana öyle bakmayı bırak."

"Nasıl?"

"Yoğun, yutmak ister gibi."

"Bunu yapmak için çaba sarf etmem lazım, edeceğim," dedi ama elbette gözlerindeki ışıltıya bakarsak, uğraşmayacağı kesindi.

Şarabından bir yudum aldı, ben de öyle yaptım.

Başımı sallayıp gökyüzüne uzanan yıldız gibi titreşerek parlayan eyfel kulesine baktım.

Fakat Savaş içimi gıdıklayan yavaş ve derin bir sesle, "Vegas'ta olan Vegas'ta kalır," derken ona çevirdim bakışlarımı. "Daha önce duyduğun oldu mu bu sözü?"

Sorusu öyle anlamsız geldi ki kulağıma etrafıma kaçırdığım bir şey mi var diye bakmaktan alamadım kendimi. "Elbette, kim duymamıştır ki? Ama şimdi... burayla ve bizimle ilgisi ne anlayamadım."

Kumar oynamamızı falan söylemeyecekti ya, insanın sabah uyandığında bunu nasıl olur da yaparım diyeceği türden bir delilik veya. Sabahla birlikte üzerinden attığı o sarhoşluk sonrası...

"Burayla ilgisi, bu sözün bir benzerinin Paris için de kullanılıyor olması."

Paris'te olan Paris'te kalır gibi mi?

Gece ondan sonra keşler, sarhoşlar ve bağımlıların alanına döndüğünü falan duymuşluğum vardı Paris sokaklarını, hiç de şaşırtıcı bir söylem olmazdı belki de.

Kadehimin ince sapını parmaklarımın arasında döndürdüm. "Ve bizimle ilgisi?"

"Bizimle ilgisi şu..." Sesi dikkatle, temkinle kıvrılarak geliyordu bana, sanki ulaşmasını istediği doğrudan bir yer gibi. "Biliyorsun ki yarın dönüyoruz, dönmeden önce geceyi bize, kendimize ayırmamızın ne sakıncası olur?"

"Geceden kastın..."

"Sevişmemiz, seks evet."

Bana derinlemesine bir dikkatle bakıyordu, kulakları kadar bütün varlığı iş başındaydı cevabım için. "Ve döndüğümüzde bu gece hiç yaşanmamış gibi davranabileceğimizi mi söylüyorsun?"

Bu ilişkimizin başlangıcına benziyordu. Her yanımı onu reddetmeyi istememe sebep olan anılar geceyi örten duman gibi sardı.

Masanın üzerinden uzanıp elimi tuttu. "Her zaman, her yerde seni istediğimi söylemek bile gereksiz." Gözlerindeki bakış benimle konuşuyor, beni istediğini söylüyordu. Evet gereksizdi. "İkimiz de birbirimizi özledik, bir küçük ara belki bir dinlenme durağı sayarız bu geceyi. Sonra hâlâ öyle olsun istiyorsan kaldığımız yerden devam edebiliriz hayata diyorum sâdece."

Kesin olarak haklı olduğu bir şey varsa, onun kadar benim de onu özlediğimdi. Düşündükçe bu gerçeği içimin bir acayip olduğu, canlandığı da ortada. Karnımdaki bir noktada heyecan dalgalanıyordu.

"Zaten konuştuk, Türkiye'ye döndüğümüz zaman gizli kalmamızı gerektiren her şeyi ortadan kaldıracağız," diye devam ederken gözlerimdeki şüpheye gözlerini kısıp baktı. "Daha fazla uzatmayacağız, başta Beren ve sonra sırasıyla ailelerimizle konuşup yolumuza devam edeceğiz. Devam etmek için netleştirmemiz gereken ilk şey bu."

Böylece Bilinmeyen Numaranın da hiçbir önemi kalmayacaktı.

"Ama hâlâ..." Dönüp dolaşıp aynı yerde takılıp kalmaktan nefret ediyorum esasen. "Beren bana sorduğunda rahatlıkla seni sevdiğimi söyleyebilirim. Aynı soru sana geldiğinde kaçınılmaz olarak, sen nasıl bir karşılık vereceksin bu soruya söyleyene. Aramızdaki şeyin adını biz bile bilmiyorken diğerlerine açıklama yaparken ilişkimizin adı ne olacak? Bizi birbirimize yaklaştıran aramızdaki bağ ne? Karşılarına ne diyerek çıkacağız?"

Beren'e biz yatak arkadaşıydık falan demek istemiyordum. Hem de hiç...

