Şehit olmaya ant içtiğim yaşım, onuncu yaşımdı. Al yıldızlı o bayrağa baktığımda, içimde bir gurur beliriyordu. Bu öyle bir gururdu ki, hiçbir kelimeyle telaffuz edilemez.
Andım oldu bayrağım, kanımı serdim yere. Vatanım için, bu canı bedeninden ayırmaya hazırdım. Benim kanım dökülüp, canım bedenimden ayrıldığında vatanım kurtulacaksa, ben o canı yere sermeye razıyım.
Bir, şu deli vurgun sancağım olan kızıl bayrağa, bir de Gece Okyanusu gözlere sahip kıza böyle vurgundum. Bir seher vakti, gözlerinde yaşlarıyla benden, bizden koptuğunda, geceler boyu onun yokluğuna ağladım.
Ardında bıraktığı o kolyeye sarıldım, öptüm, sonra öylece uyuya kaldım. Günlerim anlamsız, gecelerim sessizdi. Onun hayatıma girmesiyle, bir renk düştü bağrıma. Gece Okyanusu bir renkti bu. Lacivert desen değil, mavi desen hiç değil. Okyanus gibi derin, Gece gibi zifiri.1
Öyle güzel gözleri vardı ki, ben o renk gözlere ait, başka kimseyi görmedim , tanımadım hayatım boyu. Sadece gözleri değil, toprak kahvesi saçları vardı. Öyle koyu, öyle gür, öyle narin... Toprak gibi kokuyordu saçları, benim toprağım, benim memleketim gibi...
Laçin'di adı. Tıpkı adı gibi, zarif ve asildi, o küçük yaşında. Cesurdu da. Lakin öyle narin, öyle nahif geliyordu ki gözlerime, hep öyle kalsın istiyordum.
Yattığım yatakta, bir elimi ensemin altına koyup, avuçlarım arasında duran kolyeye baktım. Tebessüm ettim, bu minik tavşan desenli kolyeye. Gece Okyanusundan bana geriye kalan tek şey, şu kolyeydi. Onu da kaybetmek istemiyordum.
Kolyeyi dudaklarıma götürüp narince öptüm. Sanki Gece Okyanusunu öper gibi.
Aklıma o asi kız geldi. Askeriyedeki hemşire kadın. Kaşlarım istemsizce çatıldı. Evime geldiğimden beri, o kadın yüzünden doğru dürüst uyku çekemiyordum. Bana son dedikleri hâlâ aklımdaydı. " Sakın bana saçma sapan imalarda bulunma, sakın !" kendini açıklamamış, buna gerek duymamıştı. Ama ben kendini açıklasın isterdim. Bana yanıldığımı söylemeliydi. Cümali her neyse, ama Omar ile olan yakınlıkları, Askeriyede çoktan farklı anlamlarda duyulmaya başlamıştı.
Onun, buradaki askerlere sürttüğünü ima etmişlerdi ve ben bu konuşmaların üzerine, onun Omar ile olan sarılma anına, Omar'ın onu belinden tutarak etrafında döndürdüğü anlara şahit olmuştum.
Sinirlerim tekrar gerilirken, dişlerimi sıktım.
Ben onu korumaya çalışıyordum, o ise bir saat sonrasında bana bomba gibi bir haberle geliyordu.
Aklıma Ferda Hanım'ın dedikleri dolduğunda, kafamdan savururcasına attım o düşünceleri. Deli ve asi bir kadındı. Dilinin ayarı da yoktu. Her şeyiyle öylesine ayrık otu gibi duruyordu ki, hayatıma imtihan niyetine girdiğine adım kadar emindim.
Telefonumun çalma sesini duyduğumda, kolyeyi eşofmanımın cebine koyup, yatağın bir kenarına attığım telefonu elime aldım.
Omar, Gece Okyanusu ile belki de tek ortak noktamızdı. Aynı yetimhanede büyümüş, birbirimize arkadaşlık etmiştik. Lakin, Laçin beni hiç görmemişti...
O asi kızla adlarının aynı olması bile, sanki ona karşı işlenmiş büyük bir kabahatmış gibi geliyordu. Ondandır ki, o kadına asla adıyla hitap etmiyordum. Bir kere tek, evlerindeyken söylemek zorunda kalmıştım.
Telefonu açıp kulağıma götürdüm,
" Konuşmamız gereken şeyler var Tuğrul." Kaşlarım çatıldığında, neden bu kadar ciddi bir ses tonu kullanmıştı, merak ettim. " Çok mu acil ?" dedim saate bakarak.
Gece ikiyi geçiyordu. Derin bir nefes aldığını duydum, " Acil. Kapının önündeyim." Ayağa kalkıp, cama doğru ilerledim. Bu saatte burada ne yapıyordu bu? Camın önüne geldiğimde, arabasına yaslanmış şekilde, evimin ikinci katına bakıyordu.
Kaşlarım çatılırken gözlerimi gözlerine diktim. " İçeri gel." Telefonu kapatıp aşağıya indim ve çıkış kapısını açarak içeri geçmesini bekledim. Ayakkabılarını çıkarıp, hiç yabancılık çekmeden salona doğru ilerledi. " İki sert kahve yapsan iyi edersin, gece uzun olacak." Gece gece içmiş olabilir miydi ?
Karşımdaki kadına normal gözle bakamıyordum. Omar'ın söylediklerinden sonra, on yaşında olan Tuğrul'un kalbi heyecanla kasıldı, titredi, şaşırdı... Dahası, yüreğime bir ağırlık çökmüştü. Nasıl da yakmıştım canını ?
Yumruğunu Asena'ya doğru salladığında, Asena onu kolundan tutup kendine çekti ve dizini onun karnına geçirdi. Acıyla yüzü buruşsa da, bunu bir avantaja çevirip, sağ ayağını Asena'nın beline dolayarak suratına kafasını geçirdi, ve sabitlediği ayağıyla bir dakika beklemeden, iki bacağını birden Asena'nın beline dolayıp onun gövdesine sarılarak kendini yukarı kaldırdı, Asena'nın ayakları arkaya doğru sendelediğinde, bir dakika beklemeden tekrar Asena'ya kafa atarak bu sefer onu yere serdi.
" Siktir." Anlaşılan o ki, Adem'de beklemiyordu. Fazlaca narin bir vücudu, dokunsan ağlayacak bir yapısı vardı. Bu görüntüsüne zıt olarak, asi ve cesur bir kişiliği vardı.1
Asena yumruk yaptığı elini iki kere yere vurduğunda, bacaklarını onun belinden çekip ayağa kalktı. Asena ise burnunu tutarak ayaklandı,
" Umarım buna çözümün vardır hemşire !" diyerek, Ona döndü. Sinirli görünüyordu, sanırım Asena'da bunu ondan beklemiyordu.
Kadınsı bir gülüş sergiledi karşısındaki kadın ve benim içim eridi... Kiraz kırmızısı dudakları, yüzü ve vücudundaki toprak tozları, yaptığı idmandan dolayı nefes nefese kalmış şekilde inip kalkan göğsü, terden boynuna yapışan örgülü saçlarıyla ne kadar çekici göründüğünün farkında değildi.1
Etraftaki birçok askerin onu bu şekilde gördüğü aklıma düştüğünde, içimde kıpırdanan mağara adamına engel olamadım. Kaşlarım çatılırken, dişlerimi birbirine bastırarak ona bakan askerlere baktım. Her biri yavaş yavaş toz olurken, şimdi biraz daha memnundum.
Tekrar muhatabım olan kadına döndüğümde, yere bıraktığı kapüşonunu üzerine giydi ve alaycı bir üslupla bize döndü. O kapüşonu giydiği için, içimin ne kadar rahatladığından emin dahi olamazdı.
Bakışlarımı, duygularımı, ona dokunma hissimi içime hapsedip, donuk bakışlarımı suratında gezdirdim. Bunu yapmak her ne kadar zor olsa da, şimdilik böyle olmalıydı. Şimdilik.
O benim geçmişimdi. O, benim sevdiğim kızdı. Küçüklüğümden kalan, yüreğimin sahibi, Vatanım gibi gördüğüm kadındı.
Aker komutanın kızı olduğunu öğrenmiştim, lakin benim tanıdığım kız gibi değildi. O küçük, nahif, suskun kız değildi. Aklıma gelmişti, o küçük kız olabileceği, zira çok kez zihnimin dehlizlerinde gezindi. Lakin emin olamadım. Çok değişmişti ve ben onu tanıyamadım... Ama bu değişim, onun güzelliğinden bir şey kaybettirmemişti. Değişen tek özelliği, karakteriydi.
Eskisi gibi sessiz sakin bir kız değil, asi ve dik başlıydı. Bunu daha geldiği ilk günden anlamıştım. Revirde bana verdiği o tepki asla aklımdan çıkmıyordu. Hasta olanın ben olmama rağmen, bana " Kafanızdaki bezi arada bir yenilersiniz size zahmet." Deyişi asla kulaklarımda çıkmıyordu. O kadar komik gelmişti ki, gülemedim o an. Hem çok tatlı, hem de bir o kadar asiydi. İkisi bir arada nasıl oluyor bilmesem de, bu kadına her şey çok yakışıyordu. Her şeyi üzerinde taşıyabilirdi. Her anlamda.
Askeriye'de ilk gördüğüm gün, O şiiri dudaklarında gururla gezdirdiğinde, içimde uyanan kıpırtının aynısı, bana revirde baktığında da vardı. Lakin o kadar yanlış gelmişti ki o duygu bana o an, silmeye çalıştım. Lakin bu çabanın gereksiz olduğunu bir buçuk hafta sonra öğrenmiş oldum.
Ve çok yakında o da bunu öğrenecekti. Bana kendi isteğiyle gelecekti. Çünkü bende, ona ait bir şey vardı.
Asena ile dövüştüğümden beri bizi dikkatle izleyen Yüzbaşı ve Adem komutana döndüm. Adem komutanın şaşkın bakışları, yüzümdeki alaylı gülüşü daha da büyüttü. Bakışlarımı ondan çekip Yüzbaşıya döndüm, " Sıradaki ?"
