23. Bölüm

21: Uğruna Feda Ettiğim Yıllar

sema
erlsema

~Yok bu hâlime bi' çare,

Bir mehtaba avare

Şarkımı söyler dururum,

Belki duyarsın diye... ~

Feride Hilal Akın - Yok Yok

🇹🇷

21. BÖLÜM

UĞRUNA FEDA ETTİĞİM YILLAR

🇹🇷

AKER SAĞDIÇ

19.06.2009

Cuma

İnsan denen mahlukatın, tek bir canı vardı. O canı da ya bir şeref uğruna, ya da bize canımızı veren Yaradan alırdı canımızı. Bir gün canım bedenimden alınacaksa, bir şeref uğruna alınmasını isterdim. Ecelimle ölmek de elbet güzel bir seçenek. Lakin yüreği bayrak diye atan bu bedene, en şereflisinden şehitlik mertebesi yakışırdı.

Okulun önünde kızımı beklerken, önce ulu önderin heykelinde gezindi gözlerim. Şu koskoca ülkeyi, bir zihin, bir akıl kurdu. Elbet bu ülkeyi yıkmaya çalışanlar oldu, lakin beceremediler, çünkü karşılarında Ata'mın yetiştirdiği askerler vardı. Biz vardık. Ne bayrağımızı ne de Vatanımızı ezdirmeye hiç ama hiç niyetimiz yoktu. Zira Türk askerinin olduğu yerde, o al bayrak yere inmezdi.

Gözlerim usulca bayrağımı buldu. Dudaklarımdaki tebessümüm ile izledim, göklerde dalgalanan bayrağımı. Andım olsun, bu bayrak Türk askeri yok olana dek, semadan düşmeyecekti.

Okul zilinin sesini duyduğumda, bakışlarım okul kapısını buldu. Çocuklar koştura koştura iniyordu, okulun merdivenlerinden. Her biri sırayla arka arkaya dizildi, bayrağın önünde. Gözlerim kızımı aradığında, onu kalabalığın içinde değil, bayrağımın önünde gördüm. Dudaklarındaki tebessümle kafasını semaya kaldırmış, bayrağımıza bakıyordu. Onu böyle görmek, dudaklarımdaki tebessümü büyüttü.

Her bir öğrenci yerini aldığında, bir öğretmen kızımı çağırdı ve eline mikrafonu verdi. Kızım ise mikrafonu kabul etmeyip, hazır ol konumuna geçti ve bağırdı;

" Türk'üm, doğruyum, çalışkanım,

İlkem: küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir." Andımızın ilk dizelerini dile getirdiğinde, bağrından akan bir coşkuyla dile getirmişti her bir kelimeyi. Onun babası olduğum için, göğsümü büyük bir gururla kabartarak dinledim, ve sessizce eşlik ettim kızıma.

"Ülküm: yükselmek, ileri gitmektir.

Ey Büyük Atatürk!

Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.

Varlığım Türk varlığına armağan olsun.

Ne mutlu Türk'üm diyene!"

Semayı delen sesini duymak, göğsümdeki gururu kabarttı. Andımızı okumuştu güzel kızım. Sesinin en yüksek tonunda, bağrından çıkan aşkıyla seslendirmişti her bir kelimeyi. Benim kızım olduğu için, onunla gurur duyuyordum. Elbet kanımdan değildi, lakin benim canımdandı bu gökyüzü bakışlı kız. Zira kan gerekir miydi, çocuğumun canımdan olması için?

Yaradan bana kanımdan bir evlat vermemişti, lakin beni öyle güzel bir evlatla mükafatlandırmıştı ki... Bir çocuğum olsa, ancak bu kadar onunla gurur duyar, ancak bu kadar benim çocuğum olacağını söylerdim. Laçin benim kanımdan değildi, lakin en çok benim kanımı taşıyordu. O, en çok benim kızımdı. Zira bir kızım olsa, en çok ona benzerdi. Bir evlat, ancak bu kadar benim evladım olabilirdi.

Dudaklarımdaki tebessüm yerini kollarken, kızımın tekrardan bayrağın önüne geçişini izledim. Dudaklarındaki tebessümle bayrağa baktı ve İstiklâl Marşı'nın sesiyle birlikte, dile getirdi marşımızı. Onca kalabalığa rağmen onun sesini duyuyordum. Çünkü benim kızım, sesini en zirvede, bir Türke yakışır şekilde dile getiriyordu Marşını. Bu dünyaya bir kez daha gelsem, Laçin'in bir kez daha benim kızım olmasını isterdim.

İstiklâl Marşı sona erdiğinde, çocuklar koştura koştura okuldan çıktı. Laçin ise bir süre bayrağın önünde bekledi. Bunu neden yaptığını anlamadığımdan bir süre onu izledim. Okul tamamen boşaldığında, gözleri ile etrafı inceledi. Ben ise uzaktan onu izledim. Kimsenin etrafta olmadığına emin olduğunda, Atamın heykeline yaklaştı ve hızla yanaklarından öpüp koşa koşa okuldan çıktı. Bu yaptığıyla birlikte çatık kaşlarım düzeldi ve dudaklarımdaki tebessüm büyüdü.

O, Vatanına ve Atasına âşık bir çocuktu. Ve ben ise bu çocuğun babası olduğum için kendim ile gurur duyuyordum.

Okul kapısından dışarı çıktığı gibi sağa döndü ve yürümeye başladı. Beni görmediği için arkasından seslendim. " Laçin!" İlerlediği yerde durdu birkaç saniye. Daha sonra yavaşça arkasını döndü ve beni gördü. Gözleri kocaman açılırken, " Babacım!" Diye bağırarak bana doğru koşmaya başladı. Bir dizimi yere koyarak eğildim ve kollarımı açarak kızımın kucağıma gelmesini bekledim. Koşa koşa gelip boynuma sarıldı minik kızım. Bende kollarımla onu bir güzel sarıp o mis kokusunu ciğerlerime çektim. " Babam." Dedi bir kez daha ve yanağımdan öptü. " Seni çok özledim babacım." Dedi gözleri dolarken. Ellerimle yanaklarına dökülen yaşlarını sildim. " Bak, buradayım babam." Dedim mavi gözlerine bakarken.

Umuyordum ki bu gözlerden dökülen yaşların tek sebebi, mutluluk olurdu. Zira kızımın acıdan tek damla dahi dökmesini istemiyordum. Hayatım boyu onu acıdan, kederden uzak bir yaşam ile büyüttüm. Eğer ki günü gelir ve biri kızımın canını yakarsa, işte bu tüm cihanı yerle bir etmeme yeterdi. Benim kızım yeteri kadar acı dökmüştü harelerinden. Daha fazla keder ve gama ihtiyacı yoktu. O güzel gözleri hep parıldamalı, dudakları hep tebessüm etmeliydi. Bir an olsun gözlerindeki ışık sönmemeli, dudaklarındaki tebessüm silinmemeliydi.

Elbet bilmiyordum, gözlerindeki ışığın yitmesine sebep olacak acının ben olduğumu bilmiyordum o zamanlar. Ona mutluluğu belki ben vermiştim, lakin en büyük ikinci acıyı ben ona yaşatacaktım. O zamanlar bilmiyordum, tâ ki şehit düşene dek.

Bugün Laçin'imin doğum günüydü. Bundandır ki, izin alıp okula gelmiş ve kızıma sürpriz yapmıştım. Beni beklemiyordu burada görmeyi, bundan dolayı ilk baş şaşırmıştı. Sonrasında ise dolu gözleri ile bana sarılmıştı melek yüzlüm.

" Yine çabucak gidecek misin baba?" Dedi gözleriyle bana çipil çipil bakarken. Kızımı kucağıma alıp ayaklandım ve ilerlemeye başladım. " Bu sefer bir hafta kalacağım babacım." Dedim yanağından öperken. " Gerçekten mi?" Dedi heyecanlı çıkan sesi ile. Bu haline gülüp, " Gerçekten." Dedim ve bir kez daha öptüm yanaklarından. " Olleyy!" Diyerek sevinç narası atıp boynuma sarıldı ve, " Canım babam!" Dedi. Onun mis kokusunu içime çekip ilerlemeye devam ettim.

Bu güzel yavruyu yaradan bana verdi diye bir kez daha şükrettim ve dudaklarımdaki tebessüm, kucağımdaki kızım ile birlikte evimize doğru ilerledim. Dilerim ki, ömrümün sonuna dek bu güzel gözleri görürdüm. Bu minik yavrunun ' baba ' deyişini duymadan ölmek istemiyordum. Allah bana kızımın sesini duymadan bir ölüm bahşetmesin...

🇹🇷

1 YIL ÖNCE

TUĞRUL GANİEV

Hayat bizim adımıza bazı planlar yapardı. Ve biz, çoğu zaman bu planları bilmeyerek hareket eder, istemeyerek kaderin çarkına takılırdık. Elbet bir irademiz vardı ve biz o irade ile kendi kararlarımızı alabiliyorduk, lakin irademizin bile değiştiremeyeceği bazı şeyler vardı. Misal ölmek gibi. Ya da nasibimiz gibi.

Siz hangi yolu seçerseniz seçin, size verilen vakit hangisi ise, ne bir dakika erken ne de bir dakika gecikecek kadar beklerdiniz. Tam vaktinde bedeninizden çıkardı ruhunuz. Elinizden hiçbir şey gelmezdi. Öylece Azrail'in ruhunuzu alışını izlerdiniz.

Aşk da böyleydi. Sen her ne kadar kaçarsan kaç, nasibin her kim ise bir gün kapına dolanırdı. Çalardı kapını, sen açmamak için direnirdin. Sen kapıyı açmayınca yumruklamaya başlardı, bakardı ki açmıyorsun, işte o vakit kapını kırar ve karşına geçerdi. Nasipten hiçbir şekilde kaçamazdınız. Kaçacağınız yollar bile yine nasibinize çıkardı.