"Adımız var Nüket," dedi. "Sen benim kız arkadaşımsın, derinlere inmemize gerek olacağını sanmıyorum. Diyelim ki oluyor hoşlanıyoruz birbirimizden. Bitti. Yan yana olmak, durmak da cevaptır. Sadece senin beni olduğum gibi kabul etmene ihtiyacım var, diğer hiç kimse umurumda değil. Bir daha benden uzaklaşmanı istemiyorum."

Kalp atışlarını duymasam, anlamasaydım benden kopamadığını itrazcısı olurdum bu sözlerin ama söylemediklerine aldırmama kararı aldım; yaptıklarıyla değerlendirecek, bakışlarıyla anlayacaktım onu. Ve onun da dediği gibi hiç kimse umrumda olmayacak.

Umarım... yaparım.

Yapabilirim.

Kararlı olabilirim.

Kafamın içinde ne kadar gerçek ne kadarı sahte diye düşünmekten bıktım.

Savaş şimdinin gerçeğine döndü. "Konuyu dağıtma arzunu yarıda kesmek zorunda kalacağım maalesef, bana cevap vermen gerek."

Şaraptan mı, tatlıdan mı, Paris havasından mı bilmem; oyun havasındaydım. "Teklifini ciddi olarak değerlendireceksem senin de bir şeyler vermen gerekir bana."

Savaş'ın gözlerinde alay belirdi. "Ben seni ve sen beni alıyorsun. Yani sen de pekâlâ bir şey almış oluyorsun zâten? Bu iki kişilik?"

"Daha fazlasını isteyebilirim." Dudaklarımı ıslattım, Savaş dudaklarımın üzerindeki dilimin hareketini odaklanarak takip etti. "Yoksa isteyemez miyim?"

"Peki. Nedir, ne istiyorsun?"

Sandalyemde yaslandım. "Bana hiç bilmediğim bir şey söyle."

"Hiç bilmediğin bir şey... neyle, kiminle ilgili veya?"

"Senin, benim, bizim, herhangi bir şey." Kollarımı göğsümün üzerinde topladım, hareketimle elbisemin içinde göğüslerimin birbirine yaslandığını hissettim ama onun elbisemin içinde ne olup bittiğini bilen koyu bakışları doğrudan o kısma kaydı. "Sen seç, fark etmez ama hiç bilmediğim bir şey olsun?"

Savaş yüzüme bakarak düşündü bir süre. "Seninle ilk kez birlikte olduğumuz gece hiç sarhoş olmadım?"

"Sarhoş olmazsın çünkü."

"Öyle değil." Kirpiklerinin çevrelediği koyu gözler dikkatle bakışını bir an manzaraya sonra tekrar bana çevirdi. "Aren bana hap vermişti, seninle birlikte olmamın nedeni buydu; sandığın gibi isteyerek, planlayarak olmadı. En azından benim planım değildi."

Bilmediğim bir şey değildi bu...

Kaşlarımı numaradan şaşırmış gibi kaldırdım. "İsteyerek olmadı? Sandığım gibi? Hiç istemedin mi yani? Beni?"

Gözlerindeki yoğunluğun etkisiyle alt dudağımı dişlerimin arasına aldım, koyu bakışları anında hareketime odaklandı.

"Yani evet, oldu ama aklım tamâmen yerindeyken değil." Yutkundu, adem elması boynundan aşağı kaydı zarifçe. "Muhtemelen o gece senden daha çok istediğim tek bir kadın bile yoktu orada. Seni giysilerin içinden çıkarmayı, acelesiz bir şekilde keşfetmek... orada bir yerlerde gizlenmiş tutkunu görmeyi ve hiç farkında olmadığın arzularını açığa çıkarma fikri beni delirtiyordu."

O gece başlayan yıkımı, tüm o tahribatı düşündüm. Attığım her adımda uçuruma düşen ruhumu, aklımı karıştırıp duran o geceyi. Savaş'ın bir geceyle girip yine bir geceyle çıktığı hayatımdan, bu iki geceyi nasıl önemli, unutulmaz hâle getirişini.

Şimdi içimi yakan gözleriyle, bir kaosun ardından karşımdaydı. Sanki iyi şeyler yıkıcı, yakıcı kaosların ardından gelirmiş gibi başkalaşan bambaşka ilişkinin içinde sözleriyle soluğumu kesiyordu. Yeniden.

"Demeye çalıştığın şey evet benimle hiç birlikte olmayı düşünmedin ama yine de beni onca kadının arasından özellikle mi seçtiğin?"