Dünden sonra, yüzünde daha da bariz olan bir boşluk vardı. Çehresi daha sert, gözleri daha da boş bakıyordu. Bana karşı öfkeli olduğunu anlayabiliyordum, lakin alışması gerekiyordu. Artık hep gözünün önünde, kurtulmak istediği her köşede karşısına çıkacaktım.
Yoktu bana öyle imalarda bulunup, kaçmak. Her bir imasını tabiri caizse götünde patlatacaktım. Alaycı üslubumdan gram bir eksilme olmadan ona baktığımda,
" Asena ile ilgilendikten sonra, talim için birini göndereceğim. Gelirsin." Deyip arkasını döndü ve gitti.
Arkasından göz devirip, alaycı gülüşümle birlikte Adem komutana döndüm. " Ne oldu komutanım, pek bir şaşkınsınız," elimle şöyle bir endamımı gösterdim," Böylesine nahif bir vücuttan, böyle bir güç beklemiyor muydunuz ?" Yüzündeki şaşkın bakışı toparlayıp, " Bizi şaşırttın, hemşire hanım." Deyişi bile alay doluydu. Bu adam asla şu alaycı ses tonundan vazgeçmeyecekti değil mi ?
Gözlerimi devirip, arkamı döndüm ve burnunu tutan Asena'nın yanına gittim. " Revire geçelim." Başını sallayarak onayladığında, onunla birlikte revire doğru ilerledim.
İçime çektiğim nefesle birlikte, üzerime giydiğim kapüşonun fermuarını çektim. Taytımın üzerine bulaşan toprak tozlarını elimle olduğunca silkeleyip, bir yandan da ilerledim.
Dün annemle olan tartışmamızdan sonra sabaha kadar uyuyamamıştım. Cam kenarında sessiz sedasız oturdum ve düşündüm. Çok düşündüm hatta. Anneme hak vermeye çalıştım, haklıydı. Eşini kaybetmişti, kızını da kaybetmek istemiyordu. Lakin benim isteklerime ve kararlarıma saygı duymalıydı. Karşımda değil, yanımda durmalıydı. Benimle gurur duymalı, kızı olduğum için onur duymalıydı.
Sabah altı civarı evden çıkmış ve şehitliğe gitmiştim. Babamla konuşmuştum, ona istediklerimden bahsetmiştim. Annemin attığı tokattan bahsetmemiştim ama. Çünkü biliyordum, ben söylemesem bile, oralarda bir yerlerde babam bizi izliyordu. Görmemiş olsa bile, dudaklarımdan o cümlenin çıkmasına izin vermedim. Çünkü oraya annemi şikâyet etmeye değil, biraz içimi dökmeye, biraz da yapacaklarımı bilmesi için gitmiştim.
Belki çocukça bir düşünceydi bu, lakin ben buna inanıyordum. O, beni ve annemi her ne kadar uzakta olursa olsun izliyordu. Buna emindim. Çünkü o, benim babamdı, ben onu kaybetmemiştim ki. Kalbimde, zihnimde yaşamaya devam ediyordu. O beni ve annemi izliyordu, bunu biliyorum.
Eminim ki gurur duyuyordur, oturduğu cennet bahçesinde beni izlerken. ' Kızım, vatanımın yolundan ilerliyor, benim gibi al bayrağa canını feda etmek istiyor.' diyordur. Benim babam öyle yapardı çünkü.
Anneme karşı kırgındım, lakin küs değildim ona. Nasıl küs kalayım ki? Kanından olmasa da, kızını korumak istiyordu. Ona da hak veriyordum lakin benim yanımda duracaktı, zamanla alışacak ve kararlarıma saygı duyacaktı. Çünkü o benim annemdi, benim tanıdığım annem öyle yapardı.
Babamın mezarından ayrıldıktan sonra direkt askeriyeye gelmiştim. Yanıma aldığım tayt ve sporcu atletini üzerime giyip, idman yapan timin yanına gitmiştim. Beni görünce ilk baş şaşırmışlardı. Çünkü ilk kez sanırım beni bu şekilde görmüşlerdi. Genel olarak salaş ve vücut hatlarımı kapatan şeyler giyiyordum. Daha doğrusu, Yüzbaşı dışında hepsi beni ilk kez böyle görüyordu. O benim elbise giydiğimi bile görmüştü, gıcık herif!
Bugün ise, havadaki soğuğa rağmen üzerime tayt ve sporcu atleti giymiştim. Üst bedenim yarı çıplak durumda olduğu için bir tık üşümüştüm ama ısınma hareketlerini yapıp, Asena ile dövüşmeye başladığımızda, vücudum terlemeye bile başlamıştı.
Dövüşün sonunda ise, kimsenin benden beklemediği bir performans sergilemiştim. Demek ki paslanmamışım!
Bir asker olmasam da, asker kızıydım. Babam beni bir askerden farksız yetiştirmemişti. Yeri geldiğinde narin bir kız çocuğu gibi, yeri geldiğinde emri altındaki askerleri gibi davranmıştı bana. Ondandır ki zayıf görüntümün altında güçlü bir kadın vardı.
Revir'e girdiğimizde Asena yatağa oturdu. Ben de toprak içinde kalan ellerimi yıkayıp eldivenleri elime geçirdim ve gerekli müdahaleyi burnuna yaptım. Önce dudağının üzerine gelen kanı temizleyip, daha sonra dolaptan çıkardığım buz torbasını burnuna koydum. Ufak bir kanama dışında, burnunda her hangi bir sorun yoktu. Zaten o kadar da sert vurmamıştım. Eğer daha sert vursaydım, burnu kırılabilirdi.
Eldivenlerimi elimden çıkarıp Asena'ya baktığımda, dikkatle bana baktığını gördüm. Sanırım bir şey söylemek istiyordu ya da bende bir şeyi çözmeye çalışıyordu. Elimdeki eldivenleri çöpe atarken, " Sormak istediğin bir şey varsa sorabilirsin." Dedim omzumun üzerinden.
Burnunun üzerinde tuttuğu buz torbasını, diğer eline aldı ve o şekilde tutmaya devam etti.
" Sadece hemşire değil, Asker kızı olduğunun da farkındayım." Gözlerim, gözlerini buldu. " Lakin bir asker kızına göre, fazla iyi dövüşüyorsun." Bakışları şüpheliydi. " Dediğim gibi babam beni eğitti. Yeteneklerimi ona borçluyum." Bu dediğimde hiçbir yalan yoktu. Çoğu yeteneğimi ona borçluydum. Lakin Asena tatmin olmamış gibi görünüyordu.
Neyse ki insanları tatmin etmek gibi bir huyum yoktu. Ne düşünmek istiyorlarsa özgürler, sonuç olarak beyinlerinin içine girip o düşünceye engel olamam, değil mi ?
Asena tam bana bir şey söyleyeceği sırada kapı açıldı ve içeri Azmi girdi. " Hemşire hanım." Bakışlarım onu bulduğunda, Yüzbaşının çağırdığını anlayabiliyordum.
" Efendim, Azmi." Bakışları önce Asena'da durdu, daha sonra gözlerime bakıp, " Yüzbaşı sizi talim için bekliyor." Dedi. Kaşlarım usulca havaya kalktı. " Tarık Abi, atış dersi verecekti diye hatırlıyorum?" dediğimde omuz silkti. " Ben bilmem, garip bir kul olarak emri getirdim." Deyip omuz silkti ve odadan çıktı.
Bu Yüzbaşı günden güne bir garip oluyordu. Daha on beş dakika önce buz gibi tavır takınıyordu, şimdi ne değişmişti, merak ettim. Bakışlarımı Asena'ya çevirip,
" 20 dakika da bir buzu yenile. Yatağa da uzanabilirsin. İşim bittiğinde gelir, tekrar kontrol ederim." Bir şey demesine izin vermeden revirden çıktım.
Koridoru tamamen bitirip, Alay'a geçtiğimde, atış için konulan maketleri, ve ondan yaklaşık olarak 20 metre uzakta, elindeki tabancaya mermi dolduran Yüzbaşıyı gördüm.
Bu adam benimle dalga mı geçiyor ?
Derin bir nefes alıp, sakinleştim ve adımlarımı yanına doğrulttum. Garip olansa, ben dövüşürken var olan çoğu Askerin, şuan burada olmamasıydı.
Onca asker bir anda nereye kayboldu ?
Geldiğimi gören Yüzbaşı, beş saniye kadar bana bakıp tekrar işine döndü. Bu sırada ben de, üzerimdeki kapüşonu çıkarıp yere bıraktım. İki yandan balık sırtı yaptığım örgülerimi sırtıma doğru atıp, Yüzbaşıya baktım tekrar. O da nihayet mermileri şarjöre doldurmayı bırakıp, gözlerini yüzüme çevirdi.
" Tarık Abi, atış talimi verecekti diye hatırlıyorum ?" Sıkıntılı bir nefes alıp, bakışlarını karşıdaki makete çevirdi. " Binbaşının isteği," gözlerini tekrar yüzüme çevirdiğinde, " bende burada olmaktan memnun değilim. Küçük bir kızla uğraşmaktan daha mühim işlerim var. Lakin emri yerine getirmek zorundayım." Elindeki silahı bana uzattığında, sinirden kudurmuş durumdaydım.
O, bana 'Küçük bir kız' mı, dedi ?
Bu küçük kız senin sülaleni ağlatır da ruhun duymaz be, İskandinav ayısı!1
Kafadar Ayılar'daki ice bear gibi ama, değil mi Laçin ?
Sen nereden çıktın be, Geldiğin yere dön hemen! Şuan ciddi ciddi iç sesime bağırdığıma inanamıyorum! Bu adam benim şalterlerimle oynuyor arkadaş!
Derin bir nefes alıp sakin kalmaya çalıştım. Daha sonra yapmacık gülümsememi yüzüme kondurup karşımdaki, İskandinav Ayısına baktım. Elindeki silahı koparırcasına elinden alıp, avucuma yerleştirdim. Daha sonra, sanki bilmiyormuş gibi geçiştirircesine, " Evet, şimdi ne yapacağım." Dediğimde o da sabır dilercesine bir nefes çekti içine.
Böyle deli ederler oğlum, kendine gel! Hem ben daha hiçbir şey yapmadım.
