Ölümler vardı, üzerimize kefen gibi biçtiğimiz. Hasretler vardı, o kefenlere sarıldığımız.
Her ölüm, ayrılıktır derler zira. Lakin, bir ölüm ayrılık demek değildir zannımca. Beden öldü diye, ruh da ölür mü? Beden kayboldu diye, o ruhla geçirdiğimiz vakitler, ânılar... Hiçbiri kaybolmaz zihnimizden. Onandır ki, hiçbir ölümü ayrılık olarak kabul etmem. Bir ayrılık varsa ortada, ruhun da yok olması demektir. Lakin bir ruhu, bedene göre hayatımızdan çıkarmak kolay değildir.
Bir bedene, seni istemiyorum dersin ve o bedenle arandaki bağı koparırsın. Lakin ruh... Zaten bizi bir insana bağlayan ruhu değil midir? Bedenlere zaafı olan mahlukatları bundan ırak tutuyorum. Onlar zaten ahlaksızlığın dibindekilerdir. Ruhu sevenler ise... Nasıl görünüyor, nasıl kokuyor, nasıl konuşuyor... Bunların hiçbirini önemsemezdi. Ruhu sevenler, o bedenin içindeki karaktere, kişileğe bakarlardı.
Beden dediğin neydi ki? Bir gün çürüyüp gidecek olan, emanet bir barınak. Lakin ruh, ebedi yaşamını sürdüren, yüreğimizi fetheden bir şeydi. Bu devirde öyle seven mi olurmuş demeyin, zira kendi masumluğunu korumaya çalışan çok insan var. Lakin toplumun yozlaşmasıyla, her biri kabuğunu üzerine çekiyor.
Ya da maalesef ki, ruhundaki incilere değil, bedenindeki kabuğa bakarak bir ömür hayat geçirecekleri kişileri seçiyorlardı. Ne kadar yürek burkan bir durum...
Hayatın tadı tuzudur sevda. O duygular olmasa, hayata nasıl güzellikler katabilir ki bir insan? Hayatında sevda yoksa, nasıl neşe dolu olurdu bir insan?
Sevdalanıp evlenenler... Ah, onlar ne güzeldi. Bir ömür, en güzel onlar yaşardı. Birbirlerinin cefalarını da, mutluluğunu da paylaşırlardı.
Karşımdaki kadına bakarken, içim paramparça, yüreğim darmaduman oluyordu. Güzel günlerinde yanında olamamıştım, hep acı dolu günlerine şahitlik etmiştim. İlki bizden gittiğinde, ikincisi ise şuandı.
Üzerinde yas kıyafetleri, saçlarında eşarbı ile dik bir şekilde duruyordu, Al bayrağın sardığı tabutun karşısında. Omuzları dik, elleri her iki yanında sabit duruyor, gözleri her ne kadar şiş ve kıpkırmızı olsa dahi, o kasvetli duyguları gözlerinden atamıyordu. Buz gibiydi gözleri, intikam istiyordu.
Onun yanında duran diğer bedenlere döndüm. Yaşlı bir kadın, dayanamamış çökmüştü yere. Onun başında ise bir adam vardı. Elleri titreye titreye su içirmeye çalışıyordu o yaşlı kadına. Gözlerim biraz daha gezindi ve o küçük kızı gördüm.
Babasının bedenine sarılarak, ağıt yakan kızı.
Gözlerinden bir damla yaş akmıyordu. Tıpkı Gece Okyanusu gibi omuzları dik, bakışları intikam hırsıyla bürünen bu kız, tabutlara değil, Sancağa bakıyordu. Hiç şüphesiz, dün gece getirdiği yemini yerine getirecekti. O bakışlardan bunu anlayabiliyordum.
Bir kız çocuğu, dün itibari ile şehit olmaya ant içti.
Yanı başında annesi olduğunu tahmin ettiğim biri vardı. Üzerindeki askeri üniforma ile, hazır ol konumunda, kızı gibi sancağa bakıyordu. Gözlerinde tek bir damla yaş yoktu. Öfkeli ve nefret doluydu. Bakışları tam karşısında duran çerçeveyi buldu. O çerçevede, otuzlu yaşlarının ortasında bir öğretmenin fotoğrafı vardı. Üzerinde beyaz önlüğü, dudaklarında tebessümüyle çekilmiş bir fotoğraftı.
Rütbesinden, benim gibi Yüzbaşı olduğunu anladığım kadın, kızının yanından ayrılıp tabutun önüne kadar geldi. En önde o tabut olduğu için, ilk önce o kalkacaktı. Aldı o fotoğrafı, göğsüne bastırarak bağırdı, “ Şehit, İlhan Ataberk!” Uygun adımlarla, ileri marş ilerlemeye başladığında, o küçük kız koştu ve babasının tabutuna el attı.
“ Şehitler ölmez, vatan bölünmez !”o haykırdı, benim içim dağıldı. O kızın haykırışına herkes eşlik etti.“ Şehitler ölmez, Vatan bölünmez !” yüreğimdeki ağırlık büyüdü de büyüdü.
Doğru, şehitler ölmüyor, unutuluyordu.
Bizler ise, hiçbir askerimizi, şehidimizi, gazimizi unutmuyorduk. Vatan unutsa, biz unutmuyorduk. Onları yaşatmaya devam ediyorduk. O al bayrağın kızılında, memleketin toprağında yahut yazılan her bir dizede. Biz askerimizi unutturmuyorduk, unutturmayacaktık da.
İkinci tabut kalktı ardından, önünde genç bir adamla, “ Şehit Pınar Ersoy!” Göğsüne bastırdığı genç kadının fotoğrafıyla birlikte ilerlemeye başladı. Her bir cenazeyi, her aile kendi elleriyle kaldırdı. Kimse karşı çıkmadı buna. Ne ben, ne Binbaşı, ne de Albay. Hiç kimse bu görüntüye karışmadı. Aileleri olan, bir parçanın fotoğraflarını göğüslerine bastırarak ilerlediler.
Sıra Laçin’e geldiğinde. Saçlarındaki eşarbı eliyle omuzlarına düşürdü. Adımlarını cenazenin önüne getirip, önce birkaç saniye resme baktı.
Derin bir nefes aldı ve resmi göğsüne bastırarak, gür bir sesle bağırdı, “ Şehit Buğlem Neşe Sağdıç!” Gözlerinden tek damla akıtmadan, “Vatan Sağolsun!” diye haykırdı ve tıpkı bir asker edasıyla adımlarını attı. Ona eşlik ederek, annesinin cenazesinin bir köşesinden tutup ilerledim.
Bu zamana kadar yanında olamamıştım, bu saatten sonra olacaktım.
Bana ihtiyacı olmasa dahi, her anında yanında olacaktım. O, önce Allah’a, daha sonra Vatana emanetti. Vatan demek, ben demekti. O, benim emanetimdi bu saatten sonra.
Beden ölünce, ruh da ölür müydü?
Bu sorunun cevabını bilmiyordum, lakin bedenim yaşıyorken, ruhumun son parçalarını da yitirdiğimi görebiliyordum. Ruhunu nasıl kaybederdi ki bir insan? Sevdiği herkes gözünün önünde teker teker yok olurken mi, duygularını yitirdiğinde mi? Cevabı meçhul bir soruydu. Lakin biliyordum, ruhum yorgun düşmüştü.
İki yılın omzuma bindirdiği ağırlıkla, zorla ayakta durmaya çalışıyordum. Benim gibi dik duranlarda vardı, dizlerinin üzerine çöküp ağlayan da. Yanı başımda, sayısını sayamadığım kadar şehidin ailesi vardı. Onların önünde ise, ya çocukları ya da yaşlı ebeveynler vardı.
Bugün şehitlerimizin naaşını kaldırıyorduk. Kimisi çocuk, kimisi yetişkin olan nice şehit verdik dün akşam. Vatanı bölmek isteyen bir grup kansızın yaptığı saldırı da, biz şehit verdik. Lakin bölünmedik. O küçük kızın dediği gibi, “ Şehitler ölmez, Vatan bölünmez!” Şehit verdik diye, onları kaybetmiş sayılmıyorduk. Biz, gururumuz olan insanları toprağa verdik. Ondandır ki, ölmediler. Hâlâ yaşıyorlar her bir zerremizde.
Şehidimiz ölmediği gibi, Vatan’da bölünmedi. Her ne kadar uğraşsalar dahi, bu vatanı bölemeyeceklerdi. Ne yaparlarsa yapsınlar, gerekirse her birimizi öldürmeye kalksınlar, yapamayacaklardı. Türk, uluduğu yerden belli olurdu. Onlar bizi yok etmeye çalışırken, bizim uluduğumuz yerde onların sesi dahi duyulmazdı.
Kurttuk biz, Halaskâr’ın* soyundan gelen kurtlar!
*( Kurtaran, kurtarıcı anlamına gelen Halaskâr, 1928 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e verilen bir ünvandır.)
Şehitliğin içi otuzdan fazla mezar ile dolmuştu. Her bir mezar açıkta, içlerine girecek bedenleri bekliyordu. Her bir beden yavaş yavaş o mezarlara yerleştirilirken, dualar yükselmeye başladı göğe. Her bir mezara, bir beden bırakıldığında, ilk topraklar için birer kazma aldık ellerimize.
Geçtim annemin mezarının yanı dibine, kaldırdım kazmayı, bandırdım o kara toprak yığınına ve üzerine dolan o toprak yığınını annemin üzerine attım. İçime çektiğim derin nefesle, Yüzbaşı’da benimle birlikte annemin mezarına bir diğer toprağı attı. İnkâr etmedim.
Alperen geldi daha sonra, ardından Omar ve tüm ailem... Her biri, birer kürek toprak attılar annemin üzerine. Tâ ki tamamen gözden kaybolana kadar... Annem tamamen gözlerimin önünden kaybolduğunda, içimde titreşen alevi dinginleştirmekte zorlandım, lakin omuzlarımı bir saniye olsun eğmedim.
Açtım elimi göğe, “ El Fatiha.” Diyerek başladım duamı okumaya. Her bir el semaya kalktı ve dualar edildi. Kimisinin yaşları eşlik etti dualarına, kimisinin titrek nefesleri.
Dualar bitti, eller indirildi kaldırıldıkları gökten. Her bir insan, geldikleri gibi geri giderken, geriye yalnızca mahşerde kavuşabilecekler kaldı. Anne babalar, eşler ve çocuklar... Yalnızca aileler kaldı mezarların yanı başında, gülümsedim.
