

1. BÖLÜM
Kalp eğer doğru olduğunu düşündüğü kişiyi bulduysa söz geçiremezsin derdi babaannem Şaziye Sultan. Bunu en ön sıradan tecrübe edince ona hak vermek zorunda kalmıştım. Vermiştik bu kalbi birine sonra veryansın uğraşıp durmuştuk. Şimdiki aklım olsa verir miydim bu kalbi ona diye çok düşünmüştüm ama işte aşk akıl işi değildi.
Onu sevmeye başladığımda kaç yaşındaydım bilmiyordum ama onu sevdiğimi anladığımda on sekiz yaşındaydım. O ise beni hiç sevmemişti. Sonra da gitmişti buralardan. Oysa kolay kolay temelli çıkan olmazdı bu sokaktan. Aradan yıllar geçmişti, onu sevmeyi bırakmıştım artık. Ya da öyle olduğunu sanmıştım ama sevmiyorum diyordum kendi kendime. Unuttum artık onu diyerek yok sayıyordum.
Nazlı’ydım ben. Unuttum dediysem kendimi buna inandırırdım. Dediğim dedik, bir o kadar da inatçıydım. Ama kırık kalp nasıl tamir edilir, pek anlamazdım.
Nazlı’ydım ben. Nazlı Aladağ. Babasının Nazlı kızı. Annesinin tatlı belası, abilerinin kıymetlisi. Onunsa hiçbir şeyi.
Babam koymuştu adımı. Hep bir kızı olsun istiyormuş. İki abimden sonra ben doğduğumda çok sevindiğini söylemişti annem. Beni el üstünde tutuyordu. Abimler beni çok şımarttığından yakınsalar da babam her seferinde onlara ağızlarının payını veriyordu. “Tek kızım var benim,” diyordu. “Tabii şımartacağım.”
Bir aile apartmanında kalıyorduk. Hâl böyle olunca kavga, gürültü, eğlence, gırgır, şamata hiç eksik olmuyordu. İlk katta babaannem, dedem ve halam Yasemin, üçüncü katta biz, ikinci ve son katta da amcalarım kendi aileleriyle kalıyordu. Bizim evin en küçüğü bendim. Yirmi üç yaşına gelsem de hepsinin gözünde hâlâ üç yaşındaydım. Bir zamanlar bu apartmanın en haylazlarından biri olunca da hiç büyümüyordum gözlerinde. Kuzenim Derin’le ortalığı ayağa kaldırırdık çoğu zaman. Şimdi sıramızı bizden küçüklere savmıştık.
O gidince durgunlaşmıştım. Daha sakin biri olmuştum. Kırılmıştı çünkü küçük kalbim. O kırmıştı. Herkes bendeki değişimin farkındaydı ama nedenini bir türlü anlayamamışlardı.
Aradan neredeyse dört yıl geçmişti. Dört yıl olmuştu onu görmeyeli. Eskiden okulu olduğu için ara tatilde veya yazları görürdüm. Sonra gitmiş, geleceğini ümit ederek uyandığım bir kış sabahında bir daha da geri dönmeyeceğini öğrenmiştim. Gözlerim çok aramıştı onu. Yaz olacak ve üniversiteden geri gelecek diye çok beklemiştim. Çok beklemiştim cama çıkınca odasının ışığının yanmasını, sokakta herkese selam vererek geçmesini. Ama ne o lamba yanmıştı ne de o bir sonraki yaz buraya geri dönmüştü. Tamamen gitmişti. Bir süre sonra alışmıştım yokluğuna. Gözden ırak olan gönülden de ırak olur diyerek unuttuğumu sanmıştım artık onu. Büyümüştüm de zaten. O zaman çocuktum diyip geçiştirmiştim onu sevmelerimi.
Uzun zamandır aklımın ucundan bile geçmiyordu varlığı. Gönlümden harbi ırak olmuştu. Unutmuştum onu. Hayatıma birileri bile girip çıkmıştı. Bugün yine zihnime düşmesinin tek sebebi onun geri döndüğümü öğrenmiş olmamdandı.
Evet, geri dönmüştü. Onu eskiden sevdiğimi bilen tek kişi kuzenim Derin'di. Beni aramış ve “Emre geri döndü,” demişti. Telefon elimde öylece kalakalmıştım. Bunca yıl sonra niye geldi diye düşünmekten içim içimi yese de girdiğim şoktan çıkıp, “Napalım kızım, geldiyse geldi,” demiştim. Onu artık sevmediğime zar zor ikna etmiştim Derin’i. Ağladığım her saniyeme şahit olan da, onu unutmama yardımcı olan da oydu.
“Burada kalacakmış artık. Gördüğüm ilk yerde saçlarına girişsem mi?”
“Ne yapıyorsa yapsın bize ne kızım, sakın öyle bir şey yapayım deme,” dedim onu uyararak. “İşim var benim. Kapatmam lazım. Akşam bizim parkta buluşalım.”
“Öf, tamam tamam. Yapmayız korkma," diye söylendiğinde gözünü devirdiğini telefondaki sesinden bile anlayabiliyordum. "Akşama çekirdek kola?”
“E zaten.”
“Tamam gelirken alırım. Akşam tüm dedikoduları da geçerim ben sana.”
“Birtanesin.”
“Biliyorum.”
“Tamam kes şımarma.” dediğimde kahkaha attı. "Kapatıyorum.” Telefonu kapattıktan sonra yatağımın bir tarafına gelişine fırlattım. Bok yemiş de geri gelmiş diye iç geçirdim. Umarım karşıma çıkmazdı hiç.
Evi tam karşı apartmanda olduğundan o dediğin biraz zordu, Nazlıcım.
Sinirle ayağa kalktığımda aynadaki yüzümü görünce uzun uzun kendime baktım. “Gelsin Nazlı,” dedi aynadaki halim. “Gelsin bize ne? Unuttuk biz onu. Dört yıl oldu.”
Derin bir nefes alarak kendimi silkeledim ve bakışlarımı aynadan çekerek kendime gelmemi sağladım. Sonra odamdan çıkarak soluğu mutfakta aldım. Mis gibi kokular burnuma ulaşınca her şeyi unutmuştum bile. Sadece midemin çalan sesine kulak verdim.
“Annelerin bir tanesi. Yine döktürmüş ya,” diye konuştum midemin bayram eden sesindeki neşeyi yansıtarak, annemin yanına gelince yanağına kocaman bir öpücük bıraktım. “Günaydınlar Zeliş Sultan.”
Annem gülümseyerek yanağımı öptü. Klasik bir pazar sabahıydı bizim için. “Sana da günaydın başımın belası,” dedikten sonra elindeki kahvaltılıkları masaya bıraktı, ardından şaşkınca havalanan kaşlarıyla tekrar bana döndü. “Nasıl oldu da erken uyandın bugün?”
Başımı omzuma yaslayarak gülümsedim. “Arkadaşlarla buluşmak için sözleştim.”
“Zaten gel kahvaltı hazırla desek uyanmazsın.” Ümitsizce kafasını sallarken gülmeden edemedi.
“Anne ya…” dedim yalandan bir sitemle. “İşe gitmediğim diğer izin günlerimde söz verdiğimde hep hazırlıyordum. Hakkımı yeme.”
Çayları doldurduğunda kahkaha sesi mutfağı kaplamıştı. “Tamam tamam kızma. Şaka yapıyorum.”
Haftanın çoğu günü işe giderdim. Mimarlık okumuştum ve iç mimarlık yapıyordum. Amcamın bir tanıdığının ofisinde işe başlamış, yaklaşık bir sene kadardır da orada çalışıyordum. Bazen uzaktan çalıştığım günler oluyordu ama şu ara sıkı bir çalışma sürecinden geçtiğimiz için her gün işe gidiyor, sadece pazar günleri dinlenebiliyordum. Keyifli ve yorucu arasında gidip gelen bir iş hayatım vardı ama işimi seviyordum. Bugün de izin günüm olan pazar günlerinden biriydi. Normalde izin günlerimde camış gibi öğlene kadar uyumayı tercih ederdim. Arkadaşlarımla buluşmasam veya o gün sofra hazırlayacağıma dair evdekilere söz vermemiş olsam kesin uyuyor olurdum.
Masadaki sigara böreklerinden birine uzandığımda annem hızlıca elime vurdu. “Nazlı kaç kez ayakta yeme diyorum sana," diye söylenirken kaşlarıyla mutfak kapısını işaret etti. "Git elini yüzünü yıka. Abini de uyandır. Hep beraber oturun sofraya.”
