19. Bölüm

12. Bölüm | Fayda Etmeyen Pişmanlıklar

Esmacayım
esmacayim

Selam selam selammm...

Bölüm bir çıtır rötarlı geldi biliyorum ama elimden anca bu kadar gelebildi. İş arama sürecindeyim. Atamadan hayır olmayınca ben de kendimce iş bakayım dedim, fıldır fıldır hastane geziyorum. Gelince de yorgunluktan bayılıyorum ve bölümün yazılması kalıyor dskgjskgdjsh

Yine de elimden geldiğince uzun bir bölüm yazdım.

Bazı yüzleşmeler göreceğiz.

Yorumlarını bekliyorum. Yorum atmayan ayak serçe parmağını kapıya çarpıyormuş gfskdjhgdfjhldf

Keyifli okumalar...

12. BÖLÜM

FAYDA ETMEYEN PİŞMANLIKLAR

Hayat bana hep mart ayı. Mart edilemeyen vedalardır. Ne kıştan kaçabilir ne bahara kucak açabilir. Mart yalnız kalınmış bir araftır. Kendini hiçbir yere ait hissedememektir. Hayat bana bu yüzden hep mart ayı. Güneş yüzünü gösterir ama tam ısıtmaz; rüzgâr sert eser, savrulursun. Bir gün mont giyersin, ertesi gün bir bakarsın tişört vardır üstünde. Hem umut verir hem de umudu üzerine devirir. Altında kalırsın.

İlk cemre düştüğünde sanırdım ki artık çiçek açarım. İçim içimi yerdi mutluluktan. Sonra bir bakmışım kar yağmış, bir fırtına kopmuş, tomurcuk açan dallarım soğuk ısırdı diye yanmış. Solmuşum ben. İki gülümsemeye, iki ısıtan güneşe kanmışım da yanlış vakit çiçek açmışım. Yanmışım.

Çocukken kardan adam yapmayı çok severdim. Çünkü tek başıma yapmazdım. Tek başıma yapmadığım her şeyi çok severdim. İki kişilik, en çok da üç kişilik bir aile olmak tek kişi olmaktan her zaman ama her zaman çok daha iyidir. Kış geldiğinde ve ailemle bahçeye çıktığımızda ilk önce kar topu savaşı yapar, yorulunca da günü kardan adam yaparak bitirir, annemin bizim için yaptığı sıcak çikolataları ısıtıcının karşısında içerdik.

Kardan adam yaptığımızda sırasıyla en küçük topu ben, ortanca topu annem, altta kalan en büyük topu da babam yapardı. Üç kişilik yuva kokan dev bir kadroyduk. Kardan adamın toplarını her seferinde babam yerden kaldırıp üst üste koyardı. Çünkü o güçlüydü. Çok, hatta en güçlüydü o. Bunu ona her söylediğimde bana “eğer kız çocukları babalarını severse babaları hep böyle çok ama çok güçlü olur, Minik Sirius'um,” derdi. Sevginin insana verdiği gücü başka hiçbir şey veremezdi. Bunu ondan öğrenmiştim. Onu hep çok seveceğimi söylemiştim.

Bahçeli evimizin bahçesinde annem kardelenler ekmişti. Her kardan adam yaptığımızda onu kışın açan bu çiçeklerin yanına yerleştirirdi babam. Ben öyle isterdim. Çünkü kışın bile çiçekler açardı ve çiçek açılan yerde kimse mutsuz olmazdı. Kardan adam erise bile çiçeklerin olduğu toprağı beslediğinde yeni çiçeklerin büyümesini sağlayacaktı. Bunu bilmek kardan adamı mutlu yapacaktı. Çocukken böyle düşünürdüm.

Kardan adam çiçekli köşesinde vücuduna kavuştuğunda bitirici hamleyi her zamanki gibi yine bana bırakmıştı babam. Beni kucağına alır, annemin bana uzattığı havuç ve zeytinlerle ona bir surat yapmamı isterdi. Ben de büyük bir heyecanla bunu yapardım. Benim yüz verdiğim kardan adam, hep çok mutlu olurdu, aynı benim gibi. Çiçeklerin yanında olmak kimseyi mutsuz etmezdi.

Her mevsim çiçek açardı. Ama bazen yanarlardı. Hayat bana bu yüzden hep mart ayı. Bir donla ölürdü umutlarım, çocukken sevdiğim karların altında kalırdım. Kardan adam da yapamazdım, soğuktan yanardım, solardım. Çiçek açmazdım.

Kışlar şimdi eskisi kadar soğuk değildi, eskisi kadar dizlere gelecek kadar kar da yağmurdu ama ben üşüyordum. Yağmayan karların altında kalıyordum ve çok üşüyordum. Oysa hava eskiden daha soğuk olurdu. Bizim aile sıcaklığımız herkesi ısıtabilecek kadar kocaman olduğu için ısınırdım hep. O kadar güzeldi ki, şimdiki yalnızlığın üzerime bıraktığı soğukluğuna tezat o kadar sıcaktı ki belki hayat bu yüzden ayırdı bizi ve beni bir başıma kalmakla cezalandırdı. Her şeyin fazlası zarardı ama mutluluğun fazlasında ne vardı? Çok görmüş olsa gerekti. Başkasının mutluluğunu çalmamıştık ama çok görmüş olsa gerekti. Mutlu olmak bana yasaktı. Günahtı. Azaptı.

Sol yanıma hayat alabildiğine kış. Bir buz yanığı oluştu kalbimde dokunsan acıyacak, yanlış kişiye gösterilen sevginin sıcaklığı ısıtsa çözülmeyecek, daha çok acıyacak. Canım daha çok yanacak. Canım hep yanacak.

Canım hep çok yandı.

İçimde açılan yara bir türlü kapanmadı ama deniyordum. İyi olmak için her şeyi deniyordum. Tek olmaya alışkındım, insanı alıştığı şeyler üzmemeliydi. Ama niye sol yanım her geçen gün biraz daha sızlıyordu? Niye alışmak denen eylem insanı bu kadar yaralıyordu? Keşke bilsem, keşke bu acıdan kurtulabilsem ama olmuyordu, eskisi gibi güçlü değildim. Birini her kaybettiğimde biraz daha tükeniyordum.

Aynanın karşısına geçtim. Kendimi izliyordum. Oldukça güzel görünüyordum. Koyu kestane saçlarım dalgalı bir şekilde omzumun altına doğru dökülüyordu. Yavaş yavaş yeni saçlarıma alışmıştım. Üzerimde madonna yaka ekru bir bluz, yüksek bel siyah kumaş bir pantolon vardı. Gümüş tokası olan siyah ince bir kemer takmış, boynuma da parmağımdakiyle uyumlu orkide bir kolye geçirmiştim. Ayağımda da siyah stilettolarım vardı. Hafif bir makyajla tamamdım. Saçlarımın rengi dışında birkaç ay önce de böyle duruyordum. Kendinden emin, dik duruşlu, kibirli bir görüntü ve fazla otoriter. Benimle çalışan herkes yanımdan geçerken panik olurdu, tek bakışım herkesi korkuturdu. Disiplinli kişiliğim çoğu zaman onları yorardı, hatadan hoşlanmazdım.

Şimdi de öyle görünüyordum, hatta yeni saç rengim daha sert bir görüntü oluşturmuştu. Ama içimde depremler vardı, içimde yangınlar vardı; içimde bir çığ vardı, altında kaldığım. Aylardan haziran ama hayat bana hep mart ayı. Yeniden yaşamayı seçtiğim bu hayat bana yine mart ayı.

Aynadaki görüntümden bakışlarımı çekip yatağımın üzerindeki siyah küçük çantamı alarak topuğun çıkardığı tok sesleri geride bırakarak evden çıktım.

Bugün günlerden pazartesiydi. Aylar sonra tekrar işe başlıyordum ama bu sefer başka bir yerde. Üç gün boyunca Poyraz’ın dediği gibi kafamı dinlemeye çalışmıştım. Bu süreçte kendisi akşamları sık sık yanıma gelse de sözünü tutup yanıma başka kimseyi göndermemişti. Ona ne kadar gelmesine gerek olmadığını söylesem de içten içe gelmesine sevinmiştim çünkü daha fazla ağlamak istemiyordum, o olunca ağlamalarım kesiliyordu. Başka şeyler konuşarak kafamı dağıtıyordu.

Evlilik konusu ile ilgili çok bir şey konuşmamıştık, ikimiz de bu konuyu idrak ettiğimizde kendimizi nasıl bir şeyin içine soktuğumuzu düşünmeden edemiyorduk. Ben bir anlık öfkeyle evliliği kabul etmiştim, o da Aylin’in etrafında dolanmasıyla bu yola girmişti. Pişman mıydım, bilmiyorum. İleride nelerle karşılaşacağımı kestiremiyordum ama ona da söylediğim gibi emin olmasaydım, bu yola asla girmezdim. Emin olduğum tek şey buydu.

Görkem’le ve ailesiyle işim bittikten sonra bu evlilik oyununu bitirecek, buralardan gidecektim. Yeni bir hayata her zaman olduğu, hatta en başta olması gerektiği gibi tek başıma yelken açacaktım. Artık yanıma kimseyi almak gibi bir hata yapmayacaktım. Çünkü herkes giderdi. Çünkü herkes gitmişti. Geride kalan her zaman ben olmuştum. Bu sefer geride kalan olmak istemiyordum. Geride kalmamak için yanımı artık boş bırakacaktım. Boşluklar terk etmezdi, boşluklar her zaman boşluk olarak yanında kalırdı.

Son kez daha kendimi inceledikten sonra perçemlerimi düzeltmiş, hazırsın der gibi aynadaki görüntüme bir kez baş sallayarak evden çıkmıştım. Hâlâ eski evime gidememiştim. Cesaret edemiyordum. Kıyafetlerimi bile alamadığım için hafta sonu biraz alışveriş yapmam gerekmişti. Poyraz dolabı birkaç parça kıyafetle doldursa da bunlarla işe gidemezdim. Hepsi neredeyse günlük, çiçek desenli elbiselerdi. Aslında onunla tanışmadan önce çiçekli elbiseler giyen biri değildim, hep resmi takılırdım ama artık giyiyordum. Bana yakışıyordu. Sadece işe uygun olmadığı ve biraz da kafamı dağıtmak için yeni şeyler almıştım. Çoğu kadın gibi ben de alışveriş yapmayı severdim.