“ Biz bize kaldık annem, dediğin gibi, günün sonunda yalnızca ailen kalıyor yanı başında.” Böyle söylemişti babamın mezarına ilk toprağı attığımızda. ‘Herkes gitti, biz kaldık. Herkes unutacak, biz hafızamızdan silmeyeceğiz...’ Böyle söylemişti. Gerçekten de, herkes gitmiş ve unutmuştu. Lakin biz, günün sonunda orada olmasak dahi, unutmamıştık. Hatırlamaya devam etmiştik, edecektik de.
Annemin toprağını okşadım, babamınkini okşar gibi. Gülümsedim mezarına, öptüm adı yazılı olan tahtadan. Kafamı biraz daha çevirdim ve yanındaki diğer mezara baktım.
Babam ve annemin mezarı. İkisini ayrı koymak istememiştim. Zaten yeteri kadar ayrı kalmışlarken, bir de mezarlarının ayrı olmasını istememiştim. Bundandır ki, annemin mezarını, babamınkinin yanına kazmıştım, kazmıştık.
Bu günümde yanımdan ayrılmayan Kopuk timi, annemin mezarını kazmama yardım etmiş, aynı şekilde cenazesini de onlar kaldırmıştı. Şimdi ise, herkes dağılmasına rağmen, onlar buradaydı, ailem gibi...
Derin bir ah, çektim ciğerlerimin ta içine. Daha sonra ayağa kalktım ve aileme döndüm. Tabii ki, bu günümde yanımda olacaklardı. Beni hiçbir ânımda yalnız bırakmadıkları gibi, bugünde bırakmamışlardı. Kadınların gözünden yaşlar akarken, erkekler dimdik duruyordu.
Onlar, ilk şehidini vermiyordu ki...
Kardeşlerime baktım, gözlerindeki yaşlarla, bir annemin, bir babamın mezarına bakıyorlardı.
“ Eşyalarını toparlayıp bize gel kızım. Zaten hazırda odan var, biliyorsun.” Diyen Fahri Amcaya gülümsedim. “ Teşekkürler amca, lakin ben baba evimde kalacağım.” Yutkunuşum her birinin gözüne ilişirken, tebessümümü korudum. Bir şey demediler, daha fazla da zorlamadılar. Çünkü doğru an olmadığını biliyorlardı.
Yönümü Kopuk Timine çevirdim bu kez, “ Bugünümde yanımda olduğunuz için teşekkür ederim. Bu ânı asla unutmayacağım.” Diyerek onlara gülümsediğimde, her birinin gözünde ki, o yetim kalmış kızı gördüm.
Ben ilk kez yetim kalmıyordum ki. İkinci yetim kalışımdı. Lakin ilkinden daha ağırdı... İlk önce Tarık Abi geldi yanıma. Çekti beni göğsüne sıkıca sarıldı. “ Birbirimizi doğru dürüst tanımasak da, yanımızda her zaman yerin var.” Saçlarımı okşayıp öptü, bir abi edasıyla. “ Ailen gibi olamam ama, evimin kapısı sana her daim açık kalacak.” Yüreğimdeki ağırlık büyüyüp gözlerime yansıdı, lakin hiçbir yaş akmadı harelerimde. Zira nehirlerimi kurutmuştum.
“ Teşekkür ederim, abi.” Dediğimde, benden ayrılıp geri çekildi. Onun ardından Omar gelip sarıldı. “ Evim boş, biliyorsun. İstediğin zaman orada kalabilirsin.” Deyip yaşlarımı sildi ve geri çekildi. Kuruyan boğazımdan hiçbir kelime çıkmasa dahi, tebessüm ettim. Asena geldi ardından,“ Komutanlarım gibi evim yok ama, yatakhanede yatak bol.” Diyerek gülmeye çalıştığında, o uğraşmadan ben onu çekip kendime sarıldım ve sessizce, “ Teşekkür ederim.” Dedim. Yutkunarak geri çekildiğinde, sırasıyla Azmi, Behlül ve Cümali’de gelip beni telkin etmeye çalıştılar. Onların her biri teker teker giderken, geriye Adem komutan ve Yüzbaşı kaldı.
Adem komutanın yüzündeki, belirgin olan pişmanlık, içimdeki hiçbir duygunun ağırlığını dindirmedi. Sabahında, öz kızı olmadığını ima ettiği adamın eşi, akşamında ölmüştü. Ve bu kız, acımadan canını yaktığı bu kızın canı, şimdi bin kat daha yanıyordu.
Adımları yanıma geldi, “ Özür dilesem, nafile. Farkındayım. Senden beni affetmeni istemiyorum, yalnızca bundan sonra yanında olacağımı bilmeni istiyorum.” Acım içimi zaten dağlarken, bu adamla uğraşmak istemiyordum. Lakin sivri dilim, beni hiçbir zaman, hiçbir yerde susturmazdı.
“ Acıma. Tıpkı dün sabah yaptığın gibi bana acıma komutan, çünkü ben sana acımayacağım.” İçimdeki tüm nefreti ona kustum, “ Sakın ola şehit verdim diye bana üzülüp, pişman olma. Laf ağızdan bir kere çıkar. Sen o lafı ettin, ben ise sana bunu ödetmeden seni rahat koymayacağım.” Sanki ne yaparsam yapayım, eyvallah diyecekmiş gibi başını eğerek yanımdan geçip gitti. Onun ardından ise Yüzbaşı geldi.
“ Biliyorum, başın hiç eğilmeyecek. Lakin başını eğmek isteyenler, muhakkak ki olacak. Sakın unutma doktor hanım, sen Şehit kızısın, sana başını eğmek yakışmaz.” Diyerek yanımdan geçip gittiğinde, kuruduğunu sandığım gözlerim doldu. Ardından öylece bakarken, dudaklarımda tebessümüm belirdi.
Kederli tebessümüm beni maziye götürürken, gözlerimdeki yaşı geriye ittim ve bana doğru gelen Binbaşı ve Yarbay’a baktım. İkisi de üniformaları içerisinde karşımda dikildi. Binbaşı, “ Başımız değil, Vatan Sağ Olsun evlat.” Deyip omzuma iki kere vurarak ayrıldı yanımdan. Onun ardından Yarbay konuşmaya başladı.
“ Kalacak bir yerim yok, diyorsan yanılıyorsun.” Diyerek bana gülümsedi Yarbay, “ Unutma ki, bu Vatan senin evindir. Her bir köşesi sana aitken, senin evsiz kalmak gibi bir lüzmun yok.” Gülümsemesini yavaşça sildi ve, “ Şehit Aker Sağdıç ve Şehit Buğlem Neşe kızı, Laçin Sağdıç. Unutma ki, sen vatanın evladısın. Nereye istersen, oraya yuva yaparsın kendine.” Tıpkı binbaşı gibi omzuma iki kere vurup, “ Evet, de. Geçmişi silelim Laçin.” Yutkundum.
Yarbay’ı tanıyordum. Bundan altı yıl öncesinden beri onu tanıyordum, O da beni ve babamı tanıdığı için, Kars’tan buraya gelmişti. Çünkü, annemi şehit verdiğimi biliyordu. Bu günümde yanımda olmak istiyordu, lakin geçmişi silmekten bahsediyordu.
Doğru zaman değildi, hem de hiç.
Kafamı usulca arkaya çevirdiğimde, ailemin biraz uzakta olduğunu gördüm. İçime çektiğim nefesle,“ Düşünmem gerek, Yarbayım.” Diyerek, aslında onu red ettim. O ise bana gülümsedi, “ Ne zaman kararını verirsen, nerede olacağımı biliyorsun.” Diyerek yanımdan geçip gitti.
Bir süre arkasından bakarken, neden böyle dediğini düşündüm bir süre. Daha sonra onu boş verip, son kez anne ve babamın mezarına bakarak yanlarından ayrıldım. Beni bekleyen ailemin yanına gittiğimde, önce acılı bakışlarla karşılaştım. Ben gülümsediğimde ise, buruk gülümsemeleri yüzlerine yayıldı.“ Her zaman buradayız, biliyorsun kızım.” Diyen Ecevit amcaya gülümsedim. “ Biliyorum amca.” Dedim ve her birine baktım.“ Teşekkür ederim, iyi ki ailem oldunuz... İyi ki...” Ferda Abla tutamadığı hıçkırığıyla arkasını dönüp gittiğinde, boğazımdaki düğüm büyüdü de büyüdü.
“ Her zaman ailen olacağız abla.” Diyen Afşine gülümsedim.“ Biliyorum... Beni yalnız bırakmadığınız için,” sesim titredi ve boğazım düğüm oldu,“ Teşekkürler.” Gözlerimden yaşların akacağını bildiğim için, bir dakika durmadım. Sırtımı dönüp hızla yanlarından ayrıldım. Sol gözümden düşen damlayı silip koşar adım hızlandım.
Şehitlikten çıkmama az kala, o kızı gördüm. Babasının başında ağıt yakan kızı... Annesi ile birlikte, mezarın başında duruyor, toprağı okşuyordu. Annesine baktığımda, üzerine giydiği üniformadan asker olduğunu, yıldızlarından ise Yüzbaşı olduğunu anladım.
Otuzlarının ortasında bir kadındı. En fazla 36 yaşında olmalıydı. Kocasının toprağını avucunun içine alıp sıktı. Aynı şekilde, dişlerini de sıkmıştı. Gözlerinde bariz bir hırs ve intikam duygusu vardı. Kız çocuğuna baktığımdaysa, annesinden pek bir farkı olmadığını gördüm.
O kız da, tıpkı annesi gibi olacaktı. Buna eminim. İntikam hırsıyla daha da büyüyecek, o kansızların soyunu tüketmek isteyecekti.
Zira yapacaktı da, buna emindim.
Onları rahatsız etmemek adına hızla oradan ayrılıp, park halindeki arabamı es geçerek, yürüyerek ayrıldım oradan. Arabaya binmek istemiyordum, tek isteğim biraz hava almaktı. Bu yüzdendir ki yürümeyi tercih etmiştim.
Boynumda duran eşarbı çekerek avuçlarımın arasına alıp sıktım. Adımlarım nereye gidiyordu biliyordum, lakin o eve girmek istediğimden henüz emin değildim. Her bir zerresinde annemin izleri varken, şuan da o eve gitmek istemiyordum.
Yine de adımlarımı durdurmayıp, evin önüne kadar geldim. Evimin karşı kaldırımına çöküp, bacaklarımı kendime çektim ve sarıldım. Başımı da dizlerime yaslayarak, o şekilde evin ikinci katını izlemeye başladım.
Annem evde olmadığı her an yaptığı gibi perdeleri kapatmıştı. Bundandır ki içerisi görünmüyordu, lakin ben o camda bile, birden fazla anı görebiliyordum. Adımı seslenişi, camları temizleyişi, evi havalandırmak için camı açarken ki hâli... Sadece bir camda bile bir sürü anımız vardı. Şimdi ben daha bir cama bakarken kaldıramadığım yükü, eve girip nasıl kaldırayımdı ?
