Bölümle ilgili sıkıntı oldu, yarısı gelmiş yarısı silinmiş. O yüzden silip tekrar atıyorum...
Nasılsınız... Ben fazla yoğunluktan bayılacağım...
Son dönemlerde iş aramaya başladım, atamadan hayır yok. O yüzden sürekli meşgulüm, yazmaya oldukça zor zaman buluyorum. Bulduğum her fırsatta yazmaya çalışıyorum. Bir de şu ara eve bitmek bilmeye gelen bir misafir furyası var, anlamadığım. En sonunda taşınacağım diyeceğim, bu sefer de param yok gerçeği ile yüz yüze geliyorum dlgjfdflhdhf
Part 2 uzun bir bölüm oldu. Yine bol bol Nazlı ve Emre okuyacaksınız. Bu bölüm, bakın bu bölüm. Çok tatlılar. Öyle böyle değil, çok güldürdüler beni. Salaklar.
18. BÖLÜM - PART 2
Sabahın ilk ışıkları göz kapaklarımın arasından içeri sızarken çalan alarma küfrediyordum. Uykum vardı benim. Uyumak istiyordum, işe gitmek değil. Daha erkendi. Çok erkendi.
Beş dakika daha uyusam olmaz mıydı? Olmazdı. Bundan etkilenerek saati daha fazla ertelerdim ve işe geç kalmış olurdum. Bugün yapmam gereken çok fazla işim vardı; bir sürü dosya, çizim ve projeyle ilgilenmem gerekiyordu. Üstelik katılmam gereken oldukça önemli bir toplantı vardı.
“Erken kalkmaktan nefret ediyorum!” diye söylenerek yerimden doğrulup battaniyeyi üstümden attım. Alarmım tekrar öttüğünde bir tur da ona sövüp kapattım. Beni uyandıran her şeye sinir oluyordum. Sırtımı gererek ayılmaya çalıştım. Ellerimi yukarı kaldırdım ve parmaklarımı havada kenetleyerek vücudumu esnettim. O sırada bakışlarım omzumun üzerinden her uyandığımda olduğu gibi yine cama kaydı. Karşı taraftaki odada ultra yakışıklı ama bir o kadar da geri zekâlı olan sevdiğim çocuk kalınca istemsiz her sabah gözlerim odasının olduğu yeri arıyordu.1
Derken bir anda zihnim yavaş yavaş kendine gelmeye başlayınca onun odasında değil de bizim evin oturma odasında uyuduğu gerçeğini hatırladım ve fal taşı gibi açılan gözlerimle yataktan uçar adım fırladım. Bunu tamamen unutmuştum! Ev halkı uyandı mı bilmiyordum. Onlar uyanmadan Emre’yi uyandırsam iyi olurdu. Panikle yerimden hareketlendim ve odamdan çıktım.
Odamdan çıktığımda abim de bir anda mutfaktan çıkmıştı. Üzerinde eşofmanları yoktu, mavi gömlek siyah pantolon giyinmişti. Onu uyanma saatine normalde biraz daha vardı. Şimdi burada görünce şaşırmıştım. Hele de benden önce uyanmasına ekstra şaşırmıştım. Bakışlarım ellerine kaydı. Sabah bu saatinde bir sürahi su ile ne yapacağını açıkçası çok merak ediyordum. Göz göz geldiğimiz an kısık gözlerle beni inceledi.
Kafamı iki yana sallayarak “Ne yapacaksın sabahın bu saatinde o kadar suyu, çöle mi düştün?” diye sordum oldukça meraklı bir şekilde.
Sinsice sırıttı. “Ben çöle düşmedim de birazdan biri sudan çıkmış balığa dönecek.”
Dediklerinden zerre bir şey anlamıyordum. Sabahın bu saatlerinde beynim çalışmıyordu. “Sabah sabah çok boş yaptın,” dedim söylenerek oturma odasına doğru hareketlenirken ama bir anda kafama bir şeyler dank edince adımlarımı durdurup abime döndüm.
Bana doğru yaklaştı. Yapacağı şeyi anladığımı fark etmişti. “Şaka yapıyorum de,” dedim hayretle ama bana cevap vermeden yanımdan geçip oturma odasına doğru yürüdü.
Arkasından hemen ben de girdim. İkimiz de aynı yere doğru baktık. Emre onun için ayarladığım yerde masum masum uyuyordu. Normalde küçük bir tıkırtıya bile uyanırdı ama vampir herif yirmi altı saati aşkın uykusuz kaldığından bünyesi fazla yorulmuş olmalıydı. Ve birazdan abim onu korkunç bir şekilde uyandıracaktı.
Emre eskiden bizde kaldığında abilerimle salonda uyurlardı. Hepsinden önce ben uyanır, onlara sinsi bir şekilde yaklaşır, üzerlerine de bir sürahi dolusu su boşaltırdım. Suyun üzerlerinde yarattığı şokla uyandıklarında ağzıma fena sıçacaklarını bilmek bile beni bu eylemi yapmaktan vazgeçiremezdi. Surat ifadelerini görmek her şeye değerdi.
Şimdi ise Giray abim elinde bir sürahi dolusu suyla sinsice Emre’ye yaklaşıyordu. Rolleri değişmiştik, şu an onu durdurmaya çalışan bendim. “Abi saçmalamaz mısın?” dedim dişlerimin arasından. “İnsan gibi uyandır.”
Çatık kaşlarla bana döndü. “Sen sus,” dedi sitemli bir şekilde. “Seninle sonra hesaplaşacağız.”
“Ben ne alaka?” dedim hayretle.
“Bu herifin dün gece bizde kaldığını niye söylemedin?” diye sorduğunda kısa bir anlığına Emre'ye baktım. Bu kısmı tamamen unutmuştum, Öyle bir şey vardı değil mi? Eh, yapacak bir şey yoktu, salağa yatacaktık.
Anlamamış gibi kaşlarımı kaldırdım. “Dün gece mi?”
“Evet geri zekâlı,” dedi bezgince. İkimiz de fısıltıyla konuşuyorduk.
Yine anlamamış gibi yaptım. “Dün gece ne oldu ki?”
“Yo…” dedim gevşekçe. “Niye dalga geçeyim?”
“Kızım o kadar odana geldim, dert yandım. Sen beni postalayınca bu çocuğu arayacağım, senden daha vefalı dedim ama herif saatlerce telefonumu bile açmadı. Sabah bir bakıyorum, evimde uyuyormuş ve sen bunu bana söylemedin.”
Yüzüne şaşkınlıkla baktım, dudaklarım aralandı. “Derdin bu mu yani?” dedim gözlerimi devirerek. “Telefonu açmadı diye mi triplendin, ben bile yapmıyorum bunu. Hem bilmiyormuşsun gibi konuşma, uyanınca öyle hemen hatırlamıyorum her şeyi. Unutmuşum burada kaldığını.” Son cümle ile birlikte salondaki koltuğa serilmiş halde yatan Emre'ye döndüm. “Bu salak da niye uyanmıyor?” Dişlerimi sıktım. “Seni oyalayayım diye üç buçuk attım şurada. Ne haliniz varsa görün ya.”
Tam arkamı dönüp gidecektim ki bir anda bir anda su şapırtısı sesiyle donakaldım. Gözlerim büyümüştü. Abim elindeki suyu Emre’nin başından aşağı boşaltmıştı. Gerçekten yaptığına inanamıyordum. Abim yaptığından zevk alarak sırıttığında Emre de bir anda suya düşmüş kedi gibi koltuktan fırladı. “Hay ben senin gelmişini, geçmişini…” diye söylenmeye başlarken abim tüm suçu üstüme yıkmak için sürahiyi hızlıca elime tutuşturdu.
Böyle bir hareket beklemediğim için aptal gibi sürahiyi tutmuştum. Emre gözlerini bana çevirdi. Benim yaptığımı sanıp şoka uğramıştı. Burada asıl şok uğrayan bendim. İlk defa bunu yapan ben değildim ama suç yine üstüme kalmıştı. “Sen!” dedim dişlerimin arasından, abime bakarak. Sonra Emre’ye baktım. Teslim olurcasına ellerimi havaya kaldırırken “Valla ben yapmadım,” dedim ama kaldırdığım ellerimden birinde sürahi olunca hiç de öyleymiş gibi durmuyordu.
Abimin hayvani kahkahası odayı kapladı. Emre saçlarını elleriyle geriye taradı, alnından süzülen su damlası kaşların üzerinden dudağına indi. Gözleri kısıktı. “İnanılmaz bir uyandırma,” şekli dedi başını iki yana sallarken. Benim yapmadığıma inanmıyordu.
“Valla ben yapmadım ya,” dedim söylenir gibi. Giray abime dönüp parmağımla onu işaret ettim. “O yaptı, sana kinlenmiş!”
Abim ne münasebet dercesine dramatik bir ifadeyle gözlerini büyüttü. “Eskiden beri bunu yapan sensin, suçu üstünden atmaya çalışma. Yemezler bebe.”2
Ağzıma açık kaldı. “Sana inanamıyorum ya!” Yalancılığa da başlamıştı.
