~Tutsağım bu kentin bir ucunda
Eksiğim, çünkü sen bir ucunda
Bir akşam gölgen olsa kapımda
Her akşam cennet evimde bir tutam~
İstanbul - Deeperise & Furkan Başıaçık
🇹🇷
LAÇİN SAĞDIÇ
Bazen sadece kör ve sağır olmak isterdim. Ne etrafımda olan biteni görebilmek, ne de duyabilmek isterdim. Elbette görmek ve duymak yetilerinin, bazı insanlar için olan öneminin farkındaydım. Lakin, bazen insan görmese ve duymasa da olurdu. Zira ben ne ağabeyimin acısını görmek, ne de duymak isterdim...
Babam, annem ve şimdi de ağabeyim...
Çok fazla kayıp vardı hayatımda. Canımı yakan, beni talan eden kayıplar vardı hayatımda. İnsan bir süre sonra alışıyordu acıya. Alışmak zorunda kalıyordu... Zira hayatınızda bu kadar çok kayıp varken, alışmamak elde değildi. Bu alışkanlık en kötüsüydü. Düşünsenize, ölüme alışıyorsunuz... Bu çok, çok tüyler ürpertici. Zira kimse ölüme alışmak istemezdi. Ölmek isteyen bir insan bile...
Tuğçe geliyordu aklıma. Bir an olsun aklımdan çıkmıyordu. O küçük bedeniyle, yüreğimize nasıl bir taş oturttuğundan haberi yoktu... Elini kalbine koyup, dolu gözleriyle babasıyla konuşması, bana kendimi hatırlatmıştı. Onun yaşındayken, öz ailemi kaybetmiştim. Sonra büyüdüm, 27 yaşıma geldim, babamı kaybettim. Bu da fazla değilmiş gibi, 28. Yaşımda annemi kaybettim. Şimdi 29. Yaşımdan gün alıyordum, ağabeyimi kaybetmiştim. Sadece iki yıl, bu iki yıl içerisinde ben her şeyimi kaybettim.
Babam, annem, ağabeyim. Daha kimim kaldı kaybedeceğim? Sevdiğim adam kayıplardaydı, kardeşim yoğun bakımdaydı ve yaşama ihtimali çok düşüktü. Daha ne kadar acı çekecektim? Daha ne kadar kayıp yaşayacaktım? Neden bu kadar kimsesiz kalıyordum, neydi hayatın bana karşı olan garezi?
Bu kadar mı, mutsuz olmaya layıktım ben? Bu kadar mı, mutlu olmak haramdı bana?
Gamzeleri belli olacak kadar, hayata karşı gülen insanları kıskanıyordum. Hayat onlara bu kadar mı güzeldi? Hiç mi acıları yoktu, hiç mi bir kerecik olsun üzülmemişlerdi? Neden bu kadar mutlulardı?... Ben bu kadar acı çekerken, dünya neden mutluydu? Ya da insanlar çok mu iyi saklıyordu acılarını? Bir tebessümün ardında mı gizliydi, kanayan yaraları? Geceleri kaç kez ağladılar mesela? Ya da tek damla yaş, düştü mü gözlerinden?
Gülmekten de, yaşamaktan da, kayıplarımın olmasından da, acı çekmekten de, nefes almaktan da yoruldum. Zehirdi, soluduğum her nefes. Sigara bile bu kadar zehir vermiyordu bana... Ciğerlerim parçalanıyordu, her soluğumda. Yüreğimde bir kasırga kopuyor, bedenime sıçrıyor, beni talan ediyordu. Çölde kalmış gibiyim. Suya ihtiyacım var, lakin bulması zor. Kayıpların ortasındayım, mutluluğa ihtiyacım var. Lakin ne küskün hayat ki, bana o mutluluğu bahşetmiyor. Bahşetse dahi, yine geri alıyor yüzümdeki tebessümü.
Hayat bana bu kadar küskün, kinli, nefret doluyken, ben ne yapayım?
" Yeğenim ne zaman uyanacak, doktor hanım?"
Yaklaşık on beş dakikadır uyanıktım, lakin gözlerimi açmak istemiyordum. Zira gözlerimi açacağım an, ağlamak isteyecektim. Nedeni ise hiç şüphesiz ağabeyimdi... Bir bir geçti, onunla olan anılarım gözümün önünden. İlk tanıştığımızda, beni tanımamasına rağmen, sırf acıktım diye gidip bana bir şeyler almıştı. Kızı Tuğçe'nin videosunu gösterip gülümsemiş ve bana saygıyla yaklaşmıştı. Daha o zamanlarda beni doğru dürüst tanımıyordu bile...
Behlül ile çay içtim diye kıskanmış, bize önce ağır bir idman yaptırmış, hemen ardından da beğenene kadar çay yaptırmıştı. Zor ânımda beni evine almış, kardeşi olduğumu söylemişti. Kimse bana inanmadığında bana inanmış, kucak açmış, omzunda ağlamama izin vermişti.
Ben şimdi kimin omzunda ağlayacaktım?
Beni yanlış olan herkesten uzak tutmuş, sevdama sahip çıkmamı söylemişti. Beni kızının halası yapmış, kendi kız kardeşinden eksik tutmamıştı. Tuğrul'a rağmen, benim yanımda durmuştu her zaman.
Behlül desen, durumu kritikti. Tuğrul desen, nerede olduğunu bilmiyordum. Bir Omar ve amcam kaldı. Onlarda giderse benden, ben ne yapardım? Kardeşim ölmek üzereydi, sevdiğim adamın ise yaşayıp yaşamadığı bilinmiyordu. Ne yapacaktım ben? Aklım ermiyordu artık. Ne yapacağımı, ne söyleyeceğimi, nasıl ilerleyeceğimi... Hiçbir şeyi bilmiyordum. Zira artık Laçin kalmamıştı. Bir ruhum kalmıştı ki, o da sancılıydı.
" Şimdiye kadar uyanması gerekiyordu." Doktorun elini gözlerime götürdüğünü hissettiğimde, istemeyerek gözlerimi araladım. Zira en son gözlerimi istemeyerek açtığımda, Tarık abi taklit yapıyor olduğumu fark etmişti... " Uyanıksınız." Diyen doktora boş boş baktım. Daha sonra bakışlarımı amcama çevirdim. Bana gözlerindeki hüsranla baktığında, bende aynı şekilde ona baktım. Bir elimi yavaşça karnımın üzerine koyup okşamaya başladığımda, aklıma bebeğim geldi. En son hatırladığım şey, şiddetli sancılarımın oluşuydu. Yüreğime binen korkuyla, gözlerimi doktora çevirdim. " Be- bebeğim... Bebeğim nasıl?" Zar zor çıkan sesimi doktora yönelttiğimde, bana gözlerindeki hüzünle baktı.
Başımı yavaşça iki yana salladığımda, gözlerim dolmaya başlamıştı. " Bir şey söyleyin." Dedim doktora ağlamaklı çıkan sesimle. Sol gözümden bir damla düştüğünde, " Lütfen bebeğimin iyi olduğunu söyle." Dedim titreyen sesimle. Doktor ise, " Maalesef, bebeğinizi kaybettik." Dediğinde bir bir aktı damlalar gözümden. " Şaka." Zorla yuttum boğazımdaki yumruyu. " Şaka yapıyorsunuz." Dedim gülmeye çalışarak. Bir elim karnımdayken, bakışlarımı amcama çevirdim. " Doktor çok şakacı, değil mi amca?" Dedim gözlerimdeki damlalar akarken. Amcam başını önüne eğdiğinde, " Bana şaka olduğunu söyleyin!" Diyerek bağırdım, hastane odasında. " Lütfen amca, lütfen şaka deyin." Diyerek ağlamaya devam ettiğimde doktor, " Üzgünüm Laçin Hanım, rahminizde kistler olduğunu fark ettik. Ve bu kistler, iyi huylu değil maalesef ki. En kısa sürede ameliyat olmanızı öneririm, zira vaktinde ameliyat olmazsanız, kistler büyüyecek ve bir daha anne olma şansınızı kaybedeceksiniz."
" A- amca, ne diyor doktor?" Amcam bir krizin eşiğinde olduğumu fark etmişcesine ayaklanıp elimi tuttu. " Benim bebeğim olmayacak mı? Bebeğimi de mi kaybettim ben amca?" Diyerek ağlamaya başladığımda, amcam saçlarımı okşadı. " Şş, sakin ol Bal Çeç." Diyerek beni sakinleştirmeye çalıştı. Lakin sakin olacak gibi değildim. " Çok geç değil, vaktinde bir ameliyat, anne olmanıza engel olmayacaktır." Bu kadın ne diyor? " Bebeğim öldü benim!" Diyerek bağırdığımda, boşta olan elimi saçlarıma geçirdim. " Bebeğimi de kaybettim!" Diyerek bağırıp ağlamaya devam ettiğimde, " Sakinleştirici yapacağım size." Deyip bir iğne hazırladığında, elimle ittim iğneyi.
" Bebeğimi geri verecek mi o bana! Peki ya babamı, annemi, ağabeyimi? Hangisini geri getirecek, unutmamı mı sağlayacak o iğne!" Diyerek bağırdığımda, doktor beni umursamayıp amcama döndü. " Kollarını tutun lütfen." Dedi. Amcam ise direkt kollarımı tuttuğunda, " Amca, bırak!" Diyerek bağırdım. " Bırak da acımı yaşayayım!" Diyerek bağırıp, bir yandan ağladığımda, amcam da benimle birlikte ağladı. " Olmaz, güzelim. Olmaz, ağabeyimin emaneti." Doktor koluma iğneyi geçirdiğinde, ben hıçkırarak ağladım, uzandığım sedirde.
" Bebeğim, abim." Diyerek sayıklamaya başladığımda, yaşlarım da akmaya devam ediyordu. Amcam kollarımı bıraktığında, gözlerine baktım. " Ben, öldüm amca." Gözlerim usulca kapandığında, son cümlemin ağırlığı bedenimi sardı.
Ben bugün, tamamıyla ölmüştüm. Bebeğime daha yeni kavuşmuşken, onu da kaybediyordum. Ben, acıların insanı mıydım?
2 AY ÖNCE
Tarık abinin sesini duyduğumda, bakışlarımı omzumdan geriye çevirip ona baktım. Nefes nefese kalmış vaziyette, alnından terler akarken, yeşil gözlerini gözlerime dikti. " Efendim abi?" Diyerek ona tamamıyla döndüğümde, alnındaki teri elinin tersiyle silip boşta kalan eliyle bana ' gel ' dercesine işaret verdi. Beni neden yanına çağırdığını anlamasam da onu dinleyerek yanına doğru ilerlemeye başladım.