Henüz cesaretim yoktu. Yapamazdım...
Bakışlarım bahçedeki çardağa düştüğünde, orada kahkaha sesleri duydum. Kulaklarım ve gözlerim daha dikkatli oraya döndüğünde, ailemi gördüm. Üzerine giydiği bebek mavisi bir elbise ile annem başını babamın, takım elbise giydiği göğsüne yaslamış kahkaha atıyordu. Babam ise onun kahkahalarına eşlik ederek, o zamanlar 18 yaşında olan bana bakıyordu. Ben ise üzerimdeki koyu yeşil renk elbise ile onların tam karşısında kalan banka oturmuştum. Onlara küsmüş gibi, ellerimi göğsümde birleştirerek başka yöne bakıyordum. Anne ve babam ise gülüyordu.
Anı zihnimi talan ettiğinde, bir anda kendimi o günde buldum.
Mezuniyet törenimden döneli iki saat olmuştu lakin annem ve babam gülmeyi bir türlü kesmiyordu. Hayır komik olan bir şey olmamıştı. Bana böyle gülmeleri çok sinirimi bozuyordu.
“ Sana söylüyorum Aker, bu kız evde kalacak.” Bir kahkaha daha attığında, bu sefer sırtımı tamamen onlara döndüm. Babam da gülüyordu, hayır yani en büyük dostum o iken nasıl oluyordu da annemle birlikte bana gülebiliyordu!
“ Ne güzel işte, bir ömür bizimle kalır.” Dediğinde, göz ucuyla onlara döndüm. Annem gülüşlerinin arasından,“ Turşusunu kuracağım kızı ne yapayım ?” bir kahkaha daha attığında, ona kınarcasına bakışlar attım. Babam bu bakışlarımı yakalamış ve içten bir kahkaha atmıştı. Kollarını açarak, “ Gel buraya.” Dediğinde omuz silktim.
Küsmüştüm bir kere ben, gitmeyecektim yanlarına. “ Yanıma gelmeyecek misin kızım ?” Göz ucuyla ona baktım. Sol tarafındaki annemi koluyla sarmış, sağ tarafındaki kolunu benim için açmıştı. Sanki hiç istemiyormuş gibi oflayarak yanına gittim ve kolunun altına girdim.
“ Bu sizi affettiğim anlamına gelmiyor Yüzbaşı!” Babam kollarıyla beni göğsüne çekip sarıldığında, anneme baktım, “ Sizi de, doktor hanım.” Diyerek elimi babamın beline doladım. Babam ve annem tekrar kahkaha attığında, babam omzumdaki elini saçıma götürüp karıştırdı.
“ Ya baba! Saçlarım bozuluyor.” Babam güldüğünde, bir elimle saçlarımı düzeltmeye başladım, lakin göğsünden ayrılmadım.
Annem kafasını kaldırıp babama baktı, “ Çocuğa nasıl vurduğunu hatırlıyor musun ?” Babam gür bir kahkaha attığında annem de ona eşlik etti ve kahkahaları arasından, “ Saçı darmadağın olmasına rağmen çocuğu dövmeye devam etti. Şimdi ise-“ Bir kahkaha daha attığında, “ Ama siz çok oluyorsunuz !” diyerek sitem ettim.
“ Çocuk sadece dans etmek istedi !” Bir kahkaha daha attığında, hızla babamın göğsünden kalkıp annemin gözlerine baktım. “ İlk dansım babamındı, hem o çocuk kim ya! Hangi hakla gelir dans edelim der !” Babam bir kahkaha daha atıp yanaklarımdan öptü. Annem ise başını iki yana sallayarak gülmeye devam etti.
“ Aferin babam, karşı cinsten hiçbir yaratığın sana ulaşmasına izin verme.” Sinsice gülümseyip,“ Ecevit amca dahil mi ?” dediğimde kaşları çatıldı. Ben ise kahkaha attım, “ Şaka şaka.” Annem de kahkaha attığında, babam birazcık sinirli gibi görünüyordu.
“ Ecevit amcan, hatta diğer amcaların ve erkek çocukları da dahil. Hiçbirine güvenmiyorum, piç kuruları.” Dediğinde, annem kınarcasına bakışlar attı ben ise kahkaha attım. “ Onlar amcalarım baba!” gözlerini belerterek bana baktı.
“ Sorun da bu! Onlar senin amcaların! “ Anlamazca ona baktığımda, aklına her ne geldiyse tüyleri ürpermiş gibi yüzünü buruşturdu. “ Neyse ki amcaların, yoksa o piçler sana sulanırdı.” Annem gözlerini devirdiğinde, ben güldüm. “ Amcam olmaları, bir şeyi değiştirmiyor ki baba, hepsi taş gibi maşallah.” Dedikten hemen sonra kahkaha atarak ayağa kalktığım gibi topuklularımla koşmaya başladım.
“ Laçin! Gel buraya!” Babamın haykırışlarına annem ve benim kahkahalarım eşlik etti. “ Bu kız büyüdü ama o piçlere olan sevdası geçmedi. Ecevit'i elime geçirdiğim gibi geberteceğim! Laçin, gel buraya !” Koşarak arkamdan geliyordu, annem ise onu kolundan tutup durdurmaya çalışıyordu.
“ Ecevit amcaya olan aşkımı bitiremeyeceksin baba!” diye bağırıp kahkaha attığımda, “ Ula uşağu var uşağu! Kendune gel !” Laz damarı basmış ve sinirden karadeniz ağzıyla konuşmaya başlamıştı.
“ Ha uşağu var ise nolmiş! Anasu olurum uşağunun!” Bir kahkaha daha attığımda, babamın sinirden kızgın boğaya dönüşen sesi duyuldu. “ Laçin ! Alacağum kiz senu ayağumun altina ha şimdi, gel buraya !” Bir kahkaha daha atıp, ayağımdaki topukluları çıkarıp koşmaya devam ettim.
“ Dava edeceğum seni, dava! Ha kizuna vurayi diyeceğum!” Bir anda kafama gelen çanta tarzı bir şeyle dengem sarsılsa da koşmaya devam ettim.
“ Ula! Yaktum seni Ecevit!” Babamın ardından annemin sesi duyuldu, “ Aker saçmalama, dalga geçiyor seninle görmüyor musun ?” bir yandan gülüyor, diğer bir yandan babamı durdurmaya çalışıyordu. “ Ula başlayacağum dalgasuna! Amcama aşuğum diyi da, nasil sakin kalayum !” Babamın sesiyle, camlara çıkan komşular gülerek bizi izlemeye başladı. Babam ile çoğunlukla böyleydik.
O gün, en güzel günlerimden biriydi. Bol kahkahalı ve sinirli bir gündü. Tabi o günün gecesinde, Ecevit amca nedenini bilmediği bir dayak yemiş ve bir ay boyunca babamın cefasını çekmişti.
Yine de güzel bir gün, aklımdan silinmeyen bir anıydı.
O anıyı hatırlamak gözlerimden bir damla yaşın akmasına neden olurken, alnımı dizlerime yasladım ve içli içli, sessiz sessiz ağlamaya başladım. Kimse duymasın, kimse görmesin istedim.
Benim kimsem kalmamıştı... Ne annem, ne de babam. Kimsem...
Omuzlarım sarsıla sarsıla ağladım bir süre. Lakin sesimi çıkarmadım, hayrkırmadım. Omuzlarım sarsıldı, hıçkırıklarım boğazımdan içeri kaçtı, göz yaşlarım akıp gitti. Ben ağladım, kör talihim güldü. Ben ağladım, dünya benimle alay etti. Tâ ki, ben yaşlarımı dindirip, derin solukları içime çekene kadar.
Burası bana iyi gelmemişti, hem de hiç. Kafamı kaldırıp gözyaşlarımı sildim ve içime çektiğim derin nefesle birlikte, arabamı park ettiğim şehitliğin yakınlarına doğru ilerlemeye başladım.
Kafamı dağıtmalı, kendimi bu döngünün içinden kurtarmalıydım. Eğer yapamazsam, ne intikamımı alabilirdim, ne de babama verdiğim sözü tutabilirdim. Gerçeği sözümü bozmuştum, lakin bir daha bozmayacaktım. Bozmamak için çaba harcayacaktım.
Adımlarım iki sokak ötedeki şehitliğin önüne geldiğinde, birkaç aile dışında şehitliğin boş olduğunu gördüm. O tarafa bir daha bakmayıp park halindeki arabama doğru ilerledim. Arabamın önüne geldiğimde, kapısını açarak koltuğuma oturdum ve arabayı çalıştırdım.
Ellerimin arasında duran eşarbı yolcu koltuğunun üzerine attım ve gaza basarak, rotama doğru ilerlemeye başladım.
Hiçbir düşüncenin aklımı istila etmesine izin vermeden, rotama geldim. Şuan için gidebileceğim, aklımı dağıtabileceğim tek yere geldim.
Eğer evime gitseydim, günler boyu matem havasında kalacak, yasımı üzerimden atamayacaktım. Lakin ben böyle zamanlarda güçlü kalmam gerektiğini babamdan öğrendim. Ondandır ki, Yasımı bile doğru dürüst tutmadan, Askeriyeye geldim. Burada bana acırcasına bakan bakışlar olacaktı, farkındaydım. Lakin bundandır ki, onların beni görmeyeceği daha doğrusu göremeyeceklerini tahmin ettiğim bir yere gidecektim.
Arabadan inip kapısını kapattım ve askeriyeye giriş yaptım. İlk önce revire gidip kabanımı oraya bıraktım. Daha sonra, dün burada bıraktığım spor çantamdan, içine her zaman yedek olarak koyduğum tayt ve sporcu atletimi çıkarıp yatağın üzerine koydum. Her ihtimale karşın revirin kapısını kiliteyip, üzerimi değiştirmeye başladım. Üzerimden çıkardığım pantolon ve kazağı katlayıp çantama koydum. Daha sonra kapüşonumu da üzerime giyip, saçlarımı sıkı bir at kuyruğu yaparak, revir kapısının kilidini açarak oradan çıktım.
Yönlendirici okları takip ederek, bir alt kata indim ve oradaki spor salonuna doğru ilerlemeye başladım. Kapısının önüne geldiğimde, çift kanatlı kapının birini açarak içeri girdim. İçeride birkaç asker dışında kimse yoktu. Kimisi ağırlık kaldırıyor, kimisi mekik çekiyor, kimisi ortadaki ringde dövüşüyordu. Bazıları ise kenardaki boks torbaları ile dövüşüyordu.