Emre koltuktan ayaklarını sarkıttı, sonra bana döndü. Sırıtışı sinirimi bozuyordu. “Tam senlik bir hareket, Naz,” dedi umursamazsa. Üzerindeki şaşkınlığı geçmişti. Bu sefer cidden kafasından aşağı su boşaltmak istiyordum. “Sorun değil, alışığım.”
Olduğum yerde öfkeyle tepindim. “Ben yapmadım diyorum ya! Sen uyan diye iki saat burada bu salağı oyaladım ama sen sanki kış uykusuna yatmışsın gibi kalkmak bilmedin, paslanmış vampir.”
Emre’nin sırıtışı daha da yayıldı. “Aynen,” dedi ama sesindeki alay bana hâlâ inanmadığını belli ediyordu. “Eskiden de böyle derdin.” Tamam, eskiden de suçu onlara atmaya çalışıyor olabilirdim ama o eskidendi. Resmen yalancı çobana dönmüştüm.
Sabah sabah ikisi de üstüme oynayıp ayarlarımla oynamıştı. “Ben yapmadım ama keşke ben yapsaydım!” diye bağırdım. Abime omuz atarak yanından geçtim. İkisi de arkamdan öküz gibi böğürdü. Kahkahaları kulaklarıma ulaştığında buna daha fazla tahammül edemedim. Suçlanıyorsam o suçu işleyecektim. Yapmadım dediğimde inanmadıysa o zaman yapacaktım.
Mutfaktan boş sürahiyi doldurduktan sonra oturma odasına geri döndüm. İkisi de ayaklanmıştı. Kapıya doğru yürüdüklerinde arkamda sakladığım sürahiyle onlara bakıp sinsi bir şekilde sırıttım. Ne yapacağımı anlamış olsalar da artık çok geçti, ikisi de benden kaçamadan sürahiyi savurur gibi önüme çıkardım ve üzerlerine doğru boca ettim.
Suyun üzerlerinde bıraktığı etkiyle birden geriye doğru sıçrayıp ellerini havaya kaldırdılar. “Öyle ıslatılmaz, böyle ıslatılır,” dedim saçlarımı savurarak. Ardından çenemi kaldırıp ikisine de tek tek baktım. “Ve biriniz beni suçladığı, diğeriniz de bana inanmadığı için ortalığı siz temizleyeceksiniz yoksa size dünyayı dar ederim.”
Bir şey demelerine müsaade etmeden arkamı dönüp yanlarından uzaklaştım. Islanmalarına rağmen ikisinin de suratında beni sinirlendirdikleri için büyük bir keyif kırıntıları vardı. Ahmak herifler! Sürahiyi mutfağa bıraktıktan sonra lavaboya geçtim. Elimi yüzümü yıkadım, dişlerimi fırçaladım ve ardından kimseyle muhatap olmadan soluğu odamda aldım. Üzerimde hâlâ sinir bozucu bir öfke vardı. O ikisi ne zaman birlik olsa beni hep böyle sinir ediyorlardı, oysa ilk defa masum olan bendim.
Abimle Emre’ye sövmeye devam ederek dolaptan giyecek birkaç parça çıkardım. Acilen hazırlanıp gitmem gerekiyordu, iki tane IQ’su düşük herifle vakit harcamak zamanımı yeteri kadar tüketmişti. Hava oldukça güzeldi. O yüzden tercihim zeytin yeşili kloş kesim, kalçalarına kadar uzanan bir yelek ceketten yana oldu. Önünde tek bir düğmesi vardı, V yaka duruşu oldukça güzel duruyordu. Geçen sene almış ama hiç giymemiştim. Altıma yüksek belli, düz kesim beyaz bir pantolon çektİm. Hafif bir makyajla birlikte dudaklarıma gül kurusu bir ruj sürdüm ve saçlarımı dalgalandırıp omzuma saldım. Çıkmadan önce haki yeşili büyük çantamı ve krem rengi sivri burun stilettolarımı dolaptan çıkardım ve masadan aldığım telefonumla hole doğru yürüdüm.
Kapının önüne geldiğimde annem odasından çıktı. “Bu saatte nereye?” diye sordu beni görünce. Erken kalkmama şaşırmıştı. Her zamanki saatten bir saat erken çıkıyordum.
Çantamı portmantoya koyarken “İşe gidiyorum,” dedim. “Hatta geç bile kaldım sayılır. Toplantı var bugün.”
Yanıma yaklaşıp önümde durdu. “Kahvaltı yaptın mı?” Sorusunu başımı iki yana sallayarak cevapladım. Vaktim bile yoktu. Başını omzuna yasladığında bakışları bundan memnun olmadığını belli ediyordu. “Söyleseydin ya, erken kalkar hazırlardım bir şeyler.”
Ayakkabıları çantamın yanına bıraktığım gibi “Canım annem ya,” diyerek yanına gidip yanaklarından öptüm. “Ofiste yerim ben, dert etme.”
“Ama olmaz ki annem böyle, unutuyorsun sen.” İçi hiç rahat değildi. İş yoğun olunca yemek yemeye fırsatım olmuyordu. Böyle yaptığımda annem bana sürekli kızsa da yapacak bir şey yoktu, iş bazen önceliğim olabiliyordu. Yine de yemek yemeyi sevmem onu bir nebze de olsa rahatlatıyordu, vakit bulursam mutlaka yerdim.
Yanaklarını sıkıp “Unutmam unutmam, söz,” dedim rahatlatıcı bir tonda, sonra saatime baktım. “Neyse ben gidiyorum,” derken arkamı döndüm ama aklıma gelen sinsilikle tekrar anneme baktım. “Ha bu arada… Emre içeride.” Şaşırmıştı, sabahın bu saatinde burada ne aradığını düşünüyordu. Gece kollarının arasında olduğumu bilse acaba neler derdi?
“Dün elektrikler gitti, e ben de korkuyorum biliyorsun. Mutfağın camı da açık kalınca çıkan sesten evde biri var sandım, onu aradım. Sağ olsun, çok yüce gönüllüdür kendisi.” Gözlerimi devirmemek için zor duruyordum. “Geldi buraya, elektrikler de gelmeyince oturma odasında ona yer ayarladım. Biliyorsun ki ben korkarsam hayatta tek kalamazdım.”
“İyi yapmışsın,” dedi başıyla onaylarken. Çocukken her korktuğumdan babamla onun arasında az yatmamıştım. “Emre oğlum nerede şimdi?”
Abartılı bir şekilde gözlerimi açarak “Valla en son abimle birbirine su atmışlardı,” dememle annemin kaşlarını çatması bir oldu. İkisi de benimle uğraşmayacaktı. Yalancı çobanlıksa önce yalancı olacaktım. “Çocukken bana laf atıyorlardı bir de,” diye devam ettim kafamı ümitsizce sallarken. “İkisine de ortalığı temizlemesini söyledim. Ben şimdi gidiyorum ya, suçu bana atarlarsa sakın inanma; biliyorsun ki abim senden kaçmak için her yolu dener.”
Annem bir şey demedi. Şu an kafasının içinde evin gelmiş olduğu hale dair düşünceler olduğuna emindim. Ben en azından onlar ayaktayken atmıştım, en fazla yer ıslanmıştır ama abim Emre’nin kas kafasıyla birlikte koltuğu da sırılsıklam yapmıştı, annem ona iyi sövecekti. Keşke kalıp izleyebilseydim ama vaktim yoktu.
Annem meraklı bir şekilde “Ben bir bunlara bakayım,” dedi yanımdan uzaklaşmadan önce. “Sende bir şeyler yemeyi unutma, akşam soracağım bak.”
Oturma odasına ilerlediğinde “Sor tabii be Zeliş Sultan,” dedim arkasından. O iki salak ortalığı temizledi mi bilmiyordum ama akşam vaziyetleri öğrenirdim. Gülerek kafamı iki yana sallarken daha fazla zaman kaybetmemek adına dış kapıyı açtım ve ayakkabılarımı giyerek evden çıktım.
Uykulu gözlerle ilerlerken beton zemine vurup yankılanan topuklularımın çıkardığı tok ses dışında sokakta başka bir ses işitmiyordum. Herkes uyuyor olmalıydı. Onlar yerinde olup müthiş rüyaların kollarına kendimi ne kadar bırakmak istesem de gitmem gereken bir iş vardı ve bu isteğim sadece bir hayal olarak kalacaktı. Dün gece uykum bölündüğü için şu an sersem gibiydim. Birkaç saate açılacağımı bilsem de bu yine de şu an uyuma isteğimi yok edemiyordu. Emre’yi yastık olarak kullandığım zamana geri ışınlanmak istiyordum. Zira kolları arasında uyanmak ona ne kadar söylemesem de harika bir şeydi. Gözlerimi açtığımda gördüğüm yüzün ona ait olması tarif edilemez bir duyguydu.