Apartmanını dışına geldiğimde demir kapının arkasında kalçasını arabaya yaslamış, elindeki telefonla ilgilenen Poyraz’ı gördüm. Üzerinde beyaz bir gömlek, kalçasını saran krem bir pantolon vardı; gömleğinin kollarını kıvırmıştı. Saniyeler sonra telefonum titredi. Bakışlarımı ondan çekip telefona baktım. Poyraz’ın bana verdiği telefondu, o gün onlarda unutmuştum; ertesi gün tekrar yanıma geldiğinde bana geri vermişti.

Bildirim Poyraz’dan gelen bir mesajdı. Aşağıda beklediğini dair kısa bir yazı yazmıştı. Telefonu kapatıp önüme döndüm, kafamı kaldırmamla göz göze geldik. Yüzüme içten bir gülümseme yerleştirdim ve yanına doğru yaklaştım. Kalçasını araçtan ayırıp duruşunu dikleştirdi. Önünde durduğumda “Günaydın,” dedim. Başını bir kez salladı ve gülümseyerek o da “Günaydın,” dedi. Kaşlarını kaldırırken beni baştan aşağı süzdü. Bu halimi beğenmiş gibi duruyordu. “Erkencisin.”

Başımı omzuma yatırdım, sevimli olduğunu düşündüğüm bir şekilde gülümsedim. “Her zamanki halim,” dedim. Çok uyku insanı değildim. “Zaten işim vardı. Söylemiştim sana, eski iş yerime gitmem gerekiyor.”

Gitmemi istemiyor gibi duruyordu. Arabanın kapısını açarken “Emin misin?” diye sordu.

Diğer kapıyı açıp onu başıma onayladım. “Eminim,” dedim koltuğa otururken. İkimiz de kapıyı kapatıp kemerlerimizi taktığımızda anahtarı yerine taktı. “Almam gereken bazı eşyalarım var.” Anladığına dair bana bakmadan başıyla bir kez onayladı ve kabul edercesine soluğunu bırakıp arabayı çalıştırdı. Omzumun üzerinden ona baktım. “Daha arabamı bile tamirden alamadım,” dedim. Aylar sonra dün gelen telefonla varlığını hatırlamıştım. Adam ne zamandır bana ulaşmaya çalıştığını söylüyordu. Hayatım kayarken gelmeye fırsatım olmadı, kusura bakmayın diyemezdim tabii. Bunun yerine pazartesi geleceğim konusunda sözleştikten sonra konuşmayı bitirmiştik. Poyraz bana dönerken şaşkın duruyordu. “Araban mı vardı senin?”

Güldüm. “Elbette var, her gün otobüslerde sürünüp işe gidemezdim.” Düşüncesi bile korkunçtu. Zaten tahammülsüz bir insandım, bir de o kalabalıkta asla yapamazdım. “Dört yıl kadar yetimhanede kalmış olabilirim ama fakir değilim yani. Anneannem ve babamdan miras kalan çok şey var.”

Böyle bir şey beklemediği belliydi. Benimle evleneceği halde beni araştırmamıştı, hakkımda bildikleri işimle ilgili şeylerdi. Bunu da bana ilk iş teklifi ettiği gün kendi söylemişti. Poyraz’da fark ettiğim şey, bir şeyleri detayına kadar sorgulayıp düşünen biri olmasıydı. Beni uçurumda bulduğunda çok şaşırmıştım, mezarlıkta bebeğime rüyamdan bahsetmiştim ve Poyraz bunu dinlemişti. Kimse kolay kolay öylesine gibi görünen uçurumla alakalı sözlere odaklanmazdı ama Poyraz bu noktaya takılmıştı. Beni aradığında da şarkı açarak oyalamaya çalışmış, telefondan gelen deniz ve kuş sesleriyle deniz kenarındaki bir uçurumda olduğumu anlamıştı. Bunu bana geçtiğimiz günlerde anlattığında şaşırmıştım. Fazla dikkatliydi. Böyle biri anlaşarak sahte bir evlilik yapacağı kişinin geçmişini elbette ki araştırırdı. Neleri var neleri yok sorgulardı ama o bunu yapmıyordu. Sanki benim kendimi anlatmamı istiyor ya da sınırlarıma girmek istemiyor gibiydi.

Arabayı sürmeye devam ederken “Araban niye tamirde?” diye sordu. Bakışlarındaki endişeli ifade neyin nesiydi anlamadım, sanki başıma bir şey gelip gelmediğini sorguluyor gibiydi.

Dudaklarımı ısırdım. Ona kaçamak bakışlar atarken “Kaza yaptım,” diye ağzımın içinde geveledim. Beni berbat bir şoförmüş gibi görmesini istemezdim. Yerimde kıpırdanıp ona doğru döndüm ve hızlıca atılarak “Kesinlikle hata karşı taraftaydı, Öküz herif ya!” dedim. Savunmaya geçmem onu güldürdü. Dudaklarının kenarları usul usul yukarıya doğru kıvrıldı. “Döneceksen sinyal ver değil mi ama yok, babasının yolu gibi sürecek! Belediye resmen bedava çorba dağıtır gibi her birine ehliyet dağıtmış!” O ânı tekrar hatırladığım için vücuduma yeni bir sinir dalgası yerleşti.

Poyraz dayanamayıp kahkaha attı. Tepkim ona komik gelmişti ama sonra bakışları ciddileşti. Bana döndü ve en az sesine de yansıyan bir endişeyle “Peki sana bir şey oldu mu?” diye sordu. “Kazada.”

Başımı iki yana salladım. “Yok, sadece sinirlerim biraz oynadı. Adam resmen suçu bana attı ya, inanabiliyor musun? Neymiş efendim; kadınlara niye ehliyet veriliyormuş da, trafiğe bozuyormuşuz da… Ya bir siktir git, düşük frekanslı şehir magandası!” Dudaklarıma tokat atar gibi vurdum. “İyice ağzımı bozdular,” dedim söylenerek. Poyraz'a bakarken kaşlarımı çattım. “Senin cinsin gerçekten benim sinirlerimi bozuyor.”

Gülerek başını iki yana salladı. “Çoğu zaman benim de.”

Gözlerimi kısılırken “Sen istisnasın,” dedim bir anda, gülümsüyordum. Ansızın bana döndü. Söylediğim onu şaşırtmışa benziyordu ki dikkatlice yüzüme baktı. “Tamam…” Elimi üç aşağı beş yukarı der gibi salladım. “Arada sen de sinirimi bozuyorsun, onu kabul ediyorum. Özellikle inadın fazla sinir bozucu.” Önüne dönüp yola bakarken küçük bir kahkaha attı. “Ben benden fazla inatçılara katlanamam, yine de iyi adamsın sen. Benim için çok fazla şey yaptın.”

Poyraz bir süre derin bir sessizliğe gömüldü. Kendince bir şeyler düşünüyor gibiydi. Parmak boğumları direksiyonun etrafında gezinirken kırmızı ışıkta durduğunda bakışlarını bana çevirdi. Son derece ciddi bir sesle “İnsanların iyi biri olup olmadığına fazla hızlı karar vermiyor musun?” dedi.

Oturduğum yerde rahatsızca hareketlendim. Yüzümdeki gülümseme jilet keskinliğinde silindi. “Ne demeye çalışıyorsun?” Sesim benden bağımsız sert çıkmıştı.

Gözlerini benden çekti. “Bence sen ne demek istediğimi anlayabilecek kadar zeki bir kadınsın.” Anlıyordum ama neden böyle bir şey söyleme gereksinimi duyduğunu anlayamıyordum.

Dudaklarımın arasından alaycı bir gülümseme kaçtı. “Anlamıyorumdur belki.” Onun aksine ben, ona bakmaya devam ediyordum. “Anlatsana.”

Sesli bir iç çektiğinde benimle tartışmak istemediğini anlayabiliyordum ama bu umurumda değildi, bir şeye başladıysa onu tamamlayacaktı. “Elvin bak…” dedi bana dönerken. Çiçek demedi. “Sen gerçekten çok zeki bir kadınsın. Aynı zamanda fazla iyi niyetlisin de. Ama bu iyi niyetin sana zarar verir.” Bakışlarında verdi de der gibi bir ifade vardı. “İnsanlara bu kadar çabuk güvenemezsin. İyi olup olmadığına bu kadar çabuk karar veremezsin. Akabinde üzülen yine sen olursun, bunu kendine yapma.”

Histerik bir gülümseme kaçtı dudaklarımın arasından. Gözlerinin içine bakıp “Beni üzmeyi mi planlıyorsun?” diye sordum. Bu çıkışın başka bir açıklaması olamazdı.

Tereddütsüz bir şekilde “Hayır,” dedi. “Asla. Asla seni üzecek bir şey yapmam.”

“Eee…” dedim başımı sallayarak. “Sorun ne o zaman?”

Sarı ışık yandığında bir yandan gazı arttırdı, bir yandan da bir eliyle burun kemerini sıktı. Ardından yeşil ışık yandığında “Konu o değil,” dedi arabayı hareket ettirerek. “Konu senin birilerine çabuk güvenmen.”

“Birilerine çabuk güvenmedim.” Sesim giderek şiddetleniyordu. Sabah sabah gereksiz bir tartışma içindeydik. “Sana çabuk güvendim,” diye ekledim ve bu, onu şaşırtan bir hamle oldu. O benim hayatımı kurtarmıştı, herhangi biri olduğunu nasıl düşünürdü ki?

Sözlerimin etkisini üzerinde attığında “Elvin, bana da çabuk güvenme,” dedi. “Beni tanımıyorsun ama benimle bir yerlere geliyorsun, beni tanımıyorsun ama benimle evlenmeyi kabul ediyorsun, beni tanımıyorsun ama bana güvendiğini söylüyorsun. Güvenme. İyi biri olduğumu düşünüyorsun. Düşünme. Bunu yapma. Belki değilim, belki seni kandırıyorum. Belki vardır benim kendime göre bir çıkarım.”

Ellerimi öfkeyle havaya kaldırdım. “Derdin ne senin!” Artık kesinlikle sinirleniyordum. “Evlilik meselesine pişman olduysan bana bunu doğrudan söyle, kıvranma böyle.”

Hızlıca bana döndü. “Elbette pişman değilim.” Fazla netti. “Pişman olacağımı bilsem o yüzüğü sana takmazdım.”

