3. Bölüm
Eslem Şahin / Sönük Alevin Laneti / Bölüm 2:Gölge

Bölüm 2:Gölge

Eslem Şahin
eslm_shn61

Gözlerimdekine her şeyi diyebilirdiniz. Ateş, kor, pus... ve çok daha fazlası. Ama ne derseniz deyin, buna acı diyemezdiniz. Çünkü acıyı çok kez tatmış biri, bir süre sonra artık hissedemezdi. Fakat artık acı olmaması, yenilmeye yaklaşmayacağınız, yıkılmayacağınız ya da yorulmayacağınız anlamına gelmezdi.

İnsanlar çoğu kez yorulur ama bir kez yıkılırdı. Yıkım, yorgunluktan doğan çaresizlik düşüncesinden meydana gelirdi ve sadece bir düşünce, sizi hayatınızdan ederdi. Bir düşünce, sizi yeniden toplama şansınız olan gücünüzden ederdi. Ve bu dünyada güç, her şey demekti.

Güçsüzseniz, ezilirdiniz.

Güçsüzseniz, yenilirdiniz.

Güçlü olmak zorundaydınız çünkü yaşamalıydınız.

Küçüklüğümden, hatta bebekliğimden beri damarlarımdaki kanın gücünü hissederdim fakat bu her zaman yetmezdi. Gücü hissetmek kadar, onu kullanmak, kullanmayı bilmek de önemliydi. Bunu uzun, çok uzun zamandır hiç yapamadım çünkü ben gücümü kullanmayı hiç öğrenemedim.

Annem, ben küçükken, gücünün farkında ol kızım, demişti. Şimdilik. Zamanı geldiğinde sana her şeyi öğreteceğim. O gece beni ilk ve son kez öpmüştü. Saçlarımda dolaşan parmakları ürpermeme sebep olsa da sustum, sesimi çıkarmadım çünkü ondan korktuğumu düşünmesini istemedim. Kızım beni seviyor, demesini isterdim. O beni çok seviyor, ben de onu çok seviyorum, demesini isterdim. Hatta bunun için her şeyi yapabilir, her şeyimi verebilirdim.

Fakat o gece -annemin beni ilk ve son kez öptüğü gece- bir şey oldu. Öyle bulanık ama öyle netti ki. Gözlerime sürekli olarak dolan ve susturamadığım gözyaşlarımın yakıcı hissi bedenimi yıllarca hiç terk etmedi. Annemin saçlarıma kondurduğu buse günlerce, hatta haftalarca saçımdan ayrılmadı. Annem öptü, yıkamayacağım, diye saatlerce ağladığım saçlarımı yıkamak zorunda kaldığımda ilk kez anneme ihanet ettiğimi hissettim, o bana birkaç yıllık ömrümde defalarca ihanet etmiş olsa da.

Annemin gözleri bomboş bir şekilde, hiç hareket etmeden tavanı izlerken, nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde kırmızıya bulanan beyaz elbisesi gözlerime yaşları doldurmuştu. Fakat yine de... yanlış olan bir şeyler vardı ve yıllardır çözemediğim sayılı şeylerdendi. Gözlerim dolmuştu fakat gözyaşlarımı akıtan başka, bambaşka bir şeydi.

Yıllarca peşimde hissettiğim ve artık daha çok artan gölge ya da gölgeler de o günden sonra başlamıştı. Bir şey, bir ruh ya da bambaşka bir varlık sürekli peşimdeydi. Gölgeyi anlattığım kişilerden bazıları bunun; annemin ruhu olduğu, beni korumak için burada olduğu gibi efsaneler uyduruyorlardı. Elbette doğru değildi. Saçmaydı. Bazıları bana bir ruhun musallat olduğunu söylüyordu, bazıları ise o ruhun ben olduğumu.

Annem öldüğünden beri ‐söylenene göre- ortalıkta ruh gibi dolaşmama bağlıyorlardı bunu. Göz rengimi garip, hatta lanetli bulmaları da cabasıydı fakat artık bunlar zerre umrumda değildi. Gölgeler benimleydi, belki gölgeler benden biriydi. Gölgeler benimdi. Ve bu, gözümü ne kadar korkutuyor olsa da gölgeleri gören sadece bendim. Bu, yıllardır üzerime kurulan bir komplo değilse, bunun bir sonu olduğunu düşünmüyordum.

Uzun zamandır defalarca kez araştırma yapmıştım. Bu, zihnimin bir oyunu da olabilirdi, gerçekten var olan bir ruh da. Veya peşimdeki kişiler de olabilirdi, onların yaptıkları büyüler de.

Hayatının son dakikalarında, yaşadığın en güzel anılar bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçer, derlerdi. Bana kalırsa tamamen yalandı çünkü bu kez gerçekten hissediyordum. Hissediyordum ve hayatımın en güzel anları gözümün önünden falan geçmiyordu. Dakikalardır aklımdan geçen görüntülerden hiçbirinin hayatımın en güzel ânı olduğunu sanmıyordum.

Annemin ölümü. Peşimden ayrılmayan gölgeler. Nedenini tam olarak bilmesem de atlatmak zorunda olduğum felaketler.

Ay bu gece bana sesleniyordu. Gece hiç olmadığı kadar parlak, canımı yakacak kadar karanlıktı. Gecenin ateşi tenimi yakarken, öte yandan soğuk sular tenime çarpıyordu. Bacaklarım koşmaktan titriyor, göğsüm hızla inip kalkıyordu. Kalbim bu gece göğüs kafesimi delip dışarıya fırlamazsa, bu benim en büyük şanslarımdan biri olurdu.

"Kaçabileceğini mi sanıyorsun?" diye ardımdan bağıran sese kulak vermeden ilerlemeye devam ettim. Bacaklarımı daha da hızlanmak için zorlarken etrafıma bakındım. Bir kurtuluş, bir yardım ya da bir ses. Hiçbiri yoktu. Yalnızca ben ve arkamda dakikalardır koşan o vardı. Kadın mı ya da erkek mi olduğunu bilmediğim garip ses ona aitti.

Bir sokak lambasının yanından geçerken, solumdaki duvara baktım. Bir gölge. Benimkinin bir adım arkasında, hızı benimkiyle aynı olan bir gölge. Ürpertse de oradaydı ve beni yine yalnız bırakmamıştı. Bu zihnimin bir oyunu olsa da, şu an bunu düşünecek durumda değildim. Onu görüyordum, hissetmiyor olsam bile. Ona minnettardım, uzun zaman önce beni korkutsa bile.