“Of anne ya!” yüzümü buruşturmuştum.
“Anneye of denmez.”
“Abimi sen uyandırsan?” dedim tatlı tatlı. “Kavga ederiz biz yine.”
Annem suratımdaki sevecen hallerimi umursamadı. “Hadi Nazlım, hadi güzel kızım, işim var daha benim,” derken omuzlarımdan tutarak beni postaladı.
Oflaya oflaya mutfaktan çıktım. Abimi uyandırmadan önce banyoya girmeye karar verdim. Ellerimi ve yüzümü yıkadım, ardından şarkı mırıldanarak dişlerimi fırçaladım. Abime biraz daha uyuma fırsatı vermek adına oyalanıyordum. Bu kadar muhteşem kardeşi olduğu için çok şanslıydı. Zira odasına girdiğim an uykusunu yerle bir edecektim. Ne kadar fazla uyursa o kadar yararınaydı.
Banyoda işim bittikten sonra soluğu abimin odasının önünde aldım, kapıyı çalmadan çat diye açtım. Öküz gibi boylu boyunca uzandığını görünce hiç şaşırmamıştım. Ne zaman erken kalkardı ki zaten…
“Abii!” diye seslendim ama bana mısın demiyordu. Yanına gidip sarstım ama asla kalkmıyordu. “Abiii… Kalksana aloo! sabah oldu.”
“Beş dakika daha,” diye mırıldandığında sonunda tepem atmıştı, daha ne kadar oyalanalım be adam, işimiz gücümüz var bizim de. Birkaç kez daha sarsmıştım ama yorganı kafasına çekip beni sallamamıştı. Bu ainirlerimi daha fazla bozmuştu.
Asla kalkmayacağını anladığımda kapıya doğru uzandım ve “Aaa… Elif abla, sen mi geldin? Hoş geldin, nasılsın?” diye bağırdım. Bu taktik her zaman işe yarardı. Yine yaramıştı. Abim Elif ablanın adını duyar duymaz üzerindeki yorganı çekip gözlerini tabiri caizse faltaşı gibi açmıştı, hızlıca yatağından fırladı bile diyebilirdim.
“Elif mi geldi, hani?” dedi sersem sersem. Gözleri tamamen açıldığında ve Elif ablanın bu saatte burada olmayacağını anladığında ve de yine onu kandırdığımı fark ettiğinde “Bittin sen, Nazlı!” diyerek ağzında bir şeyler geveledi, ben de el mecbur hızlıca topuklamak adına koşar adım yanından hareketlenmek zorunda kaldım.
Kapıdan çıkarken ona döndüm. Yüzümde zafer dolu bir gülümseme vardı. Keyif aldığımı belli edeni bir bakışla “Öyle uyanmazsan, böyle uyandırırlar,” dedim alaycı bir tonla. Bunu söylememle öfkeyle böğürmesi bir oldu. Ayaklandığı sırada hızlıca kapının pervazının üzerindeki ellerimi çekip odasının yanındaki odama girdim ve kapıyı arkamdan kilitledim. Bunların hepsi saniyeler içinde olmuştu. Peşimden koşsa da kapıyı kilitlediğimden içeri girememişti. Mutfaktan annemin “Nazlı, Giray! Sabah sabah başlamayın yine,” sesi geliyordu ama ikimizin de umurunda olduğu söylenemezdi.
“Aç şu kapıyı Nazlı!” Kapıya vurmaya başlamıştı. Kır bir de, mal.
“Aynen açarım, bekle sen!”
“Senin benimle derdin ne sabah sabah?”
“Uyansaydın sen de, bana ne,” diye bağırırken gardırobumun yanına gidip bugün giyeceğim kıyafetleri çıkardım. Kısa siyah deri etekle birlikte siyah polar çoraplarımı giydikten sonra krem salaş bir kazak giyindim. Kazağın önlerinin bir kısmını eteğime sıkıştırdım. Yatağımın yanındaki makyaj masamın önüne oturduktan sonra üzerinde olan aydınlatmalı aynasına bakarak, koyu kahve tonlarında uzun ve kendiliğinden dalgalı olan saçlarımı at kuyruğu şeklinde topladım ve makyajıma başladım. Rujumu sürmeyi kahvaltıdan sonraya bıraktım. Son kez kehribar rengi gözlerime rimeli geçtikten sonra dolaptan siyah deri kürklü kabanımı da elime aldım ve odamdan çıktım.
Onun mızmızlanmalarına daha fazla cevap vermeyince abimin sesi kesilmişti. Odadan çıktığımda da kapının önünde değildi zaten. Kesinlikle annemin yanıma gidip bıktım senin şu kızından naraları atıyordu. Yirmi altı yaşına gelmiş ama hâlâ velet gibi davranıyordu. Kime çektiğim belli oluyordu.
Mutfağa girdiğimde annem, babam ve abim masanın etrafında oturmuş kahvaltılarını yapıyor olduklarını gördüm. Neşeyle yanlarına yaklaştım. Abim mutfağa girdiğimi görür görmez bana pis pis bakmaya başladı. Elindeki lokmayı ağzına götürüp “Sen görürsün sonra,” diye bir şeyler gevelediğini fark ettiğimde kabanımı sandalyenin üzerine astım ve “Babacımmm… şu oğluna bir şey söyle, beni tehdit ediyor,” diyerek babamın çaprazındaki sandalyeye oturup ona sırnaştım.
Babam hemen abime döndü. “Giray, uğraşma kızımla,” diyerek onu uyarınca keyifle yerimden kalktım ve ona sarılıp yanağına kocaman bir öpücük bıraktım. “Canım babam ya, bitanesin.”
“Sen de öylesin prensesim.”
Abim bezmiş bakışları bize çevirince başını hafifçe öne eğdi ve kafasını iki yana sallamaya başladı. “Çok şımarttınız bu kızı çok.”
Yerime geçip oturunca omuz silktim. “Bir kere çağırınca kalksaydın sende.”
“Nazlı, Giray tamam susun," diye söylendi annem. "Sofrada yapmayın bari.” Demiştim, klasik bir pazar sabahıydı. Abim ve ben kavga eder, annem söylenir, babamsa keyif çayıyla hatta bazen, ki genelde en sevdiği bu oluyordu, çekirdeğiyle bizi izlerdi.
Annemin siteminden sonra ikimiz de susup kahvaltımıza döndük. Ama birbirimize ters ters bakmaya devam ediyorduk. Abim sabır çekerken ona dilimi çıkardığımda babam bu hareketime bıyık altında gülmeye devam ediyor, aynı zamanda annemle sohbet ediyordu. Bugün beraber dışarı çıkıp gezeceklerdi.
Biz bundan dört sene kadar önce bu evde yaşayan beş kişilik bir aileydik. Son beşik bendim. İki abimden en küçüğü Giray abimdi. Yirmi altı yaşında bir türlü evlendiremediğimiz canım abim, evde kalınca başımızı yiyordu. Mahalleden neredeyse üç yıldır komşumuz olan Elif abladan hoşlanıyordu. Elif abla iyi kızdı, severdim onu. Abimle aynı yaştaydı. İkisi de mahalleye yakın bir lisede öğretmenlik yapıyordu. Elif abla atanınca taşınmıştı buraya. Abim de görür görmez tutulmuştu ona, tutulmayacak kız da değildi şimdi. Görüntü olarak abimin zıttıydı. Abim kara gözlü, kara saçlıyken Elif ablanın sarı saçları, masmavi gözleri vardı. İnanılmaz güzel birisiydi. Kalbi de kendi kadar güzeldi. Abimin onu sevdiğini bilen bir bendim, bir de benim bildiğim her şeyden haberdar olan kuzenim Derin'di.
Abim matematik öğretmenliği yapıyordu, evdeki şu tüm ciddiyetsiz hallerine rağmen. Elif abla da ingilizce öğretmeniydi. Abim ne kadar ona aşıksa Elif abla da bir o kadar boş değildi ona karşı. Onu görünce arada heyecandan eli ayağı birbirine giriyordu. Bir de beraber aynı evde kaldığı kardeşi Sedef de iyi anlaştığım arkadaşlarımdan biri olunca da bazen onun evine gidiyordum. Çaktırmadan abimi sorduğu oluyordu bana. Arada e artık sevgili olup evlenin de iki düğün yapıp göbek atalım, çürüdü bu mahalle düğünsüzlükten dememek için kendimi zor tutsam da günün sonunda abimin ağzıma sıçacağını bildiğimden köşeme çekilip Derin'le çekirdek kola eşliğinde ikisinin dedikodusunu yapıyorduk.
