21. Bölüm

14. Bölüm | Benzemesi İstenmeyen Kaderler

Esmacayım
esmacayim

Selam selam selammm...

Çok uzun bir ara olduğunun farkındayım. Ama maalesef ki atama sürecindeydim ve deli gibi hastane arayıp duruyordum. Psikolojik olarak kafayı dağıttığım bir dönemdeydim anlayacağınız dslsgjsgdlkdfh üstelik 0.2 puanlık farkla atanamamak da koyunca biraz depresyon haline girdim haliyle ama sonra yapacak bir şey olmayacağını anladığım için çok önceden başvurduğum özel bir hastanede işe başladım. Bir haftadan fazladır da çalışıyorum.

Hastane sürecimi tekrar düzene sokmak biraz zor oldu, yeni yeni ekran başına geçebildim. Gelirken de uzun bir bölüm getirdim. Öncelikle davet sahnesi bu bölüm olmayacak onu söyleyeyim.

Bu bölüm biraz başka şeyler öğreneceğiz. Zaten bölümü atar atmaz bitirmek istediğim son diğer bölüme aksadığı için hemen diğer bölümü yazmaya geçeceğim.

Umarım seversiniz.

Yorumlarını bekliyorum.

Keyifli okumalar...

14. BÖLÜM

BENZEMESİ İSTENMEYEN KADERLER

Eğer bir çiçeği seviyorsan ona iyi bakmalıydın. Toprağını kuru bırakmamalıydın ama çok da ıslatmamalıydın. Fazla sularsan kökleri boğabilir, çiçeği öldürebilirdin; az sularsan toprak ölürdü ve çiçekler solardı. Her şeyin bir ölçüsü olmalıydı. Ölçüsü olmayan her şey, bir gün elbet taşardı.

Oysa bazen isterdim ki taşsın o su, taşsın da yine sevsinler biraz beni. Kalbim taşırdı, kalbim sevgiyi çok güzel taşırdı. Ben sevilmeye hasret kaldıkça papatya fallarından sevilmek dilemiştim. En çok da onlar sevmemişti beni. Çok seviyorum demek kolaydı. Sözler hep kolay olandı. Ama sevmezdi kimse kimseyi, öyle fazla. Eğer taşıyamıyorsa kalp vazgeçerdi. İnsan bir hayatta kaç kez vazgeçilebilirdi? Çok sevmekte ne vardı? Sevginin fazlasında ne vardı?

Sevginin fazlasında gitmek vardı.

Ve ben, yirmi altı yıllık hayatımda öğrenmiştim ki herkes bir gün elbet giderdi. Giden kimse geride bıraktığı cenazeyi düşünmezdi. Çiçek sulanmış mı, çiçek kurumuş mu, çiçek yaşıyor mu kimse merak etmezdi.

Çiçek solmuştu.

Cenazesinde selası yüreğinde okunmuştu.

Arabamı orta hızda sürerken aracı kaplayan şarkı yüzünden ağlıyordum. Gözlerimin kan çanağına dönmesini umursayacak halde değildim. Göğsümün sol yamacındaki sızı hiç geçmeyecek gibi hissediyordum. Yalnız başıma kalmaktan en çok bu yüzden nefret ediyordum. Tek kaldıkça ve uğraşacak bir şey bulamadıkça anılar bir zehir gibi damarlarımda kol geziyordu. Bazı anlar oluyordu, kendimi hâlâ bir kâbusun içindeymişim gibi hissettiğim. Sanıyordum ki bir gün uyanacağım ve hayatım eskisi gibi olacak ama olmuyordu, bu kâbusun içinde sıkışıp kalmıştım. Bir türlü geçmişe uyanamıyordum.

İyileşemeyen bir insana, hayat neden yeri yaralar açmakta ısrarcıydı ki?

Benim yaralarım kan revan içindeydi.

Kolay değildi, yaşadığım şeyler öyle unutulacak cinsten bir şey değildi ama yok saymak için çabalıyordum. Gerçekler ağır geldikçe kendime yeni yalanlar söylüyordum. Bazen inanıyordum. Çünkü ben yalanlarına ilk önce kendini inandıranlardandım. Olmamış gibi yapıyor, gülümsemek için çaba harcıyordum ama zihnimle baş başa kaldıkça yansımam gözümün önüne geliyor ve beni yalanımın altında deviriyordu. Altıların altında kalıyordum.

Ceyda Hanım ve Poyraz konuştuktan sonra Ceyda Hanım şirketten gitmişti. Gittiğini görmemiştim, odama bir şeye ihtiyacım olup olmadığını sormak için gelen Harun söylemişti bunu. Ceyda Hanım'ın benim yanıma uğramak için başka bir zaman tercih edeceğini zaten tahmin etmiştim. Bu olayları sindirmek istiyor olmalıydı. Kendince haklıydı. Ona pat diye gerçeği söylemiş olmam onu bozguna uğratmış olmalıydı. Poyraz da en az onun kadar şaşırmıştı. Benim böyle bir şey yapacağımı tahmin etmiyordu. Ceyda Hanım'a her şeyi söylemeden önce belki bunu Poyraz’a da sormam gerekiyordu, sonuçta bu ikimizin gideceği bir yoldu ama o an bunu düşünemedim, her şeyin üst üste geldiği bir günü yaşadığım için kendimi bir anda gerçekleri söylerken buldum.

Zaten gerçeği itiraf etmeden önce içimde bir yerde Ceyda Hanım’ın bu konuda kimseye bir şey söylemeyeceğine emin gibiydim, belki hissetmiştim bilmiyorum ama bugünkü tavrından da Poyraz’a yakınlığı için bir şey söylemeyeceğini anlamıştım. Hislerimde kolay kolay yanılan biri olmamıştım. Hem söylemeseydim bile Ceyda Hanım bizim birbirimizi sevdiğimizi düşünmeyecekti. Yine bunu çözerdi, ben sadece süreci kısaltmıştım.

Ceyda Hanım gittikten sonra Poyraz da bir daha yanıma uğramadı. Kafama göre iş yaptığım için bana sinirli miydi bilmiyordum ama üstünde durmadım. Bunu düşünecek bir kafada değildim. İş yerinde ilk günümü bitirdiğimde Poyraz’ın odasına gittim. Odası boştu. Çıkmış olacağını sanmıyordum, birlikte onlara geçecektik ama iş bitim saatine yakın bir yere geçtiyse en azından bunu bana haber verebilirdi.

Kapısını kapatıp odasından çıktım. Onu beklemek gibi bir düşüncem yoktu, yapmam gereken başka bir işim daha vardı, arabamı almak gibi. Onun aksine kendisine mesajla gideceğim yeri yazdıktan sonra şirketten çıktım ve bir taksiye atladım.

Taksi hareket ettiğinde Poyraz mesajıma dönüş yapmıştı. Onu beklememi ve birlikte gitmemizi yazdığı mesajına çoktan takside olduğumu, arabamı alınca onlara geçeceğimi şeklinde dönüş yaptıktan sonra telefonu kapattım.

İneceğim yere geldiğimde taksicinin ücretini ödedikten sonra kendimi araçtan çıkardım. Hava hâlâ aydınlıktı. Arabamla biraz gezmek ve kafa dağıtmak istesem de Defne'ye onu göreceğime dair söz verdiğim için tamircideki işimi hızlıca hallettim. Ödemem gereken kalan tutarı ödedikten sonra özlediğim beyaz spor arabamı Poyraz’ın evine doğru sürdüm. Yol hafızam iyiydi, beni ilk götürdüğü andan sonra konumunu unutmamıştım, hâlâ zihnimdeydi.

Ve şimdi de buradaydım, aracımın içinde yol boyunca zaman geçsin ve kafam biraz daha sussun diye müzik açmıştım ama çalan şarkılar her saniye kalbimi biraz daha fazla kırıyordu. Müziği kapatsam daha çok ağlayacağımı biliyordum. Sessizlik en büyük sesti, o zaman en büyük gürültüyü zihnim çıkarıyordu. Ben acılarımın altından kalkamadığım gibi zihnimin sesini de kesemiyordum. Ben travmalarımı yalnız kaldıkça atlatamadığımı görüyordum.

Elimin tersiyle yaşlarımı sile sile aracı sürmeye devam ederken gelen mesajla aracı yavaşlattım ve torpidonun üzerinden telefona uzandım. Gördüğüm isim ve mesajla yaşlarım daha fazla akmaya başladı. Canımı yakmak için bunu özellikle yapıyordu.

Kullandığım yeni bir telefon olsa da aynı e maili kullanmaya devam ettiğim için tüm telefon numaraları bu telefonumda da aynı şekilde kayıtlıydı. Ve onun ismini kaydettiğim şekli değiştirmeye bile fırsat bulabilecek bir psikolojide olamadığımı görmek ruhumda başka bir yara açtı. Hem isminin kayıtlı şekli hem de yazdıkları içimi kanatıyordu.

