

Bölümü okumaya geçmeden önce yıldıza bir tık atıp öyle başlayın, Periler...
Keyifli okumalar
Savaş Akduman için, 🍷
Nüket Kozcu İçin, 🥀
63. BÖLÜM | ŞÜPHENİN YANKISI
Bölüm Şarkısı | Shah, Lost My Mind
SAVAŞ AKDUMAN
Arzularım tarafından pusuya düşürüldüm.
Başımda korkunç bir ağrıyla ve daha önce pekçok defa kontrol altında tuttuğum kötü hislerin bu sabah hiç olmadığı kadar büyük bir sağanakla üzerime yağdığı korkunç bir etkiyle uyandım. Ellerimin arasına aldığım kafamı sıkıştırdım, her yanı zonk ediyordu.
En son ne zaman sarhoş olmuştum?
Herhâlde Nüket'le ayrıldığımız o gece. Hiç sarhoş olmam değil, zor sarhoş olurdum; bir kere olduğumdaysa başkalarının aksine hemen atlatamazdım. Etkisi en az bir hafta sersemlik, baş ağrıları ve belki otuz sekiz saati bulan uykusuzluklarla sürerdi. İşte tam da bu sebepten sarhoşluk benim için kontrol altında tutulması gereken ciddi bir zayıflıktı. Ve zayıflıktan nefret ederim.
Beni deviren alkol türünden özellikle uzak durur; viskiyi yerer şarabı överdim zoraki bulunduğum ortamlarda.
Başımı çevirdim, fanusla göz göze geldim; artık tek bir yaprağı bile kalmayan bomboş fanusla. İç çektim. Dibinde biriken kırmızı yapraklara baktım. Bu hiç iyi değildi.
Kıyamete geri sayım gibiydi yaprakları.
Ve şimdi orada sayacak hiçbir şey yoktu.
Dün gece yaşananlar biraz bekleyebilirse de belli ki bu sabah hiçbir şeyin saygısı yoktu bana. Dün gecenin anıları en ince ayrıntısıyla musallat olmuştu. Etrafımdan önce yanımdaki boş yere önce dokundum, sonra baktım. Seslice nefes alıp verdim. Tabii ki Nüket yoktu. Ve elbette ki geceyi geçirmek için misafir odalarından birine gitmiş olmalıydı; ben ona verdiğim bu odada olduğuma ve o olmadığına göre. Gitmiş değil. Bu fazla yumuşak bir geçiş. Kaçmış daha doğru bir ifade olurdu.
Kesinlikle kaçmıştı.
Benden.
Yattığım yerden doğruldum. Konuşmalıyız, durumu izah etmem gerekiyordu. Her nasıl yapacaksam artık. Bana yeni düşmancıl hisler beslemeden hoş karşılamadığı dün gecenin etkilerini silmeliyim ama ilk kez bu ilişkinin beni yorduğunu, durmadan ileriye yürümeme rağmen bir yere varamıyor gibi hissine kapıldım.
Tek olan biten sonu olmayan yolun uzayıp durmasıydı.
Başından beri her şey bu kadar karmaşık mıydı? Yoksa beni sevmesiyle mi felâkete dönüşmüştü? Nedense ikincisini seçmenin tarafındayım.
Dün gece ışıklar altında güzel, kusursuz ve eskiden olduğu gibi aramızda mesafe yokmuş gibi yakın görünüyordu. Nüket’e yaklaşmak ihtiyaca dönüştüğünde acele ederek saldıran dürtüsel hisler konuşma gidişatını yatak odasına çekmemle sonuç verirken de kafamın içinde dır dır ederek o kadar ileri gitmememi söyleyen sese kulak tıkadım. Sonuçta kim cennet önündeyken, cehennemde yaşamayı seçerdi.
Ona dokunamamak cehennemde yanmak gibiydi.
Cehennem gibi bir ateşte yaşamaktansa cennetine adım atmaktan başka hiçbir şey yoktu kafamda, yatağa gelmemize kadar işler nispeten iyi gidiyordu. Ve işte sonuç. Biyolojik dürtülerinin tuzağına düşmesi gereken son kişi ben olmalıydım. Onu korkutmamalıydım, merdiven teorisi diye hatırlatmıştım oysa. Ortalama adımlar…
Sonra her şey altüst oldu. Hayır, bu doğru değil. Altüst ettim. Birden birkaç basamak atladım, atlamamalıydım. Sağduyuma ne oldu?
Arzularım tarafından pusuya düşürüldüm.
Boş ver şimdi.
Yakınmanın faydası yok. Berbat ettiğim şeyle yüzleşmeliyim. Yorganı üzerimden attım, dün geceden bana yapışıp kalan sarhoşluğu üzerimden atabilmek için kendi odama gidip ılık bir duşun altına girdim. Üstümden akıp giderken su, kendime bir söz verdim. Durum her ne olursa olsun hata tekrarlanmayacak. Onu özledim ama biraz daha sabırlı olabilirim, Nüket bana adım atmadan önce aceleci davranarak her şeyi bir kez daha mahvetmeyecektim.