Zaman geçtikçe ona yakın olmaya daha bir alışıyordum. Onunla tartışmak bile ayrı keyifliydi, çünkü burada ve yanımdaydı. Dönmesi üzerinden üç aya yakın bir zaman geçmişti ve ilk geldiği anları hatırlıyorum da, ona nasıl da kızgın ve kırgındım. Yüzüne bile görmek istemiyordum ama ben ondan kaçtıkça o bana daha da yaklaşıyordu. Her terslediğimde biraz daha yanımda bitiyordu. Biraz daha dibime giriyordu. Varlığını zihnime aşılamak istercesine yapıyordu bunu. Aptal, ona kızacak kelimem kalmadığında artık bir şey diyemeyeceğimi iyi biliyordu. Varlığını ne kadar alıştırırsa o kadar yumuşayacaktım. Ben ona kırgın kalmaya devam etsem bile kızgınlığımın bir yerden sonra geçeceğini iyi biliyordu. Çünkü ben ona tekrar alışırsam onsuz hiç yapamazdım. Çocukken de böyleydi. Ona küssem bile bir adım arkamda olmasına izin verirdim. Yakınımdan gitsin istemezdim.
Ama o gitmiş ve ben gitmesinin asıl sebep olan soruyu ona soramamış, bu konuyu hâlâ açamamıştım. Dün uygun bir an değildi, ortalık yine karışmıştı. Bugün ise… Bilmiyorum, bugün iş çıkışı beni alacağını söylemişti ama konuyu açabileceğime emin değildim. Açarsam eminim ki kavga ederdik ve ben bu üç ayda onunla zaten sürekli kavga etmiştim. En azından güzel bir gün geçirmek, eskiye olan özlemi biraz da olsa gidermek istiyordum. Sanırım her zaman yaptığım şeyi yapacak, konuyu erteleyebileceğim kadar erteleyecektim. Bundan ileride pişman olacağımı hissetsem de bunu şimdi yapamazdım. Hazır değildim. Kızabileceğim bir şey olursa ondan uzaklaşırdım ve ben artık ondan uzaklaşmak istemiyordum.
Ne olursa olsun, ben onu hâlâ, hatta eskisinden bile daha fazla seviyordum.
Ben onu seviyordum, delicesine.
Adımlarım zeminde yankılanmaya devam ederken sabahın kokusunu uykumu açsın diye içime çekiyor, etrafı izliyordum. Durağa çok az kalmıştı. Ortalık durgundu, geceden kalma sessizliğini korumaya devam ediyordu. Caddeye yaklaştığımda kaldırıma geçtim, araç sesleri giderek daha da yükseliyor, insan kalabalıklığı yavaş yavaş artıyordu. Sokaktaki sessizlik burada yoktu. İş ve okul telaşı her yeri kaplamıştı.
Durağa geldiğimde artık tek değildim, sırtındaki çantalarla şu ahir dönemde tek eğlencesi elindeki telefon olan öğrenciler dışında işe gitmek için kolundaki saate bakıp duran yetişkinler vardı. Çoğunun suratı sirke satıyordu. Kimse yaşadığı hayattan pek memnun değildi, onlara hak verebiliyor ve anlayabiliyordum. Az kazanıp çok çalışanın olduğu bir çağda yaşıyorduk. Ben çok şükür ki çalıştığım yerden diğerlerine nazaran çok daha memnundum ama herkes benim kadar şanslı olamayabiliyordu. Saatlerce çalışıp az kazanmak ve kendine zaman ayıramamak insanı psikolojik olarak çökertiyordu. Kazandığı kazanç bile değildi, hiçbir şeye yetmiyordu; üstelik hayatlarında zaman denen şeyden de bir şey kalmayınca insanın elinde kalan yegane şey öfke oluyordu. Kimse mutlu değildi. Herkesin mutlu olabilmesini çok isterdim.
Elimdekilere ve sevdiklerimle vakit geçirebilmeme şükrederken insanlık için de güzel dilekler diledim. Otobüsün gelmesine beş dakika kadar bir zaman vardı. Kafamı direğe yaslamış boş yolu izliyordum ki birden bas bas öten korna sesiyle irkildim. Kafamı yasladığım yerden çekip merakla sesin geldiği yere baktım. Önümdeki siyah araçtan geliyordu ve bu arabayı elbette ki tanıyordum.
Kaşlarım burada ne aradığını anlamadığım için merakla havalanırken camdan kafasını çıkarıp yüzüme baktı. “Naz,” dedi yanına gitmem için. Onu tekrar görmenin getirmek üzere olduğu gülümsemeyi gizledim. Ona tripliydim.
Yerimden hareketlenmedim. “Ne var?” dedim umursamayarak. Kollarımı birbirine geçirdim.
Kaşlarıyla yan koltuğu işaret etti. “Gel, bırakayım seni.”
“Gerek yok.” Yüzümü buruşturdum. “Ben bana inanmayanlarla muhatap olmuyorum, kaybol şimdi.”
Gülüşü yüzünde yayıldı. “Küs müyüz?” Omuzlarımdan birini indirip kaldırdım. Şu an durakta bulunan birkaç kişinin bize baktığını ne kadar hissetsem de bunu umursamadım. Ama o inadına devam etti. “Gelmesen herkese seni sev-” dediği an gözlerimin büyümesiyle yerimden doğrulup lafını bitirmesine müsaade etmeden öne atıldım.
“Sus be Allah'ın cezası, sus! Geliyorum!” dedim hemen arabanın etrafından dönerken. Beni nasıl ikna edebileceği iyi biliyordu. Kahkahası araçla birlikte durakta da yankılanırken “Bıktım senden ya,” diye söylendim, aracın kapısını açıp bedenimi içeri attım. Kemerimi taktığımda yüzüne Japon yapıştırıcısıyla yapıştırıldığına emin olduğun gülümsemesiyle aracı çalıştırdı.
Bana döndüğünde “Günaydın,” dedi içten bir tebessümle.
Alaycı gülüşüm yüzümdeydi. “Demek aymış gün, hayret. Evdeyken uyanır uyanmaz beni suçladığından hiç fark etmemişim.”
İçten bir kahkaha attı. “Sen de olsan elindeki sürahiyi görünce seni suçlardın, üstelik pek de sana ters bir davranış değil.”
Sert ifadem yumuşadı; eh, haksız sayılmazdı. “Neyse ne,” diyerek geçiştirdim onu. Onları ıslattığım için en azından intikamını almıştım, çocuk gibi uzatmayacaktım bu sefer. Ellerimle saçlarımı düzeltip yüzüne baktım. “Sen nereye?” Onu inceledim. Saçlarını bir şeyle kuruttuğu belliydi, dağınık duruyordu. İlk andaki kadar ıslak olmasa da nemliydi. Kıyafetleri gözüme takıldı. Uyandığında üstünde bunlar yoktu. Beyaz gömlek giymişti. Altında krem bir pantolon vardı. “Hem ne ara üstünü değiştin sen?”
Parmakları direksiyonda dönerken bana baktı. “Benim eve gidip hazırlanmam senin kadar uzun sürmüyor, Naz,” dedi eğlenir bir ses tonuyla. Haklı olmasaydı kesinlikle onunla kavga ederdim ama dediği gibi ben geç hazırlanırdım. Ona gözümü devirmekle yetindim. “Ve bir yere gitmiyorum.” Yoğun bakışlarla beni izledikten sonra önüne döndü. “Seni bırakmak için geldim. Yüzünü göstermeden kaçıp gittin.”
Böyle bir şey demesini beklemediğim için sözleri kalbe saplanan ok misali ritimlerimi bozdu. Ellerimi ne diyeceğimi bilmediğim için kucağımda birleştirip gözlerimi kaçırdım. Onun beni sevdiğini öğrendiğimden beri sözleriyle benden beklenmeyecek şekilde fazla utanıyordum, hiç benlik değildi ama utanıyordum. Fazla sinir bozucuydu. “Kaçıp gitmedim,” diyebildim sonunda ona bakarken. “Acelem vardı, kahvaltı bile yapamadım zaten.”
Başımı salladım. “Hem de çok. Toplantı bitince tıkınacağım.”
Bana bakınca kaşları çatıldı. “Olmaz öyle,” dedi onaylamayarak. “Aç aç düşer bayılırsın. İleride bir yer var, orada bir şey yiyelim.”
“Geç kalırım. Hem abartma, ne bayılması.”
“Kalmazsın,” diyerek reddetti beni. “Ben yetiştiririm seni.”
Otobüsle gitmek yerine onunla gittiğim için işe erken varacaktım. Daha fazla inat etmedim, gülümseyerek “Peki o zaman,” dedim. Daha çok mide gurultumu hissettim diye onu onaylamıştım. Fazla açtım. Toplantıda guruldama ihtimalini de rezil olmayı da istemezdim. Ama mekân olarak onun istediği yere değil, çalıştığım ofisin yakınlarındaki sevdiğim bir yere beni götürmesini söyledim. Hem işime yakındı, hem de onun dediği yerde trafik yoğunluğu ilerleyen saatlerde daha da arttığından benim dediğim yere gidersek geç kalmamış olurdum. Bu sayede aceleyle onu darlamaz, daha rahat yemek yer ve otururduk.
Dediği mekâna geldiğimizde hava güzel olduğu için bahçesinde oturduk. Güzel bir kahvaltı tabağının yanına benim için ekstra tahanlı istemişti. Tahanlı yemeyi sevdiğimi bilmeyen yoktu. Emre’nin tatlı şeylerle çok arası olmadığından pek yemezdi. Kendi hakkını da benim yememi ister gibi iki tane istemişti ve ben ikisini de afiyetle mideme indirmiştim. Her lokmamda ayılıp bayılıyordum. Bir şeyler yemeyi gerçekten çok seviyordum.