Belinde duran silahını çıkardı ve bana, sırasıyla silahın gerekli bölgelerini göstermeye başladı. V şeklinde duran, gez kısmını gösterip, " Burası gez." Dedi. Bilmiyormuş gibi anlatmasına devam etmesini bekledim. " Burası da arpacık." Diyerek namlunun ucuna yakın olan dikey parçayı gösterdi. " Ee, sonra ?" dedim bilmemezliğe yatmaya devam ederek.
Ayaklarını omuz hizasında aralayıp, ağırlığını ayak tabanından, parmak uçlarına doğru verdi. Silahını eline sabitleyip, kollarını düz bir çizgi halinde makete doğru uzattı ve bana döndü. " Bu şekilde pozisyon al." Zaten bildiğim bir şey olduğu için, hiç zorlanmadan pozisyonumu aldım.
" Sol gözünü kapat." Dediğini yapıp sol gözümü kapayıp, sağ gözümü açıkta bıraktım.
" Güzel. Şimdi gez, arpacık ve hedefi, gözünle aynı hizaya getir."
Zaten bildiğim bir şeyi yapmak beni zorlamadığı için hedefi rahatlıkla merceğime aldım. " Ateş et!" diye emir verdiğinde, bilerek yanlış yöne ateş ettim. Daha sonra, yalandan bir heyecanla Yüzbaşına döndüm." Oldu mu ?" Gözlerini kısarak makete baktı ve gözlerini devirdi. " Bak bakalım olmuş mu ?" dediğinde bilerek vurmadığım makete baktım. Dudaklarımda sinsi bir gülüş belirdi, lakin bunu ona yansıtmadan hemen sildim.
" Siz iyi bir eğitimci değilsiniz demek ki, tüh! Ne kadar da heveslenmiştim bana öğretebileceğinize!" diye yalandan sitem ettiğimde, bunu anladı ve boş boş suratıma baktı.
Boşuna İskandinav Ayısı demiyorum ben buna.
" Tekrar atış yap." Gözlerimi devirdim, " En iyisi Tarık Abi'yi çağırın Yüzbaşı. Ya da Adem Komutan da olur. Siz bana öğretemeyecek gibisiniz." Dediğimde çatılan kaşlarını gördüm.
Ne oldu, yetersiz olduğunu düşünüp kudurdun mu? Ay canım benim kıyamam sana.
İçimdeki şeytan kahkaha atarken, Yüzbaşı bana doğru gelip, omuzlarımı önüme doğru ittirdi ve beni hedefe bakar şekilde yerleştirdi. Elimde tuttuğum tabancayı, iki elimde sabitleyip, ellerini benim ellerimin üzerine koydu. Kafası omzumun üzerinden öne çıkarken,
" Üzgünüm, benimle idare edeceksin." Dedi.
Sesim içime kaçmış gibi suskun olmama hiçbir yorum yapmadı ve anlatmaya devam etti. " Sol gözünü kapatıp, sağ gözünü gez , arpacık ve hedef üzerinde doğru hizalayacaksın." Göğsü sırtıma değiyor, neredeyse kısık çıkan sesi içimde bir yerlerin alev almasını sağlıyordu. Üstelik, barut ve odun kokan o kokusunu ilk defa bu kadar yakından soluyordum.
Bu kokuyu daha önce hiç kimse de duymadım, bu kesinlikle onun kendi tenine has bir kokuydu. Neden bu kadar güzel kokuyordu ?
Ben ne saçmalıyorum! Ayrıca şuan hiç iyi bir durumda değildim. Hem ne anlatıyordu bu ?
" Namlunun hedefte olduğuna emin olduğunda, tetiğe sıkacaksın." Yüzünü hafifçe omzumun üzerinden bana çevirdiğinde, hafif kızaran yüzümle makete bakıyordum. " Anladın mı, doktor ?" İçime kaçan sesimi, dışarı çıkarmak için önce yutkundum.
" Doktor değilim " dedim. Şuan en önemsiz olan konu, benim doktor olup olmamamdı.
Ayrıca hava sanki bir sıcak olmuştu.
Başını tekrar hafif öne çıkardığında, yanağı kulağıma değdi. İçimde daha da harlanan ateşle birlikte, bir kez daha yutkundum. O ise bana aldırmayıp, benim elimin üzerine koyduğu elleriyle atış yaptı. Daha sonra, sanki vebalıymışım gibi bir dakika beklemeden benden uzaklaştı ve yanıma geçti.
Haspam. Sanki ben sana meraklıyım, pabucumun Yüzbaşısı.
Makete baktığımda, tam alnının çatından vurulmuştu. " Ee, öğrenebildin mi doktor hanım ?" dediğinde üzerimi silkeleyip kendime gelmeye çalıştım. Neden bildiğim bir şeyi bilmemezlikten gelmiştim ki! İçime giren o şeytanın da Allah belasını versin!
Yalnız, ben bir şey yapmadım. Nefesinin götüne kaçmasına neden olan adam, bunu yapmaya seni itti.
Diyerek şeytanlığını yaptı ve suçu Yüzbaşıya attı. Haklıydı aslında, bizim aklımıza giren oydu. Hiçbir suçumuz günahımız yoktu, içimdeki şeytanla.
" Bir daha bu şekilde münasebetsizce yaklaşmazsanız sevinirim, Yüzbaşı." Gözlerimi bilerek gözlerine çevirdim.
" Malum, ben Askerlerinize sürten bir hemşireyim. Askeriyede adınız yanlış anlamda çıkmasın, rütbeniz zarar görebilir. Öyle değil mi ?" diye alay edercesine sordum. O ise ilk kez beni şaşırtan bir tepki verdi.
Yutkunarak bakışlarını benden kaçırdı.
Bu imanın bedelini çok ağır ödeyeceksin oğlum, ben de Laçin isem bunu yaparım!
Bir dakika beklemeden, doğru açıyı ayarlayarak, silahı makete doğrulttum ve bütün şarjörü makete boşalttım. Bu sırada ani tepkime şaşkınca bakan Yüzbaşı, önce bana daha sonra, kafasının her yanı delik deşik olmuş makete baktı. Yüzüme masum bir gülümseme yerleştirip, Yüzbaşı'ya döndüm.
" Yarınki eğitim için sabırsızlanıyorum, Yüzbaşı." Dedim ve silahı avucuna bırakarak, yerdeki kapüşonumu alıp ona sırtımı döndüm ve ilerlemeye başladım.
Ben Laçin Sağdıç'tım. Asla öylesine biri olmadım, ne geçmiş hayatımda, ne de şimdi.
Arkamda şaşkınlıktan put gibi dikilmiş bir adet Yüzbaşı bırakarak, adımlarımı revire yönelttim. Nihayet ayaklarım reviri bulduğunda, yatağın üzerinde oturan Asena ve burnuna tuttuğu buz torbasını gördüm. Bakışları direkt beni bulduğunda, şöyle bir süzdü. Az önceki halimden pek bir farkım yoktu, neden süzdüğünü anlamadım.
" Duş almak ister misin? Berbat görünüyorsun." Dediğinde ben de şöyle bir kendime baktım. Gerçekten toz toprak içindeydim ve berbat görünüyordum. " Aslında, fena olmaz." Diyerek Asena'ya döndüm. O da oturduğu yataktan kalkıp, yanıma geldi. " Kadınlar için ayrılan bölümde duş alabilirsin." Deyip yanıma geldi. Hızla diğer yatağın üzerindeki eşyalarımı yanıma aldım ve önden ilerlemeye başlayan Asena'nın peşinden gittim.
İkinci kata çıkıp koridor boyu ilerledik. Bu sırada ikimizden de ses çıkmamıştı. En sonunda banyo kabinlerinin olduğu bölüme geldiğimizde, bana döndü.
" Eşyalarımı almaya gideceğim, bir şeye ihtiyacın var mı ?" dediğinde sadece havlumun olmadığı aklıma geldi. " Bir havlu fena olmaz." Başını sallayarak az evvel önünden geçtiğimiz yatakhanelerden birine girdi. Ben de direkt banyoya girip, boşta duran oturaklardan birinin üzerine eşyalarımı bıraktım.
Daha sonra önce ayaklarımdaki ayakkabı ve çorapları daha sonra sporcu atleti ve taytımı da çıkarıp çantamın içine atarak, iç çamaşırlarımla birlikte kabine girdim. Kabine girdiğimde, iç çamaşırlarımı da çıkarıp kenara koydum ve örgü yaptığım saçlarımı açmaya başladım. Bu sırada da sıcak su akana kadar, duş başlığını açık bıraktım. Örgülerim tamamen açıldığında, direkt vücudumu suyun altına attım ve yıkanmaya başladım.
Şampuanım yanımda olmadığı için doğru dürüst yıkanamayacaktım ama bu, benim için bir sorun teşkil etmiyordu. Eve gidince tekrar duş alırdım. Şuan tek hedefim üzerimdeki kirlerden kurtulmaktı. Elimi vücudumda gezdirip yıkadığım sırada, önce kapının, ardından Asena'nın sesi duyuldu.
" Havluyu kenara bırakıyorum." Diyen sesine karşılık,
" Teşekkürler." Dedim ve vücudumu yıkamaya devam ettim.
Sıcak suyun altında kalma isteği beni daha da dürterken, bu isteğimi bastırıp suyu kapattım ve kabinin perdesini hafifçe aralayıp kenarda duran havluyu elime aldım. Havluyu gelişi güzel vücuduma doladıktan sonra, kenara bıraktığım iç çamaşırlarımı alarak çöpe attım. Şuan için ancak bunu yapabilirdim.
Su damlayan saçlarımla birlikte oturağa oturup, çantamdan önce iç çamaşırlarımı ardından, krem rengi bir kazak ve altıma giymek için getirdiğim siyah kargo pantolonu kenara koyarak, hızla vücudumu kuruladım ve iç çamaşırlarımı giydim. Hemen ardından kazak ve pantolonumu giydiğimde, Asena'da duştan çıkmıştı.
Havluyla saçlarımı kurulayıp, rahatsız olmasın diye ona arkamı döndüm ve işime öyle devam ettim. Hafif nemli kalan saçlarımı geriye doğru atıp, oturağıma oturdum ve çoraplarımla ayakkabılarımı giyerek, giyindiğine emin olduğum Asena'ya döndüm. Havluyla, erkek traşı olan saçlarını gelişi güzel kuruluyordu.