Cevabını muğlak, belirsiz tuttu. "Olabilir."

"Olabilir mi? Sen net, kendinden hep emin olmanın insanısın Savaş. İstediğini daima bilirsin. Olabilir senin için çok eğreti. Öyle ya da değil. Senin için hep böyle olmadı mı?"

"Özellikle sen," dedi dürüst davranıp ama sesi... baştan aşağı bedenimde sıcaklığını hissettiğim ateşli tonda. "Sen olmalıydın, asla anlayamazsın sen olmadığında nasıl olacağını."

"Neden?"

"Bilmediğin bir şey istedin verdim, bir şey."

"Ah, belirtmeyi atlamışım..."

"Neyi?"

"Sarhoş olmadığını ve hap yüzünden olduğunu zaten biliyordum, bilmediğim şeyi hâlâ vermiş değilsin bana."

"Bilerek mi sessiz kaldın ben anlatırken?" Şüpheyle durakladı. "Sana söylemedim hiç, nasıl bileceksin?"

"Bunu tek bilen sen değildin," dedim. "Aren de biliyormuş ve sen şu işe bak ki o benim bildiğimi sanıyormuş."

"Aren... tabii ya. Kim çıkardı ki başka arkasından, o boş boğazdan başka."

"Arkadaşının çıkması tuhaf olmamalı. Hem ona saklamasını hiç söylememişsin bile. Devam et."

"Benim de bilmediğim bir şeyi öğrenme merakım oluştu şimdi, ne yapsak?"

"İstersen her zaman rövanşını alabilirsin." Kaşları sorgularcasına alnına yükseldi. "Bu gece değil ama," diye ekledim hemen.

Dudaklarındaki gülümseme kayboldu, ciddi bir şey düşünüyor gibiydi. "Öyle diyorsan... Aslında seni ilk defa gördüğümde bizim evimizdeydin." Zihni o anları görüyor gibi boşluğa daldı ama arabasında olduğumu söyleyecektim. "Odamdaydın."

Açgözlü bir merakla gözlerini didik didik eden ifade gözlerimdeydi, itirafının şaka olasılığını değerlendirirken. "Beni odanda mı gördün gerçekten?" Durgunlaştım. "İlk kez."

"Öyle olmasa söylemezdim." Kelimelerini taşıyan sesi tenimde oynaşmaya başladı. "Yatağımda yatıyordun; yatağım yeterince büyük olmasına rağmen ucuna kıvrılışın, ellerinden birini yanağının altın sıkıştırışın, yumuşak saçların yastığa dağılışı, aralık canlı dudakların, derince alıp verdiğin sokuklar... hâlâ canlı kafamda, bak hâlâ ezberimdesin. Cennetten düşmüş bir melek gibiydin ama yatağıma."

Yatağıma...

"Yatağına," diye mırıldandım. "Kaderin oyunu gibi geliyor kulağa; aile evindeki yatağından şimdilerde yaşadığın yatağa."

Savaş masanın üzerinden yaklaştı. "Galiba asla yatağımda yatmamalıydın, baksana bir daha yatağımdan çıkacak gibi değilsin."

Ona kızmakla sinirimden kahkaha atmak arasındaki düşüncelerimin arasına giren başka bir düşünce vardı, alay ettiği şeyin tam olarak alay etmesiyle ilgisi yoktu. Kast ettiği yanılmıyorsam tek yatağı, hep birlikte paylaşacağımızdı. Geleceğe yayılan ifade öfkemin karanlığı arasına güneş ışığı gibi sızdı.

"Söylesene," dedim, ışıkların onun saçında parladığını fark ederek. "Peşime düşmeye o zaman mı karar verdin?"

"Hayır elbette, kendimin her zaman iradeli olduğunu sanırdım. Başta gayet öyleydim de esasen, kafamın içinde olmana rağmen zihnime set çekmiştim seni düşünmemek adına. Denklem basit. Düşünürsem peşine düşerdim, düşersem de asla duramazdım. Bir daha asla. Beni kendimden başkasının durduramayacağını her zaman bilirdim."

Kadehimdeki son birkaç yudumu kafama diktim, bitirdiğimde damarlarımdaki kanda çalkalanan kırmızı şarap gibiydi ellerimde dalgalanan kızıl heyecan. "Bu kadarı yetti, kalkalım mı?"

"Hiç sormayacaksın sandım."