" Daha emin ve daha doğru olarak yürüyeceğimiz bir yol vardır." Bana söylediği bu cümlenin tanıdıklığıyla, yüzümdeki gülümsemeyle ona baktım. " Büyük Türk kadınını çalışmamıza ortak kılmaktır. Der Mustafa Kemal Paşa." Dudaklarımdaki tebessümüm yerini kollarken, tam karşısında durdum ağabeyimin. " Bu çalışmaya her şey dahildir." Diyerek önündeki parkuru gösterdiğinde, anlamazca ona baktım. " Evet, Türk kadını dünyanın en münevver, en faziletli ve en ağır kadını olmalıdır. Lakin bunun yanında gücü kuvveti de yerinde olmalıdır. Öyle değil mi?" Diyerek bana tek kaşını kaldırarak baktığında, " Haklısın abi, lakin ne demek istediğini anlamıyorum." Dediğimde, elini omzuma koydu ve yönümü tamamıyla parkura çevirdi.
" Bak kız kardeşim. Zamanında bu yola baş koymuşsun, bazı engeller çıkmış aşmışsın. Lakin bir gün, bir engel çıkmış ki aşamamışsın." Diyerek gözlerimin içine bakarak konuştu. " Evet, pes etmedin. Seni durdurdular. Lakin bu demek değil ki durmayacaksın. Timden çıktın, buna da eyvallah. Lakin yarının ne getireceğini bilemezsin." Dudaklarında bir tebessüm belirdi. " Teğmen Laçin Sağdıç olduğun zamanları, bana canlı canlı gösterir misin?" Diyerek bana bakması, yüreğimi hızla arttırdı.
Bu ünvanı duymayalı uzun zaman olmuştu...
Gözlerimdeki kederle ağabeyime baktığımda, bana aynı şekilde bakıyor olduğunu gördüm. Gözlerinin yeşilinde bir parıltı vardı. Sanki gelecekte bir şeyin olacağından çok emindi. Zira bana ne zaman baksa, dudaklarında bir tebessüm, gözlerinde bir eminlik, kararlılık vardı. Neyden bu kadar emindi, bilmiyorum. Lakin onun gözlerinde bunu görmek, beni mutlu ediyordu.
" Benimle bir düelloya var mısın deli paçi?" Dediğinde ona güldüm. O da bana eşlik ettiğinde, dudaklarımdaki tebessümümle, " Paslandım abi. Eskisi kadar iyi değilim." Dediğimde, kolunu omuzumdan indirip, gözlerimin içine baktı. " Eğer ki o iftira sana atılmasaydı, operasyon dönüşünde Üsteğmen rütbesini alacağını biliyorum Laçin." Bunu bilmesi çok olağandı. Çünkü o zamanlarda bayağı konuşulmuştu bu Askeriye'de. Bir kadın, Üsteğmen ünvanı alacaktı. Bu nasıl olabilirdi? Bir kadın sonuçta...
Az emek vermemiştim ben. Kanımı dökmüştüm yere. Kendimi bile silip atmıştım, Vatan'ım uğruna. Elbet hak etmiştim o ünvanı. Hak etmesem nasıl verilecekti ki? Gerçeği daha o rütbeye ulaşamadan mesleğimden men edilmiştim ama...
" Bugün benimle aynı rütbede bir asker olabilirdin, Laçin." Dudaklarında tebessüm, gözlerinde gurur vardı. " Bu rütbeye kadar gelmek zordur bacım, öğrendiklerini unutmak ise bin kat daha zordur." Diyerek bana bazı şeyleri hatırlattığında, yutkundum. Unutmak mümkün dahi değildi.
Seni su dolu bir varilin içine sokar, nefesin kesilene kadar içinde tutarlardı. Sudan çıkarır, iki saniye nefes almanı sağlarlardı. Ve söylerlerdi, " Vatanına ihanet et!" Bir süre sonra onlara gerek kalmadan, kendi kafanı suya gömerdin. Seni bayıltana kadar koşturur, bayılmana az kala arkandan kurşun sıkarlardı.
Bordo bere olmak, kolay değildi. Verdikleri eğitimi unutmak ise, hiç kolay değildi.
" Hadi ağabeyini kırma, paçi." Diyerek omzuma iki kere vurduğunda, üzerimdekilere baktım. Pantolon ve kazak vardı her zamanki gibi. " Üzerimi değiştirip geleyim mi?" Dediğimde, bana güldü. " Üniforma daha ağırdır, Laçin. Bunu gayet iyi biliyorsun." Dedikten sonra beni beklemeden parkurun başına geçti.
Haklıydı. Neticede dağlarda eşofman ile gezmiyorduk.
İçime çektiğim derin nefesle birlikte, geri giden adımlarımı Tarık abinin yanına doğrulttum. Tam yanı dibine geldiğimde, bana bakıp gülümsedi. Aynı şekilde ona karşılık verirken, gelecekte bir daha o gülümsemesini göremeyeceğimden habersizdim...
"Çok da iddialı olmadığımı bilmen gerek, abi." Diyerek ona gülümsediğimde, bana göz ucuyla bakıp gülümsedi ve alnındaki teri silip, " Göreceğiz, Paçi." Dedi ve konumunu aldı. Bende açık olan saçlarımı sıkı bir at kuyruğu yaptıktan sonra hiza aldım ve Tarık abinin komutunu bekledim. " Başla!" Geri sayım yapacağını beklerken, bir anda başla demesi beni şaşırtırken, kısa bir anlığına parkurların üzerinden atlamaya başlayan Tarık abiye baktım. Lakin bu şaşkınlığım kısa sürdü ve onun arkasından koşmaya başladım. Önüme gelen ilk üç parkurun üzerinden atlarken zorlanmamıştım, lakin karşıma çıkan dördüncü parkur biraz yüksekti ve bu nedenle üzerinden atlarken biraz zorlanmıştım. O parkurun hemen arkasından, altından geçmem gereken bir parkur vardı. Onun altından geçerken, Tarık abinin deli fişek misali, parkurları hızlıca geçtiğini gördüm.
Uzun zamandır bu tarz şeyler yapmadığım için biraz zorlanıyordum. Lakin tahmin ettiğim kadar paslanmamıştım. Tarık abinin yanına varmama çok az kala, kısa süre bana baktı ve sırıttı. " Deli damari sen da yoktur sanirsam." Dedi ve biraz daha hızlandı. Aslen Karadenizli olmadığımı, kim ona söylemek ister?
Kaşlarımı hafifçe çatıp, 100 metre kadar parkursuz olan parkuru hızla geçtim ve Tarık abiye yetiştim. Tam yanındayken, kafamı çevirip ona baktım ve kısa olan bir parkurun üzerinden atladım. Aynı şekilde o da parkurun üzerinden atlarken, " Daha heç bir şey yapmadum, abicuğum." Dedim ve hafif sırıtarak hızlanmaya başladım. " Vay vay vay, paçiye bak hele sen." Deyip o da hızlandığında, aramızda bir adım kadar fark vardı. Önde olan kişi, tabii ki Tarık abiydi. " Abicuğum, sen az evvel kendun dedun. Demasaydun." Deyip omuz silktim ve biraz daha hızlandım. Bu sefer önde olan bendim.
Karşıma çıkan parkurun altından geçerken, bir diğerinin üzerinden atladım. Daha sonra dönemeçli, bir nevi labirente benzeyen bir parkurun içinden geçtim ve tekrar 100 metre kadar düz bir şekilde koşmaya başladım. Tarık abi ise biraz daha zorlasa beni geçecekti, lakin zorlamıyordu. Bunun farkındaydım.
" Bacum, ha canim sıkılayi ne yapayim." Diyerek omuz silkip masum masum bana bakmasıyla, gülmek istedim. Lakin tek yaptığım dudaklarımı birbirine bastırıp koşmaya devam etmekti. " Behlül desan, kafasi beş karuş havada. Cümaliyle Azmi desan, kari kiz düşürma derdunde. Omar desan hep bir dertli, hep bir kara bulutlar. Asena desan... Dema ona bir şey. Ha komutan dersan, o olur. Arada geliyi eğleniruk. Ama bugünlerda bir ben bir de Rabbum biliyi, haluni." Diyerek yandan yandan bana bakmasıyla ne demek istediğini anlıyordum, lakin sorgulamadım. Çünkü o da biliyordu derdimi. " Ben da sana kaldum, ne yapayim?" Diyerek son kez bana baktı ve bir anda fişek olup uçtu önümden. Ne ara bu kadar hızlandığını anlamasam da ona yetişmeye çalıştım, lakin bir türlü yetişemedim. Aramızdaki mesafeyi öyle bir açmıştı ki, ona yetişmek mümkün dahi değildi. Eğer ki uzun süredir antrenman yapıyor olsaydım, onunla eş değer bir hızda olabilirdim. Lakin uzun süredir bu işlerin içinde değilim. Dolaylı olarak da o kadar hızlı koşamıyorum.
Parkur sona ererken, ağaca yaslanmış vaziyette bana gülerek bakan Tarık abiye çevirdim bakışlarımı. Nefes nefese yanına vardığımda, kendimi direkt sırt üstü çimenlere attım. Gözlerimi kapatırken, soluklarımı düzene bindirmeye çalışıyordum. Tarık abi ise, sanki bu ufak çaplı antrenmanda hiç yorulmamış gibi, solukları düzenliydi ve tepemde dikilmiş bana gülüyordu.
" Ne o kız, yoruldun mu?" Diyerek alaya vurmasıyla, gözlerimi açıp dik dik gözlerine baktım. " Paslanmışsın sen." Dediğinde ona gözlerimi devirerek diğer tarafa baktım. " Bak bak bak, hareketlere bak! Abine göz mü devirdin kız sen?" Diyerek ayağının ucuyla beni dürttüğünde, omzumu silkerek odaklandığım yere baktım. " Ula insan bir suratıma bakar!" Dediğini umursamadan, Behlül ve Asena'ya daha dikkatli baktım. Behlül bir şeyler anlatıyordu, Asena ise onu başından savmak için türkü şeyler yapıyordu. " Ölüm var, kalım var. Bak belki yarın yüzümü göremezsin." Tarık abinin dudaklarından dökülen kelimeyi duyduğum an, odağımı Behlül ve Asena'dan çekip Tarık abiye çevirdim. " Ne diyorsun abi?" Uzandığım yerden kalkarken, hafif çatık kaşlarımla, " Allah korusun. Alma şu kelimeyi ağzına." Dedim ve tam karşısında durdum. O ise bana sadece güldü.