Gölgeyi görmemle birlikte "Hayır," diye mırıldandım kendi kendime, damarlarımda kaynayan kanımın her zerresinde hissettiğim bir özgüvenle. "Daha bitmedi." Titreyen bacaklarımı ne olursa olsun daha da zorladım. Göğsümden fırlayacakmış gibi atan kalbime inat daha da hızlandım. Çünkü başka yol yoktu. Ya kazanacaktım, ya da burada onursuz bir şekilde korkup pes etmiş birisi olarak ölüp gidecektim.

Bir kez daha sokak lambalarının zar zor aydınlattığı duvarlardan birine baktım. Oradaydı. Hâlâ oradaydı ve hâlâ benimleydi. Yalnız olmadığımı söyleyen tek şeydi. İster bana ihanet eden -ama hala sevdiğim- annemin ruhu olsun, ister bana musallat olan başka bir ruh olsun, her şeye rağmen benimleydi. Bir adım, yalnızca bir adım gerimdeydi. Benimle hızlanıyor, benimle yavaşlıyordu. ve bir gün ruhları görmeye başlarsam, ilk bakacağım yüz onunkiydi.

Omzumun üzerinden geriye baktığımda, peşimdekinin en az benim kadar yorgun, bir o kadar da hırslı olduğunu gördüm. Sokak lambalarının altında yüzünü seçmek imkansızdı. Zira suratında, gözleri hariç tüm yüzünü gizleyen bir peçe vardı. Tüm kıyafetleri siyah ve oldukça boldu, fakat hareketlerini engelleyecek kadar ayaklarına dolanmıyordu.

Tekrar önüme dönüp ileriye odaklandım fakat yerdeki o küçücük taşı göremeyecek kadar dikkatsiz olmama defalarca kez sövdüm. Taşın ayağıma değmesiyle birlikte sendeledim, ardımdan kahkahalar yükselirken adımlarım yavaşladı. Refleksle ellerimi öne uzatıp kendimi korumaya çalıştım, ellerim yere değdiği anda ise tüm bedenimi öne iterek yerde takla attım. Bu kez ayağa kalkıp koşmaya devam etmem daha zordu, ilk birkaç adımımı atarken ellerimle yerden destek aldım fakat bir süre sonra bu, dengemi daha da kaybetmeme sebep oldu. Ellerimi zeminden çekmemle tekrar yapıştırmam ve bu kez bir değil, birkaç kez ard arda takla atmam bir oldu.

Ardımdakinin hırsla alıp verdiği nefesleri duyabileceğim kadar yakındık. Tekrar ayaklanmaya çalışarak ilk birkaç adımımda yine ellerimle zeminden destek aldım. Bu kez yalnızca üç adım sonra ayaklandığımda, duvardaki gölgeyi tekrar kontrol ettim fakat artık yoktu. Sokak lambalarının hükmü burada geçmiyordu ve duvar bomboştu. Bir şeyler, belki duvardaki gölge, bir ruh ya da sadece bir dürtü beni duvara yaklaşmaya zorladı. İçimden bir ses ısrarla yaklaş, diyordu ve ben ona karşı koyamıyordum. İçimdeki dürtüye güvenerek duvara yalnızca bir adım yaklaştım. Hemen ardımdan ise az önce olduğum yerden havayı yararak geçen bıçak, göz bebeklerimin büyümesiyle birlikte ilerideki büyük bir ağaca saplandı. İtiraf etmeliydim ki, filmlerdeki benzer sahnelere hep saçmalık gözüyle bakmıştım. Sonuçta, bıçağın havayı yarması ve tam olarak ucunun bir ağaca mükemmel bir şekilde saplanabilmesi ne kadar gerçek olabilirdi?

Adeta olduğum yerde çivilenmiş gibi kalakaldığımda sertçe yutkundum. Bacaklarım hala titrerken düşmemek için duvardan destek alıyordum fakat bu ne kadar sürecekti, emin değildim. Omzumun üzerinden geriye doğru baktığımda, biraz önce hırsla arkamdan koşan o kişi her kimse, etrafta gözükmüyordu.

Tekrar koşmak için önüme döndüğüm anda, karşılaştığım görüntüye çığlık attım. Duvarlara çarpıp bana geri gelen sesimi adeta hissedebiliyordum. Geriye çekilmeye çalıştım ama başka bir bedene çarptığımda duraksadım. Birisinin duyması umuduyla var gücümle çığlık atıp kaçmaya çalıştım fakat beni iki yanımdan çevreleyen bu adamlara karşı koyamıyordum. Yüzlerini gizleyen peçeye rağmen oldukça çirkinlerdi. Tenlerinin beyazlığı ve yüzlerinin buruşukluğu on metre öteden bile anlaşılırdı.

İki kolumdan tutarlarken çırpınmaya devam ettim. Midemden yükselen bulantı hissi bedenimi sarıyordu. Nefesim daralıyor, gözlerim hiç olmadığı kadar açılıyordu. "Bırak!" İşe yaramayacağını bile bile denedim. Çaresizlik beni çepeçevre sarmalarken, tutunacak bir dal aradım. Elbette bu ilk kez olmuyordu lakin önceki deneyimlerime dayanarak bunun ne kadar kötü olabileceğini yalnızca tahmin edebiliyordum.

Solumdaki, elini sıkıca ağzıma bastırırken onu ısırmaya, bir şekilde durdurmaya, geri itmeye çalıştım. Gücün arttığını hissetmemden başka bir işe yaradığını söyleyemezdim.

"Seni," dedi tane tane, dişlerinin arasından. "Özledik, Liva." Kolumu sertçe geri çekmeye çalıştım. Bu sırada, diğeri alay eder gibi dişlerinin arasından tısladı.

"Fazlasıyla."

Ağzım kapalı olmasına rağmen sesimi çıkarmaya çalıştım. Küfürler ettim. Bağırmayı denedim. Isırmaya çalıştım. Tekmelemek istedim. Kolumu tekrar çekmeye çalıştığımda solumdaki, kolumu daha sıkı kavradı. Bu tutuşu biliyordum.

Kötü bir şey olacağından emindim, sadece ne olacağını bu kez tahmin edemiyordum.

