15. Bölüm

64. BÖLÜM: BARIŞIN İHTİŞAMI

Elisya Royal
elisyaroyal

 

Yıldıza tık atarak parlatıp bölüme öyle geçin, Ölüm Perileri. ❤

 

 

Savaş Akduman için; 🍷

 

Nüket Kozcu için; 🌹

 

64. BÖLÜM | BARIŞIN İHTİŞAMI

 

Küçükken peşinden koşuşturup durduğum ama asla yakalayamadığım kelebekler gibi hayallerim...

 

Duyabildiğim tek ses kaçan kanatların çırpınışındaki çabukluğun sesi...

 

🌹

 

Gözlerimi araladığım andan beri garip neredeyse depresyonda hissediyordum o cumartesi sabahı. Eve sığamayınca ve motivasyonumun da düşüklüğünden ders çalışamayacağımı anladığımda sabah erkenden fakülte kütüphanesine gelmiştim. Pazartesi sınavım olduğu için burada ders çalışma fikri mantıklıydı, sıkça iç huzurumu bozan duygusallık yüzünden yatağımdan çıkamazdım evde durmayı tercih etseydim eğer; ayrıldığım yataktan tekrar yorganın altına girip bir daha yataktan çıkmamak istiyordum çünkü.

 

Bir haftaya yakındır manzarası neredeyse hiç değişmeyen hayatımın tek düze günleri arasında kendimi verebildiğim tek şeydi zorunlu olarak çalışmaya mecbur olduğum dersler. Ders yoğunluğum ne kadar fazla olursa olsun kendisini tenimin altına dek işleyen Savaş'ın önüne koyduğum engelleri aşarak zihnimde, kalbimde tekrar tekrar canlanmasına engel olamıyordum.

 

Sinirlerim bir haftadır rahat yüzü görmedi böylece.

 

Kaçsam da.

 

Kendimi meşgul etsem de.

 

Nasıl olduysa 'Bilinmeyen Numara' peşimi bırakmıştı, bir haftadır ondan hiçbir mesaj yoktu. Akla en yatkın olan sıkılınca benimle uğraşmayı da bırakmış olması gibi geliyor.

 

Sınav olacağımız kitabın diğer sayfasını çevirdiğimde aklım yine Savaş'a gitti, üstelik çalışmanın arka planında onun gözleri ve sözleri beliriyordu. Kafamın içindeki gürültüyle başa çıkmayı ders çalışmayla aynı anda götüremediğimden çareyi playlistimde arayarak kulaklıklarla tıkadım kulaklarımı.

 

Daha iyiydim.

 

Çalışmayı sonunda bitirip tamamen hazır olduğumu hissetiğimde saatime baktım, eve gidebilirdim ama istemiyordum. Kulağımdaki kulaklığın birini çekip Işıl'a mesaj attım.

 

Nüket Kozcu: Dışarda buluşalım mı?

 

Işıl görmemiş olsa gerek ancak on dakika sonra yanıt verdiğinde masanın üzerindeki telefonum aniden testerenin uğultusunu andıran keskin bir sesle titreşince irkildim.

 

Işıl Akhan: Olur, ders çalışıyordum. Şimdi dinlenme-kahve molası vermek istiyordum. Bana yakın bir kafede buluşsak nasıl olur?

 

Nüket Kozcu: Fakültedeyim zaten, o halde evinin yakınındaki şu kafede buluşuyoruz.

 

Işıl Akhan: Tamamdır.

 

Kapüşonlumun üzerine montumu geçirdim. Kitaplarımı ve diğer eşyalarımı toplayıp çıktım kütüphaneden. Evi daha yakın olmasına rağmen Işıl'dan önce gelmiştim kafeye, sipariş almaya gelen garsona arkadaşımı beklediğimi gelince siparişimizi vereceğimi söyleyip gönderdim.

 

Birkaç dakika sonra içeri tek giren Işıl değildi, yanında ev arkadaşı Nazende'yi getirmişti. Beren ev arkadaşlığı fikrinden vazgeçince -bu hiç şaşırılası değildi- kendi yerine onu tavsiye etmişti. Nezende'yle fotoğraf çekimi sırasında tanışmıştım. Kırmızı başlıklı kız kostümünü istemeye istemeye giyip neden en aptal masal kahramanının kıyafeti bana kaldı diye hayıflanmıştı.

 

De...

 

Neden onu beraberinde getirdiğini anlamayarak baktım arkadaşıma ikisi de masaya yaklaşınca. Nazende, "Ben de erkek arkadaşım ve arkadaşımla buluşmak için geldim." Yan masada olan biri erkek diğeri kız iki kişiyi işaret etti. "Sana selam vermek istedim."

 

Ayak üstü kısa konuşmamızdan sonra yan masaya geçip sevgilisinin yanında oturdu.

 

"Sevgilisi mi varmış?" diye şaşırdım hala onların masasına bakarken. Bakışlarım Işıl'a çevrildi. "Sen nasıl oldu da ikna oldun buna? Asla erkek arkadaşı olan biriyle ev arkadaşlığı yapmam diyordun."

 

Üniversitenin ilk yılında sevgilisi olan bir kızla ev arkadaşlığı yapmış ama ağzı fena yanmıştı bundan.

 

"Bana kalsa yapmazdım ama söz verdi, Beren de var arada biliyorsun. Hem sözünü tutuyor gibi. Şimdilik sorun yok. Çocuk bir kere bile kapıya dahi gelmedi mesela, gitmesi gerekiyorsa Nazende gidiyor dışarda buluşmak için. Daha önce öyle bir çiftle pek karşılaşmadım."

 

Naz'a baktım. "Mutlu gibiler, yanında açmış bir çiçek gibi görünüyor."

 

"Sabah kalkar kalkmaz erkenden mutfağa girdi, sarma yaptı," diye önemsiz bir şeyden bahseder gibi konuşunca Işıl, ona çevirdim bakışlarımı. Belli belirsiz kaşlarını çattı. "Ben hayatımda onun kadar sevgilimci bir kız daha görmedim. Söylesene sen hiç Savaş'a sarma yaptın mı?"

 

"Tabii ki yapmadım."

 

Güldü. "Ben de öyle düşünmüştüm."

 

"Yapmayacağımdan değil de Savaş pek... nasıl desem? Böyle şeyler yapmamdan hoşlanmıyor gibiydi." Yüzüm asıldı. "Ona bir keresinde kek yapmak istediğimi söylediğimde canın kek çektiyse bırak Nimet yapsın demişti, böyle şeylerle ilgilenmesi gereken biri zaten varmış. Bu benim işim değilmiş." Anının getirdiği kızgınlık öfkeye dönüştü. "Sanki ben işim olduğundan yapmak istemişim gibi. Bak aklıma düşünce yine sinir oldum."

 

Bu sırada garson yeniden geldiğinde kahve ve tatlılarımızı sipariş verdik.

 

"Ama o zaman durumunuz farklıydı şimdi yapmak istersen bir şey demez galiba."

 

"Muhtemelen."

 

"Ne yaptın bitirdin mi konuları."

 

"Neyseki."

 

"Çok kıskandım, benimse daha okumam gereken kırk tane makale falan var."

 

"Sen öyle haftasonu okul kütüphanesinde takılmazdın pek ne oldu?"

 

"Her zamanki şeyler; benim bitmez kafa karışıklığım, Savaş'ın ne yaptığını bile bilmeden üzerimdeki etkisi."

 

"Yine ne yaptı?"

 

"Beni sevdiğini söyledi."

 

Bunu sesli olarak kendimden başkasına söylemek... yüzümü gülümseme aldı bir an, zaten böyle başlıyordu hep; kelimeleri taşıyan sesi zihnimde yankılandığı zaman yüzüme engel olamadığım bir gülümseme dağılıyor, hiçbir şey anımsamadığını ifade eden gözleri gelince de gözlerimin önüne... İşte o anda durum ters yöne doğru dönüp gülümsemem buzlaşıp kırılıyor, bir maske gibi düşüyordu yüzümden.

 

"Sen ciddi misin?" Gülerek söyledi sonra durakladı. "Ama ne? Bir şey olmuş."

 

"Sevdiğini söylerken sarhoştu haliyle sabah olduğunda hiçbir şey hatırlamıyordu."

 

"Ne yani?" Ağzından alaycı bir nefes döküldü. "Ayıkken söyleyemiyor ama sarhoşken söyleyebiliyor öyle mi?"

 

"Aynen öyle." Başımı salladım. "Öylemiş işte, sarhoşken yapabiliyor olması bizim hikayemiz için çok ironik."

 

"İkonik ya da."

 

Ona boş boş baktım ve o omuz silkerek evet böyle düşünüyorum demeye getirdi.

 

"Hikayelerin hep bir öğüdü olur, bizimkisi bundan uzak."

 

"Ah, gerçekten mi?" diye alayladı. "Ben sizin hikayenizin 'sakın barda, mümkünse de Aren'in mekanında sarhoş olma' gibi bir öğüt taşıdığını sanıyordum."

 

"Birimizin eğleniyor olması ne hoş ama."

 

"Tamam alınma hemen." Düşünceli bir nefes aldı. "Belki her şey kendisine sevme izni vermesiyle ilglidir."

 

"Kendisine izin vermek mi?"

 

"Kontrolcü ve hayatı seçimlerden ibaret gören biri olduğu açık, duygularına da aynı şeyi yansıtıyor olabilir." Düşündüm biraz. Savaş'ın bu yönünü en iyi bilenlerden biri bendim ama... "Yani içerde bir yerde seni seviyor ama dışarı bir türlü aktaramıyor."

 

"Hayır da ben... kabullenmiştim, bana asla söylemeyeceğine ikna olmuştum. Tabii bu Savaş Akduman, yaptı yine yapacağını ve beklemeyi bıraktığım bir zamanda beni sevdiğini söyledi. O sabaha nasıl neşeyle uyandığımı sonra kendimi nasıl aptal gibi hissettiğimi anlatamam sana."

 

Durakladım. Bir sessizlik oldu.

 

"Tüm bunların içinde, onun ve benim hiç beklemediğim asıl garip olan diğer şeyse neredeyse fantastik bir şekilde sözünü tutmuş olması ama inanabiliyor musun?" Işıl anlamayarak baktı. "Benden yeni bir başlangıç istediği sıralarda ona şart olarak koyduğum anlaşma gerçekleşti. Fanusun içindeki son gül yaprağı düştüğünde beni sevdiğini hala söylememiş olursa şayet aramızdaki ilişki tamamen bitecekti. Ama söyledi. Farkında olmadan anlaşmamızın kendisine düşen kısmını yerine getirdi."

 

Işıl inanmazlıkla baktı. "Nasıl oldu ki bu?"

 

"Hiçbir fikrim yok, sanki tuhaf bir şekilde evren onun isteklerini takip ediyormuş gibi. Savaş beni sevdiğini söyledi, yaprak onun sesini takip edip düştü."

 

"Bu iyiye işaret olmalı, seni seviyor."

 

"Bir sarhoşluk anında söyledi diye bundan nasıl emin olurum bilmiyorum Işıl," dedim. "Paris'te bir ara artık sorun etmeyeceğimi, zorlamayacağımı söyledim ama buna itiraz eden kendisi oldu. Belki aklını bu sözlerle öylesine meşgul olmasına neden oldum ve sonunda sarhoşken söyleyiverdi. Bu... bir şeyi çok düşünmemiz ve sonunda onunla ilgili şeyi rüyamızda görmemiz gibi bir şey."