Bekleyecektim.
Bana gereken adımı onun atmasını.
Şiddetli istediğim zamanlarda bile.
Tamam, seks hakkında konuşmayı bile bırakacaktım. Boş ver. Önem sıralaması ailemize ait. Biz ortaya çıktıkça Nüket'in kafasındaki biz de daha net olacaktı. Dün geceden açığa çıkmıştı ki kafasının içinde hâlâ bizi bütün olarak bir yere koyamıyor. Burak bunun için uyarmamış mıydı zaten? İnsan zihninin değişimi ani kabullenmesi diye bir şey yoktu, bir süre acı tecrübeyi aramaya devam edecek gibi sözleri ettiği zaman dinlememiş gibi yapsam da tabii ki dinlemiştim.
Sorun yok.
Nüket benimle.
Önemli olan bu.
Sarhoşluğu ve beni duraksatan bütün o umutsuz düşünceler suyla akarak gidip yeniden canlandığımı hissettiğimde suyu kapatıp duştan çıktım. Bir havluyu belime sarıp baş havlusuyla saçımı kurularken çıktım banyodan. Giysi dolabımdan bir eşofman altı aldığımda telefonum çaldı.
Telefonu omzumla kulağımın arasına sıkıştırıp cevapladım. Diğer yandan eşofmanı geçiriyordum altıma.
“Savaş Bey,” dedi Sercan, şirketin teknik ekibindendi. En iyilerden biriydi. Nüket'i mesajla rahatsız eden numaranın sahibini bulmasını istemiştim. “Verdiğiniz numarayı araştırdım.”
Yatağın üstüne oturdum. “Evet Sercan, ne buldun?”
“Ülkeler arası dolaşan hayalet numara.”
Bu hiç iyi değildi.
“Ne? Profesyonel mi yani?”
Nüket'i ve beni tanıyan bunu yapabilecek yetenekli olarak bildiğim tek bir kişi vardı. Kutay. Kutay olamazdı. Ama her ihtimali değerlendireceksem… İntikam oyununu Nüket üzerinden devam ettiriyor olabilir miydi? Nüket’le uğraşmanın ona ne yararı olurdu ki? Canımı sıkmaktan başka. Canımı tekrar sıkmayı göze alabilir miydi?
“Mesajlar doğrudan Türkiye'den atılsa bile bunu gösteren ize henüz rastlamadık. Her kimse sıradan değil, profesyonel biriyle karşı karşıyayız.”
“Basitçe profesyonel yardım alıyor ya da. Ne yapıyor?”
“Aç kapa tekniği, bulmayı hâlâ istiyorsanız uğraştıcı olacak ve zaman alacak gibi duruyor.”
“Tamam, numaranın izini sürmeye devam et.”
Ardından sekreterimi arayıp bana Kutay'la bir görüşme ayarlamasını istedim. Zaten onunla görüşmeyi istiyordum. Eğer bu işin arkasından da tekrar o çıkarsa şayet, işte o zaman konuşmanın gidişatı değişecekti.
Nüket'le konuşmak için aşağıya indim ama hiçbir yerde yoktu, adını seslenerek misafir odasına mı çıktı diye tekrar girdiğim odada aslında daha önce uyandığımda biraz bile fark etmediğim ayrıntıları fark ettim. Giysi dolabı boştu. Bavulu yoktu. Ve ona ait tek eşya geride bıraktığı fanustu, işimizin artık tamamen bittiği bütün yapraklarını döken o fanus.
Kahretsin!
Ne oluyor be?
Gitmiş miydi?
Tekrar aşağıya indim. Bana çarpan boşluk ve boşluğu dolduran sessizlikti. Hiçbir şey demeden nasıl giderdi? Mutfağa girdiğim anda duvardaki saate baktım. Dairesel turunu atan yelkovanın her gürültüsü sanki göğsümün ortasına bomba etkisiyle sertçe düşüyordu. Hipnoz olmuş gibi boş boş izledim bir süre.
Kanın aktığı damarlarımdan zehir gibi bir öfke akmaya başladı. O öfke kaynatıyordu içimi. Bu kadar pervasız olamazdı. Hayır. Olurdu.
Önümdeki sandalyenin uçlarını sertçe kavradım. Bensiz gitmeye karar verdiyse bile öğleden sonraydı kalkış saati, uzun saatler vardı arada ve dışarda yağmur yağıyordu. Nereye gidecekti? Onun için ayarlanan otele dönmüş olabilir miydi? Veya bilmediği kaybolma ihtimali olan sokaklarda sıkıntıyla geziniyor olabilir miydi?