Solumdaki, diğerine bir şeyler işaret ettiğinde, sağımdaki adam arkama geçti ve bedenimi yerinde tuttu. Daha sıkı. Daha emin. Sol kolumdaki baskının azaldığını hissettim önce. Sonra bir değil, iki el hissettim. Biri dirseğimin üstünde, diğeri altında. Birkaç saniye sadece durdu. Sonra pis nefesini kulağımın arkasında hissettim. Durdu. Bekledi. Fısıldadı.

"Acı," dedi. "bazılarının en büyük mirasıdır, Liva."

Keskin bir acı.

Dişlerimi sıktım. Boynumdaki damarların gerildiğini hissettim. Başımı yukarı kaldırdım, çığlık atmaya çalıştım fakat olmadı. Çırpındım. Öncekiler gibiydi bu da. Keskin, acımasız. Kolum, dirseğimden dışa doğru katlandığında, daha önce kollarıma atılan kesiklerle aynı acıyı hissettim sanırım. Veya bir kurşun yediğimde, ormanda işkenceye maruz kalıp kan kustuğumda aynı acıyı hissettim. Gözümden düşen bir damla yaş yanağımdan akarken, neyi düşünebildiğimi, neyi düşünebileceğimi, neyi düşünmem gerektiğini ya da acıyı nasıl azaltabileceğimi bilmiyordum.

Acıyı artık hissetmediğimi sanıyordum. Bu adamları görmenin üzerinden bir yıl geçmişti ve ben güçlü olduğumu sanıyordum. Lakin geçmişin acımasızlığı tüm çıplaklığıyla önümdeyken, acı çekmemek mümkün değildi sanırım. Acıya alıştığımı düşündüğümde, tekrar canımı yakan bir şeyler oluyordu. Hep olmuştu. Hep olacaktı.

Derin nefesler alıp verdim. Göğsüm hızla inip kalkıyordu. Ciğerlerime ulaşan hava yetersizdi. Bedenimi tutan eller bir an için gevşedi ve bittiğini sandım. Fakat daha yeni başladığını anlamam uzun sürmedi. Gözlerime bağladıkları bir mendilden kurtulmak için başımı sallamam işe yaramamıştı. Ağzıma tıkılan bir bez parçası, ses çıkarmamı engelliyordu. Görüşüm tamamen engellendiğinde, kollarımdan tutup sürüklemeye başladılar. Gözlerim dolmuştu ama yaşlar akmamakta ısrarcıydı. Nereye götürüldüğümü bilmiyordum, çırpınıyordum ama nafileydi. Bilinmezlik, içimi kemiren bir parazitti. Kolumdaki keskin ağrıyla başa çıkmak bir hayli zorlaşıyordu, kemiğimin etime battığını hissedebiliyordum. Canım yanıyordu, çok acıtıyordu.

Kısa bir süre sonra gürleyen bir motorun sesini duydum. Yakınlarda durduğunda, egzozundan gelen sıcak havayı tenimde hissettim. Kapı açıldı, daha sonra kapandı, adım sesleri yaklaştı. Eldivenli olduğunu hissettiğim bir çift el bacaklarımdan tutup bedenimi havaya kaldırdı. Bacaklarımı olabildiğince hareket ettirmeye çalıştım ama boşaydı. Tekrar kapının açılma sesini duydum ve bu kez deri koltukların üzerine bırakıldım. Derin nefesler alıp vermeye çalışıyordum, tüm bedenim acıdan kıvranıyordu. Tek kolum zaten işlevsizdi, sağ bileğime geçirilen kelepçenin diğer tarafını nereye sabitlediklerini bilmiyordum ama hareketlerim çok sınırlıydı. Yalvarmak istedim ama eğer bu kez başıma gerçekten bir şey gelecekse, son sözlerimin bağışlanma dilekleri olmasını istemiyordum. Teslim olmak, acı vericiydi. Bedenime yayılan sıcaklık korku muydu, acı mıydı, bilmiyordum. Bildiğim tek şey, teslimiyetin, korkudan veya acıdan daha berbat hissettirdiğiydi.

Motor tekrar çalıştı, bu kez altımda gürledi, nereye olduğunu bilmesem de bir yere sürükledi. Bilinmezliğin içinde kayboluyordum ve bu hiç hoşuma gitmiyordu. Ağzıma tıkılan bez, daha önce tahmin edemeyeceğim kadar rahatsız ediciydi. Gözlerimdeki yaşları hissediyordum ama akmıyordu. Acıyla başa çıkmak için dişlerimi sıkardım eskiden, annemden öğrenmiştim küçükken ve işe yaradığını hissetmiştim. Fakat şimdi bunu yapamıyordum ve canımın daha fazla yanmaya başladığını hissediyordum. Çırpınmak artık işe yaramıyordu. Aksine, beni acınacak birisi gibi gösteriyordu.

Kelepçe gerginleşti, düşmemek için tek dayanağımdı. Neler olduğunu anlamaya çalışırken kelepçeye tek elimle sıkı sıkı sarıldım. Araba durdu, kimse konuşmuyordu ama ani hareketlerle dışarıya çıktıklarını duydum. Kapı tekrar açıldı, bu kez daha aceleciydi. Daha önce duymadığım bir ses, önce boğazını temizledi. Şoföre bir şeyler işaret etti sanırım, daha sonra arkasına yaslandı. Burnuma gelen hoş ama baş döndürücü kokudan korunmaya çalışırken, yan tarafımdaki adam birkaç küfür mırıldandı ama bunların arasında seçebildiğim tek kelime "Gölge," oldu.

🔥

Kendi eviniz bazen sizin eviniz olmuyordu. Ziyaretçiydiniz yalnızca. Her gece gelip kalabileceğiniz, yemek yiyebileceğiniz, uyuyabileceğiniz, bazen gülüp bazen ağlayabileceğiniz dört duvardı sadece. Tuğlaların çevrelediği, cansız şeylerin ısıttığı -ya da ısıtmaya çalıştığı- bazen başka insanların girip çıktığı basit bir yapıydı.

Oysa ev demek, yemek yemeseniz bile doymanızdı. Uyumasanız bile yorulmamanızdı. Gülseniz de ağlasanız da sizi kucaklayandı. Dışarıda fırtınalar bile kopsa üşümemenizdi. Başka kimsenin girip çıkmamasıydı, size özel olandı.