 

Işıl iç çekti. "Nüket, doğru açıdan bakarsan aslında bu da iyi bir şey. Bunun anlamı çok açık, çok bariz; onun en çok düşündüğü sensin."

 

Kafenin ortasındaydı konumumuz, uzağa düşen camekandan dışarı baktım dalgınca ve, "Bazen diyorum ki..." diye durakladım, gözümün önünden geçmiş kare kare geçti. Duygularım taşıyamadı geçişleri. "Acaba onunla hiç yatak arkadaşlığı yapmasam şimdi nasıl olurdu ya da daha başka, daha normal bir şekilde olsaydık hayatlarımızda. O zaman geçmişin açtığı anafora kapılarak karmakarışık olmazdım."

 

"Bunu asla bilemezsin Nüket, seçenekler verildi ve sen seçimlerini çoktan yaptın. Şimdi diğer seçeneklerden başka birini seçseydim diye hayıflanmakla kendini cezalandırıyorsun sadece. Önüne bak."

 

"Sorun da bu, bakamıyorum. Baktığımda göremeyeceğim kadar karanlık geliyor."

 

Işıl gözlerini kısıp birkaç saniye boyunca beni inceledi konuşmadan önce. "Karanlık geliyor çünkü ne?"

 

Renkleri içinde hareket ediyormuş gibi görünen ela gözler beni içime dek görür gibi baktığından gözlerimi uzak tuttum ondan. "Çünkü Işıl... Anlayamıyorum," diye beni gece gündüz rahatsız eden o baklayı çıkardım sonunda ağzımdan. "Dönüp dolaşıp bedenim için mi beni istiyora takılıyor aklım."

 

"Şimdi anladım derdini." Yüzünün kenarını kaşıdı. "Erkeklerin kadınları anlamadıkları kadar kadınların da bir noktada karşı cinsi anlamadıkları kişiliklerimizin birbirine zıt şekilde sistemimizde olmasından. Bizim duygulara olan katı ihtiyacımız cinselliğin yolunu açar, onların cinselliğe olan yoğun ihtiyacı duyguların yolunu açar."

 

"Ve?"

 

"Ve..." Yüzü renklendi. "Seni istemiş, hâlâ istiyor ve bunda bir değişiklik yoksa zaten seni sevmek için senin bedenini istiyordur. Bir çeşit erkeklerin beden dili gibi bir şey bu, sen de bunu böyle görmelisin. Hatta bazı makaleler bir erkeğin aşklarının en samini halini söylerken değil de kadına dokundukları anda temsil ettiğini söyler."

 

Gözlerim onda donmuştu, bir saniye sonra gözlerimi kırpıştırdım. "Ama..."

 

"İnkâra yeltenme bile Nüket," diye sözümü kesti. "Savaş'ın birçok kadına rahatlıkla erişimi varken ve kadınlar da ona gayet açıkken senden bir türlü vazgeçemiyor olmasını başka nasıl açıklarsın ki?"

 

"O zaman bu..." İnanmazca mırıldandım ancak kelimelerimin içine heyecan çoktan bulaşmıştı bile. "Başından beri bana aşık olduğu anlamına gelir, inkâr ederken bile."

 

"Savaş öyle veya böyle başından beri sana bağlı Nüket, aşık olmaya gelince..." Rahatsızca kıpırdandı. "Sana nasıl ve ne şekilde dokunduğunu senden başka kim bilebilir ki?"

 

Gözlerini kaçırıp kahvesine odaklandı, ben de. Işıl hemen orada bana düşünebilmem için alan vererek kendime bıraktı esasen beni. Başımı geniş fincan yüzeyine indirip oraya yansıyan yüzüme baktım. Çok değil, sadece birkaç saniye sonra az önce düşündüğümde acı veren geçmişe yeni, araştırmacı bir kaşifin gözleriyle baktım.

 

Baktıkça yanaklarım kızarıyor, bir haftadır kendime yavaş yavaş ağırlık yaptığım her şey geldiğinden daha hızlı kalkıp hafifliyor ruhum, kafamın içinde tıka basa kalabalık dağılııyor.

 

Ve işte oradaydı.

 

Göremediğim gerçek.

 

Masanın kenarındaki titreyen telefonum beni düşüncelerimden, neredeyse onlara dokunabildiğim gerçeklerden çıkardı.

 

Ters duran telefonu ondandır diye heves ederek çevirdim ama gelen mesajı Savaş değil, Başak atmıştı.

 

BAŞAK: Seninle konuşmak istiyorum, buluşalım.

 

"Ne oldu?" diye sordu Işıl. "Niye düştü yüzün yine?"

 

"Başak mesaj atmış, buluşmak istiyormuş."

 

"O ne iş şimdi?"

 

"Sana bahsetmedim, Paris'te bizi bastı. Öğrendi ya Savaş'la birlikte olduğumuzu, konuşmak istiyor şimdi."

 

"Yok artık." Gözlerinde endişe belirdi. "Eğer o öğrendiyse Beren de..."

 

"Beren öğrenmedi hayır, söylememiştir. Bu hafta ben de diken üstündeydim, Beren'in haberi olsaydı eğer sessiz kalmaz benimle konuşurdu biliyorsun."

 

"Doğru diyorsun, Beren'le konuşmalısınız yine de. Erteleyemezsiniz. Bu çemberin iyice daraldığı anlamına geliyor, sırrınız Beren'e artık çok daha yakın."

 

"Biliyorum, farkındayım," dedim suçluca. Benim duygu karmaşam olmasaydı, gelir gelmez konuşmuş olacaktık Beren'le ve şimdiye dek bitmiş olurdu ara ara aklıma geldikçe bana stres yapan bu durum. "Konuşacağız."

 

Işıl saatine baktı. "Başak ayrıntılarını da dinlemek isterdim ama geri dönüp metin okumalarıma devam etmeliyim."

 

"Çok tuttum seni. Çok sağol. İyi ki geldin Işıl." Elimi onunkine uzatıp dostça sıktım. "Önümdeki yolu aydınlattığın için kuru bir teşekkür edebilirim ancak."

 

"Ve bu, bir dost için gayet yeterli."

 

On dakika kadar sonra kafeden çıkıp bana Başak'ın buluşmamızı istediği başka bir kafeye doğru yola çıktım taksiyle. Taksinin camına önünden geçtiğimiz binaların yansıması düşerken, aslında gitmek istediğim yol değildi bu yol, olmak istediğim yere de gitmiyordum.

 

Derin bir nefes aldım ama onunla konuşup gitmek istediğim yere doğru gidip, yanında olmak istediğim kişinin yanında olacaktım. Umarım bana çok da kızgın değildir ya da çabucak söndürebilirim kızgınlığını.

 

Başak henüz gelmemişti, neden davet edildiğim yere bile saatinde gelip bir de üzerine bekletilen benim. Arkadaşlarım dahil herkes böyleydi. Cam kenarları dolu olduğundan duvar kenarı bir masayı seçip oturdum ve gelişini bekledim.

 

Başak on beş dakika sonra kafenin kapısından giriş yaptığında ağzım neredeyse açık kalacaktı.

 

Kadına bak, üstünlük taslamak için geldiği giyinme şeklinden belli resmen. Maskülen bir takım vardı üzerinde. Kollarını dizlerine uzanan paltodan geçirmemişti, omuzlarına asılıydı. Kraliçelerin tarzı gibi bileğindeydi çantası. Biraz sonra başkanlığa adaylığını koyacakmış gibi bir motivasyonla uçuşan saçlarla yürüyen hâlini saymıyorum bile...

 

Altı üstü hâlâ okumakta olan sıradan bir üniversite öğrencisiyle görüşecekti üzerine bu kadar öz güven depolamasına gerek var mıydı bilmem. Neyse. Birazdan beni küçümseyecek birine göre en azından fazlaca büyüttüğünü biliyordum gözünde. Kendimi beğenmiş hissetmeme neden oldu bu, kendisinin ayarı bir kız olmadığım hissini vermek istemesinin aksine.

 

Başak karşıma oturduğunda farkındalık o zaman gelmişti, gizli olmaktan çıkıp yeni bir yolda yürüyordum.

 

İkimiz de başta sessizliği tercih ettiysek de Başak dakika bir gol bir yaptı. "Paris'ten beri Savaş nasıl?"

 

Yumuşak bir girizgahı tercih ederek bana nasıl olduğumu sorabilirdi; etmedi, onun adını söyleyerek vereceğim tepkiyi ölçtü. Şimdiden belliydi; bir sözünün öbüründen daha beter olacağı... ama ben de lafımı sakınmayacaktım. Tüm duygularım ona başkaldırıyordu.

 

Savaş'la görüşmemiştim. Yine de, "Gayet iyi," dedim soğuk bir sesle. Umarım iyidir... "Konuşmak istemen benim de istediğim anlamına gelmiyor Başak. O yüzden ne söylemek istiyorsan doğrudan söyle, her ikimiz de derdinin ne olduğunu biliyoruz sonuçta."

 

Siparişler geldi, bugün kahve komasına girmezsem sanırım hiçbir zaman girmem.

 

"Uzun süredir Savaş'ın herkesten gizlediği sevgilisini merak ediyordum, onu nerede bulurum diye didik didik ediyordum. Meğer yanı başımda diyeceğim kadar yakınımda duruyormuş. Başkalarından saklanmış bir şeyi yakınında arama olasılığı düşük, iyi saklanmışsın. Neden diye de merak ediyor insan, Savaş seni neden herkesten gizli tuttu? Diğer yandan sen başlı başına soru işaretisin. Ne tür bir kız buna razı olur anlamıyorum."

 

Ben iki kardeşin hayatının etrafında usul usul gelecekte olacak şeylerden habersiz olarak dolanan biriydim, hayatlarının tam merkezinde olup yine aynı hayatın içinde taşımaya mecbur sırlarla saklanacağımı, gizleneceğimi bilemezdim.

 

Hayatın çarkı dönmüş bana bu eli vermişti, elimden bir şey gelmezdi.

 

Yatak arkadaşlığı denen parazit ayağıma dolanıyor. "Aradığına değdiyse buradayım, bize ait olan özel bilgileri sana açacağım anlamına gelmiyor bu. Anlıyor musun? O yüzden... hala burada oturmaya devâm etmemi istiyorsan -biliyorsun hiç mecbur değilim- doğru soruları sorduğundan emin ol."

 

"Mecbur olmadığını düşünüyorsan neden buradasın?"

 

"İki sebepten, ilki öyle veya böyle bundan kurtuluşum olmazdı, fırsat vermezsem o fırsatı bulmayı sağlardın. Önleyemezdim." Sandalyeme yaslandım. "Beni öğrendikten sonra konuşmak isteme, olacak şey değil."

 

Anlatmaya çalıştığım şey kişiliğindeki ısrarcılık, anlayabilirse de dedpotluktu ancak o sözlerimi iltifat olarak kabullenmiş olarak yüzünde bir sırıtmayla arkasına yaslandı. "Göründüğün kadar saf değilmişsin, devâm et peki ya ikincisi?"

 

"İkincisi doğal olarak Savaş için burada bulunmam. Ondan artık uzak durmanı, etrafında dolaşmamanı bizzat kendim yüzüne söyleyebilmek için"

 

Yüzündeki ifade silindi. "Ukalalık ediyorsun."

