8. Bölüm

Ölüler diyarına gitmek zorundayım!

Erkan Birlik
erkanbirlik

Priene’nin kraliçesi Eurydice büyük yatakta yatıyordu. Durumu iyi görünmüyor, zor nefes alıyordu. Adeta vücudu sürekli terliyor, bunu bezlerle silen yardımcıları vardı. Onlar sürekli ağlıyor, kimsenin elinden bir şey gelmiyordu. Şehirde büyük bir bekleyiş vardı. Kraliçelerinin sağlığına kavuşması için bekleyen herkes birbirine, “Ona ne olacak?” diye soruyordu.

Eşinin durumunu düzeltmek için bir şeyler yapmak isteyen Lontelius çaresizdi. “Savaşları atlatabilirim. Kazanabilir ya da kaybedebilirim ama ailemden birisine bir şey olması… İşte bu katlanılmaz bir acı!” diyordu. Annesini görmek isteyen Leandros’u ise durdurmak zordu. Onun hasta olduğunu ve yakında iyileştiğinde daha rahat görebileceğini söylüyordu.

Gece olduğunda Leandros, muhafızları geçerek annesinin kaldığı odaya girdi. İçeride bulunan sekiz kandilden sadece kraliçeye yakın olan ikisi yanıyordu. Odanın diğer ufak odaya açılan tarafında kadın görevliler vardı. Leandros onları uyandırmak istemiyordu. Sessizce annesinin yatağına oturup onun elinden tuttu.

“Anne!” dedi.

Bu sırada aralık kapının arkasında duran Lontelius, her şeyi izlemeye başladı. Sesi duyup ayağa kalkan görevli kadın, büyük odaya doğru hamle yaptı. Kraliçeyi korumak ve sağlığını kontrol etmek amacıyla orada olan kadın, kapının ardındaki Lontelius ile göz göze geldi.

Kadına bakan Lontelius, ”Sessiz ol!” der gibi işaret yaptı.

Kadın da onu dinleyerek olduğu yerde kaldı.

Annesinin elini yüzünde gezdiren Leandros, “Anne!” dedi. “Babam senin iyileşeceğini söylüyor. Bunun zor olduğunu biliyorum. İnan bana dışarıda senin uyanmanı bekleyen insanlar var. Beni gördüklerinde yüzlerini çeviriyorlar. Gözyaşlarını saklamak ve beni üzmemek için yapıyorlar bunu. Babam da gizli gizli ağlıyor. Onu hiç böyle görmemiştim. Benim gibi o da seni çok özledi. Ne kadar zor olursa olsun. Biz seni burada bekliyoruz. Bunu unutma tamam mı? Seni çok seviyorum anne.”

Leandros ayağa kalkıp oradan çıkmadan önce son kez annesine baktı. Gülümseyerek kapıdan çıkıp gitti. Eurydice her sözü duymuş gibiydi. Gözlerinden yaşlar süzüldü. Onun yanına yaklaşan kadın ise anne – oğulun arasındaki iletişimden çok etkilenmişti. Üzüntüsünden hıçkırarak ağlıyordu.

 

2 gün önce…

 

Kitaba dokunduğunda bayılan Lontelius, uyandığında sersem gibiydi. Başında eşi Eurydice ve Nekhtamen bekliyordu. Yatırıldığı yatağın yanına gelerek oturdu. “Bir rüya gördüm,” dedi. Kan ter içinde, gözlerini açmış, hala nerede olduğunu anlayamadan konuşmaya çalışıyordu.

Eşinin kendisine gelmesi için ona su veren Eurydice, “İyi misin?” diye sordu. Son zamanlarda kâbus görerek uyanmamıştı. Onun ağzından iyi olduğunu duymak bir nebze olsun rahatlatacaktı.