Bazı insanlar, her yapıyı ev sanıyorlardı fakat gerçek, çok daha farklıydı. Çok daha acımasızdı bazen. Çok daha cesurdu her şeyden, herkesten.

Bir ev bulduğunuzda, içerisi çok sıcak gelebilirdi ilk girdiğinizde. Şömineler yanardı, duvarlar kalındı. Oysa gerçek ev, kendi başına alev alev yanandı. Ama sonra odun biterdi, duvarlar parçalanırdı ilk depremde. Siz, ilk geldiğinizdeki o sıcaklığı özlediğinizde ve her şeyinizi ortaya koyduğunuzda, o ev inatla olmazdı. Başka bir yerden parçalanırdı hep. Ev öyle bir soğurdu ki, donardınız. Fark etmezdiniz belki ama, yavaş yavaş öldürdünüz.

Gerçek ev, depremlere dayanırdı. Çökerse, sizin canınızın yanacağını bilirdi. Siz onu düzeltmeye çalıştığınızda, eskisinden daha iyi olurdu. Depremlere karşı güçlenirdi. Yaşadığınızı hissederdiniz. O ev sizi bırakmazdı, isterdi. Canınızı yakmazdı, gerekirse kendinden bir parça verir, ama yine yıkılmadan dururdu.

Liva'nın evi neresiydi, kimse bilmiyordu. Kapıyı açarken başını eğerdi, kilidi usulca çevirirken o klik sesini duymamak için başka bir sesle o sesi bastırmaya çalışırdı. Silah sesine benzetirdi o sesi. Annesinin silahla öldürüldüğünü öğrendiğinde yedi yaşlarındaydı. O zamanlardan beri sevmezdi silahları. Fakat bekçiler bilirdi bunu. Her şeyi bilirlerdi. Liva'nın kendini tanıdığından daha iyi tanırlardı onu. Bu yüzdendir ki, silah bellerinden düşmez, Liva'nın korkusunun üzerine giderlerdi. Ne istediklerini kimse bilmezdi. Komşular bazen gece yarısı uyanır, evlerin ışıkları bir bir yanardı Liva'nın sesiyle. Sonrasında ise hiçbir şey hatırlamaz, uykularına devam ederlerdi.

Liva alıştığını sanıyordu bunca şeye. Lakin alışsaydı, her şey daha farklı olurdu. Liva bunu hissediyor ama değişimi bulamıyordu. Bilemiyordu. Aklı hep karışık olurdu, hep düşünürdü, uzun uzun dalardı gözleri.

Eve girdiğinde, kapıyı hemen kapatmazdı. Tetikteydi. Önce dışarıyı, sonra evin içini kolaçan eder, ardından kapıyı yedi farklı kilitle kilitlerdi. Eve her girdiğinde, ev soğuk olurdu, buz gibi. Bir gün donacağından korkardı. Kapının yanındaki odunlardan birkaç tane alır, salondaki küçük sobayı yakardı. Isınmaya çalışırdı.

Çok yiyen birisi değildi Liva. Çok acıkmadıkça yemezdi. Yediğinde de az yer, her şeyi idareli kullanırdı. Yaşadığı hayat, ona bunu öğretmişti. İdareli ol. İsraf etme. Tetikte ol. Açık verme.

Bu duruma canı sıkılsa da susardı Liva. Çünkü yıkımın başının isyan olduğunu bilirdi. İsyan edemezdi. Aramalı, bulmalı, çözmeliydi. Normal bir hayatı olsun istemişti hep fakat bu hayata alışmak zorunda olduğunun gayet farkındaydı. Çaresi yoktu ama bulacaktı. Bir şekilde bulacaktı. Söz vermişti, tutacaktı.

Çok uyumayı sevmezdi. Az uyurdu, uykusu hafifti. Bekçiler geldiğinde anlamalıydı. Uykuyu bedenine haram kılmıştı uzunca bir süre önce. Uyanık olmak, her zaman işe yaramasa da, bazen yararını görüyordu. Birkaç kez, bekçilerden kaçmayı bu şekilde başarmıştı.

Ama gülmeyi severdi. Çok severdi. Hayatında gülümseyebileceği az şey olmasına rağmen, küçüklüğünden beri gülmek hoşuna giderdi. Çocuklar güldüğünde, yüz ifadesi bunu belli etmese de içten içe sevinirdi. En son ne zaman gerçekten gülümsediğini, gözlerinin o gülümsemeyle ne zaman kırıştığını hatırlamıyordu.

Ona bırakılan miras, acıydı. Biliyordu. Onlarca kez deneyimlemişti. Alıştığını sandığında, her acıya bir yenisi ekleniyordu. Acıya alışılmazdı. Acıya bir şekilde dayanılırdı. Alışmak bambaşka bir şeydi. Eskisi kadar acı hissetmezdi alışsaydı. Her seferinde ilk seferki gibi korkmazdı. Liva alışmamıştı, dayanmıştı. Ve gün geldiğinde, katlandığı her acının bir bedeli olacağını biliyordu.

🌿

"Anne."

Duymadı.

"Anne."

Sessizlik.

"Anne?"

Bir adım. Sonra iki. Sonra üç.

"Anne!"

Beyaz elbisesi kırmızı lekeyle kaplı kadın. Gözleri boş. Korkuyorum. Tavana diktiği gözler aniden bana çevriliyor ve ben yerimden sıçrıyorum. Bir şeyler var. Bir şeyler oluyor. Bir şeyler hep oluyor. Arkamda birinin olduğunu hissediyorum. Korkularım beni ele geçiriyor. Gözlerim doluyor ama ağlayamıyorum. Adım sesleri duyuyorum.

Bir adım geri.

Sonra iki.

Başımı çevirmek istiyorum. Arkama bakmak istiyorum ama beni geri tutan bir şeyler var. Nefesim hızlanıyor. Deliriyor muyum? Annemin cansız bedeni artık hareket ediyor ama onun annem olduğuna inanmıyorum. Annemden korkmamalıyım ama bu şeyden korkuyorum. Geri çekiliyorum. Yutkunuyorum ama boğazımdaki kuruluk devam ediyor. Bir yumru oturuyor ve ben konuşamıyorum.