Saçlarımı hiç o kadar kısa kullanmamıştım. Sanırım o kadar kısa da kullanmazdım.
" Havlu için tekrardan teşekkürler." Dediğimde, bakışları bana döndü. " Rica ederim, eğer merak ediyorsan, hiç kullanılmamıştı." Bu dediğine tebessüm ettim, " Eğer rahatsız olsaydım, senden havlu istemezdim Asena." Aynı havluyu kullanmak, hijyen açısından iyi değildi lakin zaten Asena'nın öyle bir şey yapmayacağını tahmin ettiğimden, getirmesinde bir sakınca bulmamıştım.
Bana gülümseyip o da ayakkabılarını giydi ve eşyalarını toparladı. O üzerine her zamanki gibi asker üniformalarını giymişti, yeşil pantolon, yeşil tişört ve üzerine aynı renk bir polar. Son olarak postallarını da giymiş ve hazırlanmıştı.
Ben de hızla eşyalarımı toparlayıp ayaklandım. Asena önünden geçtiğimiz yatakhaneye eşyalarını bıraktı ve beraber aşağı doğru ilerlemeye devam ettik. Saçlarım hâlâ ıslak olduğu için, büyük ihtimalle hastalanacaktım. Lakin şuan hiç saçlarımı düşünecek durumda değildim. Tam revire doğru ilerlediğim sırada, Asena'nın sesi beni durdurdu. " Yemekhaneye gidiyorum, gelecek misin ?" Önce kucağımdaki eşyalara daha sonra Asena'ya baktım. " Eşyalarımı bırakmam lazım." Ben gideceğini düşünürken, o " Tamam acele et, burada bekliyorum." Dedi. Bunu demesi beni şaşırtırken, hafiften tebessüm ederek hızla yanından ayrıldım ve revire doğru ilerledim.
Revirin önüne geldiğimde hızla içeri girdim. Bir elim kapı kulpunda, bir elimde eşyalarımla, yatakta uzanmış vaziyette oturan Yüzbaşıyı gördüm. Tek kaşım usulca kalktığında, pozisyonunu hiç bozmadan, " Ben de sizi bekliyordum, doktor hanım ." dedi. Bu işte bir terslik var.
Benim her delikte onun karşısına çıkmam gerekirken, bu adam her delikte benim karşıma çıkıyordu. Ne oluyoruz ?
Neyin karması olduğunu anlamak güç değildi, lakin yine de şaşkındım. Öylesine revire gelemezdi.
Elimdeki eşyaları diğer yatağın üzerine bırakırken Yüzbaşıya döndüm. " Bir şeye mi ihtiyacınız var, Yüzbaşı ?" Bir elini ensesine sabitlemiş vaziyette bakışlarını bana çevirdi. " Ağrı kesici almaya geldim." Ecza dolabına gidip ağrı kesicilerden bir tanesini çıkarıp onun yanına doğru gittim. Elimdeki hapı ona uzatıp, " Buyurun." Dedim. Avuçlarımın arasında duran hapı eline aldı ve yine, su kullanmadan yuttu.
" Başka bir ihtiyacınız yoksa, gidiyorum?" Diyerek gözlerine baktım lakin o, ıslak saçlarıma bakıyordu. " Saçlarınız-" demişti ki, diyeceğinden vazgeçip yüzüme baktı.
Bu adam neden doğru dürüst gözlerime bakmıyor ?
" Başka bir ihtiyacım yok, teşekkürler." İnsancıl konuşması beni şaşırtırken, son kez şöyle bir bakıp yanından geçtim ve kapıya doğru ilerledim. Asena'yı çok bekletmeden hızla yanına gittim ve duvara yaslanmış bir vaziyette beni beklediğini gördüm. Yanına vardığımda, duvardan ayrılıp yanıma geldi. " Kusura bakma , Yüzbaşıya ilaç verdiğim için biraz geç kaldım." Dedim.
" Mühim değil, Yüzbaşı iyi mi ?" Sesinde bariz bir endişe vardı. Son olaydan sonra, timdeki herkes onu daha çok merak ediyor gibiydi.
" Ağrı kesici verdim. Arada ağrılarının olması normal." Diyerek içini rahatlatmaya çalıştım. Artık rahatlamış mıdır bilmiyorum ama, elimden bu kadarı gelirdi.
Yemekhaneye girdiğimizde, kantin bölümündeki sıraya girdik ve yemekleri alabilmek için önümüzdekilerin geçmesini bekledik. Sıra nihayet bize geldiğinde, acıkmış olduğumu anladım. Hızla yemeklerden tabağıma yeteri kadar koyup, elimde tepsiyle Asena'yı bekledim. Neyse ki beni çok bekletmedi ve beraber, Kopuk timinin olduğu masaya doğru ilerlemeye başladık.
Kahkahalarla gülen tim bizi görünce hemen kendilerine çeki düzen verdi. Behlül oturduğu sandalyeden kalkıp, Asena için sandalyesini geriye çekerken, Asena sabır çekiyor ben ise gülümsüyordum. Asena'nın yanındaki boş sandalyeye geçip oturdum ve yemeğimi de önüme koydum. Masadakiler bana bakarken, " Ben sormadan oturdum ama rahatsız oluyorsanız kalkabilirim ?" dediğimde,
" Saçmalama, sen de bizden birisin."
" Bunu duymamış farz ediyorum."
" Hele bir rahatsızım diyen olsun, bak bakalım ne yapıyorum onlara." Diyen Tarık abiye, " Abi, bu dediğin ayıp oldu ama. Ne zaman masamıza icabet eden birini kovduk? Hem Laçin artık bizden biri." Diyerek cevap verdi Cümali. Bugün onu fazla görmemiştim. Masaya biraz daha bakındığımda, Omar'ın sessiz sedasız yemeğine gömüldüğünü gördüm. Sanırım dünden sonra böyle kalmaya devam edecekti.
Daha sonra bir çaresine bakarım artık.
" Bir şey diyemezsin zaten oğlum, o dilini keserim!" diyerek yükselen Tarık abiye gülmeden edemedim.
" Beni kabul ettiğiniz için teşekkür ederim o zaman." Dediğimde bana tebessüm edip yemeklerini yemeye devam ettiler. Ben de önümdeki tabağa dönüp yemeğimi yemeye başladığım sırada Azmi'nin sesi duyuldu. " Komutanım nerede, normalde yemek saatlerini kaçırmaz. Bugün ortalıkta görünmüyor." Dedi. Birkaç bakış ona dönüp bilmezcesine omuz silktiğinde konuşma ihtiyacı ile,
" Revirdeydi en son. Ağrı kesici istedi benden, ben de verdim. Daha sonra ne yaptı, işte onu bilmiyorum." Şaşkın bakışlar bana döndüğünde, bir tek Omar ve Asena kafalarını yemeklerinden ayırmamıştı.
" Komutanım bu aralar çok fazla revire gidiyor." Dedi Cümali ve Tarık Abi de onaylarcasına,
" Üstelik revirden nefret eder." Dedi. Behlül düşünceli bakışlarını bana yöneltti, " Bizden bir şey saklamıyorsunuz değil mi ?" Ellerimi havaya teslim olurcasına kaldırdım, " Bir şey olduğu yok, hem mühim bir şey olsa, sizden saklar mıydım?"
" Bilemiyorum, hemşire hanım. Ne de olsa sizi tanımıyoruz." Diyen Adem komutan, sandalyesinde geriye yaslanmış şüpheyle bana bakıyordu. Cidden benden şüpheleniyor muydu ? Ne kadar da saçma bir düşünce !
" Beni tanımadığınız doğru, Adem komutanım. Lakin bana güvenmiyorsanız, Yüzbaşıyı bir hastaneye götürmenizi tavsiye ederim. Neticede pek de farklı şeyler söylemeyeceklerdir, lakin içiniz ancak o şekilde rahat edecekse, buyurun götürün." Dedim ellerimi göğsümde bağlayıp tek kaşımı kaldırarak.
" Fazla mantıklı konuşuyorsunuz, bu bile bir şüphe benim için." Bu adam ciddi mi !?
" Adem komutanım, bir suçlu olsaydım burada işim olmazdı." Alay edercesine güldü. " İnan bana, Askeriyede çok fazla hain çıkabiliyor." Bir bana , bir Adem komutana dönen bakışlar bana döndü. " Hain olduğumu düşünüyor yahut ima ediyorsanız, lütfen kanıtlarla karşıma geçin." Dediğimde yine güldü.
" Aker komutanın öz kızı bile değilsin, belki de küçüklükten yetiştirilen bir haindin ve içimize sızdın ?" dediğinde, zihnimdeki her bir ip teker teker koptu. Dişlerimi sıkarken, yumruk yaptığım ellerim göğsümün altında duruyordu.
Bakışlarım o kadar donuk ve soğuktu ki, Adem denen herif bir an afalladı.
Ben ailemi kaybettiğimde 6 yaşında, teröristler tarafından kaçırılmış bir çocuktum! Evinin bahçesinde arkadaşlarıyla oynayan masum bir çocuk! Beni nasıl böyle bir ithamla suçlardı !
Omar tam bir şey diyecekken elimi kaldırıp onu susturdum. Öne doğru eğilip, gözlerinin içine baktım.
" Ben, Aker Sağdıç'ın öz kızı değilim, doğru." Dedim başımı sallayarak. " Ama sen de, bunu karşındaki kadının yüzüne acımasızca vurabilecek kadar alçak bir adamsın, pardon, sana yakışmayan bir kelimeydi." Ayağa kalktım ve gözlerinin içine bakmaya devam ettim.
" Hakkımda hiçbir şey bilmiyorsan, belgelere dayanarak benimle bu hadde, bu sınırda konuşamazsın." Sandalyemi hafifçe geriye ittirerek, " Ama sana yemin ederim Adem, bu dediğine seni pişman edeceğim. Hain olduğumu düşünmende sorun yok, lakin bana babamla gelmeyecektin!" Sandalyeyi sertçe ittirerek arkamı döndüm. Tam gidecekken, gözlerindeki bariz öfkeyle Adem'e bakan Yüzbaşıyı gördüm.