Parmaklarım istemsizce yüzüğün üzerinde gezindi. İkimizin de hareleri aynı yere kaydı. Başımı hafifçe kaldırıp bakışlarımı ellerimden ayırdım ve onun mavilerine diktim. Huzur aradım ama bu sefer bulamadım. Bu sefer o beni sadece geriyordu. Sözleriyle yapıyordu bunu. Bana güvenme diyerek yapıyordu. “Beni kandırıyor musun?” diye sordum.

Başını iki yana salladı. “Hayır, sana hiç yalan söylemedim.”

Kaşlarım havalandı. “O zaman sorun ne?”

“Bilemezsin Elvin, evet bunu sana yapmıyorum, asla yapmam da. Seni kandırmam, seni kullanmam, seni üzecek hiçbir şey yapmam ama sen bunu bilemezsin Elvin. Beni daha tanımıyorsun.” Ona güvenmemden korktuğunu anlamıştım. Derdi buydu. Güvenimi zedelemekten korktuğu için ona hemen güvenmemi istemiyordu.

Önüne döndüğü sırada “Ben belki kandırıyorumdur seni,” dedim en sert halimle. Bir şeyleri fark etmesi gerekiyordu. Bu yola birlikte çıkacaksak birbirimize güvenmekten başka çaremiz yoktu. Tekrar bana baktı ama sözlerim üzerinde etki göstermiş gibi durmuyordu. “Belki benim başka çıkarlarım vardır. Sen benim hakkımdakileri araştırmıyorsun bile.”

“Senin özelin,” dedi bakışlarını yolla benim aramda gezdirirken. “Anlatmak istersen anlatırsın.”

Yüzümle onu işaret edip başımı omzuma yatırdım. “Sen böyle birisin işte. Sen de beni tanımıyorsun ama özelime saygı duyacak kadar iyi niyetlisin. Ama mesele bu değil. Sana güvendim, çünkü…” dedim gözlerinin içine bakarak. Devam etmemi istermiş gibi bana baktı. “Çünkü sen bu hayatta beni en zor anlarımda gören tek insansın. Neler yaşadığımı en iyi sen biliyorsun. Ben uçurumun başındaydım, Poyraz. Ben ölmek istedim. Ben hayatımda ilk defa o denli ölmek istedim ve sen olmasaydın, belki ben şu an burada olmayacaktım bile.” Bakışlarını benden çekerken arabayı bir köşede durdurdu. İkimiz de sanki o güne, uçurumun başında olduğum o korkunç saatlere gitmiştik.

“Ben iyi değilim, Poyraz,” dedim bu bir itiraftı. “Ben son yirmi yıldır hiç iyi değilim. Ben bir türlü iyileşemiyorum, kimse buna izin vermiyor. Herkes yaralarım kabuk bağlamadan tekrar kanatıyor. Sürekli yanına gittiklerim elinin tersiyle ittiler beni. Ben hep geride kaldım, ben hep geride bırakıldım. Ama sen…” Tekrar gözlerinin içine baktım, yeşillerim su toplamış gibi bir hissiyat vardı, kırpsam akacaktı yanaklarıma doğru. “Ama sen herkesin beni ittiği bu hayatta bana elini uzatan belki de tekö kişi oldun Poyraz. Evet, doğru. Ben çabuk güvenen birisiyim. Hep güvendiğim yerlerimden yara aldım ama ben hemen güvenen biri olmasaydım bile sana güvenirdim.”

Poyraz güçlükle yutkundu, âdemelmasının oynadığını görebiliyordum. Omuzları çökerken “Güven fazla ağır bir duygudur, Elvin, bir kere kırıldı mı bir daha tamir edemezsin,” dedi, daha çok kendine söylüyor gibiydi. Sözlerim onu sarsmıştı. Ona bu denli güvenmemi beklemiyordu. “Ya güvenin altından kalkamazsam… Ya bunu başaramazsam… Elvin güvenini kırarsam sen yine üzülürsün. Sen yeteri kadar üzülmedin mi be kızım?”

Dudaklarımı birbirine bastırıp durdum. Başımı hafifçe kaldırıp yaşlarımın akmasını engelledim. Sözleri o kadar iyi niyetliydi ki saatlerce ağlayabilirdim. Bu sözleri eden adam nasıl bana güvenme derdi? Ben ona nasıl güvenmezdim? Ben belki artık kimseye güvenmezdim ama ona yine güvenirdim.

Önüme dönüp başımı koltuğa yasladım. Gözlerim sakinleşmek istermiş gibi kapandı. “Sen de artık sinirlerimi bozuyorsun,” diye geveledim ağzımın içinden. “Bütün erkekler aynısınız. Sabah sabah sinirlerimi bozdun.”

Bir şey demedi. Aracın motor sesi tekrar ortamı doldurduğunda şu anlık konuşacak bir şeyimizin kalmadığını anladım. Gözlerimi açtım ve radyodan rastgele bir şeyler açtım. Sessizliği sevmiyordum. Poyraz’ın bana baktığını hissetsem de ona dönmeden camdan dışarıyı izledim. Hava güzeldi. Her yer cıvıl cıvıldı. Gökyüzünde tek bir bulut bile yoktu. En sevdiğim mevsimdi yaz. Ne yağmur vardı ne kar. Artık ikisini de sevmiyordum.

Çocukken kış en sevdiğim mevsimdi. Her çocuk gibi kardan adam yapmak için bir an önce kışın gelmesini beklerdim. Ama annemler olmadan geçirdiğim ilk kışta tüm hücrelerimin büyük bir yalnızlıkla üşüdüğünü hissedince kıştan nefret ettim. Anneannem her ne kadar ben üzülmeyeyim diye yaşlı haliyle benimle kardan adam yapmak istediğini söylese de onu reddettim ve artık kışı sevmediğim söyledim. Yağmurlu ve fırtınalı havaları da annemi öyle bir günde kaybettiğim için sevmiyordum. Bebeğim öldüğünde de çok yağmur yağmıştı zaten. Bana mutlu hissettiren tek mevsim yazdı ama hayat bana hep mart ayıydı.

Çalan şarkı bittiğinde yeni bir tanesi başladı ve giriş müziğini duyduğum an ruhumun üstüne büyük bir ürperti oturdu. Bedenim kasılırken boğazım bir spazmla düğümlenmiş gibi sıkıştı. Yutkunamadım. Nefes bile alamadım, yüreğime battı.

Poyraz bendeki tuhaflığı fark etmiş olmalı ki sessizliğini bozup “Bir sorun mu var?” diye sordu, merakla. “Neden gerildin?”

Kuruyan dudaklarımı ıslattım. Ağlamamak için üst dudağımı dişledikten sonra ona bakmadan “Anne ve babamın türküsü bu,” dedim, sesim o kadar kısık, o kadar iç yakıcıydı ki benden başkası hissedemez sandım.

Poyraz kötü olduğumu görünce şarkıyı değiştirmek için elini uzattı ama hızlıca bileğinden tutup onu engelledim. “Kalsın…” dedim başımı bir kez sallayarak. “Ne zamandır dinlemiyordum.” Emin olup olmadığımı anlamak için yüzümü inceledi. Kararlı olduğumu görünce sessiz bir mırıltıyla beni onaylayıp geri çekildi ve bıraktığım bileğini direksiyona sardı.

Derin bir iç çektim. Aldığım nefes ciğerime battı. Şarkının sözleri yavaş yavaş arabanın içini doldurmaya başladığında her harfi kulaklarımda yankılanıp kalbime ulaştı. İçimdeki özlemin kanatları cayır cayır yandı, özlem yandıkça körpelenmiş canı daha da yandı. Dudaklarımdaki titremeyi umursamadan mırıldanarak türküye eşlik ettim.

“Sen bir aysın, ben kara gece

Gel derim, gel derim, gel derim.

Bu can senin, ser sebil ettim,

Al derim, al derim, al derim.

Sorsan bağın yaresini de,

Gül derim, gül derim, gül derim…”

Şarkı bitene kadar sözlerine eşlik ettim. Canım yandı belki ama gözlerimde ihtiyari bir gülümsemenin ışıltısı vardı, dudaklarıma yansıdı. Anılar ne kadar özlem içerse de güzel olduğu için beni gülümsetmeye yetebiliyordu.

“Annem ve babam genç yaşlarında evlendiler,” dedim Poyraz’a dönmeden. “Anneannem de babaannem de ikisinin evlenmesini hiç istemiyormuş. Ama ikisinin aşkı öyle büyüktü ki, anneannem bir yerden sonra müsaade etmek zorunda kalmış. Annemin üzülmesini hiçbir zaman dayanamazdı. Babaannem ise bu konuda ısrarını sürdürdü ama ikisi yine de evlenmişler. Babam evlendiklerinde daha üniversite öğrencisiymiş, tıp okuyordu; annem ise okuluna ara vermiş.” İçli bir nefes çektim ciğerlerime. Çektikçe yüreğim sıkıştı. Bunların hepsini anneannem bana anlatmıştı, bir de annemin bir günlüğü vardı. Çocuktum, ondan geriye yazıları kaldı diye hepsini okumuş, babamla olan aşklarına şahit olmuştum.

Annemin babası olan Ziya dedem, annemler evlenmeden önce vefat etmişti. Annem on altısında babasız kalmış. Annemin de altılarının altı yaralarla doluydu. Dedem ölünce anneannem Züleyha anneme gözü gibi bakmış, babamın ailesi gibi bir aileye gelin gitmesini istememişti. Onu üzeceklerini biliyordu. Annem çok seviyordu babamı, annesini dinlememişti. Hastalığı umurunda bile değildi. Babam da bunu umursamıyordu, sürekli anneannemin evine gelip annemin camına çıkıyor, yakalanınca da sokak sokak anneannem tarafından tüfekle kovalanıyormuş. Bu anıları beni çok güldürmüştü.

Annemin rahatsızlığı bu dönemde daha kötü bir hale gelince anneannem sonunda pes etmiş ve evlenmelerine müsaade etmişti, ikisi de evlendiğinde daha yirmilerindeydi. Babaannem yıllarca uzak durdu onlardan. Senin gibi bir evladım yok demiş babama, annemin bu yazdıklarını okuduğumda o kadından iliklerime kadar nefret etmiştim. Benim artık babaannem yok demiştim. Sonra araları düzelmişti ama ben bunu umursamamıştım.