Herkesin dedikodusunu yapıyorduk.
Bir de büyük abim vardı. Serdar. Kendisi yirmi dokuz yaşında ve evliydi. Sibel ablayla çocukluklarından beri birbirlerini seviyorlardı. Her anlarına şahit oldum bile diyebilirdim. Dört yıldır da evliydiler. O gidince evde dört kişi kalmıştık. O ise benden kurtulduğuna seviniyordu ama şimdi bana benzeyen küçük bir kızı vardı. Canım Açelya. Şimdi birdiniz iki oldunuz diye yakınıp duruyordu. Biricik yeğenim iyi ki bana çekmişti. Bezdir onu aşk bahçem, daha da bezdir!
Açelya'nın bana bu kadar benzeme sebebi sürekli iç içe olmamızdandı. Çünkü Serdar Abim ve Sibel abla da bu sokakta kalıyorlardı. Sibel ablamın ailesi ise buradan taşınalı birkaç sene olmuştu. Abisi iş için başka şehre taşınınca anne ve babası da onlarla gitmişti. Onlar gidince abim de Sibel ablanın eski evini kiralamıştı. Bu sayede sürekli görüşebiliyorduk. Annem mükemmel ötesi bir kaynana, ben de mükemmel ötesi bir görümce olduğumdan Sibel abla da abimle aynı fikirde olup burada kalmaya karar vermişti. Evlerimiz arasında sadece birkaç ev vardı. Sürekli birbirimize gidip geliyorduk. Ki zaten annemle ikisi gelin kaynanadan çok anne kız gibilerdi.
Yeteri kadar yediğimi düşündükten sonra "Ben doydum canım ailem ve diğerleri," diyerek ayaklandım. "Arkadaşlarım bekler beni,” Ona diğerleri demem hoşuna gitmediğinden abimin delici bakışları beni bulmuştu ama elbette ki sallamadım.
Babam çay bardağını masaya koyup “Paran var mı Nazlım?” diye sordu. Yüzüme tebessüm yerleşirken başımı omzuma yasladım. Canım babam ya. Çalışsam bile hâlâ param var mı yok mu sorardı.
Yanına gidip “Var babacım,” dedim yanağına kocaman öpücük bırakırken. “Daha yeni maaş aldım.”
“Olsun sen yine biterse söyle.”
“Emredersiniz Gökhan bey,” dedim neşeyle. Sonra annemin yanına geçip onu da öptüm. “Ellerine sağlık Valide Sultanım. Söz bir dahaki kahvaltı ve bulaşıklar benden.”
“Ben bunu unutmam diyeyim.”
“Ne zaman unuttun ki?”
Düşünür gibi kafasını hafifçe kaldırdı. Bir süre sonra gülerek başını iki yana salladığında “Hiçbir zaman,” dedi neşeyle. O bunu söylediğinde sofradaki herkes gülmüştü. Seviyordum hepsini ya. Çok seviyordum. Şu an bana e hani benim öpücüğüm diyerek bakan canım abimi bile. Kavga etsek de çok severdik birbirimizi. Bana aşırı düşkündü.
Omzumu dikleştirirken “Ay tamam ağlama, seni de öperiz,” dedim keyifle. Yanına gidip arkasından sarıldım ve kirli sakallarını kaplamış yanağına öpücük bıraktım. Yarım ağız gülümsediğini görsem de uzaklaştığım sırada “öf kızım ya, yalama yaptın suratımı,” diye söylendi.
Kaşlarımı çatıldı. “Isırmadığıma dua et sen.”
“Sıkıyorsa yapsana.”
“Gör bakalım nasıl yapıyorum,” diyerek tekrar kollarımı boynuna doladım.
Elindeki çay bardağını bırakıp boynuna doladığım kollarımı açmaya çalıştı. “Kızım bir yerinde dursana,” diye söylenip durdu ama onu dinlemedim. Yanağına uzanıp ısırmaya çalışıyordum, o da kendini geri çekiyordu.
“Bu çocuklar beni kalpten götürecek Gökhan,” diyordu yan tarafımda oturan annem sitemle. Babam ise onun bıkkınlığının tam tersine keyifle elindeki çayı yudumlayıp “Boş ver Zelişim, eğleniyor çocuklar," diyordu.
“Bıraksana kızım, hayvan mısın?”
“Bırakmıyorum, kaşınmasaydın sen de.”
Bir süre daha abimi sarıp sarmalayarak bunaltmaya devam ettim ama babamın “Nazlım,” demesiyle bakışlarım ona döndü. “Geç kalmıyor muydun sen?”
Gözlerim farkındalıkla kocaman açıldı. “Oha…" diye haykırdım kollarımı abimden ayırarak. "Valla geç kalıyorum.” Abim onu rahat bıraktığım için rahatça nefesini bırakırken, koşarak oturduğum sandalyenin üzerinden kabanımı aldım ve "Ben çıktım," diyerek odama doğru koştum.
Telefonumu, çantamı ve kulaklığımı odamdan aldıktan sonra hızlıca bordo rujumu sürüp hole koşturdum. Panduflarımdan kurtulup ayakkabılıktan çıkardığım dizlerimde biten siyah botlarımı giyindim ve dakikalar içinde kendimi binadan dışarı attım.
Caddede yürürken kulaklığımı kulağıma geçiriyordum ki annemin bana seslendiğini işittim. “Nazlı… Nazlı…” diye seslenmeye devam ettiğimde kafamı kaldırıp bizim eve doğru baktım. Odamın camındaydı. Ona doğru "Efendim!" diye seslenirken elindeki ipe bağladığı poşetle bana bir şey gönderdiğini gördüm. “Atkını de tak, suratın üşümesin.”
Elimle alnıma vururken "Ay unuttum ben onu," diye mırıldandım. "canım annem ya." Annemin uzattığı poşete yaklaştım ve içindeki krem atkımı çıkardım. Ben atkımı boynuma doklarken annem poşeti kendine doğru çekiyordu.
Ona öpücük attığım sırada "Gecikirsen haber ver," dedi.
"Ararım, merak etme," diyerek ona el salladım. "Hadi görüşürüz." Ona veda ettikten sonra durağa doğru yürümeye başladım.
“Kız Nazlı, nereye böyle?” Bunu soran Ayşe Teyze ve dedikoducu tayfasıydı elbette ki. Mahallede ne var ne yok, kim kiminle evlenmiş, kim kime kaçmış, kim kimi boşuyor her şeyi bilirlerdi. Benim de dedikodu merkezimdiler. Çoğu şeyi onlardan öğrenirdim.
Adımları durdurup onlara döndüm. “Arkadaşlarla buluşacağım Ayşe Teyze," dedim ellerim ceplerime koyarken. Hava çok soğuktu ve eldiven almayı yine unutmuştum. "Sizden ne haber, var mı dedikodu?”
“Olmaz mı…” diyerek ellerini salladı Ayşe Teyzenin ekürisi Zekiye Teyze. Etrafı inceledikten sonra gözlerini açarak bana baktı. “Geçen Fatma'nın kızı istemeye gelmiş diyorlar."
“Hadi canım," derken dudaklarımı büzüp kafamı boynuma yasladım. "Kim? Cevat abi mi?”
Ayşe Teyze'nin gözleri büyüdü. Çekirdeğini çitlerken “Kız sen nerden biliyorsun onları?” diye sordu merakla.
Dudağımın bir kenarını kıvırırken çokbilmişçe baktım onlara. “Ayıp ettiniz, benden kaçar mı?”
“Bize niye söylemiyorsun kız Nazlı, biz sana her şeyi söylüyoruz olmaz böyle.”
“Söz,” dedim cebimdeki elimi çıkarıp kalbime götürerek. “Bir dahaki dedikoduyu Derin'den sonra direkt size söyleyeceğim.”
“Ha unutmam buni,” diyen Rize’li çiçeğimiz Gülnihal Teyzemdi. Parmağını kaldırmış sallıyordu.
Sırıtırken kafamla onayladım onu. “Bileyrum Teyzem, unutmazsun.” Sonra kolumdaki akıllı saate baktım. Otobüsün gelmesine az kaldığını görünce “Bu kız kaçar,” diyerek elimi sallayıp onlarla vedalaştım.