🥀

A

rabaya geçtiğimiz anda bütün neşemizi, kelimelerimizi eyfel kulesinin karşısındaki yemek yediğimiz restoranda bırakmıştık. Yolculuğumuz ikimizin de nereye gittiğini bildiği, hevesle oraya ulaşmayı bekleyen bedenlerimizin heyecanlı sessizliği içinde sıcak sabırsızlığın da içine karışmasıyla çekilmez, gergin bir hâl almıştı. Şarabın neden olduğu hafif bir sarhoşluk da vardı üzerimde.

Kapının önüne gelip de Savaş anahtarını yuvasına yerleştirdiğinde göğüs kafesimde yanan ateş harlandı. Biz içeri dalar dalmaz üst giysilerimiz portmantoda yerini alınca birbirimize baktık, birbirine yavaşça bakan dokunan bakışlardı bunlar. Yoğun bakan koyu kahverengi gözlerin derinliklerinde kaybolduğumda dünyanın geri kalanıyla tüm ilişkim kesildi; sadece onu görüyor, onu hissediyordum. Ona bir adım atıp yanaştığımda Savaş'ın tepkisi de zaten beklediğimden farklı olmadı; ılık avuçları yüzümü kavradı, başını doğru açıyla yana eğdi ve beni tüketerek öpmeye başladı.

Ellerim önce ellerini arayıp buldu, biraz daha yaklaştığında şaşıp kalacağım bir hızda bütün vücudunun sertleştiğini fark ettim. Şaşırmıştım, tepkisini sorgulamak için durmadım ama. Yapmam gerekeni yapıp karşılamaya çalıştım saf şehvete buladığı öpücüğü. Dudaklarımız çok iyi bildiği, tanıdığı iki kişilik resitali başlattı; sanatçısının ve seyircisinin aynı anda biz, sadece biz olduğu.

Savaş ellerinden birini yanağımdan aşağı kaydırıp boynumdan enseme, oradan da uzun saçlarımın arasına daldırdı. Bu çok mümkünmüş gibi başımı kendisine doğru çekti, hiçbir yakınlık onu tatmin etmiyordu ve çok daha imkansızını, inanılmazını mı istiyordu? Belki. Tabii ki soluksuz kaldığım için uzaklaşmamızı talep eden ellerim sert göğsüne yerleşip itti onu. Kahretsin! Hep yenilen ben oluyordum öpüşmemizde. Ne zaman geçmeye niyet etsem nefessizliğe takılıp uzaklaştırmak zorunda kalıyordum onu kendimden.

Savaş'ın dudaklarından hınzırca döküldü kelimeler, sessizce. "Heveslenme geçmen mümkün değil beni."

"O nedenmiş?" Kızgınlığımı saklayamadı sesim. "Çok istersem inat olur yaparım."

"Yapamazsın. Çünkü sen benim yerimde değilsin, çünkü karşındaki de sen değil," dediğinde, sâdece öpücüğüne değil aynı zamanda bakışındaki ifadesine yetişmemi mümkün kılmıyordu. "Seni öpmek harika bir şarabı içmek gibi, son derece lezzetli bir yiyeceği tatmak gibi. Şarkıda da geçtiği gibi öp öp doyamıyorsun."

Ne diyeceğimi bilemediğimden ona bir şey demeye çalışmayı bıraktım. Yeryüzünde kim, ondan başka kim bana böyle bakıp da böyle konuşurdu ki? Kimse. Bazen onun gözünden görmeyi arzu ettiğim oluyor bu yüzden kendimi. Sâdece Savaş Akduman bana böyle baktığında, nasıl biri olduğumu nasıl göründüğümü merak ediyorum.

Bana merak ettiriyor

Hiç merak etmek zorunda kalmadığım, sıradanlığın herhangi bir sırasında gördüğüm kendimi.

Yüzüm kızardı, yutkundum. "Yetişemezsin benim hissettiğim tutkuya," diye devam etti. Benimse tam da bu arada bir yerde kelimelerim kayboldu. "Birini öpmekten böyle keyif alacağımı bilemezdim ama eşsiz tadın, sana bağımlı yapıyor beni."

"Hep böyleydi, farkındasındır ama olur ya farkında değilsindir...." Sonra gerisine hiç gerek yokmuş gibi aniden sustu, eğilip ani bir hızla kucağına aldığında beni, buna hiç hazırlıksız olan ben çığlık atarak boynuna doladım kollarımı. "...fark etmeni sağlarım."