Babam hem okula gidiyor hem çalışıyordu, ailesinden destek almıyordu. Tıp gibi bir bölümü okumak öyle kolay değildi, o bölümü okuyup bir de işe gitmeyi nasıl başarıyordu hep merak ederdim. Annem ise okuluna bir daha devam edemedi, babamla aynı bölümdeydi. Rahatsızlığı yüzünden doktor olamazdı. Zaten sonra bana hamile kalmıştı. Zor bir dönem geçirmişti, babam sürekli çalışmak zorunda olduğundan kriz anlarında tek kalmak onu kötü etkiliyordu. Onlara anneannem destek olmuştu. Denizli’de kaldığımız ev ona aitti. Kendisi de bize yakın bir yere taşınmıştı. Annemden başka çocuğu yoktu. Tek torunu da bendim. Bizim için her şeyi yapardı ve benim için her şeyi yapmıştı.

Poyraz omzunun üzerinden bana baktığında merakla “Evlenmeleri neden istemediler?” diye sordu.

“Anneannem babamın ailesinin iyi biri olmadığını biliyordu,” dedim bu kısmı anlatmakta sorun görmeyerek. “Bir evlilikle sadece iki kişi evlenmez, aileler de evlenir sayılır. Annemi üzmelerini istemedi ama sonra onların büyük aşkına şahit olunca izin vermek zorunda kaldı. Ama babaannem…” Ondan bahsederken bile içim buz kesiyordu. “Annemi hiç istemedi. Babamı hep başkasıyla evlendirmek istiyordu. Ama babam aşkına sahip çıktı, annemin elini tuttu.” Poyraz’ın gözlerine baktım. “Onların aşkı o kadar güzeldi ki, bende öyle bir aşk yaşarım sandım.” Histerik bir şekilde güldüm. “Hayatımın bu denli kayacağını ben bile tahmin edemezdim. Annem gibi en azından aşktan yana yüzüm gülmeliydi. Gidip en şerefsiz insana aşık olmayı nasıl becerdim bilmiyorum.”

Araç durdu. Gelmiştik. Poyraz elini direksiyondan ayırmadan tekrar bana baktığında gözlerimde bir şey ararmış gibi “Var mı ona karşı hâlâ içinde bir duygu?” diye sordu. Böyle bir soruyu beklemiyordum, bunu kendime bile sormamıştım.

“Ondan nefret ediyorum,” dedim tereddüt etmeden. “Onu bir zamanlar gerçekten çok seviyordum.” Aksini hiçbir zaman inkâr edemezdim. Poyraz bir anlığına benden gözlerini kaçırır gibi oldu ya da ben öyle sandım. “Aptal gibi hissetmekten nefret eden biriyim ama onu severken hissettiğim aptallık duygusu bile umurumda değildi. Benim bebeğim öldü, onlar yaptı bunu. Ben bu saatten sonra ölsem affetmem onu, ölsem bir daha sevmem.” Önüme dönerken başımı ümitsizce iki yana salladım ve kendi kendime konuştum. “Gerçi ben bu saatten sonra birini bir daha sevmem, o da ayrı mevzu ya.”

”Seversin belki,” dedi bir anda. Yanlış duymuşum gibi kulak kabartmaya çalıştım ama doğru duyduğuma emindim. Ona ne demek istediğini sormak için baktığımda umursamazca dudak büzdü. “Hayat doğru insanı yanlış insanı severek cezalandırır,” diye devam etti gözlerime bakarak. “O cezadan kurtulduğunda önüne bakmalısın. Kendini bir şeyler için komutlandırmamalısın. Sevmem dersin, seversin. Mutlu olmam dersin, olursun. Gülmem bir daha dersin, gülersin. Aşık olmam dersin…” Sustu. Kuruyan dudaklarını diliyle ıslattıktan sonra yüzümü inceledi ve önüne döndü. Devamını getirmedi. “Geldik,” dedi. Konuşma bitmişti. “Sen alacaklarını al, ben burada bekliyorum.”

Başımı bir kere sallayıp onayladım. Afallamış bir şekilde ona baktığımda onun bakışları benden yana hiç değmiyordu. Neden böyle bir şey söyledi bilmiyordum ama ben emindim. Bir daha aşık olmazdım. Aşk bir kerelikti, onda da kalbim İstanbul trafiğinde lastiklerin altında ezilmek için meze olmuştu.

Kemerin tokasını yerinden ayırıp parmaklarımı kapı koluna götürdüm. Kapıyı açtığımda omzumun üzerinden Poyraz’a baktım. Dalgın bakışları hâlâ benden yana değildi. “Şarkıda dediği gibi,” dedim başımı omzuna yatırarak. Sözlerimle bana baktı. “Bir daha mı tövbe, aşık olamam. Bu kendini komutlandırmak değil.” Ona doğru hafifçe öne eğildim ve gözlerim kısılırken ekledim. “Gerçekler.”

Poyraz'ı sözlerimle baş başa bıraktıktan sonra bir daha yüzüne bakmadan araçtan indim. Çantamı arabada bırakmıştım, yanımda sadece cebime attığım telefonum vardı. Her köşesini adım gibi ezbere bildiğim şirkete doğru ilerledim. Dönen kapının önüne geldiğimde adımlarımı durdurdum. Bakışlarım kocaman harflerle Soykan Holding yazan yere kaydı. Soluklanma ihtiyacı hissettim. Yıllardır emeğimi verdiğim yere belki de çöpe attıkları eşyalarımı almaya gelmek içimi acıtsa da bunun da acısını onlardan çok pis çıkaracağıma dair kendime söz verdim. Emeklerim çöp değildi.

Son kez rahatlamak adına derin bir nefes alıp verdim. Hiçbir halta yaramadı. Gözlerimi karşıya diktim. Omuzlarımı dikleştirdikten sonra ellerimi pantolonumun kenarlarına sürterek, topuklarımın çıkardığı tok sesleri geride bırakarak içeriye doğru ilerledim.

Kapıdan geçtiğimde beni tanıyan yüzlerin şaşkın bakışlarıyla karşılaşmam bir oldu. Bir bakan gerçekten ben miyim diye bir daha dönüp bakıyordu. Uzun zamandır beni görmüyorlardı. Dört ay kadar bir zaman geçmişti. Hamileliğimin ikinci ayından itibaren işle uzaktan ilgileniyordum. Mide bulantılarım çalışmamı engellediği için Görkem bu şekilde daha iyi olacağını düşünmüştü, ben de kabul etmiştim. Şimdi ise o iki ayla birlikte bir iki ay daha geçmişti ve ben yine buradaydım. Ama artık bir çalışan olarak değil, bir düşman olarak karşılarında dikiliyordum.

Hiçbirine bakma gereksinimi duymadan ilerlemeye başladım. Benim nasıl biri olduğumu bildikleri için durdurmaya cesaret edemediler. Buna güvenlikler de dahildi. Adımlarımı asansörlerin olduğu tarafa doğru çevirdim. Bana bakanlar yanındakilere fısır fısır bir şeyler söylüyordu. Alaycı sırıtışımı gizlemeden asansörü çağırmak için düğmesine bastım. Birilerinin arkamda dikildiğini hissedebiliyordum. Bir şey demek istiyor ama benden korktuklarından cesaret edemiyorlardı, insan yiyorum sanki. İş dışında gayet makul bir insandım.

Asansör geldiğinde içeride tek tük insan olan kabine girdim. Yirminci katın düğmesine bastım. Dışarıda olanlardan bazıları benden sonra asansöre binerken bazıları beklemeyi tercih etti. İçeride olanların yüzünde de en az diğerlerinin yüzüne yansıdığı kadar bariz bir şaşkınlık ibaresi oluştu.

“Elvin Hanım?” dedi biri. Omzumun üzerinden ona baktım. Benden bir beş santim kısa, siyah kıvırcık saçları olan biriydi. Sevecen bir tipi vardı. Kim olduğunu hatırlamak için zihnimi yokladığımda “Canan,” diyerek hatırlattı kendini. Gözlerim kısılırken “İnsan kaynaklarından?” dedim retorik bir soru yönelterek. Tebessümü yüzünde yayıldı. “Evet,” dedi başını sallarken. “Uzun zamandır size ulaşmaya çalışıyordum, nasılsınız?”

Merak içermeyen ve nezaketen sorduğu sorusunu es geçtim. Bana ulaşma amacını ikimiz de iyi biliyorduk. “İşimi sonlandırıldığına dair atmam gereken imzaları Görkem Bey’in katındaki departmana getirebilirsin.” Söylediklerim sadece bundan ibaretti. Başka bir şey konuşmadık. Her katta birileri inip çıkıyor, beni her gören biraz daha şaşırtıyordu. On beşinci kattan sonra en sonunda dayanamayıp isyan edecektim ki kalan beş katta asansör bir daha durmadığı için sakinlemiştim. Burada çalıştığımda sadece yönetici kesimin asansörünü kullanıyordum, orası kartla çalışıyordu. Artık bir kartım olmadığı için herkesle aynı asansöre binmem gerekmişti ama bu sondu, burada işim bugün bitecekti.

Asansör açıldığında kimseye bakmadan dışarı çıktım. Herkesin harıl harıl koşturduğunu görmek yüzümde istemsiz bir tebessüm oluşmasına sebep oldu. Çalışmayı gerçekten özlemiştim. Çok değil yaklaşık birkaç saniye sonra birileriyle göz göze geldik ve tuhaf bir biçimde yüzlerinde gülümseme görmüştüm. Hem de küçümseyici veya nefret içeren bir gülümseme değildi, gayet içtendi.

Satış bölümündeki Ahmet bilgisayarıyla uğraşırken yanında oturan Seçil’e “Cehennem Meleği gelmiş diyor aşağıdakiler,” dediğini duydum. İlerlemeyi bırakıp istikameti onların masasına çevirdim. Ahmet’in hemen önündeki Ayda’nın bakışları beni buldu ve şok içinde ayaklandı. “Elvin Hanım?”

Ahmet kafasını belli belirsiz salladı, arkası hâlâ bana dönüktü. “Kızım başka Cehennem Meleği mi var?” Alaycılığı hâlâ aynıydı, zevzek. Ayda kaş göz işaretiyle beni gösterse de Ahmet bilgisayarıyla ilgilendiğinden onu fark etmiyordu. “Ağzımıza sıçıyordu ama en azından iş dönüyordu. Şimdiki halimize bak. Görkem Bey, Didem’i onun yerine koyarken aklından ne geçiyordu merak ediyorum. Her gün işler geciktiği için kavga ettikleri yetmiyormuş gibi bir de bizi canımızdan bezdiriyorlar.” Didem’den hanım olarak bahsetmiyordu, bana bunu asla yapamazdı. Ve Didem şaşırmadığım gibi burada da benim yerimi almıştı ve yine şaşırmadığım gibi işleri berbat etmişti.