Sevgilim: Yarın gelme, Elvin. Nolur gelme. (18.11)

Sevgilim: Yapamam, dayanamam. Katlanamam, Elvin. Başkasıyla yan yana durmanı izleyemem. Lütfen gelme. (18.11)

Öfkeyle aracı bir kenara çektim ve bir çırpıda numarasını sildikten sonra telefonu torpidonun üzerine gelişine fırlattım. Maalesef ki numarasını ezbere biliyordum ama bu şu anlık önemli olan nokta değildi, onu bu şekilde kayıtlı görmek sadece canımı yakıyordu. Hangi hakla… Hangi hakla bana bu sözleri sarf edebilirdi? Hangi yüzle yapardı bunu? Kendi değil miydi beni düğün günümde terk edip başka bir kadınla, yakın arkadaşım olan bir kadınla evlenen ve boy boy kendilerini kameralarda gösteren? Benim bebeğim öldü ya, utanmadan bana nasıl yazardı?

Giden geride bıraktığı cenazeyi düşünmezken hangi hakla toprağında ekilene karışma cesareti gösterebiliyordu?

Bir süre alnımı direksiyona yaslayıp yol kenarında bekledim ama ona cevap yazmazsam rahat edemeyeceğimi iyi biliyordum. Canını yakmak istiyordum. Tıpkı şu an benim canımın yandığı gibi onun da canı yansın istiyordum. Telefonumu fırlattığım torpidonun üzerinden aldıktan sonra rehperde artık sadece bir numaradan ibaret olan kişiye tuşların üzerinde parmaklarımı sert ve hızlı bir şekilde gezdirerek cevap yolladım.

Yarın orada olacağım. Ve sen sadece izleyeceksin. (18.15)

Çiçeği sulamazsan onun senin için büyümesini bekleyemezsin, buna hakkın yok Görkem. (18.15)

Bana bir şeyler demene, benden bir şeyler istemeye hakkın hiç yok. (18.16)

Bu saatten sonra benim yolum sana çıkmaz ama sen yine de hep arkanı kolla olur mu? (18.16)

Cevapları yazdıktan sonra telefonu sessize alıp kapattım. Son anda Poyraz’dan gelen bir mesaj görsem de şu an keyfim fena halde kaçtığı için okumadım ve aracı çalıştırdım.

Yol boyunca müzik çalıp durdu ama bu sefer zehirli düşüncelerimin zihnime yayılmasına engel olamadı. Her geçen saniyede gözlerim biraz daha doluyordu. Önüm bulanıklaştıkça elimin tersiyle yaşları siliyordum ama hep bir yenisi geliyordu. Ne yaşlardan kurtulabiliyordum ne de yaralardan. Bir yaramdan gözüm kaçırdıkça bir diğeriyle karşılaşıyordum. Hiçbiri iyileşmediği gibi bir de yenileri açılıyordu, yara alacak yerim kalmadığı halde arsızca ruhuma bir yenisini kazıyorlardı.

Poyrazların ormanın içindeki evine yaklaştığımda dış kapının önüne yaklaşmadan aracı durdum ve yaşlarımı silmek için telefonun ekranından yüzümü inceledim. İrislerimin her bir yanının alev aldığını görmek bende gülme isteği uyandırmıştı. Kırmızı damarlar yeşillerimi abluka altına almış ve bir orman yangını başlatmıştı. Karşılaştığım manzara tam olarak buydu. Orman yangını. Kendimi böyle görmek tebessümlerim arasında gözlerimi biraz daha doldurdu.

İyi değildim.

Ben hiç iyi değildim.

Elimin tersiyle yaşlarımı sildikten sonra çantamdan çıkardığım kapatıcıyı şişen göz altlarıma sürdüm. Gözlerimin kızarıklığı için hava çarptı, alerjiden oldu diyerek birçok farklı bahane uydurabilirdim ama şişen göz altlarım için hiçbir şey diyemezdim. İyi görünmem gerekiyordu. Oraya gidince dik durmam, hiç ağlamamam, yine maskemi giyinmem ve güçlüymüş gibi durmam gerekiyordu. Öyle olduğuma kendimi inandırırsam öyle olurdum. Bunu biliyordum.

Ama içime attıkça çürüyen içime hiçbir şey yapamıyordum. Onun morluklarını hiçbir yalan kapatamıyordu. Süremezdim misal şu elimdeki şişeden onun çürüyen yanlarına. Oysa ben en çok bir şeyleri içime atmamayı öğretmiştim kendime. Biliyordum ki içime atarsam içim taşar. Çiçeklerim solar, yapraklarım çürüdü diye ağlar. Körpe bir dal kalır yamacımda.

Solmuştum, çürümüştüm de ama elimde dal bile kalmamıştı. Onu da kırmışlardı.

Gömülmüştüm ben ama bir mezarım bile olmamıştı.

Göz altlarıma kapatıcıyı sürdükten sonra çantamdan çıkardığım minik bir süngerle onları dağıttım. Gül kurusu rujumu tazeledim ve iyi görünüyorsun diyerek kendimi buna ikna etmek ister gibi başımı salladım. Ardından aracı tekrar çalıştırdım.

Demir büyük kapının önüne geldiğimde kapılar kapalı olduğu için tekrar durdum. Kapının önündeki siyah takım elbiseli bir adam, yanıma yaklaştı. İlk geldiğim gün de kapıda o vardı diye hatırlıyorum. İndirilmiş camdan eğilip bana baktı ve “Kime bakmıştınız?” diye sordu.

Elimle saçlarımı kulaklarımın arasına sıkıştırıp “Elvin ben,” dedim. “Karaaslanların geleceğimden haberi var.” Aslında Poyraz’ın müstakbel eşiyim deseydim işim daha kolay olurdu. Ama böyle de işimi halledebilirdim.

Lakin adam beni şaşırtmıştı. “Poyraz Bey'in evleneceği kadınsınız,” dediğinde onun bunu bilmesine afallamıştım. Burada dedikodu çabuk yayılıyordu anlaşılan.

Başımla onayladım. “Öyleyim.” Adam koyu kahve gözlerini çabucak benden çekip doğruldu ve kapının arkasındaki kulübede olan adama elini sallayarak “Servet, aç oğlum kapıyı!” diye seslendi.

Siyah demir kapı otomatik şekilde sağa kaydığında “Buyurun Elvin Hanım,” dedi yolu işaret ederek. “Ben deniz Tuğrul, bir sıkıntınız olursa söylersiniz.”

Gülümsedim. “Sağ ol, Tuğrul,” dedikte. sonra önüme döndüm ve aracı tekrar çalıştırarak açılan kapıdan içeri sürdüm. Evin önüne gelene kadar iki ayrı küçük ev görüş alanıma girdi. Onlar müştemilat olmalıydı. Evin konumu oldukça uzak bir yer olduğundan evin çalışanlarının orada kaldığını tahmin etmemek zor değildi. Kimse her gün git gel yapmak istemezdi. Gerçi git gel yapacak araç bile geçmiyordu yakınlarda.

Bir insan niye buraya ev yapardı ki?

Pek alışık olmadığımdan kalabalık ortamları pek sevmezdim, ama bu kadar ücra yerler de beni ürkütürdü. İnsan kendini fazla yalnız hissedebiliyordu. Gerçi bu evin içi yalnız kalınamayacak kadar kalabalıktı.

Evin önüne aracımı park ettiğimde çantam ve telefonumla dışarı çıktım, kapıyı kilitledikten sonra anahtarı çantama attım. Önce başımı hafifçe kaldırdım ve temiz havayı içime çekmeye çalıştım. Sonra duruşumu biraz daha dikleştirdim ve adımlarımı eve doğru götürdüm. İki kolonun arasındaki basamağa ilk adımımı attığımda yaklaşan aracın motor sesi, adımlarımı durdurdu ve gelenin kim olduğu merakıyla bedenimi döndürmeme neden oldu.

Gözüme takılan siyah aracı tanıyordum. Poyraz'ındı. Arabasını hemen benim beyaz arabamın yanına park ettikten sonra kendini araçtan attı ve kapıyı kapattığı gibi “Telefonuna niye bakmıyorsun sen Elvin?” diyerek bana doğru hızlı adımlarla yaklaştı. Adımları fazla sert, yüzündeki ifade ise fazla bilinmedikti. Sesindeki endişe dolu tona anlam veremedim. Kaşları arasındaki kırışıklığı bana yaklaştığında biraz daha net görebiliyordum.

Önümde durdu. “Elindeki telefon konuşmak için var.” Sözlerinden sonra duraksadı. Öfkeye bürünen endişesini sakinleştirmeye çalıştığını koyulaşan mavilerinden anlayabiliyordum.

Anlamsız bakışlarım üzerinde gezindi. Bu tavrının gereksiz olduğunu düşündüğüm için “Abartmasan mı?” dedim. “Sana buraya geleceğimi yazmıştım zaten.”