 

"Hayır, senin aksine onun kız arkadaşı olduğum için neye, ne söylemeye hakkım var biliyorum." Ruhumdaki kesinlik keskin bir bıçak gibi parladı bakışlarımda. "Bana ne söylemesine kimin hakkı yok onu da biliyorum tabii."

 

Bir sessizlik anı takip etti sözlerimi, Başak kahvesinden yudumlayınca mecburen ben de kahvemden yudumladım. Bir zayıflığımı arayan gözlerimin üzerime dikilmesi, aynı hareketi takip etmemle işkence hâlini aldı. Onunla oturmak beni de kasıntı yapıyordu. İnsan bu kadının yanında gardını bir an da olsa düşüremez, rahatlayamazdı. Savaş cidden ne bulmuştu ki bu kadında?

 

Savaş Akduman!

 

Tam bir insan sarrafı!

 

"Seninle karşılıklı oturmak, konuşmak hâlâ tuhaf geliyor," diyerek ikinci kez söze girdi. "Beren'in arkadaşı olmaktan çok eski nişanlımın yeni kız arkadaşısın... Duruma bakılırsa senin için de alışması öyle kolay olmayacak."

 

İlk dakikalardan sinir etti, hoşlanmadığını da saklamıyordu. "Anlamadım, ne demek istiyorsun?" O kirli zihninden iyi bir şey çıkmazdı ya, sormuş bulundum artık.

 

"Yani artık Nüket olmanın, Nüket Kozcu olmanın sıradanlığı olmayacak senin için diyorum, sen herkesin gözünde sadece Savaş Akduman'ın kız arkadaşı olacaksın. Doğal olarak bu Nüket Kozcu olmaktan çok daha büyük bir şey ve neredeyse senin gibi biri için büyük başarı sayılır."

 

Az önce sinir ettiğini düşündüysem çok yanılmıştım, sinir krizine maruz kalmaktı bu kadınla karşılıklı durup mantıklı olarak konuşmaya çalışmak. İmalarla bezenmiş kelimeleri midemi bulandırıyordu. Kadın resmen varlığıma, adıma, onuruma salça oluyordu.

 

"Kızma bana," diye konuştu tekrar. "Adımız önemlidir ama bazılarımızın adı diğerilerini önemsiz bırakıp ezip geçecek kadar daha önemlidir."

 

"Toplumun senin gibi içi zehir dolu virüslü olan kısmına ben de aşinayım, azınlık da olsanız dünyanın sâdece sizin fikirleriniz ve düşüncelerinizden ibaret sandığınızın da farkındayım. Uyarıysa sağol, tehditse de hiçbir işe yaramayacak."

 

Ama ikisi de değil, psikolojik olarak beni yıpratmaya çalışıyordu.

 

Başak gülümsedi. "Savaş sırf elini tuttuğu için kendini öz güven içinde ve güvende hissediyor olabilirsin ama bitecek, Savaş'ın hevesi sönüp de gerçekler göründüğünde."

 

"Tabii," dedim alaycı sesime eşlik eden kaşlarım yükseldi. Yüzümde keskin bir gülümseme belirdi. "Sen de iyi kim bilecek ki bunu?"

 

Yüzündeki maskesi parçalandı. "Savaş ve ben senin aksine aynı dünyaya aitiz; onun adı, benim adımla birleştiğinde doğallıkla birbirini güçlendirir," diye konuştu, dişlerini sıkarak. Sonra bana olan garezini ortaya vurdu. "Sense kararsız biçimde alınıp hayatına iliştirilmiş herhangi bir şey gibi sırıtıyorsun onun yanında."

 

Bir sürü birbirinden daha ciddi saçmalık yumurtlayacaktı belli ki... Birkaç ay önce karşıma çıksa o günkü mantığıma aynı kelimelerle seslense hiç kuşkusuz kabul ederdim ama bugün değil, birkaç ay önce geride bıraktığım kız değilim. Mutluluğum benim için önemliydi, Savaş olmadan asla mutlu olamayacağımı da biliyordum.

 

"Aynı dünyadan olmanızın ne önemi var? Bizim dünyalarımızın farklı olmasının ya da? Dünya sizin gibilerin çıkar hikâyesiyle dolu evet ama benim gibilerin hikâyesi de var. Bak, aynı dünyalardan olduğunuzu iddia ettiğin sen ve Savaş başka hayatlar yaşıyorsunuz."

 

"Değişecek."

 

Dediğinde kararlıydı.

 

Dediğine inanıyordu.

 

Başak cidden... umutsuz. Beyni var diye aklı da var değildi ya. Ben istenmediğimi hissettiğimde hiç tereddütsüz uzaklaşırım ama karşımda duran kadın istenmediğini açıkça bilse bile koymuyor ona. Savaş'ın onda bulduğu şeyin yanılsama olduğunu düşünüyorum. Başak'ın Savaş Akduman karşısında kendisini çok iyi kamufle ettiğini veya... Ona bakıyorum da başkaca ne tür özelliği var ki en iyisine sâdece kendisinin sahip olması gerektiğini düşünürken...

 

"Başak... kendini kandırmaya bir son ver. Hiçbir şey değişmeyecek, ben olmasam da Savaş senin hayatında yine de olmayacak. Kendin itiraf etmiştin bana, yoksa unuttun mu? Onu planlı olarak aldattığını. Hem de bir hiç uğruna. Sizin önünüzdeki engel ben değilim, olmayacağım da. Anlamalısın ki onunla olasılığı yüksek geleceğini yakıp yıkan engel sensin, hep sendin. Hastalıklı düşüncelerin. Ben değil başkası da olsa fark etmez, sizin hikayeniz bitti. Daha ne olsun istiyorsun anlamak için. Hırslı,ne istediğini bilen muhtemelen de çoğunlukla istediğin her şeyi kolayca elde ettiğin için Savaş'ı da istiyor ve elde edebileceğini düşünüyorsun ama mümkünü yok artık bunun. "

 

Kelimelerim onu soğuk bir rüzgar gibi sarstı, damarlarında kan yerine öfkenin akış hızını bile neredeyse duyuyordum. "Kim olduğunu sanıyorsun da senin gibi biri bunları söyleme cüretinde bulunuyor bana? Ben olmadığım için meydan sana kalmış Savaş'ın da aklı karışmış biraz o kadar, anlayacak ve yapacağı ilk iş soluğu benim yanımda almak olacak."

 

Bu kadın ne utanç duyuyordu ne de kendinin farkındaydı...

 

"Evet Savaş'ın aklını karıştıracak kadar iyi oynamışım ayarlarıyla ki yanımdayken bir kez bile aklına geldiğin olmuyordu. Ortaya çıkana kadar senden hiç söz etmedi bana. Varlığını aramızda sezdirmedi de. Sizinkisi kadar belki uzun hatta geleceği içeren de birlikteliğimiz olmamasına rağmen bizim kısa süreli ayrılığımızda beni unuttuğu tek günü olmadığını söyledi bana. Karşısına çıktığın zaman sana ne dedi peki? Seni unutamadığını hiç söyledi mi meselâ?"

 

"Ben de şunu sorayım: Sen hayatında devamlı kalabileceğine inanıyor musun Savaş'ın?"

 

Bir an sessiz kaldım, bunun yanıtı kimin için garantili bir inanç olur ki? Yine de o tekrar konuştuğunda suskunluğumdaki ufak boşluğu doldurduğunda, boşlukta çattığı keyiften pişman oldum hızla evet demediğime.

 

"Aramızdan çekil Nüket," demeye cüret etti. "Senin pembe küçük hayallerinden daha fazlasıyız biz, seni uyarıyorum."

 

"Ne dememi istiyorsun bilmiyorum, sırf kendini benden daha çok onun yanına yakıştırıyorsun diye peki al Savaş senin olsun dememi falan mı? Ayrıca kendine bu kadar güveniyorsan benimle konuşmaya neden geldin? Sence onu bırak, ben daha iyiyim derken benim bulunduğum yerden nasıl görünüyorsun dersin?" İç çektim. "Öz güveni yerlerde çaresiz bir kadın gibi görünüyorsun."

 

"Bana bak..."

 

"Bırak artık Başak," diyerek kestim sözünü. "Savaş beni seviyor."

 

Bu gerçek bu kadını durdurmazsa başka ne durdurur bilmem. Başak bir an şoktan donmuş gibi göründü, diğer an gülmeye başladı. Katıla katıla. Delirdi falan mı?

 

"Sen gerçekten de düşündüğümden daha safsın, neredeyse aptal hatta." Sözlerimin gerçek dışılığını vurgulamak için ekledi. "O kimseyi sevmez, sevemez."

 

O kimseyi sevmez, sevemez.

 

Benim inandığım da buydu... Paris'e dek.

 

"Beni sevdi ama," dedim kesinlikle. "Kim olursan ol, sosyal statün ne olursa olsun asla olamayacağın o kişiyim ben."

 

"Senin hakkında ne fark ediyorum biliyor musun? Sürekli haddini aşıp durmanın yanında korkunç bir hayal gücün varmış. Sınırın yok." Sözlerinin altında köpüren öfkeyi hissedebiliyorum. "Hayallerinden hayal kırıklığı yaşayacak, inandığın şeyin gerçekte var olmadığını fark edeceksin."

 

"Hiç değil, beni inandıran Savaş." Güldü, ben de. "Savaş'ın kendisi söylediyse ben nasıl hayallere kapılmış olurum ki? Nasıl kendimi inandırmış olabilirim sence?"

 

Gülüşü yavaşça söndü. Başını inkârla salladı. "Bunun imkânı yok, böyle bir şey mümkün olsaydı..."

 

"Mümkün olsaydı eğer ne Başak?" diye parladım. "Sen mi olurdun söyleyeceği kişi? Ama benim Başak."

 

Ayağa kalkıp eşyalarımı aldım. "Şimdi anladın mı? Aranızda duran ben değilim, aramıza girmeye çalışan sensin? Sizin hikâyeniz bitti derken, bu hikâyenin bizim olduğunu kast ediyordum."

 

Yanından geçerken durup, "Başak," diye seslendim dalgın haline, olduğum yöne başını çevirdi sanki dünyanın en zor işini yapıyor gibiydi. Başını kaldırdı. Göz göze geldiğimiz anda tehditkâr tavırla ekledim. "Savaş'tan da benden de uzak dur."

 

Kafeden dışarı çıktığımda derin bir nefes aldım, bu kadının enerjisi insanı boğuyor gerçekten. Ayaklarımın üzerinde hafifçe yükselip taksi geçer mi diye baktım.

 

Bu sırada Başak, "Nüket," diye seslenerek çıktı kafeden. İstemeye istemeye dönüp 'ne var hâlâ?' diye sorarcasına başımı salladım. "Nasıl oldu bu? Yani... sen nasıl yaptın bunu? Sana aşık olmasını nasıl sağladın?"

 

Doğal diye düşündüm, Savaş duygusal bir tepki versin diye onu aldatma yoluna bile başvurmuş birisinin bu derin merakı.

 

"Sana söylerim," dedim, bir an kendimi Savaş Akduman gibi hissederken. "Tabii sen de bana karşılığında bilgi verirsen?"

 

"Ne bilmek istiyorsun?"

 

"Paris'te olduğumuzu nasıl bildin?" Eğer kafede sorsam bu bilgiyi alamazdım ama şimdi zaman ve zemin buna uygun. "Nasıl öğrendin bizi?"