Aşk ve ölüm.

Yaradan ne de güzel yaratıyordu, bu aciz kullarını. Topraktan yarattı ilk insanı, ve toprakla geri aldı verdiği canları. Küçükken çok sorgulardım, ' Topraktan geldik, toprağa gideceğiz.' diyen sesleri. Büyüdükçe anlar oldum. Bize can veren toprağın, bir gün üzerimize atılacağını, büyüdükçe öğrendim...

Ne de garipti. İlk insan olan Adem, toprak ile yaratıldı, onun sevdiği ise sol göğsündeki kaburga kemiğinden yaratıldı... Yüce yaradan öyle güzel yaratıyordu ki, ona bir kez daha âşık olmamak elde değildi.

Aşk çok garipti. Tıpkı ilk insanların yaratılışı gibi. Erkek yaratıldı ve bakıldı ki yalnız, ona kendi kaburga kemiğinden bir eş yaratıldı. Sevdiler, âşık oldular ve bir günaha battılar. Aşk hem acı hem de güzel idi. Adem ile Havva ettikleri günahtan dolayı nasibini aldı ve ayrı yollara düştü. Yaradan ise kullarının bu hâline merhamet edip, onları bir kez daha kavuşturdu.

Buydu anlatmak istediğim. Sen en büyük günahı da işlesen, nasibin her kim ise seni bulur ve sana sığınırdı. Seni her halin ile severdi, çünkü aşk buydu. Sevda buydu. Bunun aksini söyleyen ise, korkarım ki hiç sevmemiş insanlardı.

Göğsüme yediğim bir darbeyle daha acı içinde nefesimi tuttum. Gözlerim kapalı iken, yine sevdiğimin hayali düştü gözlerimin önüne. O okyanus hareleri bir kez daha görebilmek için canımı bile verirdim. Zira ne komik ki, canımı almak için bu eziyeti yapıyorlardı bana.

Tam şuan canım bedenimden kopacak olsa, gram umursamazdım. Umursadığım tek şey, sevdiğimi bir kez daha görememekti. Hayallerim vardı. Bu operasyon dönüşünde onu ailesinden isteyecek, beyaz gelinliği ona giydirecek ve evimin sultanı yapacaktım. Nasibim de var mı, yok mu bilmiyorum. Lakin en çok o nasibim olsun istedim. Zira insanlar çift çift yaratılmıştır, benim nasibim Laçin değil ise ne gereği vardı başka bir nasibe?

" Komiten." Diyerek seslenen puştun sesini duyduğumda, dişlerimi sıkarak göğsümdeki acıyı yok saymaya çalıştım. " Bağa bak, men kimim sen bilirsen?" Diyerek çenemi tutup kaldırdığında, gözlerimi kaldırarak ona baktım. Kim olduğunun gayet tabi farkındaydım. Şerefsiz soyundan bir piçti. " Hele de bakem, o orıspi nerde?" Kaşlarım çatılırken, dişlerimi biraz daha sıktım. " Yaw de konuş, konuşmayacağsan yorma beni." Dedi ve çenemi savururcasına bıraktı. Göğsümdeki sızıyla birlikte, zorlanarak yutkundum. " Kimden bahsediyorsun?" Dedim kesik kesik çıkan sesimle. Arkasını dönmüş, ellerini kalçasında birleştirmişti. Sorduğum soruyla birlikte, ilk önce o kargaları anımsatan sesiyle güldü, hemen ardından da bana doğru döndü ve, " Komitenin kizi." Dedi otuz iki diş sırıtırken. Kaşlarım iyice çatılmaya başladığında, düşündüğüm kişiden bahsetmiyor oluşunu umdum.

" İsim ver." Dedim kesik çıkan sesimle. O puşt ise geriye çekilip düşünür gibi yaptı. " Yaw, sedo neydi o kızın adı, hele de bağa. Ben hatırlamiyem." Diyerek elinde sopa tutan çocuğa döndüğünde, " Leçindi ağam." Dedi. Bakışlarım hızla çocuğu bulduğunda, doğru mu duyduğumu algılamaya çalıştım. " Laçin'den ne istiyorsun?" Diyerek sordum tekrardan o piçe doğru. O ise, yüzündeki alaycılığı silmiş, büyük bir ciddiyet ile bana bakıyordu. Zincirlendiğim duvara doğru gelip, sağ ayağının tabanıyla beni göğsümden ittirerek duvara yasladı. Acı içinde bir inleme dudaklarımdan dökülürken, çatlamış olma ihtimali olan kaburgalarımın, kırıldığına emin oldum.

" O orospu benim ailemi dağıttı." Dedi dişlerini sıkarak konuşurken. Ben ise hızlı ve kesik soluklar alarak nefeslenmeye çalışıyordum. Lakin bu puşt, ayağını biraz daha göğsüme bastırdı ve ben bir kez daha haykırdım. Ağzıma doğru dolan kan, dudaklarımdan akarken, acı ve öfke dolu gözlerimi o puşta çıkardım. " Onu mesleğinden ben attırdım." Diyerek düzgün bir Türkçe ile benimle konuşmaya başlaması ile kaşlarım çatıldı. Anlamazca suratına baktığımda, " O asker sadece bir piyondu, kullanıldı ve kenara atıldı." Dedi gülerken. Ben ise dişlerimi sıkarak acımı unutmaya çalışıyordum. Bir yandan da dediklerini kafama kazıyordum. " O orospuyu kendi ellerimle öldüreceğim." Diyerek suratıma doğru konuştuğunda, ağzımda biriktirdiğim kanı yüzüne tükürdüm. " Ona elin değdiği an, karşında bir Türk askeri bulacaksın." Dedim sırıtırken. Evet, belki ben buradan sağ çıkamayacaktım, lakin benim askerlerim konu her ne olursa olsun Laçin'i koruyacaktı. Bunu bilerek şuan nefes alıyordum ve bu bana huzur veriyordu. Bu herifi ciddiye almamamın tek nedeni buydu.

" Sorun değil Komutan, her birini öldürürüm." Dedi yine sırıtırken. Dişlerimi birbirine daha da kenetledim. O şerefsiz ise ayağını göğsümden çekip bir anda hızlıca göğsüme tekmesini geçirdi. Acı içinde iki büklüm olurken, öfkeyle nefeslenmeye çalıştım. " Kırılmadık tek kemiğini bırakmayın. Baktınız ölme eşiğinde, atın yuvasının önüne." Diyerek uzaklaşan sesini duydum o şerefsizin, hemen ardından da göğsüme doğru demir sopalarla vuran şerefsizleri gördüm. Biri ayaklarımı hedef almıştı, diğeri ise gövdemi.

Tam da o şerefsizin dediği gibi olmuştu. Kırılmadık tek kemiğim kalmadığında, beni Alay Komutanlığının önüne bir çöpmüşcesine fırlatarak uzaklaşmışlardı. Aylar süren koma ve tedavinin ardından iyileşmiştim. Lakin iyileştiğimde, hayatımı altüst edecek birçok şeyle karşı karşıya kalmıştım.

Her şey, bir gün içerisinde elimden kayıp gitmişti.

Tuğrul Ganiev, kaybetmişti.

🇹🇷

YAZARDAN...

Bütün timler toplanmış, gidecekleri yeni operasyon yerinin haritasını çıkarıyorlardı. Yaklaşık bir yıl önce, Tuğrul'u esir alan namıdiğer Piroz'u arıyorlardı. Uzun zamandır bu planın içindeydiler ve bu şerefsizi bir türlü yakalayamıyorlardı. Tam yakaladık dedikleri an, adam bir anda ortadan kayboluyordu. Bu da tim görevlileri ve ajanların sinirini bozan bir duruma dönüşmüştü. Bu şerefsizi yakalayamadıkları her an, ülke tehlikeye batıyordu.

Öktem timinden, Bilal Komutan elindeki kırmızı kalemle Irak'taki Kandil dağlarını yuvarlak içerisine aldı. " Burada olma ihtimali çok yüksek." Dedikten sonra yakın çevredeki bazı bölgeleri işaretlemeye başladı. " En son göründüğü yer bu kasaba." Diyerek küçük bir köyün üzerini işaret etti. " Ya Kandil Dağlarındadır ya da Hemrin." Dedikten sonra timdekilere baktı. Fahri Komutan ise, " Zannetmiyorum. Böylesine profesyonel davranan biri o köyün yakınlarında olamaz. Uzak bir konum seçmiştir." Diyerek düşüncesini dile getirdiğinde, Ecevit, "Doğru söylüyorsun, lakin ne kadar uzak mesafeye gitmiş olabilir? Çok fazla uzaklaşmış olabileceğini düşünmüyorum. Askerlerimiz hâlâ peşinde, çok kaçacak bir yer bulamamıştır. Bulsa dahi, çok uzak bir konumda olabileceğini düşünmüyorum." Dedi. Ceyhun Komutan ise öfkeyle kalemini fırlattı. " Amına kodumun piçi!" Öfkeyle yüzünü sıvazladığında, tüm bakışlar ona dönmüştü. " Şerefsiz saklanmasını iyi biliyor amına koyayım!" Derken tekrar gözlerini haritaya indirdi. " O orospu anasının karnına da girse bulacağız Ceyhun, endişelenme." Diyerek Ceyhun Komutan'ın omzuna elini koydu ve sıvazladı Okan Binbaşı. Daha sonra gözlerini Tuğrul ve Acar Yüzbaşıya yöneltti. " Son vaziyet nedir, kısaca anlatın." Dedi. Tuğrul başıyla Acar'a öncelik verdiğinde, Yüzbaşı konuşmaya başladı.