Biraz daha iyi olunca ayağa kalktı. Kraliçe ve Nekhtamen’in uzattıkları yardım elini geri çevirdi. Başını döndürünce kitabı gördü. “İşte bu!” dedi heyecanla. “O benim rüyamdaydı. Konuşuyordu ve beni bulutların üzerindeki devasa saraya çıkardı. Bana seçilmiş kişi olduğumu söylediler.”

Büyük sessizlik odaya hâkim oldu. Nekhtamen ve kraliçe birbirine bakıp kahkahayı bastılar.

Kaşları çatılan Lontelius sinirlendi. Gür sesiyle, “Bana inanmıyorsunuz ama bu doğru,” dedi.

Aralıklı gülmeye devam eden Eurydice bir ara derin nefes aldı. “Ee bari Priene’nin geleceği hakkında da bilgi alsaydın.”

“Benimle dalga geçmekten sizi men ediyorum.” Karşısındaki eşinin ve Mısırlı dostunun içten içe güldüklerini ve zor dayandıklarını görüyordu. Daha fazla dayanamayıp o da aralarına katıldı. “Ne yapayım, gerçek gibiydi.”

Nekhtamen de “Kesinlikle öyledir yüce kralım.”

Üçü birlikte odadan çıkarken Lontelius kitabı yanına almayı ihmal etmedi. Kitabı nerden bulduğunu, gerçekten boş sayfalarında gizli bir şeylerin olup olmadığını sordu. Bunu arkasından gülüşmeler de geldi.

Onlar oradan uzaklaştıktan sonra yüzü kapalı, üzerinde siyah elbiseler bulunan biri pencereden içeriye girdi. Elinde tuttuğu hasırdan yapılmış sepeti yatağın yanına koyarak oradan ayrıldı.

İyi bir sohbet sonrası iki erkeği baş başa bırakan kraliçe odasına döndü. Günün yorgunluğunu üzerinden atmak istiyordu. Banyoda yıkanıp temizlendi ve tahta tarağı ile saçlarını taramaya başladı. Gözü ise yatağın yanında bulunan hasır sepete takıldı. “Lontelius,” dedi. “Aşkım demek bana hediye vermek istedin. Her zamanki gibi kendin veremedin demek.”

Kral Lontelius, Nekhtamen ile son Lidya savaşı ile ilgili konuşuyordu. Birden çığlık sesini duyunca ayağa kalktı. Sesin nereden geldiğini anlamaya çalışırken koşmaya başladı. Muhafızlardan birinin, “Kraliçe efendim!” dediğini öğrendi. Hızlanarak odanın kapısına geldi. Her iki yandan kapıyı tuttuğunda içerideki manzaraya inanamadı. Daha dakikalar önce yanından ayrılan Eurydice, kadın görevlilerden birinin kucağındaydı. Yerde öylece baygın halde duruyordu.

“Ne oldu ona?” diye sordu eşinin yanına sokularak. Kucaklayıp yatağına yatırdı.

Muhafızlardan birinin elindeki yılanı gördü. “Çabuk sarayı ve etrafı arayın. Bunu buraya koyan kişiyi bana getirin!”

Bulamadılar! Her yer aranmasına rağmen yılanı odaya koyan suikastçıyı bulamadılar. Her yere haberler salınarak yakındaki şifacılar ve bitki uzmanları çağırıldı. Ne yaparlarsa yapsınlar bir türlü onu uyandırmayı başaramadılar. Zehir dışarı çıkarılıp tedavi edildi. Sadece tek sorun dalmış olduğu uykudan uyanmamasıydı.

Birkaç gün sonra çaresizlikten bir koltuğa oturan Lontelius, eline Rahsira’yı aldı. Nekhtamen’in hediyesine bakıp gördüğü rüyayı hatırladı. “Madem ben seçilmiş olanım, öyleyse eşimi, Eurydice’ı kurtarmama yardım et.”

Orada öylece gözyaşları ile uyudu. Sabah olduğunda güneş yüzüne vuruyordu. “Efendim… Efendim…” diye ses duyuyordu. Göz kapakçıklarını araladığında Aristaios’u gördü. “Eğer önemli değilse bir şey duymak istemiyorum.”