" Bazen Asker olduğumuzu unuttuğunu düşünüyorum bacım." Dedi ve omzuma doğru düşen toplu saçlarımı geriye attı. " Mesleğimizde ölüm var, kalım var. Biliyorsun bunu." Dediğinde, yüreğime binen korkuyla birlikte yutkundum. " Deme şöyle, abi. Sen hep benim yanımda olacaksın." Yeşil gözlerini gözlerimde tuttu bir süre abim. Daha sonra dudaklarında silik bir tebessümle, " Evet, ben hep senin yanında olacağım." Dedi. O zamanlar bahsettiği şeyin, ölsem bile yanında olucam, demek olduğunu bilmiyordum. Öğrendiğimdeyse, zaten dünyam başıma yıkılmıştı...
" Hadi gel bir bardak çay içelim." Diyerek muhabbeti dağıtmaya çalıştığında, ona ayak uydurarak yanından ilerlemeye başladım. " Ama bu sefer çayları ben yapmam, abi." Diyerek hafif sitemli çekilde güldüğümde, " Bu sefer çaylar abinden, güzelim." Dedi ve göz kırptı. " Hakiki Karadeniz çayı nasıl oluyormuş, öğren." Dediğinde, sabır çekerek ilerlemeye devam ettim. Tarık abi ise bana bakıp bakıp güldü. Sanki komik bir şey vardı!
Kantine girdiğimizde, çay ocağındaki görevliyi dışarıya yollayıp, kendisi geçti tezgahın başına. Daha sonra demliği eline alıp çayı demlemeye başladı. Bende askerlerin olmadığı, daha boş bir köşeye geçip Tarık abiyi bekledim. Bakışlarım camdan dışarısındaydı. Az önce Behlül ve Asena'nın olduğu yöne baktığımda, onları göremedim. Yalnızca Behlül, banka oturmuş, başını yere doğru hafifçe eğmiş bir şekilde düşünüyordu. Onun Behlül olduğunu, sarı saçlarından anlamıştım. Ona da üzülüyordum. Her defasında Asena tarafından yüz üstü bırakılıyordu. Yüzünün güldüğü anlar nadirdi, güldüğündeyse samimi bir gülüş mü yoksa mecburi bir gülüş müydü, emin olamıyordunuz.
Derin bir ahı ciğerlerime çektiğim sırada, dev bir endamın Behlül'ün yanına oturduğunu gördüm. Behlül hızla oturduğu yerden kalkarken, yanındaki kişi sadece bir bakışı ve dudaklarından dökülen bir kelimeyle, Behlül'ü kalktığı yere geri oturttu. Evet, o endamın sahibi Tuğrul'du. Behlül, kalktığı yere çekinerek otururken, az önceki gibi omuzları düşük değil dikti. Üslerinin yanında omuzlarını düşürmemeye özen gösteriyordu. Ki, olması gerekende buydu. Onun omuzları, yalnızca yalnız iken düşüyordu. Umuyordum ki, bundan sonra yalnızken de omuzları düşmezdi.
Tuğrul'un yalnızca güneşten kavrulan koyu kahve saçlarını görüyordum. Bu aralar saçları biraz uzamıştı ve kestirmiyordu. Lakin yakın zamanda kestireceğine emindim. Oturduğu yerde Behlül ile konuştu, Behlül ise sadece dinledi. Bir ara elini omzuna atıp hafifçe sıktı ve geri çekti. Ben onları izlemeye devam ederken, Tarık abi yanıma geldi. " Nereye daldın?" Sesini duyduğum an, kafamı Behlül ve Tuğrul'dan çekip Tarık abiye çevirdim. Dudaklarımda silik bir tebessümle, bana uzattığı çay bardağını elinden aldım ve önüme koydum. O ise benim az önce baktığım yere baktı. Daha sonra o da benim gibi bardağını masaya bırakıp sandalyesini çekti ve oturdu. Kısa bir süre daha onlara baktıktan sonra, gözlerini bana çevirdi ve, " Ne yapmayı düşünüyorsun?" Dedi. Gözlerimi ondan çekip bardağıma çevirdim ve düşünmeye başladım.
Bende bilmiyordum. Çizginin dışında ilerliyorum ve bu yol beni nereye götürecekti, bende bilmiyordum. Her şeyi oluruna bırakmak istiyordum, lakin yapamazdım. Öncesinde bazı görevlerimi yerine getirmem gerekiyordu. Bu görevimi yerine getirdikten sonra, belki bir şeyleri oluruna bırakabilirdim. Lakin bunu yapar mıydım, tam emin değilim.
" Çok da düşünme, güzelim. Zira fazla düşünce, insanı bataklığa sürüklüyor." Abim haklıydı. Ne kadar çok düşünüyorsam, bir o kadar da bataklığa sürükleniyor gibi oluyordum. Kafamdaki sesler dur durak bilmeden birbirine karışıyor, beni yıpratıyordu. Düşünmek beni yoruyordu. " Ne yapacağımı bilmiyorum abi." Diyerek bakışlarımı bardağımdan çektim ve Tarık abinin gözlerine baktım. " Kafam o kadar dolu ki, hangi yöne gitsem yanlış geliyor. Bir sorun çıkıyor... Bende bilmiyorum ne yapacağımı." Tarık abi bana şöyle bir baktıktan sonra, bakışlarını camdan dışarıya çevirdi ve oraya bakmaya başladı. " Onun hakkında ne yapacaksın?" Diyerek çenesinin ucuyla karşı tarafı işaret ettiğinde, gözlerimi camın ardında görünen Tuğrul'a çevirdim. Behlül yanından gitmişti ve tek başına oturuyordu. İki elini ensesinde kavuşturmuş sıvazlıyordu. Omuzları dikti, lakin sırtında görünmeyen bir kambur vardı. Bu kambur, onun dertlerini yüklüyordu. Ona ağır gelen bir kamburdu. Belki de o kamburun içindeki dertlerden biri, bendim...
" Ne düşünüyorsun onun hakkında?" Tarık abinin şuan bana baktığını hissedebiliyordum, lakin bakışlarımı Tuğrul'dan geriye çeviremiyordum. " Fazlaca bitkin." Dudaklarım bu kelimeyi dile dökerken, Tarık abi bir kez daha konuştu. " Peki sen, onun hakkında ne hissediyorsun?" Dudaklarımdan, hiç beklememe gerek kalmadan, " Kırgınım." Kelimesi döküldü. Çünkü evet, kırgındım. Kalbim kırılmıştı, göğsümde bir sancı vardı ki adı Tuğrul'du. Öyle basit bir sancı değildi ki çabucak geçsindi...
" İnsan sevdiğine kırılır, Laçin." Bakışlarım Tarık abiyi bulduğunda, dudaklarında koruduğu tebessümüyle bana baktığını gördüm. " Sen onu sevmeseydin, ona kırılmazdın." Gözlerini kısa bir an çayına çevirdi ve, " Onu affetmek istiyorsun ama nasıl affedeceğini bilmiyorsun, öyle değil mi?" Gözlerini tekrar bana çevirip soran gözlerle baktı, gözlerime. " Ufacık bir şey olsa da onu affetsem, diyorsun. Öyle değil mi?" Bazı düşüncelerimi yüzüme vurmasıyla, öylece kalakaldım karşısında. " Sizi cidden anlamıyorum." Dedikten sonra, önündeki çayı tek seferde kafasına dikti. Şaşkın şaşkın, su içer gibi çayı tek seferde içişine bakarken, beni umursamadan ayağa kalktı ve kendine bir bardak daha çay doldurup tekrar yanıma geldi. " Madem ki ikinizde seviyorsunuz, ikinizde âşıksınız, oğlum o zaman ne diye birbirinizi kırıp duruyorsunuz! Ne bu birbirinizden uzaklaşma çabanız!" Bana sinirli sinirli söylenmesiyle, sessizce yerime sindim. Bir anda bu şekilde patlamasını beklemiyordum.
" Rabbum vermiş size bir ömür, ha bir sevda da bahşetmuş. Siz ne içun ha boyle birbirinuzden uzaklaşiyisiniz, ben anlamiyim." Eliyle camdan dışarısında görünen Tuğrul'u gösterdi ve, " Ha bu fişki yiyen da aynı poktur. Ula hangi birinuz deduğumi dinleyecesunuz, bilmiyim. Ha Tarik kimdur ki? Ha diş kapinun mandali, ha Tarik. Ne fark ediyi?" Bir süre sonra kendine hakaret etmeye başlamısıyla, " Estağfurullah abi, o nasıl söz öyle?" Dedim teessüf edercesine. Onun bana cevabı ise ters ters bakmak olmuştu. " Sağa şurdan bir çarparum Laçin, görürsun nasil sozdur. Ula lafımı dinlediğunuz mu var da, bir de estağfurullah diyin!" Bana gerçekten vurmayacağını biliyordum, lafın gelişi dile getirmişti. " Ha ben diyim, birbirinuzun gönluni kirmayin. Bir kalp kiriği demek, bin Kabe demektur diyim ama beni dinleyen kimdur?" Çayından sert bir yudumu içip ayağa kalktı. " Ha bak yine celellendum." Sandalyesini geriye çekerken, kantinin içinde gezdirdi gözlerini. " Cümali neredur? Bulun bana o fişki yiyeni da, bacuma bakmak ne demekmuş göstereyum ona!" Bir anda yanımdan hızla kaybolup gitmesiyle, olduğum yerde kalakalmıştım.
Bildiğim kadarıyla, yıllar evvelsinde Cümali, Tarık abinin kız kardeşi Serçe'ye çıkma teklifi etmişti, Serçe ise kabul etmemiş, tam aksine abisine söylemişti. Tarık abi ise o gün bugündür canı her sıkıldığında kardeşini bahane ederek Cümali'yi ringe çıkarıp dövüyordu.
Tarık abinin arkasından bakarken çok değil, iki ay sonra ona veda edeceğimi bilmiyordum... Bu anılarımızı hasret ile anacağımdan habersizdim...