" Kandil Dağlarının yakınındaki kasabada bulunan eski, yıkık dökük bir evde izini bulduk. Evin içerisinde tünel vardı ve tünelin içinde, sürüyle cephane bulduk. Piroz denen şerefsizin peşinden ilerledik lakin kasaba halkının telaşesi ve karşı tarafın saldırısıyla birlikte bizde saldırıya geçtik. Bu sırada Piroz'u oradan uzaklaştırmışlardı. Lakin Piroz'un sol kolu konumundaki bir adamını yakaladık, alt kattaki hücrelere hapsettik. İlk emrinizde sorguya alacağız Komutanım." Dedi ve tekrardan selama geçerek yerine oturdu Acar Yüzbaşı.

Okan Binbaşı ve Öktem Tim'inin üyeleri yüzlerinde beliren tebessüme mani olamamıştı. " Güzel, bu da bir gelişme." Dedikten sonra, elindeki kalemin kapağını kapatarak masaya bıraktı Fahri Komutan. " Bu davete ne zaman katılacağız Komutanım?" Diyerek sorusunu yöneltti Tuğrul. Okan Binbaşı ise, gözlerini kısa süreli Tuğrul'da tuttuktan sonra, " Son planları üsleriniz ile birlikte biz yapacağız. Bu cumartesi gecesi siz davete katılacaksınız, biz ise operasyon yerlerini belirleyecek ve sizin için kıdemli askerlerimizi toplayacağız. Bu operasyon sizi biraz zorlayacak." Dedikten sonra sıkıntılı bir nefesi ciğerlerine çekti, Okan binbaşı. Tuğrul ise kaşları çatık bir şekilde kafasını önüne eğdi. Yarın değil, ertesi gün bu davet zımbırtısıyla uğraşacaktı. Eğer ki bu davet operasyona dahil olmasaydı, itiraz ederek katılmayacağını bildirecekti. Zira 2 ayı geçik süredir Laçin'i görmeye gitmiyordu. Doktorlar ise eskisi kadar bilgi vermiyordu. Tuğrul ise sürekli bir operasyon, sürekli Askeriyede çıkan bazı sorunlar üzerine uğraşıyordu. Bu sorunlar ise, sevdiği kızı görmesine engel oluyordu.

Hedefi, en kısa sürede Laçin'i ziyaret etmekti ve umuyordu ki onu görecekti.

🇹🇷

DAVET GECESİ

TUĞRUL GANİEV

Kol düğmelerimi iliklerken bir yandan da sıkıntı içerisinde düşünüyordum. Bir an evvel şu lanet operasyonun bitmesini ve sevdiğim kıza kavuşmayı hedefliyordum. Onu çok özlemiştim. Sesini, kokusunu, gözlerini... Her şeyini öyle bir özlemiştim ki, yokluğu canımı yakıyordu. Eğer ki şu operasyon olmasaydı, tam bu vakitte İstanbul yoluna düşer ve onu görmeye giderdim.

Burnumda tütüyordu sevdiceğim.

Onu bir daha görememek korkusu, ciğerimi parçalayan bir durumdu. O bülbülleri kıskandıran sesini duyamamak, okyanustan taşan harelerini görememek, Vatanımın toprağını anımsatan saçlarına bir daha dokunamamak korkusu, beni harap ediyordu. Onu görmek, onunla bütün olmak istiyordum. Zira ruhum, ruhuna aç kalmıştı...

Son olarak yatağımın üzerindeki ceketi de üzerime geçirip aynadan şöyle bir kendime baktım. Siyah takım elbisenin içerisinde oldukça şık duruyordum, lakin bir şey eksikti. O eksiklik de, hiç şüphesiz sol yanımda duracak olan Gece Okyanusu'mdu. Bu gece, ona bir ihanet edecek ve bir başkasını koluma alacaktım. Bunu yapmak hiç ama hiç içimden gelmiyordu, lakin yapmak zorundaydım çünkü bu bir görevdi.

Derin bir soluğu ciğerlerime çekip, yatağın üzerindeki telefon ve cüzdanım gibi gerekli eşyaları alıp pantolonumun cebine koydum ve odamdan çıktım. Oda dediğim ise dün gelmiş olduğumuz otelin odalarından biriydi. Okan Binbaşı, bu görev için bizi davetin yapılacağı otele yerleştirmişti. Aynadan son kez kendime şöyle bir baktıktan sonra, istemeye istemeye odadan dışarı çıktım ve hemen yanımdaki odanın kapısının önünde durup kapıyı iki kere tıklattım. Bu odanın içerisinde, THK pilotu vardı.

Birkaç saniyenin ardından kapı aralanarak açıldı ve beni mor bir elbisenin içerisinde, THK pilotu karşıladı. Üzerini pek incelememiştim, sadece anlık olarak gözüm ister istemez giydiği elbisenin rengine çarpmıştı. Bunu görmemek ise imkânsız gibi bir şeydi.

" Hazır mısın?" Diye sordum soğuk bakışlarımı yüzünde tutarken. O ise başını iki kere aşağı yukarı sallayıp ellerinde bulunan maskeler ile dışarı çıktı. " Bu senin." Diyerek siyah maskeyi bana uzattığında, sıkılmış bir şekilde maskeyi elinden aldım ve yüzüme taktım. Bu maske, burnumun ucunu ve çenemi açıkta bırakıyordu. Göz çevrem ise açıktaydı. Aldoza'nın yüzüne taktığı maske ise beyaz renkti ve maske, kelebek desenindeydi. Yüzünün neredeyse birçok kısmı kapanmıştı.

İstemeyerek kolumu ona uzattım ve o da hızla koluma girdi. Tam bu sırada karşı odadan Acar Yüzbaşı ve partneri çıktı. Ona başımı hafif eğerek selam verdim ve kolumdaki kadın ile birlikte asansöre doğru ilerlemeye başladım. Adem ve diğerleri de birazdan burada olurdu. Zira bugün, biraz zorlayıcı bir gün olacaktı.

" Laçin ile görüştün mü?" Diyerek benimle muhabbet etmeye çalışan kıza hiçbir cevap vermedim. Zira sevdiğim kızdan ona bahsedecek değildim. Asansörün önüne geldiğimizde, düğmesine bastım ve aşağı inmesini bekledim. " Hep böyle sus pus olursan çok dikkat çekersin. Unutma ki bugün bir çift gibi davranacağız, Tuğrul. Benimle ilgiliyniş gibi davranabilirsin." Bu dedikleriyle birlikte kaşlarım çatılırken, dişlerimi sıkarak dediklerini hazmetmeye çalıştım. Nasıl olurdu da Laçin dışında birine ilgili davranabilirdim? Hangi kitapta yazardı sevdiği kız dışında birine ilgili davranmak!

Elbet bunların her biri bir oyun olacaktı, lakin o kadar içimden gelmiyordu ki... Ben bir yılı aşkın süredir sevdiğim ile birlikte doğru dürüst bir zaman bile geçiremiyordum. Ona bu kadar hasretken, ona bu kadar sevdalıyken, nasıl olurdu da başka birine ilgili davranabilirdim? Ben bunu yapamazdım. Sevdiğim dışında birine ilgili davranamazdım. O kadar da karaktersiz biri değildim.

Yalnızca görev için.

Görev dahi olsa bunu nasıl yapardım? Bu Gece Okyanusu'nun sevgisine ihanet değildi de neydi?

" Sen istediğin gibi davran, ajan. Lakin benden bir şey bekleme." Dedim buz gibi çıkan sesimle. Zira hayatımdaki neşe bir anda kaybolmuşken, sesimin de eski ılımlılığında çıkmasını kimse bekleyemezdi. " Tuğrul-" diyerek konuşmaya çalıştığında sözünü kestim. " Diyeceğimi dedim, ajan." Asansörün kapıları iki yana doğru açıldığında, bir elimi öne doğru kaldırdım ve asansörden içeri girmesini bekledim. Kısa bir süre yandan profilime baktı. Ona dönüp bakmadığım için derin bir soluğu ciğerlerine çekip asansörden içeri girdi. Hemen arkasından bende asansörden içeri girdim ve giriş katın düğmesine basarak asansörün aşağı inmesini bekledim.

Birkaç dakikanın ardında asansör giriş kata inmişti. Yine aynı şekilde ilk önce ajan kızın asansörden çıkmasını bekledim, onun arkasından da ben çıktım ve kolumu uzatarak koluma girmesini bekledim. Neyse ki beni çok fazla bekletmeyerek koluma girdi ve beraber davetin düzenleneceği alana doğru yürümeye başladık.

Birçok kişi çoktan gelmişti. Terörle iç içe olanlardan, karanlık işlerle uğraşanlara dek bir çok pislik bugün burada toplanmıştı. Ve elbette ki benim askerlerimde konumunu almıştı. Kopuk Tim'inden Azmi ve Cümali, Destan Tim'inden ise Bedir ve Aykut garson olarak yerlerini almıştı. Koruma olarak yerlerinde olanlar ise benim Tim'imden Omar ve Destan Tim'inden Bahtiyar idi. Gözlerim Behlül'ü aradığında, tam da tahmin ettiğim gibi orkestra'nın bulunduğu sahnede yer almış olduğunu gördüm. Elindeki kemanla, slow bir şarkıyı çalıyordu.

Gözlerim biraz daha etrafta gezindiğinde, ajanlarında konumlarını almış olduğunu gördüm. Çok değil birkaç dakika sonra Acar yüzbaşı ve milli boksör Bahar da içeri girdi. Onların arkasından ise Adem ve Nesrin Üsteğmen de salona giriş yaptı. Aradan geçen birkaç yabancı yüzün ardından, Destan Tim'inden Âgah ve ona eşlik eden Üsteğmen Cansel Nida da salondan içeri girş yaptı. Bugün bu davette oldukça kalabalıktık. İsteseler de bizden kurtulamazlardı. Her birimiz, kıdemli, her birimiz üsleriniz tarafından bu görece layık görülmüş askerlerdik.