“Ben de sana beni beklemeni söylemiştim. Birlikte gelebilirdik.” Sesi son derece ciddiydi. Derdi neydi?

“Alt tarafı arabamı almaya gittim.”

Soluğunu bıraktı. “Telefonunu açmana engel değil bu.”

“Şu an gerçekten fazla abartıyorsun.” Kaşlarım belli belirsiz çatıldı. Sinirlenmeye başlıyordum. “Şirketten çıkmadan önce odana uğradım ama orada yoktun. İşin çıktıysa yazsaydın o zaman Poyraz. Beklerdim o zaman seni ama sen bana bir şey söyleme gereksinimi duymadan gittiysen bu benim problemim değil. Zaten sabah da sana arabamı alacağımı söyledim ve gördüğün üzere alıp buraya geldim.”

Poyraz beni dinlemiyor gibiydi. “Elvin sana ulaşamadım,” dedi korku hissettiğim ama anlam veremediğim sesiyle. “Sana ulaşamadım. Anlıyor musun sen bunu?”

Bana bir şey olmuş olduğunu düşündüğünü çok sonradan fark ettim. Endişesi bundandı. “Bana her ulaşamadığında abartacak mısın böyle?” dedim endişeye gerek olmadığının altını çizmek için ama Poyraz beni şaşırtacak şekilde bir anda tereddütsüzce “Evet,” deyince sözlerimin devamını getiremedim. “Evet Elvin, abartacağım.”

Gözlerim tavrını anlamak ister gibi kısıldı. “Niye?” dedim başımı hafifçe kaldırıp gözlerimizi buruştururken. “Bak bu evlilik saçmalığı üzerinden kılıf uyduracaksan…” Duraksadım. Poyraz sözlerimi beğenmemiş gibi duruyordu. Duruşumu dikleştirdim ve en net halimle sarf ettim kalan sözlerimi. “Kendini bu oyuna fazla kaptırma Poyraz.”

Poyraz’ın kaşları çatıldı. “Bu evlilik oyunu senin için saçmalıktan ibaretse niye başlattın o zaman Elvin?” Sözleri fazla sertti. “Sürekli benim üzerimden pişman olmaktan yana dem vuruyorsun ama dönüp kendine hiç bakmıyorsun. Daha hiçbir şeye başlamadan kafana göre iş yapan da sensin, saçmalık diyen de, gitmekten bahseden de.”

Sözlerini sevmemiştim. “Konuyu çarpıtıyorsun şu an.”

Hâlâ sertti bakışları. “Benim bir şeyi çarpıttığım yok. Sadece bazı gerçekler senin işine gelmiyor.”

Yüzümdeki kaslar gerilmişti. “Kime göre, neye göre?” dedim başımı hızlıca sallarken, çenemle onu işaret ettiğimde. “Kendi değer yargıların benim lügatımda farklı anlam taşıyorsa senin doğrularına uymadığı için beni suçlayamazsın, Poyraz. Alt tarafı arabamı alıp geldim, konuyu getirdiğin yere bak. Hep böyle mi yapacaksın sen?”

Bu sefer sarf edilen sözleri beğenmeyen oydu. “Ben böyle bir adam mıyım senin gözünde?” dedi sanki hayal kırıklığına uğramış gibi. “Kısıtlayıcı biri miyim?”

“Değilsin,” dedim hemen. “Ama öyle davranıyorsun ve bu benim hiç hoşuma gitmiyor, haberin olsun.”

Gözlerini sakinleşmek için birkaç saniyeliğine kapattı, tekrar açtığında baktığı ilk şey gözlerim oldu. Kısa ama derin bakışları irislerimin her köşesini tek tek incelerken ikimiz de gözlerimizi birbirimizden ayırmadık. Gözlerimde bir şey görmüş ama beğenmemiş gibi kaşları çatıldı. “İyi değilsin,” dedi sonra, gözlerime biraz daha bakarak. O an kaskatı kesilen ben oldum. Gerçekler yüzüme tokat gibi çarptığında yaptığım tek şey gözlerimi kaçırmak olmuştu.

Tekrar ona baktım. “Nerden çıkardın bunu?” Sabah bunu ona kendim söylemiştim ama şu an neden böyle bir konu açtığını anlamıyordum.

Derken bir anda elleriyle yüzümü avuçları arasına aldığında beklenmedik hareketi iki yanımda duran ellerimin kasılmasına neden oldu. “Ağlamışsın Elvin. Hem de çok fazla ağlamışsın. Çok ağladığında gözlerin kızarıyor böyle ve ağlamak senin gözlerine hiç yakışmıyor.” Parmakları gözümün kenarlarında gezindiğinde sanki onları iyileştirmek ve gözyaşı musluğu kapatmak istermiş gibi okşuyordu.

Başımı inkâr etmek için iki yana salladım. “Ağlamadım, alerjik tamamen. Arada olur böyle.”

Buruk bir tebessüm etti. “Öyle bir alerjin yok.”

Kaşlarım havalandı. “Nereden biliyorsun, tanımıyorsun bile beni.”

“Bilirim.” Netti. Elleri hâlâ tenimdeydi. Geri çekilme isteği ile dolup taşsam da sözlerinin devamını merak ettiğim için hareket etmedim. “Seni biraz da olsa tanıdım, Elvin. İyiymiş gibi yapıyorsun ama iyi falan değilsin sen kızım. Görüyorum. Sen iyi bir yalancısın. Bunun da farkındayım, kendini bile kandırabilecek kadar iyi bir yalancısın ama beni artık kandıramazsın. Ben seni bir kere gördüysem yalanlarının altındaki gizlediğin gizli kabuğunu da görürüm. O yüzden sakın bana inkâr edip iyiyim numaraları yapmaya kalkma. İyi değilsin.”

Yüzümün her köşesini inceliyor gibiydi. Sözleri benden şaşkınlığa boyanan bir duvar yaratmışken kıpırdamayı unutmuşum. Poyraz en son gözlerime baktı, gördüğü şeyden hoşlanmadığını görebiliyordum. Kaşları biraz daha çatıldı. Ağladığım fark edilmeyecek gibi değildi ama yine de fark etmesin istemiştim. Ben kendimi gizlemek istedikçe onun karşısında açık bir kitap gibi durmak beni savunmasız bırakıyordu. “O yüzden Elvin…” diye devam etti, derinden gelen sesiyle. Fazla buğuluydu. “En azından biraz da olsa iyi olduğunu görene kadar kapatma telefonunu. Aradığım zaman aç. Kafamın içinde kaç farklı senaryo geçtiğinden haberin bile yok senin.”

Gözlerinin ardında gördüğüm bakışlardan hoşlanmamıştım. Fazla derindi, bir denizin içinde kaybolmak gibiydi ve ben kaybolduğum hayatın içinden tekrar kaybolmak istemeyecek kadar dersimi almıştım. Başımı kendime gelmek ister gibi hızlıca iki yana salladım ve kolları arasından çıkarak geri çekildim. Aramıza açabildiğim kadar mesafe açtığımda Poyraz transa girmiş de geri çıkmış gibi kendini silkeledi.

Ona hatırlatmak istediğim gerçeği hatırlatmaktan vazgeçmeyeceğim için benden kaçırdığı gözlerime aramızdaki mesafeyi kapatmadan bakmasını sağladım. “Kendini kaptırma,” dedim tekrar, sesim belki de onun benden dinlediği en kararlı tonuna bürünmüştü. “Sadece şunu bil ve bana bu konuda baskı yapma bir daha.” Gözlerine daha net bakabilmek için başımı biraz daha kaldırdım. Sözlerimin sert olmasını istediğimde ağırlığı altına kendimle birlikte sarf ettiğim kişiyi de bırakırdım ve altında kalırdık.

“Ben bir daha o noktaya gelmem, çünkü benim bu hayatta kaybedecek hiçbir şeyim kalmadı Poyraz. Bu hayatın benden alacağı başka bir şeyim kalmadığı için de kimse beni bir daha o uçurumun başına atamaz. Mesela şu an ölsem…” Umursamazca dudaklarımı büzüp başımı salladım. Poyraz sözlerimden hoşlanmadığı için araya girmek istese de izin vermedim. “Şu an ölsem, üzülür müyüm bilmiyorum. Belki üzülürüm, belki üzülmem. Çok da önemli bir mesele değil artık. Ama canıma da kıymam. Eğer hâlâ alacak nefesim varsa bunu sadece kendim için almaya devam edeceğim. Ben zaten o gün, o uçurumdan atladım; bir daha kimse beni oradan atamaz, kendim bile. O yüzden yalnız kalmak istediğimde bana karışma, telefonu açmıyorsam kafam bozuktur ve toplamaya çalışıyorumdur. Toplayınca zaten dönerim sana. Sınırlarımız olsun olur mu?”