 

Telefonunu çıkardı çantasından. Birkaç ekran dokundurması sonrası telefonunu bana çevirdi. Ekranda ben ve beni öpen Savaş vardı, ekranı çevirdim diğer karede o elimi tutarken. Burası... "Bilinmeyen bir numaradan geldi resimler," diye belirtti Başak. "Düşmanınız kimdir bilmiyorum ama Paris'te olduğunuz bilgisi de onun tarafından verildi. Paris'te olduğunuzu öğrendikten sonra nerede olduğunuzu bulmak daha kolay oldu, oradaysanız Savaş seni şu sıralar boş olan aile evine götürecekti mutlaka. Sokağın başında durdurduğum arabadan senin eve girişini görünce yanılmadığımı gördüm, öylesine mutluydun ki hiçbir şeyi fark etmiyordun."

 

Sıkıntıyla nefesimi bıraktım, gelen taksiyi durdurdum. Taksi yavaşlarken Başak da, "Sıra sende," dedi asabice. "Kaçmayı aklından geçirme."

 

"Kaçmayacağım," dedim. "Bilmiyorum."

 

"Pardon?"

 

Taksiye bir dakika işareti yaptım. "Dedim ki bilmiyorum." Başak'ın gözlerinin en içine baktım. "Savaş'ın bana nasıl, hangi arada aşık olduğunu bilmiyorum. Ben..." Bir an düşünceli bir yüzle boşluğa daldı bakışım. "Ben beklemeyi, beklentiyi bıraktım ve o bir anda itiraf etti." Gözlerine baktım tekrar. "İtiraf etmeseydi de bana fark etmeyecekti bununla yaşayacaktım, yaşamanın yolunu bulacaktım."

 

Tamam, bu kadar.

 

Onunla işim bitmişti.

 

Taksinin kapısını açıp içerir girerken onun, "Sürtük," dediğini duydum, kandırıldığını düşünüyor olmalıydı ama ona bildiğimden daha fazlasını veremezdim ki ben Savaş bu itirafı alkollüyken yaptı bile dememiştim.

 

Benim çıkarımım olduğunu da düşünürdü ona bu bilgiyi verseydim, onun biraz bile ümitlenmesini istemediğimden kendime sakladım ama bir şekilde Savaş kafasının içinde bir yerde beni kendi gibi seviyordu. Belki de bir daha duyamayacaktım ondan ama ben hep bilecektim. Savaş bilmese de. Beni bırakamamasını ten uyumuyla ilişkindirse de... Gerçek kalbimde daima gizli olacaktı.

 

Ve kalbinde...

 

Taksi hareket etmişti, ondan başka göğüs kafesimde hızla büyüyen başka his vardı, Başak'tan aldığım bilgi içime bir kurt gibi düşmüştü. Acaba olabilir mi diye kuruntu etmeye başlamıştım, taksi Savaş'ın evine giden yola girinceye kadar büsbütün sardı beni bu kuruntu.

 

Ya gizli numara Beren'e de ulaşırsa...

 

🥀

 

Savaş kapıyı açtı, üzerinde eşofman altı ve bir tişörtle. Koyu mevsim kahverengisi gözlerini bana dikti doğrudan; kayıtsızlıkla dolu bir sitemle. Öylece gözlerimin içine bakıyor, sırıtmıyor veya gülümsemiyordu. Kendime dair bulacağım bir parça da olsa samimiyet yoktu. Orada hiçbir şey yoktu. Kayıtsızlıkla doluydu. Pişmanlık midemi kavurdu.

 

Ona bunu ben yapmıştım...

 

"Gelebilir miyim?" diye sordum sıkıntılı bir sesle, belki biraz da kabahatli bir tonda.

 

Kenara çekildi. Gözlerindeki kayıtsızlığı ilgisizliğe çok benzeyen serinkanlılığın ardına gizledi. "Her zaman."

 

Çekimserce içeri adımlayışımı suçluluk duygusu belirliyordu. Üstümdekileri çıkarırken Savaş arkamda kalmıştı ama görmediğim hâlde bana kapıyı açtığında o bakışlarda yer edinen sitem duygusuyla bana baktığını, neredeyse yaktığını hissedebiliyordum.

 

Ona döndüm, omzunu kapıya yaslamış bir ayağını öbürünün önünde çaprazlamıştı ve sanki şey gibi bakıyordu, şey... bakalım ne yumurtlayacaksın şimdi der gibi. "Savaş..." Durakladım, sözcükler boğazımda düğüm düğüm oldu. Kelimeler ağırlaştı, bu yüzden niyet ettiğimden başka bir kelime çıkıverdi. "Nasılsın?"

 

Havada değişik ve çatırdayan bir gerginlik vardı. Alev almayı bekleyen kor gibi, benim bakışlarımsa duygularla titriyordu.

 

"Gördüğün gibi, gayet iyiyim."

 

"Seninle konuşmak istedim."

 

"O zaman sonunda beni hatırladığın için mutlu olayım."

 

"Sâdece..." Kelimlerimi dikkatli seçmem gerektiğinin farkındaydım, günler sonra karşısına çıktığım için. "Kafam karışıktı."

 

"Bak sen, bu senin için hiç de yeni bir şey değil."

 

"Dalga geçme."

 

"Yok, onu sen daha iyi yapıyorsun artık."

 

Kendimi suçlu hissediyordum. Neden bana kızgın olduğunu biliyordum. Telefonlarını açmamış, mesajlarına yanıt vermemiş olmama. Gelmek istediğini söylediğinde reddetmeme. Yanıt verdiğim tek mesaj buydu... Yola gelmez biri olup çıkmıştım.

 

"Özür dilerim."

 

"Neden özür diliyorsun?"

 

"Biraz abarttığım için elbette."

 

"Abartı mı? Sence yaptıklarını o kelimeyle hafifletebilir misin? Paris dönüş yolunda iletişim ve sonrasında hiç irtibat kurmadın benimle, benim görüşmek istediğim her seferinde istemeyip reddettin üstelik." Sesi öyle yüksek öfkeli değildi ama tüm öfkesini kelime kelime sezinliyordum. "Neyin neden olduğunu bilmiyorum da." Bir an kaşları çatıldı, durakladı. "Başak aniden çıkıp geldiğinden olamaz herhâlde, yeni bir sorun değil ya."

 

"Sâdece kendi sorunumu görebiliyordum," dedim suçluluğun kıstığı sesimle. İşe biraz utanç dahil olduğundan pespembe parlıyor olmalıydı. "İşte at gözlüğü takmak böyle bir şey. Biliyorsun hem, duygularımı mantıkla yürütmeyi pek beceremem ben."

 

Savaş sıkıntıyla iç geçirdi.

 

"Savaş başka bir sorun var ama şimdi."

 

"Neyle ilgili?"

 

"Başak'ın Paris'e nasıl geldiğiyle ilgili."

 

"Bu niye bir sorun oluyor?"

 

"Bunun hakkında hiç düşünmedik."

 

"Pekâlâ şirketten alınacak bir bilgi."

 

"Değil ama onu oraya yönlendiren 'Bilinmeyen Numara' kişisi olduğu için."

 

"Sen nerden biliyorsun?" Sonra kaşları belli belirsiz çatıldı ve anladı. "Başak'la konuştun, onun yanından geliyorsun."

 

"Evet ama asıl sorun bu değil, 'Bilinmeyen Numara'nın' öylesine benimle uğraştığını Paris'teki son mesaj sonrası tekrar mesaj atmayınca bittiğini düşünmüştüm ancak bitmemiş, Başak'ı oraya yönlendirdiyse Beren'e de söyler. Ondan önce biz ikimiz konuşmalıyız." Bakışımı gözlerinin içine diktim. "Hatta hemen, şimdi yapmalıyız."

 

Savaş'ın yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi. "Beni neredeyse bir haftaya yakın kendisinden habersiz bırakan kız arkadaş hakkında ne dememi bekliyorsun sen kız kardeşime? Keyfin yerine gelince ortaya çıkman da cabası. Korkudan mı ya da?"

 

Beni suçladığı şeye içerledim ve çileden çıkan sözleri şaşkına çevirdi beni. Haklılığı bir bütün olarak üzerine almış da bana çok az bir pay bırakmış gibiydi. Beren'e bizden bahsetmeme kanısındaydı besbelli ya da aramızdaki sorundan daha aşağı görüyor olmalıydı. Onu hemen caydırmalıydım bu düşüncelerden.

 

"Yapma böyle." Yorgun bir itiraz döküldü dudaklarımdan. "Kafam karışıktı, aklım allak bullaktı."

 

"Kafanı karıştıranın ne olduğunu bana da söylemelisin, bu gel gitler normal değilken Beren'le nasıl konuşurum? Asıl sorunumuz Beren değil, asıl sorun biziz."

 

Sonra beni arkasında bırakıp salona geçti ve koltuğa oturdu, koltuğun önünde duran alkol şişesini görünce iç geçirdim. Benden önce içmeye başladığını belli eden yarım alkol kadehini alıp ağır ağır yudumlarken önüne bakıyordu.

 

Rahatsızca olduğum yerde kıpırdanıp gidip yanına oturdum. "Kendimde tutmayı tercih ederim teşekkür ederim."

 

Savaş'ın başı hızla bana döndü. "Teşekkür mü edersin?" İnanmıyormuş gibi salladı başını. "Gerçekten inanılmazsın Nüket."

 

Boynumu kaşıdım. "Sanki."

 

Bana ters ters baktı. "Sen..."

 

"Tamam kızma, beni dinle, içim içimi yiyor endişeden. Önce Beren'le konuşalım olur mu?"

 

İtiraz etmedi. Göğüs geçirerek uzun süre üzerimde tuttuğu sert bakışlarını üstümden çekti, sehpada duran telefonu alıp kadehini bıraktı. Durumu kabullenen tavrına gizlice gülümsedim. Bana kızgın olsa da bu gibi kriz durumlarında mantığını kaybetmeyen biri olduğundan, kızgınlığını hemen kenara bırakıp yapılacak şeye odaklanacağından kuşku duymamıştım zaten.

 

Kızgın olduğunu bilmesem ona yapışır öperdim...

 

Savaş Beren'i aradığında tüm duyularım tetikte bir şekilde açılmasını beklediğim telefondaydı, zihnimde senaryolar dönüp duruyordu. Yüreğim heyecanla çarpıyordu.

 

Telefon gereğinden uzun çaldığında saate göz attım gergince. Bu saatte uyumazdı; belki dersi vardı, işi vardı veya. Meşguldu ve...

 

Beren'in telefondan gelen cevaplama sesi içimi rahatlattı, diğer yandan daha beter bir şekilde heyecanlandırdı. "Konuşmalıyız." Direkt kontrollü sakinliğiyle konuştu Savaş. Biraz daha yaklaşıp kulağımı yaklaştırdım ona.

 

"Konuşabilirsin, dinliyorum."

 

"Yüz yüze konuşmalıyız, neredesin?" Bir an dikkatim dağıldı, Beren'in verdiği yanıtı duyamadım. "Evime gel." Beren olmaz dedi, bu da bizim için olmazdı. "Şoförle konuşup seni aldırırım."

 

"Acelen ne anlamıyorum, çok mu göresin geldi?" diye kızdı Beren. "Bugün hiçbir yere kıpırdamıyorum, yarın eve gitmeden uğrarım. Kapattım."

 

Ve kapattı.

 

Savaş yüzünü buruşturarak telefonu kulağından çekip bana baktı. "Bugün bir arkadaşında kalacakmış, şimdi de onun yanındaymış. Yarın gelecek."

 

"Hangi arkadaşı?"