Geldiğimi fark etse dahi, kimse dönüp bana bakmadı. Bundandır ki içim rahat bir şekilde, boks torbalarının olduğu yöne doğru ilerleyip, birinin önünde durdum. Üzerimdeki kapüşonu çıkarıp kenara koydum. Saçlarımı son bir kez sıkıp, önce yavaş hareketlerle, karşımdaki boks torbasına yumruklarımı geçirdim.
Bedenimi de attığım yumruklara eş olarak hareket ettirip, düzenli aralıklarla hızımı arttırdım. Bir süre sonra yumruklarıma, tekmelerim de eşlik etti. Yumruklarım daha sert, tekmelerimi daha kuvvetli atmaya başladım. Lakin bir an olsun dinlenmedim. İçimdeki kasveti, karşımdaki boks torbasından çıkardım.
Kuvvetli bir yumruk daha boks torbasına attığımda, ileri geri sallanan torbaya, yan dönerek kuvvetli bir tekme daha attım. Durmadım, nefes nefese, kan ter içinde yumruklarımı atmaya devam ettim.
Yoruldum, lakin durmak istemedim. Eğer durursam, bir çok düşünce beynimi istila edecekti ve ben bunu istemiyordum. Lakin, bedenim bu isteğime engel oldu ve daha fazla dayanamadı, kendimi yere attım. Çok hızlı nefesler aldığım için göğsüm hızla inip kalkıyordu. Boynum ve şakaklarımda oluşan terler, vücudumu kaşındırsa da, hareket etmeden, nefeslerimi düzene koymaya çalıştım.
Biraz daha iyi olduğumda, kapalı gözlerimi açarak tavana baktım. Elimle olduğunca boynumdaki teri silip ayağa kalktım. Kısa bir an, gün boyu yemek yemediğim için gözlerim kararıp başım döndüğünden, dikildiğim yerde öylece biraz bekledim. Görüş açım biraz daha netleştiğinde, derin bir nefes alarak kaldığım yerden devam ettim ve ilk yumruğumu torbaya attım.
“ Yetmedi mi?” Arkamdan bir ses duyduğumda, boks torbasına bir yumruk daha sallayıp, “ Sizi ilgilendirmez.” Diyerek işime devam ettim.
Sesini duyduğum kişi Yüzbaşıydı.
Bir yumruğu daha boks torbasına vurup, bana doğru gelen torbadan kaçınmak için gövdemi hafifçe geriye doğru yatırdım ve kendimi korudum. Geriye doğru giden torbaya art arda üç yumruk sallayıp, tekmemi savurdum.“ Öfkeni boks torbası dindirmez.” Diyen Yüzbaşıya, boks torbasına bir yumruk daha sallayıp, sık nefeslerimin arasından, “ Dinmesini isteyen yok.” Diyerek bir yumruk daha savurdum.
Bakışlarım kısa bir an, ringe yaslanmış vaziyette, üzerinde sporcu atleti ve yeşil pantolonuyla duran Yüzbaşıya takıldı. Saçları benim ki gibi terden sırılsıklam olmuş, vücudu da aynı şekilde terlemişti. Üzerindeki atlette bariz ıslaklıklar vardı.
Torbaya son bir yumruk sallayıp tamamen ona döndüm. Kısa bir an etrafa baktığımda, ağırlık kaldıran son askerin de spor salonundan çıktığını gördüm. Bakışlarım tekrar Yüzbaşıyı buldu. “ Beni kendi halime bırakın, Yüzbaşı.” Omuzlarını indirip kaldırdı. “ Hay hay, dilediğiniz kadar yalnızsınız, doktor hanım.” Deyip gözleriyle boks torbasını gösterdi. İçime derin bir soluk çekip, ona arkamı döndüm ve boks torbasıyla olan tekli dövüşüme devam ettim.
Gözlerini ayırmadan beni izlediğinin farkındaydım, lakin neden burada olduğunu anlamış değilim. Biraz daha yana kayıp boks torbasına bir darbe daha savurdum. Ellerime boks eldiveni takmadığım için hafiften kızarmaya başlamışlardı. Lakin bu, umursadığım bir şey değildi.
Ellerim yorulduğunda, tekmelerim durmadı. Art arda tekmelerimi geçirmeye başladım bu sefer. Öfkem, yerini korurken son tekmemi de atıp, hâlâ beni izleyen yüzbaşıya nefes nefese baktım. Beni şöyle bir süzdükten sonra tekrardan gözlerime baktı. Hiçbir şey demedi, hiçbir şey demedim. Öylece birbirimize baktık bir süre.
İçimde tarifsiz bir acı vardı. Bu acının yanında bir alevde vardı ki, bu adam yanımdayken öyle bir harlanıyor, öyle bir tutuşuyordu ki, öfkemle bir olup beni yok ediyordu.
Sanki içimdeki acıyı dindirebilecekmiş gibi, gidip ona sarılmak istedim. Sadece bir dürtüydü. Lakin yapmadım. Bu bile manasızdı. Bir yabancının, acımı dindirmesi nasıl mümkün olacaktı ki? Üstelik ben bir yabancıdan neden bunu bekleyecektim?
Bakışlarımda ne gördü bilmiyorum ama adımlarını yanıma doğru attı. Beş koca adımda yanı dibimdeydi. Bir elini uzatıp, yavaşça yanağıma aktığını bilmediğim yaşımı sildi. Hızla elini yüzümden ittirip, iki adım geriye çıktım. Yüzüme akan yaşı elimin tersiyle silip,“ Mesafenizi koruyun, Yüzbaşı.” Dedim, lakin ona bakmadım. Sanki gözlerine baksam, hiçbir şey diyemeyecek gibiydim.“ Ya mesafeleri korumak istemiyorsam ?” Ne dediğinin farkında mıydı?
Afallamış yüz ifademle ona baktığımda, dudaklarında küçük bir tebessümle gözlerime baktı.“ Ağlama.” Gözlerini yumdu. "Ağlamak sana hiç yakışmıyor. Bilgin olsun.” Diyerek bana sırtını döndü ve ağırlıkların olduğu yöne doğru gitti.
Yüzümdeki afallama daha da büyürken, ne dediğini algılayamayacak kadar bozuk bir psikolojideydim. Gözlerimi onun az önce bıraktığı boşluktan çekip, gittiği yöne çevirdim. Alete sırt üstü uzanmış, göğsünün üzerinden yukarı doğru ağırlık kaldırıyordu. Ne demek istedi, neden öyle dedi anlamasam da, içimde bir yer sıcacık oldu. Lakin bu sıcaklığın yanlışı beni öyle bir kavurdu ki, bakışlarımı ondan çektim ve duvara asılı olan orta kalınlıktaki halatlardan birini elime aldım.
Boyu çok uzun olmayan halatın iki ucunu da bileklerime dolayıp, atlamaya başladım. Önce yavaş yavaş, daha sonra daha hızlı. Hızımı giderek arttırdım ve o şekilde zıplamaya devam ettim. Sadece bir şeylere vurmak değil, bedenimdeki ağırlığı da bir yerlere kaldırmalıydım ki, şimdilik o matem havasından kurtulabileyim.
İp atlarken, olduğum yerde durmayı bırakıp, adım atarak atlamaya başladım. İp atlamanın bacak ve kol kasları için olan yararının farkındaydım. Eskiden çok kez, babamla birlikte ip atlardık. Sırf kaslarımızı daha da kuvvetlendirmek adına. Bazen annem de bize eşlik ederdi. Annem bize eşlik ettiğinde, o ip atlama bir spordan çok, oyuna dönüşüyordu bizim için.
İp atlamanın aklıma yeni anıları nakşettiğini fark ettiğimde, bir an bile beklemeden son adım attığım yerde durup ipi kenara attım. Kendim de yere oturarak yüzümü sıvazladım.
Olmuyordu. Nasıl ve ne zaman geçecekti bu matemim bilmiyordum, lakin geçmeliydi. Geçmek zorundaydı. Zira bu matem havası üzerimden atılmadığı müddetçe, ben intikamımı alamazdım.
Bakışlarım sağ omzumdan ileriye döndüğünde, Yüzbaşının oturur vaziyette bana baktığını gördüm.
O gün Yüzbaşı, ben spor salonundan ayrılana kadar yanımdan ayrılmadı. Bir an bile. Ne konuştu, ne de beni rahatsız edecek bir davranışta bulundu. Hiçbir şey yapmadan ara sıra beni izledi, ara sıra kendi de benim gibi spor yaptı.
Ben üzerimdeki matemden kurtulmaya çalışırken, o beni matemimde yalnız bırakmadı.
“ Ağrın ne durumda ?” Yatakta uzanan askere dikkatle baktım. Omzundaki yarayı tedavi etmek biraz zamanımı almıştı. Lakin bu benim için sorun değildi. Bir haftadır operasyonlar daha hızlı bir şekilde işliyor, şehit sayısı giderek artıyordu. Sadece operasyonlar değil, ülkenin belli başlı yerlerinde bombalı saldırılar düzenlenmeye de başlamıştı. Bundandır ki, şehit sayımız gün geçtikçe artıyordu.
Askeriyeye gelen askerlerin çoğu ağır yaralı olduğu için, ilk müdahalelerini yaparak hastaneye sevklerini sağlıyordum. Ufak yaraları ise elimden geldiğince burada hallediyordum. Lakin bu bir hafta da çok fazla yaralı elime geldiği için uyuşturucu iğnelerimin hepsi bitmişti. Bugün yeni ürünler tedarik edecektim, lakin yaralılardan fırsat bulamıyordum. Bundan ziyandır ki, bu askeri tedavi ederken, onu uyuşturamamıştım.
Yarasını hallettikten sonra, askerlerden birini eczaneye yollayıp ağrı kesici getirtebilmiştim. Elimden ancak bu gelmişti o an için. Bir saat önce verdiğim ilaç işe yaramışa benziyordu. Pek ağrı hissetmiyor gibiydi, lakin bu daha sonrasında o acıyı hissetmeyeceği anlamına gelmiyordu.
“ Biraz daha iyiyim, sağ olun hemşire hanım.” Deyip tebessüm ettiğinde, çıplak kolunu sıvazlayıp gülümsedim, “ Teşekkür etme, görevimi yapıyorum.” Dediğimde o da gülümsedi. Ben de elimi onun üzerinden çekip ayağa kalktım.
“ Ben çıkayım, sen de biraz dinlen. Eğer bir ağrın olursa, kapı önündeki askerlere seslen, beni çağıracaklardır.” Dediğimde başını sallayarak onayladı. Ona son bir kez gülümseyip, Revirde kendim için yaptırdığım dolabın içinden polarımı ve sigaramı alarak dışarı çıktım.