Poyraz sözlerimi bitirdikten sonra bana doğru bir adım attı ve aramızdaki mesafeyi azalttı. Yüzüme doğru eğildiğinde kendinden emin bir şekilde “Sen de bunu anla o zaman, Elvin,” dedi. Sesi fazla keskindi. “Eğer elini tuttuysam, o eli bırakmam. Sınırları siktir et. Senin lügatın senin zararına kelimeler türetiyorsa o lügat benim umurumda bile olmaz. Benim lügatımda bu durum böyle. Sana o gün de söyledim, emin olup olmadığını son kez sorduğumda seni bu süreç boyunca bir daha bırakmayacağımı söyledim ve sen de bunu bile bile kabul ettin.”

Sözlerinin netliği zihnime çarparken hiçbir şey diyemedim. Çalışma odasından yaptığımız konuşmadan bahsettiğini çarpan sesin zihnimde yankılanmasıyla hatırladım. Dudaklarıyla dilini ıslatıp başını yüzüme eğdi. Gözlerini bir saniye olsun gözlerimden ayırmıyordu. “Seni en çok seninle yalnız bırakmam Elvin,” diye devam ettiğinde hayatım boyunca bu lafı kimseden duymadığım için afalladım. Beni benimle yalnız bırakmak beni öldürmek demekti. “Çünkü sen en çok kendinleyken yaralarını kanatıyorsun. Elini tuttuysam, seni senin yaralamana bile izin vermem.”

Geri çekildim. Kelimeleri zayıf noktamı biliyormuş gibi oraya saldırırken fazla savunmasız hissediyordum kendimi. Sözlerden nefret ederdim. Sözler benim yaralı yanımdı. Başımı yana yatırıp “Seninle daha fazla polemiğe girmeyeceğim, belli ki sinirlerimi bozmaya devam edeceksin,” dedim. Gözlerimi bilhassa ona değdirmiyordum. Lakin “Ama sakın bir daha bana sözler verme,” dediğimde öfkeye yüz tutmuş harelerimi tekrar mavilerine diktim. Öfkem ona değildi, öfkem herkeseydi. “Söz veren insanlardan nefret ederim.”

Kimse sözünü tutmuyordu.

Poyraz ise sürekli bana sözler veriyordu, bu hoşuma giden bu durum değildi. Ben ona güvendiğimi söyledim, güvenimi yıkmasından korkuyordum. Çünkü birine güvendiğini söylemek, onun dilerse seni öldürebileceği keskin bir bıçağı eline vermek demekti aynı zamanda. Sırtını ona döndüğünde elindekini saplayıp saplamayacağını bilemezdin ama yine de ona sırtını dönmekte tereddüt etmezdin.

Histerik bir gülümseme kaçtı dudaklarından, sinirleri bozulduğu her halinden belliydi. Asıl sinirleri bozuk olan bendim, bu yüzden hiçbir şeyi umursamayacaktım. “İçeri geçelim,” dedi başıyla kapıyı işaret ettiğinde. Arkasını döndü ve zile bastı. Söylediklerime cevap verme gereksinimi duymadı. Onu birazcık bile tanıdıysam sözlerim bir kulağından girip diğerinden çıktığından emin olabilirdim. Sözler vermeye de, yanımda olmaya da, elimi tutmaya da devam edecekti.

Yanımda kimseyi istemiyordum, yanım boşluk kalsın istiyordum ama ben de şunu anlamıyordum. Parmağıma bu yüzüğü takmasına müsaade ettiysem bu süreç bitene kadar onu yok sayamaz, tek olacağımı söyleyemezdim. Bu tek başıma oynadığım bir oyun değildi.

Çantam ve telefonuma sıkıca tutundum ve Poyraz’ın bir adım arkasında durarak kapının açılmasını bekledim. Kapı açıldığında kapının ardında isminin Nurten olduğunu hatırladım ellilerinde görünen kadın bizi karşıladı. Eşarbını yanlarını çekiştirirken “Hoş geldin Poyraz oğlum,” dedi Poyraz’a bakıp gülümseyerek. Kapıyı bizim için ardına kadar açtı. Poyraz içeri adım atarken kadını başıyla selamladı. Keyfi olmadığından konuşmuyordu. Kadının bakışları bu sefer bana döndü. Yüzündeki gülümseme yerini koruyordu. “Sen de hoş geldin gelin hanım.”

Hitap şekline şaşırsam da bunu yüzüme yansıtmadım. “Hoş buldum,” demekle yetindim. Poyraz’ın arkasından içeri girdim, kadın kapıyı arkamızdan kapattı ve mutfağın olduğu yere doğru ilerledi. Poyraz'la tek kaldığımızda Poyraz omzunun üzerinden bana dönüp “Benim yukarıda işim var,” dedi, mesafeli sesiyle.

Aramızdaki gerginliği uzatmak istemediğimden “Geleyim mi seninle?” diye sordum. Sesimde herhangi bir öfke, ima ya da bezmişlik yoktu. Tamamen normal davranıyordum. İki dakika önceki halimle şu anki halim bir değildi. Poyraz bu dengesiz hallerime alışmakta ilk başta zorluk çekse de şu an bir şey demedi, bahsettiği durum bu olmalıydı. Beni tanıdıkça beni anlamaya başlıyordu. Ama benim neden böyle dengesiz olduğumu hiçbir zaman bilemeyecekti.

Ben annemin kızıydım.

Poyraz bir şey söylemek üzereydi ki saatlerdir duymayı beklediğim çok tatlı bir ses kulaklarımı iliştiğinde ikimizin de bakışları o tarafa döndü. “Elvin mi geldi, Elvin mi geldi, Elvin mi geldi?!” diye sevinçle bağıran bir ses kapladı her yeri. Defne, seke seke büyük salondan buraya doğru koşturuyordu. Üzerindeki sarı sıfır kollu bir tişört ve beyaz şort vardı. Sarı saçları salıktı. Yine inanılmaz tatlı görünüyordu. Beni görünce yüzünde çiçek açtı.

“Defne seni bırakacak gibi değil, sen onunla kal istersen,” dedi Poyraz bana dönerek. Omuz silktim. “Olur,” dedim ve tüm odağımı Defne'ye verdim. Kollarımı açarak bana yaklaşmasına az bir mesafe kalan Defne'ye sarılmak için dizlerimin üzerine çömeldim.

“Defne’cim…” dediğim an kolları boynuma dolandı.

“Elvin!” dedi şakıyarak, kollarıyla boynumu daha sıkı sardığında. “Çok özledim seni!”

“Öyle mi?” dedim ben de elimi minik sırtına sararken. “Ben de çok özledim seni.”

Geri çekilip yanağımdan öptü. “Yaaa…” Sesi biraz utanmış gibiydi. Omzunun üzerinden Poyraz’a doğru başını kaldırdığında onun burada olduğunu yeni fark ediyordu. “Amcam beni sana getirmedi diye çok kızdım.” Gözlerindeki tatlı öfke beni de Poyraz’ı da gülümsetti.

Defne tekrar bana döndü. “Bugün de amcamla aynı yerde işe başlamışsın, annem öyle dedi ama senin yanına gelmeme izin vermedi. Çalışıyormuşsun dedi. Çok mu çalışıyorsun ki Elvin?”

Başımı salladım. “Biraz çok çalışıyorum evet.” Sözlerim onu üzdü. İki yanına sarkıttığı ellerine uzanıp tuttum ve onu mutlu edeceğini bildiğim kelimelerimi söyledim. “Ama seni görmeye istediğin zaman gelirim.”

Gözleri parladı. “Söz mü?” dedi hevesle gözlerini kırpıştırarak ama ben buna cevap veremedim. Tutamayacağımı bildiğim şeylerin sözünü veremezdim.

Kısa bir anlığına kaçırdığım gözlerim Poyraz’ı buldu. Daha birkaç dakika önce söz verenlerden nefret ederim derken gidip de o sözü kendim verecek değildim. Karşımdaki minik bir kız olsa bile. Cevabımı merakla bekliyordu bu yüzden Poyraz.

“Elimden geldiğince…” derken Defne'ye döndüm. “Elimden geldiğince bunu yapmaya çalışırım. Ama söz vermeyeyim olur mu? Yapamazsam üzülürsün, sonra da bana kızarsın. Bana kızmanı istemem.”

Yüzü asıldı. “Hep gelmez misin ki? Ama amcamla evleneceksin. Sen de bizimle kal, nolur…” Son kelimesini uzatarak söylediğinde birleştirdiğimiz elleri büyük bir istekle salladı.

“Evlenince geleceğim, merak etme.” Bu yalan değildi ve ben bu konu üzerinden biraz bile düşünmeye fırsat bulamamıştım. Yıllardır tek yaşayan biri olarak aynı evin içinde koca bir aileyle kalmak nasıl bir şey olur fikir bile yürütemiyorum. Kalabalık ailelere yıllardır imrensem de bazı zamanlar ürkütücü geldiği de bir gerçekti.