ŞİMDİKİ ZAMAN
BİR HAFTA SONRA
" Uyan, kardeşim." Bir elim Behlül'ün soğuk elinin üzerindeydi, diğer elim ise karnımdaydı. Sanki bebeğimi hiç kaybetmemişim gibi, elimle hep karnımı koruyordum. " Herkes gitti benden, sende gitme..." Sesim titrerken, gözlerime akın eden yaşları geriye ittim. " Abim gitti... Bebeğim gitti..." Boğazıma kadar gelen hıçkırığı yutup, gözlerimi yumdum. " Herkes gitti Behlül... Kimsesiz gibi hissediyorum... Ne Tuğrul var, ne de başka biri... Seni de kaybedemem kardeşim... Ne olursun, ne olursun uyan." Bir hafta içerisinde hiçbir gelişme olmamıştı. Ne Tuğrul geri dönmüştü ne de Behlül uyanmıştı. Behlül'ün durumu kritikti, Tuğrul ise... Onun hakkında hâlâ bir haber alamamıştım. Tim ise tekrardan dağlara çıkmıştı. Tarık abinin acısını yaşayamadan, kendilerini dağlara vurdular. Güçsüz düşmemek adına, ağlamadılar. Acılarını yuttular. Bir ben, bir Behlül kalmıştık artlarında.
Amcam ve kuzenlerimde hâlâ buradaydı, lakin benim büyük bir parçam, yanımda değildi. Maysa geliyordu bazen yanıma, bazen Dilruba, bazen ise Babamın tim arkadaşları ve onların eşleri. Ama dedim ya, etrafım insan dolu olsa da, benim büyük bir parçam kayıptı, yoktu. Bebeğim de gitmişti benden... Abimin gidişi yetmezmiş gibi, bebeğimde gitmişti benden. Ben ne yapacaktım? Kayıp üstüne kayıp veriyordum. Psikolojim iyi durumda değildi. Amcalarım psikolojik destek almam için beni zorluyordu, lakin içimden hiçbir şey yapmak gelmiyordu. Zira kardeşim bu haldeyken, Tuğrul'un durumunu bilmiyorken, ben nasıl kendimi toparlamanın bir yolunu bulurdum? Her yol sonuçsuz kalacaktı, biliyorum.
Gözlerimi hafif aralayıp, Behlül'ün buz gibi olan tenine baktım. Sarı saçları cansızdı. Mavi gözlerini ise göremiyordum. Yüzünde her zamanki gibi bir tebessüm yoktu. Hissiz, ifadesizdi yüzü. Onu böyle görmek ise beni paramparça eden bir durumdu. " Lütfen, uyan artık. Sana ihtiyacım var..." Gözümden düşen tek damla ile birlikte yerimden kalktım ve hızla yoğun bakım odasından çıktım. Kapı önüne geldiğim anda, yüzümdeki maskeyi çıkartıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Duvarın dibine çöküp, iki elimi başıma koyarak hiç ağlamadığım kadar çok ağladım.
Şu bir haftada, hiç dökmediğim kadar çok yaş dökmüştüm. Her biri ise acıya gebe yaşlardı. Sanki şu iki yılda ne yaşadıysam, bir haftada döküveriyordum içimden. Bundan da nicesi, 28 yıllık hayatımda gördüğüm her bir acıyı, ilmek ilmek söküyordum bugünlerde. Canım acıdığındandı, bu yaşlar. Zira ilmekleri sökmek, deriden söküp atmak o kadar kolay değildi...
Dizlerimi kendime çekerek, başımdaki boneyi çıkartıp yere attım ve kafamı dizlerime yaslayarak, sessiz sessiz ağlamaya devam ettim. Kendimi o kadar güçsüz, bitkin ve yorgun hissediyordum ki... Tutunacak tek bir dalım yoktu... Tarık abi olurdu böyle zamanlarda yanımda. Tutardı elimden, kafamı yaslardı göğsüne, ağlamama izin verirdi. Saçlarımı okşar, ' Geçecek.' derdi. Şimdi o da yoktu. Kime sığınacaktım ben? Omar desen timle beraberdi. Behlül desen... Zaten hâl ve durumu ortadaydı. Tuğrul desen, kayıplardaydı. Yaşıyor mu, o bile bilinmiyordu. Kime sığınacaktım ben?
" Laçin." Bir erkek sesinin adımı andığını duydum, lakin yanlış duymuş olduğumu düşünerek kafamı kaldırıp bakmadım. Onun yerine daha çok sarıldım bacaklarıma ve kendimi sakladım. " Laçin?" Bu sefer ses daha yakından gelmişti, lakin kulaklarımı o kadar dış dünyaya kapatmıştım ki, sesin sahibi kimdi, bilmiyorum. " Güzelim ne yapıyorsun burda?" Elini omzuma attığında, irkilerek geri çekildim ve sırtımı daha da duvara yasladım. " Korktun mu benden?" Diyen ses daha net geldiğinde, dolu olan gözlerimi kaldırıp yukarı baktım. Karşımda bir çift kehribar göz gördüğümde, dudaklarım titreyerek, " Alp." Dedim ve bir bir akıttım yaşlarımı. Alperen ise sanki bir facia ile karşı karşıyaymış gibi yüzüme bakakaldı.
" Sana ne olmuş böyle?" Sesi dehşet içinde çıkıyordu. Sanki beni böyle görmek onun içini yakıyormuş gibi direkt iki dizinin üstüne çöktü ve karşımda durdu. Daha sonra elini kaldırarak, yüzüme düşen saçlarımı kulağımın arkasına koydu. " Ne bu hâlin, ne oldu sana böyle güzelim benim?" Onun da gözleri hafiften dolmuştu. Sanki beni böyle gördükçe, onun da canı yanıyor, onun da ruhundan parçalar eksiliyormuş gibiydi. " Alp." Diyerek hıçkırdığımda, direkt beni göğsüne çekti ve, " Şş, şş tamam bir şey yok. Geçti güzelim, hepsi geçti." Diyerek omzuma düşen saçlarımı okşadı.
Evet, saçlarımı kesmiştim. Hem ağabeyim, hem bebeğimi kaybetmişken, bedenime ağır gelen bu saçları kesmem gerekiyormuş gibi hissetmiş ve kesmiştim saçlarımı. Daha da kesecektim, lakin tam o sırada amcam banyoya girmiş ve makası elimden almıştı. Lakin saçımın bazı yerlerinde kısa tutamlar vardı. Düzgün ve eşit değildi saçlarım. Hele ki uzun, hiç değildi. Zira artık bu saçları uzatabilir miydim, bilmiyorum. Tek sebebi ağabeyim ve bebeğim değildi elbet. Her bir acıma gebe kalmıştı bu tutamlar. Sevilmemiş, hep acıyla yoğurulmuşlardı. Seven biri vardı, Tarık abimdi o da şüphesiz. Lakin abim de yoksa artık, ne diye uzun kalacaktı saçlarım?
" Seni böyle görmeye dayanamıyorum." Diyerek saçlarımı okşamaya devam etti, Alp. " Yıllar oldu, bir kez olsun iki dizinin üstüne çöktüğünü görmedim. Şimdi ise... Ah, Laçin ah." Dedi ve kafamı göğsüne daha da yasladı. Ben ise bir kez daha hıçkırdım göğsünde. Zira tek yapabildiğim şey, ağlamaktı. Daha fazlası elimden gelmiyordu. Bir şeyler yapmak istesem dahi, elimden gelmiyordu...
Herkes bir bir hayatımdan çıkarken, yapabildiğim tek şey güçsüz, pasif bir kız olup ağlamaktı.
2 HAFTA SONRA
Yatağımda uzanmış, koluma serum takan hemşireye bakıyordum. Bugünlerde fazlasıyla atak geçiriyordum. Bu nedenle de doktorlar beni sürekli uyutuyorlardı. Mesela bu hemşire, birazdan koluma uyumam adına iğne yapacaktı. Ben ise boş gözlerle sadece bu yaptığını izleyecektim. Şu iki hafta da zaman algımı da yitirmiştim, çünkü zamanımın büyük bir kısmı uyku ile geçiyordu. Kimi zaman ise yemek yemem ve kişisel ihtiyaçlarımı gidermem adına uyandırıyorlardı. O zamanlarda ise uyuşuk bir hâlde oluyordum. Bilincim açık oluyordu lakin beynim hiçbir şeyi algılayamıyordu. İhtiyaçlarımı giderirken bile kafam yerinde olmuyordu.
Dün uyandığımda, yanı dibimde Maysa'yı görmüştüm. Avuçlarımın arasına, yarısı kırılmış bir künye bırakmış ve birkaç bir şey söylemişti. Lakin ben künyenin üzerindeki ' Tuğrul ' ismini gördükten sonra, Maysa'nın ne dediğini algılayamamış ve bir kriz daha geçirmiştim. Maysa o krizimi dindirmeye çalışsa da, kriz esnasında o da yara almıştı. Hatırladığım son şey doktorların gelip beni iğneyle uyuttuğuydu. Ve tabii avucum arasındaki künyeyi almaya çalışmalarıydı. Lakin kriz esnasında avucumu öyle bir sıkmıştım ki, o künyeyi alamamışlardı. Ama uyuduğumda benden almış, komodinin üzerine bırakmışlardı. Uyandığım zaman, avucumun sarılı olduğunu da görmüştüm. Künye avuçlarım arasındayken, sıktığım için yara yapmıştım elimi.
" Bugün nasılsınız, Laçin hanım?" Bunu soran hemşireye boş gözlerle baktım. Lakin o, yüzündeki sahte gülümsemesiyle gözlerime bakmaya devam etti. Ben ise onun aksine gözümü diğer tarafa çevirip, ağzımın içinde geveledim cümlelerimi. " Bir şey mi dediniz?" Diyerek bana sorsa da ona cevap vermeden, hasta koltuğuna baktım. Ne yapacaksa bir an önce yapmalı ve defolmalıydı buradan.
" Bir dahaki uyanışınızda, duş alacaksınız." Dedikten sonra arkasını dönüp gitti. Artık ne yapıp yapmayacağıma bile onlar karar veriyordu. Benim bir iradem yok muydu?
2 AY SONRA
Camdan dışarıya bakarak, bu türküyü dile getiriyordum. Dudaklarımda ise küçük bir tebessüm vardı. Lakin bu tebessümün sebebi neydi, bilmiyorum.
Yaklaşık 1 aydır bu beyaz renkle döşeli odada kalıyordum. Burası neresi, bende bilmiyordum. Bildiğim tek şey, Tuğrul'un arada bir beni ziyarete gelişiydi. Ha bazen de Behlül ve Omar geliyordu. Amcamlar falan da geliyordu ama hemen gidiyorlardı. Bu beni çok üzüyordu.