“İyi eğlenceler Nazlı kızım.” Onlara son bir kafa selamı verip hızlıca yürümeye başladığımda kendi arlarında devam ettirdikleri dedikoduya geri döndüler. Normalde umurumda olmaz, yoluma devam ederdim ama Gülnihal Teyze’nin “Kız, Hasan’ın uşak gelmiş ta Ankara’dan," dediğini duyunca adımlarım istemeden de olsa yavaşlamıştı. "Koskoca doktor olmuş diyılar. E artık dizlerum içun ona ciderum da. İyi etmiş, aferin o uşağa." Yutkunur gibi oldum.
Gerçekten geri dönmüş.
Niye döndü ki?
Kafamı iki yana sallayıp ilerlemeye başladım. Dönerse dönsün, dedim kendi kendime. Artık sevmiyordum onu, unutmuştum çoktan. Şu an kalbimin sıkışması sadece onun geri gelmiş olmasına şaşırmamdan kaynaklanıyordu. Başka bir şeyden değil.
Durağa vardığımda otobüsüm daha gelmemişti. Birkaç dakikaya gelirdi. Biraz sosyal medyada zaman öldürüp arkadaşlarımın attığı reelslara tek tek baktım. Derin'e komik bir video atarken otobüsümün yaklaştığını görünce telefonu cebime koydum ve kartımı çıkararak önümde duran sarı otobüse bindim.
Yol boyunca müzik dinleyerek yolu izledim. Kafamı başka şeylerle meşgul etmeye çalıştım. Dönen kişinin varlığını eskisi gibi yok saymaya çalıştım. Zordu, çok zordu ama biraz da olsa başarmıştım. İş bana her şeyi unutturuyordu. Bu yüzden iş için gelen maillere baktım.
Setbaşı’na vardığımda otobüsten indim. Etrafı seyrederek her zaman buluştuğumuz kafeye doğru yürümeye başladım. Bursa’nın kışları yüzüme çarpan soğuğunu ve soğuk renklerle kaplı olan bu manzarasını seviyordum. Huzur veriyordu bana. Ama yine de kıştan çok haz etmezdim. Üşüdüğüm için ağladığım günleri bilirdim. Ben yazı severdim.
Liseden arkadaşlarımla buluşacaktım bugün. Her yıl mutlaka bir iki kez buluşurduk. Onca zaman görüşmesek bile sanki o buluşma anında hep yan yanaymışız, araya sanki hiç zaman girmemiş gibi aynı samimiyetle sohbet ederdik. Gülüp eğlenir, sonra yemek yer, dağılırdık. Burada kalanların bazılarıyla da ayrı ayrı görüşmeye devam ederdik hâlâ.
Kafenin önüne vardığımda bana doğru yürüyen Caner’i gördüm. Kumral saçlarının bir tutamı alnına düşmüştü. Yine sakalsızdı. Sakalı kendine hiç yakıştırmaz ve asla bırakmazdı. Beni görünce gülümsedi. “Oo… N'aber Nazlı Hanım,” diyerek kollarını açıp bana sarıldığında neşeyle ona karşılık verdim.
Caner sevdiğim bir arkadaşımdı. Benden bir yaş büyüktü ama o ilk senesinde okulu sallamadığı için kalmıştı, ben liseye başladığımda da aynı sınıfta okumuştuk. Lisede dört yıl boyunca arkamda oturmuştu. Zamanında az kopyalaşmamıştık. Beraber çok fazla vakit geçirirdik. Okul dışında sürekli bilgisayar oynamaya kaçtığımız günler en sevdiğim günlerdendi. En son bıraktığımda hâlâ üniversite okuyordu. Aptal biri değildi, oldukça zekiydi. Çalışınca çok iyi sonuçlar alıyordu ki Endüstri mühendisliğini kazanmıştı. Ama hem dersleri zordu hem de üniversiteyi asla sallamıyordu. Dünya yansa umurumda olmaz diyen arkadaşım, oradan da kalmış ve sürekli okulu uzatmıştı. Bursa'ya da en son yatay geçiş yapacağım diyordu ama durum ne alemde bilmiyordum, yoğunluğumdan hiç haberleşememiştik.
Kollarımı ondan ayırdıktan sonra "İyilik sizi sormalı Caner Bey," diye sordum merakla. "ne var ne yok?"
“Ne olsun be Nazlı, sürünüyoruz.”
“Bitmedi mi hâlâ şu okul?” diye sordum hayret edercesine. “Geçiş yaptın mı bari Uludağ'a? Hiç haberleşemedik.”
"Ne bitmesi, yine uzattık çok şükür." diyerek yine ne oldu dememe izin vermeden ellerini geçiştirir gibi salladı. "Uzun hikâye. Geçiş de yaptım Uludağ'a. Neyse, sen daha fazla üşümeden içeri girelim. Sonra detaylı konuşuruz."
Kafamı olumlu anlamda salladıktan sonra önde ben, arkamda o kafeden içeriye geçtik. Bizimkileri az ileride koyu bir sohbete dalmış bir halde görünce de adımlarımızı o yöne çevirdik.
"İşte ben de ne yapayım, mecbur otostop çektim," diye konuşan Merve'ye "hiç şaşırmadım, biliyor musun," diyerek yanıt verdiğimde hızlıca arkasını döndü, beni görünce gözleri kocaman açılmıştı. Neşeyle ayaklanıp kollarını açtı. "Ay Nazlı kuşum," dediğinde birbirimize sıkıca sarıldık.
“Çok özledim Mervoşum.”
“Ben de aşkım, ben de.”
"Ay saçlarını ne zaman boyadın? Aşık oldum." Kumral, omzuna dökülen saçlarıyla oynadım. Eskiden daha sarıydı. Öyle de yakışıyordu ama bu yeni haline bayılmıştım.
"Aşkım, iki gün oldu boyayalı. Beğendin mi?" Son harfi heyecanla uzatmıştı.
“Bayıldım," dedim neşesine ortak olarak. "Yıkılıyor.”
Daha sonra diğerleriyle sarılıp selamlaştık. Caner bana ve kendine bir sandalye çekince oturup sohbete dahil olduk. Totalde yedi kişilik bir arkadaş grubuyduk. Ben, Caner, Merve, Duru, Cihan ve Banu buradaydık ama yine bir kişimiz eksikti.
Merve Hemşirelik okumuş, ardından da Bursa’ya atanmıştı. Beş ay kadardır da çalışıyordu, çok çalışıyordu. Boş günlerimizi denk getirdiğimizde ayda bir görüşebiliyorduk onunla. Duru İzmir’de İktisat üzerine yüksek lisans yapıyordu. Tatil olduğu için buraya gelmişti, neyse ki buluşmayı denk getirebilmiştik. Banu, Antalya’da turizm okumuştu. Orada yaşıyordu artık. Birkaç günlüğüne gelmişti buraya. Cihan hukuk okumuştu. İstanbul’da okumuş, mesleğini de İstanbul’da devam ettirmek için orada yaşamaya karar vermişti. O da Banu gibi bizim için birkaç günlüğüne buraya gelmişti. Bir de Ali vardı, o da Caner gibi okulu uzatmış ve okumaya devam ediyordu. Erzurum’da Makine Mühendisliğini kazanmıştı, Bir gün bitirecek inşallah diye ümit ediyorduk. Üniversiteler ara dönem tatiline girdiği için Bursa’ya gelmişti.
“Ali nerede?” diye sordum cevabına emin olduğum halde. Tabii ki geç gelecekti.
“Sence?”
“Kaçta geliyor bu sefer, biz çıkınca mı?”
“Yok yok,” diye araya girdi Cihan. “Bu sefer geç kalmaz, akşam playstationa gideceğiz beraber.”
Caner kaşlarını çattı. “Benim niye haberim yok lan, piç miyim?”
“Artık var işte.” Omuz silkmişti. “Geliyorsun di’mi lan?”
“Herhalde.”
Onların oyun muhabbetine burun kıvırıp Merve’ye döndüm. “Eee…" dedim "Sen niye otostop çekiyordun?”
"Geçen sene oldu bu olay, üniversite son sınıftayken. Yurttaki kızlarla konsere gitmiştik. E biz dört mal, fotoğraf çekinmekten son otobüsü kaçırmışız. Sonra yolda kaldık. Taksiye binecek para da kalmamış cepte. Ay sonuna geldik, bizim para da hakkın rahmetine kavuştu. Yürü yürü gitsek olmayacak, ilerisi pek tekin durmuyordu. Biz de el mecbur otostop çektik."
“Ay valla sizinki de iyi cesaret,” dedim şaşkınlıkla. “Sonra ne oldu, durdu mu biri?”
“Durdu durdu,” dedi kahvesinden yudum alırken. O sırada Caner bana ve kendisine çay söylemişti. Garson onu önümüze koydu. Herkes çay sever biri olduğumu bilirdi.