 

"Bilmem, istersen annemi arayıp sende mi kalıyor diye öğrenelim."

 

Suratım asıldı. "Anladım, alaycı olma."

 

Savaş karşılık vermedi, bir süre sessiz kaldım ben de. Yeniden kadehine sarıldı. "Bana uçakta söz vermiştin, Türkiye'ye döndüğümüzde ne olduğunu anlatacaktın."

 

"Ve işe bak ki Türkiye'ye dönünce seni hiç görmedim, toz oldun."

 

Rahatsızca kıpırdandım, yanaklarım al al olmalıydı utançtan. "Hatalıyım dedim, bu yetmez mi?"

 

"Yetmez Nüket, aynı şeyi sana yaptığımı düşün. İşlediğin kabahati bile bilmezken bana ulaşamadığını. Telefonların duvar olduğunu."

 

"Gelebilirdin, her zaman öyle yapardın."

 

Evet ben uzak durmuştum ama o da uzak kalmıştı, hem de karakterine zıt olarak.

 

Savaş bir an soğuk kontrolünü kaybedip, "İşleri başka götürmeye çalışıyorum, fark etmeye tenezzül edecek misin artık?" diye tsunami gibi yükseldi. Arkasına yaslanıp başını koltuğa koydu, tavana baktı. Uzun birkaç nefesle tekrar kontrolü ele alınca daha sakin, daha normal ses tonuyla konuşmasını sürdürdü. "Burak sana biraz alan bırakmamı istedi benden, varlığımla hayatını en başta yeterince doldurmuşum. Uzak durmak istiyorsan biraz düşünmek istediğin için olabilirmiş, bende buna saygı duymalıymışım gibi sürüsüyle saçmalık."

 

Bana kızgındı ama belli ki Burak da bu kızgınlıktan payını alıyordu. Nedensizce bana gelmeme nedeni ve aslında hiç de uymak istemediği bu ültimatom hoşuma gitti. Koltuktaki pozisyonu bozulmamıştı, yüzü tavana bakar durumdaydı, hâlâ canı sıkkındı.

 

O oradaydı, ben burada. Aramızda ufak da olsa mesafe vardı ancak bedeninde çılgın ritimle titreşen akışın bana doğru kaydığını duyumsayabiliyordum. Beni kendine doğru çağırıyormuş gibi yavaşça ona doğru kayıp kucağına yerleştim. Savaş yasladığı başını kaldırıp kafası karışmış gibi baktı, hızlı ve derin sıcak nefesleri dudaklarıma yayıldı. "Nüket..."

 

Daha önce kendisine doğru çekmedikçe kendiliğimden kucağına oturduğum hiç olmamıştı. Tabii içine ilaç karıştırılan o alkolü yudumladığım geceyi saymazsak. Yanağını öptüm. "Kendini istemesen de zorladığını görüyorum. Teşekkür ederim." Çenesinin kenarını öptüm. "Ben de seni özledim, çok özledim."

 

Savaş başını eğip yüzümü inceliyorken saçımı kulağımın ardına sıkıştırdı. "Kafanı karıştıranın ne olduğunu söylemeyecek misin bana hâlâ?"

 

Gözlerine yumuşak bir ifadeyle bakarak başımı salladım. "Hayır, kendimde saklı tutmaya kararlıyım. Bunun son olacağını garanti ederim ama, söz."

 

Bana bakmasına, parmaklarının saçımda dolanmasına daha dikkatli gözlerle baktım. Hep böyle mi bakıyordu? Dokunuşu böyle miydi hep? Yoksa ona yeni bir anlayışla, yepyeni bir yaklaşımla bakan ben miyim? Eğer öyleyse haklıydı, Savaş dediği gibi hissettiği şeyin benimkisini aşıp kenarda bırakan bir yoğunluğu vardı.

 

Birden huzursuzlandı. "Başak canını çok sıktı mı?"

 

Omuz silktim. "Onun herhangi birinin canını sıkmadığını düşünemem bile."

 

"Babası hakkında konuşmak için bir araya gelmiştik bu hafta, sana bulaşmaması için uyardım ama dinlemeyeceğini biliyordum."

 

"Belki böylesi daha iyidir."

 

"Ne için iyidir?"

 

"Onun için ve bizim için, hakkında kurduğu hayallerin boşuna olduğunu anlamıştır."

 

"Aylardır anlatmaya çalıştığımı tek seferde oturup anlatabildiğini mi söylüyorsun?" Sesi yine alaycı çıkmıştı. "Çok iyimsersin."

 

"O zaman görünürde kimse yoktu, senin hayatındaki boşluğun ardından bıraktığı kendine ait olduğu bir boşluk sanıyordu. Şimdi orada boşluk olmadığını ve aptal değilse senin boşta olmadığını da gördü."

 

Savaş ikna olmamış bir havada güldü. "Onu tanımıyorsun, böyle şeyler onu durdurmaz."

 

"Belki, umursamıyorum ama. Bence senin bana ait olduğunu gayet anladı yine de."

 

Savaş kaşlarını kaldırdı. "Laflara bak, sana mı aitim?"

 

Parmak uçlarımı yüz hatlarında gezdirdim. "Öylesin, değil misin?" Boynunu öptüm ve yavaşça yukarı, çenesine doğru kaydırdım dudaklarımı. Dudaklarımız birleştiği anda damarlarımdaki kan ısınırken ağzımdan içeri dalan diliyle birlikte dillerimiz birleşine kollarımı usulca boynuna sardım.

 

Ve işte oradaydı.

 

Arzu, tutku...

 

Sertliğini hissettiğim o saniye göğsümden boynuma oradan yüzüme kesilmeksizin yükselen bir ateş kapladı. Daha önce pek yeltenmediğim biçimde kendimden geçip onu öperken sertçe sürtündüm. Savaş bir rüyadan uyanıp beni kendiyle uyandırması gerekirmiş gibi kavradığı kollarımı geriye çekince göğsüne yapışmış göğsüm ondan ayrılmaya zorlandı o anda.

 

Ve dudaklarımız da kopuverdi birbirinden.

 

Aniden, sertçe.

 

Aklım karışırken kaşlarım çatıldı. "Savaş? Ne yapıyorsun?" diye sordum, paçaları tutuşmuş gibi bir aceleyle beni kendinden uzaklaştırmasına sitem ederek.

 

"Aynı duyguyu paylaşıyoruz, ben de senin ne yaptığını... yapmaya çalıştığını merak ediyorum," diye karşılık verdi, boğuk sesi ne yaptığımı anlamış görünüyordu. Neden yaptığımı mı soruyor? "Bunu yapmıyoruz Nüket."

 

Bunu öylesine söylemiyordu. Neredeyse yürek durduran bir kesinlik, bir kararlılıkla söylüyordu.

 

Paris anılarımızın iki önemli vurgusundan biri benim aniden her şeyi berbat etmem üzerineydi, diğeri ise onun beni sevdiğini söylemesi ve yine aynı gecenin sabahında sözlerini unutmasıydı. Mesele şu an benim her şeyi berbat etmemdi. Tekrar başka bir ağlayışla daha reddedilmek istemiyordu ya da başka herhangi bir duygusal çıkışla.

 

Ama ben de reddedilmek istemiyordum.

 

"Aynısı olsun istemiyorum."

 

Kararlı tavrına canım sıkıldı. "Neden aynısı olsun ki hem..." Yanaklarım ısındı. "Hem sen sırf ağladım diye kaçıp kendini alkole vermeseydin geçecekti. Aniden bastıran histeri kriziydi, sönecekti illa. Özür diledim, kal dedim, boynuna sarıldım sıkıca ama sen çekip gittin." Yarı kızgın yarı da özür dileyen sitemli sesle ekledim. "Düzeltmek istiyorum, izin ver."

 

"Bu düzeltilmesi gereken bir şey değil, seni bu kadar istiyor olmak beni deli ediyor ama hazır hissetmenle ilgili bu. Düzeltilecek bir durum da yok ortada. Benim canımı sıkan kendimim." Saçımı kulağımın arkasına itti, sıkıntılı bir nefes verdi. "Seni o hâle getiren benim, geleceği olmayan zehirli kelimeleri ilk andan beri her gün zihnine yerleştirerek bana güvenmemene neden oldum. Şöyle düşünüyorum... dokunduğum asla sâdece bedenin değildi, zihnine de dokunuyordum. Sen reddettikçe benim fetih duygum bencil biçimde durmaksızın kabardı, nihayetinde olmayı hiç istemediğin birine dönüştürdüm seni. Kendine bile yabancı hissedeceğin birine. Biraz düşününce.... sana nasıl içerleyebilirim?"

 

Pişmanlığın sesinin tonlarında, tınılarında dolandığını itiraflarında serkeş gezindiğini duyabiliyordum. Asıl ilgimi çeken şey beni hiç görmeyen, duymayan adam olmaktan çıkıp görebilmeyi öğrenmiş olmasıydı. Bu ne zaman oldu? Bilmiyorum ama derinden görüyor, eskiden durduğu yerden bakmıyor bana. Kendi doğrularından, inançlarından kurduğu o soğuk kaleden seslenmiyordu.

 

Uzun süredir ikimizi örten böylesi bir sisin içinde kendi değişimini fark edip görmüş müydü olanın bitenin karmaşasında?

 

Sanmıyordum.

 

"Sen benden özür mü diliyorsun? Neden o anda ordan ayrılıp kendimi alkol komasına soktum? Çünkü ben...seni parçaladığımı o anda net görüyordum ama hatamı üzerine alarak benden özür dileyip özrünün altında eziyordun. Yanında kalamazdım, yanından ayrıldıktan sonra aklı başında kalamazdım. Alkole boğulmak çıkış gibi gelmişti; nefret ettiğim sarhoşluk, beni o anda daha çok nefret ettiğim kendimden kurtaracaktı."

 

Herkes değişir, o hariç.

 

Demiştim bunu.

 

Evet. 

 

Hem de kendime defalarca, umutlarım en kökünden sökülsün, beklentimi en diplerde tutayım diye. Kalbimin ağrısıydı.

 

Şimdiyse her şey bir yanılsama gibi.

 

"Faydacılık içeren tutku üzerine kurduğum, bağlılığı içeren tüm duyguları yok saydığım böyle bir ilişkiden sonra ikilemde kalmanı anlıyorum. Kızmıyorum. Ve kızmayacağım da." Kendine gülecek gibi kıvrıldı dudaklar. "Aslında bakarsan hayır, çok kızıyorum. Kızmayı durduramadığım tek şey; benden kendini uzak tutman."

 

Başlangıçların büyüsüne güvenmenin anı benim için gelmişti.

 

Kalbimde fırtınalar kopuyordu.

 

"Kendime söz verdim, durumum her ne olursa olsun kendime asla yenilmeyecek, zayıflık göstermeyeceğim. Sen gerçekten istediğin zaman olacak, hiç zorlaması olmayan en doğal anda, belki de öylesine basit bir zamanda olur." Savaş'ın samimi sözlerinin arasında güllenen kızıl hislerim beni ağlatacaktı ama güvenmemekten değil de... tersine ona güvenmekten. "Belki bir pazar sabahı veya pazartesi akşamı karar verirsin, seni olmak istemediğin birine dönüştürdüm. Üstelik geriye kalan diğer hiçbir şeyi de değiştirmeyecek son durum. Planımız neyse yine öyle devam edeceğiz. Havaalanında konuştuğumuz gibi öncelik Beren, ardından ailelerimiz. Bizim gerçek olduğumuzu göreceksin."