Defne söylediklerimden sonra yerinde zıplamaya başladı ve Poyraz’a baktı. “O zaman hemen evlenin hemen!”

Poyraz Defne'nin saçlarını karıştırıp sırıttı. “Sen onu ikna et amcacım,” derken yüzüyle beni işaret etti. “Hemen yarın getirelim eve.”

“Olur mu ki?” Defne'nin heyecanla gözleri büyüdü.

Poyraz başıyla onayladı. “Olur olur.”

Başımı inanamayarak iki yana salladım. Defne'nin elini bırakmadan ayağa kalktım. Başımı geriye yasladığımda “Şaka gibisin gerçekten,” dedim Poyraz’a omzumun üzerinden fısıldayarak. “Oldu olacak akşam da nikah kıyalım?”

Poyraz sözlerime sırıttı. Eğlendiği her halinden belliydi, Defne sayesinde ikimizin de üzerindeki gerginlik geçmişti ama bunun daha sonra tekrarlanacağını hissedebiliyordum. Bazı şeyleri çözüme kavuşturmadan bir yola girmek her zaman engellere takılmamıza neden olurdu. Bizim en büyük engelimiz de benim sınırlarımdı.

Defne pantolonumun ceplerini çekiştirdi. “Akşam burada kalsana, Elvin.”

Başımı eğip ona baktım. “Sen uyuyana kadar kalmaya çalışırım, olur mu?”

Suratı asıldı. “Ama sabah uyanınca olmayacaksın,” dedi tutmaya devam ettiği ellerimi çekiştirerek. “Gitmesen, olmaz mı?”

Özür diler gibi başımı eğdiğimde Poyraz konuşmama izin vermeden “Gitmeyecek prenses, merak etme,” diye emrivaki yaptığında tekrar ona baktım ve kaşlarımı çatabildiğim kadar çattım. Defne o arada “Yaşasın!” diyerek neşeyle yerinde zıplarken ben Poyraz’ın neden böyle bir şey dediğini anlamak için merakla başımı iki yana sallıyordum.

“Kafana göre işi yapma,” dedim dişlerimin arasından.

Lakin Poyraz’ın cevabı hazırdı. “Bu sefer benim kafama göre iş yapasım tuttu,” dediğinde Ceyda Hanım’a söylediklerimden söz ettiğini elbette ki anlamıştım. “Akşam burada kalırsın, sabah da birlikte gideriz.” Birlikte kısmını özellikle bastırmıştı. Dışarıda söylediğim hiçbir şeyi ciddiye almadığını görebiliyordum. Bu adam benim sinirlerimi fena halde bozuyordu.

Yüzünden silmediği gülüşüyle bahçeye çıkmamızı söyleyen Defne'yi işaret etti Poyraz. "Siz takılın, ben yukarı çıkıyorum."

Defne kafasının art arda sallayarak onu onayladı. "Sonra sen de gel ama amca," dedi ardından, Poyraz'a istek dolu bakışlar atıyordu. Poyraz gülümsedi. "Gelirim," dedikten sonra eğilip Defne'nin yanaklarını öptü ve yanımızdan uzaklaştı.

Poyraz merdivenlere yönelip yukarı çıktığında ben de Defne'yle birlikte bahçeye geçtim. Söylediğine göre annesi ve Yaprak odalarındaymış, babaannesi Sevinç Hanım ise evde yokmuş. Dedesi Ahmet Karaaslan’la birkaç saat önce Ankara’ya gitmişler. Birkaç gün sonra geleceklermiş. O kadından ilk gördüğümde de pek hoşlanmadığım için evin içinde görmemek işime gelirdi.

Yasemin Hanım’ın odasında uyuduğunu söyledi sonra Defne. Sanırım yine kriz geçirmişti. Onun bu hali içimin burkulmasına neden oluyordu, bir gün umarım tamamen iyileşirdi. Bu evde empati yapabileceğim belki de tek kişiydi Yasemin Hanım. Kendi de benim hakkımda böyle düşünüyordu. Bu nedenle burada kaldığım süre zarfınca kendisi için elimden geleni yapacaktım.

Bahçede çiçeklerin arasında gezerken Defne heyecanla ona yeni şeyler anlatmamı istiyordu, ben de ona gördüğüm her çiçekle ilgili farklı farklı hikâyeler anlatıp duruyordum. Beni dinlerken o kadar istek doluydu ki bu bende daha fazla şey anlatma hevesi uyandırıyordu.

Defne hayatıma mucize gibi giren bir kızdı. Onunla geçirdiğim daha ikinci günüm olabilirdi ama sanki aylarca birlikteymişiz gibi hissediyordum geçen her saniyemizde.

Tüm gün hissettiğim yara kokan eksik yanlarımı Defne ile unutmak mucize gibi bir şeydi. Minik kızım bu dünyaya gelememişti, bu yaranın içimde hiçbir zaman kapanmayacağını biliyordum. Bir daha kimsenin annesi olamayacağımı da biliyordum ama Defne bu süre zarfında bir dakikasıyla bile hiç farkında olmadan beni teselli edebiliyordu. Kabuk bağlamayan yaralarıma değil, ona bakmamı sağlıyordu. Ona bakmak yaralarımı unutturuyordu.

Kızımın da doğup büyüdüğünde beni aynı onun gibi ilgiyle dinlemesini hep hayal ederdim. Hamileliğim boyunca bunun hayaliyle sıkı sıkıya tutunmuştum bu dünyaya. Lakin hayat hayalleri tek kalemde çizen dev bir mürekkep lekesiydi. Ne kadar hayal kurarsan kur, sürekli bir leke bırakacaktı bir yerde. Lekelerin altında kalacaktı hayallerin.

Hep altında kalırdım.

Defne’yle beyaz frezyaları incelerken içimde büyüyüp duran merakla yerimde çömeldim ve ellerini tuttum. Elini tuttuğumda parıldayan yeşil gözlerini benimkilere dikti. “Sana bir şey sorabilir miyim?” diye sordum başımı omzuma yatırıp gülümserken.

“Tabii ki!” Dişlerini göstererek gülümsedi.

Gözlerimi merakla kıstım. “Beni nasıl bu kadar çabuk sevdin?” Bunun sebebini gerçekten çok merak ediyordum. Herkesin dediğine göre fazla zor bir çocuktu ama bana herkesten farklı yaklaşıyordu.

Dudaklarını büktü. “Bilmem ki, amcam birini sevmek için nedene ihtiyaç olmaz der hep.”

“Poyraz mı?”

Başını salladı. “Evet, Poyraz amcam. Diğer amcam biraz salaktır.” Başını ümitsizce salladığında farkında olmadan kahkaha attım. Tarık’tan bahsediyor olmalıydı. Kendisiyle ayaküstü çok kısa bir anlığına konuşmuştum, hakkında pek bir şey bilmiyordum ama yine de onda gözlemlediğim şey, biraz uçarı ve deli dolu bir çocuk olduğuydu. Pek iş insanı değildi, hayata düşkündü. Son dönemlerimde birazcık bile olsa öyle olmak isterdim.

“Neden öyle dedin?” diye sordum gülmeye devam ederken.

Defne yüzünü buruşturdu. “Her gün başka kızla sevgili oluyor. Annemle Yaprak halam sürekli onunla dalga geçiyorlar.” Kaşları çatıldığında yüzünde sorgulayıcı bir ifade vardı. “Her gün başka insanlar sevilmez ki Elvin, değil mi?”

Yaşına göre düşünce yapısı o kadar olgundu ki ona hayranlıkla baktım. “Sence amcan onları seviyor mu?”

Başını iki yana salladı. “Hayır tabii ki,” dedi gözünü devirerek. “Babam her zaman insan sevdikleriyle vakit geçirmeli der ama Tarık amcam hiç öyle yapmıyor, o yüzden salak işte.”

“Sen sadece sevdiklerinle mi vakit geçirirsin?”

Hı hım…” Birleşen ellerimizi sallayarak yerinde kıpırdandı. “Keşke seninle de hep vakit geçirebilsem…” dediğinde yüzü asıldı ama ardından “Ama yakında hep göreceğim!” diye devam ederken yüzündeki mutsuzluk ibaresi bir anda yok oldu, gülünce kısılan gözleriyle mutluluğunu gizlemedi. Defne yaşıtlarına göre farklı bir çocuktu. Sevince fazla bağlananlardandı. Bu konuda da bana benziyordu. Pek arkadaş canlısı değildi ama birini sevdiyse tam sevdiğini bana olan tavırlarından fark edebiliyordum. Beni de sevdikleri arasına koyduğu için mutluydum. “İyi ki sen evleniyorsun amcamla!”

Defneyi kendime doğru çektim ve yanaklarını öptüm. “Ben de iyi ki seni tanıdım,” dedim boğuk sesimle. “Sen benim için büyük bir şanssın.” Benim için sarf ettiği sözler o kadar güzeldi ki hep sevilmeyen biri olarak kuruyan topraklarım uzun zaman sonra suya kavuşmuş gibiydi. Gözlerim doldu.