“Genç bir kadındı,” diye devam etti Merve. “Bizi görünce direkt aldı arabasına. Minibüs durağına kadar götürse bile yeterdi. Onların seferleri daha fazlaydı ama kadın Allah razı olsun, yurdun önüne kadar bıraktı hepimizi. Gece gece bizi duraklarda bırakmak istemediğini söyledi.”
“Ne iyi yapmış ya,” dedi Duru. “Şerefsiz bol ortalıkta.”
“Çok haklısın,” diye destekledi onu Banu. “Virüs gibiler.”
“Araba aldığımda ben de canım hemcinslerimi yolda bırakmayacağım asla,” dediğimde hepsi bana gülmüştü.
“Sen önce ehliyet al,” diyen Caner’di. Ona dönüp kaşlarımı çattım. “Aldık onu canım,” dedim alayla.
"Hadi canım!" Şaşırmıştı Cihan. "İyi sürebiliyor musun bari?" Sesindeki dalgayı ciddiye almadım. Abim bana araba sürmeyi öğretmeye çalıştığında nasıl sinir krizi geçirdiğini bir mallık yapıp onlara anlatmıştım. Sürekli bunun dalgasını geçiyorlardı.
“Süremeseydim vermezlerdi o ehliyeti kardeşim.”
“Sen bunları sallama aşkım, hayırlı olsun.”
Merve’ye dönüp öpücük attım. “Teşekkürler Mervoşum.” Banu ve Duru da hayırlı olsun dileklerini iletmişti. Erkeklerin tebriklerineyse burun kıvırmıştım.
Bir süre daha sohbet ettik. Lise yıllarından, yaptığımız haylazlıklardan, dersi ekip kaynatmalarımızdan, mezuniyetimizden, aklımıza gelen her şeyden konuşmuştuk. Kahkahamız hiç eksik olmamıştı masadan. Bir süre sonra Ali de aramıza katıldığında sonunda tamamlanmıştık. Hep geç uyandığından buluşmalara geç gelirdi, yine bizi şaşırtmamıştı.
“Ee,” diye döndü Duru bana. “Senin Mert’le ilişki nasıl? Ayrıldın mı ondan da?”
“Malın teki çıktı,” dedim iğretiyle kafamı iki yana sallarken. “Hayır yani bir insan bu kadar aptal olamaz ya. Tipine kandım ama kafası bomboş. Beyninden almışlar, tipine vermişler diyebilirim. İki sohbet edelim diyoruz, bomboş bakıyor. Patladım en son. Ben ayrılmak istiyorum diyerek bitirdim.”
“Şu geçen yaz sonu tanıştırdığın elemandan mı bahsediyorsunuz?” diye sordu Caner merakla. Onu olumlu anlamda yanıtladığımda sandalyeye yayılarak pişkince sırıttı. “E ben sana onun görür görmez bu herif beyinsiz demiştim.”
“Öf sus,” dedim, onun daha fazla ben demiştim naralarını dinlemek istemiyordum. Her erkek arkadaşımla dalga geçiyordu ve ne dediyse çıkıyordu. Gün sonunda bir bakmışız, ayrılmış oluyordum.
Bir süre daha konuştuk. Herkes acıkınca yemek yemek için ayaklanıp farklı bir yere geçtik. Orada da bir süre daha oyalandıktan sonra günü tamamlamıştık. En yakın zamanda tekrar bir buluşma yapalım diye sözleştikten sonra vedalaşıp yanlarından ayrıldım. Erkekler oyun oynamak için bir yere geçecekti, kızların da kendi işleri vardı. Normalde olsa ben de oyun oynamaya giderdim ama yorgundum ve eve gitmek istiyorum. İstemesem bile aklım hâlâ olmaması gereken kişiye takılıp duruyordu.
Otobüs durağına geçerken bugün çektiğimiz fotoğraftan en beğendiğimi Instagram'da story olarak atıp hepsini etiketledim. Kalan fotoğrafları da ortak grubumuzdan onlara attım. Onları gerçekten özlemiştim. Güzel vakit geçirmiştik. Son fotoğrafı da gönderdiğim sırada beklediğim otobüsüm de gelince hızlıca kendimi içine attım. Bulduğum ilk boş yere otururken dilediğim tek şey yolun bir an önce bitmesi ve evime varmaktı.
Yarım saatten fazla süren otobüs yolculuğum sonunda sona erince evime doğru yürüdüm. O sırada kulağımda Dedüblüman’dan “Belki” çalıyordu. Hiç dramatik havamda değildim ama elimi cebimden çıkarmaya üşendiğim için şarkıyı değiştirmekten vazgeçtim. Zaten severdim bu şarkıyı.
Hızlı adımlarla eve doğru ilerlerken karşımdan benim olduğum yere doğru gelen birini gördüm. Adımlarım yavaşladı istemsizce. Kalp atışlarım hızlanır gibi oldu. Cebimden çıkarmaya üşendiğim ellerimi hiç fark etmeden çıkarırken onları tekrar nereye koyacağımı bilemedim. Şarkı devam ediyordu. Susturmak istedim, başaramadım.
Duyamadım, gidişin sessizdi.
Bilemem ki ben yarın
Sessizce döner misin?
Sanmam ki…
Adımlarım ona yaklaştıkça bakışlarımı ondan çekmek istedim, beceremedim. Değişmiş ve değişmemiş gibiydi.
Değişmişti; eskiden sakalları yoktu, şimdiyse kirli sakal bırakmıştı.
Değişmemişti; yürüyüşü, hareketleri hâlâ aynı gibiydi, ezberimdeki gibi, koyu kahve saçları hâlâ dağınık duruyordu. Hâlâ çok yakışıklıydı.
Sahi, eğer onun döndüğünü duymamış olsaydım nasıl tepki verirdim şimdi? İnanabilir miydim gerçekten döndüğüne? Yoksa hayal gördüğümü mü düşünürdüm? Şu an bile hâlâ gerçek olduğuna inanamıyordum. Dönmüştü ve karşımdaydı. Bu inanılır gibi değildi. Acaba niye dönmüştü? Abime dört yıl önceki konuşmasında bir daha dönmem gibi bir şeyler demişti oysa. Ne değişmişti? Sıkılmış mıydı başka şehirde? Özlemiş miydi yoksa buraları?
Daha beni fark etmemişti, elindeki telefonla ilgileniyordu. Görmemiş gibi yapsam ne olurdu? Konuşmak zorunda değildim ki hem? Ki o benimle konuşacak mıydı ki sanki? Bir vedayı çok görmüş, sonrasında da bırakıp gitmişti çocukluk arkadaşlarını. Hem asıl ben onunla konuşmak istemiyordum. Ona çok kırgın ve kızgındım.
Onu görmemiş gibi yapıp gözlerimi çekecektim ki “Kız Nazlı, nerden böyle?” diye birden camdan konuşan mobese Cevriye ablanın sesi sokağı sarınca ağlamak istedim. Şimdi sırası mıydı abla ya, gözünü seveyim?
Yürümeyi bırakıp, kulaklığımın tekini çıkardım, Cevriye ablaya dönünce bezmişçe nefesimi bıraktım. “Arkadaşlarla buluştum abla.” Onun bakışlarının bana döndüğünü hissediyordum. Adım sesleri durmuş gibiydi sanki.
“Fıstık gibi olmuşsun kız,” dedi beni süzerek. “Yok mu birileri? Geçen gelen kimdi?”
Şimdi durup şurada ağlayacaktım. Cevriye abla ve onu ilgilendirmeyen her şeye burnunu sokma hobisi çok yanlış bir zamanda beni bulmuştu. “Arkadaşım abla, arkadaşım.” Beni salması adına ona hızlıca el salladım. “Hadi ben kaçar, annem bekler beni.”
"Selam söyle."
Başımı sallayıp arkamı döndüm. Döner dönmez de bakışlarım onunla buluştu. Hâlâ aynı yerde dikiliyordu. Gitmemişti. Niye gitmemişti? Gözlerim gözlerine değince usulca nefes verip yürümeye devam ettim. O da adımlarını bana doğru yöneltti. Gözleri hâlâ üzerimdeydi. Aramızdaki mesafe kapanınca tam yanından çekip gidecektim ki adımlarını durdurdu, durmak zorunda kaldım.
“Merhaba,” dedi ela gözlerini gözlerimden ayırmayarak. Kaşlarım çatılmıştı. Niye konuşmaya çalışıyorsun ki sanki? Benden bir cevap alamayınca tekrar konuştu. “Hatırlamadın mı beni, Naz?”