Kucakladığı gibi yatak odasına taşıyıp yatağın yanında bıraktı beni, ayaklarımın üstüne. Elleri arkama uzanıp elbisemin fermuarını aşağı kaydırdı. Vücudumun bir parçası gibi görünen elbise bedenimden sıyrılarak indi, ayaklarımın üstünde toplandı. Ayaklarım ayakkabılarımın içini terk ettiğinde geriye bir adım atıp yatağa doğru uzandım beklenti dolu gözlerle.

Birbirine bitişmiş bacaklarımı açarken yavaş yavaş, "Söylesene Ölüm Perisi, nasıl başarıyorsun bunu?" diye sordu, kabaran göğüslerimi süzerek diğer yandan. Açılan bacaklarımın arasına konumlandığı anda karnım titreyerek kasılırken, kalbim delice çarpmaya başladı. "Seni şu pozisyonda gördüğüm an, sevişmezsem sanki ölecekmişim gibi hissettiriyorsun bana."

"Bu benimle mi ilgili?"

Dudakları kısacık kıvrıldı. "Öyledir diye düşünüyorum." Dudaklarıma hafiften bir öpücük bıraktı, gözlerinde dizginlenemez şehvet oradaydı. "Önümde, sâdece bana açılan şu güzelliğin karşısında soluğum kesiliyor; her zaman."

"Sen..." dediğimde, sert bir öpücükle beni susturduğunda hazırlıksız oluşum onu sert göğsünden itmeme neden olmuştu. Tekrar bundan başka bir şey yapmayacakmış gibi tekrarlanan öpücüktükten saniyeler sonra boynumda gezindi ateşli bilenen dudakları, eli çıplak bacağımın üzerinden okşayarak yukarı giderken ben gözlerimi açıp tavana diktim bir saniye.

Biz diye bir şey yok!

Ve ne olduysa o anda oldu, bir an öncesinde her şey iyiydi hâlbuki... Belki işin kuralı da buydu zâten; yolunda giden şeylerin tepetaklak olması, uzun süre almazdı. Bir anda, bir saniyede olup biterdi. Ağır nefeslerimin arasında zihnimde yankılanan sesini duydum.

Asla daha azına razı olmazsın.

Sanki biri zihnimin kapısını aniden açtı, yaka paça o geceki anılarımızı, sesleri, görüntüleri içeri atıp kapıyı arkasından açılmamak üzere de kilitledi. Görüntüler tavandaydı, çekip gitsinler diye gözlerimi kapattığımdaysa hiçbir şey fark etmedi; kafamın içindeydi.

Kapının önünde ağlayışlarım takip etti art arda sıralanan görüntülerimizi...

Kafamdan dışarı adım atmıyorlardı, aynı anda oradan oraya zıplayan yüzlerce kedi gibiydi düşüncelerim. Bedenim katılaştı.

Dilini boynumda heyecanla atan nabzımın üzerinde kaydıran Savaş, altında kaskatı kesilen bedenimi fark edip geriye çekildi. Ne olduğunu soran gözlere ne diyeceğimi bilemiyordum kendim bile ne olduğunu anlayamazken. "Nüket... Ne oluyor?"

"Ben..." Mantıksızca katılaşan bedenim için mantıklı bir yanıt bulmaya çalıştım. "Hiç... hiçbir şey olmuyor." Bunu şimdi yapamam, şimdi olmaz. Gülümsemeye çalıştım. "Biraz heyecanlıyım sâdece... Anlarsın işte, uzun zaman oldu."

"Anlarım tabii." Sesinde belli belirsiz bir şüphe tınısı vardır. "Benim için de öyleydi." Söylememe gerek var mı?"

"Hayır, hayır." Başımı salladım. "Yok."

Aramızın artık bozulmasını istemiyordum. 'Burda duralım' demek pek de iyi olmazdı. Buna devam edebilirim onu sevdiğim için, her şey yolunda gülüşümü hiç bozmadım. Heyecandan olduğuna inandıran bir ifade giydirdim gözlerime, koyu kahve gözlerinin içindeki şüphe tohumlarını büyütmeden ya da doğrusu ben büyütmesine daha fazla neden olmadan.

Savaş nihayet devam etti. Dudaklarımda başlayan dokunuşu çeneme, boynumun nabzından göğüs kafesime doğru ıslak bir yol çizerek sütyenden taşan göğüslerimin üzerine geldiğinde bile dikkatimi yaptığına veremedim, kafamın içinde onunlaydım ama başka bir zamana ait olan Savaş Akduman'la birlikteydim. O Savaş'la kavgalıydım. O Savaş'a kızgındım. O Savaş'ı affedemiyordum. O Savaş bu adam mıydı? Değişmiş miydi?