“Önemli efendim. Yaşlı bir kadın ve torunu sizleri görmek istiyor.”

“Ne ihtiyaçları varsa verin, gönderin.”

“Kadın, Kraliçe Eurydice için geldiğini söylüyor.”

Elindeki kitabı kenara koydu. “Her ikisini de hemen buraya getir.”

 

Denileni yapan komutan, yaşlı kadın ve torununu getirdi. Kadın başını örtmüş, uzunca kahverengi tonlarında, epey eski giysileri ile öylece duruyordu. Sol elinde asası ve çantası vardı. Kolundan tutan erkek çocuğunun saçları beyazdı. Gördüğü bu nene – torun, Lontelius’un içinin ürpermesine sebep olmuştu. “Nereden geldiniz? Karnınız aç mı?”

Kadın sert ve oldukça erkeksi bir ses tonuyla, “Torunum aç olabilir,” dedi. “Onun karnını doyurun!”

Lontelius, Aristaios’a işaret yaparak gerekenin yapılmasını istedi.

Çocuğu alan komutan oradan ayrıldı.

Odada Lontelius ve kadın kalmıştı. Yavaşça ayaklarını sürüyüp kendine oturacak yer arayan kadın sonunda bulmuştu. “Beni buraya sen çağırdın!”

“Ben mi? Hayır, seni ilk defa görüyorum.”

“Gece karanlık çöktüğünde sen, eşini kurtarmak için beni çağırdın.”

“İnan bana seni ben…” Aklına bir anda dün gece kitabı eline alıp yardım istediği geldi. Kendi kendine –Bu kadın dünkü dileğimin sonucu mu?- diye sordu.

Kadın ilginç bir şekilde, “Evet!” diye cevap verdi.

Lontelius içinden konuştuğuna emindi. İhtiyar kadının kendisini nasıl duyduğu konusunda pek bilgisi yoktu.

“Evet, seni duyuyorum.” Ellerini gözlerine götürdü. “Çocuk yaşımda gözlerimi kaybettim. Sonrasında içimde bazı şeyleri nasıl geliştireceğimi öğrendim. Annem buna saygı duysa da babam çevremizdeki insanların, benim için büyücü demesinden hoşnut değildi. Gün geçtikçe beni anlayan tek kişi annem kalmıştı. Kendimi en son oradan kaçarken hatırlıyorum. İşte insanın yetenekleri, bazen başına dert olabiliyor.”

“Gerçekten yaşadıkların zor olmalı. Bu arada adın neydi?”

“Adım Tike.”

“Tike, anladığım kadarıyla her ne kadar şaşırmış olsam da seni buraya kitabın getirmiş olduğunu düşünmeye başladım.”

“Düşüncelerinin haklı olup olmadığını anlamak için kitaba dokunmam gerekiyor.”

Lontelius kitabı alıp ihtiyar kadına uzattı. Kadının gerçekten bir şeyler yapabileceğine inanıyordu.

İhtiyar kadın eline kitabı aldığında yüzünde bazı mimikler sürekli olarak değişmeye başladı. Titriyor ve anlamsız sesler çıkarıyordu. Sonunda, “Sen!” dedi Lontelius’a dönerek. “Sen seçilmiş olansın ve kitap sana ait.”

“Bu nasıl olabilir? Evet, bu kitap bana hediye edildi. O burada! İstersen konuşabiliriz.”

“Kral Lontelius kitabı size ulaştıran kişi sadece kaderi gerçekleştiriyor. O, yaşanacak olanların sadece bir parçası. Beni lütfen eşinizin yanına götürün.”

Kadının koluna giren Lontelius, onu eşinin olduğu odaya soktu. “İşte,” dedi. “Geldik.”