“Nazlı,” diye düzelttim onu. Sorduğu soruya cevap verme gereksinimi duymadım. “Adım Nazlı.”
Gülmüştü. “Eskiden de sana Naz derdim, Naz.”
“Eskiden evet. Eski yani. Geçmiş gitmiş.” Eskiden Naz demesi çok hoşuma giderdi. Çünkü bir tek o Naz derdi bana. Çok özel hissettirirdi. Artık desin istemiyordum.
“Hâlâ eski Naz'sın.”
“Değilim,” dedim keskin bir tonla. Eski Nazlı severdi onu, çok aşıktı ona. “Çok zaman geçti üstünden. Büyüdüm ben.”
“Evet,” dediğinde gözleri gözlerimi buldu. Gözlerimin içine bakarak konuştu. “Büyümüşsün.”
"Niye geldin?" Sesim istemsiz sitemli bir şekilde çıkmıştı. "Sıkılmıştın buralardan, öyle diyordun abime en son?" Abime dediğim kısmı özellikle bastırmıştım. Çünkü bana değil, ona demişti. Ben bunu ondan değil, abimden öğrenmiştim. Benim onun nezdinde zerre önemim olmadığını göstermişti bana.
“Naz, sen bana sinirli misin?”
“Ben sana niye sinirli olayım, Emre?” dedim kendimle çelişip, sinirli konuşurken. “Sen benim hayatımda mısın ki sana karşı herhangi bir duygu besleyeyim?”
Şaşırmıştı. “Biz beraber büyüdük, Naz. Değil miyim hayatında?”
“Değilsin!” dedim bir hışımla. “Dört yıl oldu, Emre. Dört yıl. Öyle senin her yaz burada olmandan bahsetmiyorum ben. Dört yıldır hiç gelmedin sen. Arayıp sormadın bile. Sence sen benim hayatımda mısın?”
“Naz…” Sesinde pişmanlık vardı. Umurumda bile değildi.
“Nazlı. Adım Nazlı. Şunu demeyi kes.”
“Ben seni aradım ama açmadın ki hiç."
“Çünkü sana kızgındım!" diyerek yükselttim sesimi. Sonra nefesimi bırakıp sakinleşmeye çalıştım. "Bir daha dönmeyeceğini söylemişsin abime. Ben bunu senden değil, ondan öğrendim. Kırılmıştım. Ama sen bir daha hiç aramadın. Dört yıl sonra gelmen bir şeyi değiştirmiyor yani. Şu an bu sokağa gelen herhangi birisin benim için. Ben o çocukluk arkadaşımı geçmişte bıraktım, sonra da büyüdüm."
“Naz..." derken suratı düşmüştü. "ben, cidden çok özür dil-”
"Dileme," diyerek lafını kestim. "Artık kırgınlık beslemiyorum sana karşı," dediğimde gözlerimin dolacak gibi olduğunu hissettim. Biraz daha kalırsam ağlayacağımı biliyordum. Adım gibiydim, nazlıydım ben. Kafamı sallarken "Neyse..." diyerek devam ettim. "Annem bekliyor. Gidiyorum ben." Konuşmasına fırsat vermeden yanından çekip gittim. Bakışlarını üzerimde hissediyordum. Böyle bir tepki beklemiyor olsa gerekti. Ama hak etmişti. Her şeyi bu kadar basite alabileceğini sanıyorsa ona yanıldığını gösterecektim.
Benim ilk aşkımdan önce o benim çocukluk arkadaşımdı. Beni böyle bırakıp gitmesi çok kırmıştı kalbimi. Ben onun gelmeyeceğini bile abimden öğrenmiştim ya. Haksızlıktı bu bana. Evet, daha sonra aramıştı ama çok kırılmıştım, açmak istememiştim o an telefonlarını. Ama aradan zaman geçince özlemeye başlamıştım, o ise hiç aramamıştı. Unutmuştu beni. Öyle eskisi gibi olmamı bekleyemezdi benden. Buna hakkı yoktu.
Eve geldiğimde ayakkabılarımdan kurtulup panduflarımı giydim ve hızlıca odama attım kendimi. Eşyalarımı da gelişine bir yerlere fırlatmıştım. Üstümde sinir vardı. Günümü resmen çöp etmişti. Neden şimdi karşıma çıkmıştı ki? Ben daha karşıma çıkma ihtimaline alıştıramamıştım kendimi. Hazır değildim buna. Şu an burada oluşunun bile idrak edemiyordum. Cidden geldiğini duymamış olsaydım nasıl tepki verirdim kestiremiyordum bile. İyi bile idare ettiğimi düşünüyordum.
Kıyafetlerimden kurtulurken ona sövmeye devam ediyordum. “Hâlâ eski Nazsın dedi ya, aptal sen beni en son gördüğünde ergen velet sayılırdım ben,” dediğimde üzerimdeki kazağı çıkarıp yatağa fırlattım. “Geri zekâlı! Ay yemin ederim sinirlerimi bozdu ya, şuraya çöküp ağlayacağım sinirden!” Siyah renkte olan sweati söylene söylene giyiyordum. Etek ve çorabımı da çıkarıp siyah eşofman altımı giyindikten sonra sinirle kıyafetlerimi topladım.
Telefonumla birlikte odamdan çıktım. Annem ve babam evde değildi. Dışarıda geziyorlardı. Babam bugün çalışmıyordu. Yıllardır işlettiği bir kafe vardı, metro durağına yakın bir yerlerde. Evimizden de birkaç sokak yukarıdaydı. Neredeyse her gün giderdi. Yanında çalışanı olsa da bazen boş günlerimde Derin'le birlikte ona yardıma giderdik. Keyifli geçerdi. Annemle dışarı çıktığından bugün yerine çırağı Zeki bakacaktı. Abim de dışarıda arkadaşlarıyla buluşmuştu. Yani ev bana kalmıştı.
Oturma odasına geçtiğimde televizyonu açtım ama izleyecek bir şey bulamadığım için Youtubea bağlandım ve muhteşem yüzyıldan herhangi bir bölüm açıp abur cuburlarımla beraber koltuğa yayılarak bölümü izlemeye başladım. Entrika kafamı dağıtır belki diye düşündüm.
Bölümü izlerken Hatice Sultan’a sövmekten derdimi unutmuştum. Hayatımda şu kadın kadar mıymıntı ağlak birini görmemiştim. Çok güzel kadındı ama salaktı. Sinirlerimle oynamıştı resmen. Neyse ki Hürrem Kraliçem hamleleri ve laf sokmalarıyla sinirlerimi az da olsa almıştı. Müthiş bir kadındı. Baş kaldırışını seviyordum.
Yeni bir bölüm daha izleyecektim ki çalan zille bölümü durdurup oflaya oflaya kapıyı açmaya gittim. “Neden kimse anahtarını yanına almıyo-” diye söyleniyordum ki karşımda gördüğüm kişiyle öylece bakakaldım. Karşımda Serkan'ı görmek beklediğim son şey bile değildi.
“Serkan?” dedim şaşkınlıkla.
“Nazlım.”
“Ay sen ne zaman geldin?” diyerek kollarımı boynuna doladım heyecanla. “İnsan haber verir, geri zekâlı.”
Serkan dayımın oğluydu. Benim de Derin'den sonra en sevdiğim kuzenimdi. Benden ve Derin'den bir yaş büyüktü. Derin kadar onunla görüşemesek de sürekli araşır, mesajlaşırdık. Kendisi dayımlarla İstanbul'da yaşıyordu. İstanbul buraya yakın olduğu için her iki taraf da böyle çat kapı birbirimize gidebiliyorduk. Uzun zamandır iki taraftan da giden gelen olmuyordu. Şu ara yoğunluğumdan onunla da görüşemiyorduk. En son geçen hafta telefonda görüntülü konuşmuştuk. Onu görmeyi cidden özlemiştim.
“Sürpriz yapmak istedim.”
Sarılma faslını bitirdikten sonra onu içeriye aldım. “Ee, hangi rüzgâr attı seni buraya?”
“Özledik geldik işte kızım, sen gelmeyi unutunca biz gelelim bari dedik,” derken montunu çıkarıp portmantoya astı.
“Boş muyuz sanki?” dedim sitemle. “Çalışıyoruz.”
Kıyafetlerimi baştan aşağı süzdü. "Görüyoruz." Sesindeki aynen kesin öyledir alayı fark edilmeyecek gibi değildi.