Kahvaltı ederken aynı zamanda sohbet ettik. Ona annemin nasıl tepki verdiğini sorduğumda yüzüne soluksuz bir gülümseme yerleşti. Ortalığı benim tehditim sonucu silmişti ama abimin ıslattığı yere dokunmamıştı, annem de koltuğu öyle görünce abime “kazık kadar adam oldun hâlâ oyun derdindesin,” diye söylenmiş, Emre’ye ise hiçbir şey dememişti. Genelde annem Emre’ye hiçbir şey demezdi. Onu sinir ettiğimizde bize Emre’yi gösterip onu över dururdu. Emre’yle ne zaman kavga etsem “sen bir şey yapmışsındır çocuğa,” derdi. Genelde de öyle olurdu ama bu benim anneme de trip atmamı engellemezdi.
Yemek ve sohbet boyunca gülmüştük. Emre her saniyesinde beni izledi. Bundan zerre rahatsızlık duymadan hunharca tıkınmaya devam ediyordum. Bir yerden sonra Emre dayanamamış, “Yavaş yavaş,” demişti gülerek yüzüme baktığında. “Geç kalmayacaksın, korkma.” Sadece omuz silktim. Bir şeyler yiyene kadar bu kadar acıktığımı hatırlamıyordum. En son dün düğüne gitmeden önce yemiştim. Elektrik gitmeseydi dün gece bir şeyler yemeyi düşünüyordum ama giden elektrikle birlikte aklım da gidince yemeği tamamen unutup uyumak istemiştim. Gerisi zaten ayrı bir karmaşaydı.
Çayımdan son bir yudum daha aldım. “Doydum,” dedim, doymanın yüzümde bıraktığı gülümsemeyle. Elim tıka basa dolu olan karnıma gitti. “Amma acıkmışım.”
Bu halime o kadar şaşırmamış gibi bakıyordu ki gülerek çayını yudumladı. “Bir de aç gitmeyi düşünüyordun,” dedi. Yüzüme baktı, bu sefer ciddileşmişti. “Yemek yemeden hiçbir yere gitmeyi düşünme bir daha.”
Gözümü devirdim. “Annem gibi başlama sende, evde bir tane var zaten.” Beni düşündükleri için söylüyorlardı. Ama ben yine Nazlı’lığımı yapıyordum.1
Gözlerime bakıp eğlenir bir şekilde “İleride de yine evde bir tane olur,” demesiyle sözlerinin etkisiyle öksürmeye başladım. Elimi yumruk yapıp dudaklarımı kapadım ve birkaç kez daha öksürdüm. İmasını elbette ki anlamıştım. Nasıl anlamazdım.1
Öksürüğüm kesildiğinde elimi masaya götürdüm. Sözlerini her zaman yaptığım gibi kendime göre bir yere çektim. “Sonsuza kadar onlarla yaşama planlarım olduğundan, öyle olur muhtemelen,” dedim sırtımı sandalyeye yaslayarak. Gülüşü yüzünde daha fazla yayıldı. Ne yapmaya çalıştığımı anlıyordu ama oynamaya devam ediyordu.
“Ben ondan o kadar emin olmazdım.”
Başımı salladım. “O niyeymiş?”
Masaya elini yasladı, bana doğru eğildi. Gözlerime baktı. Dudağının bir kenarı sanki yine sinir olacağım bir şey söylemek istermiş gibi kıvrıldı ve saniyeler içinde beni dakikalarca öksürük krizine sokacak o sözleri söylemek için onları araladı. “Dün gece seni kollarımdan gördükten sonra, her gece görmek istedim. Bence sen evlen benimle ya…”1
Öksürük krizim tekrar gün yüzüne çıktı. Bu sefer ciddi anlamda geçmiyordu. Kaç dakika sürdü bilmiyordum. Öksürüğümün arasında ona bakıp birkaç kez “Ne…” demeye çalıştım, ne saçmalıyorsun demek istiyordum ama girdiğim öksürük krizi izin vermiyor, devamını getiremiyordum. Ellerim göğsümün üzerine gitti. Baktı öksürüğüm ciddileşti, masanın üzerindeki suyu kaptığı gibi bir çırpıda yanıma geldi. Gülerek birkaç kez sırtıma vurdu. “Sakin ol,” diyordu. Elimde olsa sakinliğe beden giydirip onun üzerine salar ve nasıl olunurmuş gösterirdim de, şu an öksürmekle meşguldüm.
Ona bakıp birkaç kez daha öksürdüm. Hâlâ gülüyordu. Beni bu hâle sokup bir de sırıttığı için suratının ortasına bir tane çakasım geliyordu. Hatta bir tane bile yetmezdi, birkaç kez girişmek istiyordum. Biraz daha iyi olduğumu görünce rahatlamış bana su içirmeye çalışmıştı ama kafamı sallayarak reddettim. Sözlerini tekrar hatırlarsam bu sefer suyu tükürerek öksüreceğimi biliyordum.
Ayağa kalktım. Elindeki suyu masaya bırakıp bana baktı. Dibimde dikiliyor, başını eğmiş bana bakıyordu. Topuklularımla boyum dudağına anca uzanıyordu. Yakınlığı içimi titretti. “Ben bir elimi yıkayayım,” dedim gözlerimi ondan kaçırarak. “Sonra çıkalım.” Söylediklerini duymamış gibi yapmak akıl sağlığım için doğru bir hamleydi. Benimle evlensene ne ya! Düşüp bayılacaktım. Yemin ederim, biraz daha yanında kalırsam bu sefer kesinlikle düşüp bayılacaktım. Öküz, su katılmamış öküz!
Bir adım geri atıp elleriyle geçmem için bana yol açtı. “Yıka bakalım elini,” dedi çenesiyle ileriyi işaret ederek. Arsız sırıtışı hâlâ yüzündeydi. Benim aklımı karıştırmak hoşuna gidiyordu.
Ona bakmadan hızlıca yanından süzüldüm, bahçeden içeriye geçtim. Sürekli geldiğim bir yer olduğu için lavabonun yerini biliyordum. Adımlarımı oraya çevirdim ve boş lavabodan içeri girdim. Girer girmez aynanın karşısına dikildim. Gözlerimi yansımama çevirmeden önce ellerimi yıkayıp duvardaki peçetelerle kuruttum. Sonra yansımama bakıp gördüğüm şeyle ellerimi yanaklarıma götürdüm. Utançtan kızarmıştım. Kıpkırmızı olmuştum hem de. Sözlerinin ayarı yoktu. Biraz bile düşünmeden böyle konuşuyor, benim aklımla oynuyordu. Ellerimi bu sefer yüzümün etrafında silkeler gibi salladım. Sakinleşmeye çalıştım. Bir elim kalbimin üzerine gitti. Kafesten kaçmaya çalışan bir kuş misali çırpınıyordu. Emre’nin bana olan hareketlerinin hoşuma gitmediğini söyleyemezdim ama bu kadarı bana bile fazlaydı.
Biraz daha rahat hissettiğimde geri dönmeye karar verdim, oyalanmaya devam edersem toplantıya geç kalacaktım. Kapıyı açıp önce lavabodan çıktım, sonra bahçeye geçtim. Adımlarımı oturduğumuz masaya çevirince onu orada göremedim. Gözlerim onu aramak ister gibi kısıldı. Hesabı ödemek için içeri girdi desem, oradan gelmiştim ve onu görmemiştim. Masanın üstünde eşyalarım da yoktu. Her şey toplanmıştı. Sağa sola baktım, görünürde yoktu. Giderek endişelenmeye başlıyordum. Nereye kayboldu bu şimdi? Telefonum çantamdaydı, çantam bende olmadığı için onu arayamazdım.
Masaları toplayan garsonlardan birini durdurup bizim masayı gösterdim ve “Az önce benimle burada oturan beyefendinin nereye gittiğini gördünüz mü acaba?” diye sordum.
Başını olumsuz anlamda salladı. “Hayır maalesef, en son hesabı ödüyordu.”
Oflayarak nefesimi bıraktım. “Peki, sağ olun,” dedim, ardından yanından ayrılıp mekânın bahçesinden çıktım. Bir anda kaybolmasından hoşlanmıyordum. Beni zaten bir kere bırakıp gitmişti, şimdi yine nereye kaybolmuştu? Sinirlerim bozulduğu için gözlerim dolmaya başladı. Onu arayıp sövememek sinirlerimi daha fazla bozuyordu. Beni niye yine bırakıp gitmişti?
Çenem titremeye başladı. Ağlamamak için üst dudağım dişledim. Başımı biraz yukarı kaldırıp parmağımı burnuma sürttüm ama onu göremediğim her saniye içimde bir yerler acıyordu ve bu acının tarifini dört yıldır yapamıyordum.
Sinirlerim bozulmuş bir şekilde yürümeye başladım. Ofise gidip bir telefon bulmalı ve onu aramalıydım. Başına bir iş gelme düşüncesinde zihnimde peydâh olduğunda bu sefer korkmaya başladım. Hayır, başına ne gelmiş olabilirdi ki? Kafenin içindeydik, acil işi çıktı desem bari haber verseydi. Onu gördüğüm ilk an bu sefer yumruğumu suratına indirecektim.