Kapıyı kapattıktan sonra, kapı önünde bekleyen askerlere döndüm, “ Bir sorun olursa bahçedeyim. Çağırırsınız.” Onlar kafalarıyla onayladığında, orada daha fazla durmadım. Bir yandan ilerlerken, diğer yandan üzerime polarımı giyip, sigaramı da cebime attım. Bugün açık bıraktığım saçlarımı da hızlıca gelişine bir şekilde toplayıp, Askeriye binasından çıktım ve her zamanki bankıma oturdum.
Aralık ayına girmiştik. Bundandır ki, havalar günden güne daha çok soğuyordu. Hakkari’ye ilk kar düşmüş, havalar daha kasvetli bir hale bürünmüştü. Dağ başındaki askerlerimizin işleri daha da zorlaşıyordu. Önlerini göremeyecekleri fırtınalar, bedenlerini savurmak için can atan rüzgârla savaşıyorlardı. Bundandır ki, Kopuk timi henüz dönmemişti. İki hafta önce gittikleri operasyondan bugüne, onlardan tek bir haber bile almamıştım. Bu şiddetli havalar, onların işini zaten zorlaştırıyorken, sağlık durumlarını düşünüp merak etmek beni rahatsız ediyordu.
Polarımın cebindeki sigara paketini çıkarıp içinden bir dal çıkardım ve dudaklarımın arasına yerleştirdim. Çakmağı da elime alıp, boşa kalan elimle rüzgârın söndürmesine izin vermeden sigaramı yaktım ve derin bir nefesi ciğerlerime çektim. Bu aralar çok fazla sigara kullanmaya başlamıştım.
Kopuk Timinin gittiği günden beri, daha da artmıştı. Tam iki hafta önce onlar operasyona giderken, benimde yanlarında olmam gerekiyordu. Lakin Binbaşının kesin emri yüzünden, onlarla gidememiştim. Burada kalmış, ya yaralı askerlere ilk müdahaleleri yapıyor, ya da spor salonuna gidip kafamı dağıtıyordum. Lakin şu birkaç gündür spor salonuna uğramıyor, her boş kaldığım anda bu banka gelip oturuyor ve bir dal sigara yakıyordum.
Bir nefes daha çektim ciğerlerimin tâ içine. Bir aydır ne evime uğruyordum, ne de amcalarıma gidiyordum. Kimi zaman Asena ve diğer kadın askerlerin kaldığı yatakhanede, kimi zaman boş kalan revirde uyuyordum. Yemeklerimi buradaki herkes gibi yemekhanede yiyiyor, duşumu da kadınların banyosunda alıyordum. Evime gidemediğim için, Üniversiteden arkadaşım Aslı’dan rica etmiş ve evimden birkaç parça kıyafeti benim için getirmesini rica etmiştim. O da beni kırmamış, evime gidip bana lazım olabilecek tüm eşyaları alıp gelmişti.
Binbaşı bu durumuma hiçbir şey dememişti. Ben de, biraz da utana sıkıla revire bir dolap yaptırmaya karar vermiştim. Binbaşı’dan da aldığım izinle birlikte Revire kendime ait bir dolap koydurmuştum. Eşyalarımı ise oraya yerleştirmiştim.
Sigaradan bir nefes daha alırken, bakışlarım kara bulutlara döndü. Hava bugün biraz daha kapalıydı. Fırtına çıkacaktı, belliydi. Sigaramdan son bir nefesi de içime çekip, geriye kalan izmariti ayak ucuma atıp ezdim. Daha sonra ayağa kalkarak tekrar içeri girdim. Uzun zamandır spor salonuna gitmediğim için kısa bir an oraya gitmek istesem de bundan vazgeçtim. Büyük ihtimalle şuan fazlasıyla doluydu. Bu yüzden rotamı spor salonundan ayırıp, Poligon* odasına doğrulttum. Uzun zamandır atış da yapmıyordum. Biraz atışyapsam fena olmazdı.
*( Poligon, ok veya ateşli silah atışı uygulamaları için özel olarak inşa edilen tesistir. Açık veya kapalı alanlarda hizmet verebilir.)
Adımlarım Poligon odasının önünde durduğunda, kapıyı açarak içeri girdim. Birkaç asker yan yana dizilmiş, yaklaşık 200 metre ilerideki maketlere ateş ediyorlardı. Bakışlarımı onlardan çekip, üzerimdeki poları kenara bıraktım ve gerekli cihazları takarak silahı elime aldım. Boşta kalan alanlardan birine geçip, karşımdaki makete baktım ilk önce. Tıpkı diğerleri gibi 200 metre ilerideydi. Elimdeki silahı havaya kaldırdım ve emniyetini çekip, maketi görüş hizama aldım. Tek gözümü kapatıp, doğru hizayı yakaladığımda durmadım ve art arda ateş ettim.
Elimdeki silahın mermileri bittiğinde, kenardaki düğmeye bastım ve maket bana doğru gelip önümde durdu. Şöyle bir baktığımda, tıpkı o günkü gibi kafasının her bir yanında kurşun izleri vardı. Bu beni tatmin ederken, şarjörü yeniledim ve maketin yenilenmesi için düğmeye bastım. Maket yenilenip eski hizasına gittiğinde, tekrar aynı işlemi yaptım.
Birkaç kere aynı şekilde atış talimi yapıp, kendimi rahatlattığımda gözlerimdeki gözlük ve kulaklarımdaki koruyucu kulaklıkları çıkarıp silahı da yerine bıraktım. Kenara koyduğum polarımı tekrar üzerime giydikten sonra son kez askerlere şöyle bir bakıp odadan çıktım.
İki haftadır yaralıları tedavi etmek dışında elimden hiçbir şey gelmiyordu. Tedavi süreleri en fazla iki saat süren hastalar dışında, günüm çoğunlukla boş geçiyordu ve bu da benim sıkılmama neden oluyordu.
İlk iki haftamda Kopuk timi ile birlikteydim. Eğitimlerimi, benim isteğim üzerine aksatmamış, devam ettirmiştik. Kimi zaman onlarla birlikte bir köşede oturuyordum, kimi zaman kendimi spor salonunda buluyordum. Adem komutana olan öfkem hâlâ yerli yerindeydi, lakin henüz hiçbir şey yapmamıştım. Görevden dönmesini bekliyordum.
Timin bana verdiği eğitim dışında da çoğunlukla spor salonundaydım, ve ben ne zaman spor salonunda olsam, Yüzbaşı da yanımda beliriyordu. Hiçbir şey söylemiyor öylece yanımda yalnızlaşıyordu. Çok garipti. Yanında bir insan varken, yalnız olmazsın. Lakin Yüzbaşı yanımdayken, yalnızlığımı bile paylaşıyordu sanki. Benimle birlikte yalnızlaşıyordu.
Birkaç kere beraber idman da yapmıştık. Nasıl geliştiğini hiç anlamasam da, bir anda ringde ikimizi karşı karşıya buluyordum. İlk anlar bana yumuşak davranıyordu, bu benim sinirimi bozduğundaysa onu öfkelendirerek sert davranmasına vesile oluyordum.
Sert dövüştüğümüz bir günün sonunda kaşımda bir patlama, sağ baldırımda attığı tekmeden dolayı morarık oluşmuştu. Lakin o benden daha iyi değildi. Benim kaşım patladıysa, onun hem kaşı hem dudağı patladı. Benim baldırım morardıysa, onun gözü de götü de morardı. Hayır şimdi yanlış anlaşılmasın, kıçını görmedim. Sadece bir tahmin.2
Birkaç kere bu şekilde dövüşmüş ve birbirimizi perişan etmiştik. Lakin garip bir şekilde bu bana hem iyi gelmiş, hem de içimi ısıtmıştı. Dudaklarımda minik bir buse belirdi. Lakin ne yaptığımı fark ettiğim an, dudaklarımdaki tebessüm silindi ve başımı iki yana sallayarak kendime geldim.
Çok garip davranıyordu ve ben bu garipliğin nedenini bilmesem de, yakında öğrenecektim. Biliyorum.
Tam sağ taraftan döndüğümde, hızla geçen bir asker bana çarptı. İkimizde yere düşerken, inleyerek kafamı tuttum. “ Dikkatli olsana !” diye çemkirdiğimde, asker ayağa kalktı. “ Kusura bakmayın, hemşire hanım. Ben de sizi arıyordum.” Kaşlarımı çatarak yavaşça ayağa kalktım. “ Bir sorun mu var ?” kafasını kaldırıp, “ Binbaşım sizi odasında bekliyor.” Kaşlarım çatıldı. Binbaşı beni neden çağırıyordu ki ?
“ Tamam, teşekkürler.” Diyerek askerin yanındam ayrıldım ve yönümü Binbaşının odasına doğru çevirdim. Kısa süre sonra Binbaşının odasının önüne geldiğimde, derin bir nefes alarak kapıyı tıklattım. İçeriden gelen,“ Gir.” Komutuyla birlikte kapıyı açarak içeri girdim. “ Beni çağırmışsınız, binbaşım.” Başıyla onaylayıp masanın üzerindeki koltuğu gösterdi. Onu ikiletmeden koltuklardan birine oturdum ve binbaşıya döndüm, “ Bir sorun mu var, Binbaşım ?” bir süre gözlerime baktı. Daha sonra önündeki evrakları bana uzattı. Anlamazca evrakları elime alırken, bakışlarım Binbaşındaydı.
“ Senden bir şey istiyorum, Laçin.” Kaşlarım biraz daha çatıldığında, Binbaşı konuşmaya başladı.“ Yarbayla konuştum.” Boğazımda bir düğüm belirirken, gözlerime korku bulaştı. “ Tam olarak hangi Yarbay ?” diyerek bilmezden gelmeye çalıştım. Gülümsedi, “ Kim olduğunu biliyorsun.” Bakışlarım önümdeki evraklara çevrildi. Üzerinde bana dair olan her bilgi vardı. Herkesin bildiği bilgilerden, sakladığım bilgilere kadar. Her şey vardı.
Gözlerimi kapatıp, yutkundum. Derin bir nefesi ciğerlerime çekip,“ Bu mesele yıllar önce kapandı, Binbaşım. Nasıl kapandığını da, bu evraklardan anlayabilirsiniz.” Diyerek evrakları önüne bıraktım. Lakin Binbaşı gülümsemeye devam ediyordu.3
“ Sana vereceğim görevi yapmak zorundasın.” Diyerek arkasına yaslandı ve gülümsemesini büyüttü. Kaşlarım biraz daha çatıldığında, “ Tam babanın kızısın. Gurur duydum.” Dediğinde, aslında sadece evrak üzerinde sakladığım şeyleri değil, her şeyi öğrendiğini anladım.