 

Sözleri bir akşam üzeri esintisi gibi ferah ve temizdi.

 

Savaş elimi tutup çevirdi ve dudaklarına yükseltti, sonra avcumun orta yerine indi nemli dudakları. Bir zamanlar bu türden samimi öpücükten kaçışını, karşı çıkışını anımsadım. Şimdi, dudaklarından çıkan bütün o kelimeleri öpücüğüyle yakıyordu sanki o noktaya yeni kelimeler ekleyerek. "Gerçek olduğumuzu görmeye ihtiyacın var, birlikte yürüyebileceğimizi anlamaya. Benden kaçma Nüket, kendini benden uzaklaştırma; en azından seni etrafımda görebilmeyi istiyorum."

 

Ne aptaldım.

 

Bir haftaya yakındır ondan kaçarak ona ve kendime nasıl yapabilmiştim bunu?

 

Kaçıp durduğum bu muydu?

 

O süreci kendi yorumunu katarak anlatana dek aklımdaki şüphe devam ediyordu, artık değil; biliyorum, beni seviyordu. Gerçekten seviyordu. Kelimelere döküp söyleyemese bile, iki kelime başka kelimelerin arasından gelip dayanmıştı kalbimin kapısına. Verdiği hisle... Gözlerindeki bakışla, duruşundaki anlatıyla...

 

"Nüket?" dedi beni en derinlere daldığım denizden yüzeye çekerek. "Duydun mu?"

 

Ona yanıt vermedim. Duyduklarımdan çok duymadıklarımın büyüsüyle aramıza diktiği mesafeden kurtularak içimden geldiği gibi davranmayı seçtim, vücudumsa zihnimden daha hızlı hareket etti ve indirdiği kucağına tekrar yerleştim. Dudaklarımı dudaklarına bastırdım.

 

Savaş beni engellemeye çalıştıysa da onu dinlemedim, durmadım, ayırmaya çalıştığı dudaklarını terk etmedim de. Başımı yana eğip dilimi sıcak dilinin üstünden yumuşak biçimde geçirdiğimde inledi ve o anda beni kendinden uzaklaştırma işini orada bıraktı. Yaşadığım aydınlanma bana bir şey yaptı; ilkel, ürkütücü, korkutucu sayılan bir şey. İçim tutkuyla, yoğun bir enerjiyle doluyor, kalbim çılgınca atıyordu.

 

İçim alev alevdi...

 

Hiç böyle hayat dolu hissetmemiştim. Bu muydu her zaman Savaş'ın sözünü ettiği, dilinden düşürmediği tutku? Onu nerede olursa yanıma çeken doğal, salt güç?

 

Onu öptükçe rahatlıyordum; içimde biriken gerginlik dağılıyor, kafamın içindeki fırtına diniyordu. Dinginlik geliyordu. Bu dinginlik başka biçimde gelse de...

 

Savaş girişimlerine devam edip sonunda zorla ayırdığında, ikimiz de nefes nefese kalmıştık. Göğüslerimiz derin nefeslerle birbirine dokunmayı sürdürüyordu. Zaten aralık duran dudakları başka bir itiraz için hareketlendiğinde, "Adım atmayı bana bıraktığını söyleyen sendin," dedim. "Beni durdurmaya çalışmayı bırak, ne istediğimi biliyorum." Tek kaşı inanamadım der gibi havalandı. Kollarımı boynuna doladım ve tutunarak üstünde havalandım. Kulağının altındaki zevk noktasını öpüp dudaklarımı yukarı kaydırdım. Ve fısıldadım. "Az önce ne yaptığımı fark ettin mi?" Sıcak nefesim onu titretti. Bunun ne olduğunu biliyorum. Gülmek istedim ama tuttum kendimi. "Dur da bir bakalım, asla beni öptüğün gibi seni öpemeyeceğimi iddia ediyordun. İşte sen, işte ben."

 

"Ne oluyor sana böyle?"

 

Güzel soru.

 

Ne oluyor bana?

 

"Durmalısın," dedi, istemeye istemeye.

 

"Daha kötüye gitse de umurumda değil."

 

"Nüket..."

 

Bakışlarımla yüzünü incelerken ve parmak uçlarımla belli belirsiz yüzünde dolanırken, "İlk kez benim olduğunu hissedebiliyorum," diye itiraf ettim dürüstçe. "Ait olduğum yeri hep biliyordum ama senin ait olduğun yer olduğumu hiç hissedememiştim. Sanırım sahiplenme duygusunun sadece size has olduğu söylemleri boş lakırdı."

 

Biz gözleri diğerinin yüzüne inceleyen bir havada sustuk, sessizlik konuştu. Bir an camekandan baktım ve... karın büyüsü sihir gibi zihnimin her köşesine bucağına parıltılar saçarak dokunduğunda, geride kalmış karlı bir günün anısını doluşturdu.

 

Yılın ilk karı...

 

Yüzüm yağan kar manzarasına dönmüş biçimde başımı beyaz melodi gibi atmakta olan kalbinin üstüne, göğsüne yerleştirdim. "Benden ilk kez birlikteliğimiz için onayımı aldığında böyleydi, yılın ilk karı yağıyordu. Sen doğal olarak farklı şeyler düşünüyor olmalıydın ama ben..." Başımı sakince yerleştirmemin aksine hızlıca kaldırdım, gözlerinin içine baktım. En derine. "Bunu aptal görünmeden nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum, yine de dinle. Yılın yağan ilk karı efsanesini düşünüyor ve hayatımın içinde düşlüyordum seni. Tenime tekrar dokunmanın hayaliyle tutuşmuşken sen, bu dokunuşun son olacağını söylemişken üstelik."

 

Kucağından çekildim, doğrulduğumda onu da kendimle çektim ve merdivenlere doğru çekiştirdim. Yine beni durduracak gibi oldu, direnç göstermek istiyordu. "O gün beni bu merdivenlerden yukarı taşıdığında içimde bilmemeye duyduğum korku vardı fakat diğer yandan içimde dur durak bilmeyen hayalin büyüsü bastırıyordu bu korkumu."

 

Odasına girdiğimizde ışıkları yakmadım; perdelerin çıplak bıraktığı büyük pencere gerisinde tuttuğu bahçe lambalarının ışığı ve karların ışık oyunları yeterince karşıladı ihtiyacımız olan görmeyi, görüntüyü.

 

Kalbim göğsümün içinde gümbür gümbür ederken tişörtünün uçlarını kavrayıp yukarı doğru kaldırmaya başladığımda Savaş'ın dudakları aralandı, oysa gözleri sanki tüm gece sadece izleyecekmiş gibi izlenim vermişti. "Nüket," dedi ellerimi durdurarak, sesi kısık ama sitemliydi. Yüzüme eğildi. "Beni zorlama, sana hayır diyebiliyorken şimdi dur. Beni biliyor, tanıyorsun; aslında kendimi tutmaya asla istekli olmadığımı iyi biliyorsun, durmayı değil de devam etmeyi isteyecek kadar da tanıyorken... beni nasıl zorladığını görmüyor musun?"

 

"O gün fark ettim," dedim aniden, kafası karışarak baktı doğal olarak, çünkü söz ettiğim şey onunkinden farklı sözcüklere bağlanıyordu. "Sana aşık olduğumu."

 

Tişörtünü yarıya kadar kaldırmış ellerimin üzerindeydi elleri, kaskatı kesildiğini hâlâ karın kaslarına değen parmaklarımdan fark ettim. Bakışları yüzümde donup kalmıştı.

 

"Sen onca zaman..."

 

"Evet, başından beri. Seni seviyordum ve senden korkuyordum da. Sevmekten daha korkuncu, daha korkutucu olanı arkana bir an bile bakmadan, ikinci kez düşünmeden çekip gidebilecek olman. Öyle biriydin sen çünkü. Seni sevmeye devam edecek olan ben, hayatıma nüfuz eden senden sonra ne yapacaktım?"

 

"Yine de..."

 

"Yine de... evet." Elleri gevşemişti, bundan yararlanıp tişörtünü başından çıkardım. Ve dışardan odanın içine yansıyan ışıkların omuzlarına, kollarına göğsüne vurdukça nasıl ilâhi bir varlık gibi göründüğünü fark ederek hayranlığım arttı. "Seninle yatmayı kabul ettim, bilim değil miydi aşkı kimyasal bir reaksiyon içinde delilikle niteleyen. Haksız da değiller. Deliliğim öyle bir seviyedeydi ki cehenneme adım atmak varsa yolunda, acılar içinde kavrulacağını bilsen de adımı atıyor ve yanıyorsun."

 

Savaş'ın gözlerindeki geri çekilme ve bana dokunma arasında verdiği derin mücadele netleşir gibiydi. Gözleri yoğunlaşınca ona ne oluyor, ne istediğini biliyordum elbette. Şehvete yenik düşmeye hazırdı. "Yattım," diye devam ettim. "İstediğin gibi ama ben çok umursamıyordum bedensel birlikteliği, bedenine gerçek bir istek duymuyordum da. Benim arzu ettiğim bedenin ötesinde senin ruhundu. Tadına bakmak istediğim ruhundu. Merak ettiğim ruhundu. Bunlara rağmen bana dokunduğun anda..."

 

Yutkundum, kızardım, kelimelerin arasına yerleştirmeye niyet ettiğim itirafları kolay değildi söylemesi. Bunun yanı sıra aura baskındı aramızdaki...

 

"...içim kıpır kıpır oldu, bedenim hayatla doldu, tecrübesine hiç aşina olmadığım bilinir veya bilinmez noktalarım ıslanıyor, nemleniyordu." Yüzünü ellerimin arasına alıp başına kendime eğdim, dudaklarımı ona sürttüm. Utancımı bastırdım. "Şimdi olduğu gibi." Çok kısık tonda fısıldadım dudaklarına. "Baksana bana, ben hâlâ senin istediğin o geceki kızım ve şimdi o kız da seni istiyor, çok istiyor. Her şeyi mahvettiğimi biliyorum Paris'te ama ne olmuş? Orada olduğumdan bile daha hazırım senin için burada, senin evinde. Başladığımız yerde."

 

Her ayrılışımızın birleşim noktası burası, sanki bizim için inşa edilmişti.

 

Savaş'ın hırpalanan iradesi paramparça olmuştu, şehveti kabını dolduran dışarıya taşan su gibi taşıyordu teninden; tahmin ettiğim gibi. Kafasında sonuca varmış gibi konuşarak, "Sakın şikayet etme, sakın tek bir damla gözyaşı da dökeyim deme," dedi hırladı ya da. Daha önce duymadığım bir tonda konuşunca bir an neye uğradığımı şaşırdım. Amaca boyanmış tonda ekledi. "Çünkü sen istedin."

 

Sonra sertçe, çok sertçe kapandı dudakları dudaklarıma. Hayır bu geçiş çok yumuşak oldu. Yapıştı. Aramızdaki yakınlık tehlikeli şekilde bedenini bedenime bastırmasıyla alevlendi. Dudaklarım şimdiden sızlıyordu. Belimden tutarak habersizce döndürünce irkilerek ağzına inledim, diğer eli ensemi kavramıştı. Ensemdeki elinin yüzeyine değen saçlarımı âniden kavradı. Arkaya doğru attırdığı adımlar bacaklarım yatağa dokununca sonlandı.