Kendine gel Savaş.
Gidip onu bulmalısın.
Kapıdan gelen sesi duyunca mutfaktan çıktım hızla. Sokak kapısı açıldı…
🌹
NÜKET KOZCU
Bir cümle gününü değiştirebilir bazen. Hayatını da.
Uzunca bir süre kırık bir kalple yaşamaya, öyle dolaşmaya, hareket ettikçe çıkardığı tıngırdama sesine öylesine alışmıştım ki kırılan kalbimin sadece bir gecede kendi kendine kalıcı bir hasar bırakmadan inşa olmasını almıyordu aklım. Hâlâ. Ama oldu. Paramparça kalbim yeniden göğsümün içinde kendi şeklini aldı kusursuzca.
Kalbimde yanlış bir şeyler var.
Daha önce tek bir acı, hüzün bile oraya uğramamış gibiydi bu sabah. Heyecanı, coşkuyu, yepyeni hayalleri ağırlıyordu.
Çok garip. Bütün gece uyuyamamıştım ve bu gerilimden, üzüntüden ya da ülkemden millerce uzakta olmamdan değildi, kalbimin içinde dinmeyen neşeden, heyecandan sık sık belirsiz saatlerde uyanıp onun yüzüne bakıyor, zihnimde sesini canlandırıyordum tekrar, tekrar ve tekrar. Ve zihnimde büyülü seni seviyorum kelimeleri çıktığında işte o zaman engelleyemediğim bir gülümseme ortaya çıkıyordu.
Seni seviyorum, Nüket.
Çok uzun süredir beklenen sözleri kalbin özümseyebilmesi ne kadar sürer?
Birileri yakalasa şu hâlde beni deli bu diye damgalar umutsuz baş sallamasının ardından.
Sabah olduğunda derin bir uykuda olan Savaş'ı orada bırakıp günlük kıyafetlerimi gece elbisesiyle değiştirdikten sonra aşağı indim. Hava yağmurluydu. Islansam bile şu havada üşümezmişim gibi geliyordu. Öyle ateş gibi sıcaklık seviyesinde duygularım.
Her şey başkaydı.
Her şey güzeldi.
Herkes iyiydi.
Kenardaki şemsiyelikten kırmızı şemsiye, anahtarlıktan da evin anahtarlarını kapıp kırsal botlarımı geçirip ayakalarıma, attım kendimi yağmurlu Paris'in ıslak sokağına. Sağa döndüm, bir süre sonra her iki tarafı ağaçlı yoldan yürüyüp unlu mamüllerin ve halk kafelerinin bulunduğu dükkanlar için merdivenlere sapıp basamakları indim. Bu dünyanın sınırlarını aşan sevinç duygusu olağan adımlarımın ritmini değiştirmişti.
Sanki yürümüyor da koşuyorum ama tek bir yorgunluk ilişmiyordu bacaklarıma.
Sakin bir mahallenin aşağısında ulaşılabilir mesafede bulunması iyiydi, işlek caddeye bağlanıyordu çünkü hemen diğer sokak ve muhtemelen zengin müşterilerin de burada olması diğer sebep sayılabilirdi. Burdaki sevdiği en iyi kruvasan dükkünını Savaş beni sempozyuma götürüken göstermişti. O uyanana kadar alıp dönmüş olur, güzel bir kahvaltı ederdik karşılıklı.
Ve şansım varsa, ondan bir kez daha duyardım beni sevdiğini.
Ondan ikinci kez bunu duymak için deliren bir kalp var içerde.
Ve duydukça sesini zihnimde tekrar, tekrar ve tekrar, yanaklarım kızarıyor heyecandan.
Dükkanın önüne geldiğimde şemsiyemi ağır ağır kapattım, cam kapıyı açmadan hemen önce oradaki kendi yansımama bakmadan edemedim. Yüzümün değil sadece, bütün algılarımın canlandığını hissediyordum. En son ne zaman kanat takmış gibi hafif hissettim böyle? Hayatın getirdiği stres, kaygı ve diğer ağırlıklardan ne zaman sıyrılmıştı kalbim en son?
Kruvasanları yanında özel mermalatıyla birlikte aldıktan sonra, iki de kahve alıp çıktım dükkândan. Aynı yolu dönmek için kullanırken dün geceyi nasıl berbat ettiğim geldi aklıma. Yüzüm asıldı birden, hoşuma gitmedi zihnimden geçen görüntüler. Ama boş vermeye karar verdim bir an sonra, telafi edecektim mutlaka, bunu dönmeden yapacaktım. Zaman vardı. Yanaklarım kızardı.