Kaşlarım daha da çatılırken, Binbaşıya döndüm. “ Benden ne istiyorsunuz ?” Ne isterse yapacağımı anlamıştı. Çünkü yapmak zorundaydım. Yoksa, gerçek mana da bu zamana kadar sarf ettiğim tüm emeklerim boşa çıkacaktı. “ Operasyonlara katılacaksın. Lakin bir şartla.” İçimdeki korku daha da büyüdü.“ Yüzbaşı Ganiev’i gözetleyeceksin. Her ânını. Ne içtiğinden, ne yaptığına kadar. Her şeyi bileceğim.” Boğazımda koca bir yumru oluşurken, bunu neden istediğini merak ettim.
“ Eğer dediğimi yapmazsan-“ Hayır, hiçbir şeyi tehlikeye atamazdım. Hem de hiçbir şeyi. “ Kabul.” Binbaşı keyifle koltuğuna yayılırken, ben ne halt edeceğimi düşünüyordum.
Revirde bir ileri bir geri giderken, bir yandan da tırnaklarımı yiyiyordum. Daha yolun başındayken sakladığım her şey ortaya çıkmıştı, lanet olsun!
Üzerimdeki matemi, daha yeni yeni atıyorken, başıma binbir tane şey gelmişti.
İki yıl önce Kars’ta kalmaya devam etmeli, hiçbir boka karışmamalıydım. İçime derin bir nefes çekip, yataklardan birine oturdum. Yaklaşık iki saat önce yaralı asker revirden çıkmıştı. Bu yüzden direkt buraya gelmiştim. Binbaşının benden istediği şey çok saçmaydı. Yüzbaşı’yı neden gözetlememi istiyordu, hiçbir fikrim yok. Lakin dediğini yapmak zorundaydım. Yoksa cidden çıramı yakabilirdi.
Derin bir nefes alıp bu konuyu şimdilik kafamdan attım. Daha sonra düşünecektim.
Sabah kahvaltısından beri yemek yemediğimi bana hatırlatan karnıma baktım. Guruldamıştı. Ayağa kalkıp revirden çıktım ve yemekhaneye doğru ilerledim. Şuanlık önceliğim karnım olacaktı.
Yemekhaneye girdiğimde, neyseki çok fazla sıra olmadığını gördüm ve hemen gidip yemek sırasına girdim. Sıra bana gelene kadar sessiz sedasız bekledim. Nihayet sıra bana geldiğinde, hızla yemeklerden tabağıma koyup, kimsenin oturmadığı bir masaya geçerek oturdum ve yemeğimi yemeye başladım. Kopuk timi olmadığı için, yine yemeklerin tadı tuzu olmasa da, karnımı doyurmak adına yemeğimi yedim. Ekmeği önümdeki kuru fasulyeye bandırdığım sırada, biri omzumdan tuttu. Kaşlarım çatılırken, bakışlarımı omzumdan yukarıya kaldırdığımda Alperen’i gördüm.
Ekmeğimi tabağın içinde bırakarak hızla ayağa kalktım ve ona sarıldım. Alperen’de, iki hafta önce başka bir tim ile birlikte operasyona katılmıştı. Bugün dönmüş olduğunu görmek beni mutlu etmişti.
“ Ne zaman döndün!” ondan ayrılıp sevinçle gözlerine baktığımda bana gülümseyip saçlarımı karıştırdı. Bundan nefret ettiğimi bilerek yapmıştı, lakin umursamadan saçlarımı düzeltip, merakla cevabı için gözlerine baktım. “ Az evvel geldik, askerlerden burada olduğunu öğrendim, ilk seni göreyim dedim.” Dediğinde ona bir kez daha sarıldım. “ Teşekkür ederim.” Dediğimde o da bana sarılıp geri çekildi ve yanımdaki sandalyeye oturdu. Önümdeki yemeği de kendi önüne çekerken, “ Nasıl acıkmışım he.” Deyip yemeğimi yemeye başladı. Bu haline gülerek, “ Sadece sizin timiniz mi döndü ?” diye sordum. İçimde garip bir heyecan vardı.
Nedeni meçhul bir heyecandı, lakin orada olmasını sevmiştim.
“ Evet. Kopuk Timinin gelmesi biraz daha sürer.” Dediğinde istemsizce yüzüm düştü. Onu masada bırakıp, kendime tekrardan bir kap yemek alıp masaya oturdum ve onunla birlikte yemek yemeye başladım.
“ Operasyon nasıldı ?” diye sorduğumda, aslında operasyonlar hakkında bilgi vermenin yasak olduğunu da biliyordum. Lakin öylesine bir soruymuş gibi sormuştum. “ Yasaklı soru.” Deyip cacığından bir kaşık aldı ve içti. Bu haline gülüp, ben de yemeğimi yedim.
Nihayet yemeğim bittiğinde, tepsimi yerine bırakıp, Alperen ile birlikte yemekhaneden çıktık. “ Yaran var mı, eğer varsa söyle hemen müdahale edeyim.” Dediğimde, “ Oy, oy sen büyüdün de beni mi iyileştireceksin.” Diyerek dalga geçtiğinde, kafasına bir tane geçirdim. Kafasını ovarak, “ Elinin ağır olduğunu unutuyorum.” Dedi ve güldü. Ben de ona eşlik ettiğimde, beraber yukarı çıktık. “ Birazdan İçtima için gitmek zorundayım.” Dediğinde ona gülümsedim, “ Sorun değil.” Dediğimde bana döndü, “ Bu arada , yalan söyledim. Kopuk yarım saate burada olur.” Dediğinde içimde heyecandan kıpır kıpır bir kız çocuğu belirdi. Lakin bunu yüzüme yansıtmamaya çalışarak, gülümsedim.
“ Neden yalan söylediğini sorgulamayacağım. Bu seferlik affedildin.” Dediğimde, “ Majestelerine müteşekkiriz.” Diyerek abartılı bir şekilde önümde eğildiğinde, kahkaha atarak onu kendimden uzaklaştırdım. O da bana eşlik ederek kahkaha attığında, “ Hadi yürü, binbaşı sizi bekler.” Son kez saçlarımı şöyle bir karıştırıp yanımdan kaçarcasına koştu. Arkasından kafamı iki yana sallayarak güldüğümde, bakışlarım dış kapıyı buldu. Her an o kapıdan içeri girebilirlerdi. O ânı kaçırmak istemiyordum.
Bakışlarım bir sağı, bir solu kontrol ede ede onları bekledim. Ama hiçbir görüntü yakalayamadım. Zaman yarım saati devirip bir saat olduğunda, hâlâ kimse görünmemişti. Alperen’in beni yine kandırdığını düşünmeye başlamıştım.
Derin bir of çekip tam gidecekken, karşıda görünen sekiz kişiyi görmemle, dudaklarımda kocaman bir gülümseme belirdi. Tam onlara doğru koşacakken, kendimi tuttum ve gülümsememi de zorla dudaklarımdan sildim.
Onlar kapıdan içeri girdiğinde, ben de adımlarımı onlara doğru götürdüm. Beni gören timdekiler, yüzündeki tebessümlerini eksiltmeden baktılar. Biri hariç. O zaten hiç gülmüyordu. O yüzden gülümsemese dahi şaşırmazdım.
Onlarla karşı karşıya kaldığımda, bir an sarılıp sarılmamak arasında kalmıştım. Lakin hiçbirine sarılmadım, sadece her birine gülümseyip, “ Sağ döndüğünüz için çok teşekkür ederim.” Dediğimde, gülümsemeleri buruklaştı. Onlar sağ dönmüştü, lakin onlarca şehit vardı... “ Hepimiz size minnettarız, Vatan bekçileri.” Onlara gülümsememi yollayıp, dikkatle her birine baktım. Neyse ki ciddi yaraları yok gibi görünüyordu.
“ Sizi tutmayayım, işiniz vardır.” Deyip arkamı dönüp ilerlemeye başladığımda, bir ses duydum. “ Hemşire hanım.” Bakışlarım arkaya döndüğünde, Tarık Abi’yi gördüm. “ Efendim?” Gülümsedi, “ Muayene etmeyecek misin bizi ?” diye sorduğunda, aklım ilk günlere gitti. Onlar ilk görevden döndüğünde de, her birini muayene için odama çağırmıştım. Tarık Abi de o ânı hatırlamış olmalıydı ki, bunu sormuştu. Yüzümdeki gülümsemeyle, “ Beni nerede bulacağınızı biliyorsunuz.” Diyerek yanlarından ayrıldım ve revire doğru ilerledim.
Aslında hiç onların yanından ayrılmak istemiyordum, lakin gün geçtikçe onlara bağlanıyordum. Onlara bağlanmamak zaten mümkünatı olmayan bir şeydi, lakin onlara bağlanmak demek, günü geldiğinde onlardan ayrılamamam demekti. Bundandır ki, arada mesafe bırakmaya çalışıyordum. Elimden geldiği kadar.
Revire girdiğimde, bir süre öylece yatağın üzerinde, oturur vaziyette bekledim. Büyük ihtimalle önce binbaşı ile toplantı yapacak, daha sonra duş alıp yanıma geleceklerdi. Bu yüzdendir ki, hiç sıkılmadan iki saat boyunca onları bekledim. Nihayet odanın kapısı çaldığında, hızla oturduğum yerden ayağa kalktım. “ Girin.” Kapı yavaşça açıldı ve içeri Yüzbaşı girdi.
Bakışları üzerimde gezindiğinde, aynı şekilde ben de onu izledim. Yanlış olduğunu biliyordum lakin sadece bir dürtüydü beni buna iten. İki kere yalandan öksürüp,“ Kapıyı tıklatmanıza gerek yoktu, Yüzbaşı.” Dedim. O da tıpkı benim gibi, daha fazla bana bakmadan boş yatağa doğru ilerledi ve üzerine oturdu. “ İçeride olduğunuza emin olmak istedim.” Bakışları tekrar gözlerimi bulduğunda, neden içimde amansız bir hasret vardı, merak ettim.
“ Her zaman buradayım.” Deyip gülümsediğimde, bir süre gözlerime baktı. Daha sonra bakışlarını karşıya çevirip, hafifçe tebessüm etti. O tebessümü görmek, garip bir şekilde beni heyecanlandırırken, kendimi toparlayıp, “ Yaranız nerede ?” diye sorduğumda, tekrar gözlerime baktı. “ Bacağımda.” Bir an suratına bakakaldım. Umarım üst bölgelerde değildi.3
“ Tam olarak nerede ?” diye sorduğumda, eliyle üst bacağının biraz üzerini gösterdi. Derince yutkunup Yüzbaşıya baktığımda, onun zaten bana baktığını gördüm. “ Pantolonunuzu çıkarmanız gerek.” Bir an, o da suratıma bakakaldığında, gülsem mi ağlasam mı, bilemedim.
Çok garip bir durumun içerisindeydim.