Kollarımı birbirine geçirdim. Herkes çalışmayı bırakmış bana bakıyordu. “Öyle mi dersin?” dedim eğlendiğimi sesime de yansıtarak.

Ahmet önce “Öyle tabii…” dedi ama sonra hemen sustu. Devamını getiremedi. Yutkunuş sesini işittiğimde hâlâ ayakta dikilen Ayda’ya bakarken işaret parmağını havaya kaldırdı. “Şu an arkamda dikiliyor değil mi?”

“Çenen değil, elin çalışsın Ahmet,” dedim ümitsizce. Sesim sert değildi. Burada çalışsaydım iş yerine dedikodu yaptığını gördüğümde onu mahvederdim. Artık bu benim sorunum değildi. Ahmet hızlıca yerinden kalktı. Dik durmaya çalışırken sendelemişti ama hemen kendini toparladı. Bir eliyle kısa kahve saçlarını karıştırdı. “Elvin Hanım!” dedi heyecanla. Ardından diğer elini kalbine götürüp tuttu. “Bu lafı sizden duymayı ne kadar özlediğimi bir bilseniz!”

Gözümü devirdim. “Yalan bedava nasıl olsa.”

İşaret ve baş parmağını birleştirerek onları hareket ettirdi. “Şuradan şuraya gidemeyeyim ki doğru söylüyorum.”

Geldiğimi gören etrafımda toplanmaya başladı. Her birinin “Sizi çok özledik Elvin Hanım,” demesi beni bir tur daha bozguna uğrattı. Biri gelip bana böyle bir manzara göreceğimi söyleseydi onunla dalga geçerdim ama gerçekti. Tuhaf bir şekilde gerçekti.

Seçil önümde dikildi. “Hepimiz gerçekten sizinle çalışmayı çok özledik Elvin Hanım,” dedi. Bakışları saçıma kaydı. Her biri yeni stilimi inceliyordu. Beğendiklerini görebiliyordum. “Umarım geri gitmezsiniz.” Aralarından bazıları Görkem’e eskiden olan ilişkimi az çok bilirdi, bazıları ise bunu iş hayatımıza yansıtmadığımız için bir dedikodu olduğunu düşünürdü. Hamileliğimi bile Didem dışında başka kimse bilmiyordu. Seçil bana bu soruyu yöneltme cesareti gösteriyorsa o zaman ilişkimizin gerçek olmadığını düşünüyordu, diğer türlü tek kelime edemezdi.

Bana bakan herkesi tek tek inceledim. “Maalesef çocuklar,” dedim dudak büzerek. “Artık sizinle çalışmayacağım.” Görkem’le ilişkim olduğunu düşünenlerin yüzünde böyle olacağını biliyorduk düşüncesi kol geziyorken bana düşen hepsini yıkmak ve onları da kendi oyunuma çekmek olacaktı.

“Ayaklarınıza kapanırım!” dedi Ahmet hızla öne atılırken. “Önünüzde paspas olurum, bir daha dedikodu bile yapmam. Sadece çalışırım. Lütfen bizi o kızın ellerine bırakmayın.”

Sırıttım. “Görmeyeli bana bayağı bir hayran olmuşsun Ahmet.” Başımı omzuma yatırıp düşünür gibi yaptım. “Ne deniyordu… Gelen gideni aratır mı?”

“Lütfen geri dönün Elvin Hanım,” dedi biri.

“Sizsiz işler yürümüyor.”

“Bize kızmanıza bile razıyız.”

“Bana istediğiniz kadar mesai bile yazabili… Durun bu fazla oldu.”

“Sus lan, mesaiye razıyım. Yeter ki dönün.” Daha bunun gibi birçok ses.

Her iki elimi de şaşkınlıkla havaya kaldırdım. “Hey, hey, hey!” dedim, sesimin titremesine engel olarak. Böyle bir sevgi gösterisi görmek beni ağlatabilirdi ve herkes içinde ağlamayan ben, onlar yanında salya sümük gözyaşı dökebilirdim. “Sakin olun, hepiniz ne zamandan beri beni böyle sevdiniz? Hayret doğrusu.” Güldüm. Ardından dudaklarımı büküp yüzüme az sonra söyleyeceğimi sözlerde hissetmem gereken heyecanı ekledim. “Ama dediğim gibi artık burada çalışmayacağım. Çünkü yakında evleniyorum.” Yüzük takılı olan elimin sırtını onlara çevirip salladım. “Müstakbel eşimle çalışacağım.”

Her biri gözlerini büyüterek parmağımdaki yüzüğe baktılar. Görkem’le olan ilişkimin dedikodu olduğunu düşünenler artık bu düşüncesinden eminmiş gibi bakıyordu, Diğerlerinin ise bakışlarında bariz bir şaşkınlık vardı. “Ev… evleniyor musunuz! Oha, ne zaman, asıl önemlisi kiminle?”

Dudaklarımın kenarı kıvrıldı. Normalde sorularına cevap vermez, seni ilgilendirmeyen sorulara burnunu sokma derdim ama normal bir anda değildik ve ben, eski ben değildim. Bu yüzden hiç düşünmeden “Poyraz Karaaslan,” dedim. “Ve kendisini daha fazla dışarıda bekletmemek için almam gereken birkaç eski eşyam var. Onları bir an önce almalıyım.” Etraftakileri tek tek taradıktan sonra Begüm’de durdum. Buradaki eşyalardan o sorunlu olurdu. Kaşlarım eğlenir şekilde havalandı. “Umarım atmak gibi bir şey yapmadınız.”

Begüm de diğerleri gibi Poyraz’ın ismini duyunca şoka girmişti ama ona yönelttiğim soruyla kafasını belli belirsiz sallayarak ağzından bir iki kelime çıkarabildi. “Hayır,” dedi yutkunarak. “Odanızda hâlâ… Ve Poyraz Bey mi? Cidden mi? Koca bir oha!”

Odam hâlâ duruyor muydu ki? Görkem onu nasıl Didem’e vermemişti? Benimle ilgili olan her şeyi ona verirken zerre çekinmemişti. Odamı vermemiş olması, daha çok Didem’in buna ses çıkarmaması beni şaşırtmıştı. Kısa bir anlığına afallasam da hemen kendimi toparladım. “Neyse çocuklar,” dedim elimi geçiştirir gibi sallayarak. “Benim şimdi gitmem lazım ama merak etmeyin, düğün davetiyemi hepinize göndereceğim, mutlaka gelin.”

Odamın olduğu yere gitmek için hareketleniyordum ki eskiden midemde kelebekler uçuran ama şimdi sadece bulanmasına neden olan sesi işittim. “Ne oluyor burada! Size gevşeklik yapmayın demedim mi!” Görkem’in sesindeki öfke eskisinden bile sertti. Kalabalık onun geçmesi için Kızıldeniz gibi ortadan ikiye yarılırken “Neden hepiniz ayakta di-” diye devam etti ama bitiremedi. Kalabalığın açtığı boşlukta gözleri bana değdi.

“Elvin?” dedi şaşkın bir sesle. Sanki hayal görüyormuş gibi gözlerini birkaç kez daha kırptı. Kalabalık onu daha fazla kızdırmamak için hızlıca dağıldı ve ayakta dikilen sadece ikimiz kaldık.

Dudaklarıma sahte bir gülümseme yerleştirdim. “Görkem Bey, iyi günler.” Gözlerimde nefret vardı. Dün onunla yüz yüze gelmeseydim bugün bu kadar dik duramazdım. “Bazı eşyalarımı almak için geldim, eski odam müsaitse geçebilir miyim?”

Adımlarını bana doğru çevirdi. Önümde durduğunda göz göze geldik. Onu görmek istemiyordum, onu görmek bana sadece zarar veriyordu, onu görmek benim kalbimi çok fazla yaralıyordu. Gözlerini yüzümden ayırarak aşağıya, parmaklarıma doğru çevirdi. Yüzüğüme baktı. Sanki dünkü olayın gerçek olup olmadığını sorguluyor gibiydi. Bir şey demeden çenesiyle odamın olduğu yönü işaret etti.

Başka bir kelime etme gereksinimi duymadan arkamı dönüp ilerledim. Alanda çıt yoktu, kimse konuşmaya cesaret edemiyordu. Ortamdaki tek ses benim ve onun ayakkabılarından geliyordu ve evet, Görkem hemen arkamdaydı. Benimle konuşmadan beni bırakmayacağını biliyordum.

Eski odama girdiğimde peşimden hemen o da girdi ve kapıyı arkasından kapattı. Onunla konuşmak istemiyordum. Eşyalarımı alıp bir an önce defolmak istiyordum. Masama yaklaştım. Çekmecelerden büyük bir kutu çıkardığım sırada Görkem, “Bana bu saçmalığın ne olduğunu anlatacak mısın!” diye yükseldi birden. Sert başlıyorduk, güzel. Cevap vermeyecektim ve o da kendini yiyecekti.

Masanın üzerindeki annem ve babamla yaptığımız kardan adamla çekildiğimiz fotoğrafı ve anneannemle sekizinci sınıfta çektiğimiz mezuniyet fotoğrafımı kaldırıp kutuya koydum. Masamın üzerinde lise ve üniversite dönemlerime ait mezuniyet fotoğraflarım yoktu çünkü onlarda yalnız başımaydım. “Elvin!” Tekrar yükseldi Görkem ve bu sefer yanıma doğru yaklaştı. Odada ses yalıtımı olduğundan rahat rahat bağırabiliyordu. “Dün gece olan saçmalık neydi? Senin ne işin var onlarla?” Dibimde bitti. “Ve bu yüzük…” Elimi tutup kaldırdığında hızlıca kendime doğru çektim.

“Sakın bir daha bana dokunma cüreti göstereyim deme!” dedim harfleri nefretle bastırarak. “Seni mahvederim!” Omuzlarına avuçlarımı yaslayıp onu geriye doğru ittim. “Uzak duracaksın benden!”

Tekrar yanıma yaklaştı. “Evlenmeyeceksin!” dedi bileğimi tutarak. “O adamla evlenemezsin, duydun mu beni, Elvin! Evlenemezsin!” Alnındaki damar öfkeyle atarken sesindeki çaresiz yalvarışı görebilmiştim ama umurumda bile değildi, onun bu sözleri söylemeye hakkı yoktu.