Başımı salladım. Hayır, dur. Önce Savaş'a ne diyeceğimi bulmalıyım. Ölçüp biçip ona biçimlendirdiğim cümleler hazırladım. Özür değildi, seviyorum hiç değil. Sözlerinin dün geceden bu sabaha bana neler yaptığını anlatarak başlayacaktım. Özet geçsem iyi olurdu tabii, ilk günden onu sıkamazdım ya. Ve korkutamazdım da…
Acemiydi daha sonuçta.
Eve yaklaşırken cebima attığım anahtarlığı çıkardım. Kapı önüne geldiğimde nihayet derin bir nefes aldım ve anahtarı kalbimin gergin göğsüme çarpmasıyla yerleştirdim yuvasına. Kapıyı açtığımda ise duyduğu sesten olsa gerek Savaş mutfaktan hızla çıktı. “Nerdesin sen?” diye sordu sert bir sesle, kollarımı yakaladığı gibi. “Nereye gittin?”
Gittim mi sanmıştı?
Öyle sanıp endişelenmiş miydi?
Kızmıştı da.
Bana kızıyordu, kızgın gözlerle bakıyordu. Bense onun aksine farklı görüyordum onu bu sabah, sanki dün geceki adam değildi. Dün başkaydı, bugün başkaydı. Hatta hiç olmadığı kadar yakışıklı, çekici görünüyor gözlerime.
“Burdayım, geldim işte.” Kendi duygularımı kenara bırakmama neden oldu endişesi. “Endişelenecek bir şey yok.”
“Kahretsin Nüket, öylece gittin sandım,” diye devam etti kızmaya. “Bavulun da yoktu.”
Kollarımı kurtardım önce ellerinden. “Tabii ki gitmedim,” dedim, ayaklarımın ucunda yükselip dudağına yakın noktaya kısa bir öpücük bıraktım, Savaş öpücüğüme karşı gözle görülür biçimde şaşırdı. Herhâlde dün geceden dolayı bunu beklemiyordu. Ellerimdekileri gösterdim. “Kahvaltı için kahve ve kruvasan aldım, senin sevdiğin dükkandan.” Köşeyi gösterdim. “Gece sen odadan çıkınca oyalanacak bir şey yoktu. Hazır olsun diye, bavulum orada.”
Savaş karmaşık bakışlarını köşedeki bavuldan elimdekilere indirdi, gözleri ellerimdekilerden ayrılıp gözlerime dik dik baktı. “Haber verebilir, not bırakabilirdin,” diye çıkıştı. “Seni göremeyince…”
“Haklısın, özür dilerim,” dedim. Bunu şimdi söylemeyecektim. Aman neyse ne. Çıplak üst bedenine sarıldım, içimden taşan haz duygusu onu da kucaklasın diye arzuladım ama vücudu hâlâ tuhaflık olduğunu bilirmiş gibi sertti. Çenemin ucunu göğsünün orta yerine konumlandırıp yukarı, ona baktım. “Dün çok sarhoş olmuştun ve bu sabah derin uykudaydın. Sen uyanmadan hemen gidip gelir, kahvaltıya uyandırırım seni diye düşündüm ama uyanmışsın.” Bakışlarımı ondan ayırmadan yavaşça ayrıldım. “Hiç öyle sarhoş görmemiştim seni, kendini nasıl hissediyorsun şimdi?”
Bana şüpheyle baktı, sorumu duymazdan geldi. “Bu sabah neden iyimser havadasın sen?” Sıcak davranışlarımı, yumuşaklığımı o kadar beklemiyordu ki bu da kavramakta zorlanmasına neden oluyor. Ona yabancı, bilinmez geliyordum belki. “Dün geceden sonra senin böyle olmanı beklemezdim açıkçası. Depresif olacağını sanıyordum.”
Depresif mi?
Olmadığım kadar mutluydum ben…
“Hayır, şimdi değil,” dedim. “Kahvaltımızı yapalım önce, sonra nasıl olsa konuşuruz; uzun uzun, dilediğin kadar.”
Yüzündeki gergin ifade gevşedi. “Üzerime bir şey alıp geliyorum,” dedi, yukarı çıkan basamakları adımladı. Onun arkasından dalgın bir huzurla bakarken kapı zili çaldı.
Savaş yarı yolda durunca, elimdekileri ona gösterip, “Şunları bırakıp bakarım kapıya,” dedim, sesimin hülyalı çıkmasına tuhaf baktı. “Sen devam et, git.”
Her ikimiz de gideceğimiz yere gitmeye devam ettik böylece. Karton poşeti masaya gelişigüzel bırakıp bir kez daha çalan kapıya ulaştım. Kapıyı araladım ancak ondan daha çılgın bir itişle kulpu kayıp yandan kaydı gitti.
“Çekil önümden,” dedi buz gibi bir ses ve beni iterek içeri girdi. “Küçük aşığı burada, peki ya Savaş? O nerede?”