“Öyle miyim?” Yanakları pembeleşmeye başladı. Utanınca beyaz teni bunu hemen ele veriyordu.

Başımla onayladım. “Öylesin tabii.” Elimi minik yanağının üzerine götürdüğümde “Senin gibi bir kızım olmasını çok isterdim,” dedim. Onun doğabilmesini çok isterdim.

Yanaklarımın ıslandığında ağlamaya başladığımı yeni fark ediyordum. Defne’nin gülen yüzü solduğunda minik elleriyle yüzümü avuçları arasına aldı ve her bir parmağıyla yaşlarımı sildi. “Niye ağlıyorsun Elvin?” diye sordu endişeli sesiyle. Burnumun direği sızladı.

Başımı iki yana salladım “Ağlamıyorum,” diyerek ama sesimin titremesine ve çatallaşmasına engel olamadım. Yaşlar daha fazla ziyaret etti yanaklarımı. “Ama ağlıyorsun işte,” dedi Defne tekrar. “Hem de çok ağlıyorsun. Bir yerin mi acıyor ki? Doktora gidelim mi?”

Ruhum acıyor benim.

Ve onu kimse tedavi edemezdi.

“İyiyim,” dedim sesimi toparlamaya çalışarak. Onu ürkütmemeliydim. Dengesiz biriydim ben, bunu fark ederse belki beni sevmeyebilirdi. “Hava çarptı, ondan yaş oldu gözlerim.”

“Yaaa…” dedi anlamış gibi. Yüzümün üzerinde gezinen parmaklarıyla yanaklarımda kalan yaşlarımı sildi. “O zaman içeri geçelim mi? Güzel gözlere ağlamak yakışmaz demişti amcam. Ağlamasın seninkiler de.”

Gülümsedim. “Güzel mi gözlerim?”

“Çok güzel hem de!” Gözlerini kocaman açmış bir şekilde hızla başını salladı. “Tıpkı benimkiler gibi. Amcam benim gözlerimi çok sevdiğini söylüyor. Sana da söylüyor mu Elvin? İkimizin ki de aynı renk.”

Poyraz’ın Defne ile ilişkisi fazla güzeldi. Defne onun söylediği her kelimeyi hatırlıyordu. Poyraz’ın sözleri onun için alelade bir şeyler değildi, hayatına her köşesine yedirmeye çalışıyordu. Yetişkinlerin çocukların yanında konuşma biçimi çok önemliydi bu yüzden. Kötü veya onlar için travmatik olabilecek şeyleri yanında konuşmamalıydılar. Çocukların zihni tertemizdi ve her kelime karşı fazla savunmasızlardı.

Defne’nin sorusuna cevap vermedim. Yerimden doğrulup ayaklandım ve onun minik elinden tuttum. “Hadi içeri girelim. Ben biraz susadım.”

Başını bana doğru kaldırıp salladı. “Olur,” dedikten sonra elleriyle beni çekiştirmeye başladı. Evin olduğu yöne doğru ilerlerken bakışlarım binaya kaydı. İlk olarak Poyraz’ın kaldığı odanın olduğu cama baktım. Odanın yan tarafında balkon vardı. Oradan tüm bahçenin nasıl göründüğünü merak etmiyor değildim. Gözlerimi balkondan çekip tekrar cama çevirdiğimde bir hareketlilik görür gibi oldum. “Hadi cevap ver, Elvin,” diyen Defne beni sürüklemeye devam ettiğinde gözlerimi camdan çektim. Yanlış görmüş olmalıydım.

“Neye cevap vereyim?” dedim Defne’ye başımı salladığımda.

Bezmiş bir biçimde bana baktı. “Söyledim ya, amcam sana da gözlerini sevdiğini söylüyor mu?”

Buna nasıl cevap vereceğimi bilmiyordum. Gözlerimi kaçırdım. Hayır diyemezdim ama evet de demezdim, o kadar da değildi. Soruyu üzerimden atmak için “Sana özel kalsın istemez misin?” diye sordum, konuyu başka yere çekerek.

Defne düşünür gibi yaptı. Dudaklarını birbirine bastırdı ve işaret parmağını dudaklarına üzerine götürdü. Verandanın basamaklarına geldiğimizde durdu ve bana baktı. “İsterim!” dedi basamakları çıkıp yüzüme daha net bakarak. “Ama seninle paylaşabilirim. Bir sana bir de bana desin!”

Güldüm. “Benimle paylaştığın için müteşekkirim prenses.”

Defne’nin kaşları merakla havandı. “Müteşkür ne demek ki?” diye sordu başını omzuna yaslayarak. Sorma şekli o kadar tatlıydı ki eğilip Defne’yi kucağıma aldım ve her iki yanağına da öpücük bıraktım.

“Müteşkür değil,” dedim gülerek. “Müteşekkir. Anlamı da teşekkür ederim demek. Sana müteşekkirim ya da müteşekkir ediyorum demek, sana teşekkür ederim demek aynı zamanda.”

“Yaaaa…” dedi şaşkın bir sesle, ellerini birleştirerek. “Çok sevdim! Bana bunu öğrettiğin için sana müteşkürüm, Elvin.”

Güldüm. Fazla tatlıydı. Elimi kalbime götürüp “Ah…” dedim merdivenlerde kucağımda Defne ile ilerlerken. “Bahtiyarım prenses.”

Şaşkınca yüzüme baktı. “Ama Elvin’sin sen? Bahtiyar amca bizim bahçıvanımız.”

Yine kahkaha attım. “Çok tatlısın,” dedim kapıdan içeri geçerken. Salonun ortasına doğru ilerledim. Kimse ortalıkta yoktu. “Bahtiyar oldum ya da bahtiyarım demek, mutlu oldum demek. Sana bir şeyler öğrettiysem buna mutluyum demek istedim yani.”

“Aaa! Ne güzel. O zaman ben de bahtiyarım. Bahtiyar amca kendine başka isim bulsun.”

“Bahtiyar amca niye kendine başka isim bulacakmış, Yer cücesi,” dedi birden salona giren Yaprak, gülümseyerek yanımıza yaklaştığında. Göz göze geldik. Gülümsemesi biraz daha büyüdü. “Hoş geldin, Elvin. Yeni haberim oldu geldiğinden.”

“Hoş buldum,” dedim tebessümle başımı sallarken. Defne’yi yavaşça kucağımdan indirdim. “Defne fazla ısrar etti, kıyamadım.”

Yaprak yerde kafasını kaldırmış bizi izleyen Defne'nin saçlarıyla oynadı. “Günlerdir seni soruyor zaten, iyi yaptın. Ki istediğin zaman çık gel, yakında yengem olacaksın. Senin de evin burası.” Göz kırptı. Bana karşı bakışları sıcaktı, ilk tanıştığımızda da bu durum böyleydi. Bunun nedenin Aylin olduğunu az çok anlayabiliyordum. Ben Poyraz’la evlenirsem Aylin artık abisini rahat bırakacağını düşünüyor olmalıydı. Ama ben böyle düşünmüyordum, Aylin’le bu sabah tanıştığımda kendisinin sürekli bizimle uğraşacağı izlenimine kapılmıştım.

“Elvin bugün bizimle kalacakmış,” dedi Defne yerinde zıplayarak, Yaprak’a baktığında. Yaprak merakla bana baktı. “Öyle mi?”

“Evet,” dedim başımı sallayarak. Poyraz’ın emrivakisi olduğunu söylemeyecektim. Bunu kendisiyle daha sonra tartışmayı planlıyordum. “Sabah Poyraz’la buradan işe geçeceğiz.”

Yaprak oturmam için koltuğu işaret etti. “Doğru, bugün işe başlamıştın. Nasıl geçti ilk günün?” Komutuna uyarak koltuğa oturduğumda hemen yanıma geçti ve bana döndü. Defne de ortamıza oturdu.

“Güzeldi. Farklı bir yere alışmam için zaman gerek sadece.”

Yaprak merakla kaşlarını kaldırırken “Daha önce Soykanlarla çalışmışsın sanırım,” diye sorduğunda istemsizce gerildim. Onların adını duymaya bile katlanamıyordum.

Ağzımın içinden konuştum. “Öyleydi evet.”

Yaprak parmaklarıyla kumral saçlarını kulaklarının arasına sıkıştırdı. “Sana bir sır vereyim mi?” derken bana doğru biraz yaklaştı ve fısıldadı. “Onlardan kurtulduğuna sevindim. Feyza mıydı neydi o kadın, hiç sevmem kendisini. Babaannem zorla derneklere götürdüğünde o kadının kenafir gözleriyle denk gelmek içimi ürpertiyor sana yemin ederim. Sürekli her şeye karışıyor, tam bir herbokolog.”