Dudaklarımdaki tebessüm silinirken, gözlerim dolu dolu yan tarafıma döndüm ve, " Görüyorsun değil mi abi? Bir hafta oldu ama hiç biri gelmedi." Dudaklarım titrerken, Tarık abinin bana gülümseyen yüzüne baktım. " Yanlış hatırlıyorsun. Dün geldiler ya." Bunu dediğinde, bir elimi çeneme koyarak düşünmeye başladım. Sahiden gelmişler miydi?
" Ama Tuğrul gelmedi." Gözlerim dolu dolu Tarık abiye baktığımda, " Tuğrul hiç gelmedi ki Laçin..." Dedi bana, yüzündeki tebessüm kaybolurken. Gözlerimden direkt yaşlar süzülürken, " Yanılıyorsun abi, geldi. Hatta bak bana bu gülü verdi." Diyerek masanın üzerindeki vazoyu gösterdim. Lakin vazonun içinde bir gül olmadığını görmemle, yüzümdeki tebessüm soldu. Hızla ayağa kalkarken, Tuğrul'un bana verdiği gülü aramaya başladım. "Gülüm nerde. Burdaydı." Tarık abiye döndüm, " Gerçekten burdaydı, abi." Dedim korku dolu sesimle. Tarık abi ise gülümsedi, " Tuğrul ve Behlül hiç gelmedi, Laçin." Daha sonra elini kaldırıp kendisini gösterdi, " Ben bile gerçek değilim kardeşim." Sesi yavaş yavaş uzaklaşırken, kafamı iki yana sallayarak onu ret ettim. " Hayır, hayır sen yaşıyorsun. Tuğrul da geldi, o da burdaydı." İki elimi kafama koyarak odanın içinde tur atmaya başladım.
" Hayır Laçin, ben zihninin ürettiği bir figüranım, bunu biliyorsun..." Sesi git gide uzaklaşıyordu, " Hayır, hayır, hayır. Yalan söylüyorsun." Diyerek başımı iki yana salladım hızla. " Sen yaşıyorsun. Ölmedin. Yaşıyorsun." Odanın içinde hızla git gel yapmaya başladığımda, Tarık abi, " Beni unutmamak için kafanda yeni bir ben yarattın Laçin..." Dediğinde, masanın üzerindeki vazoyu alıp ona doğru fırlattım. " Sus artık! Yalan söylüyorsun, sus!" Diyerek bağırdığımda, odaya birisi erkek iki kişi girdi. Hızla kendimi duvara doğru sakladığımda, " Gelmeyin!" Diyerek bağırdım ve iki dizimin üstüne çökerek yüzümü kapattım. " Gelmeyin, dokunmayın!" Diyerek bağırmama rağmen, biri bir kolumdan, diğeri ise bir kolumdan tuttu. Yüzüm açığa çıktığında, elinde iğne olan biri, " Yatağa yatırın." Dedi. İki kişi beni zorla yatağa doğru ilerlettiğinde, yatağa uzanmamak adına diretiyordum. Lakin en sonunda kaybeden ben olmuştum.
Ellerimi ve bacaklarımı yataktaki kelepçeyle kilitlediklerinde gözlerimden yaşlar bir bir aktı. " Bunu bana neden yapıyorsunuz?" Gözyaşlarım ardı arkası kesilmeden akarken, bilincimin şuan yerinde olduğunun farkındaydım. Lakin yaptıkları iğne sonucunda, tekrardan karanlığa hapsolacaktım. " İyileşmeniz için Laçin hanım." O iki haftanın sonunda çok şey olmuştu. Halüsinasyonlar görmeye başlamıştım ve bunun farkındaydım. Kimseye söylememe taraftarıydım, lakin bir gün Adem beni, Tarık abinin hayali ile konuşurken görmüştü ve olanlar olmuştu.
2 aydır bu akıl hastanesindeydim. Durumun iyiye gitmesi gerekirken, daha da kötüye gitmişti. Onlardan uzak olmak, bana zarar veriyordu. Lakin farkında değildiler. Beni buraya tıktılar ve arkalarını dönüp gittiler. Onlar olmadıkça daha çok halüsinasyon gördüm ve zaman kavramımı yitirdim.
5 AY SONRA
Gözlerim karşımdaki duvarda oyalanıyordu. Suratımda ise hiçbir ifade yoktu. Öyle boş boş bakıyordum karşımdaki duvara. Yine yatağımdaydım ve yine ellerim ve bacaklarım kelepçeliydi. Yalnızca kafamı oynatabiliyordum, lakin bunu bile yapmaya takatim kalmamıştı artık. Hiçbir şey yapasım gelmiyordu, canlı bir bedenin içinde, ölü bir ruha dönüşmüştüm.
Kapının aralandığını duyduğumda bile gözlerimi bir an olsun duvardan ayırmadım. Boş boş bakmak dışında bir şey yapmadım. Sonra bazı adımlar duydum bana doğru gelen. Lakin yine de umursamadım hiçbir adımı. " Çok yaklaşmayın beyefendi, bu sıralar fazlasıyla saldırgan." Diyen bir kadının sesini duyduğumda, gülmek istedim. Lakin dudaklarımı kıpırdatacak takatim olmadığından onu bile yapamadım. Bakışlarım sadece duvardaydı.
" Laçin." Duyduğum ses tanıdıktı, lakin kime aitti bilmiyorum. " Beyefendi yaklaşmayın!" Kadın resmen bağırırcasına konuşuyordu. Lakin gelen kişi her kim ise, o kadını umursuyor gibi durmuyordu. " Hanımefendi susup odadan çıkar mısınız?" Sesini duyduğum kişi bunu dedikten bir iki dakika sonra odanın kapısı açıldı ve ardından kapandı. " Kardeşim?" Bu sesi duyduğumda, hızla gözlerim doldu. Yine mi halüsinasyon görüyordum? Yine mi Tarık abi gelmişti?
" Yeter artık, abi." Dedim kuruyan boğazımı zorlayarak. Zira geçirdiğim krizlerden sonra boğazım iyice tahriş olmuştu. Zar zor çıkıyordu sesim. Dahası vücudumun bir çok yerinde, kendi tırnaklarımla açtığım yaralar vardı. Yüzümde bile... Bunu görmüyordum, lakin hissediyordum. Geçen ay geçirdiğim krizde aynayı parçalamış ve kendimi öldürmeye kalkışmıştım. O günden beri odama kesici olan tek bir aleti bile sokmuyorlardı.
" Bari bugün... Ne olursun abi, bari bugün aklımla oynama..." Gözlerimden yaşlar akmaya devam etti. Tarık abinin halüsinasyonu artık ilk günlerdeki gibi değildi. İlk zamanlar zararsız halüsinasyonlar görüyordum. Lakin sonradan bu halüsinasyonlar bana zarar vermeye başlamıştı. Öyle ki, beni intihar etmeye meylediyordu bu halüsinasyonlar... Ki bir kez değil, birçok kez intihar teşebbüsüm olmuştu... Zira kafamdaki sesleri ve görüntüleri başka nasıl susturabilirdim, bilmiyorum.
" Laçin." Bir kez daha sesini duyduğumda, hıçkırarak ağlamaya başladım. " Abi." Dediğim sırada, yatağıma eğilip sarıldı bana. İlk kez böyle oluyordu. Daha önce hiçbir halüsinasyon bana sarılmamıştı. Ve bu sarılış, çok gerçekçi bir sarılmaydı. Bana dokunan kişinin tenini hissedebiliyordum. Başımı hafif çevirip baktığımda, sarı saçlarla karşılaştım. Kalbim hızla çarparken, " Behlül." Dedi dudaklarım. Tarık abi de sarışındı, lakin ikisi arasındaki fark, Behlül'ün saçları sarı, Tarık abinin ise kumralımsıydı. " Ne olmuş sana böyle?" Diyerek geriye çekildiğinde, yüreğimdeki heyecanla birlikte kalkmaya çalıştım. Lakin kelepçeler ne kalkmama yardımcı oluyordu, ne de Behlül'e sarılmama.
" Yaşıyorsun." Dedim yaşlarım bu sefer mutluluktan akarken. " Yaşıyorum... Ama sen ölmüşsün." Dedi suratıma bakarak. Yüzümdeki yaralara baktı, üzerime giyilen hasta önlüğünde açık kalan vücudumdaki yaralara baktı. Eskisine nazaran biraz uzamış, lakin hâlâ yamuk yumuk olan saçlarıma baktı. Ve bileklerim ile ayaklarımdaki yaralara baktı. " Nasıl bu hâle geldin sen?" Dediğinde, hıçkırıklarım doldurdu odanın içini. Derin bir ah çekti ciğerlerine ve, " Seni buradan çıkaracağım." Deyip ani bir öfkeyle arkasını döndü ve gitmeye başladı. " Gitme!" Diyerek haykırdım, lakin duymadı beni ve odadan çıkıp gitti. Ben ise, yine bir başıma kaldım bu odada...
3 AY SONRA
Yine camın önündeydim. Lakin bu sefer vakit, bir gece vaktiydi. Avuçlarım arasındaki yüzük ve künyeye bakıp tebessüm ettim. Elimde, Tuğrul'dan geriye, sadece bunlar kalmıştı. İlk günden beri, bu ikisini saklamak için büyük çaba sarf etmiştim. Annemin kolyesi boynumda asılı olduğu için onu benden almışlardı. Kolyemi koruyamamıştım, lakin bu künye ve yüzüğü koruyacaktım... İlk günlerde göğsüme koyarak saklamıştım, bu ikisini. Kimse alamasın diye, çok nadir duş alıyordum. Çünkü biliyordum ki, ben duşa girdiğimde odamı kontrol ediyorlardı. Öyle anlarda ise, yatağımın içinde açtığım deliğe koyuyordum bu ikisini. Çarşafı da üzerine örtüyor, sonra duşa giriyordum. Kendimi avuttuğum yalnızca şu iki eşya kalmıştı. Bunlar da olmazsa, ne yaparım bilmiyorum.
Künyeyi dudaklarıma götürüp öptüm. Mabedime yasladım. Yüzüğümü ise avuçlarım arasında hapsettim. Gözlerim tekrardan dışarının karanlığını gördüğünde, bu yabancı ilin karanlığına alışamadığımı fark ettim. Bir anda, Tuğrul'dan kilometrelerce uzağa düşmüştüm. Yabancı bir il, yabancı insanlarla doluydu etrafım. Sevdiklerim ise eskisi kadar gelip gitmiyordu. İyice yalnızlaşmıştım burada.
Eskisi kadar sık halüsinasyon görmüyordum, lakin halüsinasyon gördükçe kriz geçiriyordum. Tam bedenim ve yüzümdeki yaralar iyileşti diyorken, yeni bir kriz geçiriyordum ve yaralarımın üzerinde bir yara daha oluşuyordu.