“ Patolonun üzerinden yapamaz mısınız ?” Pantolonuna baktığımda, hâlâ askeri pantolonunun üzerinde olduğunu gördüm. Bakışlarıma hiçbir duyguyu yüklemeden, “ Maalesef, pantolonu çıkarmanız gerek.” Dediğimde başını diğer tarafa çevirip, ağzının içinde küfürler geveledi.
Benim de pek bir farkım yoktu.
“ Peki.” Deyip, derin bir nefes alarak elini pantolonunun kemerine attı. Bu görüntüyü izlemek istemediğim için, hızla gidip pansuman için malzemeleri tepsiye koydum. Bu sırada kemerin açılan sesi ve üzerinden çıkardığı, pantolonun hışırtısı kulaklarımı doldurdu. İçimdeki alevler gittikçe harlanırken, kendime gelmek için sessiz ama derin bir nefes çektim ciğerlerime.
Daha iyi olduğuma emin olduğumda, yönümü Yüzbaşıya döndüm. Pantolonunu kenara koymuş, çıplak bacaklarını yataktan aşağı sarkıtmıştı. Lakin gözlerimi bacaklarında tutmayı kesip, hızla gözlerine baktım. Gözlerinde garip, tarifini çıkaramadığım bir ifadeyle bana bakıyordu.
Yutkunarak yanına gittim ve eşyaları yatağın üzerine baktım. “ Yaraya bakayım.” Diyerek, yere eğildim ve uzattığı bacağındaki yaraya baktım. Diz kapağının bir karış üzerinde, bıçak yarasına benzer bir şeydi. Kafamı aşağıdan kaldırıp suratına baktığımda, gözlerindeki bariz karaltıyı gördüm. Ellerini yatağın iki yanına sabitlemiş, yumruk halinde sıkıyordu. Dudakları mühürlenmiş gibi kapalıyken, dişlerini sıkıyordu. Gözleri ise... Gördüğüm şeyi itiraz etmek istercesine iki kere öksürüp, “ Malzemeleri verir misiniz ?” dediğimde kendine geldi, lakin gözlerindeki o ifade değişmedi.
İçimde kıpırdanan salak saçma yaratıkları bir tarafıma doğru itip, elimdeki tepsiyi elime aldım ve yere bıraktım. Gözlerim yaradan yukarıya asla çıkmıyordu. Altında iç çamaşırının olduğunun farkındaydım, lakin o şeye bakmak gibi bir hataya düşmeyecektim. Hayır, yapmayacaktım.
Önce elimdeki bezle yarasının etrafındaki, kanları temizledim. Bu sırada, bronz tenindeki pürüzsüz bacaklarına değiyordu ellerim. İsteyerek olan bir şey değildi, lakin her dokunuş bir kıvılcım gibiydi... Aklıma dolmak üzere olan müstehcen görüntüleri kafamdan silip elimdeki pamuğa tentürdiyot döküp, yarasında gezdirdim. Hiçbir tepki vermeden, yukarıdan beni izledi. Ben ise içimde alev alan, tarifinin ne olduğunu bilmediğim şeyle birlikte yarasına pansuman yaptım.
Dikiş de attıktan sonra, eşyaları toparlayıp hızla ayağa kalkıp, Yüzbaşıya sırtımı döndüm. Bu sırada Yüzbaşı da hızla pantolonunu giymişti. Bunu çıkan seslerden anlayabiliyordum. Tam arkamı dönüp, geçmiş olsun diyecekken, ağzında ettiği küfürler ile beraber revirden çıktı.
Kapıyı o kadar sert kapatmıştı ki, bir an olduğum yerde sıçradım. Sanırım az önce olanlar onu sinirlendirmişti. Sanki ben dedim bacağından yara al!
Elimdeki eşyaları yerine bırakırken, manasızca hızlanan kalbimin üzerine elimi koyup sakinleştirmeye çalıştım. O nasıl bir andı öyle!
Elim kalbimde nefes nefeseyeken, bir an da kapıdan içeri dan diye Cümali girdi. Bir de onun ani girişine yerimden sıçrarken, yüzünde gülümsemesiyle, “ Çok pardon, sanırım korkuttum.” Dediğinde, yeni pamuk ve bantları tepsiye koyup, “ Yok, sorun değil.” Dedim. Eşyalar hazır olduğunda hızla yatakta oturan Cümali’nin yanına gittim. “ Yaran nerede ?” elleriyle kafasını gösterip, “ Şuraya bir darbe aldım.” Dedi. O arkasını dönüp, kafasının arka kısmını bana çevirdiğinde, siyah saçları arasındaki kanı gördüm.
Hızla ona da müdahale ederken, Cümali susmuyordu. “ Yüzbaşıyı gördüm az önce, sinirliydi.” Hafifçe bana döndü, “ Buradan çıkarken gördüm onu.” Az evvel aklıma geldiğinde, “ Bir telefon konuşması yaptı. Ondan sonra sinirle çıktı.” Yalan söylemiştim. Nasıl doğruyu söyleyebilirdim ki? Hayır yani, beni alakadar eden bir durum değildi, lakin onun bacağını tedavi ederken sinirlendiğini nasıl söyleyebilirdim ki? Çok yanlış anlaşılırdı...
“ Anladım.” Diyen Cümali’nin daha fazla konuşmaması için, hızla başına pansuman yapıp onu yolladım. Onun ardından gelen gelen, Azmi ve Adem’e de pansumanlarını yapıp gönderdim. Onlar dışında kimse de yara yoktu.
İşim bittiğinde, kendimi yatağın üzerine attım. Bakışlarım tavandaydı, lakin gözlerimin önünde Yüzbaşının bakışları vardı. Bana, her ne kadar inkâr etmek istesem de, Arzuyla bakıyordu. Bunu bir kez daha fark etmek sinsice gülümsememe neden oldu.
Sürtük dediğin kadını mı arzuluyorsun, Yüzbaşı?
Aklıma dahiyane bir fikir gelirken, sırıtarak yataktan kalktım. “ Madem ki beni arzuladın, eh, intikamım için hiç de fena bir fikir olmaz.” Onu arzularıyla vuracaktım. Şöyle bir kendime baktığımda, beğeniyle süzdüm. 2
Zaten kendimi her zaman beğenen bir kadın olmuştum, mavi gözlerim, koyu kahve saçlarım, kiraz kırmızısı dolgun dudaklarım vardı. Eğer bunlar ilgisini çekmiyorsa, zira bedenim çok fazla iş görüyordu. İri ve dolgun göğüslerim vardı. Belim ince, kalçalarım ise dolgun ve dikti. Her kızın sahip olmak isteyeceği kadar uzun olan bacaklarım, eminim ki ilgisini çekecekti.
Zira, böylesine bir bedene sahip olmak istemeyen, çok az erkek görmüştüm. Lakin kimse öyle kolay sahip olamamıştı bedenime. Hem de hiç kimse. Bedenime olan saygım, kimsenin ona yanlış ellerle dokunmasına izin verdirmemişti.
Belki çocukça gelecek bir fikirdi, lakin sevdiğime emin olmadığım kimseye, bedenimi sunmazdım, sunmayacaktım. 28 yıllık hayatımda, bundandır ki hiçbir erkeğe yer vermemiştim. Kardeşlerim dışında. Tek emeli bedenimin olduğunu anladığım erkeklerden kendimi uzak tuttum. Lakin bir türlü o gerçek sevgiyi bulamadım.
Annem hep, bir anda çıkacak karşına ve elin kolun bağlı olacak, diyordu. Bilmiyorum. Ne zaman gelirdi bilmiyorum, lakin acelem yoktu. Buradayım.
Yüzümdeki gülümsememle birlikte, revirin kapısını kilitleyip, eşofman ve kazak giydim. Spor yapmak için salona inecektim. Çıkardığım kıyafetleri dolaba yerleştirip, kapının önüne gittim ve kilidini açarak içeriden çıktım. Gelip geçen askerler dışında boş olan koridorda ilerleyip, salona gittim. Salonun önüne geldiğimde, kapısını açarak içeri girdim. İçeride birden fazla asker vardı ve her biri kendi için hangisinin uygun olduğuna karar verdiği sporu yapıyordu.
Yoğunluğun az olduğu bir tarafa geçip, ilk önce ısınma hareketleri yaptım. Bacaklarım ve kollarımı esnetip, tüm bedenimin hazır olmasını bekledim. Tamamen ısındığıma emin olduğumda, ilk önce tüm salonu sekiz kere koşarak turladım.
Sekiz turun yeterli olduğuna karar verdikten sonra, bir aydır beraber dövüştüğüm boks torbasının yanına gittim ve önünde durdum. Derin bir nefesi içime çekip, yine eldivensiz bir şekilde boks torbasına vurmaya başladım. Bu sefer üzerime kazak giydiğim için, daha çabuk terlemiştim. Altımda sporcu atletim olduğu aklıma geldiğinde, hızla üzerimdeki kazağı çıkarıp kenara bıraktım ve o şekilde boks torbasına vurmaya devam ettim.
Yavaş yavaş askerlerin salondan çıktığını fark ettiğimde, hafifçe gülümsedim. Yüzbaşı gelmişti. Aslında geldiğini zaten biliyordum. Kazağımı çıkardığımda burada olduğunu biliyordum. Bilerek onun gelmesini beklemiştim. O geldikten sonra, üzerimdeki kazağı hiç beklemeden çıkarmıştım.
Sanki onu fark etmemişim gibi boks torbasına vurmaya devam ettim. Salonun tamamen boş olduğunu, sadece benim nefes alış veriş seslerim ve boks torbasına çarpınca çıkan ellerimin sesinden anlayabiliyordum. Boks torbasına son bir tekme atıp, nefes nefese, göğsüm inip kalkarken Yüzbaşıya döndüm.
Yine her zamanki yerinde, sırtını ringe yaslamış vaziyette beni izliyordu. Yaklaşık iki hafta önce, her gün bu vaziyette beni izliyordu. Nedenini hiç sorgulamamıştım, hâlâ sorgulamıyordum. Lakin bugün ilk kez, bu gözetleyişi işime yarayacaktı.
“ Sadece izleyecek misiniz ?” dediğimde, tek kaşını kaldırarak bana baktı. Yaklaşık iki saattir onu görmemiştim, bu sırada duş almış ve yeni üniformalarını giymişti. Altında askeri pantolonu, üzerinde yeşil tişörtü ve onun üzerinde ise poları vardı. Ayaklarında ise, benimkinin aksine postalları vardı. “ Ne yapmamı önerirsin ?” dediğinde gülümsedim. “ Ringe davet ?” İki kaşı birden kalkarken, beni reddetmedi. Aksine, üzerindeki poları çıkarıp kenara koydu ve, “ Kabul.” Diyerek ringe çıktı.