Arkamda birinin olduğunu hâlâ hissediyorum ama cesaretimi toplayamıyorum. Annem gözlerini üzerime dikmiş, etrafıma bakınıyorum. Bir şeyler arıyorum. Solumdaki masada bir mum var. Ateşi çok hızlı bir şekilde titreşiyor ama sönmüyor. Mum, yıllarca yakılmayı beklemiş ve bir kez yandıktan sonra sönmeye niyeti yokmuşcasına bir hırsla yanıyor. Sağıma bakmak istiyorum ama yanlışlıkla başımı biraz fazla çevirecekken annem yataktan kalkıyor ve aniden çenemi tutuyor.

"Sus." diyor ama ben zaten konuşamayacak kadar korkuyorum. Gözleri fal taşı gibi açılmış. Arkama bakıyor, benim bakamadığım şeye. Sonra tekrar bana dönüyor. Çenemi daha sıkı kavrıyor, tırnakları etime batıyor. "Zamanı geldi." diyor ama ben anlamıyorum. Bir şey soramıyorum çünkü bu kadının annem olduğuna inanmıyorum. Annemin sesi bozuk bir kasetteki kalın sesli adamlara benzememeli. "Dönemezsin." diyor bu kez. Sesi net değil, boğazdan gelen bir fısıltı gibi. Saçları dağılmış ama ben bunu yeni fark ediyorum. Odağımın kaydığını gördüğünde sinirlendiğini hissediyorum çünkü çenemi kavrayan eli sıkılaşıyor ve tenimi morattığına eminim. Yanağında bir yara oluşmaya başlıyor, onu yavaş yavaş içine alıyor. Annemi yavaş yavaş yiyor. Gözlerim hâlâ dolu ama gözyaşlarım akmayı reddediyor. Çenemdeki baskı kaybolduğunda, annemin külleri bedenime batmaya başlıyor. "Hayır..." diye fısıldıyorum ama sesim çıkmıyor. Onu tutmak istiyorum çünkü ben inanmasan da o benim annem. Külleri toparlamaya çalışıyorum. Delirmiş gibiyim. Tutamıyorum. Küller hâlâ sıcak ama elimi yakmıyor, parmaklarımın arasından kayıp gidiyorlar. Bağırmak istiyorum ama bir şeyler beni engelliyor. Annem tamamen kayboluyor. Zihnimde attığım çığlıklar dışarıya çıkmıyor, boğulduğumu hissediyorum. Gözlerim kararıyor.

Arkamı dönüyorum. Görüşüm tamamen kayboluyor ama gözyaşlarım artık bardaktan boşalırcasına akıyor. Şimşek çaktığını duyuyorum. Avuçlarımda tutabildiğim külleri sıkıyorum. Tenime batıyorlar, canımı yakıyorlar. Dizlerimin üzerine düşüyorum, deprem oluyor ama artık körüm. Gidecek yerim yok. Gidecek biri yok. Sesimi kaybettiğimi anlıyorum.

Ama sonra, adım sesleri duyuyorum. Odaya birisi giriyor. Masaya yürüdüğünü hissediyorum. Ona bakmak, onu görmek istiyorum ama olmuyor. Mumun eriyen kısmı masaya dökülüyor. Ateş harlanıyor. Sıcaklığı hissediyorum ama aynı zamanda buz gibiyim. Ölen ve yakılan bir cesedi düşünüyorum. Ben artık yanıyorum ve-

Hızlı nefesler alarak doğruldum ve aniden etrafı incelemeye başladım. Göğsüm hızla inip kalkarken, gözlerimi sıkıca kapattım.

Kâbus. Yine.

Yutkundum. Nefesimin düzene girmesi bu kez uzun sürecekmiş gibi hissediyordum çünkü kilometrelerce koşmuş gibiydim. Tüm vücudum terden sırılsıklamdı, saçlarım alnıma yapışmıştı. Sağ elimi saçlarımı geriye itmek için kaldırdım fakat sol koluma dayandığım anda keskin bir ağrı nüksetti; acıyı tüm bedenimde hissettiğimde, refleksle kolumu çektim ve bedenim tekrar yatağa düşerken gözlerimi sıkıca kapattım. Kirpiklerim ıslanırken, elimin tersiyle gözlerimi sildim. Anılar zihnime tekrar doldu, acının kaynağını hatırlamaya başlıyordum. Dişlerimi sıkarak bu duruma sövme faslını geçtikten sonra gözlerimi hafifçe aralayıp koluma kısa bir bakış attım. İlginç bir şekilde sargılıydı. Sert bir alçı olduğunu hissedebiliyordum. Sağ kolumun üzerinde doğrulmaya çalıştım ve sırtımı yatağın başlığına dayadım.

O adamlar, bana verdikleri her zarardan sonra bu şeyi benim düzeltmemi beklerlerdi. Bu şeyi onların yapmış olmasına ihtimal veremezdim. Öte yandan, kaldığım oda diğerlerinin aksine çok da eski değildi. Hatta hayatım boyunca gördüğüm çoğu yerden temizdi.

Sağ elimle alnıma yapılan saçları geriye ittim. Burada tek başıma olup olmadığımı bilmiyordum ve yapabileceklerim sınırlıyken, en azından etrafı inceleyip bir çözüm aramak en doğru seçenek gibi gözüküyordu. Canım hâlâ çok yanıyordu, bunu inkar edemezdim fakat bir şekilde görmezden gelebilirsem, belki acısını azaltabilirdim.

Üzerimdeki yorganı kaldırdım ve bedenime baktım. Üzerimdeki tek şey beyaz bir elbiseydi. Bu görüntü içimdeki bir şeyleri harekete geçirmeyi başarmıştı, rüyamda gördüğüm elbiseyle benzerdi. Rüyanın detayları tekrardan zihnime akın etmeye başladığında, aniden kapı açıldı ve yorganı hızla üzerime örttüm. Kızıl saçlı, beyaz tenli, uzun boylu bir kadındı gelen.

"Ah..." Elindeki tepsiyi bir masaya bırakıp açık bıraktığı kapıyı kapattı ve kilitledi. Ardından bana döndü. "Uyanmana sevindim." Kadının ses tonu hoşuma gitmemişti, zoraki bir samimiyet taşıdığını hissetmemek elde değildi.

Yanıma yürürken, içgüdüsel olarak kendimi biraz geri çektim. Çenemle kapıyı işaret ettim. "Kilit." dedim ve o anladığını belli edercesine kaşlarını kaldırarak gülümsedi. Kapıya kısa bir bakış atıp bana dönerken, ifadesini toparlamıştı.