Seni sevemem.

Kimseyi sevemem ben!

Karanlık ve uğursuzdu beni saran şey. Bu gece başlayan her kelimesine, nefeslerine, kıyafetlerinin tüm kıpır­tısına, dokunuşunun her sesine tutundum. Çabaladım. Bozmak istemedim, çünkü bunu yaparsam her şey düzelirdi. Düzelmeliydi. İçimdeki kalp. Her kalp atışıma hükmederken o zahmetsizce, ortaya çıkan bu şeye hükmedemiyor ama.

Geçmişteki Savaş, bugün yanımda olan Savaş'ı alt ediyordu kafamda.

Daha fazla içimde tutamadığım boğazıma yükselip dudaklarımdan fırlayan hıçkırık karnıma inen öpücüğü durdurdu, üstüme yapışan dudaklarını hızlıca kesiverdi nemli tenimden. Savaş başını kaldırdı. "Nüket?"

Aramızdaki arzu parçalandı.

Ne olduğunu anlamayan şaşkın gözlerle karşılaştığı an yağışlı gözlerim bakmaya devam edemez olunca üzerini örttüm avuç içlerimle. "Özür dilerim," diye hıçkırdım bir kez daha. "Savaş özür dilerim."

Kalçamın iki yanını tutan elleri gevşedi ve Savaş yukarı, üzerime tırmandı. "Nüket... Ne oluyor güzelim? Anlat bana, neyi yanlış yaptım?"

Hiçbir şeyi.

Yanlış olan benim.

İçimde saklanan duyguları anlatabilecek gücü bulsam bile, her şeyi mahvettiğim ve beni anlamayabileceği düşüncesi paniğe kapıl­mama neden oluyordu. Başımı hayır anlamında salladım. Kendimi anlamadığım için kızıyorken kendime içten içe, ağlama krizini neyle açıklayıp ona ne anlatacaktım hem? İçim duygularla, kafam düşüncelerle kaynıyordu.

Düşüncelerimin akışına kapılarak, "Ben... yapamıyorum," dedim ağlayarak. "Ben... deniyorum, olmuyor. Birden geri geliyor her şey." Nasıl sinyalsizce ortaya çıkışını anımsadım. "Durduramıyorum." Kafamın içine dalışlarını.

"Nüket...canını yaktığını sandım." Yarısı sıkıntılı yarısı rahatlama barındıran bir iç çekti. Aklımdan geçen düşünceleri, neden söz ettiğimi kolayca anlamış olmalıydı. "Tamam... sorun değil," dedi alabildiğine sakin ve yumuşak bir sesle. "İstemiyorsan yapmak zorunda değiliz, buna mecbur değilsin. Zorunluluğu olan bir görev değil bu."

Hâlâ ağlıyordum, hâlâ ondan saklıyordum yüzümü. "Evet, biliyorum," diye doğruladım Savaş'ı, ağlamaktan titredim. "Bu şekilde korkarak bir ileri bir geri devam etmenin saçma olduğunu da biliyorum ama, böyle olsun istemiyorum."

Duvardaki saate baktım, sekronize olmuş tik takların içinde iç çekişini duydum.

Savaş yüzüme baktı. "Ben gitsem iyi olacak," dedi saniyeler sonra. Kollarımı boynuna doladım, onu sıkıca tuttum. "Hayır Savaş, böyle gitme. Lütfen gitme. Ben sâdece... iyi olacağım."

Savaş kollarımı ayırdı boynundan. "Nüket bırak, gitmeliyim. Sana da iyi gelecek bu," dedi, yüz kasları kasılmış o bakışların içi boşalmıştı. Kalbim acıyla sıkışırken Savaş odadaki hüzne kaptırmadı kendini, doğru şeyi yaptığına inanıyordu. "Hayır, burada olduğum sürece iyi olmayacaksın."

Yataktan ayrıldı çevik bir hareketle, gitmek üzere kapıya yöneldiğinde kalbim hızlı ve ümitsiz bir ritimle atıyordu çaresizce göğüs kafesimde. Boğazımda bir şey düğümlendi yeni cümleler için dudaklarım açıldığında ama, o çoktan çekip gitti ve hiç bakmadan arkasından örttü kapıyı. O anda dağıldım.

Dağıldım ve ne yapacağımı bilemedim, şu yataktan çıkıp arkasından ona yetişmemek için ellerimi yumruk yaptım, tırnaklarım acı biçerek avucuma battı. Gitsem bile ona ne diyecektim ki? Enkaza çevirdiğim anı nasıl toplayacaktım ki?