Oturma odasına geçip koltuğa oturduğumda kafamı bıkkınca iki yana salladım. “Var ya iyi ki bir izin günündeyim, herkes de bir imalar bir imalar…”
“Tamam tamam sinirlenme,” dedi yanıma oturduğunda, gülerek abur cuburlarıma uzandı. “Halam nerede?”
"Babamla dışarı çıktılar. Gelirler birazdan."
“Ben açım.”
“Ne yapayım?” Omuz silkip dizimi tekrar oynattım.
“Yok mu yemek?” diye sorduğunda kafasını yana yatırıp bana bakıyordu.
Çenemle kapıyı işaret ettim. “Git bak var mı?”
“Misafirim kızım ben.”
“Ya bi kes,” dedim. Abur cuburlarımı ondan alıp dizime odaklandım. “Misafirmiş. Ben daha misafirim şu evde.”
“Hadi be Nazlım. Valla çok açım.”
Bıkkın bir şekilde televizyonu kapattım. "Gelir gelmez beni yoruyorsun Serkan," diye söylendim. "Geri mi gitsen acaba?" Ayaklandığımı görünce sevinmişti. Çenemle ileriyi işaret ettim. "Düş önüme."
Birlikte mutfağa girdiğimizde annemin çoktan hazırlamış olduğu yemeklerden biraz ısıtıp önüne koydum. Hazır ona doldurmuşken kendimde yiyeyim bari diye düşündüm. Birkaç saat önce yemiş olmam yine acıkmayacağım anlamına gelmezdi. İkimiz de tıkınırken dayımlar ve bizimkiler hakkında koyu bir sohbete daldık.
Dayım İstanbul'da olmaktan her gün şikayet ediyormuş yine. O kalabalığa yıllardır alışamıyordu ama inatla da orada yaşamaya devam ediyordu. Bir düzenleri vardı orada, e haliyle de bozmak istemiyorlardı. Bu durum yine de şikayet etmesine engel olmuyordu.
Serkan, dayısının şirketinde mimarlık yapıyordu. İki hafta izin aldığını ve o iki haftayı Bursa'da bizimle geçirmek istediğini söyledi. Bunu erkenden haber vermediği için ona biraz kızmıştım. En azından bana söyleseydi yıllık izin ayarlardım. Yarın bunu halletmeye çalışacaktım. O buradayken işe gitmek istemiyordum.
Yemeğimizi bitirdikten sonra bulaşıkları onun makineye dizmesini istedim. Söylene söylene ayaklandı. Annem ona yaptırdığımı duysa ban çok kızardı ama umurumda değildi. Çünkü dayımın oğluna iş yaptırdığımı söylersem alnımın ortasından öpeceğini biliyordum. O bulaşıkları toplarken ben de masayı sildim. İkimizin de işi bitince oturma odasına geçip bir şeyler izledik. Serkan Muhteşem Yüzyıl'ı pek sevmezdi ama benim yüzümden izlemek zorunda kalmıştı.
Bir iki saat de onun isteğiyle birkaç bölüm Breaking Bad izledikten sonra annemle babam eve gelmişti. Serkan'ı görünce hem çok şaşırmış hem de çok sevinmişlerdi. Daha önce haber vermediğim için annem bana bir posta kızsa da birlikte takılıyorduk, aç da bırakmadım biricik yeğenini dediğimde daha fazla üstelememiş, konuyu kapatmıştı.
Hava karardığında abim sonunda evin yolunu hatırlamıştı. Serkan'ı görünce başta şaşırmıştı ama sonrasında benim dışımda bu evde birini gördüğünü sevindiğine dair söyleyerek suratıma suratıma böğürerek konuştuğunda onu görmezden geldim. Beyefendi bıkmış benden, ben sanki ona bayılıyordum. Benim mızmızlanmamı sallamayıp neler var, neler yok, işler güçler nasıl derken kendi aralarında koyu bir sohbete dalmışlardı. Sonra da topluca maç izlemeye başladıklarında beni tekrar satmışlardı. Abim, babam, dayım ve Serkan ne zaman yan yana gelseler sonu bir şekilde illa ki futbola bağlanıyordu. Ben de eskiden sever ve izlerdim onlarla ama artık sevmiyordum. Çünkü onu bana sevdiren başkasıydı.
Sıkıntıdan patlıyordum ki zil sesi duyunca “Sonunda,” diye mırıldandım. Annem ayaklanıyordu ama onu durdurdum. “Ben bakarım,” dedim ayağa kalkarak. “Derin gelmiştir, parka geçeriz biz.”
“Geleyim mi?” Serkan’a dönüp burnumu kırıştırdım. “Maçını izle sen.” Sesimdeki siteme sırıtmıştı.
“Peki sen bilirsin.”
“Hainsin.” Maçı bırakıp gelmek istemediğini biliyordum. Beni sattığının farkındaydı, daha sonra ağzına sıçmamam için bu teklifi yapıyordu ama yemezlerdi.
"Sal çocuğu," diyen abime "Sen bi' sus ya kara kedi. İnşallah yenilirsiniz," diye söylenerek yanlarından uzaklaştım. Arkamdan abim "lafını geri al!" diye bağırmıştı ama bir tur daha beddua etmiştim.
Kapıyı açtığımda annemin “Üstüne bir şeyler al, üşütme,” diye seslendiğini işittim.
İçeriye doğru “Tamam,” diye bağırarak bana çatık kaşlarla bakan Derin’e sarılmak için kollarımı açtım.
“Açmasaydın.”
“Ağlama anlatacağım, sarıl önce.”
Beni kırmayıp kollarını açtı. Yan yana geldiğimizde sarılmadan yapacağımız hiçbir işe başlamazdık. Önceliğimiz sarılmaktı. Sarılma faslımız bitince şişme montumu aldım ve evden çıktık. Serkan'ın geldiğini, abimle klasik tartışmamızı yaptığımı ve ondan geç kaldığımı açıklama faslını bitirdikten sonra gün içinde neler yaptığımı anlattım ona. O sırada parka varmıştık. Her zaman oturduğumuz banklara geçip yayıldık.
"Onu bunu boş ver," dedi bir ayağının üstüne oturduğunda. "Bu Emre malını gördün mü sen hiç?"
“Gördüm maalesef," dediğimde suratım düştü. "Sinirlerimle oynadı iki dakikada.”
"Oha!" Heyecanlanmıştı. "Ne oldu, konuştunuz mu?"
“Ben eve gelirken karşılaştık işte, bana selam verip bir de tanımadın mı beni Naz dedi.”
"E senin kafan atmıştır Naz dediği için."
Kola ve çekirdeği bana uzatıp dinlemeye devam ettiğinde kafamı olumlu anlamda salladım. "Hem de ne atma. Bana öyle deme, adım Nazlı dedim. O ne dedi biliyor musun?"
"Ne dedi?"
“Eskiden de öyle diyordum, Naz dedi. İyice delirdim." Çekirdeğimi öfkeyle çitlerken sakinleşmeye çalıştım ama işe yaramadı. "Eskidendi o geçmiş gitmiş dedim. Gelmiş bana diyor hâlâ eski Naz’sın sen.”
“Siktirsin oradan," dedi Derin öfkeyle ayaklanarak. "Nereden biliyormuş eskisi gibi olduğunu. Bir hoşça kal bile demeden defoldu gitti.”
“Ben de öyle dedim." Soluğumu bırakıp kolayı bankın üzerine koydum. "Sonra diyor sen bana sinirli mısın Naz? Bir çakacaktım orada.”
“Keşke çaksaydın," dediğinde tekrar yerine oturdu ve bir avuç çekirdek aldı. "Ne siniri, alt tarafı dört yıldır arayıp sormadın.”
“Ben de ona sana niye sinirli olayım dedim. Sen benim hayatımda mısın ki? Öyle kalakaldı.”
Gözlerini şaşkınlıktan kocaman açarken “İyi demişsin,” dedi. “Geçmez bir süre onun acısı.”
“Umurumda değil. Bir daha karşıma çıkmaz umarım.”
“O dediğin biraz zor…” Sesi ümitsizce çıkmıştı. “Temelli gelmiş. Şehir hastanesinde çalışacakmış dediler. E malum, evi de tam karşımızda. İnşallah sürekli nöbetler de ağzına sıçarlar.” İstemsiz bir kahkaha kaçmıştı dudaklarımın arasında. Derin de gülmeye başladı. Benim derdime benden daha çok sinirlenip üzülüyor, sövülmesi gerekene benden daha çok sövüyordu. Tam tersi durumda ben de onun için aynısını yapıyordum. Aramızdaki bağ çok başkaydı.