"Bekçilerin içeriye girmesi yasak." dediğinde kaşlarımı kaldırdım. "Olur da kuralları çiğnemeye kalkarlarsa diye-"

"Aç onu." dedim düşünmeden, nezaketten yoksun gibi gözüktüğümün farkındaydım ama son düşüneceğim şey, bu hâldeyken ilk kez gördüğüm birisine nazik davranıp davranmadığımdı. Ona güvenmiyordum. Ne bekçisinden bahsettiğini dahi bilmiyordum ve söylediklerinin yalan olma ihtimali de vardı. Odaya göz gezdirdiğim kadarıyla giriş çıkışı sağlayan tek yer o kapıydı çünkü pencereler demir kilitlerle kilitliydi.

"Liva-"

"Aç."

Kadın, sabır diler gibi iç geçirdiğinde, başını biraz öne eğdi ve bir anlığına bir şeyler düşünüyor gibi gözüktü. Bana doğru birkaç adım atarken ayakkabısının sesleri odanın içinde yankılanıyordu. Yatağın sol tarafına geçtiğinde, üstten üstten baktı.

"Bana bak, ufaklık." dedi tane tane. Görünüşe göre sabrını sınıyordum. "Burada benim kurallarım geçiyor ve..." Bir an duraksadı. "büyüklerinle nasıl konuşman gerektiğini öğrenmen gerek." Üzerime doğru eğildiğinde, gözlerinin tam içine baktım. Mavi gözlüydü. Sol gözbebeğinin hemen yanında küçük bir leke vardı. Sağ gözbebeğinin etrafı koyu renkli bir çemberle çevriliydi. Yorganı üzerimden çektim, sağ elimden destek alarak bacaklarımı yatağın kenarından sarkıttım. Zeminin soğuk olmasını bekliyordum fakat ayaklarım sıcak zemine değdiğinde afallasam da, belli etmedim. Ben kalkıp karşısına dikilirken, o da biraz doğruldu. Muhtemelen onunla aynı boydaydık fakat giydiği topuklu ayakkabı sayesinde benden biraz daha uzun duruyordu.

"Kimsin sen?" dedim tane tane.

"Elena." dedi alay edercesine. Tepkileri fazlasıyla değişkendi ve bunu fark etmemek elde değildi. "Memnun oldum."

"Beni," dedim. "Sen mi buldun?"

"Şunu açıklığa kavuşturalım," dedi. Başını biraz eğdi. "Buraya gelen herkes, sadece gelir. Ben getirmem ya da götürmem."

Tek kaşımı kaldırdım. Başka birisi beni buraya getirmişti ve bu kişi ya da kişilerin o adamlar olmasına imkan vermiyordum. Beni açıkça yıllardır öldürmeye çalışıyorlardı ve şimdiye kadar tek bir damla su bile vermemişlerdi. Bu ihtimali yeniden es geçtim.

Çenemle kolumu işaret ettim. "Sen mi-"

"Ben yaptım." diye sözümü kesti yüzüne gururlu bir gülümseme yayılırken. Gerçek bir gülümseme olmadığını anlayabilirdiniz.

"Doktor falan mısın?"

Bunu söylememle birlikte delirmişim gibi bana baktı. Kaşlarını çattı. "Şifacıyım." dedi daha çok soru sorarcasına

Tek kaşımı kaldırdım. Tepkisini hâlâ garip bulsam da, bu konunun üzerinde daha fazla durmamaya karar verdim. "Tamam," dedim. "Şimdi anlat."

"Sanırım, Liva..." dedi biraz duraksayarak. Kelimeleri toparladığını varsaydım. "Bunu sorman gereken kişi ben değilim."

"Şu an için muhatabım sensin." dedim. "Odada başkası olduğunu sanmıyorum."

"Şöyle anlatayım," dedi. Koluma uzandığında, kendimi geri çektim. "Pekâlâ," diye iç geçirdi. Yatağı işaret etti. "Otur." Yanımdan geçip yatağın kenarına oturduğunda, kenara çekilip onu izledim. Kendini önemli bir konuşmaya hazırladığını hissedebiliyordum ve bundan rahatsızdım. Bir şeyler ya yerine oturacak ya da paramparça olacakmış gibi hissediyordum.

"Dönemezsin." İlk kelimesi buydu. Bir ağırlık vardı sözlerinde ve itiraz kabul etmiyordu. Kelimelerin tanıdıklığı midemi yaktı. "Başlangıç sandığın şeyin sonuna geldin, burası sonun başlangıcı." Kelimeleri çok dikkatlice seçtiğini anlayabilirdiniz; çok yavaş ve düşünerek konuşuyordu, yanlış bir şey söylemekten çekindiği açıktı. "Hayat sandığın şey doğru değildi ve sen gerçekleri öğrenmek için-"

"Tamam, saçmalamayı kesip gerçekten bir şeyler anlatmayacaksın." Elbette.

Sözleri içimde bir şeyleri harekete geçiriyordu ve bu durum hoşuma gitmiyordu. Belli etmesem de, midemde başlayıp göğsüme yükselen sıcaklığın yakıcı hissi son derece rahatsız ediciydi. Sözleri, benim dilimde bile acı bir tat bırakıyordu. Bu kadın gerçekten bir şeyler bilerek mi konuşuyordu, bilmiyordum ama bir şeyler bildiğini hiç de sanmıyordum. Mantıklı konuşmuyordu, ona bir gram bile inanmıyordum fakat hislerim zihnimi karıştırmaya yetiyor ve artıyordu.

"Liva, sana söyledim."

"Umrumda olduğunu mu sanıyorsun?" Birkaç adım geri çekildim. "Her şey için sana teşekkür edebilirim ama aklım zaten karışıkken bu saçmalıklarla beni oylamana izin veremem."

"Buna saçmalık mı diyorsun?"

"Ya ne diyecektim?" diye çıkıştım. "Sağ ol ama gitmem gerek."

Arkamı dönüp kapıya yöneldim. Ne ile karşılaşacağımı bilmiyordum ama bu odanın havası artık boğucuydu. Sadece çıkmak istiyordum.

Kadının oturmaya devam ettiğini anlayabiliyordum. Anahtar, kilidin üstündeydi. Anahtara dokunduğum anda, anlam veremediğim bir soğukluk hissi tüm bedenimi sardı. Ardından, kadının sesini duydum yeniden:

"Ait olmadığın evine mi döneceksin?"