Yakalanmış olmanın verdiği hisle donup kaldım öyle. Üzerime çöken donmuşluktan kurtulup ilk anda ona döndüm. Bu kabustu açık açık. Öfkeden titreyen delilik içinde ateş saçan gözlerle bana bakıyordu.
Başak buradaydı.
“Sen…” diye başladığım cümleyi, “Orada dur bakalım küçük, sinsi fare,” dedi, kısık nefretle. “Sakın ben teşebbüs etmedikçe benimle konuşma hakkın olduğunu bile düşünme, sıradaki sen değilsin çünkü.” Başını salladı tehditkarca. “Henüz.”
Havalara bak.
Ben de seninle konuşmak için ölmüyorum.
Neyseki…
Gözlerinde sonsuz bir nefret vardı. “Gelen kimmiş?” diyerek aşağıya inen Savaş'a döndü ve karşılaştılar. Savaş bir an dondu, onu görmeyi beklemiyordu elbette. Bana dönen bakışlar tekrar hızla ona dönmüştü. “Ne işin var senin burada?” diye sertçe sorduğunda adımları onun karşı karşıya durana kadar kesilmeden devam etti. “Öylece her yerde bitemeyeceğini sana anlatmadım mı?”
Başak henüz fark ettiğim kağıtları onun göğsüne fırlattı. “Bu yüzden buradaydım ama gizlediğin küçük aşığınla yakalamak seni… bana da sürpriz oldu.”
Savaş ödün vermedi. “Aldatılan kadınmış ayaklarını keser misin? Sende çok bayağı ve ucuz duruyor?” Eğilip kağıtları yerden aldı, kontrol etti. “Derdin şimdi anlaşıldı.”
“Dertler ya!” diye bağırdı Başak. “Babamın şirketine dolaylı yollardan kaba kuvvetle saldırmanı başta anlamsız bulmuş, benim yüzümden bile olduğunu düşünmüştüm.” Sonra nefretle bana baktı. “Ama derdin şimdi anlaşıldı.” Tekrar Savaş'a döndüğünde sesi daha saldırgandı. “Her şeyi onun için yapıyormuşsun meğer.”
Başak’ın sözleri teker teker saplanan bıçaklar gibiydi. Savaş’a hayret ederek baktım, Başak'ın babasının şirketine mı saldırıyordu? Ve benim mi yüzümdendi? Haberim bile yoktu!
Bilgiyi hazmedemedim ve onun inkâr etmesini bekledim. “Elbette onun için yapıyorum, başka kim için yapacaktım ki?” diye çıkıştı Savaş. “Neredeyse ölmesine neden oluyordu baban.”
“Hayatta ve… burada ama.”
“Her ikisi de olmayabilirdi ama.”
“Bunu sonlandır Savaş.”
“Sonlandıracağım, sonuna kadar gittikten sonra,” dedi kararlıca. “Zamanını ve tabii benim de zamanımı boşa harcama. En iyi sen bilirsin bir kez karar verdiğimde ondan dönmediğimi. Hem bu işe para yatırdım, kar etmezsem nasıl bir iş adamı olurum sonra?”
Başak derin bir nefes alıp kendini sakin olmaya zorladı. “Demek kararlısın,” dedi, düşmanca bana baktı ve sonra bir şey arar gibi etrafı turladı gözleri. “Oyunun kuralları değişecek biraz; herkesten sakladığın kirli sırrını biliyorum. Bu yüzden iplerin benim elimde olduğunu unutma Savaş.”
Aşağılanmışlık hissinin yüzüme tokat gibi çarpmasına engel olamadım. İçimde takılı kalan, atamadığım kelimeler bu kadının ağzından çıktığı an daha bir kirlenmiş hissettim.
Kirli sır.
Benim.
“Beni bununla korkutamazsın, tehditlerin bana sökmez.” Savaş elimi tuttu. “O artık kirli sırrım değil, bunu kullanmak için geç kaldın.”
Başak'ın gözleri nefretle birleşen ellerimize düştü, benimkiler de. Onun gözleri nefretle dolarken benim gözlerime hep beklediğim şeyin duygusu doldu. İlişkimizi sahipleniyor olmasının gerçek üstülüğü yankılanıyordu göğüs kafesimin içinde. Elimi tutuyor, vaad ediyordu o sıcaklığın elimde kalacağını. Bir daha bırakmamak üzere geleceğimde hep var olacağını yanımda… Tüm varlığıyla ve biliyordum ki dün geceden sonra kalbi de işin içinde olacaktı artık.
Seni seviyorum Nüket…
Dün beni sevmesi, bugün elimi asla bırakmayacağını ima eden sözleri…
Başak burada olduğu için bu duyguyu tam anlamıyla yaşayamıyordum, hissetmem gereken sevinç onun yüzüne baktığımda kırılıp ortadan ikiye ayrılıyordu cam gibi. Sevinçlerim hep yarım yamalak. Ama ilk kez elimi başkasının yanında tutuşu
Üçümüzün arasında filizlenen sessizlik tuhaftı ve daha ürkütücü hâle getirense hiç şüphesiz varlığı rahatsızlık veren Başak'tı.