Gözlerim dolu dolu kaldırımda yürümeye devam ediyordum ki birden “Naz!” diye bir ses duydum. Adımlarım durdu ve hızlıca arkamı döndüm. Oradaydı, bana doğru koşar adım geliyordu. Önce iyi olduğunu gördüğüm için rahatlamış bir şekilde nefesimi bıraktım. Omuzlarım gevşemişti. Sonra bana yine gidişiyle ilgili yaşadığım travmalarımı hatırlattığı için kaşlarımı çattım ve önümde durduğu gibi bir şey demesine fırsat bile vermeden yumruğumu suratına indirdim.
Benden böyle bir hareket beklemediği için gerilemiş ve boynunu bükmüştü. Yumruğumun etkisiyle çantamı tuttuğu elini burnuna götürüp, “Ah!” diyerek acıyla inledi. Şaşkın bakışları beni buldu, gözlerini birkaç kez kırparken “Bu neydi şimdi?” diyerek sordu.
“Geri zekâlı!” diye bağırdım. Ellerim öfkeyle havalandı. “Düşüncesiz bir geri zekâlısın!”
Birkaç saniye eli burnunda yüzümü inceledi. Neden kızdığımı anlamaya çalışıyordu. Yavaş yavaş bir şeyler dank etmeye başlayınca “Ben mesaj atmıştım,” dedi beni sakinleştirmek ister gibi.
Dudaklarımdan histerik bir gülümseme kaçtı. “Çantamı da alıp gittiğine göre ben o mesajı nasıl görecektim bay süper zeka!” Sinirle çantamı ondan aldım.
“Telefonunu cebine koymuştun en son.”
Öyle bir şey hatırlamıyordum. Ona ispat etmek istercesine elimi ceketimin cebine götürdüm, bunu yapmamla soğuk metale dokunmam bir oldu. Gerçekten oradaymış. Genelde çantama koyduğum için cebime attığımı fark etmemiştim. İnternetim kapalı olduğu için de bildirim sesi gelmemişti.
Gözlerim şaşkınlıkla açılırken elimi cebimden çıkardım. Öfkeyle kasılan çenem gevşemeye başladı. Ona bakmamaya çalışıyordum. Suratına yumruk atmıştım ve kızardığına emindim. Çünkü benim elim bayağı bir acıyordu. Benden bir daha cevap alamayınca dediğinin doğru olduğunu fark etti ama bu konu hakkında tek bir iğneleme bile yapmadan yanıma yaklaştı ve çenemi tutarak kaldırdı.
Gözlerimiz buluştuğunda “Çok mu korkuttum seni?” dedi üzgünce. Dudaklarım büzülürken gözlerim doldu. Onu başımla onayladım. “Yine gittin sandım. Bir anda kaybolmalarından hiç hoşlanmıyorum.”
Parmakları çene hizamdan yanaklarıma kadar süzüldü. “Gitmem,” dedi yüzüme doğru fısıldarken. “Hiç gitmem. Senden asla gitmem. Hemen gelecektim ama kasada tuttular.”
Yanağımı avucuna yaslar şekilde yatırdım. “Nereye gittin ki?” Merak ediyordum, önemli olan neydi de bir anda kaybolmuştu?
Eliyle bir kez daha yanağımı okşadıktan sonra çekti ve aramıza bir adımlık mesafe açtı. Ardından diğer elini arkasından çıkardı. Gördüklerimle şaşkınlık tüm vücuduma tatlı bir ürperti gibi yayıldı. Koca bir pembe şakayık demeti vardı. Ona o kadar sinirlenmiştim ki gözüm dönmüş ve hiç fark etmemiştim. Yapmak istediğim tek şey o an için ona vurmaktı ve vurmuştum. Şu an ise ne yapmam gerektiğini bilmiyordum, çok utanmıştım.
Bana çiçek almak için gitmişti.
“Bunları almaya gittim,” dedi içten bir gülümsemeyle. “En sevdiğin çiçekler.”
Dudaklarım tekrar ağlama moduna geçmiş gibi büzülmüştü ama iki yanı bu sefer sarkmıyordu, yukarı doğru kıvrılmıştı. Bu sefer mutluluktan ağlayacaktım galiba. Elindeki çiçeği aldım; ilk yaptığım şey koklamak, sonra da gözlerine bakarak en içten halimle “Teşekkür ederim,” demek olmuştu. “Nereden çıktı ki şimdi, bir şey mi oldu? Özel gün falan da değil.”
İki eliyle yanaklarımı avuçladı. “Varlığın zaten özelken özel bir güne ihtiyacımız yok Naz.” Burnumun ucuna dokundu. “İçimden geldi.”
Beni fazla fazla şımartıyordu ve ben buna alışırdım. Sözleri kalbimin o ile kaplı en güzel köşesinde bir duvar sözü gibi yazılırken gözlerimi aşkla birkaç kez kırpıştırdım ve parmak uçlarımda yükselerek onu şaşırtacak bir hamle yaptım.
Yanağına minik bir öpücük bıraktım.
Hareketimle kaskatı kesilirken dudaklarımı yanaklarından çektim ve tekrardan “Teşekkür ederim,” diyerek tatlı tatlı gülümsedim. “Ama ben artık gidiyorum, geç kalacağım yoksa.” Bir şey diyemedi. Kesinlikle transa girmişti. Bu hali beni keyiflendirmişti. Hep ben mi böyle olacaktım, biraz da o aklını kaçırsın. Ben onun gibi tak diye dudaklarına yapışmadım, daha insaflı davrandım. Gerçi onun bunu daha çok isteyeceğine emindim de, neyse. Konumuz şu an bu değildi. Onu o şekilde hemen öpmeyecektim.
Kendine geldiğinde “Ne dedin?” dedi kafasını sallayarak. Şapşal ya.
Kahkaha attım. “Görüşürüz dedim, geç kalacağım ben.”
“Görüşür müyüz, görüşelim tabii. Hatta çok görüşelim. Kaçta görüşelim. Kaç gibi çıkarsın sen?”
Tekrar kahkaha attım. Gözüme fazla tatlı gelmişti. Hep böyle olacaksa onu sürekli öperdim. “Yazarım sana,” dedim ve arkamı dönerek ofise doğru ilerlemeye başladım. Cadde boyunca sürekli arkamı dönüp ona baktım. Bir eli yanağında olacak şekilde aynı yerde dikiliyordu.
Beni sevmek ona çok yakışıyordu.
***
Elimde çiçeklerle ofise girdiğim andan beri herkes bana bakmıştı. Arkadaşlarımın çoğu “Ooo…” nidaları atarken beni sevmeyenlerin de kıskanç bakışlarına maruz kalmıştım ama umurumda mıydı, asla. Oldukça mutluydum ve bu mutluluğumun uzun bir süre beni terk etmemesini diliyordum.
Çiçeğimi masamın en güzel köşesine koyduktan sonra toplantıya katıldım. Toplantı oldukça yoğundu; yeni projeleri konuşmuş, devam eden işler üzerinde de süreci değerlendirmiştik. Geçen hafta çalıştığımız otel ise önümüzdeki kış sezonu açılış sağlayacaktı. Otel yatırımcısı tarafından açılışa özel bir gece düzenleneceği bahsi geçmişti. O günü dört gözle bekliyordum, kesinlikle gidecektim. Bunlar dışında sonunda benim heyecanla beklediğim konu üzerine gelmiştik.
Benim dışımda seçilen diğer iki kişi Seçkin ve Beril’di. İkisi de gerçekten iyi çalışıyordu, lakin sadece üçümüzden biri seçilecekti. Bunun için de sıkı çalışmam gerekiyordu. Patronumun söylediğine göre Paris’te yeni açılacak bir mağazanın iç mekanı yenilenecekti ve Karaaslanlarla otel projesinde çalıştığımız için Paris’teki mağaza sahibi methimizi duymuştu.
Karaaslanlar oldukça seçkin ve büyük bir aileydi ve çok büyük işlere imza atmıştı. Ülke çapında tanındıkları kadar birçok ülkede de büyük işler yapmışlardı. Kendilerini bir dönem takip edip, haberlerini izlediğim için bu olaylara hakimdim. İstanbul’da yaşasaydım kesinlikle onlarla çalışmak isterdim. Keza Poyraz Karaaslan bir ara crushımdı. Adam manyak yakışıklı bir şeydi, tabii ki bugün şaşkına çevirdiğim şapşal herif benim için her zaman daha yakışıklı bir şey olacaktı, bir kere ona aşıktım ama Poyraz Bey'ciğime hafif bir hayranlık duyduğum dönem olduğunu inkâr edemezdim. Zaten en son evleneceği haberini duymuştum. Karısı güzel kadındı.
Karaaslanlarla çalışmak sayesinde edindiğim bu şanstan sonra mekân sahiplerinin de genç zihinlerle çalışmak istediğini özellikle belirtmesi benim için bir artı daha olmuştu. Bu sayede patronumuz Mehmet Bey bizi önermişti. Her birimizi azim, çalışkanlık ve başarımız konusunda tekrar tebrik ettikten sonra bizden bir mekân tasarlamamızı istedi. En iyi yapanı mekân sahipleri seçecek ve o kişi ile çalışacaktı. Sadece iki haftamız vardı ve ben şimdiden ecel terleri dökmeye başlamıştım.