Benimle aynı fikirde olduğunu duyunca kısık bir kahkaha attım. “Katılıyorum,” dedim. “Kendisiyle birbirimizden pek haz etmezdik zaten.” Gülümsemem silindi. Öfkem tekrar gün yüzüne çıkmak üzereydi ama onu durdurmaya çalıştım. Şimdi ne yeriydi ne de zamanı.

“Bu bile ne kadar iyi anlaşacağımızın göstergesi Elvin'cim,” dedi Yaprak aramıza oturan Defne’nin saçlarını karıştırıp bana bakarken. “Kadının ne kendisi normal, ne de çocukları.” Gözleri kısıldı. “Kızının adı neydi ya…” Düşünür gibi başını kaldırdı. “Hah hatırladım, Hülya. Yurt dışındaydı sanırım. Üç dört sene önce buradaydı, her gün magazinlerde haberi çıkıyordu.”

Hülya Soykan Görkem’den üç yaş küçüktü, yirmi beş yaşındaydı. Ben onlarla çalışmaya başlamadan önce Amerika’ya gitmişti ve pek sık uğramazdı buralara. Kendisiyle hiç tanışmadık. Yaprak’ın da dediği gibi magazinlere sık düşerdi, her gün kendini bir gece kulübüne atıp olay çıkarırdı. Bunun en büyük nedeni yine annesiydi. Kızını bunalttıkça kızı onların aksine davranışlar sergiliyordu. Bana kalsa anlaşılmak istendiğini söylerdim. Annesi onu anlasın, görsün istiyordu ama Feyza Soykan'ın gözü, kendi hariç herkese kördü. Görkem, Hülya'nın asilikleriyle daha fazla uğraşmak istemediği için onu buralardan gönderdiğini söylemişti. Benim kim olduğumu o bile bilmiyordu. İptal olan sözde düğünümüze de gelmemişti zaten.

Soykanlar hakkında konuşmak istemediğim için sessizliğimi korumaya devam ettim. Ama Yaprak inatla bu konu üzerinde durmaya devam ediyordu. Ona bir şey demiyordum, halihazırda durumumu bilmiyordu. Ki bilse trajikomik bir olay olurdu ama yine de rahatsız hissetmeme engel olamıyordum. Canım yanıyordu benim onun adını duydukça ve Yaprak bu sefer bahsetmemesi gereken kişiye geldiğinde ellerimi koltuğun üzerine sıkıca yasladım.

“Görkem Soykan da geçen buradaydı zaten,” diye devam ettiğinde nefes almaya çalıştım. “Adam düğün günü olay çıkarıp iptal etmiş, bir de üstüne bir ay sonra yeniden düğün yapmış, inanabiliyor musun? Kadın da amma salak he. Ben en özel günümü mahveden biriyle tekrar evlenmezdim.” Yüzüme baktı Yaprak. “Gerçi sen olayları benden iyi biliyorsundur.”

Nasıl bilmezdim, bizzat yaşayan kişiydim.

“Öyle,” dedim zorlukla. Nefes alamadığımı hissediyordum ama bunu ona yansıtmadım. Yaşlarımı tuttum ve akmasına izin vermedim. Yaprak’ın sözleri beni o güne götürse de güçlüymüş gibi yaparak güçlü olmaya çalıştım.

Yaprak gözlerini kısarak “Harbi o niye düğünü iptal etti ya?” diye sordu. Önüne döndüğünde dudaklarımı ağlamak üzere hazırda bekleyen yaşlarımı tutmak için bastırdım. “Manyak mıdır nedir?” dedi kendi kendine, sonra tekrar bana döndü. “Kadını bir de yıllardır gizli tuttu. Red flag deyince de kendisi yani.”

Defne meraklı gözlerini üzerimde gezdiriyordu. Eğer tekrar ağlarsam onu endişelendirebileceğimi düşündüm. O yüzden yaşlarımı gizledim ve ona sıcak bir gülümseme gönderdim. Ardından Yaprak'a baktım. “Pek ilgilenmiyorum kendileriyle,” diyebildim zorlukla. Beni bunaltmış olacağını düşünmüş olmalı ki “Kusura bakma ya,” dedi gözlerini kaçırarak. “Seni sıktım galiba, ben biraz çok konuşurum da.”

“Sorun değil,” dedim başımı olumsuzca sallarken. Sorundu. Görkem meselesi büyük bir sorundu.

Yaprak’la konuşmamız boyunca uslu uslu bizi dinleyen Defne, sanki pas ona gelmiş gibi “Biraz mı?” dedi alayla Yaprak'a bakarak. “Sen hep çok konuşursun hala. Amcam senin çenen yüzünden baş ağrısı çektiğini söylüyor sürekli.”

Yaprak Defne'nin saçlarından yavaşça çektiğinde Defne kısık bir çığlık atıp kaşlarını çattı. “Sen sus, Yer Cücesi. Asıl çok konuşan sensin.”

“Hiç de bile! Amcam bana öyle şeyler demiyor, sana diyor sadece.”

Alayla sırıttı Yaprak. “Çünkü ben onun kardeşiyim. Kardeşler birbirine böyle şeyler söyler.” Yüzünü Defne'ye doğru eğdi. Onun burnunu sıktığında Defne'nin suratını buruşmuştu. “Sen onun yeğenisin diye sana bir şey demiyor, dese hemen ağlarsın zaten.”

Defne başını ona doğru uzattı. “Ağlamam!” Sesi tüm salonu kaplamıştı. Yaprak onu delirttiği için keyifli görünüyordu. Dudaklarının kenarı yanaklarına doğru kıvrıldı.

“Ağlarsın ağlarsın.”

“Ağlamam!”

“Ağlayacaksın bak şimdi.”

“Ağlamayacağım.”

“Sesin öyle demiyor ama.” Sinirlendiği için gerçekten de sesi çatallı çıkmıştı.

“Seninki öyle asıl!” Defne kaşlarını çatıp yerinden kalktı. “Şimdi gidip seni amcama söyleyeceğim!”

Güldü Yaprak. “Söyle. Yaprak hala beni ağlattı de hatta.”

“Ağlamadım!” Ayaklarını sertçe yere vurdu. Sonra bana döndü. Bana dönünce bakışlarındaki öfke silinmişti. “Benimle çok uğraşıyorlar Elvin, sinir oluyorum. Amcamın yanına gidip geleceğim, beni beklersin değil mi?”

O kadar tatlı sinirleniyordu ki yanaklarını sıkmamak için kendimi zor tutuyordum. Gülmemi engellemek için dudaklarımı birbirine sıkıca bastırdım ve başımı salladım. “Beklerim tabii ki.”

“Onunla da konuşma, aynı Tarık amcam. İkisi de salak.” Yaprak'a bakmadı. Sonra arkasını döndü ve merdivenlere doğru yöneldi.

O gidince Yaprak arkasından büyük bir kahkaha patlattı. “Onunla uğraşmak inanılmaz keyif veriyor,” dedi başını yana yatırarak bana baktığında. “Arada sen de yap, tavsiyemdir.”

Defne’nin gittiği yere bakarak "Defne gerçekten çok akıllı bir kız,” dedim. Yaprak’a döndüğümde yüzümde Defne'nin varlığının getirdiği büyük bir tebessüm vardı.

“Öyledir.” Yaprak’ın gözlerindeki sevgiyi görebiliyordum. “Abimi örnek alır sürekli.”

“Onu fark ettim.”

Gözlerime baktı Yaprak. “Seni de örnek almak istiyor,” dediğinde istemsiz olarak gerildim. Bunun da farkındaydım. “Yeni tanıdı ama hemen sevdi seni.” Gözlerinde şaşkınlık dalgası yayılırken bunun nedenini anlamaya çalıştığını görebiliyordum. “Ve inan bana Elvin, bu hepimiz için büyük bir gelişme. Defne yabancıları öyle kolay sevmez, uzak durur. Bize bile sana yaklaştığı gibi yaklaşmıyor. Bir tek abime karşı öyle. Bunu sana söylemem ne kadar doğru bilmiyorum ama…” Gözlerini çok kısa bir anlığına benden kaçırıp önüne döndü. Söylediği şeyin hoşuma gitmeyeceğini düşünüyor olmalıydı ki “Aylin’i de abimle evlenecek diye sevmezdi,” dediğinde biraz çekinmişti sesi. “Ama sana karşı böyle değil.” Tepkisiz bir şekilde ona bakıyordum. Yanlış anlamam için hızlıca ellerini teslim olur gibi kaldırdı ve “Konu sen değilsin, yanlış anlama lütfen,” diye ekledi. “Fark etmişsindir, Defne abime fazla düşkün,” derken güldü Yaprak. “Gerçi seni görünce pabucu dama atıldı. Tarık üç gündür onunla dalga geçiyor.”