“Sen…” dedi sesi titrerken ve gözlerindeki yaşlar da beraberinde titrerken. “Herkese ilişkinizi açık mı edeceksin, ne anlamı var bunun? Öylesine biri o. Hiçbir anlamı yok.”
Öylesine biri? Neden böyle kesin kelimeler kullanıyor? Bir ihtimal uzun süredir mi bizi biliyordu? Öğrendiyse neden sussun bu zamana dek?
Başını inanamayarak şiddetle salladığında yaşlar yanaklarına döküldü art arda. Başak için sanırsam şu andan itibaren şirket değil konu, dikkati bize yönelmişti. Konu Savaş ve bendik. Kapıyı açtığımda öfkelenmişti evet ama onun gönül eğlencesi olduğumu düşündüğünden babasının şirketindeydi tek odağı, şimdiyse aramızdaki ilişkinin başkalığını ayırt ediyordu yavaş yavaş
“Uğruna babanın şirketine saldırdığım biri öylesine olur mu? Elini tuttuysam anlamsız olabilir mi? Çık artık hayal dünyandan. Her şeyi geçmişte bitirdik ve bitti. İnanır mısın geçmişte yaptıkların yüzünden teşekkür bile edebilirim sana, o kadar bir şey ifade etmiyorsun.”
Ona biraz yumuşaması için dönmüştüm ki Savaş'ın elimi sıkarak uyarması engel oldu dudaklarımdan çıkacak sözlere. Bana hiç bakmadı ama ellerindeydi bu işe karışma diyen uyarı. Karışmadım.
“Benimle evlenmek istedin ama onunla değil, sen söyledin,” diye bağırdı Başak. Kaşlarım çatıldı, ne demekti bu şimdi? “Bu saçmalığa inanmamı bekleme, yan yana duruşunuzda bile olmamışlık var. Yanına hiç yakışmıyor. Sen her şeyin birbirine yakışık olmasını isterdin oysa. Unuttun mu? Birbirimize bu yüzden uygun olan bizdik. Yaşamlarımızın ve ailelerimizin denkliği, eğitimimizin ve hedeflerimizin aynılığı, yan yana oluşumuzun yarattığı etki… Biz her şeyimizle birbirimize uygun olanız.”
“Değildik,” dedi Savaş, onun kayıtsız tavrı Başak’ın coşkulu ispatlama mücadelesiyle keskin bir tezat oluşturuyordu. “Aptalcaydı, sen o yanlışları yapmasan da fark etmezdi. Bizim evliliğimizden hiçbir şey olmaz, hiç iyi bir şey de çıkmazdı. Kendimi, yanımda olman için seçtiğim seni itibar sekansına, diğer insanların gözleriyle görmek istediği şeye göre ayarlamıştım; içi boş, dışı çok iyi görünen kabuktan farksız olacaktık.”
“Onu seçmeni gerektirecek ne değişmiş olabilir sende anlamıyorum, benim yıllar sonra gördüğüm Savaş hâlâ aynı çünkü,” Yaşlarını sildi. Savaş onun için ‘ağlamaz, bunun için o’ demişti ama ağlıyordu işte. Bana baktı bir an, küçümseyen bakışları asla uzun durmuyordu bende. “Onda olup bende olmayan ne Savaş?” Tekrar baktı bana ama bu kez uzundu bakışı. “Ya da yanlış soruyu soruyorumdur belki. Bana yaptığından neyi farklı vaad ediyorsun bu kıza?”
Oradaydım ama konuşması gereken kişi Savaş diye susuyordum ve konuşursam Başak'ın bana bir anda olsa hakaret etmek için kolladığı fırsatı vermeyi istemediğim için susuyorum. Şimdi bana her baktığında küçümseyen koyu gözlerine, küstahlaşan yüzüne bağırmak istediğim iki şey sâdece: ‘Beni seviyor! Onu seviyorum!’
Bunu ben yapamıyorsam da Savaş yapar diye düşünerek onun yüzüne baktım. Hadi Savaş, söyle ona. O an emindim, yapması gereken kişi Savaş. Başak etrafımızda hiç dolanmasın için vereceğin en sert tepki bu. Yap şunu!
Seni seviyorum, sen de beni.
Gerçek bu değil mi?
Söyle ona.
“Git buradan Başak, seni ilgilendirmiyor aramızdaki ilişkinin anlamı.”