Durmadım, yanından geçip gittim.
Kimse, ama hiç kimse beni babamla vuramazdı. Evet ben Aker Sağdıç'ın öz kızı değildim, lakin bu kızı olmadığım anlamına gelmiyordu. Her şey kan bağıyla mı oluyordu, kalplerdeki sevgi, insanları birbirine bağlayamaz mıydı ?
Annem ve babam yoktu. Kaybetmiştim onları. Gözlerimin önünde, canice öldürmüşlerdi anne ve babamı. Daha sonra her birimizi kaçırmışlardı. 6 yaşında, küçücük bir bedende, türlü işkencelere maruz kaldım, ' Ağlama.' dediler. Bedenim duvardan duvara fırlatıldı, ' Artık bir öksüzsün.' Dediler. Saçlarımın her bir teli yolundu, ' Acınla başa çık.' Dediler. Vücudumda kırılmadık kemik kalmadı, ' Alış, daha çok kırılacak' Dediler.
Buna rağmen ağlayamadım, çünkü ağlama dediler. Ya da öyle bir dövüyorlardı ki, bir süre sonra ya acıyı hissedemez olurdum ya da bayılmış. Bir parça ekmek verirlerdi, üç gün idare et derlerdi.
Bunca acımızın içinde, bir Türk askeri ve timi bizi kurtarmaya geldi. Lakin o kadar ümitsizdik ki, bizi kucaklayıp Türkiye'ye getirdiklerinde bile hâlâ o dağ başına döneceğimizi sanırdık.
Koskoca iki ay boyunca, o küçük bedenler çok acı çekti. Sadece bedenler değil, ruhumuzda travmalar oluşmaya başladı. Biri saçımızı tarasa korkarak kaçardık. Biri yanağımızı okşamaya kalksa, ellerimizi hemen kendimize siper ederdik. Bizi, biri yıkamaya kalksa... Çok ağlar, bağırır, çağırır ' Dokunma!' diyerek bağırırdık.
O bedenlerde, bir çok acıya maruz kalmışken, bugün ben burada hiç olmayacak ikinci ithamla yüz yüze geldim.
Birincisi, Yüzbaşı tarafından ima edilen, yediğim 'sürtük' damgasıydı.
İkincisi, Adem Üsteğmen tarafından ilan edilen 'Hain' damgasıydı.
Ben hain olamayacak kadar çok acı çekmiştim. Sorunum bu da değildi, bana babamın kızı olmadığımı söylemişti. Oysa ben, en çok babamın kızıydım.
Dolan gözlerimi yumup derin bir nefes aldım ve bahçeye çıktım. Her zaman oturduğum banka oturup geriye yaslandım ve gökyüzüne baktım.
Benim ne yaşadığımı, yedi asker, on çocuk biliyordu. O çocuklardan sekizi memleketimde, ikisi ise buradaydı ama biz, birbirimizden kopmuş durumdaydık.
Kimsenin bilmediği bir şeyi ise, sadece babam biliyordu. Ve o da, babamla birlikte kara toprağa gömüldü. Benim zihnimdense, iki yıl önce olan hiçbir şey silinmedi...
Şuan en çok ihtiyacım olan şey, bir dal sigaraydı. Lakin o da yoktu yanımda. Islak saçlarım üşümemi daha da arttırırken, buz gibi havadan derin bir nefes çektim içime. Belki içime hapsettiğim duygularımı dondurur diye.
Ağlamazdım, ağlamayacaktım da. Yapacağım tek bir şey vardı, o da Adem'in burnundan dediği her şeyi fitil fitil getirmekti.
" Yalnızlığın kadınıyım, diyorsun yani." Diyen sesi duyduğumda yavaşça bakışlarımı sağıma çevirdim.
" Uzun zamandır öyleyim." Deyip tekrar gökyüzüne çevirdim bakışlarımı. " Adem'e gerekli ceza, Yüzbaşı tarafından verilecek. Merak etme." Alay edercesine güldüm. " Ne yaptıracak, Askeriyeyi mi temizletecek, bir hafta nöbet mi yazdıracak yoksa bin mekik çekmesini mi söyleyecek, ne yaptıracak?" gözlerim Omar'ı bulduğunda, yutkundu. " Ona cezasını kendi ellerimle vereceğim, hiç merak etmesin."
Aklımda çok güzel bir fikir vardı.
" Ne yapmayı planlıyorsun ?" Bakışlarımı gökyüzünden ayırmadım, " Yakında öğrenirsiniz." Deyip suskunluğumu korudum. Aklımdakileri, kimsenin bilmesine gerek yoktu. Er veya geç, muhakkak öğreneceklerdi.
" Laçin-" konuşmasına izin vermeden, " Beni avutmana ihtiyacım yok, Omar. Ben zaten kendimin farkındayım. Öylesine birinin yaptığı ithamı direkt üstüme giyecek değilim," bakışlarımı gözlerine çevirdim.
" Bana babamın kızı olmadığımı söyledi," alay edercesine güldüm.
" Üstelik ben, en çok babamın kızı olmama rağmen." Bu cümlenin anlamını bir ben, bir de babam bilirdi. Geriye kalan kimse bilemezdi.
Omar beni teselli edecek cümleler kuracaktı, bunu daha adımı söylerken kullandığı ses tonundan anlamıştım. Lakin ben teselli edilmeye muhtaç değildim. Omuzlarıma binen yüklerle baş etmesini bilirdim evelallah.
Üşüyen bedenimi oturduğum banktan kaldırdım ve Omar'a döndüm. " Beni teselli etme ya da karşımda da durma. Sadece yanımda dur, Omar." Bu cümlem hem dün akşama, hem de bugüne ithafendi. " Yanımda da durmak istemiyorsan, yoluma çıkma. Çünkü ben, aklıma koyduğum her şeyi yaparım." Bir süre gözlerime baktı, lakin ben daha fazla duramadım orada ve içeri doğru ilerledim.
Saat henüz öğlen iki olduğu için çok erkendi. En az beş saat kadar daha burada kalmam gerekiyordu. Bugün eve gitmek istediğimden de emin değildim. Anneme küs değildim, lakin yüzleşmek de istemiyordum. Çünkü büyük ihtimalle, şuanda dün gece olanları
düşünüyor ve pişman oluyordur. Düşüncesi için değil, bana tokat attığı için pişman oluyordur.
Revire girdiğimde, eşyalarımı koyduğum yatağın tarafına geçip çantamdan telefonumu çıkardım. Ekranda görünen bildirimle, annemin bana mesaj attığını gördüm. Mesaja basıp uygulamaya girdiğimde, hızla mesajı okudum.
Köy okullarından birine, çocukların aşısı için gidiyorum. Eve geç geleceğim.
On beş dakika kadar önce atmıştı bu mesajı. Hızla onaylayan bir mesaj gönderip uygulamadan çıktım ve telefonu kapatarak cebime koydum. Revirden çıkıp tuvalete doğru ilerledim. Tuvaletin önüne geldiğimde kapıyı açarak içeri girdim ve hemen sol tarafımda duran aynalara döndüm. Bir süre, orada öylece durup, aynadan kendime baktım.
Dün kızaran yanağımda hiçbir iz kalmasa da, sızısı hâlâ orada duruyordu sanki. Acıtmıyordu. Sadece hissettiriyordu oradaki varlığını. Mavi gözlerimin beyazı kızarmış, göz altlarım sabaha kadar uyumadığım için morarmış, yüzüm her an hastalanacakmışım gibi sararmıştı. Dudaklarım ise kuru olsa da, hafif morarmış olan kiraz rengini koruyordu.
Gözlerime baktım bir süre. Nasıl da soluk, cansız bakıyordu. Yaşanmışlıkların hatırasını bir an olsun, gözünün önünden ayırmamış gibi pusluydu. Dokunsan ağlayacak gibi duruyor, lakin göz yaşı akıtmıyordu.
Derin bir nefes alıp nemlenen saçlarımda, ellerimi tarak gibi gezdirdim. Daha sonra arkaya doğru tek örgü yapıp ucunu da bileğimdeki tokayla bağladım. Yüzüme iki kere su çırptıktan sonra kenardaki peçeteyle kuruladım yüzümü. Peçeteyi çöpe atıp, derin bir nefes aldım ve tuvaletten çıktım.
Tekrar revire gideceğim sırada, Kapının önünde bekleyen beş beden beni karşıladı.
Tarık Abi, Asena, Azmi, Cümali ve Behlül.
Bir an neden burada olduklarını sorgulasam da, daha sonra yemekhanede olanlar için olduğunu tahmin ettim. Adımlarım onların yanına vardığında, büyükleri olarak Tarık Abi konuştu. " Kusura bakma, Laçin. O piç, öyle bir hadsizlik yapmamalıydı." Sıkıntılı bir nefesi içine çekip, "Onun adına özür dilemek bizim haddimize değil, özür dileyecekse paşa paşa gelip dileyecek. Merak etme sen." Dediğinde, elimde olmadan alaycı gülümsemem yüzüme konmuştu.
" Edeceği özür, söylediklerini geri alabilecek mi ?" Bir elimi yumruk yaparak kafama götürdüm ve iki kere vurdum, " Buradan silebilecek mi !" hafif sitemliydi sesim. Lakin sitemim onlara değildi, bunun farkındaydılar.
" Yüzbaşı gerekli cezayı kesecek, için rahat olsun." Diyen Cümali'ye döndüm sahte gülüşümle. " Önce kendi cezasını kessin, sonra askerinin cezasını." Her birinin kaşları, anlamadıkları için çatılırken, derin bir nefes aldım.
" Adem'e kendim ne gerekiyorsa yapacağım. Yine de Yüzbaşı'ya düşüncesi için, size de yaptığınız açıklama için teşekkür ederim."
" Bizim de kusurumuz var, o sınıra gelmesine izin vermemeliydik." Dedi Behlül. Bakışlarım onu buldu, " Sizin yapmanız gereken beni savunmak değil, tim arkadaşınızın yanında olmak." Tekrar alay edercesine güldüm. " Ne de olsa, Asker kızı olmama rağmen ben bir hain olabilirim." Sanki aklıma daha yeni geliyormuş gibi, " Ah, pardon. Ben, Aker Sağdıç'ın öz kızı bile değilim ki!" öfke tekrardan bakışlarıma yerleştiğinde, kendimi telkin etmek için büyük çaba sarf ettim.