Bugün onlar farkında olmasa dahi, onların içinden geçecektik. Türk askerini karşılarına almak ne demekmiş, hepsi öğrenecekti.

Bakışlarım yanımdaki kadına döndü, " Buradan ayrılma, hemen geliyorum." Diyerek yanından ayrıldım. Onun her hangi bir onay vermesine ihtiyacım yoktu, çünkü benim ona söylediğim şey, bir emirdi. Yapmak zorundaydı. Gözüme kestirdiğim Acar Yüzbaşının yanına doğru ilerlemeye başladım. Beni gördüğünde, o da yanındaki kadına bir şeyler söyledi ve bana doğru ilerlemeye başladı. Çok dikkat çekmeyecek şekilde, kenardaki masalardan birine geçtik ve bir yandan etrafı gözetlerken, bir yandan da konuşmaya başladık. " O şerefsize dair bir iz gördün mü?" Dedim dudak ucuyla. O ise, " Henüz bir iz gözükmüyor. Tüm askerleri tembihledim, içeri girdiği an bize bildirilecek." Dedi ve etrafa bakınmaya başladı. " O şerefsizi bugün kıstırmalıyız." Diyerek düşüncemi öne sürdüğümde, " Bu tehlikeli olur. Fazlasıyla riskli bir bölgedeyiz, onların inindeyiz Tuğrul." Dediğinde dudak ucuyla güldüm. " Burda Türk askeri var Acar. Korkması gereken taraf onlar, kurtlar ine çökmeye geldi." Dedikten sonra daha fazla dikkat çekmemek adına yanından ayrıldım ve bu gece partnerim rolündeki kızın yanına doğru ilerledim. Bu sırada da kulağımdaki, neredeyse belli olmayan kulaklıktan bir ses yükseldi. " Komutanım yine modunda. Kıçımıza kurşun yemeden buradan çıkmak yok." Diyerek kısık sesle konuşmuştu Cümali, lakin mikrafonun açık olduğunun farkında değildi. " Sadece kıçına değil, avaretlik yerlerine de kurşun yiyince görürüm seni." Diyerek kıs kıs gülen Azmi'nin sesiyle birlikte, " Çenenizi kapatın." Diyerek konuştum kulaklığa doğru. " Amanın, kulaklık açıkmış ya lan!" Diyerek tedirgince konuştu Cümali. Onun bu hâline başımı hafifçe iki yana sallayarak tepki verdim. " Kusura bakmayın komutanım, hep stresten oluyor biliyonuz mu?" Diyerek konuşan Azmi ile birlikte dişlerimi sıktım. " Azmi, sus oğlum. Te öte bak, nasıl da gözlerini dikmiş bize bakıyor. Şimdi olmasa dahi görev dönüşü helvamızı kavuracak komutan." Diyerek daha da lak lak yapan Cümali'ye, " Susun artık!" Diyerek sessizce emir verdim. Onlar ise hemen bana arkalarını dönüp buradaki itlere içecek dağıtmaya başladılar.

Bunların bu laubali hali beni öldürecekti. İnsanda az ciddiyet olurdu. Her göreve çıktığımızda şu laubali hallerindeydiler, bu durum ise canımı sıkıyordu. Bizim mesleğimiz, ciddiyet gerektiren bir meslekti. Bu tarz laubalilikleri kaldıracak kafada değildim. Belki eskiden olsa bu dediklerini pek umursamazdım. Lakin durum ve vaziyet önceki yıllara göre farklı olduğundan, bendeki tutum da değişmişti.

Derin bir soluğu içime çekip yanımdaki kadına döndüm. Masanın üzerindeki içecekten içmek üzereydi. Son anda bardağını tutup," Buradaki hiçbir şeye dokunma." Dedim sessizce. Anlamazca bana baktığında, kimsenin bakmadığına emin olduktan sonra ona baktım ve, " Bu normal bir davet değil. Buradaki herkes birbirine hem dost hem düşman. Hepsi birbirini yok etmenin derdinde. Eminim ki yiyecek ve içeceklerin içerisinde de bir şeyler vardır. Hiçbir şeye dokunma." Dedim ve tekrardan önüme döndüm. O ise, " Tamam." Diyerek elindeki bardağı tekrardan masaya bıraktı. Sözde ajan olan oydu. Bunların her birini tahmin etmiş olmalı ve ona göre hareket ediyor olmalıydı. Lakin ona her şeyi ben anlatıyordum.

Ciğerlerime çektiğim nefes ile birlikte, salondaki kişileri gözetlemeye başladım. Şuan için en ufak bir pürüz görünmüyordu. Her şey bir davette olması gerektiği gibiydi. Normal ilerliyordu her şey. Lakin böyle davetlilerin olduğu bir ortam için, bu kadar normallik normal değildi. Bir boklar dönüyordu ya da dönecekti. Buna adımın Tuğrul olduğu kadar emindim. Neticede buradaki kimse birbirine ayılıp bayılmıyordu. Buradaki herkes, birbirinin tek bir açığını bekliyordu, kuyularını kazmak için.

Herkesin yüzünde bir maske vardı. Bu maskeler, kimliklerini gizlemek ile alaklı değildi. Bu maskeler, kirli yüzlerini örtmek içindi. Erkeklerin yüzünde siyah maskeler vardı, karanlığı ve gücü simgeliyordu. Kadınların yüzünde ise beyaz maskeler vardı, saflık ve duruluğu temsil ediyordu. Kadınlara beyaz renk maske taktırmalarının sebebi, onları bu işlerden uzak tutmaları değildi. Tam aksine kadınlarda bu işin içindeydi, lakin dış dünyaya kadınların masum olduğu imajını yansıtmak ve onları gizli ortakları olarak yürütmeye devam etmek için bunu yapıyorlardı.

Neticede masum gibi görünen birinden, karanlık bir işi yürütüşünü bekleyemezdiniz. Akıllıcaydı, lakin fazla değil.

" Hedef, konuma girdi."

Kulaklığımdan yükselen ses ile birlikte, bakışlarımı yavaşça kapı girişine yönelttim. Üzerine giymiş olduğu haki yeşili takım elbiseyle birlikte, salona giriş yapmıştı Piroz denen puşt. Gözlerim her bir hareketini gözlem altına alıyordu. Yanındaki kadında haki yeşili bir elbise giymiş, yüzüne beyaz bir maske takmıştı. Piroz, yanındaki kadının kulağına eğilip bir şeyler söyledi ve hemen ardından yanından uzaklaştı. " Hedefi takip edin." Diyerek kulaklığa doğru konuştuktan sonra, arkamda olduğunu bildiğim kadına döndüm. " Kadının yanına git ve konuştur." Başını onaylarcasına salladıktan sonra, masanın üzerindeki kırmızı şaraplardan birini eline alarak kadına doğru ilerlemeye başladı. Yapacağı şeyi az çok tahmin edebiliyordum.

Tam Piroz denen puştun arkasından ilerleyecektim ki, salona giriş yapan çiftle birlikte, kaşlarımı çatarak dikkatle baktım. Bir genç, üzerine siyah bir takım elbise giymişti. Yüzünde ise siyah bir maske vardı. Yanındaki kadın ise, kan kırımızısı kadar koyu renk bir elbise giymiş, yüzüne ise beyaz renk maske takmıştı. Bu kaşlarımı çatmama neden oldu.

Bu organizasyon Türklere karşı iken, bu kadın neden kırmızı ve beyazı bir araya getirmişti?

Anlamaz gözler ile çifte baktığım sıra, kadının beyaz maskeden görünen gözleri benim gözlerimi buldu. Dudaklarında ukala bir gülümseme belirdiğinde, içimden küfürler ettim. Bu kadın beni tanıyordu! Bakışlarım hızla yanındaki oğlanı gördüğünde, Acar ve diğer askerlere sırasıyla bakıyor oluşunu gördüm.

Ha siktir!

" Hızla salondan çıkın, burada olduğumuzun farkındalar." Diyerek kulaklığa doğru konuştuğumda, askerlerimin gözleri beni buldu. Her biri anlamazca bana bakıyordu. Bunun nasıl olabileceğini sorguluyorlardı, ki haksız değillerdi, çünkü bende sorguluyordum!

Hızla Aldoza'nın yanına gittim ve yüzüme yapmacık bir tebessüm kondurdum. " Tatlım, gidiyoruz." Diyerek omzuna dokunduğumda, karşısındaki kadın kısa süreliğine bana baktı. Aldoza ise, " Geliyorum, hayatım." Dedi ve kadına hafif bir baş selamı verdikten sonra hemen yanıma geldi. Her birimiz yavaş yavaş salonun dışına doğru ilerlerken, önümüze geçen korumalar ile birlikte ağzımın içinde küfürler ettim. Hızla yönümü değiştirip başka yöne doğru ilerlediğin sırada, bir kez daha önümüzü kestiler.

Sikeceğim böyle işi!

Arkamı dönüp tekrardan salona doğru ilerledim ve kulaklığa doğru konuşurken, bir yandan da üst katta elinde silahlarla bizi hedef alan adamlara baktım. " Hepimiz gözlem altındayız. Yanlış tek bir hareketimizde, kafamıza sıkacaklar." Dediğimde, onlar da korumalar ve üst kattaki eli silahlı adamları fark etmişlerdi. Gözlerim karşıyı bulduğunda, o kırmızı elbiseli kadının bana hâlâ sırıtarak bakıyor oluşunu gördüm.

Bu kadın kimdi?