Bileğimi kurtarmak için kendime doğru çektim ama izin vermedi. “Evleneceğim,” dedim kahvelerinin içine tereddüt etmeden bakarken. Tekrar elimi kendime çektim ama daha da sıktı. O zaman damarına daha da basacaktım. “Ve sen de gelip ikimizi izlemek dışında başka hiçbir şey yapamayacaksın!” Her kelimem öfkeyi giyiniyordu. Çenemi kaldırdım. “Aynı dün geceki gibi.”

Tuttuğu bileğimden beni bir anda kendine çekip bastırdı. “Öyle bir şey olmayacak!” Sesi kesik kesik ama ürkütücüydü. Bakışları dudaklarıma doğru kaydı. “Sen beni seviyorsun, sen hep beni sevdin, Elvin. Bir başkasını sevemezsin.”

Buruşturduğum yüzümde küçümser bir gülümseme vardı. “Sen kendini bulunmaz Hint kumaşı sanıyorsun herhalde.”

Yüzüme doğru biraz daha yaklaştı. Fazla yakındık. Ama bu tanıdık yakınlık artık içimde heyecan değil, nefret oluşturuyordu. “Neden gitmedin? Git demiştim sana. Gitmeliydin.” Fısıltıyla konuştu.

“Sen kimsin de bana ne yapıp ne yapmayacağımı söylüyorsun.” Çenemi dikleştirdim. “Senin hayatımın hiçbir köşesinde yerin yok bu saatten sonra.”

“Onu sevmiyorsun.” Öyle olmasını dilermiş gibi söylemişti.

Meydan okurcasına yüzüne baktım. Hâlâ bana yakın durmaya devam ediyordu. “Seviyorum,” dedim gözlerinin içine bakarak. “Poyraz senin aksine mükemmel bir adam. O benim elimi asla bırakmaz.”

“Ona aşık değilsin!”

“Ona aşığım!”

O kadar gerçek gibiydi ki sözlerim, bu Görkem’in sarsılmasına neden oldu. “Yalan söylüyorsun!” dedi yüzüm yüzüme. Beni değil, kendini ikna etmeye çalışıyordu. “Benden nefret etmeni anlıyorum, benden nefret etmekte fazlasıyla haklısın ama bir başkasını bu kadar kısa sürede sevemezsin sen, Elvin! Yapmazsın bunu, yapamazsın.”

Yüzümü tiksintiyle buruşturdum. “Bunu bana beni ortada bırakıp bir başkasıyla evlenen şeref yoksunu herif mi söylüyor?” Kahkaha attım ama yüzümde gülümsemenin kırıntısı bile yoktu. “Komikmiş.”

Bana doğru biraz daha eğildi, aramızdaki sınırı geçtiği yetmezmiş gibi bunu daha da zorluyordu. “Onu sevmediğini söyle,” dedi yalvarırcasına. Dudaklarıma yaklaştığında beni öpmek üzere olduğunu anladım, buna izin vermezdim. Hemen başımı yana çevirip gevşettiği bileğimi kendime doğru çektim.

Aramızdaki mesafeyi tekrar açarak “Sakın!” dedim parmağımı ona uzatırken. “Sakın bir daha buna kalkışmayı geç, bunu düşünmeyi bile cüret etme! Seni mahvederim. Duydun mu beni seni mahvederim! Rezil herif!” Bir şeyleri anlaması için parmağımı onun omzunu üzerine dokundurup iki kez vurdum. “Ben onu çok seviyorum ve sen de sadece onu nasıl sevdiğimi izleyeceksin. Utanmadan karşıma geçmiş bir de benden nefret etmeni anlayabiliyorum. diyorsun. Nefret sana hissettiklerimin karşısında yetersiz kalan bir kelime. Ben senden iliklerime kadar tiksiniyorum.”

Çabucak ailemden kalan birkaç eşyamı daha kutuya yerleştirdim. Bilgisayarımı çantasına attığım gibi hareketlendim, burada başka bir işim kalmamıştı. Görkem’i sözlerimle bir başıma bırakmak için kutuyla ve elimde tuttuğum büyük çantayla kapıya doğru ilerlediğimde arkamdan “O her şeyi biliyor mu?” diye sordu, soruyu sorarken fazla cüretkârdı ama devamı getirirken zorluk çekti. “Seni, beni…” Yutkundu. “Bebeğimi-” Lafını bitirmesine müsaade etmedim.

“Bebeğimiz değil!” dedim bir hışımla ona dönerken, sesim fazla yüksekti. “O sadece benim bebeğimdi. Sen onun hiçbir şeyi değilsin! Sen onun için onu ortada bırakan zavallıdan başka hiçbir şey değilsin. Bir daha onun hakkında konuşmaya cüret edeyim deme! Senin yüzünden öldü, duydun mu beni! Senin yüzünden öldü! Elbirliği ile onu siz öldürdünüz, utanmadan bir de ona bebeğimiz deme cesareti gösteriyorsun! Sen daha ne kadar çirkinleşeceksin benim gözümde!” İçimde dizginlenemeyen öfkem tüm vücuduma yayıldığında iliklerime kadar titrediğimi hissettim.

Omuzlarımı dikleştirip “Evet,” dedim. “Biliyor. Geçmişimin görkemli kara lekesi olan seni de, kaybettiğim bebeğimi de biliyor ve bu süreçte elimi bir saniye olsun bırakmadı, beni ölümün kıyısından kaç kez kurtardı haberin var mı senin!” Son söylediklerimle sendeledi. Destek almak için elini masanın kenarına yasladı. Gözlerinin kıyısından geçen korkuyu görmek canımı acıtmıştı. Ansızın çatallaşan sesiyle “Ölüm mü?” dediğinde onu cevapsız bıraktım. Ona her şeyi bildiğimi belli etmeyecektim. Önce bu işin aslını öğrenecektim.

“Neyse ne,” dedim gözlerimi ondan çekerken. “Dilerim ki biraz bile mutlu olamazsın. Ben her mutlu olduğumda sen dilerim ki biraz daha mutsuzluğun dibine çekilirsin. Bu saatten sonra beni yanında değil, karşında göreceksin. Beni bir heves uğruna harcadığını söylediğin bu hayatta var ya, ben de seni nefretimle harcayacağım. Öyle bir harcayacağım ki kendinden geriye bir kırıntı tanesi bile bulamayacaksın."

Elini masadan çekip hızlıca yanıma yaklaştı. “Heves değildi, Elvin. Yemin ederim ki değildi. Sana söyleyemediğim…”

Lafını böldüm. “Bu saatten sonra umurumda bile değil.”

Bir adım daha attığında istemsiz olarak geriledim. “Seni sevdim,” dedi, bir zamanlar onu seven yanlarım acıdı. “Bu hayatta belki de sadece seni sevdim.” Biraz daha bana yaklaştı ama bu sefer hareket edemedim. “Didem’i sevmiyorum, Elvin. Onu hiç sevmedim. Sadece yapmak zorundaydım, yemin ederim ki başka çarem yoktu. Olanları geri almayı çok istiyorum, keşke yapabilsem ama elimden hiçbir sik gelmiyor.” Önümde durduğunda boynu büküldü. “O günden beri iyi değilim ben Elvin. Seni çok özlüyorum. Seni özlemekten kafayı yedim. Köpek gibi pişmanım. Şimdi sen…”

Elini yanağıma uzattığında tiksintiyle yüzüne bakıp geriledim. Sözlerinin artık üzerimde etki etmediğini ona gösterecektim. “Şimdi ben evleneceğim ve sen pişmanlığınla kıvranıp duracaksın. Beni attığın cehennemden bir başkasının çıkardığını görmek canını yakıyorsa yansın Görkem. Kor gibi yansın da bir daha soğumasın.”

Havada asılı kalan eliyle onu baş başa bırakıp kutuyu çantamı tuttuğum koluma sardım, diğer elimle kapının koluna uzandım. Omzumun üzerinden ona bakarken söylediğim son şey “Soldurduğun çiçek başkasına açtıysa buna üzülmeye bile hakkın yok ama senin canın çok yansın Görkem. Yanlış toprak olduğunu bilerek cayır cayır yansın,” demek olmuştu. Sonra kapıyı suratına çarpıp çıktım.

Kimseyle yüz göz olmadan asansörde benimle konuşan Canan’ın getirdiği evraklara imza attıktan sonra yıllarımı harcadığım bu yeri elimde tek bir kutuyla geride bıraktım. Bu kadardı, koca emeğim sadece elimde kalan bu kutudan ibaretti ve onlar da zaten bana aitti.

Binadan çıktığımda o zamana kadar nefesimi tuttuğumu ciğerimi yakan içime çektiğim temiz havayla fark ettim. Birkaç kez derin derin nefes aalmaya çalıştım Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Gözlerimin buğulandığını hissettim. Bana o sözleri nasıl söylerdi, nasıl beni hâlâ sevdiğini söyleyebilirdi? O beni bir zamanlar onu sevdiğime öyle pişman etmişti ki, kendimden nefret edecek hâle gelmiştim. Hayatımı mahvetmişti, bebeğimi almıştı benden.

Kendime gelmek için başımı salladım ve son kez çıktığım kapıya baktıktan sonra gitmek üzere hareketlendim. Poyraz’ı fazla bekletmiş olmalıydım. Daha birkaç adım atmıştım ki bir ses duydum.

“Elvin?”

Histerik gülümseme dudaklarımdan sızdı, ona cevap vermeden ilerlemeye devam ettim ama arkamdan gelip kolumdan tuttu. Ne var dercesine yüzüne baktım. Şaşkın bakışları saçlarımda dolanıyordu.

“Saçların…” dedi bocalayarak. Eski saçlarımın doğal rengini her zaman kıskanmıştı, boyatmış olmama inanamadı. Defalarca kez benimki gibi boyatmak istemişti ama eski saçım kolay tutabilen bir renk değildi, çabuk akardı. Bu yüzden her seferinde vazgeçmek zorunda kalmıştı.

Yapmacık bir şekilde “Ah!” dedim, üzülmüş gibi. “Benim gibi olmak istediğin için saçlarımı boyayayım dedim Didem." Dudaklarımı büzdüm. "Belki bir şansın olurdu. Ama bakıyorum ki daha boyatmamışsın.”

Onunla dalga geçmem öfkesini suratına yansıttı. Çenesini kaldırdı, takıldığı saçımı es geçip “Ne işin var burada, niye geldin?” diye sordu. Sesindeki tahammülsüzlük beni güldürdü. Asıl ben ona tahammül edemiyordum.