Ait olmadığın ev.

Bu üç kelime, itiraf edebileceğimden daha ağırdı. Aitlik, basit gibi dursa da, benim beceremediğim bir konuydu ve bunun gündeme getirilmesinden hoşlanmamıştım. Omzumun üzerinden ona baktım.

"Bunları nereden bildiğini sormayacağım," dedim. "Ama o küçük kuşlarına, sana daha iyi bilgiler getirmelerini söyleyebilirsin."

Vakit kaybetmedim. Sözlerinin beni etkilemesine izin veremezdim. Bedenimi kaplayan soğukluğu görmezden gelerek anahtarı çevirdim. Klik sesini duyduğumda bir saniyeliğine gözlerimi kapattım ama anıları geriye iterek kapıyı açtım.

Hafif, nereden geldiğini bilmediğim bir esinti tenime çarparken, dışarıya göz attım. Bordo ve altın renklerin süslediği uzunca bir koridordu. Etrafta kimse gözükmüyordu. Dışarıya bir adım attığımda, bir el kolumu kavradı ve beni tekrar içeriye çekti, kapıyı ise çarparak kapatırken yeniden kilitledi ve bu kez anahtarı cebine attı. Hangi arada kalkıp buraya ulaştığını asla anlayamasam da, her şey gerçek anlamda bir saniye içerisinde olmuştu ve kendimi geri çekmek için bile vakit bulamamıştım. Ayrıca, doğruyu söylemek gerekirse, kadın beklediğimden güçlüydü. Sol kolum onun dokunuşuyla tekrar sızlamaya başladığında, dişlerimi sıktım.

"Ne-"

"Çocukça hareketlerine vaktimiz yok, tamam mı?" Elena, bu kez gözlerinde bariz bir öfkeyle bakıyordu. Az önceki kadının yerinde bambaşka birisi vardı. "İstesen de, istemesen de; inansan da, inanmasan da dönüş yok. Duyuyor musun? O ev sandığın yer seni istemiyor. Yüzüne baktığın insanlar bile arkandan kuyunu kazıyor ama sen o iki dümbeleğe o kadar takılmışsın ki etrafında olan biten hiçbir şeyi göremeyecek kadar körsün." Sözlerini hızla ardı ardına sıralarken nefes bile almamıştı. Bir an derin bir nefes aldı. "Belki de haklılardı," dedi. "Belki de sandığın kadar güçlü değilsin. Belki de hazır bile değilsin ama Gölge-"

Kulak tırmalayan türden bir gürültü duyduğumuzda ikimiz de başımızı aynı anda sesin kaynağına çevirdik. Şiddetli bir gök gürültüsüne benzeyen yüksek ses ve beraberindeki ışık huzmesi odanın tam ortasındaydı. Gözlerim öyle yandı ki, kanadıklarını sandım. Başımı başka bir yöne çevirip gözlerimi elimle kapatarak ışığı engellemeye çalışıyordum fakat ışık öyle güçlüydü ki, odanın her köşesinde şiddeti aynıydı. Elena'nın birkaç küfür savurduğunu duydum ama dönüp bakamadım. O, benim aksime çok da acı çekiyormuş gibi durmuyordu.

Odanın içinde bir gülme sesi yankılandığında neler olduğuna anlam veremiyordum. Işık yavaş yavaş azalıyordu, bakmaya cesaret edemiyordum ama bunu hisedebiliyordum.

"Bak sen," dedi kalın sesli bir adam. Veya ben öyle sanıyor da olabilirdim çünkü adamın buraya öylece girmesi için bir yol yoktu. "Elena," dedi bu kez. Bu sesin başkasına ait olduğuna artık emindim ama aklım almıyordu. Daha Elena'nın sözlerine anlam verememişken bir anda karşıma çıkan şeyi anlamlandıramıyordum.

Neler olduğunu görmek için başımı sesin kaynağına çevirdim. Odanın ortasında duran sarı saçlı bir adam vardı. Kollarını selamlar gibi iki yana açmıştı. Yüz hatları ve beden dili az çok yaşını belli ediyordu. Yüzünde anlamsız ama büyükçe bir gülümseme vardı. Sarı saçlarının arasında bile belli olan beyaz tutamlar on metre öteden bile dikkat çekebilirdi. Daha önce gördüğüm beyazlara benzemiyordu, garip bir yönü vardı. Kıyafetleri, orta çağdan kalmış gibi diyebilirdim. Siyah, deri bir pantolonun altına deri çizmeler giymişti. Üzerinde ise yaşını belli eden tarzda beyaz bir gömlek, belinde altın bir kemer vardı.

"Şanslı gününde olmalısın," dedi kızıl saçlı kadına doğru. "Meşhur Liva'mızla ilk tanışan kişi olma şerefine eriştiğin için mutlu olmalısın."

Elena ise, adamın aksine asla gülmüyordu. Yüzünde temkinli bir ifade vardı. İkili arasında bir gerginlik olduğu kesindi. Ben adamın nereden çıktığını anlamaya çalışırken delirmemeye çalışıyordum çünkü bildiğim kadarıyla ışınlanma icat edilmemişti. Gözlerim fal taşı gibi açıktı, ikili arasında bakışlarımı gezdirirken gerçekten delirmiş olduğuma inanmaya başlıyordum.

"Burada olmamalısınız."

Adamın yüzündeki gülümseme anında yerini ciddi bir ifadeye bırakırken irkildiğimi hissettim. Adam bize doğru bir adım attığında, Elena kolunu benim önümde tutarak beni geriye itti. Bakışlarıyla bir şeyler anlatmaya çalışıyordu ve nasıl anlaştıklarından emin değildim ama başarmışlardı. Adam tekrar bana döndü, gülümsedi.

"Gölgenle konuşmayı istememiş mi-"

"Ne gölgesinden bahsediyorsun sen!?" Geriye çekildim, bakışlarım ikisinin arasında gidip geliyordu. "Dalga mı geçiyorsunuz siz benimle!?"

"Hey, hey, hey..." diyerek ellerini boşlukta sallayan adam birkaç adım öne çıktı. "Sakin olman gerek, küçük hanım. Yerinde olsam böyle konuşmazdım."