 

Beni yatağa itti, yatağın üzerinde birkaç defa yükselip alçaldım. Bileklerimi avuç içinde toplayıp başımın üstüne bastırdı. Beni tutan gücünde kontrollü özen vardı, acımasız değildi. "Bakalım dediğin gibi mi?" diye sorduğu sorunun bağlamını kuramadım aklımda. "Kontrol edeceğim."

 

"Neden söz..."

 

Savaş bir bacağını kırıp gözlerimin içine bakarak bacaklarımın arasına koydu ve bacaklarımı araladı aynı bacağıyla, boşta kalan diğer eli kıyafetlerimin içine izinsiz dalınca bağlam kafamda kuruldu otomatik olarak. Islanıp ıslanmadığıma bakıyordu! Üzerimdeki ağırlığı adrenalimin yükselişini tetikledi, kalbimin deli çarpışını, karnımda uyanan heyecanı...

 

"Doğruymuş," dedi, kıyafetlerimin içinden çıkan parmakları yalarken gözlerimin içine bakmayı ihmâl etmemesi tüylerimi ürpertti. Ve bu Savaş'ın o andan çıkıncaya dek son kelimesi oldu.

 

Her şey tanıdıktı, bu tanıdık sıcak hissin içinde yeniden kaybolduğumu hissettim. Mantık sayısız duygu yoğunluğu arasında tutunacak bir zihin bulamazdı, benimki de bulamadı. Bakışıyla, duruşuyla, bedeniyle, dokunuşuyla üstümde etki ettiği duyguların çekiciliğine teslim oldum.

 

Parmaklarını ağzından çektiğinde daha bir tahrik olmuş görünüyordu. Hissettiği derin tahrik etrafımızı başka bir katmanla sarıp sarmaladı. Yeniden dudaklarıma yapıştı, dili ağzımı doldurduğunda ellerinin diğer durağı giysilerim olmuştu. Üstümdeki bej rengi kalın body onun parmakları arasında yukarı doğru kaydığında sâdece bir anlık dudaklarımız ayrıldı, yerimden doğruldum ve badim sarı-kızıl saçlarımdan sürtünerek başımdan çıktığı anda yeniden hızlı birleşti dudaklarımız.

 

Kendimi tamâmen ona bıraktığımda O da kendini bütünüyle kaybetti, zorlanıyordu arzusunu kontrol ederken. Pantolunumu da bacaklarımdan sıyırarak yere fırlatınca karşısında yarı çıplak kaldım, bir an baktı diğer an sütyenimi de çıkarıp diğer yığına teslim etti, arkasından aceleyle külotum da diğerlerinin yanına fırlatıldı.

 

Savaş hırıltılı sayılan derin bir nefes aldı, her kıvrımıma her çizgime yiyip bitiriyor gibi sabırla bilenen upuzun bir bakış attı. Sanki bakışları tenimin yüzeyinde kalsın değil de en derinlere insin istiyordu. Bana gösterdiği ilgiyi özlemiştim. Düşünüyorum da... tutkusundaki ateşi çoğunlukla asla anlamazdım yine de tutkusunun alevlerini arzulamıştım.

 

Her zaman.

 

Hep. 

 

Savaş üzerime uzandığında göğüslerim onunkisinin altında ezildi, üstteki ağırlığını tekrar hissetmenin hazzı bedenimi baştan aşağı titretti. Kulağımdaki hassas noktayı bulduğunda yana doğru başımı çevirerek diline genişçe yer açtım boynumda. Elleri hareketlendi; göğüslerim doldurduğunda sıcak avuçlarını, aralık duran dudaklarım dışarı bıraktı iniltimi. Bedenim sımsıcak olmuştu, dudakları ve dili boynumun belli noktalarını yalayarak ve hızla atan nabzımı bulduğunda, nazikçe ısırarak geziniyordu.

 

Nefeslerim hızlı soluklara dönüştü, kozmik bir şeyin kıvılcımları çatırdayıp duruyordu aramızda. Savaş'ın ıslak ağzı göğsümün ucunu kavrarken karnım titredi, diğer eli boştaki diğer göğsümle oyalanırken hâlâ saçlarını kavrayıp sertçe çekiştirdim uzun iniltilerimin arasında adını söyleyemeden duramadım. "Savaş."

 

Dudaklarında çıkan öpücükler ve dili böyle böyle karnıma dek indiğinde, bacaklarımın arasına ulaştı yüzü. Bacaklarımın ortasına yapıştığı an dudakları nefesim kesildi, adı odanın karanlığını yalayıp geçti. Bedenim titredi. Bir ara ona baktığımda o da zâten bana bakıyordu, bakışları iki üç ton kadar koyulaşmıştı. Gözlerinin rengi bana hazır, köpüklenmiş, yudumlanmaya hazır enfes bir kahvenin koyu rengi gibi cazip gelmişti.

 

Kendi vücudum gibi odanın ısısı da artmış vücudumdaki kanın bacaklarımın arasına hücum ettiğini hissediyordum. Bu noktam yoğun bir enerjiyle beni bunaltıp gererken ve kendimi bırakmaya tamamen hazırken olan biteni anlayan Savaş aynı yolu takip edip tenimde yukarı doğru öpücükleriyle çıktı, tabii sitemle karışık hoşnutsuzlukla sızlandım. "Savaş, ne..." Bütün vücudum geri çekilmesinin verdiği bu rahatsızlıktan dolayı karıncalandı. "Ne yapıyorsun?"

 

Savaş boynumu öptüğünde, "Sen..." diye sitem ettim, üzerimden de kalktı. Banyoya doğru gitti. İç çekip huzursuzca, "Savaş," diye seslendim ona hâlâ gelmediğinde.

 

Biraz sonra elinde hışırdayan bir şeyle geri döndüğünde neden gittiğini anladım, buna minnet ettim. Kontrol hapları onunla birlikte doğal olarak çıkmıştı hayatımdan.

 

Aman Allahım!

 

Korunmayı akıl etmeseydi benim tamamen aklımdan çıkmıştı. Resmen acemi biri gibi davranıyordum. Şu anımın ilkinden, sarhoş olmaktan farkı yoktu.

 

Üstüne bağlı son parçaları gözlerimin içine baka baka çıkardı; canlı ve hayat dolu aleti karşısında nefesim kesildi. Yutkundum ve kendime kızgınlığım orada söndü... Savaş paketi dişleriyle yırtarken göz temasını hiç kesmeden ben yataktaki ters pozisyonumu düzeltip kendimi arka yastıklara bıraktım... çarpan kalbimle onun gelişini bekledim.

 

Savaş bacaklarımın arasına girdiğinde tüm bedenim kalbime uyum sağlarcasına onun için çarpıyordu. Sırıttı. Omzuna vurdum. "Sakın gülme."

 

Bakışlarımız bağlandı.

 

Ruhlarımız bağlandı.

 

Ve nihayet kendini içime sürüklediğinde bedenlerimiz de bağlandı.

 

Küçük bir çığlık ağzımdan firar ederken beni kendiyle doldurma hissini özlediğimi fark ettim. Yanaklarım yanıyordu. İlk değil ama ilkinden daha tanıdık, daha özel bir uyum vardı tek vücut oluşumuzda. Hep bu kadar uyumlu muyduk? Savaş'ın içimdeki gidiş gelişi hızlandı, sertleşti. Pozisyon ne kadar çarpık olursa olsun, kuvvet ne kadar güçlü olursa olsun, bedenimden ruhuma dek doluluğu hissedebiliyordum.

 

Hiç uyarı vermeden her saniye daha sert daha derin giriyordu içime, kollarımı ona doladım. Tırnaklarımın tenine gömülmesi, şimdiden kırmızı lekeler, oluşan kızıl izler.. Hiçbiri yumuşatmadı şehvetli sertliğini.

 

Savaş önceki birlikteliklerimizde konuşur dururdu, oysa bugün tamamen susmuştu, hiçbir birlikteliğimiz sırasında böylesine suspus olmamıştı. Beni utandıracak yalın sözler ederdi. Çıplak kelimelerle. Dursuz. Duraksız. Ve utanmazca. Şimdiyse sadece dokunuşa odaklı. Tenimin belli noktalarına dağılan bütün o öpücüklerin arasını tek bir kelimeyle dahi ayırmıyordu.

 

Zamansız, kelimlerin olmadığı bambaşka bir dünyada sürükleniyor gibiydik.

 

Vücutlarımız birbirine kenetlenmişken ve sarsılırken Savaş bana gözler, gözlerini açık tut diye bir uyarıda bulunmadı ama ben buna rağmen onun gözlerini görmek için duygularla titreşen bal rengi gözlerimi açık tuttum; koyu mevsim kahverengisi gözlerin içindeki yoğun salt tutkuyu, bu karanlıkta dahi görebiliyorum.

 

O ağzını sıçrayıp duran nabzımın üstüne koyunca, "Savaş," diye inledim bir kez daha onun kollarına tutunarak... Adının fısıltısı hâlâ havada yankılanırken, onun erkeksiliği parfümün sisi gibi başımı döndürüyordu. Çıplak omzuna bastırdım dudaklarımı.

 

Nefeslerim derinleşti. Onun etrafında dalgalanmaya başladığımda biraz sonra benii tepeden tırnağa kadar titreten şiddetli bir orgazma sürükledi. Hemen arkamdan o geldi.

 

Savaş kendisini yan tarafa bırakırken beni de kendiyle sürükleyip derin nefeslerle inip kalkan sıcak göğsüne çekti. Hâlâ içimden çıkmamıştı, bacağımı kendinkinin üstünde tutup okşadı. Bir süre sonra da yavaş, sığ nefes almaya başlayınca göğsü üstündeki başım üstüne öpücük bıraktı.

 

Ben de onun göğsüne öpücük bırakıp başını koyduğu yastığa başımı koyup yüz yüze gelmemizi sağladım. "Bak bu ilginç bir tecrübeydi, çok ilginçti hem de."

 

"Ne?" Gülümsedi, odaya sızan ışık yüzüne vuruyordu. "Seks yapmamız mı?"

 

"Hayır senin sekse ikna edilmen."

 

"Ve daha ilginci senin sekse ikna etmen." Elini göğsüme uzatıp avuçladı. "Evet, garip şeyler oluyor. Biraz rolleri değişmişiz gibi."

 

"Şikayetçi misin yoksa?"

 

"Hiç değil."

 

Onunla dalga geçmeden edemedim. "Biraz direndin tabii ama,... dayanma gücüne hayran kaldım yine de."

 

"Ben de... Seni deli gibi isteyip özledikten sonra çok bile dayandım." Duraksadı, ciddi şeylerin ele geçirdiğini gördüm gözlerini. Alnını alnıma yapıştıracak kadar yüzünü yaklaştırdı. "Söz ver bana."

 

"Ne için?"

 

"Bir daha benden uzaklaşmayacağına."

 

"Bunu geçmiştik ya biz, aşağıda hallettik sanıyordum."

 

"Etmedik ama."

 

Bakışlarından yükselen beklentiye baktım. "Söz, oldu mu?"

 

"Ne olursa olsun."

 

"Ne olursa olsun."

 

Ve içimde yeniden canlanması hiç uzun sürmedi... Çelik gibi bir sertliğe ulaşması da.

 

"Sen..." diye mırıldandım.

 

"Ne oldu etkilendin mi?"

 

"Dehşete düştüm daha çok... "

 

Ve Savaş Akduman bir öpücükle kelimeleri ağzıma tıkıp susturdu beni...