“Neyse siktir et Emre'yi. Senin Can'la durum ne alemde?”
Can Derin’in sevgilisiydi. Üniversitede tanışmışlardı. Bir yıldır birlikteydiler. Derin geçen yaz mezun olmuştu. Can okulu uzattığından önümüzdeki yaz mezun olacaktı. Eskisi gibi görüşemiyorlardı. Şu aralar da araları pek iyi değildi. Sürekli tartışıyorlardı. Derin izin verse gidip dalacaktım o çocuğa ama sorunlarını kendi aralarında halletmek istediğini söylemişti.
“Bok gibi, az önce yine kavga ettik telefonda.”
“Yine ne oldu?” diye sordum kaşlarımı çatarken. Çekirdeğimi çıtlayıp kolamı yudumladım. “Ne yaptı o beyinsiz? Öf ayrıl diyorum işte sana kızım.”
“Tamam bir sakin ol Anlatıyorum," derken avucundaki çekirdekleri poşete bıraktı. "Deli gibi evde KPSS çalıştığımı biliyorsun.” Başımı olumlu anlamda salladığımda ayaklarımı önümdeki taşa doğru uzattım. Birazdan sinirleneceğimi bildiğimden gevşemeye çalışıyordum. “Yok neymiş ona çok vakit ayıramıyormuşum. Sanki sıçtığımın sınavı yüzünden kendime vakit ayırabiliyorum da. Gelmiş bana boş yapıyor. Dersten vakit ayırabildiğim günlerde de o yok işim var, yok dersteyim diyip duruyordu. Ben bir şey diyor muydum? Demiyordum anasını satayım! Her boka kavga çıkarıyor. Zaten stresli bir dönemdeyim.”
Derin Sınıf öğretmenliği okumuştu. Atanmak için gece gündüz KPSS çalışıyordu. Evde çalışmaktan psikolojisi bozulmuştu. Arada ben böyle zorla dışarı çıkartıyordum da beynine az temiz hava giriyordu. O Can’ı da zaten hiç sevmezdim, gram anlayış göstermiyordu kıza. Az ayrıl şu çocuktan kızım dememiştim ama işte kalp işi çok boktandı. Dinlemiyordu beni. Bir kere ayrılmışlardı. Sonra bir baktım bir hafta sonra “Nazlı ben bir bok yedim,” diyerek yanıma gelmişti. Sonra "biz barıştık,” diye devam ettiğinde sinirden onu odamdan dışarı atmıştım. Beş dakika sonra da yanına gidip sövmüştüm. Ardından da salmıştım onu. Şimdi yine böyle sorun çıkarmasına hiç şaşırmamıştım. Bu çocuk tam bir prensesti. Aman ona vakit ayırın, ilgisizlikten ölecek.
“Biraz daha böyle devam ederse ayrılacağım cidden.”
Gözlerimi devirdim. “Bir hafta sonra bana barıştık biz diye gelirsin.”
“Öf sen de gelme üstüme.” Omzumdan beni itti. Oturduğum yerde sarıldım. Çekirdeklerimin birazı dökülmüştü. “Ayrılırsam bir daha dönmem, bu son şansı.”
“Göreceğiz.”
İkimizin de boktan ilişki konusunun bir yere varamayacağını anladığımızda konuyu kapattık ve mahalledekileri çekiştirdik. Derin sınavdan dolayı dizi izleyemediğinden benim izlediğim güncel dizilerden konuştuk. Sonra aşık olduğumuz kitap karakterlerini övdük. Sevmediğimiz herkesi çekiştirdik. Saatler geçmişti. Geç olduğunu anladığımızda ikimiz de gitmeye karar verdik.
Parktan çıkıp sokağa doğru kol kola ilerlerken deli gibi gülüyorduk. Kuzeninizle beraber aynı yerde büyüdüyseniz en iyi dostunuz o olurdu. Biz de öyleydik. Yediğimiz, içtiğimiz ayrı gitmezdi. Beraber güler, beraber ağlardık. Birimiz düştüğünde diğeri kaldırırdı. Tüm özelimizi birbirimize anlatır, birbirimize tavsiye verir, yanlış kararları için karşımızdakine söverek destek olurduk. Onunla büyüdüğüm için çok şanslı hissediyordum.
Sokağa vardığımızda ileride bir çift görür gibi oldum. Karanlıktan kim olduklarını kestirememiştim. Hararetli bir şekilde bir şeyler konuşuyorlardı. Sonra kız birden çocuğa sarılmıştı. Derin’le kim bunlar der gibi birbirimize bakıyorduk. Evde yapacağımız yeni dedikodumuz oldu galiba diye düşünüyorduk ki erkeğin Emre olduğunu fark edince ikimiz de öylece kalakalmıştık. Karşıdan gelen arabanın farları yüzünü göstermişti.
Yüzümün düştüğünü hissettim. Kalbim acır gibi oldu sanki. Neydi bu sızı hiç anlamıyordum. Neden böyle hissediyordum, onu da bilmiyordum. Sanki içimden bir parça alınmış gibiydi. O eksik parçanın olduğu yer kabuk bağlayamamış, ardından da kanamış gibiydi. Oysa artık böyle hissetmemem gerekiyordu.
Kimdi o kız? Ne yapıyorlardı bu saatte bu sokakta? Emre niye geri dönmüştü buraya? Niye geçen dört yılda kanayan yaralarımın yerlerini gösteriyordu tekrar bana? Onu sevmiyordum ben artık. Öyle demiştim kendime. Kendimi mi kandırmıştım? Aklımda çok soru vardı, aklımda çok fazla soru vardı.
“Hadi eve gidelim, Nazlı.” Derin’in sesini duyunca transtan çıktım. “Üzülüyorsun biliyorum.”
“Üzülmüyorum!” dedim fısıldayarak kelimenin üstünü bastırırken. “kaç kere dedim sana unuttum ben artık onu diye. Sadece şaşırdım o kadar.”
“Tamam sakin ol. İçeri girelim, sonra konuşuruz.” Yorgun bir şekilde onu onayladım. Tekrar yürümeye başladık. Onlara yaklaştıkça yüzleri de sesleri de netleşiyordu.
“Seni çok özledim,” diyordu kız ağlayarak. “Lütfen beni bir di-”
“Tamam Gökçe, yeter. Sonra konuşuruz bunları dedim. Ayakta bile duramıyorsun. Hadi arabaya bin. Evine bırakayım seni.”
Gökçe.
O kızdı.
Dört yıl önce beni tanıştırdığı sevgilisiydi Gökçe. Canım ne çok yanmıştı o gün. Oysa ne hayallerim vardı ona giderken. Sevgilisiyle tanışmayı hiç beklememiştim.
İkisi de siyah bir arabaya bindi. Gözlerimi bile kırpmadan onları izliyordum. O ise beni görmemişti daha. Hiç görmemişti o beni. Arabaya çalışmaya başladığında o güne geri gider gibi olduğumda gözlerimin de dolacak gibi olduğunu hissettim.
Arabanın farları açıldı. Işıklar sokağı aydınlattığında Emre arabayı ilerletmek için hareketlendi ama ardından durdu. Göz göze geldik o an. Boğazım sıkıştı sanki. Bana baktı öylece. O baktıkça gözlerim doldu. Arabayı sürmüyordu. Sadece bana bakıyordu.
Arabayı bana doğru sürdüğünde yanımda duracağını hissettim ve o beni durdurmadan çekip gitmeye karar verdim. Derin de arkamdan geldi.
“Naz,” dediğini duyar gibi oldum. Arkamı dönmedim.
Apartmandan girerken zihnimi saran tek şey dört yıl önce o ikisinin el ele tutuştuğu an olmuştu.
Onlar el ele ilerlerken ben çekip gitmiştim yanlarından. Dört yıl geçmişti ve değişen bir şey olmamıştı. O ikisi yine yan yanayken ben yine gözleri dolmuş bir şekilde çekip gitmiştim yanlarından.
Onu sevmek kalbimin bana yaptığı en büyük yanlıştı. Bunu yine fark etmek istemezdim. Onu tekrar sevmeyecektim. Bu sefer olmazdı, ondan uzak duracaktım. Bu geceyi bir daha yaşamayacaktım. Onun için bir daha asla ağlamayacaktım. Ağlamayacaktım.
BÖLÜM SONU...
***
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 16.56k Okunma |
1.3k Oy |
0 Takip |
28 Bölümlü Kitap |