Kollarımı ondan kurtardıktan sonra gözümle tuttuğum kutuyu işaret ettim. “Eşyalarımı almaya. Bil bakalım onları nerede buldum?” Gözlerimi büyüterek şaşırmış gibi yaptım. “Eski odamda. Hayret, sen nasıl almamışsın orayı? İşimi bile kapmışsın ya.” Alayla sırıttım. “Gerçi onu da beceremiyorsun.”

Laflarına dikkat et, Elvin. Görüyorum ki hiçbir şey olmamış gibi yine ayağa kalkmışsın. Ama boşuna, yine yerlerde sürüleceksin. Senin layığın orası." Sırıttı. "Bu sefer nereye yamamayı düşünüyorsun kendini? Feyza anne tek lafımla senin iş bulmanı engeller, bunu biliyorsun değil mi?” O şeytan kadına anne demeye başlamasına kahkaha atacaktım ama Didem’e ayıracak bir saniyem bile yoktu.

“Aynen,” dedim alayla yüzüne bakarak, yeniden yürümeye niyetlendiğimde. “Yapabiliyorsan yap, dene bakalım. Ama sonda gülen ben olmayayım Didem. Biliyorsun ki ben varsam…” Yüzen doğru yaklaşıp gözlerine baktım. “Senin hiçbir şansın yok.”

Bu sefer küçümseyerek bakan Didem’di. Parmağını kaldırıp sallarken yüzüğünü işaret etti. “Görkem’le evlenen benim,” dedi yaptığı büyük bir marifetmiş gibi. “Ne şansından bahsediyorsun sen? Kabul et Elvin, bu sefer kaybeden sen oldun.” Benimle her zaman bir yarış içinde olduğunu keşke onunla arkadaş olmadan fark edebilseydim. O zaman bazı hareketlerine bu denli üzülmezdim.

"Oysa az önce beni ne kadar çok sevdiğinden ve seni zerre kadar sevmediğinden bahsettiğinde, kazananın yine ben olduğumdan o kadar emindim ki…" dedim yapmacık bir üzüntüyü suratıma yerleştirerek. Sözlerimle gözlerinde koyu bir gölge oluştu. Ellerini iki yanda yumruk yaparken üstüme yürüyüp “Ne saçmalıyorsun sen!” diye yükseldi.

"Git evlendiğin adama sor," dedim, ona artık tahammül edemiyordum. "Seninle daha fazla muhatap olamayacağım. Zamanımı harcamayacağım kadar değersizsin.” Arkamı dönüp gideceğim sırada kolumu yakaladı. Parmaklarını her saniye biraz daha sıktı. “Ondan uzak duracaksın!” dedi sesinin volümü giderek arttırıp, gözlerime bakarak. “Duydun mu beni! Hayatımızdan uzak duracaksın!”

Ters ters Didem’e baktım. “Sizin çirkin hayatınızda olmak gibi bir derdim yok ama sizin o çirkin hayatınızı mahvetmek istemediğimi söyleyemeyeceğim. Çünkü tam olarak yapacağım şey bu.”

Çenesini ileriye uzattı. “Hiçbir halt yapamazsın sen.”

"Bekle ve izle. Sadece bekle ve izle, size neler yapıyorum, gör." Dilimle üst dudağımı ıslattım ve "Şimdi..." dedim kolumu ondan kurtararak. Gözlerinin içine baktım. "Kaybol gözümün önünden."

Onu geride bıraktım ve ilerlemeye başladım. Arabanın olduğu yöne doğru yürüdüm, her adımda içimde kor gibi büyüyen ve beni yakan bir öfke vardı. Ben daha hiçbir şey yapmadan ikisinin de canın bu denli sıktıysam bir şey yaptığımda ortalığı kan götürecekti ve ben zevk içinde ikisini izleyecektim. Aylar önce güle oynaya konuştuğum, sarıldığım bu iki insan bugün bana ne denli yabancıydı. İnsanların çirkinliklerini neden erkenden fark edemiyordum ki? Fark etseydim belki bugün bu denli kalbim sızlamazdı. İkisinden nefret ederek konuşmak yine de canımın acısını yok edemiyordu. Canım acıyordu. Benim canım her gün biraz daha acıyordu.

Aracın önünde durduğum sırada Poyraz da içeriden çıktı. Bakışları bana değerken giyindiği merakla yanıma yaklaşıp elimdekileri aldı. “Ağladın mı sen?” diye sordu sesindeki endişe dolu tınıyla, gözlerime bakarak. Bir şey demeden dudaklarımı dişleyip başımı iki yana salladım ama gözlerim bana yalan söylüyorsun dercesine daha da doldu. Ağlamamıştım ama biraz daha böyle durursam ağlayacak gibiydim. İçimdeki dengesiz duygular beni yok ediyordu.

Poyraz elindeki eşyalarımı hızlıca arabadan içeri yerleştirdi ve önümde durdu. Çenemi tutarak yavaşça kaldırdı. Dikkatle bana baktı. Gözlerimi incelerken "Ama gözlerin öyle söylemiyor," dedi. "Onunla mı karşılaştın? Seni üzecek bir şey mi söyledi?" Sesi giderek öfkenin etkisiyle yükseliyordu. Sakinleşmek için dudaklarını ıslatıp başını havaya kaldırdı. "Aklımı sikeyim, niye seninle gelmediysem!"

Ne kendimin ne de onun bekleyeceği bir hamle yaptım ve bir anda ellerimi Poyraz'ın boynuna doladım. Birine sarılmak ve sakinleşmek istiyordum. Poyraz'ın varlığı ise bana her seferinde güven veriyordu, bu sakinliği bu yüzden onda aramak gibi bir istekle doldum. Öyle de oldu, vücudu bir liman gibi beni dindirdi. Öyle de oldu, vücudu bir liman gibi beni dindirdi. Topuklularımla biraz daha yükseldikten sonra çenemi boyun girintisine yaslayarak nefes almaya çalıştım. Sert parfüm kokusu içime işlerken varlığı ağlamamı önlüyordu.

Poyraz hareket etmeden dik duruyordu ama saniyeler sonra karşılık vererek elini belime sardı. Avuç içi tam belimin ortasında durduğunda omurgamdan aşağıya kadar tüm vücudumun ürperdiğini hissettim. Dudakları kulaklarımın hemen üzerinden saçlarıma değdi. Nefesi tenimde gezinen bir rüzgâr gibiydi. Elini bel boşluğumda gezdirdiğinde "Biraz daha rahatladın mı?" diye fısıldadı kulaklarıma doğru, tüylerim diken diken oldu. Kendime gelerek kollarımı ondan ayırıp uzaklaştım.

"Evet," dedim bakışlarımı Poyraz'a değdirmemeye çalışarak. Aramıza bir adımlık mesafe açtım. Arabanın kapısı açtığımda ona döndüm. O da hâlâ aynı yerinde dikiliyordu ve bakışları boşluğa kaymış gibiydi. "Gidelim mi?"

Sorumla kendine gelmiş gibi hareketlendi. Bir şey demeden başını salladı ve arabanın etrafından dönerek yerine geçti. Saniyeler sonra arabaya yerleştik ve geçmişimi geride bırakarak şirketin önünden uzaklaştık.

Yol boyunca ikimiz de konuşmadık, ne o bana soru sordu ne de ben bir şeyler anlatmak istedim. Sessiz şekilde radyo çalan sesleri dinledik. Ara sıra Poyraz'ın bana baktığını hissetsem de ona bakmama ısrarımı sürdürdüm. Ona sarılmayı alışkanlık haline getirmiştim. Bunu yapmayı bir sn önce bırakmam gerekiyordu.

Büyük harflerle Karaaslan Holding yazan binanın önüne geldiğimizde emniyet kemerinin tokasını çözdüm. Torpidonun üzerindeki çantamı aldıktan sonra aracın durmasıyla içinden ilk inen ben oldum. Poyraz da hemen peşimden indi. Ona bakmadan arka kapıyı açıp içindeki eşyalarımı çıkardım. Kutumdakileri yeni masama dizmeyi planlıyordum. Poyraz arabasının anahtarını kapıdaki çalışanlardan birine verdiği gibi yanıma geldi ve kutumula bilgisayar çantamı elimden aldı.

Hemen dibimde dikilmeye devam ediyordu, yüzüme baktı. "Defne seni soruyordu," dedi sessizliği bozarak. Duyduğum isimle yüzümde gülümseme can buldu. "Sen eşyalarını aldığın sırada evden beni aradı. Seni görmek için inat edip duruyor, evdeki herkesi bezdirmiş."

Beni özlemiş olması çok tatlıydı. Beklenti dolu şekilde Poyraz'a bakıp "Günü atlatabilirsem bugün size gelmek isterim," dedim. Emrivaki yaptığımı düşündüğüm içni hemen ekledim. "Tabii müsaade varsa."

"Elvin," dedi gülen tonda. "Biz evleneceğiz." Bunu gerçeği bana hatırlatmak istermiş gibi söyledi. "Evleneceğim insan evime de istediği gibi gelebilir. Ortada izin almanı gerektirecek bir durum yok."

Peki o zaman dercesine omuz silktim. Birlikte binadan içeriye doğru yürüdük. Oldukça yüksek bir binaydı. "Biz ne zaman evleniyoruz," diye sordum omzumun üzerinden ona bakarak. Bunu daha konuşkaya fırsatımız olmamıştı. "Var mı kafanda bir tarih, yoksa bu şekilde oyalayabildiğimiz kadar oyalamaya devam mı edeceğiz?"

Benden böyle bir soru beklemeyen Poyraz, bana baktığında gözleri kısıldı. "Sen ne zaman istersin?" Birlikte asansörlere doğru ilerledik. Onun yanında beni görenlerin şaşkın bakışları üzerimizde geziniyordu. Poyraz onları es geçip sadece bana odaklandı.

Dudaklarımı büzdüm. "Benlik bir sorun yok, bana kalırsa düz bir nikâhla hemen halledebiliriz," dedim umursamazca. Ama onun bakışları sanki başka bir şey söyler gibiydi. Asansörün düğmesine bastığında "Ama aileni bilmiyorum," diye devam ettim. "Yapmam gereken bir gelenek görenek var mı?" Kaşlarım merakla havalandı. "Tek başıma olduğumdan pek yapabileceğimi sanmıyorum çünkü."