Ama onun tek yaptığı sözlerine bir karşılık vermeyeceğiydi, başından savmak istediği açıktı. İşte o anda omurgamdan yukarı bir farkındalık yükseldi ve gözlerimin önünde çekili duran perdeleri kenara çekti. Şüphe. Şüphe göğsümün içinde büyüdü, dallanıp göğüs kafesimin boşluklarında budaklandı, her bir kemiğimi sararken içime kıydığını da duyumsayabiliyordum neredeyse.
Diğer yandan Başak'ın kederli havasından sıyrılması uzun sürmedi. “Her neyse,” dedi kendini çabucak toparlamasına gıpta ettim doğrusu. Duygular beni içten dıştan acıma olmaksızın dizlerimin üstüne çöktürüyordu. “Babamın şirketine dokunmana asla izin vermiyorum, özellikle böylesine önemsiz bir kız yüzünden.”
Savaş dişlerini sıktı. “Onun hakkında sarf ettiğin kelimelere dikkat edeceksin.” Bıçak gibiydi sesi, Başak'ta yeni bir hayal kırıklığı oluşturmuştu bu çıkışı. “Babanın şirketine gelince yapabileceğin hiçbir şey yok artık, çoktan başladı her şey ve benim de bunu durdurmaya niyetim yok. Ne yaparsan yap, ne dersen de sonucu fark etmez. Şimdi git.”
“Saklı ilişkinizi başkalarına açık etmemden endişelenmiyorsun anladım. Peki şuna ne dersin Savaş? Medya hâlâ bizi konuşuyor, onun ilişkimizdeki ikinci kadın olduğunu söylersem medya bundan hoşlanacaktır.”
Onlarda yaprak kıpırdatmayan şey bende dehşet duygusuna neden olmuştu. Savaş çabuk kararlar almaya alışmış biriydi, risk olsa da ucunda ve sonunda. Belli ki Başak da öyle biriydi. Risk almaktan kaçınmayan, cesur. Ama ben… ben öyle biri değilim ya da hiç hayat pratiğim yok onlarınkisi gibi.
Şu an burada olup biten her şeyin, her bir tehdidin onların oyunu olduğunun farkında olarak hoşnutsuz bir nefes aldım.
“Bedelini de ödemeye hazır olman gerek o zaman,” diyen Savaş'ın yüzünde hiçbir duygu belirtisi yoktu. İkisi arasındaki terslik bu şekilde uzamaya devam ederse, sonu gelmeyecekti. Kötü bitecekti ya da.
Bu karşılıklı restleşmeye son vermeliydim.
Savaş'ın elinden çektim elimi. Birleşmeyi kestiğim anda ayrılan ellerimize şaşkınca bakan Savaş’tan hemen sonra Başak'ın hiçbir şeyi kaçırmayan parlak gözleriydi. “Yeter artık,” dedim ona. Sadece dinleyici olacaktım, Başak medyadan söz edene kadar tabii. “Bu kadar ileri gitmene gerek yok Başak, kendi aramızda halledebiliriz.”
Hareketim Başak'ta başka, Savaş'ta başka etki oluşturmuş olmalıydı; Başak'ın gözleri parlarken Savaş'ın gözleri kızgındı. İki ateş hattının ortasında mahsur gibiyim. Neden saklanmak yerine kapıyı açan ben oldum ki sanki? Sevincim aklımın gözlerini kör etti çünkü. Savaş'a gelince umursamazdı çoğu zaman, kim bizi keşfederse etsin umurum değil havasına deli oluyorum genellikle.
Başak, “O hâlde tatlım,” dedi, nefret ettim tatlım kelimesiyle beni küçümsemesinden. İçeri girerken göstermekten çekinmediği siniri nereye uçmuştu aniden? “Savaş durmalı, durdur onu. Ben de durmam yoksa. Hiç tanımadığını biliyorum beni ama yaparım dersem eğer durmaz… sonuç her ne olursa olsun yaparım.”
Hiç şüphem yok onda.
Yeterince tanıdığımı düşünüyorum.
Savaş'a dönüp çekti aldı onun elinden kendiyle getirdiği, içeriğinin ne olduğunu bilmediğim kağıt parçalarını. “O bizim gibi değil, bunu hesap etmeliydin dünyamıza yabancı birini dahil ederken.” Uzun saçını zaferle arkaya itti. “Türkiye'ye dönüyorum, yirmi dört saatin var arkadaşımı arayıp ona röportaj vermemem için.” Kapıya ilerledi ve açtı. Son kez arkasını döndü. “Düzeltmen için işleri senden haber bekliyor olacağım Savaş.”
İşleri düzeltmek mi? Bu kadar emindi miydi Savaş’tan olumsuz yanıt almayacağından? Ben miydim kırılan özgüvenini iki saniyede tamir etmesinin nedeni? Hem… çıkarken o attığı bakış da neydi Savaş'a? Savaş’tan değil de aslında benden mi emindi yoksa?