Bir el koluma dokunduğunda, gözlerimi elin sahibine çevirdim.
" O piçin cezasını verirken, yanında büyük bir zevkle izleyeceğim." Yüzündeki gülümsemeyle, " Eğer istersen, iki yumruk da ben sallarım." Dedi Asena.
Ona şiddet uygulayacağımı zannediyordu, yanılıyordu.
Gülümsedim, " Desteğin için sağol, lakin aklımda daha farklı planlar var." Tarık Abi rahatsızca kıpırdandı, " Bir Askere zarar vermenin, sana ne gibi zararları olacak, farkındasın değil mi ?" bakışlarım gözlerini buldu. " Bir askere zarar vermeyeceğim, o askeri doğduğuna pişman edeceğim. Yavaş yavaş." Her ne kadar bu konuda benim yanımda olsalar da, timlerindeki birine yapacağım şeyi bilmedikleri ama tahmin ettikleri için rahatsızlardı. Bir tek Asena yanı dibimde, sanki ne yaparsam beni destekleyecekmiş gibi duruyordu.
" Eğer bir ihtiyacınız yoksa, revire geçeceğim." Dediğimde bir süre bana baktılar, daha sonra yanımdan ayrılıp gittiler. Yine sadece Asena yanımdaydı.
Bu kız da benden kopamadı bir türlü.
" Sen gitmiyor musun?" diye sorduğumda, cevap verme gereği duymadan revirden içeri girdi. Ben de arkasından revire girip, kapıyı kapattım ve boştaki yataklardan birine oturdum. O da birine oturduğunda, bir süre sessiz kaldı.
Konuşmak istediği bir şeyler olduğuna emindim. Zira konuşmak istediği şeyi nasıl anlatacağını düşündüğü çok belliydi. Onu zorlamadım ve o anlatana kadar çıtımı dahi çıkarmadım.
" Sana bunu anlatmam ne kadar doğru bilmiyorum." Diyerek başladı konuşmaya. Lakin gözlerime değil kapıya bakıyordu.
" Asker olduğum ilk yıllarda, kimsesizdim. Ne bir ailem, ne de bir arkadaşım. Hiç kimsem yoktu." Derin bir nefes çekti içine.
" Timlere katılmaz, birliklerde savaşırdım. Sonra bir gün bir tim kuruldu ve beni o timde istediklerini öğrendim." Yüzündeki gülümsemeyle, " Kopuk Timi." Dedi. " Kimsesiz olan bana bir aile sundular. Tarık Abi babam gibi, Azmi ve Cümali kardeşlerim oldular. Yüzbaşı ise, hem bir komutan, hem de o ailenin kökü gibi bir şeydi. Behlül neyin oluyor, dersen, ben de bilmiyorum." Sıkıntılı bir nefes çekti ciğerlerine, " Bana olan duygularının farkındayım. Lakin ona karşılık veremem." Geçiştirircesine direkt o konuyu geçti ve gözlerini gözlerime çevirdi.
" Omar ve Adem ise abilerim oldu. Adem, İlk zamanlar beni bir türlü kabul edemedi. Kadın asker mi olurmuş, başlarına hep bela olacakmışım, bir halt beceremezmişim, operasyonları batıracakmışım falan da filan." Kaşlarım çatık bir şekilde onu dinlemeye devam ettim. " İlk operasyona çıktığımızda beni görev dışı yapmak için tüm hünerlerini kullandı ama boşa çıktı. Ben, o operasyona gittim ve ona yanıldığını gösterdim. Bana olan saygısı arttı ve o günden sonra, bana bireysel eğitimler vermeye başladı." Gülümsedi, " İlk üç ayımız sıkıntılı olsa da, sonrasında bana alıştı ve abilik yapmaya başladı." Gözlerini daldığı yerden çekip gözlerime baktı.
" Sana da aynısı olacak. İlk kabul etmeyecek, seni timden def etmek için eline geçen her fırsatı değerlendirecek. Ama sen, kendini ona kanıtladığında seni kabul edecek ve saygı duyacak." Dediğinde alayla güldüm. " Kimseye kendimi kanıtlamak gibi bir derdim yok." Gülümsedi, " Biliyorum. Lakin bunu bil istedim. O kimseyi kolay kabul etmez. Üstelik sen bir sivilken." Dediğinde kaşlarım çatıldı.
Beni tanımıyorlardı, bunu biliyorum. Lakin kendimi savunamazmışım gibi davranmaları ve konuşmalarından nefret ediyordum. Ben daha kendimi gösterme fırsatı bulmamıştım bile!
" Umarım, Adem abi'ye zarar vermek isterken kendine de zarar vermezsin. Unutma, bu konuda yanındayım. Ne yaparsan yanında duracağım, lakin kendine zarar verme." Deyip ayaklandı ve revirden çıktı. Adem'e cezasını verecektim. Yoktu öyle laf atıp kurtulmak. Ne gerekiyorsa yapacaktım.
Yaklaşık iki saat boyunca Revirde öylece oturdum. Ara sıra telefonuma girdim, kimi zamanda revire uğrayan birkaç askere gerekli müdahaleyi yapıp onları gönderdim. Telefonumda öylece dolandığım bir anda, revirin kapısı açıldı. Yine bir askerin geldiğini düşündüğümden kafamı kaldırdım ve Alperen'i gördüm.
Aynı yerde çalışıyor olmamıza rağmen, hiç bir araya gelemiyorduk. Şimdi ise aniden kapımı açmış ve yanıma gelmişti.
" Sonunda seni yalnız yakaladım!" Diye sitem ederek oturduğum yatağın dibine geldi ve kendini ayak ucuma atarak oturdu.
" Bir şey mi oldu ?" Diye sorduğumda önce gözlerime, sonra soluk duran yüzüme baktı. Hızla kendini toparlayıp daha dikkatli bana baktı. "Asıl sana mı bir şey mi oldu ?" Kaşları çatılmış, gözlerine öfke bulaşmıştı.
Sanki birinin canımı yaktığını fark etmiş gibiydi. Eğer ben birinin canımı yaktığını söylersem, sanki tam olarak şuan o kişiye cezasını verecekmiş gibi netti, bakışları ve sesindeki ton. Ona gülümsedim.
" Bir şey olduğu yok." Dediğimde, " Yeme beni." Diyerek alay edercesine bir gülüş sundu bana. " Seni benden iyi, bir Aker amca, bir de Buğlem abla tanır. Onlar dışındaysa ben. O yüzden, tam şuan ne olduğunu anlatacaksın." Sıkıntılı bir nefes alıp Alperen'e baktım.
Gerçeği duyana kadar beni rahat bırakmayacaktı. Ben de bugün olanları söylemek yerine, dün annemle olan tartışmayı anlatmanın daha makul olduğunu düşünerek onu anlatmaya başladım.
" Dün annemle biraz tartıştık." Tek kaşı usulca kalktı. " O kadar sakin bir kadını delirtebilecek ne söyledin, merak ediyorum." Sıkıntılı bir nefes alarak gözlerine baktım. " Operasyonlara hemşire olarak katılacağımı söyledim." Dediğimde, " Ne!" Diye bağırarak kaşlarını çattı.
Tam ağzını açmış bir şey söyleyeceği sırada, revirin kapısı şiddetle açıldı.
" Hemşire Hanım!" diyerek bağıran askere döndüğümde, önce Alperen'e sonra bana baktı. " Buyurun?" kapıyı daha da aralayıp, " Yakınlardaki köy okullarından birinde bombalı patlama gerçeklemiş. Binbaşı sizin de oraya gitmenizi istiyor. Yüzbaşım ve tim dışarıda." Dediğinde, sanki başımdan aşağı kaynar sular dökülmüş gibi hissettim. İçime dolan korkuyla birlikte derince yutkundum.
Umarım annemin olduğu okul değildir.
Hızla yataktan kalkıp, Alperen'e döndüm. " Duyduğun gibi, acil bir durum. Gitmeliyim." Tam yanından geçecekken kolumu tutup, " Döndüğünde konuşacağız." Dedi. Kolumu ondan kurtarıp koşar adım bahçeye ilerledim. İçime tarifsiz bir korku ve endişe dağılmıştı. Korkuyla atan kalbime, telaşla bakan gözlerim eşlik ederken, hızımı daha da arttırıp bahçeye çıktım.
Askeri araçlara binen timi gördüğümde, hızımı daha da arttırarak Yüzbaşının yanına gittim. Korku dolu bakışlarımı ona yöneltirken, " Yaralı var mı? Sadece öğretmen ve çocuklar mı varmış ?" Yüzbaşı yüzüme dahi bakmadan, kolumdan tutarak araca binmeme yardım etti. Daha sonra kendisi de araca bindiğinde, " Cevap verin Yüzbaşı !" diye sitem ettiğimde, gözlerini gözlerime çıkardı.
" Merkezden giden bir grup hekim de oradaymış." Duyduğum cümleyi ilk birkaç saniye sindirmeye çalıştım. Annemin de içinde bulunduğu, o ekibin gittiği okul mu bombalanmıştı ?Korkuyla titreyen sesim kısıldı. " Şehit var mı ?" Sesimdeki korkuyu kimsenin hissetmemesine imkân yoktu. Bundandır ki anlamaz gözlerle bana bakan tim, neden korktuğumu bilmiyordu.
Bakışlarım Yüzbaşından ayrılmazken, sesim yükseldi, " Şehit var mı Yüzbaşı!" derin bir nefes çekti içine, " Bilmiyoruz. Gidince öğreneceğiz." Gözlerini tekrar önüne çevirdiğinde, içimdeki korku daha da büyüdü.
Annem beni bırakmış olamazdı, değil mi ?
Daha dün gece beraberdik, birbirimizin gözüne bakıyor, konuşuyorduk. Belki bir tartışmaydı son konuşmamız, lakin beraberdik.