Ruh sağlığım hiç iyi durumda değildi. Artık bedeni durumumu geçmiştim. Bedenimde evet, yaralar vardı lakin bunu umursamıyordum. Ruh sağlığım, aklım ise... İşte onların hali bir çareydi.
1 YIL ÖNCE
Yazardan...
Behlül, uzun süren sancılı bir dönemin ardından uyanmıştı. İlk bir ay kimse ona Tarığın şehit düştüğünü, Tuğrul'un kayıplarda olduğunu söylememişti. Lakin Behlül, yavaş yavaş bazı şeyleri fark etmeye başlamıştı. Ve soruyordu. En nihayetinde ise, bir gün olan biten her şeyi öğrendi. O an dünyası başına yıkıldı zannetti. Lakin bu daha hiçbir şeydi... Laçin'in basit doz da dahi olsa şizofreni olduğunu henüz bilmiyordu. Öğrendiğinde ise, bir kez daha sarsılmıştı. Şimdi ise Alay Komutanlığı'ndaydı. Ve uyandıktan sonraki ilk görevini gerçekleştiriyordu.
Asena, Behlül dışında kimse ile konuşmamak konusunda çokça ısrar etmişti. Birçok acıya maruz kalmıştı, lakin yine de konuşmuyordu. Konuşmak istediği tek kişi, Behlül'dü. Gerçeklerini ilk önce onun öğrenmesini istiyordu.
Şimdi ise, bu iki kişi birbirinin gözünün içine bakıyordu. Behlül'ün üzerinde üniforması vardı, Asena ise kan revan haldeydi. Asena, Behlül'ü gördüğü anda, dudaklarında silik bir tebessüm oluştu. Onu sağlam görmek, Asena'yı mutlu etmişti. " Hep kaçacaksın sanmıştım." Diyerek ilk konuşmayı başlattı Asena. Behlül ise yüreğindeki ateşe rağmen, buz gibi gözlerle baktı Asena'ya. " Türk Askeri kaçmaz, Asena. Hep, tam şuanki gibi karşındadır. Bunu çok iyi biliyorsun." Diyerek dikti gözlerini, Asena'nın gözlerine. Asena ise, gözlerine hücum eden yaşları geriye itti ve burnunu çekerek diğer tarafa baktı. Bir süre boyunca sessiz kaldı Asena. Daha sonra, üslerin onları izlediğini bilerek, hiçbir şeyi umursamadan konuştu.
" Bir tek sen sorguladın." Behlül'ün kaşları çatılırken, Asena devam etti. " Bir tek sen, ' Saçların neden bu kadar kısa?' diye sorguladın." Gözlerini Behlül'ün gözlerine çevirdi ve devam etti. " Saçlarımı uzun sevmediğimden değil, babamı kaybettiğimden hep kısaydı bu saçlar." Dedi ve gözünden bir damla düştü. Behlül, Asena'nın ne demek istediğini anlamıyordu. " Siz benden babamı aldınız. Henüz 16 yaşındaydım!" Asena'nın bağırışı Behlül'e değildi. Behlül'de bunu biliyordu. " Biz ailemizden birini kaybettik mi, saçlarımızı keseriz. Bir daha da uzatmayız. " Asena'nın dudaklarında büyük bir tebessüm belirdi. " Asena!" Dedi gülerek. " O kızın adı da Asena'ydı." Yüzündeki tebessüm anında yok olurken, " Babamı vuran kız." Dediğinde, Behlül anlamazca suratına baktı. " Sizi en çok, kendi adınızla vurmak yakışırdı bana." Yüreğindeki acıyı örtbas ederek devam etti cümlelerine. " O adı taşıdığım her anda, bana bu adla seslendikleri her anda kendimden iğrendim. Kusmak istedim." Behlül'ün yüreğindeki azap giderek artıyordu. Asena ise, ondan nefret etmesi adına bir kez daha devam etti. " Sen ise beni sevdin." Dedi küçük düşürmek istercesine. Lakin yüreği aynı şeyi söylemiyordu, o da biliyordu. " Çocuk gibi peşimden koştun." Kahkahası sorgu odasını doldurdu. " Düşman kızına âşık oldun ve bunu hiç bilmedin, seni zavallı." Behlül'ün yanındaki eli yumruk olurken, Asena bilerek, ondan soğuması adına nefret dolu kurdu cümlelerini.
" Sorsana bir, adın ne diye?" Behlül boş gözlerle ona bakmaya devam ederken, " Sormayacak mısın?" Dedi. Sormayacağını biliyordu. " Ben söyleyeyim." Behlül'ün gözlerinin içine bakarak, " Roni." Dedi. Behlül, ister istemez bu ismi içinden dile getirmişti. " Ben, siz askerleri hiçbir zaman sevmedim. Lakin bir Türk Askeri bana âşık oldu. Ne ironik, öyle değil mi?" Bu cümleleri kurarken, aslında canı yanıyordu. Çünkü kimseye itiraf etmese dahi, o da bir Türk Askerine âşık olmuştu. " Siz benden babamı, atamı, yuvamı almışken, ben intikamımı almam mı sandınız?" Diyerek konuştuğunda, Behlül suskunluğunu korumaya devam etti. Yılların birikmişliğini şuan dışarı döküyordu, ve döktüğü bu cümleler kayıt altındaydı. Bunu bilerek fazla konuşmaya lüzum görmüyordu. Zira konuşursa, çok kalp kırılacaktı. Behlül'ün en son isteyeceği şey, sevdiği kızın kalbini kırmak olurdu. Düşman dahi olsa, kalp kimi seveceğini seçmezdi.
Tabi şuanlarda aynı şeyi düşünüyor muydu, meçhul.
" Sizden biri gibi davrandım, bu iğrençti. Sizin gibi olmak istemem." Gözlerini kameraya çevirdi ve, " Buna daha fazla katlanmadığım için çok mutluyum. Şimdi beni istediğiniz yere tıkabilirsiniz." Behlül öylece baktı bu kızın yüzüne. Asena ise hatırlar gibi, " Siz katilsiniz." Dedi. " Türk Askeri bir katilden fazlası değil ve ben, bu katillerin arasından kurtulduğum için mutluyum." Son cümlelerini Behlül'ün gözleri içine bakarak kurmuştu Asena.
Behlül ise yüreğindeki azap ile birlikte yutkundu. Yanlış bir sevgiye emek vermişti. Yanlış bir sevgide çiçek açmıştı kalbi, lakin yine de başlamadan bitiriyordu bu ilişkiyi. Gönlü huzursuzdu yanlış kişiyi sevdiğinden, lakin mutluydu Asena'nın onu her seferinde ret edişinden. Tek bir söz dahi söylemedi, arkasını dönüp giderken, yalnızca, " Teşekkür ederim, Roni..." Dedi ve kapıyı kapatarak çıktı. Onun arkasından, Asena'nın gözlerinden bir bir aktı yaşlar, lakin bunu ne Behlül gördü, ne de başka biri.
Yanlış kişiye olan aşk, en büyük acı olsa gerek...
1 BUÇUK YIL SONRA
Yazardan...
Kopuk, Öktem ve Destan Timleri masada oturmuş, operasyon bölgesinin haritasını çıkarıyorlardı. Öktem Timinden Bilal ve Ecevit Komutan, ellerindeki kırmızı kalemle, riskli bölgelerin üzerini yuvarlak içerisine alıyordu. Fahri ve Ceyhun Komutanlar ise tahta üzerindeki zanlılar hakkında bilgi veriyordu. Kopuk ve Destan timi ise dikkatle kıdemlilerini dinliyorlardı.
Destan Timinden Yüzbaşı Acar, Ceyhun Komutanın gösterdiği şahsa bakarak, " Bu zamana kadar tek bir izi dahi bulunmamış bu kansızın, peki ya biz, onu nerede bulacağız?" Kenarda oturan Binbaşı Okan'ın dudaklarında bir tebessüm belirdi. " Tam olarak bunun için ajanlarımız var, Yüzbaşım." İçeriye Ajanlar girdiğinde, Tuğrul'un gözleri dikkatle ajanlara kaydı. Bu onları üçüncü görüşüydü. Az çok her birini tanıyordu. Lakin onların bu görevdeki yerleri ne olacaktı, muammaydı.
" Kopuk Tim'inden Tuğrul ve Adem, Destan Timinden Acar ve Agah." İsimleri sayılan kişiler, Fahri Komutan'a baktı. " Bahar ve Aldoza'nın eşliğinde, Suriye sınırlarında hazırlanan bir partiye katılacaksınız." Tuğrul'un kaşları hızla çatılırken, Fahri Komutan konuşmaya devam etti. " Askeriyemizde bulunan Üsteğmen Nesrin Ak ve Üsteğmen Cansel Nida Fevri de sizlere eşlik edecek." Bu dörtlü, kadın asker ve ajanlarında bu partiye neden katıldığını anlamlandıramıyordu. " Kadın askerlerimiz ve ajanlara gerek var mı komutanım?" Diyerek konuştu Acar. Fahri Komutan ise, " Konuk listesine adlarınız yazıldı bile. Çift olarak katılacaksınız."
Fahri Komutan gözlerini Aldoza'ya çevirdi. " Tuğrul ve Aldoza, ikiniz berabersiniz." Tuğrul rahatsızca yerinde kıpırdandı. Kimseyle çift olarak bir yerlere katılmak istemiyordu. Elbette göreviydi, mecburi yapacaktı. Lakin Laçin dışında biriyle çift gibi görünmek, onu rahatsız eden bir şeydi. " Bahar ve Acar. İkiniz berabersiniz." Bu iki kişi, tek bir itiraz dahi etmeden, başlarını hafif eğerek onaylamıştı. " Adem sen Nesrin Komutanla birliktesin, Agah sende Cansel Komutanla." İkisi de aynı anda başlarını önlerine eğdiklerinde, Cümali konuştu. " Komutanım, affedersiniz ama bizim görevimiz tam olarak ne?" Diyerek kalan kişileri gösterdi. Fahri Komutan ise ona gülümsedi. " Ajanlarımız, oranın birer adayları olarak görünüyor. Bunu bilin. Sizler ise gizli elemanlar olacaksınız." Dedi. Cümali boş boş oturmayacağı için mutlu olmuştu.