Yüzümdeki gülümsemeyle birlikte ringe çıktım. Tam karşımda, Yüzbaşı, onun karşısında ise ben vardım. Beraber ortaya doğru ilerledik. Bu sırada, “ Sahi, neden beni izliyorsunuz ?” tek kaşımı kaldırarak bu soruyu sordum ve ilk hamlemi yaptım. Tekme atmak için kalkan ayağımı eliyle tutup kendine çekti ve karnıma yumruk attı. Ne olduğunu anlayamadan, nefesim kesilirken, “ Canım istediği için.” Dedi. Kaşlarım çatılırken, yanı dibimde duran, kas yığını karnını, tıpkı bana attığı gibi bir yumruk atarak geri çekildim.
“ Canınız istediği için beni izleyemezsiniz. Buna dikizlemek denir zira.” Tek kaşını kaldırıp, bana doğru bir adım attı ve yumruğunu tekrar karnıma doğru salladı. Lakin son dakikada geriye doğru bükülüp, saldırısından kurtuldum. “ Eğer gizli gizli yapsaydım, buna dikizlemek diyebilirdiniz. Lakin ben açık açık yapıyorum.” Diyerek sırıttığında, kaşlarım daha da çatıldı. Dudağının sağ tarafı yukarı doğru tırmanmış, kaşları havadaydı. Bu kadar dürüst olmasını beklemiyordum.
Dişlerimi sıkıp, ona doğru atıldım ve yumruğumu karnına doğru atacakmış gibi yapıp, diğer yumruğumla suratına vurdum. Dudağının kenarı patlarken, “ Sapık olduğunuzu inkâr etmiyorsunuz. Üstelik bunu, sürtük olduğunu ima ettiğiniz birine karşı yapıyorsunuz.” Diyerek suratına doğru kafamı kaldırdığımda, son dakika da eliyle alnıma baskı uygulayarak, kafamı suratına geçirmeme engel oldu.
Elini alnımdan çekerek ters çevirdiğimde, buna bilerek izin verdiğinin farkındaydım. Zaten kolunu tutmam çok uzun sürmedi, çünkü karnıma geçirdiği tekmeyle iki büklüm bir şekilde nefes almaya çalıştım. “ Belki hoşlandım senden?” Alay edercesine gülerek kafamı kaldırdım ve ağrımı umursamadan ona hamle yaptım.“ Bir sürtükten mi ? Güldürmeyin beni. Mazallah kafanızı falan karıştırırım.” Diyerek hem o güne ithafta bulundum, hem de alay ettim. Sağ dizinin arkasına yediği hamle onda hiçbir etki yaratmadığında sinirlerim daha da bozuldu.
“ Bu benim seçimim olur, haksız mıyım ?” diyerek, ona doğru uzanan yumruğumu avucunun içine alarak kolumla birlikte, beni de ters çevirip sırtımı göğsüne yasladı. Kulaklarıma doğru eğilip, “ Bedellerini ödemeye de razıyım.” Dediğinde yutkundum. Lakin bu şekilde durmak, nefes alışverişlerini ensemde hissetmek, kalbinin çarpıntısını sırtımda hissetmek, pek de iyi gelmemişti.
Ayağımla arkadan ona tekme attığımda, inleyerek arkaya doğru sendeledi. Sanırım cinsel organına vurmuştum...
“ Üzgünüm, kriterlerim arasında değilsiniz.” Diyerek bu halinden istifade ederek, ayağımı kaldırıp ona tekme attım. Lakin tekrar bacağımı tutarak beni kendine çekti. Ne ara kendine gelmişti anlayamadan, bütün vücudum, onun vücuduna yapışmış vaziyetteydi. Bir eli belimde, diğeri baldırıma kadar gelmişti. Benim ellerim ise, benimle birlikte göğsüne yapışmış vaziyetteydi. Kafasını eğerek bana baktı, “ Kriterlerine kimler giriyor ?” dediğinde, bir an afalladım kaldım.
Bu saçma durumdan kurtulmak adına, geriye kalan tek hamlemi uygulayarak, baldırıma kadar indirdiği elinden istifade ederek, boşta kalan bacağımı beline dolayarak, hızla kendimi havalandırdım ve diğer bacağımı da beline doladığım gibi suratına kafamı geçirdim.
Benim ne yaptığımı anlayamadığı için, dengesine hakim olamadı ve arkaya doğru düştü. Ona bir şey olmasın diye, hızla bir elimi ensesine, diğerini de kafasına yerleştirerek ben de onunla birlikte yere düştüm.
O benim altımda, yatarken, ben tamamen onun üzerine düşmüş hatta yapışmış durumdaydım. Ellerim kafasının altında olduğu için, geri çekemiyordum. Üstelik çok sert bir düşüş yaşadığımız için, kafasının altına yasladığım ellerimin pestili çıkmıştı. Zira şuan parmaklarımı hissetmiyordum.2
Üstelik kafası tam olarak şuan, göğsümdeydi!
Hızla vücudumu geriye çektiğimde, benim gibi afallamış durumdaydı. Lakin elleri de hâlâ benim belimdeydi. Donmuş bakışları, yarım atletten taşan göğüslerimde kalınca, zorla elimi kafasından çekip suratına tokat attım. “ Gözlerini doğru tarafa yönelt, Yüzbaşı!” Yediği tokatla bakışları sertleşirken, gözleri gözlerimi buldu. “ Sence sen, tam olarak şuan doğru yerde mi oturuyorsun ?” Kafamı eğip oturduğum yere baktığımda yutkundum.
Tam kasıklarının üzerinde oturuyordum. O malum yerde.
Derince yutkunup hızla ayağa kalktım. “ Pardon.” Kan akan burnunu tutup bana ters ters baktı. O da benim gibi hızla yerden kalktı. “ Bir çözüm bulsan iyi edersin, doktor.” Suratımda mahçup bir gülümseme ile suratına baktım.“ Ben öyle, çok kaptırınca şey oldu.” Üzerime üzerime yürümeye başladı. “ Ney oldu, doktor?” ben bir adım geri gittiğimde, bir adım daha attı üzerime. “ Siz bana münasebetsizce şeyler söylediniz, tabii ki kendimi koruyacağım!” Bir yandan bağırıyor bir yandan geri geri gidiyordum. “ Hani kendini kaptırınca, şey olmuştu ?” Yutkunup, sahte bir gülücük kondurdum dudağıma.
“ Öyle, kendimi çok kaptırdım, siz de kriter falan deyince öyle şey oldu.” Bir adım daha attı üzerime,“ Sen de dedin ki, bu adamın üzerine çıkayım?” Kaşlarım çatılırken, adım attığım yerde durdum. “ Hop! Hayırdır üstüne çıkmak falan! Siz iyice sapıklaştınız, Yüzbaşı!” tek kaşını kaldırdı, “ Bacaklarını belime dolayan sendin, üstelik nerede oturduğunu da hatırlatmak isterim.” Yüzüm domates gibi kızarırken, “ Siz... Siz çok... Çok terbiyesizsiniz.” Yüzümdeki kızarıklığın boynuma doğru indiğine emindim. Zira bu adamın gözlerindeki keyiften bile bunu anlayabilirdim.
“ Üzerinize çıkmadım ayrıca. O bir savunma mekanizmasıydı! Ayrıca oranıza da bilerek oturmadım !” Üzerime bir adım daha attığında, sırtım ringin ipleriyle buluştu. “ Nereme oturunca ?” Kum olsaydı, tam şuan kafamı deve kuşu gibi yere gömebilirdim. “ Terbiyesizleşmeyin lütfen. Ayrıca sizin kafanızda benim-“ Cümlemin devamını getiremeden tamamen dibimde bitti. “ Senin ?” Bıyık altından, hoşuna giden bir gülümsemeyle bana baktığında kalp krizi geçirmek üzereydim.
Üzerimdeki alevlere daha fazla katlanamadan onu göğsünden ittirdim. “ Dibime kadar da girdiniz!” diğer tarafa dönüp nefes almaya çalıştım. Zira göğüs kafesim anın enerjisiyle çok hızlı inip kalkıyordu. Omuzlarıma doğru düşen bir tutam saçı, parmaklarının ucuyla geriye ittirdiğinde, omuzumda bıraktığı etkinin farkında değildi. “ Rica ediyorum, biraz uzaklaşır mısınız ?” Nefeslerimin düzene girmesi gerekirken, bu adam yüzünden daha da sıklaşmıştı.
Gözlerini gözlerime çevirdi ve bir iki saniye orada oyalandı. Daha sonra bakışları yavaşça dudaklarıma indiğinde, derince yutkundum. “ Emin misin ?” Gözlerinde gördüğüm Arzu başımı döndürmeye başlamıştı. Ne dediğinin farkında değildi, hem de hiç!
Laçin, kendi kazdığımız kuyuya düştük gibi duruyor...
İç sesimin haklılığı, çok yanlış bir zamanda ortaya çıksa da haklıydı. Kendi kazdığım kuyuya düşmüştüm. Bundandır ki, kendime gelmek adına onu bir kez daha ittirip, “ Bugünü unutacağım Yüzbaşı. Sizin de unutmanızı umut ediyorum.” Dudaklarımda olan gözleri tekrar gözlerime iliştiğinde, kaşlarını çatışını gördüm. Burada daha fazla durmamak adına arkamı döndüğümde, bileğimden tuttu. “ Oyun mu oynuyorsun ?” Derince yutkunup ona döndüm, “ Üzerime yürüyen sizsiniz, soruyu kendinize yöneltmenizi tavsiye ederim.” Diyerek bileğimi elinden kurtardım ve hızla ringden indim.
Yüzbaşının arkamdan çatık kaşlarıyla baktığının farkındaydım, lakin çok yanlış bir yakınlaşma olmuştu. Hem de çok büyük bir yanlıştı.
Spor salonundan çıktığım gibi koşarak revire girdim. Kapıyı kilitlediğim gibi sırtımı kapıya yaslayarak nefes nefese, bir elim göğüs kafesimin üzerinde bir süre orada dikildim.
Sizce Laçin, Yarbay'ın söylediği cümleye, neden öyle bir tepki verdi ?
Binbaşı neyi öğrendi de, Laçin böylesine stresle doldu ?
Ve asıl soru, Laçin tam olarak kim ?
Sizi bu sorularla baş başa bırakıp, tekrar son sahneyi okumaya gidiyorum. Çok hoşuma gitti hahahahahckdkvkk.
Kitabıma şans verip okuyan herekese çokça teşekkür ediyorum, iyi ki varsınızz 🫶🏼💙
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.16k Okunma |
757 Oy |
0 Takip |
23 Bölümlü Kitap |