Kraliçe sırt üstü, elleri göbeğinin üzerinde birleştirmiş halde yatıyordu. Tike, ona yaklaşıp ellerini kraliçenin göğsüne götürdü. Sonra ise ağzını açarak kulağını yaklaştırdı. Bir ses duyuyor gibiydi. Hızla Lontelius’a döndü. “Onu işittim. O, ölüler diyarına yakın ama henüz ölmüş durumda değil.”

Heyecanlanan ve böyle bir şey ile ilk kez karşılaştığı için ağzından, “Bir şey yapabilir miyiz? Lütfen söyle,” sözleri döküldü.

“Seni de onun yanına göndermeye çalışacağım! Sadece ben bu çalışmaları yaparken içeriye kimse girmemeli. Yoksa gördükleri karşısında onlar da zarar görebilir.”

“Merak etme her istediğin yapılacak.”

 

Kapının dışına çıkan Lontelius, dışarıda heyecanla bekleyenleri gördü. Ön tarafta komutan Aristaios ve onun yanında Nekhtamen duruyordu. Lontelius gür sesiyle Aristaios’a, “Koridoru muhafızlar dışında boşalt!” dedi.

“Elbette efendim,” diyerek harekete geçti.

“Çocuğu ne yaptın?”

Komutan arkasına döndü. “Leandros ile bir arada bıraktım.”

“Onu yanında tut.”

Emri onaylar gibi yapan komutan muhafızları etrafına toplayıp işleri koordine etmeye başladı.

Bu sırada Lontelius, Nekhtamen’in kolundan tutup yanına çekti. “O kitap!” dedi. “İçerideki kadını buraya o çağırmış.”

Çok şaşıran Nekhtamen, karşısındaki genç adamın yüzüne baktı. “Neyden bahsediyorsun?”

“Bana getirdiğin hediye sayesinde Eurydice’ı kurtarabileceğim.”

“Ama nasıl? O sadece bir kitap. İçindeki sayfaları bile boş.”

“Ne olduğunu bilmiyorum ama içerideki yaşlı kadın her şeyi biliyor. Kapının ardında bazı şeyler olacak. İçeriye kimsenin girmemesi gerekiyor. Her şey bittiğinde umarım geri dönebiliriz.”

“Bir daha hiç gelmeyecek gibi konuşuyorsun!”

Gözleri dolan ve ağlamamak için kendisini zor tutan Lontelius, karşısındaki adamın da aynı duygular içinde olduğunu gördü. “Hiç birini sevdin mi?”

“Evet, sevdim.”

“İnsan, sevdiği için en son ne yapabilir? Gerektiğinde ölebilir değil mi? Ben de bunu Eurydice için yapabilirim. Çünkü onu çok seviyorum. Senden isteğim eğer geri dönemezsem…”

“Bunu söyleme. Her şeyin iyi olacağına eminim.”

“Eğer işler istediğimiz gibi ilerlemezse kitabı alıp korumanı istiyorum.”

“Ne dersen de. İkinizi de dışarıda bekliyor olacağım.”

“Umarım Nekhtamen, umarım,” diyerek ona sarıldı.

 

Oradan ayrılan Lontelius, sarayın bahçesine indi. Yaşlı kadın Tike’nin torunu ile Leandros, havuzun başında oturuyordu. Ona uzaktan bakarken daha birkaç gün önce her şeyin ne kadar güzel olduğunu hatırladı. Oğlunun yanına gitmek istiyordu. Ne anlatacağını bilmese de sarılıp gitmesi gerektiğini söyleyecekti. Kalbi “git,” aklı “gitme,” diyordu. Kaldığı ikilem arasında gezinirken anıları gözünün önüne getiriyordu. Sonra bir karar vererek geri döndü. Tam gideceği sırada ardından “Baba,” sesini işitti. Gözlerini kapatıp ona yakalanma hissiyle “Kahretsin!” dedi.

Babasının kolunu tutan Leandros onun yüzüne bakmaya çalışıyordu. “Nereye gidiyorsun?”