Acı dolu bir pişmanlık çöktü yüreğime, anneme kırgın bir şekilde odama geçmiş, sabahsa onunla konuşmadan evden çıkmıştım.
Ya son konuşmamız, birbirimize kırgın olduğumuz anlarsa ?
Gözlerimin ardı sızladığında, yüreğimdeki ağırlık büyüdü de büyüdü. Bir kez daha anne kaybı kaldıramazdım. Bir kere baba kaybı yaşamış ve yıllar sonra tekrar o acıyı yaşamak zorunda kalmıştım. Lakin şimdi, bir yıl arayla annemi de kaybedemezdim. Olmazdı, kaybedemezdim.
Olumsuz düşünceleri her ne kadar beynimin dehlizlerinden silip atmaya çalışsam da, yapamıyordum. O karanlık düşünceler kötüyü çağırıyor, üzerime kefenden bir umut parçası atıyordu.
Annemin olmadığı bir dünyayı hayal edemiyordum. Daha birkaç saat önce bana attığı mesajı okumuş, akşam eve gidince gönlünü almayı düşünmüştüm. Ne yapıp edecek, onun gönlünü alacak ve beraber gülecektik. Dün geceyi hiç yaşanmamış farz edecek, kahkaha atacaktık.
Lakin hepsi bir muammadan ibaretti şuan. Annemin yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyordum!
Her an akmak için hazırlıklı olan gözyaşlarımı, geldikleri yere geri gönderip Yüzbaşıya baktım.
" Gerekli ilk müdahale çantası hazırlandı mı ?" Bana en son haber verildiği için hiçbir şey hazırlayamamıştım. Direkt odadan çıktığım gibi koşarak timin yanına gitmiştim. " Merkezden gelen doktorlar daha fazlasını getirir," Aracın bir köşesinde duran ilk yardım çantasını gösterdi, " Lakin yanımızda bu küçük çanta dışında bir şey yok." Dedi.
İçimdeki korku daha da büyüdü. Ya annem yaralıysa ve ben ona ilk müdahaleyi yapamazsam ?
" Hemşire hanım, siz iyi misiniz ?" kimin sorduğunu bile anlamadığım kişiye cevap vermedim. " Eğer iyi hissetmiyorsanız, araçtan çıkmazsınız." Hiddetle bakışlarım yukarı kalktı ve karşımda oturan Behlül'ü gördüm. " Orada bir sağlıkçıya ihtiyacı olan insanlar varken, korkak gibi burada oturacak mıyım !" Sesim hafiften yüksek çıkmıştı. Lakin bu umurumda dahi değildi. Zira şuan aklımda olan tek şey annem ve annem gibi olanların yaşayıp yaşamadığıydı.
" 10 dakikaya varıyoruz komutanım." Diyen sürücü koltuğundaki askerin sesini duydu kulaklarım, ardından Azmi'nin cümlelerini. " Behlül haklı, pek iyi görünmüyorsunuz. Ondan öyle söyledi." Sıkıntılı nefesimi içime çekip, " Ben orada olacağım, arkadaşlar!" dişlerimi sıkarak içimdeki korkuyu def etmeye çalıştım.
Kimsesiz kalmak değildi korkum, zira ben yıllar evvelden beri kimsesizdim zaten. Yirmi yılda, kimsesizliğime kimse olan o kadın ve adamın bir gün benden gideceğini biliyordum. Lakin henüz babam yeni gitmişken, bir de annemi bu kadar erken kaybedecek olma düşüncesi, bağrımı yakıyordu.
Bir ayağımı oturduğum yerde sallarken, korkularımı atacak bir yer arıyordum. Ellerimle oynuyor, derin nefesler çekiyordum içime. Ama bir türlü içimi kemiren korkuyu atamıyordum.
Karşımda oturan Yüzbaşının bana baktığını, üzerimdeki yoğun bakışlardan anlayabiliyordum. Sisli bakan gözlerimi Yüzbaşıya çevirdiğimde, Yüzüne taktığı maske ve kafasındaki kaskından dolayı sadece gözleri görünüyordu. Tıpkı diğerleri gibi. Birkaç saniye daha gözlerine baktığım sırada, araç bir anda durdu ve her biri hızla ayaklanarak araçtan inmeye başladı. Önce Yüzbaşı, ardından her biri teker teker indiğinde, en son ben kalmıştım.
Tam ineceğim sırada, kapı da bekleyen Yüzbaşının ellerini neden uzattığını umursamadan, elini tuttum ve aşağı indim. Yönümü karşıma çevirdiğimde, âdeta bir yıkımla burun buruna geldim. Yıkılmış bir okulun etrafından kalkan kara bulutlar, yüzleri ve vücutlarındaki yaralarla ağlayan çocuklar, çocuğunun adını seslenen anne babalar, yaralılara ilk müdahaleyi yapmak için koşuşturan doktorlar... Mahşer yeri gibiydi... Yüreğimdeki korkuyla beyaz önlüklü doktorlara baktım, yaralıları tedavi etmeye çalışıyorlardı. Timdekilere baktım, harabenin altında kalan, acı içinde çığlık atan bedenleri kurtarıyorlardı.
" İyi olacak mısın ?" Yüzbaşının sesini duyduğumda başımı sallayarak onu onayladım. O ise cevabını aldıktan sonra koşarak timdekilerin yanına gitti. " Kopuk 6,7 ve 8 arkaya gidin !" diye bağırdığında Cümali, Azmi ve Behlül koşarak arkaya doğru ilerlediler. Ben de hızla silkelenip doktorların yanına gittim.
Yaralılara baktığımda, içlerinden hiçbirinin annem olmadığını gördüm. Bu beni rahatlatmalı mı yoksa daha mı endişelendirmeliydi bilmiyorum, lakin içimdeki korku yerini korumaya devam ediyordu.
Müdahale edilmesi gereken birkaç çocuğa ve yetişkine acil müdahaleyi yapıp, harabeye doğru ilerledim. Tam o sırada, " Baba !" diye bağıran bir kız çocuğunun sesini duydum, bakışlarım hızla o çocuğu buldu.
Hıçkırarak yerde yatan bedenin başında ağlıyordu. Kaldırdı kafasını, ellerini aralayıp yerde yatan bedene sarıldı. " Baba, Uyan!" öyle bir haykırdı ki, içimde bir şeyler koptu. Koşarak o kız çocuğunun yanına gittim. Otuzlu yaşlarında bir erkek bedeninin üzerinde öğretmen önlüğü vardı. Göğsünden içeri, sivri bir odun parçası girmiş, yüzündeki yaralarla öylece yerde uzanıyordu.
Gözümden bir damla yaş düştüğünde, kız çocuğu bir kez daha bağırdı, " Babam, uyan hadi, ne olur !" Bir yandan haykırıyor, diğer bir yandan ağlıyordu. En fazla on dört yaşında olan bu çocuğun zihninden, bu görüntü asla silinmeyecekti.
Yere eğilip kolundan tuttum, " Kalk hadi." Sesim kısık ve titrek çıktı. " Bırak !" diye öyle bir haykırıp beni kendinden kurtardı ki, bir an olduğum yerde sendeledim.O küçük kız, yerdeki babasının bedenine sarılıp içli içli ağladı, " Yiğit ölmez kolay kolay !" diye ağıt çıkan sesiyle mırıldandı, " Ben ölmedim ki !" Uzun zamandır akmayan yaşlarım, o kızın ağıdına aktı.
Babasına sarıldı, yüzünü öptü, kokusunu içine çekti. " Gelir günler gelir elbet. Gör o zaman beni beni." Ant içti o kız çocuğu orada, daha sonra kafasını kaldırıp gökyüzüne karşı bağırdı. " Beni babamdan edenin, Kanını yere sermezsem, bana da Türk evladı demesinler!" İçli içli ağlamaya devam ettiğinde, sessizce onu orada izledim. Elimden bir şey gelmedi, gelemedi. Zira ben onun gibi babamdan ayrılamamıştım. Benim babamın bedeni tam bile değildi ki, nasıl sarılsaydım?
" Yardım edin !" diye bağıran bir sesi duyduğumda, acıyla yerde kıvranan erkek çocuğunu gördüm. Koşarak yanına gittiğimde, bacaklarının üzerine düşmüş kocaman bir kaya parçasının altında, acıyla kıvranıyor, ağlıyordu. Gözlerine baktım,
" Sakin ol, seni kurtaracağım." Yüzündeki yaşları silip kayaya elimi attım ama kalkmadı. Bir kez daha uğraştığımda, biraz daha kalkmıştı. Sonra biri, gördüğüm üniformadan asker olduğunu anladığım biri, bana yardım etti ve kaya parçasını kaldırarak kenara attık. Bu sırada çocuğun acı dolu haykırışları kulağımı doldurdu.
" Ah!" Çocuğun bacaklarına baktığımda, paramparça vaziyetteydi. Bir bacağı tamamen yokken, diğeri kayadan dolayı parçalanmıştı. Yüreğimdeki acı boğazıma kadar yükseldi, ama dışarı çıkamadı.
Çığlığımı içime gömüp hızla çocuğun yanına eğildiğimde, gözlerindeki yaşları silip yüzünü avucumun içine aldım.
" Şş, tamam, tamam. Bir şey yok, seni iyileştireceğim. Söz veriyorum seni iyileştireceğim." Diyerek ben de onun gözyaşlarına eşlik ettim. Bir elimi tuttu. " Bacaklarım. Bacaklarım acıyor abla." Ciğerimi yakan sözleriyle bir haykırış daha kopardı o küçük bedende. Kafamı kaldırdığımda, Yüzbaşıyı gördüm. " Onu doktorların yanına götürmeliyiz." bu küçük bedeninde, çok fazla kan kaybetmişti. Bu onun için çok tehlikeliydi. Zira kısık çıkan sesi ve solgun yüzü beni korkutmaya başlamıştı.
Yüzbaşı, önce gözlerimdeki yaşlara daha sonra çocuğa baktı. Bir dakika daha beklemeden, çocuğu kucağına aldı, lakin küçük çocuk elimi bırakmadığı için ben de, o çocukla birlikte ayaklandım. " Beni bırakma , abla." Bir yandan acıyla, sesinin çıkabildiği kadar haykırıyor, diğer bir yandan bana yalvarıyordu. Tam gitmeyeceğimi söyleyeceğimde, önce boğazından kısık, acı dolu bir inleme, daha sonra aynı acıyla inip kalkan göğsü durdu ve son olarak yurda umut olacak olan çocuk gözleri, usulca kapandı. Korkuyla atan kalbim, kocaman açılan gözlerimle öylece kaldım.