Kendimden yoruldum.

Gözlerimi kapattım ve yapabileceğim en iyi şeyi yapıp kendi içine döndüm; duygularım ve düşüncelerim arasında dolaştım.

🌹

Mantığım polis gibi zihnimin orta yerinde durmuş beni tersleyip duruyordu kendimi haklı çıkarmak istediğim her seferde. Ona ortaya çıkmak için geç kaldın diye avazım çıktığınca bağırmak isterdim, şayet onun çekip gittiği ve şimdi durduğu tam noktayı bilebilseydim. Savaş en azından kontrol etmek için bir ara gelir diye düşündüysem de akıp giden iki saat dışında tek hareket olmamıştı; duvarda tik taklayan bir saat eşliğinde bekleyen olmaksa işkenceydi.

Kötü bir şeyler oluyordu.

Gelmeyişinden belli.

Ne yapacağımı ölçüp biçmek için durum değerlendirmesi yapmak istediysem de iki saat boyunca onunla konuşmaktan başka sonuç çıkmıyordu. Dağılmıştım. Kendimi dağıttığım yetmiyordu, onu da kendimle birlikte duygu fırtınasında dağıtıyordum.

Berbat biriyim!

Berbat!

Ne istediğini bilmeyen.

Bilse de istediğine sahip çıkamayan

Berbat biriyim!

Savaş'ın yarısı kadar bile kararlı, iradeli olsaydım, olabilseydim.

Geçmişi ardımda bırakacağımı söyledim ve döndüğüm ilk yol ayrımında çarpıştığım geçmişti.

Yerdeki gece elbisesini aldım, yarın yola çıkacağımız için bu iki saatte en azından bavulumu toplamalıyım diye düşündüm, kafamı toparlamama da yardımı olurdu; geldiğim gün yerleştirdiğim tüm kıyafetleri dolaptan boşaltıp elbiseyi de diğerlerinin yanına bavula koydum. Üzerime pijama takımı geçirip aşağıya indim. Alt katta tüm bölümlerin ışıkları yanıyordu.

Bir an merdiven dibinde durup gitmesem mi acaba diye düşündüm ama alevlenen sinirlerim ve konuşma inadım ayaklarıma güç katıp ilerletti. Onunla yüzleşecek olma fikri karnıma ağrılar katsa da. Beyhudeydi; geri durmak, geri gitmek. Hiçbir şey, ondan başka hiçkimse beni karnımdaki huzursuz çırpınıştan kurtaramazdı.

İlk tahminim doğru çıkmıştı; büyük salonda buldum onu, koltukta oturur bir pozisyonda başı yana kaymış uyuyordu. Hayır. Yanlış. Uyumuyordu. Önündeki şu orta sehpanın genişliğini dolduran o alkol şişesi yığınına bakarak muhtemelen sızmıştı. Sızmak mı? Gerçek olsa da ne kadar eğreti duruyor kelime onunla kullanıldığında. Onu hiç bu kadar alkol tüketmiş olarak görmemiştim, bir elinde içi yarılanmış viski bardağı vardı hâlâ. İşte... Sızmıştı ve içimi sızlatmıştı.

"Savaş," diye seslendim, sakin bir sesle elindeki bardağı alıp sehpaya bırakırken. Midemde kurşuna benzeyen kocaman bir ağırlık vardı, her saniye ağırlaşan. "Savaş uyan."

Gözlerini açtı, başını çevirince beni gördü ve gülümseyerek öylece baktı başını yaslı durduğu koltuktan ayırmadan. Rüyalardan fırlayıp geldiğimi falan mı düşünüyor, bana gülümseyebildiğine göre? Ondan alınmış cesaretle ben de gülümsedim kısacık. "İyi misin?"

"Hı hı."

Hı hı mı?

Bu tam bir dejavu oldu.

"Çok içmişsin."

Savaş doğruldu ve beni zaten açık duran bacaklarının arasına çekti, kollarını belime sarıp başını karnıma gömdüğünde nefesi karnımdaki noktayı titretti. "Birlikte içelim."

Kollarını açmaya çalıştım. "Savaş kalk." Doladığı kollarını sıkılaştırdı. "Yatağına geç hadi."

Bir iki kez daha ona kalkmasını söyledim cevap vermedi, yerinden kıpırdamadı da. Başımı yana eğip yüzüne baktım, yüzü bu şekilde kızarana kadar niye içti ki? "Savaş uyudun mu?" Yine hiç yanıt yok. İç çektim. Başımı tavana kaldırdım devam mı etsem, böyle mi duralım kararsızlığının arasında dolanırken aklım. "Off Savaş ya."