“Uzak bir yere. Anneni geri getirmek için.”

“Peki, yapabilecek misin? Onu geri getirebilecek misin?”

“Gerekirse onun için canımı verebilirim.”

“Bende öyle baba. O yüzden sana inanıyorum. Git ve onu al.”

Dizlerinin üstüne eğilen Lontelius çok duygulanmıştı. Oğlunun omuzlarından tutup kendisine çekti. Sıkıca sarıldı ve gözlerindeki yaşlar Leandros’un omzuna düştü. Ölüler diyarına gidip oradan gelemeyeceğini düşündü. “Her ne olursa olsun beni ve anneni hiç unutma. Daima Priene’yi ileri götürmek için çaba göster. Sana inanıyorum.”

Babasına sarılan Leandros cevap vermedi. Sadece babasının gözlerinin içine baktı. Başparmakları ile onun gözyaşlarını sildi. Sonra sırtında bir el hissetti. Yaşlı Tike’nin torunu, onu geriye çekti. “Kral Lontelius, biz burada sizi bekliyoruz. Lütfen ninemi dinleyin. O, sizi ve kraliçeyi kurtaracaktır.”

Onu onaylayan Lontelius gururla iki çift göze baktı. Burnunu çekerek, “Senin adın neydi çocuk?” diye sordu.

“Adım Eras efendim.”

“Birbirinizi koruyun ben gelene dek.”

“İşiniz zor olacak. Gördükleriniz sizi korkutmasın. Oradaki her şey size bağlı.”

Son kez Leandros’a bakıp ardını dönen Lontelius içeriye girerken, “Sana güveniyorum babaa!” sesini duydu. Daha da cesaretlenen kral, artık orada durmadan yukarıya çıktı. Eşinin kaldığı odaya giderken belli aralıklarla bekleyen muhafızları geçti. Kapının önündeki Aristaios ve Nekhtamen ile son kez konuştu. Koridorda kendisine doğru gelen birisini farketti. Muhafızların itirazına rağmen yürüyordu. Bu Bias’tan başkası değildi.

“İzin verirseniz yanınıza geleceğim.”

Eliyle işaret yaparak Bias’ın kendisine kadar gelmesini izledi. “Çok acelem var Bias!”

“Bunu biliyorum.” Kolunu tuttu. “Seni görmek istedim. Her ne kadar büyücülere inanmasam da bu bir çare ve umarım başarılı olur.”

“Teşekkür ediyorum Bias.” Üçünü de karşısına aldı. “Ben yokken buraların idaresi ve oğlum Leandros sizlere emanet. Bu arada her ne olursa içeriye girmeyin. Yaşlı kadın dışarı çıkana dek, kimseyi sokmayın.”

Hepsi, “Merak etme!” dediler.

 

Son sözü alarak kapıdan içeriye giren Lontelius, karanlık bir oda ile karşılaştı. Dışarıda gündüz olmasına rağmen içeride adeta gece yaşanıyordu. Eşinin yatmış olduğu yatağın etrafında siyah gölgeler dolaşıyordu. Her dönüşleri rüzgâr misali korkunç sesler çıkarıyordu. Sonunda onları geçip yatağa ulaştı. Yaşlı kadın ayakta duruyordu. Elinde Rahsira’yı tutup kralın eşinin yanına yatmasını istiyordu.

Eurydice’ın yanına uzanan Lontelius, eşinin elinden tutup ona baktı. “Seni seviyorum. Hazır ol sevgilim, seni kurtarmaya geliyorum.”

Tike, kralın göğsünün üstüne kitabı koydu. Elleriyle onun gözünü kapattı. Bazı kelimeleri söyleyerek uyumasını sağladı. Sonra elini çekerek geriye gitti. “Bundan sonrası senin işin genç adam. Onu kurtaracağına inanıyorum.”

Bölüm : 01.11.2024 09:46 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...