" Uyuma, sakın uyuma !" Bir anda, Yüzbaşı durdu ve kucağındaki çocuğa baktı. Daha sonra, yavaşça çocuğu yere bırakarak bir elini burnuna götürdü. Yüreğimde daha da ağırlaşan korkuyla Yüzbaşıya baktığımda, gözlerindeki kayıpla gözlerime baktı.
Başımı hızla iki yana salladığımda, iki dizimin üstüne düşerek o küçük bedenin kalp ritimlerine baktım.
" Hayır." Bir yandan başımı iki yana sallıyor, bir yandan ölmediğine kendimi ikna etmeye çalışıyordum. Daha az önce yaşıyordu! " Hayır, ölemezsin. Ölmek için çok erken, küçüğüm. Ölemezsin." Gözlerimdeki yaşlarla, minik kalbine kalp masajı yapmaya başladım. Ölemezdi, ölmeyecekti.
Sözüm vardı, iyileştirecektim onu. Çok değil birkaç dakika önce kurdum bu cümleleri.
Bir kol omzumdan kavradı. " Bırak hadi." Hızla o kolu üzerimdeki silktim. " Hayır, ölemez." Gözümdeki yaşlarla kalp masajı yapmaya devam ettim. Lakin, o çocuktan hiçbir ses duyulmadı.
Ne nefes aldı, ne de ben sözümü yerine getirebildim.
İlk şehidimi verdim. En fazla dokuz yaşındaki bir çocuğu, ellerimin arasında kaybettim. Gözyaşları yanaklarımı sırılsıklam ederken, ellerim yavaşça o küçük bedenden ayrıldı. " Yardımına ihtiyacı olan çocuklar var. Kendine gel." Yüzbaşının sesiyle, o küçük çocuğun yasını dahi tutamadan hızla ayağa kalktım ve o harabeye doğru ilerledim. Yüzbaşı ise o küçük bedeni, diğer çocuk şehitlerin yanına götürdü.
Ağıt yakan kız çocuğunu gördüğümde, kenarda babasının kafasını, bacaklarının üzerine almış, sessizce sevdiğini gördüm. Bu görüntü ciğerlerimi dağlarken, zorla gözlerimi o kızdan ayırıp ilerideki doktorların yanına gittim.
Kadın bir doktor, yerde yatan çocuk bedenindeki derin yaradan sızan kanı durdurmaya çalışıyordu. Onun biraz uzağında duran başka bir doktor ise, dirsekten aşağı kolunu kaybetmiş bir çocuğun kolunu sarıyordu.
" 23 şehit !" Diye bağıran bir sesi duyduğumda, üzerimdeki ağırlık daha da arttı. Saniyeler aktıkça şehit sayısı artıyordu. Biraz ileride kıvranan başka bir bedeni gördüğümde, koşarak oraya gittim. Bir kız çocuğu, karnına girmiş olan ucu sivri bir kayayla birlikte öylece yerde yatıyor, son nefeslerini veriyordu. Gözleri beni bulduğunda,
" Kur...tar..." dediği an nefesi yavaşça kesildi. Daha ben hiçbir şey yapamadan, elimden kayıp gitti.
" 24 Şehit!" diye bağırdığımda, etraftaki birkaç kişi bana baktı ve işine devam etti. Ben ise o küçük bedeni, kaya parçasından kurtararak kucağıma aldım ve şehit olan bedenlerin yanına, gözlerimdeki yaşlarla götürdüm.
Tekrar harabe alana doğru ilerledim lakin bu sefer, sadece bir güdüyle sağ tarafa doğru ilerledim. O tarafta doğru dürüst kimse yoktu. İki asker biraz daha ileride kayaları kaldırırken, bu tarafta ne bir doktor ne bir asker vardı.
Gözlerimle etrafı tarayarak ilerlediğimde, yerde yatan bir beden gördüm. Uzandığı yerde, kafasından ve boynundan açılan kesikle sessizce, zar zor nefes almaya çalışan, o tanıdık bedeni gördüm. Yüreğimdeki korku daha da büyürken, beyaz önlüğündeki kanları gördüm.
Durmadım, koşarak o bedene ilerlediğimde yerde yatan bedenin bakışları beni buldu. Gözümdeki yaşlar daha da hızlı akarken, yerde yatan tanıdık beden, bana gülümsedi. Bu sefer sadece ağlamadım, hıçkırdım da. Gözlerimden yaşlar sular seller gibi akarken, iki dizimin üzerine çöktüm ve bir yandan acıyla haykırırken, diğer yandan üzerimdeki kazağın bir parçasını yırtarak yerde yatan bedenin boynundaki yaraya tampon yapmaya başladım.
O beden, benim annemin bedeniydi.
Yüzüne gelen saçları kulağının arkasına yerleştirdim ve o güzel yüzüne baktım. " Annem... Seni kurtaracağım. Merak etme, kurtulacaksın." Yüzünde ufak bir gülümseme belirdi. Benimse hıçkırıklarım daha da arttı. " La-" boynundaki kesikten dolayı konuşamıyordu, bu da onu zorluyordu. " Biri buraya gelsin !" diye bağırıp tekrar anneme döndüm, " Kendini zorlama annem. İyileşince bol bol konuşacağız." Benim yaşlarıma, onun gülen yüzündeki yaşlar eşlik etti. " Af... fet..." Bir haykırış daha koptu boğazımdan. " Küs değilim annem. Bir sorun yok. Kendini zorlama." Bir kez daha gülümsedi ve gözlerindeki kederle usulca kapattı harelerini. Yüreğimdeki korku daha da artarken, boğazımdan acının emaraleri kaçtı.
" Hayır! Hayır beni bırakamazsın!" boynundaki baskıyı bırakarak kalbine masaj yapmaya başladım. " Anne , Anne hayır !" Haykırdım, bağırdım, çağırdım ve hiç olmadığı kadar ağladım ama asla kalp masajı yapmayı kesmedim. " Anne, anne ne olur uyan !" Haykırışlarım daha da giderek arttığında, ellerim usulca iki yana düştü.
" Anne !" diye haykırdığımda, başım annemin göğsüne düştü ve ben orada içli içli, son kez ağladım. Annemin göğsünde son kez, nefes aldım, son kez onun göğsünde ağladım. Bana can olan o bedenin göğsünde, ben kalp atışlarını duyamadım. Nefesini saçlarımın üzerinde hissedemedim.
Ben bugün, annemi kaybettim. İkinci kez. 2
Annemin göğsündeki haykırışlarım devam ettiğinde, beni zorla ayırmaya çalıştılar annemin bedeninden. " Bırak !" diye haykırdım beni çekmeye çalışan bedene. Anneme sarıldım, kokusunu içime çektim. Göğsünde acı dolu nefeslerimle soluklandım.
Kafamı kaldırdım, tıpkı o kız çocuğu gibi yanaklarından, alnından, saçlarından öptüm annemin. En son gözlerinden öpüp sıkıca sarıldım, artık bende olmayan bedenine.
Tıpkı o kız çocuğu gibi, aldım annemin kafasını dizlerimin üzerine ve yüreğimden akan ağıdı döktüm dile.
" Terk edip köyümü gurbet ellerde
Bir gonca misali susuz çöllerde
Solacağım hiç aklıma gelmezdi."
Ben içli içli ağladım, bana bakan kız içli içli ağladı.
O taştan bu taşa dertli başımı
Çalacağım hiç aklıma gelmezdi"
Hiç bir zaman şanslı bir kadın olduğumu düşünmedim. Tek şansım, Aker Sağdıç ve Buğlem Neşe Sağdıç'tı. Lakin ben, kör talihli şansımı onlara da bulaştırmış ve kaybetmiştim.
Yolacağım hiç aklıma gelmezdi"
Kendi saçlarımı yolarken, annemin saçlarını okşadım. Çünkü bir daha onun saçına dokunamayacak, bedenine sarılamayacaktım. Annemle son anlarım, onun nefes almayan bedeniyleydi.
"Yaz baharda seller ile yarışan
Gülhani'yim böyle perde perişan
Olacağım hiç aklıma gelmezdi."
Her bir yaşımın peşini bir diğeri devam ettirirken, titrek nefesimi içime çekerek, gözlerimi o yıkıma rağmen, gökte kalmaya devam eden bayrağa çevirdim.
" 28 Şehit !" 28. Şehit benim annemdi. 28. Şehit benim Vatanımdı. 28. Şehit benim canımdı.
Şu koca yıkımın ortasında, deli gibi dalgalanan bayrağa baktım, yüzümdeki buz gibi kasvet, gözlerimdeki kararlılıkla baktım.
Şehidimin, annemin ve babamın kanını yerde bırakmayacağım!
Bir yıl arayla hem annemi hem de babamı bir bombalı saldırıda kaybettim. Babam bilerek kendini o harabeye atarken, annem bilmeyerek girmişti. Ama ikisi de, can kurtarmak adına buradaydı. İkisi de vatan kurtarma yolunda şehit düşmüştü.
Ve ben, onlardan geriye kalan, kanından olamasa da, tek parçaları olarak, onları unutmayacak, aklımda ve kalbimde yaşatmaya devam edecektim.
Kanı yere dökülen, çocukların, öğretmen ve doktorların hiçbirinin kanını yerde bırakmayacaktım. Şehidimin kanını, onların her bir zerresinden dökecektim! Deli gibi dalgalanan, sancağa vurgun şehitlerimin kanı, andım olsun ki yerde kalmayacaktı!
Bol ağlamalık bir bölümle geldim..
Bölümü nasıl buldunuz diye sormak istiyorum, lakin kendim bölümü yazarken ağlamışken, sizi düşünemiyorum...
İçime çektiğim derin bir Ah ile birlikte, bir sonraki bölümde görüşmek dileğiyle...
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.02k Okunma |
753 Oy |
0 Takip |
23 Bölümlü Kitap |