"Sen de orada olacak mısın?" Kelimeleri öyle boğuktu ki bana söylendiğinden emin olamadım. Belki bir sayıklama hâlindeydi.

"Ne dedin?"

"Anlamadın mı?"

"Anlamadım."

Başını bana doğru kaldırdı, çenesinin ucu karnımdaydı. "Dedim ki.." Durakladı, sanki kelimeleri arıyordu. Kaşları çatılmıştı. "Sen yatakta olacak mısın?"

Gözlerinin içine baktım, saçının kenarını okşayıp gülümsedim. "Eğer hâlâ istiyorsan evet, ben de olacağım," dediğimde kaşları hemen düzeliverdi.

"Bu iyi, seni çok özlüyorum." Başını indirip tekrar yanağını bastırınca karnıma, tekrar başa döndüğümüzü düşündüm. Gözlerini de kapatmıştı. "Neden evimde kalmıyorsun ki? Sana kal dediğimde asla kalmıyorsun."

Geçtiğimiz iki haftadan söz ediyor olmalı. "Sana söylemiştim, kendi işlerim vardı."

"Seni özlemek istemiyorum ama." Sesi mi zayıflıyordu onun? "Bu his beni rahatsız ediyor. Birini özlemek hiç iyi bir şey değil, değilmiş. Sıkıcı."

Kelimeleri göğüs kafesimin kemiklerini eğip bükercesine aşarak içeri attı kendini.

"Öyle," dedim, onu özleyip de yanımda bulamadığım tüm o korkunç zamanları düşünerek. "Ama hissiz olmak daha kötü. Özlemek henüz bu kadar kötü olmamalı senin için, özlüyorsun ve buradayım ben."

Ben seni özlediğimde yoktun.

Sen de beni özlüyordun ama değil mi?

Savaş kalktı yerinden, "Sana söylemem gereken bir şey var," dedi omuzlarımı tutarak ama dengesini kaybedip koltuğa düştü. "Tamam, söyleyeceğin şey biraz daha bekleyebilir. Sana yardım edeceğim, odaya çıkman gerek." Kolunu tuttum. "Bir kez daha deneyelim hadi."

Ayağa kalkınca kolunu omzuma atıp belini yakaladım ama Savaş diğer kolunu bana sarılmak için kullanıp boynuma attı ve tabii bu kadarla yetinmeyip yanağıma sıkı da bir öpücük bıraktı. "Seni özlemiştim." Bir kez daha ama boynumdan öptü. "Sen çok güzeldin."

Aman!

Sarhoş hâli ayık hâlinden daha yapışkan.

Sonunda bana verdiği odaya geldik ki ne de olsa yanında olmaya söz verdiğimden en yakın odayı kullanmakta sakınca yoktu. Yatağa uzandığında beni yanına çekti hızlı bir şekilde, sanki kaçışımı engellemek için sıkı sıkı sardı beni.

Gözüm fanusa kaydı. Neden onu buraya getirdim ki, neden atmadım ki? Ve neden onu buraya getirirken Savaş'a söylemedim yeniden aramıza hiç nedenler girmeksizin sevmek istediğimi kendisini. Söylenmişler ve söylenmemişler arasında verdiğim her nefesten yoruldum. İflah olmaz biriyim.

Saçlarımı okşadı, başımın üstünü öptü. Sıkıca sarıldı, ensemdeki serin nefesi dağıttı düşüncelerimi. Nefesindeki ritmi taklit etti kalp atışlarım, ne yaşandıysa ne olup bittiyse her şeyi geride bırakıyor ve uzaklaştırıyordu beni. Rahatladım, ritmin getirdiği huzurla gözlerimi kapattım. Yarın. Yarın olduğunda konuşabilirdik.

"Sana söylemeliydim, söylemek istedim," dediğinde gözlerimi araladım. Harf harf ilerleyip geldiğinde cümlenin sonuna, noktayı koyduğu cümle inanılır gibi değildi. "Seni seviyorum, Nüket."

Seni seviyorum Nüket.

Ve fanusun içindeki son yaprak düştü.

Gökteki tüm yıldızlar kayarken.

Kalbime kayan kalbiydi.

YAZAR | ELİSYA ROYAL

🌹

Bölümü oylamayı ve yorumlamayı unutmayın ölüm perileri

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 26.10.2025 22:35 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...