Toplantı bittikten sonra ellerimle kendimi yelleyerek odadan çıktım ve masama doğru ilerledim. “Nazlı, alo!” diye sesleniyordu biri. Kendimi silkeleyip adımlarımı durdurdum, omzumun üzerinden bana seslenen kişiye baktım. Heyecandan aklım durmuş, sesleri bile işitemez olmuşum. Bensu koştururcasına yanıma geldi. “Sana sesleniyorum iki saattir, sağır mı oldun aşko?” dedi kollarıma girerek.
“Heyecandan bayılmadığıma şükret!” dedim ona bakıp, sesime de heyecanımı katarak.
Güldü. “Bir zahmet, heyecanlan canım da… Sen dün ölüm uykusuna mı yattın kızım? Mesajıma niye dönmüyorsun?”
Kaşlarım çatıldı. “Mesaj mı?” dedim, masamın yanına gelince sandalyeme oturup internetimi açtım. Sadece Emre’nin mesajının bildirimi düştü önüme. İnterneti yolda kapatmıştım, evdeyken de telefona bakmaya zamanım olmamıştı. “Valla görmemişim, dün başıma neler geldiğini bilsen bana hak verirdin.”
Heyecanı kendini belli ederken hızlıca yanıma bir sandalye çekti. “Hemen anlatıyorsun,” dedi gözlerini üzerime dikerken. Sonra masama baktı ve çiçeklerimi gördü. Tekrar bana dönünce merakla kafasını salladı. Daha yeni görüyordu. “Bunlar nereden çıktı?”
Dişlerimi gösterecek kadar büyük bir gülümseme vardı yüzümde. “Emre aldı.”
“Ne!” dedi şaşırarak. “Ne ara, ne zaman, buraya mı geldi? Dün de olanlar dahil biri beni çağırmadan hemen her şeyi anlat!”
Çiçeklerimi kendime çekip kokladıktan ve gülümsedikten sonra Bensu’ya döndüm ve dünden beri başıma gelen her şeyi tek tek anlattım. Emre’yle olan dansıma çığlık atacaktı ki çenesini kapatıp zor susturdum. Melih olayını anlatınca o beyinsize bir dizi sövdü. Birinin onu dövmesine izin vermediğim için de bana kızdı. Eğer eline geçerse onu bir yere dava edeceğinden falan bahsedip daha da sinirlendi ama Emre’yle gece uyuyakalmamız kısmını anlattığımda öfkesi dinmiş tekrar çığlık atacak noktaya gelmişti. Abimlerin eve gelmesi, her an basılacak olmamız, sabah olanlar ve kahvaltımızla çiçek detaylarını da anlatınca derin bir nefes bıraktım ve “Böyle işte,” diyerek tekrar çiçeklerime baktım.
“Gerçekten benimle evlensene mi dedi?” Kahkaha attı. “Enişte Bey yürümeyi, koşmayı bıraktı, artık uçuyor. Çocuğa yumruk atman da ayrı bir mevzu, inanılmazsın gerçekten.”
Omuz silktim. “Bu korku ona bir ömür yeter, bir daha haberli habersiz benden uzaklaşırsa artık sessiz kalmayıp daha beterlerini yapacağımı görmüş oldu.”
Gözleri sözlerimi gerçekleştireceğimi eminmiş gibi gülerek kısılırken. “Alemsin aşko,” dedi, sırtını sandalyeye yasladı ve bu sefer bir soruya cevap aramak ister gibi bana baktı. “Şimdi ne yapacaksın peki? Nesiniz yani, sevgili falan mısınız?”
Başımı hızlıca iki yana salladım. “Hayır, değiliz tabii ki,” dedim. “Tamam, artık bazı şeylere tolerans gösteriyor olabilirim ama bir şeyler için hâlâ çok erken, en azından benim için. Neredeyse bir hafta önce öğrendim beni sevdiğini. Ondan önce onu sevmeyi bırakmak için çabalayıp duruyor ve tabii ki beceremiyordum…” Derin bir nefes alıp camdan dışarı baktım. “Babama olanlardan önce ona karşı daha duvarlı duruyordum ama kaybetme korkusunu tadınca ondan uzaklaşmaktan da korkmaya başladım, çünkü o dönem herkesi kaybedeceğimi düşünüyordum. Aramız kötü olsun istemedim ve daha ılımlı davrandım.”
Beni can kulağıyla dinlemeye devam eden Bensu’ya baktım. Sözlerimi bitirmeden araya girmeyecekti. “Uludağ’a bilgisayarımla ilk geldiğinde koşup çocuğa sarıldım, mesela şimdi yapamıyorum. Bu sefer aramıza sınırı bana olan hisler koydu. Biliyorum, çok saçma geliyor sana ama benim için kolay değil. Zaten bunu bana söylediğinde ağzına nasıl sıçtığımı biliyorsun.”
Hatırlamış gibi kafasını eğerken kahkaha attı. “Bilmez miyim? Neler söyledin çocuğa… Pişman mısın peki?”
Rahat bir şekilde başımı iki yana sallayıp “Yoo,” dedim. “Hiç de pişman değilim, yine olsa yine yaparım. Az buz şeyler yaşamadım ben. Travma bıraktı resmen bende. Ama yine de onu seviyorum.”2
Bensu masamın üzerindeki elimi tutup sıktı. “O da seni seviyor,” dedi tereddütsüz bir şekilde.
Onu başımla onayladım. “Seviyor. Bunu görebiliyorum. Aramızdaki problem güven. Ona güvenmeye başlarsam elini tutabilirim. Bunun için de önce aramızda zebellah gibi dikilen dört yıllık gitme sebebini öğrenmem gerek. Ama…” Sustum.
“Ama…” dedi devam etmemi ister gibi.
“Ama ben bu konuyu açmaya korkuyorum.”
Şaşırdı. Kaşları havalanırken. “O niye be?” diye sordu.
Çiçeklerime bakıp dudak büktüm. “Onunla kavga etmek istemiyorum ama konuyu açarsam ederiz, kendimi biliyorum. O etmezse bile ben ederim. O yüzden bir süre böyle hiçbir şey olmamış gibi takılmak istiyorum. En azından onunla çocukken yaptığımız gibi vakit geçirmek istiyorum.” Bensu’ya ağlamaklı bir şekilde baktım. “Onu çok özledim Bensu ya, eşek herif. Bu kadar özlememe sebep olduğu için bile ona sinirli olmam gerekiyor ama beni onu sadece sevebiliyorum.”
Bensu kolunu boynuma doladı. “Ya salak şey,” dedi gülerek saçlarımı okşadığında. Mızmızlanır gibi ağlar bir haldeyken çenemi onun omzuna yasladım. “Seni ilk kez böyle görüyorum, bu çocuk seni üzerse yemin ederim onu mahkemelerde süründürürüm.” Sözleri beni güldürdü. Kollarını benden ayırıp yaşlarımı sildi.
“Peki diyelim…” dedi birden. Ses tonu oldukça ciddiydi ve sanki hoşlanmayacağım bir şeyler söyleyecekmiş gibiydi. “Peki diyelim her şey yolunda gitti, senin güven problemi çözüldü falan filan. Her şey gayet yolunda. Sen bu projeyi alırsan ne yapacaksın o zaman? Sakın bana gitmem deme.” Parmağını yüzüme doğru uyarı dolu şekilde salladı. “Aşko bak, böyle bir şey dersen saçını başını yolarım. Sıkı çalışıyor ve kazanıyorsun. Sonra da o işi alıp beni gururlandırıyorsun.”
Kelimeler bir tır misali üstümden geçti. Böyle bir gerçek vardı ve ben bu konuya bir cevap bulamayacağımı bildiğim için kendime bile açmıyordum. Tabii ki gitmek istiyordum, bu en büyük hayalimdi ama o gelmişken gitmek nasıl bir his düşünmek bile istemiyordum. Altında kalırdım.
İçli bir nefes verdim ve “Bilmiyorum,” diyebildim. “Ama bu işi istediğim biliyorsun, o yüzden tabii ki elimden geleni yapacağım.”
Rahatlamış şekilde omzunu saldı. “Ha şöyle!” dedi ayağa kalkarak. Artık iş başına dönme vaktimiz gelmişti. Gitmeden önce son bir şey söyledi ve bu bana uzun bir süre kahkaha attırdı. “Aşk güzeldir ama hayaller daha güzeldir. Bir erkek ne kadar iyi olursa olsun, kimse uğruna hayallerini harcamayacaksın. Ne demişler; önce kariyer, sonra çıkarsa karşına lokum gibi erkekler!”
Bu söz tabii ki ona aitti.1
***
Yoğun geçen bir iş gününün daha sonuna gelmiştim. Oldukça yorulmuş, bir saat fazla mesai bile yapmıştım. Mesaiye kalacak kadar işimin uzayacağını tahmin edemediğim için Emre bir saatten fazladır buralarda beni bekliyordu. Daha sonra işimin uzadığını ve biraz daha geç gelmesine dair mesaj atmıştım ama o çoktan gelmişti. Geldiği için değil, çalışmaya devam ettiğim biraz söylense de daha sonra sorun olmadığını, bir yerde oturup beni bekleyeceğini yazmıştı ve ben de şimdi onun oturduğu kafeye doğru ilerliyordum.