"Ne yapmaya çalışıyorsunuz?!" dedim delirmemeye çalışırken. "Sen, bu bir masalmış gibi odanın ortasında beliriveriyorsun, salak salak konuşuyorsun ve ben sakin mi olayım!? Si-" Elena, eliylev ağzımı kapattığında, bunu yapmaktan ne kadar nefret etsem de dirseğimle kadının göğsüne vurup kendimden uzaklaştırdım. Az önceki güçlü kadın nereye gitmişti bilmiyordum ama bu adam ortaya çıktığından beri bir şekilde daha sakin davranıyordu. Kadın inleyerek geriye sendelediğinde, bunu yapmamış olmayı diledim, her şeyden önce bir kadın olduğu için iç sesimle özür diledim ama bunu yansıtmadım.

Bir şeyler söylemek için ağzımı açtım ama adamın sesi benimkini böldü. "Yeter!" diye bağırdı olağan gücüyle. Sesinin duvarlara çarpıp geri döndüğünü duymaktan ziyade hissettim. İki koca adımda yanıma ulaşıp sağlam olan kolumu sıkarak beni yerimde tuttu. "Sabırlı davranmaya çalışıyorum ama sınırları zorlarsan ne kadar çirkinleşeceğimi tahmin bile edemezsin."

İtiraf etmek zordu fakat sesi, omurgamdan aşağıya bir ürperti inmesine sebep oldu. Geri adım atmayı gururuma yediremezdim, üstelik böyle saçma insanlar tarafından bu muameleyi görmek kabul edilemezdi.

"Sen-"

Eliyle ağzımı sıkıca kapattı. Başını eğdiğinde, nefesini kulağımda hissettim. "Nerede duracağını bilmen gerek." dedi. "Kural basit: sözlerime uy, rahat yaşa." Ardından geri çekilip gözlerime baktı. Bariz bir öfke ve anlayamadığım bir şeyin karışımıyla titreyen gözbebeklerine bakmaktan kendimi alıkoydum.

"Ve son bir şey," dedi. Elini yavaşça ağzımdan çekerken, çenemi tutmadan önce parmakları yanağımda dolaştı. "Gölgen tamamen gerçekti." Boştaki eliyle parmağını şıklattı ve gördüğüm son şey bu oldu.

Etraf aniden karardı, göremediğim ama hissettiğim onlarca şey doluydu karanlığın içinde. Her şey birdenbire yok olmuştu; ağzımı açtım, ciğerlerime giden hava akışını hissedemedim önce. Sesimi kaybettim, bağırmaya çalıştım ama başaramıyordum. Ve öyle bir çaresizlikti ki bu, kâbusunuzdan uyanmak isteyip de başaramamanız gibiydi. Berbat bir rüyanın içinde attığınız çığlıkların hiç kimseye ulaşmaması gibiydi. Ölümünü isteyen çaresiz bir mahkûm gibi hissediyordum. Ve daha önemlisi, gerçek bir mahkûm gibi hissediyor oluşumdu. Özgürlüğünü kaybeden, nefesi bile acı verecekmiş gibi hisseden, güneşi görmeyen, karanlığa hapsedilen, ölümünü bekleyen bir mahkûm gibi hissediyordum.

O karanlığın arasında ne kadar kaldığımı bilmiyordum ama korkuyu her zerremle hissetmiştim. Sonsuzluk gibi bir süreydi. Düşmüştüm ama kalkabildiğimden emin değildim. Bacaklarımın uyuşması, tahminimce bir dakika bile sürmemişti. Mahkûmiyetin bu kadar acı hissettirebileceğini tahmin bile edemezdim ama şimdi onun tam içerisinde olduğumu hissediyordum.

Hava yoktu, ışık yoktu, insanlar yoktu, bir oda yoktu. Her şey kaybolmuştu. Hissettiğim tek şey, boğucu ve acı verici bir sıcaklıktı.

Ama o an bir şey oldu. Bir şey oldu ve metale çarpan bir şeylerin sesini duydum. Zincirlerin çarpışması gibiydi. Ayağa kalkamıyordum, başımı sesin kaynağına çevirmeye çalıştım ama bulamadım. Sağ elimi saçlarımın arasından geçirdim, bunun ne işe yarayacağını bilmiyordum, belki de umutsuz bir direnişti ama saçlarımı çekiştirirken bir şeyler düşünmeye çalıştım. Öte yandan, nefessizlikten başım dönüyordu ve daha ne kadar dayanabileceğimi bilmiyordum.

Gölge olsaydı, diye düşündüm istemsizce. Aklıma nereden geldiğini bile bilmiyordum. Gölge olsaydı, yol gösterirdi. Hep yapardı.

Onun gerçek olmadığını biliyordum. O adamın son sözleri kafamın içinde tekrar edip duruyordu, Gölge gerçekti, deyip duruyor ve asla susmuyordu. Ama biliyordum, gerçek olamazdı. Çünkü gerçek olsaydı, her zaman yanımda olmazdı. Bir gün, elbet bir gün bırakıp giderdi. Yalnız kalmaktan korkan zihnimin oyununu kabullenmemin sebebi buydu. Gölge, benimdi. Benim gerçekliğimdi ve kimse yerine geçemeyecekti.

Havanın yokluğunu kabullenmeye başlayan ciğerlerim ise direnişin sonuna gelmişti. Yutkunmaya çalıştım lakin elbette başaramadım. Başımın, var olduğundan bile yeni haberdar olduğum zemine çarpmasıyla düşüncelerim sona erdi. Bundan sonrası var mıydı, bilmiyordum. Ama uğursuz bir ses, her şeyin sadece başlangıç olduğunu söylüyordu.

 

 

Hoşgeldiniz efeniimm

Şöyle diyeyim, olaylara tam olarak girmeden önceki sahnelerden pek haz ettiğimi söyleyemem, gerçekten bazen çok sıkılıyorum direkt olaylara girmek istiyorum. Burayı elimden geldiğince uzattım, diğer bölümde daha da ilerlemeyi planlıyorum. Gölge'yi hemen dahil etmek istiyorum çünkü ben aşırı seviyorum, sizin de tanışmanız gerek. Şimdilik görüşmek üzeree hepinizi cooook öpüyoruumm★

 

Bölüm : 20.06.2025 23:22 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Eslem Şahin / Sönük Alevin Laneti / Bölüm 2:Gölge
Eslem Şahin
Sönük Alevin Laneti

19 Okunma

14 Oy

0 Takip
3
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...