Kaşlarım çatık bir vaziyette boş masalardan birine geçtim ve kadının gözlerine baktım. Maske yalnızca dudaklarını açıkta bırakıyordu. Yüzünün geri kalanı, maskenin üzerindeki değişik motifler ile kapatılmıştı. Yanındaki adama doğru dönüp bir şeyler söylediğinde, genç yanından uzaklaştı ve o, bir başına kaldı. Bakışlarım orkestra başındaki Behlül'ü gördüğünde, piyano başındaki adamın, alttan tuttuğu silah ile onu hedef aldığını gördüm. Sessiz küfrüm kulaklarıma dolduğunda, Behlül'ü nasıl kurtarabileceğimi düşündüm. Lakin tam bu sırada yanına biri geldi ve o, yeni bir beste çalmaya başladı. Bu beste ile birlikte bir çok kişi dansa kalkarken, benim bakışlarım salonu taramaya başladı. Bir değil, birden fazla tehlike vardı.

Biz bunu nasıl görmezdik, nasıl gözden kaçırırdık! Kör oluşumuza içten içe küfürler ederken, bu lanet yerden nasıl kurtulabileceğimizi düşünüyordum. Gerekirse burada ölümüne savaşırdım, lakin yanımda hiçbir cephane bulunmuyordu. Bu da ellerinde silah bulunan adamlara karşı pek de şansımızın olmadığını gösteriyordu. Buradan canlı çıkmalıydık. Canlı çıkmalıydık ki bir sonraki hamlemizi sert vurabilelim.

" Bayım?" Diyen bir ses duyduğumda, bakışlarımı hafifçe yere doğru eğip bana bakan gözlere çevirdim gözlerimi. Bu o kırmızı elbiseli kadındı. " Buyurun?" Diyerek aramıza mesafe koyduğumda, dudağındaki sırıtış ile birlikte, " Benimle bir dansa kalkar mıydınız?" Diye sordu. Gözlerim pilot kızı bulduğunda, yanımda olmadığını gördüm. Gözlerim hızla onu ararken, tekrardan Piroz ile birlikte gelen kadının yanına gitmiş olduğunu gördüm. Kafasının dikine gitmeyi seviyor olmalıydı.

Gözlerimi tekrardan bu kırmızı elbiseli kadına çevirdim ve, " Tabi." Diyerek ona elimi uzattım. Aslında onunla dans etmeyecektim, lakin bir şeyler bildiği bariz belli iken onunla dans bahanesi ile konuşma fırsatını geri tepemezdim. Elimi tuttuğunda, onu dans pistine doğru yönlendirdim. Ortaya, dans eden çiftlerin yanına geldiğimizde, bir elimi beline koydum. Diğer elimi ise eliyle kavuşturarak onunla dans etmeye başladım. O ise boştaki elini omzuma koymuştu. Bu dansın Laçin ile olmasını çok isterdim, lakin durum ve vaziyet buna izin vermiyordu. Şuan için bunu yapmak zorundaydım.

" Adınızı öğrenebilir miyim?" Diyerek sorduğumda, " Adımın bir önemi yok." Diyerek bana cevap verdi ve kafasını kaldırıp bana baktı. " Kim olduğunu biliyorum, asker." Dedi ve dudaklarında bir gülümseme belirdi. Kaşlarımı çatarak ona baktım, " Ne saçmalıyorsun?" Diyerek, elbet tabii dediğini ret ettim. Asker olduğumu ben söylemeden bir şey yapamazdı. " Bir düşman değilim." Bu sefer alayla gülen ben olmuştum. " Orkestradaki arkadaşına bak." Dediğinde, gözlerim hızla Behlül'ü buldu. Onun arkasında yer alan piyanist ise, bir anda arkadan çıkan bir adamın onu sessizce arkaya doğru götürmesiyle, elindeki silahla birlikte kaybolmuştu. " Sana düşman olmadığımı söyledim." Kaşlarım daha da çatılırken, anlamaz bakışlarımı ona yönelttim. " Siz dersinize iyi çalışmışsınız, lakin bazı şeyleri unutmuşsunuz. Türk askeri, ben askerim demese de kendini belli ediyor. Arkadaşlarının bu denli dikkatli oluşu, sence de göze batmayacak mıydı?" Deyişiyle askerlere baktım. Her biri pür dikkat buradaki insanları izliyordu. Elbette ki bu da düşmanımızın dikkatini çekmiş olmalıydı.

" Kimsin sen?" Diyerek sorgulayan bakışlarımı gözlerine diktim. " Bir arkadaş." Dedikten hemen sonra elini benden çekti ve uzaklaştı. Tam arkasından ilerleyeceğim sıra, salonun ortasına düşen sis bombasıyla birlikte onu kaybettim. Arkasından ilerleyeceğim sıra, pistteki çoğu insan teker teker yere devrilmeye ve kan kusmaya başladı. Bunun nasıl olduğunu anlamaz iken, etrafa bakınmaya çalıştım, lakin hiçbir şey görünmüyordu. " Hemen burayı boşaltın, hemen!" Dedim kulaklığa doğru ve sisten gözükmeyen salondan hızla çıkmaya çalıştım. Çok değil birkaç saniye sonra silahların sesi, kadınların çığlıkları doldurdu salonu. Birçok beden ise teker teker yere yığılıp kan kusmaya başlamıştı.

O yiyecek ve içeceklerde bir şeyler olduğunu biliyordum.

Hızla ilerlediğim sırada, mor elbisesinden tanıdığım kızı da kolundan tuttum ve çıkışa doğru koşmaya başladım.

Bugün bir operasyon bozulmuştu, lakin tanımadığımız ve dostumuz olduğunu söyleyen biri bize yardım etmiş, bizi kurtarmıştı. Bu sisi de onun attırdığına adım kadar emindim.

Bu kadar kısa sürede bu kadar şey olmuştu. Allah bilir bu gece için daha neler neler planlanmıştı da, bu kırmızı elbiseli kız erkenden gelip müdahale etmişti.

Beni tanıyordu, asker olduğumu biliyordu.

Kimdi o kız?1

🇹🇷

YAZARDAN...

Kadın, karşısındaki kızın gözlerine baktı ve derin bir iç çekti. Hiçbir şey bu raddeye gelsin istememişti. Tek istediği, kardeşi ve ailesi ile birlikte bir ömür geçirmekti. Bu isteği ise yıllar evvelsinde kardeşi ondan koparıldığında tuzla buz olmuştu. Elbet şuan bir şansı vardı aile olabilmek için, lakin kardeşi bir ölüden farksız değildi.

" Yemeğini yemelisin." Dedi sesindeki merhametle. Karşısındaki kız ise kafasını duvara biraz daha yaslayıp, boş gözlerle tavana baktı. " Ne yemek yiyiyorsun ne konuşuyorsun. Ne olacak senin bu halin?" Dedi ve derin bir nefesi ciğerlerine çekti. Karşısındaki kız ise suskun bir şekilde tavana bakmaya devam etti. " İlaçlarını aksatma." Dedikten sonra ayaklandı ve elindeki tepsiyle birlikte odadan çıktı kadın. Bu sırada oğlu Esat da merdivenlerden yukarı çıkıyordu. " Oğlum?" Diyerek seslendiğinde, oğlu ona döndü ve tebessüm etti. " Anne?" Diyerek annesine doğru ilerlemeye başladı, bir yandan da elindeki tepsiye bakıyordu. " Yine mi yemedi?" Diyerek sordu annesine. Annesi ise başını iki yana doğru olumsuz bir şekilde salladı. Oğlu Esat ise bir elini annesinin omzuna koydu ve, " Bir gün iyileşecek anne, inanıyorum buna." Dedi ve annesine destek olurcasına elindeki tepsiyi aldı. " Babam aşağıda, bir yanına uğra istersen." Dediğinde annesi onu başıyla onayladı ve merdivenden aşağı doğru ilerledi. Oğlu ise bir elindeki tepsiye bir de annesinin çıktığı odanın kapısına baktı. Daha sonra derin bir nefesi ciğerlerine çekip o da aşağıya indi ve elindeki tepsiyi mutfağa bıraktı. Bu sırada salonda oturup hararetle konuşan anne ve babasına değmişti gözleri. Lakin yine de çok umursamadı ve odasına çıktı.

" Buradan gitmeliyiz." Kocasının kurduğu cümlelerden sonra, kadın buradan gitme kararı almıştı. Kardeşini bir kez daha kaybedemezdi. " Bazen kim olduğumu unuttuğunu düşünüyorum, Ayperi." Diyerek karısını kendine çekti ve sarıldı. " Kocan burada, unutma." Dedi ve karısının saçlarının tepesinden öptü. " Bizi bulmamalılar Aybars." Diyerek kocasına biraz daha sırnaştı Ayperi. " Ona daha yeni kavuştum, bir kez daha kaybedemem." Dedi ve yavaş yavaş akıttı yaşlarını. Aybars ise karısının bu hâline dayanamayıp onu göğsünde telkinleştirmeye çalıştı.

Uzun yıllardır arıyorlardı Laçin'i. Lakin Aker Sağdıç, evlat edindiği kızı öyle iyi saklamıştı ki, onu bulmak neredeyse imkânsız hâle gelmişti. Evet, yıllar sürmüştü. Lakin Aybars, sırf eşinin yüzündeki o anlık mutluluk için uzun yıllarını bu kızı aramaya adadı. En nihayetinde de buldu eşinin kardeşini. Lakin bulduğunda, kızın ne bedeni sağlığı ne de ruh sağlığı iyi halde değildi. Bu hale nasıl geldiğini anlayamamışlardı. Lakin doktor ile konuştuktan sonra, tüm taşlar teker teker yerine oturmuştu.

Laçin, hafızasında büyük bir travma yaşıyordu. Ve zihni bu travmayı hatırlamaması adına ona olmadık halüsinasyonlar gösteriyordu. Laçin'in zihni, Laçin'i tüketiyordu.