 

🥀

 

Omzuma dokunan nemli, ılık bir öpücükle kıpırdandım derin uykumdan, ağırlaşmış bedenim reddediyordu uyanmayı. Zihnim de. "Nüket." Savaş'ın adımı seslenişi bile uzaktan geliyor gibiydi. İyice yaklaştı ta ki nemli göğsü çıplak sırtıma yapışıncaya dek. Şampuanındaki mentolün keskince kokusu beni sarmaladı, banyo yapmıştı. "Nüket."

 

Örtüye saklandım, başımı yastığın altına koyup kulaklarımı tıkadım. "Nüket burada değil," diye ilân ettim.

 

Savaş sesinde bir gülümsemeyle yastığı kaldırdı. "Saatin henüz erken olduğunu düşünüyorsan değil."

 

"Saat umurumda değil." Örtüyü başımın üstüne kadar çektim. "Çıkmayacağım asla buradan, uyuyacağım.."

 

Savaş neredeyse sabaha kadar uyutmamıştı beni. Uykuya dalarken hayal meyal saatin dört olduğunu anımsıyorum.

 

"Unuttun belli ki; bugün yapmak üzere olduğumuz şeyi yapmak için dün ısrar eden sendin." Parmak uçları kolumda gezindi. "Beren'le konuşacağız."

 

Beren'le konuşacağız.

 

Bu kadarcık hatırlatma beni kendime getirmeye yetti.

 

Ama dünkü hevesimin yerini yorgunluk ve yatakta dinlenmeye meyilli düşünceler almıştı. Ona dönüp sokularak başımı ılık göğsüne yasladığımda onun elleri çarşafın altına süzülüp kıvrımlarımda okşayarak dolaştı. Kaynağından aldığım mentosun keskin, yakın kokusu uyuşmuş duyularımı canlandırdı, Beren'le konuşma gerçeğinin kapıya gelen adrenaliniydi ya da. Böylece yatakta tembellik yapma düşüncesinin tüm rahatlığı uçup gitti.

 

"Çok yorgunum, Beren'le konuşmak için hiç enerjim kalmamış gibi hissediyorum." Gözlerim kapalı olmasına rağmen karnına rastgele daireler çizdim. "Senin yüzünden."

 

Suçluluk barındırmayan bir sesle. "Senin aksine uzun zamandan sonra tazelenmiş olarak uyandım." Sözlerinin altındaki sıcak yorum yanaklarımı kızarttı. Gözlerimi ona diktim. Söylemese de fark edilir sesinden, gözlerinden de; yağmur sonrası sonbahar ormanına dönmüştü hareleri, capcanlıydı. "Adabımla yerimde oturuyordum ben, sana dokunmamaya kararlı olarak üstelik. Beni baştan çıkaran sendin, hem de ne baştan çıkarma; usul usul, sinsice ve yavaşça."

 

"Yasak ilişkimizin başlarında bana yaptığın gibi mi demek istiyorsun?"

 

"Söylediklerine dikkat et." Parmak uçları bacağımda geziniyordu. "Dönüştüğün şey bensem bundan asla utanmam, tersine böbürlenirim."

 

Ters ters bakınca öneride bulunmayı ihmal etmedi. "Kahvaltı yapalım; sana gereken enerjiyi kahvaltı verecek."

 

Yataktan on dakika sonra çıktığımda yirmi dakika sürecek olan banyoda soluğu duşta almış Savaş'ın tişört ve eşofmanlarından birer tane üzerime geçirirken istemsizce gizli kalmanın rahatlığından sıyrılacağım düşüncesi beni biraz germeye başlamıştı, güvenli dünyam parmaklarımın arasından kayıp gidecekti.

 

Dün beni uyaran Başak geliyor aklıma...

Israrla üzerinde durduğu Savaş'ın dünyasına resmi olarak girecektim.

Beren'in nasıl tepki vereceğini bilmiyordum bile, dün daha rahattım. Bugünse göğsüm sıkışır gibi oluyordu düşündükçe. Buhar örtüsüyle kaplanmış aynaya kalınca çizgi çekip kendime baktım. "Yapacağım ve hiç sorun çıkmayacak, açığa çıkmamız gizlilik kadar kötü olamaz."

 

Mutfağa girdiğimde Savaş masanın üstüne diziyordu kahvaltılıkları. Şöyle bir bakınıp, "Nimet abla yok mu bugün?" diye sordum.

 

Savaş camın ardında kalan ince tabaka oluşturmuş karlı havayı gösterdi, rüzgar karla örtülü dalları sallandırıyordu. Yazın hevesli yeşili, sonbaharın çılgın sarısının geride kalışı sanki hızla gelip gitmişti. "Hava bozuktu, gerçi olmasaydı da fark etmezdi yine de özellikle gelmemesini söylerdim." Sandalyenin ucunu kavradı. Bana belli etmek istemese de o da gergin olmalı. "Bugün yalnız olsak iyi olur."

 

"Beren bu havada gelir mi sence?"

 

Bakışlarımı dışardan ona çevirdiğimde bir an garip bir bakışma geçti aramızdan. Beni anlamış gibi bakıyordu. Beren'le konuşma düşüncesi dakikalar geçtikçe üzerimde ağırlaşarak gerilmeme neden oluyordu, dün durum bundan farklı geliyordu ama şimdi... ne kadar geç olsa o kadar iyi gibi geliyordu. Gerçi gizliliğin gölgelerinden çıkacağım için rahatlama da duymuyor değildim.

 

Gözlerim mutfak saatine kaydı, gelişine iki saat vardı.

 

Mümkün olan en geç saatte olsa iyi olur...

 

Belki kendimi daha iyi toparlamış olurum.

 

Savaş dikkatli gözlerle beni inceliyordu hâlâ, yüz ifadelerini saklama konusunda uzman olmamıştım hiçbir zaman. "Hiç sanmam. Yapmak üzere kafasına bir şey koyduysa dışarda kıyamet kopsa yine çıkar gelir, onu tanımıyor değilsin."

 

"Haklısın." Boynumun kenarını kaşıdım gergince. "Aptalca bir soruydu, gelmeyi istiyorsa kötü hava koşulları onu evde tutamaz tabii."

 

Savaş bileğimden tutup beni kendisine çekti. Kolunu belime sardığında birbirine yaslanmıştı bedenlerimiz. "Aslında ben de gelmesin diye ummak isterdim, meselâ o gelmeseydi ve biz hiç yataktan çıkmasak ne iyi olurdu." Bunları beni rahatlatmak için mi yoksa böyle düşündüğünden mi söyledi emin olamadım. "Tabii nedenlerimiz yine farklı birbirinden. Neyin var yine? Yoksa konuşmak mı istemiyorsun?"

 

"Hayır, hayır. Tabii ki konuşmak istiyorum."

 

"Kardeşim o kadar korkutucu değil," dedi alay ederek. Sonra daha iknâ edici bir ton kullanıp ciddiyetle ekledi. "Ben buradayım, yanında olmaya devam edeceğim. Beren dahil kimse, hiç kimse bizi engelleyemez."

 

Bedeninin sıcaklığı ve yanımda olacağını kararlılıkla vurgulaması, zihnimin uyandığı bu sabahtan itibaren başlayan ele geçiren gerginliği silerken güvenim tazelendi.

 

"Kızacak ama, biliyorsun."

 

"Kim olsa kızardı, bırakalım kızmaya biraz hakkı olsun." Burnunu boynumda gezdirdi. "Şu an tek bir avantajımız var; bizim erken davranıyor olmamız. Öfkesi yumuşayınca kızgınlığı da geçer, belki biraz zaman alır ama mutlaka geçer."

 

En kötü avantajımızsa ruh halini bilmiyor oluşumuzdu...

 

"Ya geçmezse?"

 

Savaş sokulduğu boynumdan çıkıp bana baktı.

 

"Geçecek, bir noktada o da bilmiş olacak çünkü; kendisinden saklanmasına kızmak dışında, bizi engelleme hakkına asla sahip olmadığını. Tabii sen ona bu türden bir hak vermedikçe."

 

Kaşlarım çatıldı. "Dur orada." Güvenilmez olduğumu ima etmesi deli ediyor. "Neden benim vereceğimi düşünüyorsun?"

 

Savaş cevap vermek yerine dudaklarıma bastırdı dudaklarını, dudaklarında sırıtma vardı hisssedebiliyordum ama ona engel olmadım dili dudaklarımı aşıp dilime hafif hareket kattığında. Elektrik çarpması gibi bir his geldiği an ona tutundum. Ve bütün duyularımı titreten bir soğuk takip etti bu anı, ardından yere düşen her neyse onun gümbürtüsü bizi birbirimizden ayırdı.

 

Hızla.

 

İçime dek donup kaldım...

 

Mümkün olan en geç saati dilemiştim.

 

Geç saat şöyle dursun.

 

Beren beklediğimiz saatten daha erken gelmişti, habersiz bir sürprizle. İlişkimize ufak yardımı olmayacak en kötü biçimde yakalamıştı bizi. Kahretsin! Resmen bu... yatakta basmaktan halliceydi; üzerimde abisinin kıyafetleriyle, öpüşürken. Ve nemli saçlarla. Bu uygunsuz görüntü delirtmezse onu, başka ne delirtir bilmiyorum.

 

"Beren." Adından başka bir şey çıkmadı dudaklarımdan.

 

Bakıyordu.

 

Bakıyordum.

 

Bu anın gerçekliğini sorgular gibi başı iki yana sallandı, ardından şaşkın bakışların içine bulaşmış hayal kırıklığıyla, ne denir bilmez havasına kapılarak donup kalmıştı. Yüzü ifadelerden sıyrılmış boş kalmıştı, bomboş... Neredeyse esmer tenine bir beyazlık oturmuştu.

 

Ben de ondan farklı değildim, hissettiğim şok dizlerimi katılaştırmıştı. Birkaç saniye sonra korku işe dahil olup dizlerimi titretti. Etraflıca düşünmediğimi karşımda görene dek fark etmemiştim. Söylemek istediğim her şey uçup gitmişti. Daha kötüsü O'nun söylemek istediklerini dinlemek için içimde sıkışmış bir duyguyla ona atmak istediğim adımlar vardı, ileri doğru düşüp kalırmışım gibi geldiğinden yerimden kıpırdamaya tek adım atmaya cesaret edemedim...

 

Soğuk yayılmaya devam ediyordu..

 

Başta soğuk hissettirenin hissettiğim şok ve karşılıklı olarak donduran şaşkınlıktan olduğunu sanıyordum ama değildi, sokak kapısı açıktı.

 

Soğukluk, Beren'in ardından gelip içerdeki dört duvarın arasındaki sıcaklığı durmadan emiyor, emiyor, emiyordu... Bakışındaki soğukluk neşter kadar parlak ve soğuktu; içimi açıyor, deşiyor, deşiyor, iç dünyamda şiddetli rüzgarlar estiriyordu.

 

"Bu gerçek değil," dedi inkârla. "Saçmalık bu."

 

Öfkelense daha iyiydi.

 

Bizim gerçekliğimizi reddediyordu...

 

Her şey böyle aniden olmamalıydı.

 

Onunkilerin haricinde başka bir adım sesi duyularımı titretip ikinci bir şokun etkisini başlattı.

 

Beren yalnız gelmemişti...

 

YAZAR| ELİSYA ROYAL

 

🥀

 

Bölümü oylamayı unutmayın ölüm perileri.

 

İnstagram, elisyaroyal

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 12.12.2025 23:31 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...