"Babaannem düz bir nikâha asla müsaade etmez," dedi umursamaz durmaya çalışarak. "Önce nişan yüzüğü taktıracak büyük ihtimalle, ben de pek anlamam bu işlerden. Vakti gelince bu konuyu bizimle konuşur zaten." İçi boş asansörün kapısı açılınca elini geçmem için uzattı. Dudak büzerek içeri geçtim, peşimden hemen kendi bindi ve yirmi altıncı katın düğmesine bastı. Totalde otuz kat vardı.

Yan yana durduk. Ona baktım ve yüzük taktığım elimi kaldırdım. "E yüzük taktın ya," diyerek parmaklarımı masum masum salladım. Üç gündür deli gibi bu yüzüğü inceliyordum. Çok sonra safir yüzükteki orkidenin ortasında elmas işlemeleri fark etmiş, evin içinde çığlık atmıştım. "Ve bil diye söylüyorum hâlâ aklını kaçırdığını düşünüyorum. Bu yüzüğün değerini sormaya bile korkuyorum. Elmas var içinde alo! Can güvenliğim tehlikede. Her an kaçırılabilirim."

Alaycı sırıtışı yüzündeydi. "Ben seni bulurum korkma," dedi eğlenerek.

"Sen beni hep buluyorsun." Yüzüne baktım. Bu bir gerçekti.

"Ben seni hep bulurum." Sözleri gözlerimi ondan kaçırmama sebep oldu. "Ve o yüzüğü sana takmak aklımı kaçırmakla eş değerse," diye devam ettiğinde, sesi fazla derinden çıkmıştı. Bana baktığını her zerremle hissedebiliyorum. "İlk defa aklımı kaçırmak doğruymuş gibi geliyor, Çiçek."

Doğru duyup duymadığıma emin olmak için birkaç kez gözlerimi kırpıştırdım. Neden böyle şeyler söylüyordu ki? Ona bakmaya cesaret edemiyordum. Kelimeleri aklımı kurcalıyordu. Üstelik bana tekrar Çiçek demişti. Baştan beri hareketleri böyleydi belki, belki ben bir şeylere fazla anlam yüklüyordum. Bugüne karmaşık bir duygu seli ile başladığımdan gerekli gereksiz her söze takılıyor olmalıydım. Ondan olmalıydı, başka bir açıklaması olamazdı. Olmamalıydı.

Asansör sonunda durduğunda ve kapısı açıldığında hızlıca kendimi dışarı attım. Poyraz da hemen peşimden çıktı. Buraya ilk defa geldiğim için bakışlarım etrafı taradı. Gri zemin, beyaz mobilyalarla kaplanmış iç açan bir yerdi. Tavandaki spot ışıklar her yeri fazlasıyla aydınlatıyordu. Karşımda sağlı sollu cam duvarlarla çevrili alanda, yanına dizilmiş masalardaki bilgisayarlarla harıl harıl çalışan insanlar vardı. Bazıları koşturuyor, bazıları kendi aralarında sohbet ediyordu. Nereye gitmem gerektiğini bilmediğim için durmak zorunda kaldım. Poyraz'a döndüm. "Nereye gidiyoruz?"

Çenesiyle ileriyi işaret etti. "Devam et."

Omuz silkerek yürümeye devam ettim. Her iki tarafta dizilen çalışanlar bizi görünce Poyraz'a bakıp "Günaydın Poyraz Bey," dediler. Poyraz her birini başıyla selamlamış olmalı ki çalışanlar gülümseyerek işlerine döndü. Bana attıkları kaçamak bakışları fark edebiliyordum. Herhangi bir tepki vermeden mermer zeminde tok ses bırakan topuklularımın sesini geride bırakarak ilerlemeye devam ettim. Çalışanların alanı bittiğinde dar bir koridor karşıladı beni, her iki duvarda da yan yana dizilmiş odalar vardı. "Soldan üçüncüsü senin odan," dedi Poyraz. "Hemen yanındaki de benim." Ona bir şey söylemeden bahsettiği odanın kapısını açıp içeri geçtim.

Kapıdan geçtiğimde beni karşılayan ilk şey ahşap büyük bir masa oldu. Masanın önünde iki koltuk ve küçük bir sehpa vardı. Karşı duvar tamamen camla kaplıydı. Mint yeşili duvarlardan biri boştu, diğerinde stor perde vardı. Ben boş duvar sevmediğim için orayı süslemeyi planlıyordum. Yine de oldukça güzel ve ferah bir odaydı. Camın arkasındaki deniz manzarası buraya bayılmam için yeter ve artardı. "Beğendin mi?" diye sordu Poyraz merakla yanıma geldiğinde, elindeki eşyalarımı masaya bırakarak.

Gülümseyen yüzümle ona dönüp başımı salladım. "Fazla güzel. Teşekkür ederim."

Gülümsememe aynı sıcaklıkla karşılık verdi. "Teşekküre gerek yok," dedi. "Sen yerleş, sonra Harun gelince sana gerekli bilgileri aktırır. Giriş kartını almak için gitmişti, birazdan gelir. Bilgisayarına da bizim sistemin girişini sağlar."

"Olur," dedim sadece. Gözlerim stor perde olan duvara kaydı. Neden orada durduğunu merak ediyordum. Gözlerim kısılırlen çenemle orayı işaret ettim. "Bu niye burada?"

Belli belirsiz sırıttı. "Odamı gösteriyor."

"Şaka mı yapıyorsun?" diyerek perdenin yanına gidip çektim. Beni karşılayan şey, cam bir bölmeydi ve yandaki odayı gösteriyordu. Perdeyi parmağımla işaret edip Poyraz'a baktım. "Umarım açmamı istemezsin. Ben üzerimde göz olmadan çalışmak isterim."

Omuz silkti. "Keyfime kalmış."

"Başlatma keyfine!" Kaşlarım çatıldı.

Eğlendiğini her haliyle belli ediyordu. "Yalnız bugünden itibaren artık patronunum, patronunla böyle konuşmamalısın."

Yüzümü buruşturup ellerimi kaldırdım. "İstifa ediyorum," dedim hemen. Poyraz kahkaha atıp "Edemezsin," dedi. "Üç yıllık sözleşme imzaladın."

Gözlerim büyürken "Ne yapmışım, ne yapmışım!" diye yükseldim. "Ne zaman imzaladım, uydurma!"

"İki gün önce bir dosya dolusu imza attın, sana okuman gerektiğini söylemiştim."

Söyledikleriyle omuzlarım çöktü, evet okumamıştım. "Sana güvenip okumamıştım," dedim dudak bükerek. Aptaldım, asla bir şeyleri okumadan imzalamazdım ama ilk defa bunu yapmıştım.

Halimden eğlenir gibi başını salladı. "Güvenmemen gerektiğini söylemiştim."

Gülmeye devam ettiğinde benimle uğraştığını daha yeni fark ediyordum. "Dalga geçiyorsun değil mi?" dedim bozularak. Aptal numarasına inandığıma inanamıyordum. Sırıtışı büyürken "Evet," dedi. Yüzümü buruşturdum. Kesinlikle sinirlerimi bozuyordu.

Yüzüme yerleştirdiğim sevecen bir gülümsemeyle başımı omzuma yatırdım. "Odamdan çıkar mısın canım patroncuğum?" dedim dişlerimi sıkarak. Ardından gülümsememi silip çenemle kapıyı işaret ettim. "Defol."

Poyraz elini ensesine götürdüğünde kendinden geçmiş gibi kahkaha attı. Gülüşü büyüdüğünde dışarıdaki camdan yüzüne yansıyan güneş ışığı, mavi gözlerini kıstı. Kısılan gözleri daha da parladı. Gözleri çok güzeldi.

Ellerini teslim olurcasına kaldırdı. "Peki peki," diyerek odadan çıktı ama benim zihnimde hâlâ gözleri dolanıyordu. Zihnimi sıfırlayan mavilerinin canı cehennemeydi. Düşünmeyi unutmuştum.

Kendime söverek masanın üzerindeki kutumu boşaltmaya başladım. Yan tarafımdaki perdesi çekilmiş camdan bana bakan bir çift mavi göz hissediyordum ama oraya dönmeden elime aldığım çerçeveye baktım. Anne ve babama bakarken hep buruk olurdu benim gülümsemelerim. Yine aynı buruk ifadeyle gülümseyip parmağımla fotoğraflarını okşadım. Sonra anneannemin resmiyle birlikte onu da masama yerleştirdim. Yurt dışından özel koleksiyon aldığım kalemlerim dışında kalan eşyalarımı da yerleştirdikten sonra tekerlekli ve oldukça konforlu olan sandalyeye oturup bilgisayarımı çantasından çıkardım.

Bilgisayar ekranımı açtıktan sonra kafamı kaldırdığımda, yan tarafa bakma hissiyle dolduğum için bu hisse engel olmadım ve ona ayak uydurarak baktım. Baktığım kişi ise zaten bana bakıyordu.

Ona döndüğümü gören Poyraz'ın yüzündeki gülümseme büyüdü. Karşılık vererek ben de gülümsedim. Ansızın bakışları kapının olduğu tarafa döndü. Bir anda kaşları çatılmıştı. Sırtı gerilirken, duruşunu dikleştirdi. Masanın üzerindeki elini avuç içlerine bastırıp sıktı. Bir şeyler söylüyordu ama ses yalıtımından onu duyamıyordum. Sonra görüş alanıma biri girdi ve onun neden bu denli sinirlendiğini o zaman anladım.

Gelen kişi bakışlarını Poyraz'dan çekip omzunun üzerinden benim olduğum tarafa bakınca kaşlarını çattı. Göz göze gelmiştik. Ve bu kişi Aylin'den başkası değildi.

BÖLÜM SONU...

***

Huh! Neler oldu öyle??

Bölümü nasıl buldunuz??

Bir yandan Görkem, bir yandan Didem derken şimdi de Aylin geldi. Bakalım o neler söyleyecek??

Görkem sizce ne demek istedi?

Poyraz'ın hareketler peki... Neler oluyor be adammm???

Elvin'in ailesi ile ilgili yine bir kesit gördük. İleride bize nasıl dönüş yapacak acabası???

Poyraz daha önceki bölümlerde de dediği gibi pek şaka yapan birsi değil ama Elvin'le uğraşmak sanki bir çıtır hoşuna gidiyor gibi mi ne...

Neyse efenimler, diğer bölümde görüşelim. Öbür kitaba geçmeden 13. Bölümü yazacağım.

Kendinize iyi bakın,

Esen kalın...

Bölüm : 17.04.2025 23:29 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...