" Bu parti ne zaman olacak, Komutanım?" Diye soran Tuğrul, uzun zaman sonra ilk kez konuşmuştu. Zira 3 aylık bir komadan sonra, doğru dürüst konuştuğu görülmemişti. Dahası, Laçin'i ziyaret ettiği o günden sonra, daha az konuşmaya başlamıştı. Zihinsel olarak iyi durumda değildi, birçok kişi de bunun farkındaydı. " Önümüzdeki haftasonu, Yüzbaşı." Diyerek sorusunu cevapladı Fahri Komutan." Bilmemiz gereken başka bir şey var mı Komutanım?" Diye sorduktan sonra, yerinden kalktı. " Giyeceğiniz kıyafetleri biz ayarlayacağız. Bunun dışında bilmeniz gerekenler, şimdilik bu kadar." Tuğrul, asker selamı verdikten sonra, ona bakan kızı umursamadan toplantı salonundan çıktı.
Tuğrul bazı şeylerin farkındaydı. THK pilotunun gözünün üzerinde olduğunu biliyordu, lakin yine de umursamıyordu. Gönlünü yakan bir sevdası zaten vardı. Başka birini düşünemiyordu bile.
İçine çektiği derin bir ah ile birlikte Alay Komutanlığından dışarı çıktı. Önceleri Laçin'in sık sık oturduğu banka oturup, polarının cebinden sigarası ve çakmağını çıkarıp yaktı. Şu son bir kaç ayda, günde iki paket sigara bitirir hâle gelmişti. Laçinsiz hayatı darmadumandı. Ne bir şeylerden tat alabiliyordu, ne de hayatın zevkini yaşayabiliyordu. Yaşıyordu, farkındaydı. Lakin sanki ölmüş gibiydi yokluğu...
Tarığı kaybettiğini öğrendiği yetmezmiş gibi, sevdiğinin psikolojik olarak çökmüş olduğunu öğrenmişti. Sevdiğini ziyaret etmiş, onu tanıyamayışına içten içe ağıtlar yakmıştı. Yüzü solmuştu. Cildi bir ölünün ki kadar beyazdı, o parlak olan masmavi gözleri, ışığını yitirmişti. Tam deyimiyle bir deri, bir kemik kalmıştı. Saçları ise, neredeyse kalçasının altına gelecek kadar uzamıştı.
Laçin çok değişmişti, lakin bu değişim her bakımdan kötüydü. Tuğrul bir an için, o beyaz önlüğün içerisindeki bedeni tanıyamadı. Lakin kokusunu içine çektiği anda, anladı sevdiği olduğunu. Laçin o kadar çok değişmişti ki, Tuğrul tanıyamıyordu...
Bir dal sigarasını söndürüp yere atarken, ikinci dalı çıkarıp yaktı ve zehrini ciğerlerine çekmeye başladı. Doktor bazı günlüklerden bahsetmişti, lakin bunun ne olduğunu anlayamamıştı. Garip olan ise, bu defteri Laçin'in istediğiydi, lakin günlükte doktorların ona verdiğinden bahsediyordu. Bu da hem doktorların hem de Tuğrul'un kafasını karıştıran bir durumdu. Doktor, günlüklerin birer kopyasını alıp, orjinallerini Tuğrul'a vermişti. Lakin Tuğrul henüz okumaya çekiniyordu. İlk kez bazı satırları okumaya korkuyordu Tuğrul...
" Bir dal da ben alabilir miyim, Yüzbaşı?" Duyduğu sesi duymamazlıktan gelip, önüne eğdiği bakışlarıyla yeri izlemeye devam etti. Bu kızdan hiç hazzetmiyordu. " Duymadınız sanırım?" Diyerek muhabbet açmaya çalışması, Tuğrul'u sinirlendiriyordu. " Yüzbaşı-" dediği anda, Tuğrul dişlerinin arasından konuşarak, " Bir kez daha o kelimeyi söylersen, bu Komutanlıktan defolman için elimden geleni yaparım." Dedi. Zira ona yalnızca bir kişi, rütbesiyle seslenirdi. Ve o kişi de sevdiği kızdan başkası olamazdı. Bir tek onun ağzına yakışıyordu o rütbeyi dile getirmek. Bu kelimeyi başka kızlardan duyunca, Tuğrul'un midesi bulanıyordu.
" Pekâlâ, nasıl isterseniz Tuğrul Komutan." Dedi ve hiç sorgulamadan Tuğrul'un yanındaki boşluğa oturdu. Tuğrul rahatsız olduğunu belli edercesine kıpırdandı. Tam ayağa kalkıyordu ki, " Şu parti hakkında konuşacaktım." Diyerek söze girdi. Tuğrul ise ona bakmadı, lakin kulağı ondaydı. " Dinliyorum." Dedi kısa ama net bir cevapla. " Daha önce bu tarz görevlere katıldınız mı? Katılmadıysanız sizi bekleyen olası şeyleri söyleyebilirim?" Diyerek soran kıza cevap olarak derin bir nefesi ciğerlerine çekti. Hiç onun yüzüne bakmak istemiyordu lakin, gözlerini kıza çevirdi ve, " Birden fazla kez katıldım." Dedi. Karşısındaki kızın kalbi yerinden çıkacak gibi olsa da, onu umursamadan, " Başka soru?" Dedi. Aldoza ise, " Canınızı sıkan şey nedir? Yardımcı olmak isterim." Dediğinde, Tuğrul telefonunun ekranını açıp kızın gözlerine sokarcasına gösterdi. " Bana yardım edebilecek tek kişi, bu kız." Kilit ekranında Laçin'in fotoğrafı vardı. Aldoza bunu gördüğü an yüzü düştü ve kaşları çatıldı. " Daha fazla benimle muhatap olma ajan." Dedikten sonra telefonunu cebine koyup ayaklandı. " Laçin ile bir ilişkiniz mi vardı?" Dediğinde, Tuğrul omzunun üzerinden ona baktı. " Vardı değil, var." Dedi ve o kızı orada bırakarak ilerlemeye devam etti. Bu tarz insanları sevmiyordu. Yılışık geliyordu gözüne.
Elindeki sigarasını daha yarım haldeyken yere atıp botunun topuğuyla söndürdü ve ilerlemeye devam etti. Bugün yapacağı pek bir şey kalmadığından dolayı, Alaydan dışarı çıkıp arabasına doğru ilerledi.
Bugün, o günlükleri okuyacaktı.
Tuğrul Ganiev'den...
Yaklaşık bir saattir eve gelmiştim. Önümde üç defter vardı. Ve bu üç defterde de Laçin'in kalemi vardı. Onun yazdıkları, onun düşündükleri. Okumak istiyordum, lakin o kadar korkuyordum ki... Bu korkum ne diyeydi, bende bilmiyorum. Sadece yüreğimde ağır bir korku vardı, ve bende bunu hissediyordum.
Derin bir nefesi ciğerlerime çekip, viskimden bir yudum daha içtim. Bu aralar sigara ve içkiyle aram iyiydi. Sonunu bok götürecek kadar hemde.
Ellerimle yüzümü sıvazladım ve ilk defteri aldım elime. Bu ilk günlüktü. Ne kadar kötü olabilir diye düşünerek, ilk cümlelerini okumaya başladım.
GÜNLÜK
Sana ne demem gerektiği konusunda hâlâ çok kararsızım. Zira daha önce hiç günlük tutmadım. Bugün seni bana verdiler ve bir günlük gibi kullanmamı istediler. Neden böyle bir şey istediler, bilmiyorum. Sana ne yazmam gerekiyor, onu da bilmiyorum. Yani ben bir deftere ne yazılır, bilmiyorum... Hayatımı anlatmaya kalksam, aklım izin vermez. Kelimeler yetmez...
Ne anlatacağını bilmediği için, kısa tutmuştu ilk cümlelerini. Lakin tam da doktorun dediği gibi, bu defteri doktorun ona verdiğinden bahsetmişti...
Şaşırtıcı bir şekilde, iki gündür beni kelepçelemiyorlar. Hatta klasik yemekleri vermekten vazgeçtiler. Tatlı veriyorlar, bir şüpheye düşmedim değil. Ne oldu da, birden bire öğünlerde bile değişiklik oldu? Çok da sorgulamayıp, tatlımı yeme taraftarıyım.
Her gün bir şey yaz dedikleri için bunu yazdım. Yoksa sana bir şeyler yazmak, hiç içimden gelmiyor.
Laçin'i kelepçeliyorlar mıydı?
Kaşlarım öfkeyle çatılırken, bir sonraki güne yazdıklarını okumaya başladım.
Bugün uzun zaman sonra ilk kez Tuğrul'u gördüm. Yani halüsinasyon olarak... Bir şey demedi, sadece izledi beni. Ben de onu... Tarık abiyi görmeye o kadar alışmıştım ki, sabah onu görünce, gerçekten geldi sandım...
Ondan haber alamıyorum. Sadece o değil, hiç kimseden haber alamıyorum. Hepsi birden uzaklaştı benden. Hiç tanımadığım, yabancı olduğum bir şehre beni hapsedip, gittiler yanımdan.
Neden yapmışlardı ki bunu bana?
Halüsinasyon gördüğünün o da farkındaydı. Lakin beyninin ona kurduğu tuzağı fark edemiyordu. Kimse onu yalnız bırakmamıştı, doktorların isteği üzerine gelemiyorlardı. Lakin yine de her gün arayıp, durumu hakkında bilgi ediniyorlardı.
Onu bu bok çukuruna iten Adem'di. Lakin onu erkenden oraya götürmeseydi, Laçin'in durumu daha beter olabilirdi.
Bugün künyem ve yüzüğümü aldılar benden. Nasıl oldu, anlamadım bile. Bir anda odaya girdiler, ve avuçlarım arasından, zorla koparıp aldılar benden... Ben şimdi neye sarılıp, umut besleyeceğim? Tuğul'dan geriye tek umudum, bu ikisiydi. Şimdi hangi dala tutunacağım?
Yanında değildim, lakin ona bıraktığım yüzük ve ardımda kalan künyeye sarılıp umut besliyordu... Tıpkı benim yirmi yıl boyunca, o kolyeye sarılıp umut beslemem gibi... Lakin yüzük de künye de ondan alınmıştı, psikolojisi ise çok kötüydü. Bu yüzden, tutunacak dal bulamıyordu...
Bugünden itibaren, günlüklerimi sana adayacağım. Zira her cümlem, senin adınla başlamasa bile sana ithaf ediliyor. Bugün de çok yalnızdım sevgilim... Kimsem yok. Bir başıma kaldım bu diyarda, ne olur, gel de kurtar beni...
Dilim suskun, aklım yok. Artık kurduğum kelimelerin uyumunu bile düşünemiyorum. Her cümlem birbirinden bağımsız oluyor. Gerçekten delirmiş olabilir miyim sevgilim? Bu yüzden mi kimse beni ziyarete gelmiyor, benden uzaklaştılar? Sen de mi gideceksin yoksa benden?
Yoksa geldin de bu hâlde olduğumu öğrendiğin için mi yanıma gelmiyorsun?
Sende mi beni artık sevmiyorsun? Sende mi benden gittin? Kimsesiz mi kaldım ben...
Gözümden bir damla yaş düştüğünde, tam şuan onun yanında olup sarılmak ve bir daha bırakmamak isterdim... Durumunun kötü olacağını fark etmiştim, lakin bu kadarı, beklediğim bir şey değildi...
Defteri elimde tutup viskimden bir yudum daha içtim. Zira kafam uyuşuk olmadan, bu günlüğü bitiremezdim. Bir yudum daha içtikten sonra, kaldığım yerden devam ettim.
Saçlarım çok uzadı. En son omuzlarıma geliyordu. Şimdi ise, belime kadar uzadı. Eski hâlinden bir tık fazla uzun. Saçlarımı sevmeni, örmeni isterdim....
Biliyor musun, eğer ki bebeğim benden gitmeseydi, şuan 4 aylık bir kuzu olacaktı... Bence bizim bir kızımız olacaktı, yani öyle hissediyorum. Tabi miniğim de gitti, daha cinsiyetini öğrenemeden... Çok tatlı bir kızımız olacaktı, hissediyorum. Sen çok sevecektin kızımızı, ben sizi kıskanacaktım. Dahası ben şuan seninle evli olacaktım... Üzerimde beyaz bir gelinlikle, sana evet diyecektim... Lakin hayallerim bir gün içerisinde suya battı...
Sanırım gerçekten de mutlu olmayı hak etmiyorum...
Okuduğum cümlelerin ağırlığıyla birlikte derince yutkundum. Yanlış okuduğumu düşünerek baştan okudum, lakin yine de aynı cümlelerdi. Bir kez daha okudum ve bir kez daha anladım aynı cümleler olduğunu.
Benim bir bebeğim mi olacaktı?
Boğazıma kadar gelen yumruyu yutup, gerçekleri algılamaya çalıştım. Laçin, o gece hamile mi kalmıştı? İkimizde korunmadığımız için bu çok normaldi, lakin ben bir bebeğim olacağını ve aynı zamanda bebeğimi de kaybettiğimi, neden şimdi öğreniyordum?
Ciğerime çöken ağrıyla birlikte, bir bir akıttım yaşlarımı. Ne abimi koruyabilmiştim, ne sevdiğimi, ne de bebeğimi... Ben sevdiğim insanları koruyamayacak kadar, ne ara zayıflamıştım?
Laçin'in yazdığı yazılardan öptüm, parmaklarını öper gibi. Abim ve bebeğimi kaybetmiştim, sevdiğim ise biçare durumdaydı. Ben ne edeyim daha?
Bir süre sessiz sessiz ağladım halime. Ara ara da viskimden içtim. Şarap şişesi bittiğinde, sigaramı yaktım ve Laçin'in kurduğu cümleleri okumaya devam ettim.
Bugün eski günlüğümü aldılar benden. Onun yerine yeni bir defter verdiler. Artık sana burdan yazacağım. Ama biliyorsun, her günüm aynı geçiyor. Krizlerim azaldı, lakin yine de devam ediyor. Artık halüsinasyonlarım da eskisi kadar çok değil. Tarık abiyi neredeyse hiç görmüyorum, gördüğüm tek kişi sensin. Bazen benimle konuşuyorsun, bazen ise sadece susup izliyorsun. Bazen da bana ' öl ' diyorsun. Neden böyle diyorsun? Ölmemi çok mu istiyorsun, sevgilim?
Okuduğum cümlenin ağırlığı yüreğime oturdu. Ben ona asla o kelimeyi kurmazdım... Lakin o, bu psikolojideyken ne dediğinin farkında değildi... Bir damla daha akıttım, acımı sayfalara...
Bugün beşinci intiharımı gerçekleştirdim. Lakin fark etmişsindir ki, başarısız oldum.
Yüreğime binen korkuyla birlikte ne yapacağımı bilemeyerek ayaklandım. Bu vakitlerin geçtiğinin farkındaydım, lakin Laçin'in intihar etme düşüncesi bile beni öldüren bir düşünceydi.
Bugün 29. Yaşıma girdim. Ve sen yoktun.
Özür dilerim. Özür dilerim, yanında olmadığım her an için. Özür dilerim, Gece Okyanusu'm...
Artık gizlemeden, daha şiddetli döküyordum yaşlarımı. O bensiz bir yaşına girmişti ve bu hem benim, hem onun canını yakıyordu.
Daha fazla dayanamıyorum. Bir insan ölmeyi diler mi sevgilim? Kaçıncı günümdeyim, bilmiyorum. Bildiğim tek şey, ölümüme gün saydığım.
" Pes etmiş olamazsın, Gece Okyanusu." Dudaklarımdan dökülen kelimeler, sessiz ama haykırış dolu bir cümleydi...
Bugün benden vazgeçtiğini söyledin. Bana bağırdın, hayatımdan defol, dedin. Ben sana ne yaptım, Tuğrul?
Beyninin tuzağına düşmüş olamazsın... Defteri bir kenara bırakıp avuçlarımla sıvazladım yüzümü. Bu yazıları okumak bile beni kahrediyordu, peki ya o? O nasıl katlanmıştı bunca acıya?
Ben ona bağırsam dahi, bu cümleleri kurmazdım... Eğer ki bu durumda olmasaydı, o da bunu bilir, adımın üstünü çizmezdi...
Kafam çok karışık. Dünüm ve bugünüm iç içe girdi. Dünü hatırlayamıyorum, bugün ise muamma. Ben gerçekten delirdim mi, Yüzbaşı?
Hayır... Hayır sen sadece çok fazla acıyla mücadele ediyorsun, biriciğim...
Bu günlükleri yazdığım kişi kim, bilmiyorum. Kafamı karıştırıyor yazdığım sayfalar. Birini mi seviyorum, bebeğim mi varmış? Bebeğimi neden kaybetmişim, sevdiğim adam mı beni buraya bırakmış? Hiçbir şey anlamıyorum.
Bu satırlarda daha da akıttım yaşlarımı. Çünkü bu satırlar, beni unuttuğunu anladığım ilk satırlardı...
Tek bir sorum var; Tuğrul, kimsin sen?
Bu soruya benim de bir cevabım yok, biriciğim. Seni seven, senin için canından vazgeçebilecek bir adamım, ama senin gözünde neyim, kimim... Bunu hiç bilmedim. Sadece bir kez, beni sevdiğini duydum... Ama neyin olduğumu bende bilmiyorum, biriciğim...
Bu sorun canımı çok yaktı, beni unuttuğunu biliyorum, lakin yine de canım çok yandı be güzel...
Bugün tanımadığım bir grup insan beni ziyarete geldi. Kimisi amcam olduğunu söyledi, kimisi kardeşim olduğunu. Onlar benim ailem ise, ben onları neden hatırlamıyorum?
Hafızasının onunla oynadığını fark etmek, beni yıkan bir şeydi. O böyle bir kız değildi, lakin verdiği kayıplar, yaşadığı travmalar ona fazla gelmişti. Beyni ise bunları unutturmak adına her şeyi yapıyordu. Lakin bu ona daha fazla acı veriyordu...
Bugün seninle tanıştım, Tuğrul. Seni ilk gördüğüm anda, kalbim yerinden çıkacak sandım. Aklım seni hatırlamıyor ama yüreğim hatırlıyor gibi...
Gözlerime baktın, " Laçin." Dedin. Adımın ne olduğunu unutmuştum, bugün sayende hatırladım... Ve Tuğrul, gözlerini çok sevdim...
Saatlerce yanımda ağladın, neden ağladığını anlayamadım. Çok mu çirkindim, bu yüzden mi ağladın? Ellerimi tutup birçok kez öptün. Bana sarıldın, kokumu içine çektin. Sen bunları yaparken, ben tıpkı bir robot gibi sadece durdum. Evet kalbim atıyordu ama gerçekten ne yapacağımı bilmiyordum... Hem ben seni tanımıyordum ki...
Sonra dudağıma bir öpücük kondurdun. Bunu neden yaptığını anlayamadım. Bir tepki vermek isterdim, lakin gerçekten ruhsuz gibiyim.
Seni hatırlamıyorum, üzgünüm...
Bu cümlelerde haykırışım doldurdu evin içini. Yüreğim büyük bir acıyla kavrulurken, sevdiğimin bu cümlelerini okumak bana yaşarken verilen azap gibiydi. Defteri kapatıp kenara koydum ve hıçkırarak ağlamaya başladım. Zira ağlamak dışında elimden bir şey gelmiyordu.
Bir değil, iki değil, binlerce kez kaybetmiştim.
Sevdiğim kız bir hastanede canıyla cebelleşirken, bende burada onunla birlikte canımı parçalıyordum.
İnsanın kaybettiği, ona azap olan tek şey, Aşk'tı.
İnsanı yaşatan da, öldüren de yalnızca Aşk'tı.
Siktir boktan bölümle merhabalar....
Bayağıdır bölüm atmıyordum, atınca da biraz boktan oldu sanki...
İnşallah sövmezsiniz, çünkü en son sövdüğünüzde 1 hafta topal gezdim 😀
Asena'nın da Allah belasını versin. Aga yani madem ki seviyorsun, o zaman vazgeçsene şu intikamdan. Bak ne güzel yetenekli kızsın, şimdi kendini bok çukuruna attın da ne oldu, ha?
Evet kitabı ben yazıyorum... Neyse sövmesem içimde kalırdı, siz bana sövmeyin de cnxjxkxkx
Laçin'i şizofreni de yaptık, elhamdülillah çok şükür.
Tuğrul'un da esir kaldığı bölümler gelecek inşallah, yani yazmaya üşenmezsem, çünkü o bölümleri yazmak biraz zor oluyor da...
Tuğrul'un da Allah yardımcısı olsun. Bence en güzel cezayı çekiyor da Laçin daha çok çekiyor o cezayı ana- neyse sövmek yok.
Of bugün bana ne oldu be, o sempatik kız gitti kaba Saba bir şey geldi. Sanırım bölümün psikolojisi, çok takmayın bana. 4
Kitabımı okuyup şans veren herkese çok teşekkür ederim, iyi ki varsınızzz
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.16k Okunma |
757 Oy |
0 Takip |
23 Bölümlü Kitap |