" Onu kaybetmeyeceğiz meleğim, buna dair tek bir şüphen dahi olmasın." Diyerek eşinin saçlarının tepesinden öptü Aybars. Bu hayattaki en kıymet verdiği kişi hiç şüphesiz eşi Ayperi idi. Eşinden sonra ise çocukları geliyordu.

Esat ve Rana.

Bu iki güzel yavru, onların birer tohumuydu. Onların kanından, onların canındandı. Nasıl olurdu da yavrularını sevmez, onları en kıymetlileri yapmazdı?

Esat 19 yaşında, inşaat mühendisliği okuyan bir üniversite öğrencisiydi. Gözleri babasınınki gibi kehribar rengiydi. Yüzü oldukça temiz ve yaşını belirtecek olgunluktaydı. Boyu ve kilosu da gayet yerindeydi. Sağlığına oldukça önem veren bir gençti, Esat. Kız kardeşi Rana ise 12 yaşında, ortaokul 2. Sınıf öğrencisiydi. Rana, annesi gibi mavi gözlere sahip bir kız çocuğuydu. Saçları ise sapsarıydı. Lakin abisinin aksine o, oldukça çelimsiz bir vücuda sahipti. Kilo yönünden sıkıntı yaşasa da, oldukça güzel bir kızdı.

Böylesine güzel yavruları, babası nasıl olurdu da sevmezdi?

" Oo, çifte kumrular!" Diyerek salona giriş yapan bir çift kehribar rengi göz ile birlikte, Ayperi kocasının göğsünden ayrıldı ve dudaklarına zoraki bir tebessüm kondurarak gelen kişiye baktı. Bu gelen kişi, eşinin erkek kardeşi Alparslan idi. Eşi ile olan tek ortak yönleri, kehribar rengi olan gözleri idi. Bunun dışında hiçbir şeyleri benzemiyordu. Aybars esmerdi, kardeşi Alparslan ise kumraldı. Birbirlerine zıt karakterleri vardı. Aybars genel olarak otoriter biriydi, Alparslan ise onun aksine oldukça gevşek ve rahat bir insandı. Yani en azından ailesinin yanında böyleydi. Aile dışındaki ortamlarda oldukça resmi ve en az abisi kadar otoriter biriydi.

" Benden utanma yengeciğim, 20 yıllık kocan ne de olsa." Diyerek sırıttıktan sonra, boş koltuklardan birine oturmuştu Alparslan. Ağabeyi ve yengesi ise dikkatle onu izliyordu. " Utanmak değil Alparslan, zaten yukarı çıkmam gerekiyordu." Dedi ve eşine döndü, " Size iyi muhabbetler, ben işlerimi halledeyim." Diyerek eşi ve erkek kardeşini yalnız bırakarak yukarı çıktı. Yapacağı şey, Laçin'e sıcak bir duş aldırmak olacaktı.

Ayperi'nin gidişinin ardından, Alparslan o gevşek modundan çıkmış ve ciddi bir şekilde abisine bakmaya başlamıştı. " Sen ne yaptın abi?" Diyerek abisinin gözlerinin içine baktığında, Aybars gözlerini devirerek tekli koltuklardan birine oturmuştu. " Ne yapmışım?" Diyerek bacak bacak üzerine attı ve sağ kolunun dirseğini koltuğa yaslayarak kardeşine bakmaya başladı. " Ne yaptığını çok iyi biliyorsun, abi!" Dedi sessiz bir sitemle. " O kızın ajan olduğunu biliyorsun!" Diyerek sitemini sürdürdüğünde, " Ee, yani?" Diyerek boşvermişcesine ona cevap vermişti ağabeyi. " Mit ile çalışan birinin, bizim içimizde ne işi var abi?" Diyerek abisine sorduğunda, abisi dikkatle kardeşine baktı.

Ne zamandan beridir kardeşi, onu yaptığı şeylerden dolayı sorguluyordu?

" Bildiğim şeylerin, senin de bildiğinin farkındayım Alparslan. Şimdi lafı gevelemeden diyeceğini de." Diyerek her zamanki otoriter sesiyle konuşmuştu ağabeyi. Kardeşi ise gözlerini yumarak arkasına yaslandı ve derin bir soluğu ciğerlerine çekti. " O kız iyileştiği ilk anda seni araştıracak." Diyerek ağabeyine baktı. " Senin hakkındaki gerçekleri öğrendiği an, ilk işi seni şikayet etmek olacak. Bu karşındaki kız normal bir kız değil! Kaç teröristi Türk Hükümetine teslim etmiş biliyor musun!?" Diyerek hiddetle sorduğunda, ağabeyi rahat bir şekilde koltuğunda oturmaya devam etti. " Dediğin hiçbir şeyi yapmayacak." Diyerek sırıtmaya başlamıştı Aybars, Alparslan ise ağabeyinin bu hâline kaş çatarak baktı. " Bu da ne demek?" Diyerek abisine doğru sordu. " Sadece deneyim, kardeşim." Dedikten sonra oturduğu koltuktan kalktı ve merdivenlere doğru ilerlemeye başladı. " Çıkarken kapıyı çekersin." Dedikten sonra kardeşini salonda bırakarak yukarı kata çıktı.

Aybars, o kızı getirirken birçok ihtimali göz önünde bulundurmuştu. Ve sonuç olarak emin olduğu bir şey vardı ki, bu da Laçin'in ona yardım eli uzatan hiç kimseye sırtını dönmemiş olduğuydu. Aybars, bu kızın onu ele vermeyeceğinden emindi.

🇹🇷

1 AY SONRA

" Evumuzun önünden,

Dere akar denize

Yaşlansayduk sevduğum,

Senun ile diz dize..."

Laçin, bulunduğu odanın camının önüne geçmiş manzaraya bakarak, sessizce şarkı mırıldanıyordu. Bir haftanın ardından, az çok kendine gelmeye başlamıştı. Farklı yüzler görmek ona iyi gelmişti. Dahası, tanımadığı bu insanlar onunla muhabbet etmeye çalışıyor, onu içinde bulunduğu buhrandan olduğunca uzak tutmaya çalışıyorlardı. Ve emeklerinin sonuçlarını da hayli hayli görüyorlardı. Eskiye nazaran, Laçin artık yemeklerini az da olsa yiyiyor, arada bir Rana ile konuşuyordu. Onu konuşmaya iten kişi Rana olduğu için, kendini bir tek onunla konuşurken buluyordu. Diğerleri ile pek konuşmasa da, onlara karşı daha ılımlı davranıyordu.

Dahası, yavaş yavaş her şeyi hatırlamaya başlamıştı. Aker Sağdıç, Öktem Timi, Kopuk Timi, Destan Timi, Ajanlar, Amcaları... Herkesi ve her şeyi yavaş yavaş hatırlamaya başlamıştı. Hatırladıkları canını yakıyordu. Üzerinden neredeyse iki yıl geçmiş olmasına rağmen, hatırladığı şeyler ona sanki dün olmuş gibi acı çektiriyordu. Yaşadığı şeyler kolay değildi. Kolay olmadığı içinde ruh sağlığı bu denli bozulmuştu.

Laçin artık 30 yaşındaydı ve yaşadığı şeyler, ondan koskoca iki yılını çalmıştı. Hayata karşı kırgın ve küskündü. Affedemiyordu ona bunu yaşatan kaderi. Aklı affetmek istese, yüreği dayanamıyordu. Bunca acının sebebini affedemiyordu.

" Kara yemiş dalinun

Açti beyaz çiçeği

Bu sevdadan fayda yok

Geçirmuşuz zamani..."

Bir sonraki düzeyi dile getirdiği sırada, odasının kapısının açılma sesini duydu. Hızla suskunluğa kapıldı ve omzunun üzerinden kapıya baktı. İlk kez gördüğü kehribar rengi gözler ile birlikte, anlamazca kaşlarını çattı.

Bu gelende kimdi?

Yüzünü tamamıyla kehribar rengi gözlerin sahibine çıkardı. Bu adam her kim ise onu ilk kez görüyordu. Daha önce ne bu evin içerisinde, ne de başka bir yerde görmüştü. O bu adama anlamazca bakarken, karşısındaki adam büyülenmişcesine karşısındaki kadına bakıyordu. " Lütfen ben yokmuşumcasına devam et." Diyerek odaya giriş yaptığında, gözleriyle adamın attığı adıma bakıp tek kaşını kaldırdı. Tek kaşı kalkmış vaziyette karşısındaki adamın gözlerinin içine baktığında, " Bir şey yapmayacağım. Sadece bu güzel sesi yakından dinlemek isterim." Diyerek kendini savunmaya kalkmasıyla Laçin, tek kelime söylemeden, sağ elinin işaret parmağıyla kapıyı gösterdi. Mesajı alan adam, " Pekâlâ, kusura bakma lütfen. Rahatsız ettim sanırım." Dedi. Laçin ise eli hâlâ havada, boş bakışlarla adama bakıyordu. Bu boş bakışları anlamlandıramayan adam odadan çıkarken, kapıyı da çekmişti. Onun çıkışının ardından Laçin gözlerini devirerek yatağına oturmuştu.

Bir elini yavaşça karnına götürüp dokunduğu sırada, derin bir nefesi ciğerlerine çekti. Yavaş yavaş karnını okşarken, " Özür dilerim." Diyerek mırıldandı. Yutkunuşu boş odanın içinde yankılanırken, " Seni koruyamadığım için özür dilerim." Dedi ve gözünden düşen damlayı sildi. Kendine de çok kızgındı. Karnındaki yavrusunu bile koruyamamıştı. Herkesi teker teker kaybederken, karnındakini de kaybetmek, ona canını feda etmek gibi hissettirmişti. Zira karnındaki bebeği değil, canıydı, kalbiydi. Belki kısa bir süre onunla olmuştu, lakin yaşattığı hisler... İşte o hislere bir kılıf bulamazdı.