Arkasından kapanan kapının gürültüsüne işleyen zafer içimi titretti. Yüzüm kapıya dönüktü, yoğun kızgın bakışları arkamda, tüm bedenimde hissedebiliyordum ve sırf o bakışlarla yüzleşmekten çekindiğimden yer yarılsa koşa koşa içene atalardım büyük ihtimal.
Korkunun ecele faydası olmadığından pes ederek ona döndüm ve beklediğim gibi hiç de anlayışı olmayan bakışlarla karşılaştım.
“Elimi bıraktın,” dedi, çok kızgındı. Hatları kasılmıştı. “Onun yanında.”
“Bana kızgın olmanı anlıyorum ama buna izin veremeyiz Savaş,” dedim. “Ben tüm o aşağılanmalara katlanmayı göze alsam bile babam… babam taşıyamaz olanları, ona böyle bir kötülük yapamam.” Durdum. “Hem sâdece benim ailem de değil, senin ailen ve kariyerin de etkilenecek bundan. Medyanın ne kadar korkunç olabileceğini daha iyi biliyorsundur benden, günlerce magazine meze olmamız demek bu.”
“Bana güvenmiyor musun?” diye sordu. “Seni ona yem etmezdim.”
“Güvenle ilgisi yok bunun, sorun onun yapabilecekleri karşısında biz de dahil ailelerimizi yıpratabilir olması.”
Savaş başını sallayarak mutfağa giderken adımlarım onunkileri takip etti direkt. Art arda mutfağa girerken, “Dur Savaş,” diye rica ettim, kastım yürümeyi durdurması değildi elbette. “Babasının şirketini rahat bırak, boş verelim gitsin. Mesele burada kapansın.”
Savaş bana döndü kızgınca. “O adam yüzünden ölecektin. Nasıl boş vermemi istersin benden?” Öfke alev almıştı koyu gözlerinde. “Ve hukuki yönden de hiç hesapsız yırtıyor herif.”
“Adamın hedefi ben değildim, biliyorsun. Sadece öyle denk geldi. Onun düşmanı değilim.”
“Bilseydi olurdun.”
“Susmasına karşılık geri çekilmek iyi bir anlaşma.”
“Bunu durdursam ne olcağını sanıyorsun? Meselenin kapandığını mı? Şu hâline bak. Başına ne türde bir bela aldığının farkında olmadığın gibi, Başak’ın neler yapacağının ayırdında da değilsin. Onun yanında elimi bırakarak ilişkimizdeki zayıf halkanın sen olduğuna inandırdın onu.”
Biraz bozulmuştum, yine de anlamadım. “Öyleyse bile bu ne anlama geliyor yani?”
“Aramızdaki şeyin pamuk ipliğine bağlı kopacak kadar zayıf olduğu anlamına geliyor.” Kaşlarımı çatarak bakınca, “En azından onun için anlamı bu,” diye ekledi. “Ve sen tam da tutunmak istediği şeyi verdin ona.”
Savaş'ın elini bıraktığım ana döndüm bir saniye kafamın içinde ve bir anda olsa Başak'ın gözlerinde tutup yakaladığım parıltıyı anımsadım. Nedeni bu muydu? Aramızdaki bağın çok kırılgan olduğunu, bunun da benden kaynaklı mı olduğunu keşfetti?
“Öyle sanabilir değil ama,” dedim kesin bir sesle, kendimden emin duruşum da onu şaşırttı. Şaşırması gayet doğal. Başak'a verdiğim tavizden farklı tezat oluşturdum hiç şüphesiz. Başımı eğip eline baktım ve tuttum usul bir hareketle ona yaklaşırken. “Savaş seni seviyorum ben, senin de beni sevdiğini biliyorum.”
Savaş'ın mevsim kahverengi gözlerinden yüzüne yayılan şaşkınlık içimi yakan bir hançerdi, göğsü kafesime yayılan şüphe sarmaşığıyla birleştiğinde soluğumu en keskin, parlak tarafıyla tek hamlede kesen. Telefonumdan yükselen sesse çığlıktı.
Bilinmeyen Numara: Sana ne demiştim? Çekirge bir, iki, üç ve bam!
Bilinmeyen Numara: Nasıl bir yılan olduğunu herkes öğrenecek.
Gece hissettiğim zaferin tadı şimdi zehir gibi bir tatla değiş tokuş olmuştu. Savaş Akduman… dün geceyle ilgili hiçbir şey hatırlamıyordu çünkü. Beni nasıl göklere çıkardığını ve şimdi nasıl yere çaktığını.
Beni sevdiğini söylediğini.
Beni bir anıyla tek başıma yaşamak zorunda bıraktığını.
YAZAR | ELİSYA ROYAL
Sövmeyin :)
Bölümü oylamayı unutmayın, ölüm perileri.
İnstagram, elisyaroyal
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |