
Selam selam selammm...
Oldukça uzun bir bölümle geldim. Her bölüm birilerini tanıyoruz. Bakalım bu bölüm bizi neler bekliyor.
Umarım seversiniz. Yorumlarını bekliyorum.
Keyifli okumalar...

10. BÖLÜM
YALNIZLIĞA KAPANAN KAPILAR
Dostoyevski Suç ve Ceza'sında "herkesin gidebileceği bir yeri olmalı," diyordu. "çünkü öyle bir an olur ki insanın mutlaka bir yere gitmesi gerekir." Okuduğum baskıda sayfa yirmi üçte geçen bir satırdı ve o cümlelere saatlerce baktığımı hatırlıyordum. Sonra yeni başlamış olmama rağmen kitaba devam edememiş, biraz hava almak istemiştim. Kelimeler etrafımı abluka altına aldıkça kaldığım yetimhanenin duvarları üstüme üstüme geliyordu. O yüzden soğuk bir kış günü olduğunu umursamadan üzerime montumu alarak, yatağımdan kalkıp rotamı dışarıya çevirdim. Hava aydınlıktı, gündüz olduğu için dışarı çıkmak sorun olmuyordu.
Sokaklarda etrafı izleyerek geziyordum. Bir kitapçı görünce adımlarımı durdum. Yüzümdeki tebessümle yanına yaklaştım. Severdim kitapları ve isterdim içinde olup mutlu sonlu biten kitapların başrolü olmayı. Mutsuzluğu hüküm yediğim hayatımda mutlu masallara kucak açmak beni gülümseten yegane şeylerden biriydi. Ama bilirdim, her hikâyenin sonu sonsuza dek mutlu yaşadılar şeklinde bitmezdi. Bazıları kalp kırardı, bazıları ölüme kucak açardı, bazılarının devamı olmazdı ve sen getir o devamı isterdi. Bazılarıysa yalnızlık kokardı. Benim payıma düşen de her daim yalnızlığın kelepçesini çıkarmak olurdu, kendime takmam için. Ben her açtığım yeni kitabın sonunu yalnız bitirenlerdendim. Gidecek tek bir yerim bile olmazdı.
Meraklı ve heyecanlı bakışlarım camları Yeşilçam filmlerinin posterleriyle kaplı olan dükkanın her köşesinde geziniyordu. Burası bir sahaftı. Dış kısmında kırmızı tentenin altına rastgele dizilmiş kenarları sararmış ikinci el kitaplar bulunurken kitapların üzerinde de duvarları süslemek için satın alınmayı bekleyen birkaç tablo asılmıştı. Her tablonun üzerinde de farklı farklı yazarlara ait resim ve sözler yer alıyordu. Gözüme ilk o tablo ilişti. Benim gidecek yerimin olmadığını yüzüme vurmak istercesine hatırlatan sözlerin yazılı olduğu sinir bozucu o tablo. Çünkü öyle anlar olur ki insanın mutlaka gitmesi gerekir. Gidecek yeri olmayanların gitmeye de hakkı yoktu. Her gün yeni bir şey öğrenirdim. Bugün öğrendiğim ilk şey bu oldu.
Tablonun solmuş tahta kenarlarına dokunurken yüzümün düştüğünün farkında bile değildim. Ben her şeye ve herkese rağmen içimdeki heyecanı öldürmeyen, hep mutlu olmak için çabalayan ve tırnaklarını kazıya kazıya bir şeyleri başarmak için uğraşan o gençlerden biriydim. Ama gidecek yerimin, sarılacak kimsemin olmadığını sıkı sıkı tuttuğu cam parçasıyla kalbimi baştan aşağı deşerek bana hatırlatan kelimeler, her seferinde dudaklarıma yerleştirdiğim gülümsemeyi de benden çalardı. Sonra kalbimden akan kana boyardı.
Yaş on altı. Gidecek yerimin olmadığını tekrar öğrendiğim yaştaydım.
Yaş on altı, anneannemi de toprağa gömüp yetimhaneye yerleştiğim ikinci yılımdayım.
Hep derim, yine diyeceğim; altıların altı, fazla yaralı.
Parmaklarımın ucuyla daha birkaç saat önce Dostoyevski'den okuduğum, beni dışarıda hava almaya itecek kadar yalnız hissettiren sözlerinin yazıldığı tabloya dokundum. İçimde bir fırtına koptu. Gidecek bir yerim yok. Bir ben varım, bir de kalbime gömülen mezarlar. Anneannemi özlediğimi hissettim o an. Bugün ocak ayındaki cuma günlerinin son cumasıydı ve ben karne almıştım. Ara dönemin birincisi olmuştum. Her karne aldığımda anneanneme koşardım ve şimdi hayatımda karnemi gösterecek bir anneannem de yoktu.
Gidecek yerim yoktu. Herkesin gidecek bir yeri olmalıydı ama benim yoktu. Bugün annemin doğum günüydü. Günlerden 27 Ocak'tı. Ama annem de yoktu. Ne anneme gidebilirdim, ne babama, ne de anneanneme. Karnemi gösterecek kimsem kalmamıştı. Anne karne aldım. Doğum günü hediyen. Hep başarılı olmamı isterdin. Oldum anne, çok başarılı oldum ve sen de gelip beni takdir etmelisin. Ama gelemezsin değil mi anne? Çünkü ölüm tek yönlü bilet demek, gidiş demek. Altı yaşımda öğrendim. Sen öğrettin. Sen bana çok şey öğrettin. En son da bunu öğrettin ve gittin. Niye gittin anne?
Kirpiklerim ıslanan kadar gözlerimin dolduğunu farkına varmamıştım. Dükkanın vitrin camına baktım. Tam yansımam olmasa da posterler arasından kendimi görebiliyordum. Bakır saçlarım omzumdaydı. Gülümsedim ve dedim ki o yansımaya, bir şeyin mi var Elvin?
Güldü ve cevap verdi:
Hiçbir şeyim yok.
Hiçbir şeyim yoktu. Yalnızlığı giyindim.
Dükkânın içine girmekten vazgeçtim. Normalde eski kitap kokularının buram buram içime sindiği rafların arasında dolaşmadan çıkmazdım hiçbir kitapçıdan, ama şimdi içimden gelmiyordu. Kalp kırıcı tablo bugün beni üzmüştü ve Elvin üzülünce üzüntüyü yaşamadan mutlu olamıyordu. Dibine kadar üzüldükten sonra üzülecek bir şey kalmayınca mecburen mutluluğa tutunmak kendime öğrettiğim ilk şey olmuştu.
Düş Elvin. Düşmüşken tekrar düşemezsin, çünkü yerdesin. Düşersen kalkarsın da. Tekrar düşebilmek için kalkman gerekiyor.
Ağla Elvin. Hiçbir zaman kesintisiz ağlamazsın. Çünkü sesin bir süre sonra yorulup kısılır. Gözün fazla akarsa kurur. Yaş kalmaz. Yaş kalmayınca artık yapman gereken tek şey gülmek olur.
Kırıl Elvin. Seni bir kere kıran bir daha kıramaz. Çünkü hayatından çıkar. Sen insanlara ikinci bir şans vermemeyi öğrendin. Kırıl çünkü kırılırsan büyürsün.
Sinirlen Elvin. İçinde tutma. Tutarsan biriktirirsin. Biriken her şey bir gün kabına sığamayıp taşar. Taşmasına izin verme ve sonuna kadar sinirini yaşa. Sinirlenecek bir şey kalmadığında elinde kalan şey sakinleşmek olacak.
Ve mutsuz ol Elvin. Mutsuzluk bitmez, belki her gün mutsuz olacaksın ama bazen mutluluk sana elini uzatacak. Sadece gözünü dört açmalısın. Her duyguyu yaşamalısın. Hiçbir duyguyu gizlememelisin. Gizlemek seni yaralar. Zaten yeteri kadar yaralanmadın mı?
Aşk peki?.. Eh, o duygu gelirse onu da o zaman yorumlamalısın. Annen babana çok güzel aşıktı. Baban da annene. Güzel şey olsa gerek. Güzel olmasaydı bu kadar şiir yazılmaz, kitaplar çıkarılmazdı. Şarkılar söylenmezdi. Ama umarım bir gün canımı yakmazdı.
Düşüncelerimden uzaklaşıp kitapçının önünden ayrıldım. Yollar bilindikti. Her gün geçerdim. Her sabah bu yokuştan çıkıp yokuş sonunun biraz ilerisinde sağ tarafta kalan liseme giderdim. Yokuşu çıktıktan sonra rotamı sola çevirdim. Sahile gitmek istiyordum. Hava soğuktu ve kimse olmazdı. Kimse olmazsa yalnızlığım kayalıklara daha rahat sığardı.
Her zaman oturduğum kayalığa oturdum. Ellerim montumun cebindeydi. Hava altı derece ya vardı ya yoktu. Gök kara bulutlarla çevriliydi. Her an yağmur ha yağdı ha yağacak gibiydi. İçime kadar ürperdiğimi hissediyordum ama bunu umursamadım. Soğuk havalardan şikayetçi olanlardan değildim. Yüzüme çarptıkça varlığımı hatırlıyordum.
Deniz soğuğa rağmen fazla hoyrat esmiyordu. Yeşillerim dingin şekilde dalgalanan mavilere daldı. Mavi sakinleştirirdi. İzledikçe düşündüm, düşündükçe kayboldum ama yine de bir köşeye sindim, çünkü mavi limandı. Üzülsem de bir şekilde beni yatıştırırdı.
Cebimdeki karnemi çıkardım. Gösterecek kimsem olmayınca bu kağıt parçasının da bir önemi olmuyordu. Anneannem şimdi yanımda olsaydı kesin benimle gurur duyardı. "Cennet kokulum, kuzumun kuzusu sen benim en büyük gurur kaynağımsın. Hep en iyisini yapacak, en güzel yerlere geleceksin. Ellere muhtaç olmayacaksın," der, sonrasında yanaklarımı sulu sulu öperdi. Ama artık diyemezdi. Çünkü o da yoktu. Annem ve babam ise nasıl tepki verirlerdi bilmiyordum. Onlar benim karne aldığımı hiçbir zaman görememişlerdi. Hiçbir zaman da göremeyeceklerdi.
Rüzgâr sinsi adımlarla sokak aralarında esmeye başlamıştı. Bunun uçuşan kısa saçlarımdan fark edebiliyordum. Yanağımı okşadığı sırada "Hey!" dedi birden bir ses. İrkilmiştim. Ellerimi cebimden çıkarıp omuzlarımın üzerinden arkamı döndüm.
Karşımda otuzlarının başında görünen oldukça zarif bir kadın dikiliyordu. Sarı saçları tepeden topluydu. İş kadını gibi bir havası vardı. Bana mı seslendiğini anlamak için sağıma soluma baktım ama civarda benden ve kadının arkasında, biraz ileride siyah bir arabanın önünde dikilen ve buradan bile şoför olduğu belli olan siyah takım elbise içindeki adam dışında kimse yoktu. Kadın griye kaçan gözlerini kısmış bir şekilde bana dikmişti. "İntihar etmek için doğru yer değil, fazla göz önündesin," dediğinde kaşlarım belli belirsiz çatıldı.
"Size intihar edeceğimi düşündüren şey tam olarak ne?" dedim alayla, ki göz önünde olduğumu sanmıyordum. Sahil bomboştu. "Burada olmam mı?"
Önüne düşen beyaz örgü atkısını düzeltti. Yüzünde tuhaf bir tebessüm vardı. "Yaşamak istemek için fazla yanlış bir yer." dedi dalgın bir sesle. Rüzgâr giderek şiddetleniyordu. Sanki onu daha fazla hissetmek istermiş gibi kafasını kaldırdı ve birkaç saniyeliğine gözlerini kapadı. Tekrar açtığında gülümsemesi daha da büyüdü, bakışlarıysa beni buldu. "Poyraz giderek bastırıyor."
"Yaşamak isteyen," dedim oldukça emin bir sesle. "bataklıkta da yaşayabilir. Tıpkı nilüfer gibi. Ve ben, bataklıkta bile olsa çiçek açmak için çabalayan o nilüferim. Poyrazda bile açarım." Dudaklarım istemsizce kıvrıldı. Annem nilüferleri severdi.
"Ölmeyi düşlemek, isteyeceğim son şey bile olamaz." Altı yaşımdan beri yaşadığım her acıya karşı en büyük savaşım yaşamak olmuştu. Ölüm bana yakışmazdı. "Bunun için kendimden çok fazla nefret ettiğim bir anda olmam gerek. Ve siz... Kendinize göre peşin yargıya varmamalısınız. Bu doğru bir davranış değil." Her kelimemi pür dikkat dinledi. Sözlerim onu güldürmüştü. Benden büyük olması umurumda değildi. Bazen büyükler de küçüklerinden ders alabilirdi.
Yeri delen topuklu botlarıyla temkinli adımlar atarak yanımdaki kayalıklara yaklaştı ve onda oldukça absürt görünecek şekilde yanıma, hemen soğuk taşın üstüne oturdu. Oysa az önce buranın yaşamak için yanlış bir yer olduğunu söylüyordu.
"Çok akıllı bir kızsın," dedi, siyah deri eldiven geçirdiği elleri rüzgârda salınan atkısının üzerinde geziniyordu. Gözleri tebessümüyle kısılmıştı. Burnunun ucu soğuktan dolayı biraz kızarmıştı ama bunu umursuyor gibi görünmüyordu. Başını hafifçe omzuna yasladı. Gözlerini benden çekmiyordu. Niye burada dikildiğini merak ediyordum. Gerçekten intihar edeceğimi mi düşünüyordu? Yine de ona bunu sormadım. Kolay kolay tanımadığım insanlarla konuşan biri değildim. Az önce gereğinden fazlasını yaptığımı düşünüyordum ve anneannem yaşasaydı bana bu konuda çok kızardı. Yabancılarla konuşmamak konusunda beni sürekli tembihlerdi.
Bir elini bana uzattı. "Gamze ben," dedi oldukça samimi bir şekilde. Elini havada bıraktım. Onunla tanışmak istemiyordum çünkü bana iyi bir enerji vermiyordu. Yanından uzaklaşmak istedim. Ayağa kalkmadan önce elimdeki karneyi iki yana katladığımda bir anda karnemi çekip aldı.
"Ne yaptığınızı sanıyorsunuz?!" Bağırmıştım. Emrivaki hareketlerden hoşlanmazdım. Kadın ise bunu umursamamış, aksine ilgili bir şekilde karnemi incelemeye başlamıştı.
Kağıda yukarıdan aşağı tamamen göz gezdirdi. Gördüklerinden memnun kalmış gibi "Vay," dedi, bir süre sonra dudaklarını da büzüp kafasını sallarken. "Çok iyiymiş. Tek bir düşük notun bile yok." Bakışlarını karnemden çekip bana çevirdi. "Adın da güzelmiş. Elvin." Kaşları merakla havalandı. Oldukça ilgili duruyordu. "Anlamı ne demek?"
Ona cevap vermedim. Hızlıca karnemi elinden çekip aldım, zorluk çıkarmamıştı. "Sizi ilgilendirmez. Ve beni yalnız bırakırsanız sevinirim."
"Niye buradasın Elvin?"
Kaşlarımı daha da çattım. "Bunun da sizi ilgilendirdiğini düşünmüyorum."
"Asi bir kızsın," dedi gülerek. Güldüğünde benimki gibi gözleri kısılıyordu. "Tıpkı gençliğime benziyorsun."
Karnemi katlayıp montumun cebine attım. "Buna sevinmem mi gerekiyor?" dedim çıkarabildiğim en ilgisiz sesle.
Ani kahkahası denizin dalgalanmasıyla büyüdü. Ses tonu yumuşaktı. Gülüşü bile zarif duruyordu. "Aslında seni tanıyorum," dedi birden. Gülüşü kesildi. Oldukça hızlı bir şekilde ona döndüm. Sözleri bende buradan kaçma isteği uyandırmıştı.
"Ne demek istiyorsunuz? Sizi hiç görmedim."
Eli omzumun üzerine gittiğinde kendimi hızlıca geri çektim. "Yetimhanede gördüm, dün sabah," dedi havada kalan elini kendine çekerken. "Bir köşeye çekilmiş kitap okuyordun."
Yetimhaneye sürekli birileri gelirdi. Ya birilerini bırakmak için ya da birilerini almak için. Orada geçirdiğim iki yıl boyunca çok fazla insanın gelip gittiğine şahit oldum. Çok fazla hikâye bitti ve çok fazla hikâye yeniden başladı. "Gördüyseniz gördünüz," dedim en ters halimle. "Bunun için yanıma niye geliyorsunuz?"
"Ben seni evlat edinmek istiyorum, Elvin," dedi birden. Sözleri kalbime yük oldu. "Aslında şimdi yetimhaneye, senin yanına gelecektim. Tanışmak için. Sonra senin sahile doğru yürüdüğünü görünce araçtan inmek ve tanışmamızı öne çekmek istedim."
Sözleri beni dumura uğratmıştı. Geçtiğim iki yılda birçok kez beni evlat edinmek isteyen birileri olmuştu ve ben her seferinde itinayla onları reddetmiştim. Anne ve babam dışında kimsenin çocuğu olmak istemiyordum. Ben Elvin Erden'dim. Başka birisi olma düşüncesi karakterime tersti. Onlar da istemediğim için vazgeçip başka çocuklara bakıyorlardı. Ve bu kadın, beni almak isteyen ailelere hiç benzemiyordu. Çok ciddi bir duruşu vardı. Sanki tek gayesi işiymiş gibi duruyordu. Ve bakışları... Bakışlarında bir şey yoktu. Beni almak isteyen diğer ailelerde gördüğüm o ifade onda hiç yoktu.
"Ben evlatlık alınmak istemiyorum," dedim bir çırpıda. "Boşuna nefesinizi harcamayın."
Gülümsedi. "Bunu bana söylediler." Bakışları kısa bir anlığına denizi buldu. "Ama yine de şansımı denemek istedim."
"Geri dönün. Ben tek başıma daha iyiyim."
Elleri destek olmak ister gibi kucağımdaki ellerimin üzerine gitti. "Kimse tek başına iyi olmaz, güzel kız. Herkes tek başınayken yalnız olur."
"Yalnızlık da bir tercihtir." Elimi kendime doğru çektim. Teması beni rahatsız ediyordu.
"Tek seçeneğin olduğu hiçbir tercih, tercih değildir. Gidecek bir yerin olsun istemez misin?" Herkesin gidebileceği bir yeri olmalı.
Kafamı iki yana sallayarak ayağa kalktım. Sözleri beni manipüle ediyordu ama buna izin vermeyecektim. "Gidecek yerim var," dedim kayalıkların içinden çıkarak. Poyraz yetimhanenin olduğu yöne doğru esiyordu. Kaldırıma geçip ona döndüm. "Ve poyraz bana yolumu gösterir." Rüzgâr doğru yöne eserdi. Ona ters hareket edersen tökezlerdin.
Gideceğimi anlayan kadın oturduğu yerden kalkıp yanıma geldi. "Bakışların..." dedi, gülümsemesi yüzünden silinmişti. Bir şeyleri sorguluyor gibiydi. "benimle gelmek istiyormuş gibi. Ama istemiyorsun. Neden?"
"Gitmek istemediğim ilk kişi değilsiniz." Ellerimi montumun cebine koydum. Bakışarımı ondan kaçırmıştım. "Ama gelmek istiyormuş gibi baktığım ilk kişisiniz, doğru. Çünkü..." dedim tekrar gözlerine bakarak. "Sizde diğerlerinde olan bakış yok."
Tek kaşı merakla havalandı. "Ne bakışı?"
"Anne bakışı. Siz bir anne gibi bakmıyorsunuz. Çocuk isteyen bir annenin bakışı yok gözlerinizde. Bunun için gelmek istiyormuş gibi baktığım ilk kişisiniz. Diğerleri bana annem olmak istiyor gibi bakıyordu ama ben sadece annemin kızı olmak istiyorum."
Şaşırmıştı. "Bunu da nereden çıkardın? Duygularını belli eden biri olmadım hiçbir zaman."
"Bir anne bakışı ne kadar sert biri olursan ol her zaman o sertliği yumuşatacak bir sıcaklığa sahiptir." Sert esen rüzgâr dudaklarımı titretiyordu. Sanki bana buradan gitmemi söylüyor gibiydi. Ona kulak asmak istedim. "Ve ben," dedim arkamı dönmeden hemen önce. "bir anne bakışını her zaman anlarım. İyi günler size."
Poyrazın estiği yöne doğru ilerledim. Bu sayede daha hızlı yürüyordum. Beni durmam için engellemiyordu.
Arkamdan "Seni gideceğin yere kadar bırakayım," dedi kadın ama durmadım ve yürümeye devam ettim. Ona dönmeden söylediğim son şey "Poyraz beni götürür," demek olmuştu.
Şimdi ise yüzümü avuçları arasına alan bu kadın, tek bir bakışıyla beni on yıl önce yaşadığım kısa bir âna götürmüştü ve ben o kısa ânın içinde boğulduğumu hissediyordum. Kollarını boynuma dolmasaydı şayet o ândan çıkamaz ve nefes nasıl alınır, hatırlayamazdım. Artık gerçek zamandaydım. Şimdideydim.
Defne'nin tutmadığı elim havada asılı kaldı. Şoka girmiştim. Defne ise sanki Yasemin Hanım bana sarıldığı için sevinmiş gibi ellerimi sıkıyor ve yerinde zıplıyordu.
Yasemin Hanım bana Fidan demişti ve şimdi de sarılıyordu. Fidan kimdi bilmiyordum ama bu kadında o bakışı görmüştüm. Yıllar önce beni evlat edinmek istediğini söyleyen kadına bir annenin bakışını her zaman anlarım demiştim ve on yıl sonra bile o sözlerimde ne kadar haklı olduğumu fark ediyordum.
Yasemin Hanım bir anne sıcaklığı ile bakmıştı bana. O bakışı hemen tanımıştım. Yıllardır hissedemediğim anne sıcaklığını kolları boynuma dolandığında vücudumun her zerresinde hissetmiştim. Saçlarımı öpüyor, defalarca kez bana "Fidan," diye sesleniyordu. Ağzından çıkan her harf, özleme prangalanmış gibi dudaklarını terk ettiğinde yüreğini kanatıyordu sanki.
"Yasemin babaanne," dedi Defne, elimi bırakarak. "Onun adı Elvin. Fidan değil ki."
Kadın onu duymuyormuş gibiydi. Kollarını boynumdan ayırdı ve tekrar yüzümü avuçları arasına aldı. "Fidan'ım, güzel yavrum benim..." dediğinde yanağımın her köşesine dokunuyordu. Hareketleri hararetliydi. Saçlarımın okşuyor, her teline dokunurken sanki canımı yakmamak istermiş gibi özen gösteriyordu.
Girdiğim şoktan ağzımı açıp tek kelime edememiştim. Poyraz'ın kucağındayken bir ânda kendimi onunla evlenecek şekilde bulduğum ânı bugün yaşadığım en tuhaf ân sanıyordum, ta ki bu âna kadar. Asıl bugünün en tuhaf ânı buydu. "Ben..." diyebildim sonunda şoktan çıkarken. Konuştuğum ân sustu ve gözlerini bana dikti. "Beni biriyle karıştırıyor olmalısınız."
Yasemin Hanım'ın elleri bir ânda benden uzaklaştı. Bakışları boşluğa daldı. "Ama sen osun," dedi kendi kendine. "O çiçeği ondan başka kimse sevmezdi ki." Gözlerini tekrar bana çevirdi. "Fidan'sın sen. Benim Fidan'ım. Bana geri geldin. Değil mi?"
Ne diyeceğimi bilemiyordum. Sanırım hastaydı ve söyleyeceğim her kelime onda ters etki yaratabilirdi. Bu yüzden susmayı tercih ettim. Defne destek olmak ister gibi elimi sıkıyordu. Tam o sırada kapıdan çıkıp bize doğru koşturan Poyraz'ı görünce hiç bu kadar rahatlamadığımı fark ettim. Sonunda gelebilmişti.
"Fidan," diyerek yaklaştı tekrar kadın bana doğru. Elleri yüzüme gittiğinde ters bir hareket yapmadım. Sakince bekledim.
Poyraz yanımıza vardığı an "Anne," dedi, Yasemin Hanım'ın omuzlarından tutarak. "Hani uyuyacaktın? Söz vermiştin."
Yasemin Hanım omuzları üzerinden Poyraz'a baktı. Yüzündeki tebessüm sıcacıktı. Ağlamak istemiştim. "Bak oğlum," dedi kaşlarıyla beni işaret ederek. Sesi özlemin getirdiği pürüzlerle doluydu. "Fidan geri geldi." Poyraz duyduğu isimle kaskatı kesilmişti. Çok ama çok kısa bir anlığına bakışları beni buldu. "Demiştim sana, gelecek demiştim. İnandın mı şimdi bana?"
"Anne onun adı Elvin," dedi. Sesi sertti. Oldukça gerilmiş görünüyordu. "Fidan değil. Ablam gelmeyecek. Bunu biliyorsun. Bunu en iyi sen biliyorsun ama ısrarla devam ediyorsun. Yapma şunu artık kendine, gözünü seveyim. Yakma daha fazla canını."
Fidan ablasıydı. Ablası intihar etmişti.
Yasemin Hanım'ın gözleri doldu. İnkâr etmek ister gibi başını defalarca kez iki yana sallıyordu ama içten içe bunun doğru olduğunu biliyordu. Kendini kandırmak istiyordu. İnsan bazen yalanı gerçek kılmak isterdi. Onu anlıyordum. Onu çok iyi anlıyordum.
Bana baktı. Fidan olmadığını gördü ve ağlamaya başladı. İçi yanıyordu. İçi yanıyordu çünkü o bir anneydi ve evladı yoktu. Ölmüştü. Anlıyordum. Çok iyi anlıyordum. Hem bir anne hem de bir evlat olarak anlıyordum.
Defne'ye omzumun üzerinden baktım. "Bebeklerinle oyna sen, sonra yine çiçeklere bakarız olur mu?" dediğimde beni hevesle salladığı başıyla onayladı ve elimi bırakarak yanımızdan uzaklaştı. O akıllı bir kızdı. Onu neden gönderdiğimi anlıyordu.
Yasemin Hanım'a döndüm. Bana bakarken ağlıyordu. Gerçekle tekrar yüzleşmek onu kırıyordu. Paramparça ediyordu. Ona doğru yürüdüm ve iki yana bıraktığı ellere uzanıp tuttum. Poyraz'ın meraklı bakışları üzerimdeydi. Ne yapmaya çalıştığımı anlamaya çalışıyordu.
Ellerini tuttuğum için Yasemin Hanım titremişti. Ağlaması kesildi. Önce birleşen ellerimize sonra da bana baktı. Bana baktığında ona en büyük gülümsememi gönderdim. "Sizinle daha erken tanışamadığım için üzgünüm," dedim. "Elvin ben."
"Ama... Fidan..." dediğinde hâlâ kendini kandırmak istediğini anladım. Poyraz sesli bir nefes verdi ve uyarı dolu bir sesle "Anne," dedi. "Fidan yok, o Fidan değil!"
Çatık kaşlarımla Poyraz'a döndüm. "Karışmaz mısın sen?!" dedim, oldukça ciddiydim. "Ne bu gerginlik, ne diye annene sesini yükseltiyorsun?" Tepkim onu şaşırttı.
"Elvin, sonra konuşalım. Olur mu?"
Kaşlarımın arasındaki boşluk gerildi. "Olmaz," dedim. Annesi hasta olabilirdi ama ona böyle seslenmesi hoş değildi. "Sen kendi kendine konuş sonra." Ümitsiz bir şekilde kafamı sallarken Yasemin Hanım'a geri döndüm. Beni izliyordu ve biraz daha iyi duruyordu. "Sizin bu oğlunuzun papatya çayına ihtiyacı var bence. Fazla gergin. Böyle devam ederse erken yaşlanacak."
Yasemin Hanım'ın yüz ifadesi yumuşamıştı, tepkime güldü. Kıkırtısı tüm bahçeyi kaplamıştı. O an birkaç ziyaretçimizin olduğunu fark ettim. Evin kadınları verandaya dikilmiş buraya bakıyordu. Yaprak yanımıza gelmek için hareketlendiğinde Nergis Hanım onu kolundan tutup durdurdu. Benim nasıl tepki vereceğimi merak ediyor ve beni test ediyor olduğunu hemen anlamıştım.
"Poyraz sevmez papatya çayı. Sinirimi almıyor diye söylenip duruyor. Zorla içiriyordum."
Kahkaha attım. Bir an için onu elinde papatya çayıyla hayal etmek beni eğlendirmişti. "Papatya tarlası bile almaz onun sinirini bence," dediğimde Poyraz'ın çatık kaşları üzerimdeydi. Ne dercesine omuz silkip Yasemin Hanım'a döndüm. Keyfi yerine gelmiş gibi görünüyordu.
"Sürekli az çalış diyorum ona," dedi Poyraz'a dönerek. Annelere has azarlama bakışını atıyordu. "Beni hiç dinlemiyor. İş onu daha çok sinirlendiriyor."
Poyraz gözünü devirmek istese de güldü. Annesini biraz daha iyi görmek onu rahatlamıştı. "Değil mi," dedim dudaklarımı büzerek. "Sanki bir gün çalışmazsa iflas edecek." Kendim ondan farksızmışım gibi onu gömmek aşırı ironikti ama eğlendirdiği de bir gerçekti.
"Ah oğlum ah..."
"Fazla işkolik."
"İş yüzünden yüzünü o kadar az görüyorum ki. Bu beni çok üzüyor." Suratı bir anda düştü. Gerçekten üzülüyordu.
Poyraz'a dönüp kaşlarımı çattım. "Hayırsız evlat."
"Öyle deme, yine de bana düşkündür." Kısa bir anlığına Poyraz'a baktı ve istediği cevabı alamamış gibi bana geri döndü. Nefesini bırakarak başını iki yana sallıyordu. "ama arada hayırsızlık yaptığı doğru."
Poyraz hayretler içinde ikimizi izliyordu. Bir anda iki kadın arasında kendini yerden yere vurulacak vaziyette bulmak elbette beklediği bir şey değildi. Az önceki ağlama merasimli manzaradan sonra kahkahaların havada uçuşması normal gelmiyordu.
Yasemin Hanım Poyraz'ın kolları arasından çıkıp bana yaklaştı. Tuttuğum elinden birini kendine çekti ve yanaklarımın üzerine götürdü. Pür dikkat onu izliyordum. Yanaklarımı okşadığında yüzünde anne şefkati vardı. "Çok güzelsin," dedi, içten bir gülümsemeyle. "Melek gibisin. Kaybettiğim kızıma çok benziyorsun." Artık beni Fidan sanmıyordu.
Yutkundum. "Siz de çok güzelsiniz," dedim gülümsemeye çalışarak. Dokunuşu beni ağlatacaktı.
"Elvin mi demiştin?" Onu başımla onayladım. "Ben de Yasemin."
"Memnun oldum," dedim tebessümle.
Gülümseme karşılık verdi aynı tebessümle. "Ben daha çok memnun oldum." Elini yüzümden yavaşça ayırdı. Önce Poyraz'a baktı, sonra bana. "Arkadaş mısınız?" diye sordu merakla.
Bakışlarımı Poyraz'a çevirdim Herkese yalan söylemek kolaydı ama bana böyle anne gibi bakan kadına, üstelik hasta olan bir kadına söylemekte zorlanacağımı hissettim. Poyraz'ın bakışları benim üzerimdeydi, gözlerini gözlerimden çekmeden "Evleneceğim kadın," dedi oldukça kararlı bir şekilde.
Yasemin Hanım Poyraz'a döndü. Şaşırdığını görebiliyordum. "Sen..." dedi, bocalamıştı. "Evlenmek istemiyordun oğlum. O kız..." Devam etmedi, bakışları tekrar bana döndü. Aylin'den bahsediyordu. Ben buradayken devam etmek istemediğini anlamıştım.
"Sonra sana anlatırım," dedi Poyraz annesini omzunu tekrar tutarak. "Şimdi ilaçlarını içelim, olur mu?"
Yasemin Hanım herhangi bir şey söylemeden sadece belli belirsiz salladığı başıyla onu onayladı. Poyraz'la birlikte arkasını dönüp ilerlemeye başladılar. Poyraz'ın elleri hâlâ onun omuzlarındaydı. Tek yaptığım onların gidişlerini izlemek olmuştu. Bir başıma dikilirken ne yapacağımı da nereye gideceğimi de bilemedim. Bu evde bir yabancıydım ve gidecek bir yerim yoktu.
Herkesin gidebileceği bir yeri olmalı.
Verandadaki kalabalık dağılmıştı. Poyraz ve Yasemin Hanım oraya yaklaştıklarında gözlerimi onlardan çekip başımı eğdim ve beyaz sporlarıma baktım. Ne yapacağımı bilmediğimde ya da gidecek bir yer bulamadığımda hep bu hareketi yapardım. Anneannem öldüğünde beni evimizden alıp yetimhaneye götürmek için geldiklerinde de aynı böyle, sesimi çıkarmadan bakmıştım ayakkabılarıma. Gidecek yerimiz olmalıydı ve ayaklarım da beni oraya götürmeliydi diye beklentiyle onlara bakıyordum. Ama ayaklarım hiç hareket etmiyordu. Çünkü yol yoktu. Çünkü gidebileceğimiz hiçbir yer yoktu. Gidecek yeri olmayanın gitmeye de hakkı yoktu.
Geçmişin tozlu sayfaları arasından beni çıkaran "Elvin..." diye bana seslenen ses oldu. Bakışlarımı yerden çektim. Daldığım için biraz irkilmiştim. Kafamı yukarı doğru kaldırdığımda Yasemin Hanım'ın verandanın basamaklarının önünde, omzunun üzerinden bana baktığını gördüm. "Gelsene sen de."
Sanki başkasına demiş gibi sağıma soluma baktım. Ama bana diyordu. Bakışlarıma yerleşen şaşkınlıkla Poyraz'a döndüm. Gülümsedi. Gözlerini bir kez kapatıp açarak gelmem için beni onaylıyordu. Yasemin Hanım "Hadi," dediği an, sözü sanki bir komutmuş gibi ayaklarımı harekete geçirdiğinde yanlarına doğru yürüme başladım.
Yasemin Hanım'ın hemen solunda durdum. Elini kaldırıp yanağıma götürdü. "Benimle yukarıya gelir misin? Seni tanımak istiyorum."
Mavilerine hipnoz olmuş gibi baktım. Vücudum benden habersiz tepki veriyordu. Başımı salladım bir anda ve hemen ardından "Olur," dedim, sesim çatallıydı. Böyle bir şey dediğimi bile saniyeler sonra fark ediyordum. "Gelirim."
Elini yüzümden çekip koluma sardı. Poyraz'ın elleri onun omzundan çekilmişti. Biz Yasemin Hanım'ın koluma sardığı elleriyle önden ilerlerken Poyraz hiçbir şey söylemeden arkamızdan geliyordu.
Verandadan içeriye girdik. Sevinç ve Nergis Hanım koltuklarda oturuyorlardı. Bizi görünce ayaklanır gibi oldular ama tekrar yerlerine geri sindiler. Nergis Hanım'ın bakışları ben ve Yasemin Hanım arasında gidip geliyordu. Gördükleriyle geçen her saniyede kaşları şaşkınlıktan havalanıyordu. Keza yanındaki Sevinç Hanım da bir onun kadar şaşkındı. Ortada şaşırılacak şeyin ne olduğunu merak etmiştim.
"İyi misin, güzel kızım?" dedi Nergis Hanım Yasemin Hanım'a bakarak. Yüzünde anne şefkati vardı.
"İyiyim anne." Yasemin Hanım kolumun üzerindeki ellerini daha sıkı sardı. Bakışları bana döndü ve en sıcak gülümsemesiyle gülümsedi. "Müstakbel gelinimle tanıştım. Nasıl iyi olmam."
"Gelinimizde şeytan tüyü var galiba," dedi alayla Sevinç Hanım. Bakışları benim üzerimdeydi ve zerre gülümsemiyordu. Beni sevmediğini her halinden anlayabiliyordum. Duygularımız karşılıklıydı. "Herkes şimdiden pek bir düşkün kendisine."
"Öyle," dedi Poyraz hemen. Arkamdayken bir anda diğer yanıma geçti. Yengesinin iğneler gibi konuşmasından hiç hoşlanmamıştı. Ses tonundan anlayabiliyordum. Elini birden omzuna yaslayarak beni kendine bastırdı, "Kendini çabuk sevdirir," dediğinde saçımın üzerini minik bir buse bırakması o kadar beklenmedikti ki Yasemin Hanım kolumu tutmasaydı ve Poyraz'ın eli omuzlarımda olmasaydı kesinlikle bir iki adım gerileyip tökezlerdim. "Defne bile onu sevdiyse bu Elvin'in ne kadar mükemmel biri olduğunu gösteriyor. Ki Defne kolay kolay birilerini sevmez. Bunu en iyi sen biliyorsun."
Sevinç Hanım yüzünü buruşturur gibi oldu ama hemen kendini toparladı. Burada ilk günümken daha fazla ters bir şey söylemek istemiyordu. Verirse kendi zararına olacağını anlamış gibi duruyordu. Nergis Hanım ise bakışlarını ben ve Poyraz arasında gezdirip duruyordu. Fazla sessizdi. Bu sessizlik bir yerden sonra patlayacakmış gibi hissediyordum.
Omzumun üzerinden kafamı kaldırıp Poyraz'a baktım. Onun bakışları hâlâ yengesinin olduğu taraftaydı. Kaşları çatık, yüzü gergindi. Beni ona karşı ezdirmek istemiyordu. Bunu kendim de yapardım, bunu bildiğini biliyordum ama bu eve onunla evlenecek biri olarak gireceksem beni zarar görebileceğim her şeyden ve herkesten bana kalmadan kendi korumaya çalışacakmış gibi görünüyordu.
Bakışları bana döndü. Gerilen yüzü yumuşamıştı. "Sen annemle yukarıya çık, ben bir telefonla konuşup geleceğim." Onu başımla onayladığımda kolunu omzumdan ayırdı. Biraz öne eğilip diğer tarafımda dikilen annesine kaşlarını kaldırarak cevap almak ister gibi baktı. Yasemin Hanım'a döndüm. Gülümseyerek bizi izliyordu. Sen git der gibi başını salladıktan sonra beni kendisiyle çekiştirmeye başladı.
"Gel güzel kızım." Kızım.
Ona ayak uydurup merdivenlere doğru yürüdüm. Poyraz'ın beni ilk çıkardığı merdivene değil, tam karşısında olana doğru ilerledik. "Benim odam hemen ileride," dedi ilk katı çıktığımızda, bana dönüp gülümsedi. Diğer merdivenli tarafa benziyordu ama daha büyük bir alan vardı. Merdiven bu sefer sola dönüyor ve bizi altı farklı oda karşılıyordu. Diğer tarafta yukarıya çıkan merdiven yoktu ama burada son kata çıkan basamaklar bulunuyordu. Evin mimarisi kesinlikle aşırı tuhaftı.
Yasemin Hanım'la sağdan ikinci odadan içeri girdik. Oldukça büyük bir odaydı. Odaya daha çok beyaz renkler hakimdi. Tam karşımda büyük bir pencere vardı. Camları açıktı ve arka tarafı gösteriyordu. Camın önüne yerleştirilmiş yeşil koltuğun üzerinde bir kitap vardı. Sanki bir anda işi çıktığından kaldığı yeri unutmamak için kapağı açık bırakıp ters yatırmıştı. Ortada büyük yatağın üstü derli topluydu. duvarları çiçek tabloları süslüyordu. Yatağın hemen sağ tarafında giyinme odasına giden bir bölme, bölmenin çaprazında da ebeveyn banyosu bulunuyordu. Yasemin Hanım beni elimden tutup camın önündeki koltuğa doğru sürükledi.
"Burada oturuyordum," dedi camdan bahçeye bakarken. Sözlerinde acele etmiyordu, sanki anlatırsa tekrar aynı şeyleri yaşayacakmış gibi hissediyor olmalıydı. "Bir şeyler okuyordum. Sonra dışarıda bir hareketlilik görünce merak edip baktım." Bana döndü. "Bana arkan dönüktü, o çiçeğe bakıyordun."
"Kamelya," diye fısıldadım.
"Evet, kamelya..." dedi gülümseyerek. "O çiçek... Ankara'dan buraya taşınınca onu da kendimle getirttim. Kızım çok severdi. Sırf o çok seviyordu diye yıllardır bu bahçede bakar, sularım. Toprağını yenilerim. Bir tek ben ilgilenirim. Zaten bu evde çiçeklerle haşır neşir olan pek kimse yoktur. Sonra sen geldin ve o çiçeğin yapraklarına dokundun. Minik Defne'mize bir şeyler anlatıyordun. Merakla kimsin diye seni inceledim. Sonra bu tarafa döndün." Poyraz son katta kaldığını söylediği için dönmüştüm.
"Yüzünü gördüm. Saçların aynı kızımınkiler gibi, seni o sandım." Uzanıp elimi tuttuğunda gözleri doldu. "Geri geldi sandım. Poyraz sana bahsetmemiştir ama sen zaten fark ettin; benim aklım gidip geliyor böyle, bazı anlar kızım burada sanıp kriz geçirebiliyorum. Kendime hemen gelemiyorum. Poyraz'ım zor sakinleştiriyor. Bugün..." dediğinde ıslanmış kirpikleri arasından bana baktı. "Senin sayende ilk defa bu kadar çabuk çıktım krizden. Bana öyle bir baktın ki kendi hayal dünyam bir anda yok oldu. Bakışların aynı benimkiler gibiydi, beni anlıyormuşsun gibi bakıyordun bana."
Sözlerinin üzerimde bıraktığı etki yüzünden dudaklarım titremişti, gözlerimi ondan kaçırdım. Başım öne eğildi. Gözlerim dolacak gibiydi. Anlıyordum, nasıl anlamazdım. Annem öldü benim, babam öldü, anneannem öldü, bebeğim öldü. Ve ben hep bekledim, gelecekler diye bekledim, gelmeyeceklerini bile bile. Yaktım canımı bile isteye.
Yasemin Hanım ellerini kaldırdı ve yüzümü avuçları arasına aldı. "Var senin de büyük bir yaran," dedi gözlerimi gözlerine çevirerek. Gözlerimin içine baktı. Baktıkça bir şeyler görür gibi oldu. Gördükçe gözleri daha da doldu. Yutkunduğunu fark ettim. "Çok canın yanmış gibi duruyorsun."
Çok canım yanmıştı.
"Hayat bu," dedim kafamı sallayıp onu geçiştirerek. Elleri arasından çıktım. "Kimin yok ki yarası? Bize düşen onlarla yaşamayı öğrenmek."
"Yaranın üstünü kapata kapata mı büyüdün?"
"Yaranın üstünü kaparsan onu yok sayarsın, ben yaramı kendime göstere göstere büyüdüm."
Yüzüne büyük bir hüzün yerleşti. Bir eli tekrar yanağıma yaslandığında "Ah güzel kızım..." dedi. Bir anne gibi kızım demişti. "Yarayı açık bırakırsan mikrop kapar, iyileşemezsin ki. Tıpkı benim gibi."
İyileşememiştim.
İkimiz de yaramazın iyileşmesine izin vermeyenlerdendik.
Elimi tuttu ve beni ikili koltuğa oturttu. Ardından kitabı kaldırıp yanındaki sehpaya koyarak hemen yanıma geçti. "Anlat bakalım," dedi, gülümsüyordu. Konuyu değiştirmeye çalıştığını anladım. Devam etseydik ikimiz de kötü hissedecektik. "Nasıl tanıştınız oğlumla, evlilik teklifi yaptı mı? Ben evlenmeyeceğim deyip duruyordu." Kafasını iki yana sallayarak güldü. "Şaşırdım doğrusu."
Poyraz'la artık kesinlikle oturup adamakıllı konuşmalıydık. Evlilik teklifi mi? Cidden mi? Nasıl cevap verecektim ki buna? Yine aynı yola baş vurmak zorundaydım sanırım. Yalanı doğru kılacaktım. Yapacak bir şey yoktu. Azarı da Poyraz yerdi.
Etrafta gezdirdiğim bakışı yavaş yavaş Yasemin Hanım'a çevirdim. "Evlilik teklifini daha kabul etmedim," dedim utana sıkıla. Aslında etmiştim ama bana ettiği teklif etme şeklini kabul eden tek bir insan evladı olmazdı şu dünyada. O yüzden trip atan rolüme bürünmüştüm. Bu halimi aynadan izleseydim sabaha kadar dalga geçeceğime emindim.
Yasemin Hanım şaşkınlığını gizlemeye çalışmadı. "Nasıl yani?"
Mızmızlanır şekilde "Sizin oğlunuz biraz öküz," diyerek söylendim bir çırpıda. Ben biraz kindar bir insanım. Üzgünüm Poyraz. "İnsan hiç sevdiği kadına mesajla evlilik teklifi yapar mı?" Başımı ümitsizce iki yana salladım. Yasemin Hanım şoka girmişti. Ben de o mesajı ilk gördüğümde aynı bu şekilde bakakalmıştım. Bana yanlışlıkla yazdığın ümit etmiş, eğer yanlışlıklaysa da attığı kişiye karşı öküzce bir hareket sergilediğini söylemiştim. Şimdi sevdiği kadın rolünü oynayacaksam o da öküz olacaktı.
Kafası karışmış gibi bana baktı. "Mesajla mı?"
"Evet," dedim. "Maalesef."
"Salak oğlum!" diye çıkıştı birden. Elimi sıkıca tutup merakla bana baktı. "Sen nasıl cevap verdin? Ah eşek sıpası. İki güzel laf söylemekten de mi acizdi? Tek derdi iş. Zaten o kı..."
Bir anda sustu. Konu Aylin'di yine. Adını anmaktan hoşlanmıyordu. Yüzü buruşmuştu. Ondan haz etmediği her halinden belliydi.
"Benimle dalga mı geçiyorsun dedim." Konuyu tekrar aynı yere çektim. Söylediğime güldü. "O mesaj ne diye karşısına çıktım. Sonra bağırıp çağırdım. Diyecek bir şeyim kalmadığında da yanından çekip gittim." Bağırıp çağırma kısmı biraz farklıydı ama o kadarını bilmenize gerek yok Yasemin Hanım. Beni birazcık aldatıldım da.
Kadife bir sesle kahkaha attı. "Aferin, iyi yapmışsın. Ne öyle..." Ayıplar gibi başını iki yana salladı. "Mesajla evlilik mi teklif edilir? Bir daha bir şey yaptı mı peki?"
Daha fazla Poyraz'ı zor durumda bırakmak istemedim. O yüzden gülümseyerek "Evet," dedim. "Yaptı. Lavinia ve gül getirdi." Bebeğimin mezarına. "Bir keresinde aramızda muhabbeti geçmişti." Gözlerim dolacak gibi hissettim. Gerçekler yaralardı, yalana dönse bile. "En sevdiğim sesi dinletti." Bebeğimin sesiydi. "Sonra özür dileyip tekrar teklif yaptı."
"Sen ne yaptın?"
"Evden kovdum."
Yasemin Hanım o kadar büyük bir kahkaha atmıştı ki gülümsemedi bana da bulaştı. Ben de onunla güldüm. "Evden mi kovdun?" Şaşırmıştı.
"Evet," dedim sırtımı koltuğa yaslayarak. "İlk teklifin acısını çıkarmak istedim. Ben biraz kindarım."
"Bir daha etti mi peki?"
"Yok," dedim. Etseydi ve kabul ettiğimi söyleseydim şu an elimde yüzük olması gerekirdi ve ben yüzük takmıyordum. "Ben ilk sizlerle tanışmak istedim. Herkese benimle evleneceğini ilan etti zaten. Çok tekliflik bir şey kalmadı aramızda ama yine de o teklifi almadan onunla o masaya oturmam, haberiniz olsun."
Ciddi ciddi rollenmem inanılır gibi değildi. Şirketleri bırakıp oyuncu olmalıydım. Bir de Yasemin Hanım'a nasıl yalan söylerim diye düşünüyordum ama şimdi neredeyse ayaküstü kırk tane yalan saymıştım. Bu işte giderek profesyonel olmam ürkütücüydü ama ben de bir yerde iş kadınıydım. Yalanlar işimi görüyordu.
"Eder eder," dedi Yasemin Hanım yanaklarımı avuçları arasına alarak. Beni rahatlatmaya çalışıyordu. "Oğlum bir şeyler planlıyordur, yoksa evleneceğim kadın demez birden. Rahat ol." Aslında ikimizin hayatında da spontane gelişen tek şey bu evlilikti. Hiç planımızda yoktu. Yine de söylediği şeye inanmış gibi güldüm.
Bir süre yüzümü inceledi. Gözlerime baktı. Hâlâ kızını görüyor muydu bende merak ediyordum. "Ne güzel gözlerin var," dedi. "Ben çok severim yeşil gözleri."
"Sizinkiler de çok güzel. Mavi beni hep rahatlatır. Poyraz'ınkiler gibi." Sözlerim dudaklarımın arasından öylesine döküldü. Poyraz'ın gözlerine her baktığımda rahatladığımı yeni fark ediyordum.
Söylediklerim Yasemin Hanım'ın hoşuna gitmiş gibiydi. "Seninkiler kime benziyor. Annene mi, babana mı?"
Yüzüm düştü. Bakışlarımı ona değdirmezken "Anneme," dedim fısıltıyla. Ben anneme çok benzerdim. Artık benzemiyordum. Saçlarımı değiştirmiştim. "Anneme benzerdi."
Geçmiş zamandan bahsettiğimi hemen fark etti. Benzerdi. Yani artık benzemiyor değil, göz rengi değişmezdi büyüyünce. Buradaki yani; artık o yok, yaşamıyor demekti. Yani eskiden benzerdi.
Sormak istediği ama çekindiği her halinden belli olan sorusunu "Annem ve babam yaşamıyorlar," diyerek cevapladım. Gözlerini benden kısa bir anlığına kaçırdı. Üzülmüştü. Birini kaybetmek ne demek en iyi o bilirdi.
Teselli vermek istercesine saçlarımı okşadı. "Başın sağ olsun kızım," dedi. Yüzünde merhamet kokan bir ifade vardı. "Oğlumla evleneceksen ben de senin annen sayılırım artık, bir derdin olursa bana gel olur mu?" Onay bekler gibi başını salladı. Hiçbir şey diyemedim. "Daha yeni tanıdım ama içim ısındı hemen sana. Bundan belki yıllardır beklediğim kızımı sende gördüm."
Sözlerinin altında ezildiğimi hissettim. Yalan söylediğim için ilk kez pişmanlık geçti içimden. Gözlerimi kaçırdım. Bana annem olacağını söylemesi kalbimi parçalıyordu. Ben altı yaşımdan beri evlat olamamıştım, kimsenin bir anne gibi bana kızım demesine izin vermemiştim. Ama Yasemin Hanım'a bir şey diyemiyordum. Asıl ben yeni tanıdığım halde ona fazla ısınmıştım ve bu, Elvin için bu hayatta bir ilkti. İnsanlara çabuk ısınan biri olmamıştım hiçbir zaman. Sivri dilim yüzünden onlar da beni pek sevmezdi.
"Ben de size fazla ısındım, Yasemin Hanım. Gerçekten insanın içini ısıtacak bir gülümsemeniz var."
Kaşlarını çattı. "Resmiyete gerek yok güzelim," dedi azarlar şekilde. "Dedim annen sayılırım artık, bana anne diyebilirsin."
"Ben..." diye mırıldandım ağzımın içinde. "Annem dışında kimseye anne demedim bu yaşıma kadar, benim için pek kolay değil." Tebessümle elimi tuttu, beni anladığını görebiliyordum. "Umarım sorun olmaz."
Gülerken gözleri kısıldı. "Tabii ki olmaz, sen nasıl rahat edersen öyle seslen."
Kapı iki kez tıklatıldığında ikimizin de bakışları oraya döndü. Siyah saçlarını arkadan bağlamış genç bir kız elindeki tepsiyle kapının girişinde dikiliyordu. Bakışları çekingendi. "İlaçlarınız..." dedi Yasemin Hanım'a bakarak. "Poyraz Bey getirmemi istedi."
Yasemin Hanım tebessümle "Gel Songül, gel," dedi eliyle gelmesini işaret ederek. Songül onun komutuyla bize yaklaştı. Yasemin Hanım'a elindeki ilaçları uzattıktan sonra bana döndü. "Elvin Hanım, değil mi?" dediğinde yerimden doğrulup başımla onayladım. "Poyraz Bey sizi çağırdı, kan almak için birilerinin geldiğini haber vermemi istedi."
Kafamı iki yana sallarken "Cidden fazla abartıyor," diye söylendim kendi kendime. Yine de haber verdiği için Songül'e dönüp gülümsedim. "Teşekkür ederim, gelirim şimdi. Salonda mı bekliyorlar?"
"Evet Elvin Hanım."
İlacını içen Yasemin Hanım suyunu yudumladıktan sonra yüzündeki merakla bana döndü. "Ne kanı?" dediğinde sesindeki telaş kendini ele veriyordu.
Endişelenmesi için bir şey yok dercesine başımı iki yana salladım. "Biraz başım döndü bugün. İlaçlarımı almayı unuttuğum için oldu büyük ihtimalle. Gerek olmadığını ne kadar söylesem de Poyraz doktor getirmekte ısrar etti. Doktor da kan değerlerimi görmek istediği için kan alacaklar şimdi."
"Gerek olmaz mı kızım, sağlık bu." Benim için endişeleniyordu. Elindeki ilaç tepsisini Songül'e uzatıp beni ayağa kaldırdı. "İn sen, hemen kan alsınlar. Bir şey lazım olursa da Songül'e söyle, sana yardımcı olur."
Songül onu başıyla onayladı. "Elbette Yasemin Hanım." Ne kadar gereksiz olduğunu söylesem o kadar aksi tepki alacağımı anladığım için sesimi çıkarmadım ve Yasemin Hanım'ın komutuna uyarak önde Songül arkasından ben olacak şekilde aşağıya indim.
Songül bir şey ihtiyacım olursa seslenmememin yeterli olacağını söyledi. Onu onayladığımda mutfağa geri döndü. Adımlarımı salona çevirdim. İçeri girdiğimde Poyraz'ın üzerinde hastaneden geldiği belli olan kıyafetler giyinmiş olan genç bir kadınla konuştuğunu gördüm. Onlar dışında kimse yoktu. Diğerleri dağılmıştı. Poyraz geldiğimi hissetmiş gibi bana döndü.
"Hastamız geldi," dedi beni yanındaki kıza gösterirken. Gözümü devirdim. Yok ya, direkt yatalaktım ben. Abartmayı fazla seviyordu. Usanmış halim onu bıyık altından güldürdü. Keyif aldığı her halinden belliydi.
Genç kadın yanına geldiğimde bana elini uzattı. "Merhaba Elvin Hanım, Yüsra ben."
Elini sıktım. "Merhaba Yüsra Hanım. Ne yapmam gerekiyor şimdi?"
Koltuğu işaret etti. "Şöyle oturun siz. İşlemimiz kısa sürecek zaten."
Dediğini yapıp koltuğa oturdum. O sırada bahçeden koşarak gelen Defne beni görünce yüzündeki gülümsemeyi büyüttü. "Elvin!" dedi. "Ben de seni arıyordum!" Önümde durduğunda bakışları yanımdaki kadına döndü. Kaşları çatılmıştı.
Yüsra Hanım yanıma oturduğunda kolumu uzattım. Kolumu sıkmak için kırmızı bir bağ bağladı. Eldivenlerini giydi ve malzemeleri yanına aldı. "İğne mi yapacak sana?" Defne yanıma gelip panikle elimi tuttu. Gözlerime baktığında korktuğunu görebiliyordum. "Acır mı?"
Kafamı iki yana salladım. Rahatlaması için olabildiğince gülümsedim. "Elimi tuttun ya, acımaz şimdi hiç."
"Yaa..." dedi harfleri uzatarak. Sevinmiş ve rahatlamıştı. Çocuk masumiyeti onda gördüğüm en güzel şeydi.
Poyraz tepemizde dikilmiş gülümseyerek bizi izliyordu. Saniyeler içinde iğne koluma battı ve kan tüplere dolmaya başladı. İşlem Yüsra Hanım'ın dediği gibi kısa sürmüştü. İğne kolumdan çıktığında yanında getirdiği kırmızı küçük bir kutuya attı ve eldivenlerini çıkardı. Koluma koyduğu pamuğu da birkaç dakika bastırmamı söyledi. Tüpleri kapaklı bir kutuya yerleştirmişti. Bana dönüp "Geçmiş olsun tekrardan, birkaç saate sonuçları öğrenebilirsiniz," dedi ve ayaklandı. Onu başımla onaylayıp teşekkür ettim.
Defne ilgiyle koluma bakıyordu. Yüsra Hanım yanımızdan ayrılırken ayağa kalkma gereği duymadım. Poyraz onu geçirirken ilgimi Defne'ye verdim. "Acımadı değil mi?" diye sordu eğilip koluma bakarken.
"Yok," dedim. "Hiç acımadı. Geçti bile."
Başını omzuna yasladı. Sevimli gülümsemesi yine yüzündeydi. "Artık bana çiçekleri anlatabilirsin o zaman."
"Elbette," dedim yeteri kadar bastırdığım pamuğun üzerinden elimi çekerken. Bantla yapıştırmıştı. Banyoya gidince çıkarırdım. "Hangi çiçekleri anlatmamı istersin?"
Yanımdaki boşluğa oturdu. Yere değmeyen minik ayaklarını heyecanla sallıyordu. "Hepsini hepsini!"
"Papatyaları sever misin?"
Sorumu hızla yanıtladı. "Çok severim!"
"Saflık ve masumiyeti temsil ederler. Oldukça zarif bir çiçektir." Ona baktım. İlgiyle beni izliyordu. "Tıpkı senin gibi," dediğim an pembe yanakları kızarmıştı. "Baharın habercisi. Sen de tıpkı papatyalar gibi benim hayatıma bahar getirdin, biliyor musun?"
Poyraz arkamda belirdi. Defne'nin yüz ifadesi kaşlarının şaşkınca kalkmasına neden oldu. "Bizim prenses utandı mı?" dediğinde kahkaha attı. Gerçekten utanmıştı. "Harun sabahtandır paralel evren diye zırvaladı telefonda. Ona hak vereceğime inanmazdım. Sen bizim Defne'miz misin?"
"Amca ya! Beni rahat bırakır mısınız lütfen! Sohbet ediyorduk şurada." Defne tatlı tatlı söylendi. Bugün herkes onunla uğraşıyordu. Öncesinde herkese olan tavrı nasıldı merak ediyordum. Poyraz koltuğun önüne geçip onu kucağına aldı. "Kızma prenses, bu halini sevdim." Yanağını öpüp onu indirdi. "Ve şimdi gitmen gerekiyor, annen seni arabada bekliyormuş."
Poyraz'a bakabilmek için kafasını olabildiğince yukarı kaldırdı. "Kaçamadım mı?" Sesi bezgindi.
Poyraz kafasını iki yana sallarken güldü. "Kaçamadın. Hadi git şimdi."
Defne büyük bir of çekip bana döndü. "Annem teyzemlere gideceğimizi söyledi. Ama ben seninle kalmak istiyordum. Akşam gitmezsin değil mi?"
İki yanında dikilen ellerini tutup dudaklarıma götürdüm ve her ikisine de minik öpücükler bıraktım. "Gitmem. Ama sen anneni bekletme şimdi. Daha çok kkonuşuruz yine biz. Hatta belki sana papatyadan taç yapmayı bile gösterebilirim."
Gözleri büyüdü. "Gerçekten mi!"
"Gerçekten tabii."
Parmak uçlarında yükselip birden yanağımı öptü. Sıcak dokunuşu içimi kıpır kıpır etmişti. Sonra arkasını döndü ve kapıya doğru koşarak bizden uzaklaştı. Poyraz kendi kendine "Kesinlikle pabucum dama atıldı," diye söyleniyordu.
Ayağa kalktım. "Kıskandın mı?" dedim eğlenerek.
Güldü. "Hayır ama şaşırdım." Bakışları Defne'nin gittiği yere kaydı. "Defne kimseyle anlaşamaz. Herkesi tersleyip duruyor. Özellikle yabancılara karşı fazla hırçındır ama sana oldukça farklı yaklaştı. Bu ben dahil bütün aileyi şaşırtan bir durum. Evdekilere bile asla böyle davranmaz. Sadece bana karşı pek hırçın olmazdı ama Harun'un dediği gibi galiba artık ben de herkes gibi oldum."
Son söyledikleri bana kısa bir kahkaha attırdı. Ardından ciddileştim. "Neden bana böyle peki?" diye sordum merakla. Farklı bir şey mi görmüştü bende?
"Bilmem," dediğinde dudaklarını büktü. Ardından alayla sırıtıp göz kırptı. "Belki gerçekten şeytan tüyü vardır sende." Arkasını dönüp ilerlemeye başladığında peşinden gelmemi işaret etmişti.
Arkasından yürüdüğüm sırada "Ha ha ha!" dedim göz devirerek. "Komik şey seni... Nereye gidiyoruz?"
"Yukarı çıkalım. Konuşmamız lazım."
Başka bir şey demeden yürüdüm. Kesinlikle artık konuşmamız lazımdı. Bu sefer son kata çıktık. Dar iki koridor vardı. Biri düz ilerlerken diğeri sağa doğru gidiyordu. Sağ olan koridor merdiven çıkmayan bölmenin de üstünü kapladığı için daha uzundu. Düz giden koridorun sol tarafında odalar varken sağ koridor boyunca karşılıklı olacak şekilde aralıklarla dizilmiş odalar bulunuyordu. Sağ tarafın ilerisinde tekrar dönen koridor görmek, gözlerimin hayretle açılmasına neden oldu. Cidden çok cins bir yerdi.
"Bu evi yapan mimar size düşman mı?" diye söylendim sağdaki koridorda onun arkasından ilerlerken. Adımlarını durdurup omzunun üzerinden bana baktı. "Labirent gibi yer," dedim etrafa tuhaf bakışlar atarak. Söylediklerim onu güldürdü ama bir şey demedi. Bu adamın ağzından laf almak Harun'u susturmak kadar zordu.
Tekrar önüne döndü ve biraz ilerideki kapıyı açtı. "Buyur," dedi geçmem için elini uzatarak. Omuz silkerek dediği kapıdan geçtim. Kapıdan geçtiğim gibi beni çok da büyük olmayan kahve tonlarının hakim olduğu bir çalışma odası karşıladı. Ahşap bir masa, önünde iki koltuk, koltukların arasında küçük bir sehpa bulunuyordu. Masanın üzeri dosyalarla doluydu.
Koyu kestane deri koltuğa geçip oturdum, kapıyı kapatıp karşıma geçti. O söze girmeden direkt araya atladım. "Ben bir şey yapmış olabilirim," dedim tatlı tatlı sırıtarak. Bu sürede ne yapmış olabilirsin der gibi bana baktığında sadece güldüm ve devam ettim. "Annen evlilik teklifi edip etmediğini sordu. Ben de ettiğini ama kabul etmediğim söyledim. Birazcık azar yiyebilirsin yani."
Boş bakışlarla bana bakıyordu. "Neden?"
"Mesajla ettiğin teklifi kabul edeceğimi düşünmüyorsun herhalde." Ona doğru eğildim. "öküz müsün?"
Hâlâ boş bakıyordu. "Ama ettin," dedi, demek istediğimi hâlâ anlamıyordu. Erkekler ve düz mantıkları insanı öldürürdü.
"Ben kabul etmiş olabilirim ama seninle evlenecek ve sana aşıkmış gibi davranacak Elvin böyle bir teklifi kabul etmez. Ve lütfen..." Başımı ümitsizce iki yana salladım. "Birine evlilik teklifi edeceksen sakın bir daha böyle bir şey yapma. O mesajı gördüğümde yaşadığım şoku hâlâ unutamıyorum."
Kahkaha attı. "Kafeyi başıma yıkacaktın."
"Az bile yaptım."
"Annem ne dedi peki? Bir ton laf söyleyecek şimdi."
Sinsice sırıttım. "Salak ve eşek sıpası olduğunu söyledi. Koskoca iş adamı Poyraz Karaaslan minik bir eşek sıpası, manşetlere versem iyi haber yapar." Düşünür gibi gözlerimi tavana diktim. "Ben bunu bir düşüneyim bence." Tekrar ona baktım. Gülümsemem büyürken ellerimle saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırdım. Poyraz'ın bakışları üzerimde geziniyordu. Herhangi bir şey söylemedi. Sadece yüzümü inceliyordu. Yüzümde tuhaf bir şey mi vardı ki? Tepki bile vermemişti. Bence söylediğim komikti.
Başımı iki yana salladım. "N'oldu?" dedim. "Suratımda bir şey mi var?" Ellerimle yanaklarıma dokundum. "Gözlerim şiş mi duruyor yoksa hâlâ? Saçlarımdan sonra aynaya da bakamadım aslında. Sabahtandır melek gibisin diyorlar, üzüldüklerinden mi öyle diyorlardı?" Sonlara doğru ses tonum düşmüştü. Art arda saydıklarımdan sonra sonunda tepki verip gülmüştü. Hatta kafasını iki yana sallayarak gülüyordu. "Gülmesene!" dedim, kaşlarım çatıldı. "Şöyle de bakma, çirkin hissediyorum."
"Yüzünde bir şey yok," dedi gülmesi yavaş yavaş kesilirken. Güldüğünde mavi gözleri kısılıyor ve parlıyordu. Bunu yeni fark ediyordum. "Çirkin de durmuyorsun. Güzelsin."
Rahatlamış gibi nefesimi bıraktım. "Baştan söyle şunu."
"Annem seni sevdi," dedi konuyu başka yere çekerek. Evet, sevmişti. Bunu hissetmiştim. On dört yaşımdan sonra kimsem kalmamıştı. O günden sonra hayatımda beni seven başka insan da kalmamıştı. Gelip geçici arkadaşlıklarım dışında, yirmi üç yaşımda Görkem girmişti hayatıma. O sevdi sanmıştım ama onun sevgisinin gerçek sevgi olmadığın çok kötü bir şekilde öğrenmiştim. Yıllardır gerçekten hiç sevilmemiştim. Ve bugün son on iki yıllık hayatımda ilk defa bu kadar sevildiğimi hissediyordum. Hem de tanıştığım ilk dakikada Defne ve Yasemin Hanım tarafından. Bu tuhaf geliyordu. Sevilmeyi unutmak tuhaf geliyordu.
"Evet, bana hemen ısındığını söyledi." Ellerimi dizlerimin üzerinde birleştirdim. "Gerçi ben de kendisine ısındım. Annen çok tatlı bir kadın."
"Öyledir," dedi koltuğa sırtını yaslarken. Bakışları birkaç saniyeliğine boşluğa daldı. "Durumunu fark etmişsindir."
Gözlerimi kırparak onu onayladım. "Kendi de anlattı."
Yerinde kıpırdandı. "Anlattı mı?" Şaşırmıştı. "Annem kolay kolay konuşmaz bunu."
Omuz silktim. "Kim bilir," dedim göz kırparak. "Şeytan tüyü vardır belki bende."
"İnanılmaz birisin." Gülümsemesi yüzüme baktıkça büyüyordu.
Ellerimi saçlarıma geçirdim. "Orasını biliyoruz," dedim özgüvenle. Fazla kendini beğenmiş bir huyum vardı. Bakışlarımı tekrar ciddileştirdim. "Annen," dedim merakla. "Ne zamandır böyle?" Mavileri benden kayınca özeline girip, fazla mı patavatsızca davrandım acaba diyerek hemen ekledim. "Yani tabii anlatmak istersen?"
"Ablam..." dedi anlatacağını belli ederek. Kelimeyi söyleme biçiminden bile içinde kopan fırtınayı hissetmiştim. "ablam ölünce böyle oldu. Psikolojik tamamen. Arada krizleri alevlenince az önceki gibi, hatta bazen daha kötü şekilde kendini kaybediyor. Doktorlar ne kadar iyileşebilir dese de herhangi bir sonuç yok. İlaçlarla zor sakinleştiriyoruz."
Üzüldüğümü belli edecek şekilde gözlerine baktım. Zor olmalıydı onun için. "Annen..." dedim, söyleyip söylememek konusunda tereddütle düşerken. "Benim sayemde krizinden ilk defa bu kadar çabuk çıktığını söyledi. Doğru mu bu?"
Derin bir nefes verdi, yorgun duruyordu. "Evet, doğru," dedi yüzüme minnetle bakarken. "Beklediğim bir şey değildi. Şaşırdım. Onu sakinleştirmek için akla karayı seçiyordum. Sende bir şey görmüş olmalı."
Buruk bir şekilde tebessüm ettim. Bende kızını görmüştü. Fidan'ı. Ve on gün önce Poyraz eğer bana yetişemeseydi belki sonum ablasıyla aynı olacaktı. Hikâyem bitecekti. Çünkü nefesim kesilecekti. "Benim ona, onu anlıyormuşum gibi baktığımı söyledi." dedim. "Ve sen de biliyorsun... belki de onu en iyi ben anlıyorum."
Bir şey demeyip yüzüme baktı. Ne düşündüğümü anlamaya çalışıyor gibiydi. Çözülmesi kolay biri değildim, ki bazen ben bile kendimi çözemezdim. "Şimdi sana evlenme teklifi mi etmem gerekiyor?" Konuyu tekrar en başa çekti ve seve seve ona ayak uydurdum.
"Yani..." dedim harfleri uzatarak. "Etsen iyi olurdu ama gerek yok." Sağ elimi kaldırıp parmaklarımı salladım. "Yine de yüzük gerekli, onu almalısın. Bu yüzden zaten kabul etmediğimi söyledim, çünkü sorgulardı."
Anladığına dair başını salladı. "Olur, hallederim onu. Başka bir şey var mı?"
Tekrar sinsice sırıttım. "Var." Kaşları merakla havalandı. Daha ne olabilirdi ki, değil mi? Ben Elvin Erden'dim, her şeyi ince ince düşünürdüm. Bir anda düştüğüm yalan çukuru bile olsa, kendimce planlarımı an içinde yapardım. "Annen bir daha teklif edip etmediğin sordu. Senin başını daha fazla yakmayayım diye yaptığını söyledim."
"Tekrar edeceğime ve yüzük alacağıma göre onu da kabul etmemişsin anlaşılan." Gülüşünden eğlendiğini anlayabiliyordum.
Dudaklarımı birbirine bastırıp tatlı bir şekilde başımı salladım. "Seni evden kovdum. Birazcık kindarım da ben. İlk teklifin acısını çıkarmak istedim."
"Evden mi kovdun?" Bu sefer şaşırmıştı.
Omuz silktim. "Yapmışım öyle şeyler."
Tek kaşı havalandı. "Yapmışsın öyle şeyler?" dedi daha çok sorgular gibi. "Kendini bile inandıracak kadar profesyonel yalan söylemen beni şaşırtıyor."
İçli bir nefes verirken söylediklerinin doğruluğunun üstünde çok durmadım. Sadece bu söylediğime değil, beni tanıdığından beri fark ettiği şeylere atıf yaptığını anlayabiliyordum. "Bir yalan söyleyeceksen buna önce kendin inanma gerekir," dediğimde sadece dudak büzdüm. Bunun normal olduğunu düşünmem onu biraz da olsa bozguna uğrattığını büyüyen gözlerinden fark edebiliyordum. "Yalnız yaşayan biri için yalanlar bazen kendini korumanı sağlar."
"Kaç yıldır yalnızsın?" diye sordu birden. Sorusuyla afalladım. Kimse bana bunu sormazdı.
Gözlerine baktım ve "On iki yıl," dedim hiç düşünmeden. Uzun bir süreydi. Gözlerinde kısa bir anlığına hüzün geçer gibi oldu. "Anne ve babam ben altı yaşındayken öldüler, onlar ölünce anneannem baktı bana. Birlikte Denizli'de Yalova'ya taşındık. Ve benim hakkımda bilmen gereken şey, ben bir şehirde birini kaybedersem o şehirden giderim." Ellerini birbirine geçirmiş beni dinliyordu. Tepki vermedi. Devam etmem için bekledi. "On dört yaşıma kadar anneannemle Yalova'da aldığı bir evde yaşadık. Sadece ikimiz vardık ama yine de güzel zamanlardı. Bana çok şey öğretti." Dudaklarımın titrediğini hissedince onları birbirine bastırıp hazır olana kadar bekledim. Bakışlarım birbirine kenetlediğim ellerime kaydı. Titriyordum. Duygularını içine atma Elvin dedikçe içime biriktirmiştim. İçim çürüyordu.
"On dört yaşımda anneannem de öldü. Sonra yetimhaneye verildim. Dört yıl kadar da orada yaşadım."
Afallamış bir şekilde araya girdi. "Yetimhanede mi büyüdün? Sana bakacak başka kimse yok muydu?"
Başımı yerden kaldırdım. "Yoktu. Daha doğrusu vardı ama yoktu." Söylediğimi anlamadığı için devam ettim. "Babaannem ve halam, annemi pek sevmezlerdi. Beni de istemediler. Zaten onlar Denizli'de kalmışlardı, bir daha da ne görüştüm ne de konuştum. Ki onların yanında olmaktansa yalnız olmayı tercih ederdim, ettim de. Yetimhanede büyüdüm ve inan bana," dedim ona bakıp gülerken. "Orasıyla ilgili anlatmak isteyebileceğim pek güzel anım yok. Zaten on sekiz olunca hemen o şehri de terk ettim. Üniversiteyi kazandığım gibi İstanbul'a geldim ve sekiz yıldır da buradayım işte."
Üstünkörü anlattığım hayat hikâyem onu sarsmış gibi duruyordu. "Yaşadıkların..." dedi gözlerime bakarak. "Kolay değilmiş."
"Değildi," dedim umursamazca omuz silkerken. Kimsenin bana üzülmesini istemiyordum. Ona anlattım çünkü evleneceksek birbirimiz hakkında bir şeyler bilmemiz gerekiyordu. Ki o benim bu hayatta en kötü halimi gören tek kişiydi. "Senin hikâyen ne? Detaylı anlatmana gerek yok. Bu evlilik oyununa girmendeki asıl sebep ne?" Hikâyeme karşılık hikâyen diyordum ve bunu anladı.
Söze başlamadan önce sırtını gerdi ve bana bakarak "Ablam, ben on iki yaşındayken öldü," diye söze girdi. On iki yıldır yalnızdım. Ablası o on iki yaşındayken öldü. Sayıların tesadüflüğü beni ürküttü. "O ölünce hayat düzenimiz tamamen değişti. Annem giderek kötüleşiyordu. On sekizime geçtiğimde eğitim için yurtdışına gönderildim, annemler de İstanbul'a taşındılar." Elleri kirli sakallarının üzerine gitti. Dudaklarını ıslattığı sırada sessizce onu dinliyordum. "Geri döndüğümde bir yıl kadar burada kaldım. Sonra Ankara'ya döndüm. Dört yıldır da orada yaşıyordum."
"Aylin peki? O bu hikâyenin neresinde?"
İsmini duyduğu anda vücudu gerildi. Kaşlarının çatıldığında yüzünde iğrenir bir ifade belirdi. "Biz çocukluğumuzdan beri tanışırız," dedi bana bakarak. Bunu beklemiyordum. "Aramızdaki evlilik en başından beri planlıydı. Böyle büyüdük. Aylin, Demirkıranların kızı." Kaşlarım açılan gözlerimle eşzamanlı olarak şaşkınlıkla havalandı. Tamam, asıl bunu beklemiyordum. Demirkıranlar da en az Karaaslan Holding kadar büyük bir üne sahipti. Birkaç kez iş nedeniyle veya bazı özel davetlerde denk gelmiştik ama Aylin'i gördüğümü hiç hatırlamıyordum. Gerçi görmüş olsam da iş konuşmadıysak hatırlamazdım.
"Hadi canım," dedim sonunda tepki vererek. Ardından ikisinin olayını çözmüş gibi "haa," diye bir ses çıkardım. "İkinizin bir nevi şirket birleştirme evliliği olacaktı." Belli belirsiz başıyla onayladığında aklıma gelen şeyle kınarcasına ona baktım. "Bir de benim ilişkime fazla klişe, üçüncü sınıf yaz dizisi gibi demiştin. Bu ne peki?" Yüzümü buruşturdum. "Gerçi yine en berbat durumda olan benim. Ben düğün günü terk edildim. Sen erken fark edip köşeyi dönmüşsün. Hadi yine iyisin."
"Bunu inkâr edemeyeceğim," dedi gülerek bana baktığında. "Ve kindar olduğun konusunda ne demek istediğini şimdi daha iyi anladım. Lafını zamanı geldiğinde geri ödemekten hiç çekinmiyorsun." Düşünür gibi kaşlarını çattı. "Ne diyorduk, intikam soğuk yenen bir yemek mi?"
Başımı omzuna yatırıp "Aynen öyle," dedim gülümseyerek. Ardından söyleyeceklerim için ciddileştim. "Peki onu seviyor muydun?" Gözlerine baktığımda orada bir duygu aradım ama sözlerimle o da ciddileşti ve boş bakışlarla bakmaya başladı. "Bir nevi birlikte büyüdünüz sayılır."
"Artık bir önemi olduğunu düşünmüyorum," dedi sadece. Bu konu üstünde konuşmak istemiyorsa kurcalamayacaktım. Kendi anlatmak isterse anlatırdı. "Bilmen gereken," diye devam etti. "Beni aldattı ve ben de nişanı iptal ettim. Arsızca yaptığından zerre pişman olmadığı hâlde onu affetmem için yanıma gelmeye devam ediyor, bunu babası yüzünden yaptığını bilecek kadar onu iyi tanıyorum."
Parmakları sinirini atmak ister gibi saçlarında gezindi. Kısa bir anlığına susup bana baktığında öfkesini tutmaya çalıştığını anlayabiliyordum. Devam etmesi için ona biraz zaman tanıdım. "Babamı piyasadan ne kadar tanıyorsun bilmem ama iş merkezli bir adamdır, tek önem verdiği şey işidir ve aldatılıp olmuş olmamla ilgilenmiyor," diye devam etti biraz daha sakinleyerek ama sözlerinin sonuna doğru öfkesi bu sefer sesine kadar işlemişti. "Her geçen gün alanı benim için daraltmaya çalışıyorlar ve ben onlarla daha fazla uğraşmaktan gerçekten çok sıkıldım. Sana bu teklifi ilk yaptığım zaman da bu sayede onlardan kurtulacağımı düşündüm, sen reddedince de saçmaladığımı düşünüp bir daha da bu konuyu herhangi birine açmadım. Ta ki sen bugün tekrar açana kadar. Aylin bugün yine beni bunaltmasaydı seni bu oyuna çekmezdim, ne kadar kendi istediğin olsa da seni bunaltacaklar. O yüzden," dedi gözlerimin içine bakarak. "Vazgeçmeyi düşünüyorsan, bu son şansın. İyi düşün ve kararını ver, çünkü vazgeçmezsen bu oyun bitene kadar seni bırakmayacağım."
Son derece dikkatli bir şekilde bana baktı. Vazgeçmemi istiyor mu istemiyor mu anlamıyordum ama ben istemediğimden emindim. Sadece sözleri beni biraz afallattı. Beni bırakmayacağını söylerken fazla ciddi duruyordu. Ne kadar pervasız olduğumu düşünse de gözlerine aynı kararlılıkla baktım ve "Eminim," dedim. "Vazgeçmeyi düşünmüyorum ve sen, bir daha bu konuyu bana açarsan fena bozuşuruz."
Yüzündeki gerginlik dağıldı. "Bu sondu," dedi gülümseyerek. "Bir daha açmayacağıma emin olabilirsin."
Ardından uzun bir süre konuşmaya devam ettik. Yarın onunla işe gidecektim ama ondan önce eski iş yerime gitmem gerektiğini söyledim. Ne kadar oraya gitmek istemesem de bir sürü eşyam vardı ve onları almam gerekiyordu. Çoğunun benim için manevi değeri olan şeylerdi. Poyraz beni bırakacağını, oradan da birlikte geçeceğimizi söylediğinde sorun çıkarmayıp kabul ettim. Tek gitmekten iyidir. Hem hâlâ sağlam bir şekilde ayakta olduğumu herkese göstermek istiyordum. O ucube dalkavuklar benim yıkılmayacağımı görecekti. Onları mutlu etmeyecektim. Açıkçası bensiz ne kadar berbat bir halde olduklarını merak ediyordum. Didem'in benim yerime geçtiğine emindim. Bana fazla takıntılıydı. Donanım açısından benden daha az birikime sahip olduğu için benden şikayetçi olan herkesin beni mumla aradığına emindim. En çok bunun için gitmek istiyordum. Beni kaybeden herkesin beni kaybettiğine pişman olmasını sağlayacaktım.
En çok da Görkem pişman olacaktı.
İşe gitmek dışında yarın birkaç kıyafet almam gerektiğini Poyraz'a söylediğimde yol üstünde uğrayacağımız konusundan anlaştık. Sonra yerinden ayaklanıp çekmecesinden bir kutu çıkardı ve bana uzattı. Meraklı gözlerle ona baktım ama bir şey söylemeden kutuyu elime tutuşturup yerine geri tünedi. Elime tutuşturduğu şey bir telefondu. Telefonumu bu sabah elimden düşürüp kırmıştım. Aklımdan çıktığına inanamıyordum. Eskiden telefonumla yapışık yaşardım ama geçtiğimiz iki ayda telefondan uzak bir hayat yaşadığım için varlığını resmen unutmuştum.
Başta almayacaktım ama bir telefonla fakir olmayacak biri olmadığından "Müstakbel kocamdan ilk hediye mi?" diye dalga geçerek kabul ettim. Kendim alacak param olmasa kesin gurur yapardım ama vardı.
"Müstakbel karım için küçük bir jest," dedi kendi de aynı alaycılığıyla. Bakışları kısa bir anlığına cama kaydı, hava kararmıştı. "Aşağı inelim mi, acıkmışsındır."
"Hem de kurt gibi." Çabucak yerimden doğruldum. Tepkime gülüp kendi de ayaklandı. Tam o sırada kapı birkaç tıklatıldı.
"Gelebilirsin," dedi Poyraz.
Onun komutuyla kapı açıldı ve içeriye Songül girdi. İkimize de baktıktan sonra bakışları Poyraz'da durdu. "Cengiz Bey geldi," dedi gergince. Cengiz Karaaslan, Poyraz'ın babasıydı. Kendi evi, gelmesi doğaldı. Neden bu kadar gerildiğini anlamamıştım, ta ki "Yanında misafiri de var. İş için olduğunu söylediler. Sizi aşağıya bekliyorlar," diyene kadar. Bunu duyunca Poyraz sinirlenmişti.
"Eve iş için bir misafir gelecekse benim niye önceden haberim olmuyor!?" diye yükseldi birden. Songül'ü geç, ben bile irkilmiştim. "Yine kafasına göre iş yapıyor." Kendi kendine konuştu ama sonra korkmuş olan Songül'e döndü ve daha yumuşak baktı. Onu korkuttuğunu anlamıştı. "Tamam Songül, in sen. Geliyorum şimdi."
Songül onun komutuyla hızla kafasını sallayıp, arkasını dönerek kapıyı kapattı. "Ne bu şiddet bu celal," dedim Poyraz'a bakarak. "Az sakin ol."
Söylediklerimi duymuşa benzemiyordu. "Sen aşağı in, ben gelirim şimdi," dedi ve kapıyı ikimiz için açtı. Omuz silkerek kapıdan çıktım. Arkamdan o da geldi. Ben merdivenlere ilerlerken o da aksi yönde yürüdü. Sanırım odasına gidecekti.
İlk katı indiğim sırada başka bir odanın kapısı açıldı ve içeriden yirmili yaşlarında görünen bir erkek çıktı. Koyu kahve gözleri anında beni buldu. Siması Poyraz'ı anımsatıyordu ama saçları onunkilerden daha koyuydu. Çapkın gülüşü suratına yerleştiğinde kapısını kapatıp bana doğru yaklaştı. "Cennete düştüm herhalde," dedi söyleyebileceği en klişe yürüme cümlesiyle. "Bu güzelliğin adını alabilir miyim?"
"Poyraz'ın kardeşi misin?" dedim sözlerine göz devirerek. Ergenlerle uğraşacak havam yoktu. Defne bu evdekileri saydığında Poyraz'ın Yaprak dışında bir kardeşi daha olduğunu söylediğini hatırlıyordum ama ismi hafızamda kalmamıştı.
Önümde durdu. Boyu en az Poyraz kadar uzundu. Omuzlarının biraz üzerine geliyordum. Spor yaptığı her halinden belliydi. "Tarık ben," dedi bana elini uzatarak. Çarpık gülümsemesi daha da büyüdü. "Abimin kardeşi olduğum doğrudur. Siz peki?"
Uzattığı eli tuttum. Yüzüme yapmacık bir gülümseme yerleştirerek gözlerine bakmak için başımı biraz kaldırdım ve "Müstakbel yengen oluyorum, Elvin ben," dedim tatlı bir sesle. Gözleri sözlerimle büyüdü, tam o sırada omzumu saran parmakları hissettim. Dokunuşunu artık tanıyordum o yüzden Poyraz'a dönme gereği duymadım. Tarık şaşkın bakışlarını yanımdaki abisine çevirdi.
"Şaka yapıyorsun?" dedi Poyraz'a bakarak. Ardından sırıtışı tekrar yüzünde belirdi. "Abime bak be, senden beklenmeyen hamleler yapıyorsun."
Poyraz sadece "Defol Tarık," diye homurdanıp beni kendiyle sürüklemeye başladı. Tarık arkamızdan "Bir ara tekrar tanışalım müstakbel yengem," dedi keyifli bir sesle. "Abim seni nasıl kandırdı anlatırsın."
Poyraz ona göz devirirken merdivenden inmeye başladık. Omzumdaki kolunu çekti. Tarık da arkamızdan geliyordu. Birlikte salona doğru yürüdük. Tarık bu sefer diğer yanıma geçti. Kulağıma doğru "Valla yengem olduğunu bilsem az önce öyle demezdim, affet," dedi munzur bir ifadeyle.
Yürürken omzumun üzerinden ona baktım. "Ciddiye almadım. Fazla bayat cümleler kuruyorsun, taktik değiştir bence," dedim onunla dalga geçerek. "Karşındakinin kusmasını istiyorsan devam et ama."
"Yengem nasıl emrederse." Güldüğünde güldüm. Poyraz ona dönmeden başını umutsuzca salladı ve bana döndü. Sen de şuna uyma der gibi baksa da sadece omuz silkip gülümsedim.
Gülümsemem önüme dönene kadar sürmüştü. Gördüğüm yüzle bir anlığına sarsıldığımı hissettim. Poyraz yine başımın döndüğünü düşünmüş olmalı ki hızlıca kolumu tuttu. "İyi misin?" dediğinde sesinde panik vardı ama benim bakışlarım hâlâ aynı taraftaydı. Nereye baktığımı anlamak için dönüp baktı ve gördüğü kişiyle çenesi kasıldı. Onun burada ne aradığını sorguluyordu. Ardından bana döndü, kolumu tuttuğu elini çekti ve bana güç vermek istermiş gibi ellerimi tuttu.
O yüzü görene kadar kendimi yapayalnız şekilde bir denizin ortasında boğuluyormuş gibi hissetmiştim ama Poyraz'ın parmakları parmaklarımın arasında dolandığında beni yalnızlıktan çekip kurtardığını fark ettim. Şimdi bir kapı vardı arkamda ve yalnızlığı arkasında bırakarak kapanmıştı. Artık boğulmuyordum. Gidecek bir yerim var gibiydi ve bu düşünceyle kendimi hızla toparlayıp sırtımı dikleştirdim. Bir kez Poyraz'a baktım ve "İyiyim," diye fısıldayıp gülümsedim. Sonra önüme döndüm. O yüze baktım. Görkem Soykan'a. Bana şaşkın bir ifadeyle bakan Görkem Soykan'a.
Gözleri ilk saçlarımda gezindi. Boyattığımı ve kısalttığımı fark etmişti. Harelerinde anlamlandıramadığım bir ifade geçti ama çok kısa sürdü. Sonra yavaşça yanımdaki Poyraz'a baktı. Alnı sorgular gibi kırıştı. Giderek kasıldığını görebiliyordum. Bir şeyler anlamaya çalıştı ama sonuca varamadı. Burada ne aradığımı düşünüyordu. Bakışlarının son durağı Poyraz'la birleşen ellerimiz oldu ve dudaklarından bir daha ondan duymak istemediğim ismim döküldü.
"Elvin?"
BÖLÜM SONU...
***
Noluyooo???
Sen nereden çıktın Görkem efendi, yarın biz gelecektik???
Neyse olan oldu, nasıl bir akşam geçecek merak ediyorum.
Bölümü nasıl buldunuz?
Bu bölüm de Yasemin annemizi biraz tanıdık. Elvin'in geçmişinden parçalar okuduk ve Poyraz'la bir yola girdik.
Poyraz beyciğim... Seni bırakmayacağım da ne demek??
Elvin'in evden kovdun cümlesine iki saat kahkaha attım. Kendi çaldı kendi oynadı. Ben bile şok oldum.
Diğer bölümde görüşelim yine.
Neler olacak merak ediyorum.
Esen kalın...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 11.77k Okunma |
1.36k Oy |
0 Takip |
21 Bölümlü Kitap |