Tekrardan oturduğu yerden ayaklandı ve camın önüne geçerek dışarıyı izlemeye başladı. Canı çok sıkılıyordu. Evet, bu evdeki insanlar onunla birlikteydi, lakin kendini bunca kalabalığa rağmen yalnız hissediyordu. Onun yalnızlığını alabilecek yalnızca bir kişi vardı, o ise kayıplardaydı. Yani onu bulmaya gelmiyordu. Ona böyme demişti, Ayperi'nin eşi. Herkes Laçin'in o akıl hastanesinden çıktığını bilmesine rağmen, onu ne almaya ne de görmeye gelmişlerdi. Laçin buna inanmak istemedi. Nasıl olurdu da ailesi bildiği insanlar onu böyle bir başına bırakabilirdi?

Canı çok yanıyordu.

Can yakmak istiyordu.

Onun ruhunda açılan Can Yanıkları'nın aynısını, o da ona bunu yaşatanlara yaşatmak istiyordu. Ruhu alev almış yanıyor iken, tek kuru can dahi bırakmak istemiyordu. Mutluluğa bu kadar yakın ve bu kadar uzakken o, canının acısını dindirmeye çalışıyordu. Yapacaktı da. Onda açılan her bir yaraya, o bir kurşun izi ile cevap verecekti.

Laçin, dağlara geri dönecekti.

Onu ailesinden, sevdiklerinden, canından ayıran her bir kansızın leşini yere indirecek, intikamını alacaktı. Annesine verdiği sözü tutacaktı. Ne annesinin ne babasının ne de ağabeyinin kanını yerde bırakmayacaktı. O şeref yoksunu insanları bir bir infaz edecekti.

Ciğerlerine çektiği derin bir nefes ile birlikte gözlerini semaya kaldırdı ve içinden dua etti. " Ne olursun bana güç ver." Rabbine ettiği duayı bir tek o ve Rabbi duydu. Belki şimdi değildi, lakin belli bir süre sonra ona o güç verilecekti ve o, her bir leşi yere zevkle indirecekti. Verdiği sözü tutacak, ailesine geri dönecekti.

Ayperi onun ablasıydı ve o da bunu biliyordu. Öğrenmişti. Ama yine de tepki veremiyordu. Zira böyle bir duruma, nasıl bir tepki verilirdi, çıkartamıyordu. Sadece başını sallamış ve ablasının ona sarılışına karşılık vermişti. Yüreği o kadar boş ve pusluydu ki, ablası ona sarıldığında hiçbir şey hissedemedi. Hissetmesi gerekiyor muydu ki?

Odasının kapısı çaldığında, başını kapıya doğru çevirdi. İçeriye doğru giren küçük kızı gördüğünde, dudaklarındaki tebessüm ile kıza baktı. Neden bilmiyordu ama Rana'ya içi çok ısınıyordu. Yeğenim olduğundandır, diyerek düşündü içinden. Lakin o da biliyordu ki, sadece yeğeni olduğundan değildi. Bir sebep vardı, lakin o da çıkaramıyordu bu sebebin ne olduğunu. Tek bildiği, bu kızı fazlasıyla sevdiğiydi.

Rana kapıyı ardından kapatarak koşa koşa teyzesine sarıldığında, Laçin de ona karşılık vererek sarıldı. " Teyzecim?" Diyerek teyzesine doğru konuştuğunda, Laçin başını eğerek yeğenine baktı. " Efendim, canım." Dedikten sonra kızı kendinden biraz uzaklaştırdı ve onunki gibi olan mavi gözlerine baktı. " Az önce amcam gelmiş ama sen onu kovmuşsun, doğru mu bu?" Diyerek sorduğunda, Laçin gelen kişinin kim olduğunu öğrenmişti. Demek amcasıydı, diyerek düşündü içinden. " Evet, kovdum." Diyerek yeğenine baktığında, yeğeni dudaklarını birbirine bastırarak gülmemeye çalıştı. " Aslında amcam iyi biridir." Diyerek konuşmaya başladığında, Laçin sözünü kesti. " Beni ilgilendirmiyor, tatlım. Onu boşver ve anlat bakalım, bugün okulda neler yaptın?" Diyerek sordu. Rana ise ışıldayan gözleri ile teyzesinin yatağına oturdu ve ona bakmaya başladı. Laçin de hemen yanına oturdu ve yeğenine baktı.

" Ay teyzecim, sana bahsettiğim kız vardı ya. Hani okuldakilere zorbalık yapan." Diyerek konuşmaya başladığında, Laçin başını aşağı yukarı sallayarak onu onayladı. " Ay teyzecim biri bunu müdüre şikayet etmiş, annesi geldi. Görmen lazımdı, annesi nasıl da bağırıyordu kızına." Sanki bu olanlar onun için güzel bir habermiş gibi sinsi sinsi gülmesiyle, Laçin gözlerini kısarak yeğenine baktı. " Bu müdüre şikâyet eden kişiyi ben tanıyor olabilir miyim acaba?" Diyerek sorduğunda, yeğeni göz ucuyla ona bakmıştı. " Yok teyzecim, sen nereden tanıyacaksın." Diyerek geçiştirerek konuşmasıyla, Laçin başını iki yana sallayarak güldü. " Ben şikâyet ettim de diyebilirsin, Rana." Dediğinde, yeğeni hızla elini dudaklarına götürmüş ve kapatmıştı. " Teyzeciğim sen ne diyorsun, ben hiç yapar mıyım öyle şeyler?" Dediğinde, Laçin dudakları üzerindeki elleri çekerek güldü. " Hiç yapmazsın hem de." Rana da onunla birlikte gülmüştü. Geçen iki saat boyunca Rana bir şeyler anlatmış, Laçin ise onu dinlemiş ve yeri geldiğinde tepki ve önerilerini belirtmişti.

Böyle diye diye vakit geceyi bulduğunda, elindeki kitapla birlikte yatağına oturdu ve kapağını açtı. Gece lambasının eşliğinde, loş ışıkta kitabını okumaya başlamıştı Laçin. Zira bu evde Rana ile konuşmak ve kitap okumak dışında yapabileceği pek bir aktivite yoktu. Bu iki etmende olmasa, zaman nasıl geçerdi bilmiyordu. Kitabının yaklaşık elli sayfasını okuduğunda, gözleri yorulmaya başlamıştı. Bu nedenle kitabının arasına ayracını koyup kapağını kapattı ve komodinin üzerine bıraktı. Bu gece hiç ama hiç uykusu yoktu. Uyumak içinden gelmiyordu.

Boğazının kuruluğunu hissettiğinde, komodinin üzerindeki sürahiye uzandı. Lakin sürahiyi boş görünce, oflayarak yatağından çıktı ve elinde sürahi ile birlikte odasından çıktı. Vakit gecenin bir vakti olduğu için şanslıydı. Kimse ile yüz yüze gelmeyecekti, bu da onu mutlu ediyordu. Zira Rana dışında biriyle karşılaşmak, onu geriyordu. Evet her birine alışmıştı, lakin konuşmasını ister gibi olan bakışları görünce, bu onu tedirgin ediyordu.

Elindeki sürahi ile birlikte merdivenleri teker teker indi ve mutfağa doğru adımlamaya başladı. Bu sırada gözü boş salona değmişti. Karşı taraftaki duvar yıkılmış, boylu boyunca cam pencereler ve bahçeye çıkan bir kapı konulmuştu. Ayın ışığı salona vurdukça, Laçin etkilenerek bakıyordu bu manzaraya. Gözlerini o boylu boyunca uzanan camdan çekti ve hemen karşı tarafta kalan mutfaktan içeri girdi. Hızla tezgahın önüne geçip sürahiyi çeşmeye koydu ve suyun dolmasını bekledi. Su dolduğunda ise çeşmeyi kapatarak mutfaktan çıktı. Tam merdivenlere yöneleceği sıra, göz ucuyla salonda gördüğü karartı ile birlikte adımları ilk basamakta durdu. Başını omzundan geriye doğru çevirip salona baktığında, hiçbir şeyi göremedi. Gözlerini kısarak daha dikkatli baktığında, yine değişen bir şey olmadığını gördü. Bir göz yanılnası olduğunu düşünerek merdivenden yukarıya doğru ilerlemeye başladı. Lakin tam merdivenlerin ortasındayken, salonda duyduğu bir ses ile birlikte adımları durdu ve hızla arkasını döndü.

Salonda gördüğü silüet ile birlikte, " Sende kimsin!" Diyerek bağırdı. Laçin'in sesini duyan kişi hızla koşmaya başladığında, Laçin elindeki sürahiyi bırakarak merdivenleri koşar adım inmeye başladı. " Sana diyorum!" Diyerek seslendi ve salona doğru koştu. Bir erkek silüetine benzeyen beden, salondaki kapıdan çıkıp bahçeye doğru koştu. Laçin de onun arkasından koşarken, bunu neden yaptığını sorgulamıyordu bile.

" Dur!" Diyerek bağırdı ve koşuşunu biraz daha hızlandırdı. Lakin siyahlar içerisindeki beden onu fark etmiş ve daha da hızlanmıştı. Laçin kaşlarını çatarak arkasından koşarken, ayağına takılan bir taş ile birlikte yüz üstü yere düştü. Acı dolu çığlığı sokakta çınlarken, hızla düştüğü yerden kalktı ve etrafına baktı.

Kimse yoktu.