İş çıkış saati olduğu için yollar oldukça kalabalıktı. Korna sesleri havada uçuşurken trafik lambalarını olduğu yerde dikilmiş, yeşil ışığın yanmasını bekliyordum. Saniyeler sonra yandı ve hızlı adımlarla kafeye doğru yürüdüm. İşimin uzayacağını bilmediğim için öğle yemeği yememiştim, onunla yemek istemiştim ve şu an biraz daha aç kalırsam birine patlayabilirdim. Açlık başıma çok pis vurmuştu.
Kafeye vardığımda içeriye geçtim ve etrafa göz gezdirerek nerede olduğuna baktım. Gözlerin anında onu bulmuştu. Nerede olursak olalım, benim gözüm onu hep bulurdu. Yüzümde gülümsemeyle oturduğu en köşedeki cam tarafına doğru ilerledim. Telefonla bir şeyler konuşuyordu. Bakışları bir anlığına benim olduğum tarafa döndüğünde göz göze geldik ve onun dudaklarındaki gülümseme güneş misali yüzünde parladı. Telefondaki her kimse bir şeyler söyledi ve kapattı, ardından ayaklandı. Masaya vardığım gibi bir şey dememe izin vermeden beni kendine çekti ve kollarını belime doladı.
“Özledim,” dedi beni kendine bastırırken.
Her ne kadar ben de özlesem de onunla uğraşmak hoşuma gittiği için “Daha sabah görüştük, abart,” dedim. Yine de başımı omzunun üzerine yaslayıp kollarımı beline sardım. Ona sarılmayı seviyordum; ona sarılmak ev gibiydi, evde olmak gibiydi. Gözlerimi kapattım, göğsü nefes alışverişlerinden yavaş bir şekilde inip kalkıyordu. Tanıdık kokusu burnuma ilişti; hafif odunsu, biraz da baharat kokan yıllardır vazgeçmediği parfümü vardı yine üzerinde. Yıllar önce benim ona aldığım bir kokuydu ve hâlâ aynı kokuyu kullanıyor olması, içimde bir yerde kelebeklerin daha da uçuşmasını sağladı.
Şaklarımın üzerine öpücük bırakırken “Seni her saniye görmek istiyorum,” diye mırıldandı, sesi buğulu bir tonla kaplıydı.
Her ne kadar ona ben de demek istesem de bunu yapmadım, öyle hemen ipleri eline vermek istiyordum. “Ben açım,” dedim ona sarılmaya devam ederken. Evet, sarılmaya devam ederken. İpleri hiç eline vermemiştim, aynen.
Gülüşü kulaklarımda bir kuş cıvıltısı gibi dans etti. “Doyuralım madem seni.”1
Kollarımı belinden ayırıp geri çekildim, yüzüne bakarken gülümsememi yüzümden silmedim. “Doyur madem beni.”1
Elime uzanıp tuttu. Beni kendiyle kasaya doğru sürükledi. Ben gelmeden bir şeyler içtiği için onun ödemesini yaptık ve birlikte dışarıya çıktık. Yakınlarda bildiğim güzel bir yer olduğunu ona söylediğimde birlikte oraya doğru yürüdük. Tabii ki elimi bırakmadı. Ben de sorun etmedim. Yürürken ben gelmeden önce kiminle konuştuğunu sordum, tabii ki merak ediyordum. Bu merakım onun hoşuna gitmiş, öküz gibi sırıtmıştı. Selim’le konuştuğunu da sırıtışı bitince söylemişti. Benim minik sürprizimi öğrenmişti.
Bugün Selim’in kız arkadaşı Ayça’ya mesaj atmıştım. Müsait olduğunda bana aramayla dönüş yapmış, bunca işimin arasında onun psikolog kliniğine vakit ayırabildiğim için çok teşekkür etmişti. Ardından bugün onun iş yerini görüp bir taslak ayarlamam konusunda sözleşmiştik. İş yoğunluğundan Emre’yle buluşmamızı kısa bir anlığına unuttuğumdan sözü verirken erken davranmıştım. Sonrasında Ayça’ya bugün Emre’yle dışarı çıkacağımı, isterse ve Selim de müsaitse onu da çağırmasını söylemiştim. Bu sayede biz iş konuşurken Emre tek kalmazdı, sonrasında da birlikte bir şeyler yapardık. Dört kişi olunca bir yerlerde oyun oynamak daha zevkli oluyordu.
Emre bu konuda herhangi bir sorun çıkarmadı, bana ayak uyduracağını söyledi. Selim’e katlanırız artık tarzında kendince espri yaptığında ona gülmüştüm. Başka zaman yine birlikte vakit geçirebilirdik. Bu düşünce zihnimden geçtiğinde kendimi ona nasıl rahat bıraktığımı fark edebiliyordum ama bugün de dediğim gibi, bir süre her şeyi akışına bırakacaktım. Hazır hissedip esas konuyu açana kadar onunla vakit geçirmek istiyordum. Zaten şu iki haftalık süreç benim için fazla yoğun olacaktı, gerginliğimin üzerine bir de başka konu eklemek istemiyordum.
Yemek için Emre’yi fast food satan bir yere getirdiğimde birkaç dakika içeri girmemiş, kapıda beni başka yere götürme konusunda ikna etmeye çalışıp durmuştu. Ama ben fast food yemek istiyordum, sağlıksızsa sağlıksızdı. Güzelse yerdim ve çok güzellerdi. İçeri girene kadar bana yiyecekti yağların bütün zararlarını anlatmış; ileride kalp, böbrek, karaciğer gibi bir sürü hastalığımın olabileceği konusunda beni korkutmaya çalışmıştı ama bende herhangi bir etki yapmış mıydı, elbette ki yapmamıştı. O fast food yenecekti ve yenecekti.
Derken beyefendi bana söylediği şeyleri sanki hiç söylememiş gibi iki tane dürümü gömmüştü. Aç hayvan. Ben de ondan farksız değildim, dürüm dışında birkaç şey daha yemiştim ama en azından ben zararlarını anlatıp başkalarını yemekten alıkoymuyordum. Bunu ona söylediğimde bana söylediği tek şey “Dediklerim yap, yaptıklarımı yapma,” demek olmuştu. Şaka gibi birisiydi.1
Yemeğimizi yedikten sonra mekândan çıkmış, arabaya doğru yürüyorduk. Emre’nin elleri yine ellerimin arasındaydı. “Sen bu yemeyle iyi kilo almıyorsun he,” diye takıldı bana omzunun üzerinden bakarken. Adımlarımı durdurup ona döndüm. “Döverim seni,” dedim kaşlarımı kaldırarak. Yemeğime laf edemezdi.
Eliyle burnunu işaret etti. “Onu yaptın zaten,” dedi sırıtarak, tekrar vurasım geldi. “Elin de amma ağırmış.”
Tuttuğu elimizi ayırdım. "Oh!" dedim. "Çok güzel yapmışım, elime de sağlık." Kaşlarımı çatıp başımı kaldırdım ve yüzüne baktım. "Hatta gel bir tur daha vurayım. Elim ağırmış ya, biraz daha tadına bak, nasılmış." Yüzümle onu işaret edip burnumu kırıştırdım. "Hem sen açsındır daha. Ben senden de çok yemişim ya hani, doymamışsındır sen." Kınarcasına başımı salladım. "Resmen bana obur dedin ya!"
Söylediklerime hayrete düşmüş gibi bakarken başını iki yana salladı. “Gerçekten inanılmazsın, ama hâlâ çok tatlısın.” Sırıttı. “Ne güzel sinirlendin öyle, biraz daha sinirlensene.”1
“Sen cidden bir tur daha dayak istiyorsun.” Ona bakmadan yürüme başladım. Bir adım arkamdan geliyordu, kahkahalarını duyabiliyordum.
Aramızdaki adımı kapattığında kulağıma yaklaştı ve fısıldadı. “Yok,” dedi. “Beni öp istiyorum, öpsen ya bir daha.”
Durdum. “Yok,” dedim bende, harfleri bastırarak. Arsız herif. “Sen dayak istiyorsun.”
Cıkladı. “Öp beni.”1
“Sen de fazla arsızsın oğlum. Elimizi verdik, kolumuzu istiyorsun şimdi.”
Son söylediğimle gözlerini kıstı ve ondan kurtardığım elime tekrar uzanıp tuttu. “Elini verdiysen artık benimdir,” dedi eğlenerek. Ben onu mu demiştim şimdi! Bu çocuk mecazdan hiç anlamıyordu. İşine geldiği yere çekiyordu. Ne kadar da kendime benzettiğimi bir bey. “Elime yapıştırmayı düşünüyorum, bir daha alamazsın.”
Histerik bir gülümseme kaçtı dudaklarımın arasından. “Manyaksın biliyorsun değil mi?”
“Yok," dedi cıklayarak. "Aşığım.”
“Deme şöyle!” Bakışlarımı ondan kaçırdım. Hâlâ alışmamıştım bunu demesine.