Bakışlarını elleri ve dizlerine indirdiğinde, belli başlı yerlerin kanıyor olduğunu gördü. Acı içinde yüzünü buruştururken, yüzünde hissettiği sızlama ile birlikte arkasını dönüp ilerlemeye başladı. Çok değil beş dakika daha ilerlediği sırada karşısına ablasının eşi Aybars ve oğlu Esat çıkmıştı. Hızla Laçin'i kontrol etmiş ve anlamazca ona bakıyorlardı. " Sana ne oldu böyle?" Diye sordu ablasının eşi. Laçin ise grevini bozarak, " Salonunda biri vardı." Dedi. Aybars ve oğlu birbirine baktığı sırada, Laçin devam etti. " Peşinden koştum lakin yetişemedim." Aybars hızla sordu, " Yüzünü gördün mü?" Laçin ise bu sorusuna başını iki yana sallayarak cevap vermişti. " Yüzünü görmedim, bir şey aldı mı onu da bilmiyorum. Ben onu gördüğüm anda kaçmaya başladı." Dedi ve dikkatle etrafa bakınmaya başladı. " Bu her kim ise evini iyi bilen biri. Aksi takdirde bu kadar kısa sürede elimden kaçması mümkün değil." Diyerek Aybars'ın gözlerine baktığında, Aybars bu kişinin kim olabileceğini düşünüyordu.

" Eve geçelim baba. Annem ve kardeşim evde yalnız." Diyerek oğlu babasına doğru konuştuğunda, Aybars oğluna hak vererek başını salladı. " Evet, bunu düşünmek için bolca vaktimiz olacak." Dedi ve Laçin'e döndü. " Şimdi eve dönelim Laçin." Dediğinde, Laçin başını onaylarcasına salladı ve onlar ile birlikte malikaneye doğru yürümeye başladı. Esat göz ucuyla annesinin kız kardeşine bakıyordu. 30 yaşına gelmiş olmasına rağmen, hâlâ çok genç görünüyordu. Evet zayıf bir bedeni vardı, lakin bu onun güzelliğini örtmüyor diye düşündü. Yaşını göstermeyen bir güzelliği vardı.

Teyzesi neden bu kadar güzeldi ki? Kız kardeşi yetmiyormuş gibi, artık teyzesini de yaban ellerden koruması gerekiyordu. Evet onunla yeni tanışmıştı. Onunla tanışmadan öncesine kadar bir teyzesi olduğundan haberi bile yoktu. Lakin öğrenmişti, ve öğrendiği andan itibaren onu benimsemişti. Zira annesinin bu kadar değer verdiği birine, o da değer vermeliydi. Annesi için kıymetli olan, o ve ailesi için de kıymetliydi.

Laçin, üzerindeki bakışları hissetmiş gibi kafasını Esat'a çevirip bakmıştı. Bakışlarından dolayı yakalanan Esat, utançla başını önüne çevirdi. Laçin ise hafif bir gülümseme ile ona bakıp tekrardan önüne döndü ve ilerlemeye devam etti.

Nihayet koca malikanenin önüne geldiklerinde, usulca bahçe kapısından içeri girdiler ve birbirlerine iyi geceler dileyerek odalarına dağıldılar. Öncesinde ise Aybars, bu konunun yarın konuşulacağı hakkında kısa bir bilgi vermişti. Laçin ve Esat ise başlarını olumlu anlamda salladıktan sonra odalarına çekilmişti.

Laçin, odasına girdiği anda derin bir nefes alarak yatağına girdi ve sessizce mırıldandı, " Tek istediğim bir yudum suydu, uğraştığım şeye bak!" Dedi ve yorganı kafasına kadar çekip içine girdi ve gözlerini yumdu.

Uyumak ve bir daha uyanmanak istiyordu. Lakin kendine verdiği bir söz vardı ve bu sözünü tutacaktı.

Laçin, Dağlara geri dönecekti.

🇹🇷

TUĞRUL GANİEV

Hayat denen boşluk, bizi birçok kez yüz üstü bırakabiliyordu. Ya da bizi bir boşluğun, çıkmazın içine atabiliyordu. Kimimiz buna kader, kimimiz nasip, kimimiz ise tesadüf diyorduk. Zira başımıza gelen musibetler, nasıl olurdu da tesadüf olurdu? Oldum olası tesadüflere hiç inanmamışımdır. Tesadüf kelimesi, insanların kendini avutmak amacı ile kullandığı bir sözcük gibi geliyordu bana. Zira her karşılaşmanın, her çıkmazın, her yaranın bir nasiple, kaderle bağlantısı vardı bana göre.

O kırmızı elbiseli kadın kimdi, bilmiyorum ama bunun bir tesadüf olmadığı âşikardı. Zira bizi oradan, her ne kadar söylemek istemesem dahi o kurtarmıştı. Türklere karşı toplanan bir davette, Türk bayrağının renklerini kuşanarak gelmişti. Bir nevi isyan gibiydi bu hareketi. Lakin neye ve kime isyan ediyordu, neye baş kaldırıyordu, bu bir muammaydı. Bize neden yardım etmişti, bu da muammaydı. Zira bu bir oyun da olabilirdi. Lakin eğer oyun olsaydı, kendini bana bir kez daha gösterirdi. Lakin o kadın, o davetten sonra bir daha asla karşıma çıkmadı. Birçok yerde araştırdım kim olduğunu öğrenebilmek için, lakin hiçbir şekilde kimliğine ulaşamadım.

Davet listesindeki adları bile sahteydi. Bu da onları bulmamı zorlaştıran bir etmen olmuştu. Ne onu ne de yanında getirdiği partnerini bulamadım.

Elimdeki kalemi masama bırakarak geriye yaslandım ve öfkeyle yüzümü sıvazladım. Bu kadını bulmam gerekiyordu. Her kim ise, her nerede ise bulmalıydım. Bulmalı ve onunla bir şekilde irtibata geçmeliydim. Lakin lanet olası kadın o kadar iyi gizleniyordu ki, tam onu buldum derken başka bir suret ile yüz yüze geliyordum. Evet, kadının yüzünü görmemiştim, lakin o ela gözlerini görmüştüm. Belki çok iddialıydı bu düşüncem, lakin onu gözlerinden bulabilirdim. Bu benim için zor değildi, lakin hangi kadına baksam, o değildi. Tam yolun sonuna geldim derken, gördüğümün bir serap olduğunu anlıyor ve koşmaya devam ediyordum. Bu döngüm, o kadını bulana dek devam edecekti.

Kapımın tıklatılması ile birlikte duruşumu düzelttim ve, " Gir." Komutunu verdim. İçeri giren askere gözlerimi diktiğimde, önce selam verdi. Hemen ardından ise, " Binbaşım sizi çağırıyor, Yüzbaşım." Dedi. " Tamam, geliyorum." Dediğimde bir kez daha selam verdi ve odadan çıktı. Çıkan askerin ardından bende ayaklandım ve çıkarmış olduğum silahımı tekrardan belime yerleştirdim. Telefonum ve sigaramı da cebime attıktan sonra odamdan çıktım ve Binbaşının odasına doğru ilerlemeye başladım. Beni neden çağırmıştı bilmiyorum, gidince öğrenecektim. Umuyordum ki yine bir operasyona gitmekten bahsetmezdi. Çünkü artık ciddi mana da geciktirdiğim biri vardı ve benim onu görmem gerekiyordu.

Binbaşının odasının önüne geldiğimde kapıyı üç kez tıklattım ve içeri girdim. Kapıyı ardımdan kapatırken, selama durdum ve Binbaşıya baktım. Bana ' rahat ' komutunu verdiğinde alnımdaki elimi indirdim ve, " Beni çağırmışsınız Komutanım." Dedim. Dudaklarında beliren tebessüm ile yüzüme vaktı ve, " Yüzbaşı Belgin Balca ile tanış, Tuğrul." Diyerek bana odasındaki bir tarafı gösterdiğinde, gözlerim direkt cam kenarında duran kadını buldu. Vücudu camdan dışarısını izliyordu, sırtı ise bana dönüktü. Üzerinde asker üniforması vardı, siyah saçlarını tepede sıkı bir at kuyruğu yapmış, ellerini arkada birleştirmişti. Kaşlarımı çatarak ona doğru baktığımda, " Belgin, Tuğrul ile tanış." Diyen Binbaşı'nın sesi ile birlikte yavaşça bana doğru döndü.

Gördüğüm yüz ile birlikte kaşlarım hafifçe havalanırken, dudaklarında hafif bir sırıtma olan kadına baktım. " Tekrardan merhaba, Yüzbaşı Ganiev." Dedi ve sırıtışı büyüdü. Gözlerim ela gözlerin sahibi olan kadına bakarken, nasıl bir oyunun içinde olabileceğimi düşündüm.

Bu kadın, davetteki kadının ta kendisiydi.

Yüzbaşı Belgin Balca, bir Türk Askeri'ydi.

Benim ve timlerin canını kurtaran bir askerdi.

🇹🇷

Merhabalarrrrr.

Yeni bölümden selamlarrrr.

Nasılsınız, ne yapıyorsunuzz?

Bölümü nasıl buldunuzzz?

Bence idare eder. Aslında bol ağlamalık bir bölüm yazcaktım da vazgeçtim mdndjdjdjdj

Bundan sonraki bölümler, Laçin'in ağzından anlatılacak.

Ayayayayyaa sonunda beeee! Laçin'in ağzından yazmayı özlemişim yeminle cjxjxjxj

Ve bu kırmızı elbiseli Yüzbaşı hanımefendisi hakkında ne düşünüyorsunuzz?

Laçin'in ablası da geldi şükür. Sanki kitapta az karakter yokmuş gibi bir yenileri daha eklendi. Ay kuranıma kafam kaldırmıyor artık mdmdkdkd

Neyse canlar, yeni bölümde görüşürüz. Kitabımı okuyup şans veren herkese çok teşekkür ederim, iyi ki varsınızzz 💙✨

~ Safir

Bölüm : 15.05.2025 13:02 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...