Utandığımı anlamıştı, hoşuna gitmiş gibi sırıttı. Tuttuğu elimle beni kendine çekti ve aramızdaki mesafeyi kapattı. Kaldırım kenarında duruyorduk. Yanımızdan insanlar geçse de o bunu umursuyor gibi değildi. Keyifli bir şekilde “Derim öyle,” dedi. Sesi bir rüzgâr kadar hafifti. Başını eğdi, kulaklarıma doğru yaklaştı. Teni saçlarıma sürtünüyordu. “Ben aşığım sana kızım, seviyorum seni.”
İçimi ürperten sözleri vardı, her seferinde duvarlarım yerle bir oluyordu. Ona kapılmadan duramıyordum. Tuttuğu elimi aşağı indirdi ve parmaklarını birbirine kenetledi. Omurgalarımdan aşağı büyük bir titreme hissettim. Diğer elini belime sardı. Şakaklarımın üzerine hafif bir buse bıraktıktan sonra yavaş yavaş geri çekildi. Böyle yaparak beni susturacağını düşünüyorsa çok doğru düşünüyordu. Bu yakınlığı benim uzun bir süre daha şaşkınlıktan konuşturmayacaktı. Bundan emindim.
Eğlenir bir şekilde burnumun ucunu sıktığında histerik bir şekilde titremiş ve kendime gelmiştim. Yüzümü buruşturduğumda bu hareketime gülerek tuttuğu eliyle beni sürüklemeye başladı. Arabaya gidene kadar konuşmadık, daha çok ben sustum. Konuşmayı resmen unutmuşum! Sahi nasıl konuşuluyordu?
Arabasının yanına geldiğimizde benim için kapıyı açtı. Ona bakmadan açtığı kapıdan içeri geçip oturdum ama o; kapıyı kapattığı ândan, aracın etrafından dolandığı ve yerine geçip oturduğu âna kadar bana baktı. Gözünü üzerimden ayırmıyordu. Saniyeler sonra araç çalıştı. Bakışları hâlâ üzerimdeydi. Ben inatla önüme bakıyordum.
Kucağımdaki çantamı torpidonun üstüne bıraktım. Onun aldığı ama benim olan çikolatalarımın hâlâ duruyor olduğundan emin olarak torpido gözünü açtım ve evet, oradaydılar. İçinden iki tane çıkarıp paketlerini açtım. Ben onları afiyetle yerken Emre radyodan bir şeyler açtı. Ayça’nın ofisinin konumunu ona atmıştım, bir yandan da oraya bakıyordu.
Arabanın içinde müzik sesi giderek yükseliyordu, bu da benim daha da gevşememi sağlıyordu. Çikolatalarımı yerken aynı zamanda müziğin ritmiyle sözlerini eşlik edip, dans ediyordum. “Beni terk ediliyormuş, ne kadar da üzüldüm…” Elimi göğsüme götürüp üzülmüş gibi suratımı astım. “Yakıyormuş gemileri birileri…” Gözümü devirdim. “Duyduğumda ne güldüm.” Elimle dudaklarımı kapattım. “Ha ha ha ha ha!” Elimi havada sallıyor, dansa devam ediyordum. Omzumun üzerinden Emre’ye baktım. Şarkıya kendimi kaptırmış olmam hoşuna gitmiş gibi başını gülerek iki yana salladı.
“Söyle ona Sebastian, ağzımı açtırmasın,” derken yüzümle Emre’yi işaret ettim. “Kalbini kırdırmasın akşam akşam…”
İçten bir kahkaha attı. “Kırmazsın kırmazsın,” dedi. Halimden oldukça memnundu. Onunla arabasını ilk bindiğimde konuşmak istememiş, bana bir şeyler söylemesin diye şarkı açmıştım. O zamanlar fazla somurtkan ve sinirliydim. Şimdi ise oturduğum yerde dans ediyor, onunla kahkahalar eşliğinde gülüyordum. Nereden nereye gelmiştik. İnanılır gibi değildi. Onunla bir daha hiç konuşmam gibi geliyordu.
Şarkılar bittikçe bir yenisi geliyordu. Her birinde dans ediyor, hatta telefonda şarkıya eşlik edip videolar çekiyordum. Emre’yle birkaç tane fotoğraf bile çekmiştim. Onlardan birini onu etiketleyerek Instagram’da paylaştım. Yeni şarkıya eşlik etmeye devam ediyordum. Emre'nin gülen bakışları benle yol arasındaydı. “Nasip olsun en güzel aşktan bize,” dendiği yerde fısıltıyla “amin” dediğini duyduğuma yemin edebilirdim.
Nakarata gelince tekrar bağırdım. “Şeytan diyor ki yanaş şuna,” dediğimde Emre’ye baktım. O zaten bana bakıyordu. “Adını anma, sataş şuna…” Önüme döndüm. Ellerimi sallıyordum. “Deli kader seni karşıma, çıkaracak mı bilen yok,”
Nakarat tekrar ettiğinde daha da bağırdım. Emre en sonunda dayanamayıp “Dinle kızım şu şeytanı, yanaş bana,” dediğinde şarkıyı söylemeyi bırakmış, kahkaha atmaya başlamıştım. Salak ya…
Ona döndüm. Ellerimi teslim olurcasına havaya kaldırdım. “Valla çarpılırım.” Fazla eğleniyordum. “Günah oğlum, günah!”
Omuz silktim. “Bir şey olmaz.” Ellerimi kaldırıp ümitsizce salladım. Bitmek üzere olan şarkıyı söylemeye devam ettim. “Can üzülür buna taş değil…” Başımı ümitsizce salladım. “çekilecek gibi aşk değil.”
Emre ona baktığım için kaşlarını çattı. "Son söylediğin sözleri söylerken bana bakmaz mısın?” dedi. Önüne döndüğünde kaşları çatıktı, direksiyon parmakları arasında dönerken söylediğini fark etmiş gibi gözlerini büyüterek bakışlarını tekrar bana çevirdi. “Vazgeçtim, sen hep bana bak.”
Tekrar kahkaha attım. Başımı koltuğa yaslarken ondan yana döndüm. “Gerçek bir ikizler burcusun,” dedim. Gerçekten de ikizler burcuydu. “Bir karar ver.”
Kırmızı ışıkta durduğumuzda bana baktı. “Aklımı çok pis alıyorsun.”
Bu sefer sırıtan bendim. “Hoşuma gider.”
“Sen ise Naz,” dedi gözlerimin derinliklerini arar gibi bakarken. Harelerindeki parıltı kendi belli edecek kadar ışıl ışıldı. “Zaten benim hoşuma gidiyorsun.”
Sözleri derindendi. Usulca bana yaklaştı ve kalbime kondu. Yine gözlerini kaçıran ben oldum. Sarı ışık yandığında aracın motor sesi arttı, Emre’nin gülüşüne karıştı. Şarkı değişmişti. Bu sefer şarkıya eşlik eden Emre’ydi. Ben ona bakmasam da onun şarkıya eşlik ettiği anlarda bakışlarının üzerimde olduğunu hissediyordum.
“A benim avanak, arızalı arsız gönlüm…”1
****
Bu bölüm fazla tatlıydılar maalesef. Yerim sizi. Çok yerim, en çok ben yerim. Bölümü yazarken gülümsemekten ağzım yırtılacaktı en sonunda ksdgjdlkgjfdlhkf
Nazlı bu bölüm biraz daha fazla yumuşadı; çünkü haklı olmak değil, mutlu olmak istiyor. Bölüm boyunca da oldukça mutluydu. Daim olsun annem de inşallah bir yerden patlak vermezsiniz lkdsjgslgdfh
Emre sırf Nazlı yanağından öptü diye kendinden geçti, beklemiyordu. Yalan yok, ben de beklemiyordum.
Nazlı Emre'nin suratına yumruk attığında yazmayı bırakıp aralıksız beş dakika güldüm, hazırlıksız yakalanmıştım kgslkgslhf seni döverim çocuk diye diye en sonunda dövdü çocuğu...3
Diğer kitabımı okuyan varsa aranızda minik bir nüans geçtim, severim böyle küçük denk gelmeleri. Sanki kafamın içinde hepsi bir yerde birleşiyor gibiydiler. Poyrazda Açan Çiçek 8. Bölümde Poyraz'ın Bursa'daki bir otele yatırımcı olmasından söz etmiştim. Zamansal olarak Çıkmaz Sokak 2025'te, Poyrazda Açan Çiçek ise 2024'te. O kitapta aynı zamanda benden başka kitap okumak isteyeniniz olursa ileride okuyacağı beş yıl önce yazmaya başladığım başka bir kitabımın ana karakteri Buse'den söz etmiştim. Üniversite, gençlik, dram, aşk... Bu kitabı seven, onu da sever gibi.
Neyse efenimler... Umarım sevmişsinizdir bölümü. Sevdiyseniz yorum beklerim. En azından emeğimin karşılığını görmek isterim. Şu dönemde yazmaya çok zor zaman buluyorum, en azından siz de mink bir destek olabilirsiniz <3
19. Bölümde görüşmek üzere.1
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
12.86k Okunma |
1.11k Oy |
0 Takip |
26 Bölümlü Kitap |