Söyledikleri beni de güldürdü. Önüme düşen saçlarımı omzumun arkasına atarken gözlerimdeki merakla “Niye böyle peki?” diye sordum. “İnsanlardan niye kaçıyor? Yanlış anlamadıysam gözlemlediğim üzere yakınlarına karşı bile fazla sert tavırları.”

Nefesini bıraktı Yaprak. Yüzündeki gülümseme solduğunda dudaklarını ısırdı. Başını önüne eğdi. Söylemekle söylememek arasında gidip geldiğinde duruşumu dikleştirdim. Gözlerimin ardına büyük bir endişe siper etti. Tavırları kötü bir şey olmuş der gibiydi. Dilimle kuruyan dudaklarımı ıslattım. “Yanlış bir şey mi sordum?”

Yaprak başını iki yana salladı. “Hayır,” dedi zorlukla. “Aslında bu konuyu uzun zamandır hiçbirimiz açmıyoruz. Defne için iyi değilmiş. Ama doğru anladın, serttir herkese karşı tavırları.”

“Kötü bir şey mi oldu?” Sesim titredi. Kötü bir şey olmuştu.

Güçlükle yutkundu Yaprak. “Bunu sana benim anlatmam doğru olmaz.”

Gözlerimin yağmak için hazırda bekleyen kara bir bulut misali dolduğunu ve taşmak üzere olduğunu hissettiğim sırada bir ses girdi araya. “Hoş geldin, Elvin,” dedi sesin sahibi Yağmur. Ona döndüm. Tıpkı Defne’ninki gibi sarı saçlarını salmıştı. Yüzünde sıcak bir gülümsemeyle bana bakıyordu. Yaşlarımı arka plana attım. Kendime geldiğim gibi oturduğum yerden kalktım ve elimi uzattım. “Hoş buldum,” dediğim sırada aynı sıcak tavırlarıyla elimi sıkıp tekrar oturmamı işaret etti. Ben yerime oturunca o da çaprazımdaki boşluğu doldurdu. “Telefonla konuşuyordum, yeni gelebildim. Kusura bakma.”

“Sorun değil,” dedim gülümseyerek. “Defne bana eşlik ediyordu zaten.”

Yağmur bu durumdan memnun olmuş gibi gülümsedi. Kızıyla aramın iyi olması onu mutlu ediyor gibiydi. “Kızımın dilinden düşmüyorsun.” Sesindeki şaşkınlık Yaprak’ınkiyle aynıydı. “İyi ki geldin bugün, yoksa yarın evi başımıza yıkacaktı.”

Yaprak da keyifli bir sesle araya girdi. “Yapar,” dediğinde az önceki hâlinden eser yoktu.

En içten halimle konuştum. “Dilediği zaman gelirim.”

Tekrar araya girdi Yaprak. “Yakında tamamen burada kalacaksın merak etme,” derken sesinden eğlendiğini anlayabiliyordum. Ona döndüm. “Ha bu arada, hazır bu akşam da burada kalıyorsun, kız kıza benim odamda takılalım. Müstakbel yengemi daha yakından tanımak isterim.” Araya gireceğimi düşünmüş gibi hızlıca ellerini kalırdı. “Hiç abimle takılmayı düşünme, her gün birliktesiniz zaten.”

“Burada mı kalıyorsun bugün?” diye sordu Yağmur merakla. Ona baktım ve başımı vakur bir şekilde salladım. “Evet, kalacağım.” Ellerimi havaya kaldırdım emrivaki görünmemek için. “Tabii sizin için de problem olmayacaksa.”

Yağmur kaşlarını çattı. “O ne demek, Elvin? Tabii ki kalabilirsin. Sen de ailemizden birisin artık.”

Ailemizden birisin.

Yıllardır ailem olmamıştı benim.

Yaprak kucağımın üzerindeki ellerimden tuttu. “Aynen yengecim.” Dişlerini göstererek gülümsedi. Gülünce gözleri kısılıyordu. Sağ gözünün yanındaki minik ben dikkatimi çekmişti. “Çok yakıştı ağzıma bak. Artık sana yengecim diyeceğim.” Başını omzuna yasladı. “Diyebilir miyim?”

“Biraz daha böyle devam edersen kızı evden kaçıracaksın,” dedi Yağmur eğlenir bir ses tonuyla. “Sonra Poyraz sana ne yapar, orasını tahmin bile edemiyorum.”

Yaprak’ın bakışları Yağmur’a döndü. “Abim Elvin’in kaçmasına hayatta izin vermez ilk yengem, merak etme.” Benim varlığımı tamamen unutmuş gibi kendini kaptırmıştı. “Bak yirmi üç yaşındayım, abimi yirmi üç yıllık hayatımda bir kez bile olsun böyle görmedim ya. Gözlerinin içi parlıyor resmen. O Aylin geri zekâlısıyla da babam yüzünden evlenecekti zaten.” Elimin üzerindeki elini çekip kalbine götürdü. “Ucuz yırttı adam.”

Yağmur yüzünde yapmacık gülümsemeyle Yaprak’a kaş göz işaret yaparak beni gösterdiğinde “Yaprak’çım, keşke nerede ne konuşacağına biraz dikkat etsen,” dedi bezmiş bir ses tonuyla. Benim yanımda Aylin’den bahsetmesinin yanlış olduğunu düşünüyor olmalıydı. Yani, sonuçta evleneceğim adamın yıllardır evliliği planlandığı kızdan bahsedilmesi tuhaftı.

Yaprak avcunu alnına götürüp vurdu. “Ben bence susayım,” dedi utana sıkıla bana kaçamak bakış atarken. Yağmur onu destekledi. “Bence de, sen biraz sus.” Ardından bana döndü. “Bu kız başını şişirmekten sana bir şeyler ikram etmeyi unutmuş.” Başını ümitsizce salladı. “Ne içersin? Çay, kahve, soğuk bir şeyler?”

“Su alsam yeterli,” dedim. “bugün çok fazla kahve içtim. Daha fazlası çarpıntı yapıyor.”

Yağmur bir şeyler içmememden hoşlanmamış gibiydi. “Soğuk bir şeyler iç bari, bak bizim limonatalarımız güzeldir.”

Omuz silktim. “Olur o zaman, içeyim.”

Yağmur evin çalışanlarından bizim için soğuk şeyler getirmesini söyledikten sonra beraber verandaya geçtik. Poyraz ve Harun dışında birileriyle sohbet etmeyeli o kadar zaman olmuştu ki başta biraz yadırgadım ama sonra alıştım. Önce onlar beni tanımak için birkaç soru sordular. Anlatacak çok bir şeyim olmadığı için kısa kısa cevapladım soruları. Aslında anlatacak çok şeyim vardı ama bunu herkese anlatamazdım. Ben de yalanlara sığındım.

Buraya geldiğim ilk gün onlara Poyraz gibi yakında evleneceğimi ve aldatıldığımdan çok kısa bir şekilde bahsettim. Daha doğrusu hikâyemi kendime göre uyarlamıştım. Bu konu üzerinden bir şeyler sormak isteseler de yapmadılar. Kapanan bir defterin tekrar açılmasının doğru olmadığını düşünüyorlardı belki de. Ama onlar bilmiyordu, ben hiçbir kitabımı bitirememiştim. Hep bir sayfası eksikti hikâyelerimin. İnsanlar sonlardan korkardı, ben de sonumun olamamasından.

Daha sonra ben onlara sorular sordum. İlk Yaprak anlattı kendini. Mimarlık okuduğunu ve sürekli derslerden kaldığı için okulunu uzattığını söyledi. Seneye bitireceğini ümit ediyordu. Tarık’la da ikizlermiş, bunu duyunca şaşırmıştım. Poyraz’dan sonra onlar varmış, üç kardeş olduklarını söylediğinde gözlerini kaçırdı. Aslında dört kardeşlerdi.

Fidan ölmüştü.

İçten içe Fidan’ın hikâyesini merak ediyordum. Poyraz, intihar ettiğini söylediğinde neye uğradığımı şaşırmıştım. Onu ölümün uçurumuna götüren şeyin altında ne vardı?

Bu ailenin içine daha girmeden şimdiden gözlemlediğim çok fazla şey olmuştu. Fidan ölmüştü. Yasemin Hanım kızı öldüğünden beri akıl sağlığı ile ilgili sorun yaşıyordu. Defne’nin hiç bilmediğim bir olayı vardı. Cengiz Karaaslan tuhaf bir adamdı, oğlunu onu aldatan biriyle evlendirmek için uğraşıp duruyordu.

Ve Poyraz… Gizemli bir kutuydu. Kendini ben sormadıkça anlatmamıştı. İlk öldüğünde kaç yaşındaydın diye sorduğumda bana verdiği cevap on ikiydi ve on iki yaşındayken ablasını kaybetmişti. Ablası ile nasıl bir hikâyesi var, merak ediyordum. Annesi gibi o da beni ablasına benzetiyordu, bundandı bana karşı fazla endişesi. Bunu fark edebiliyordum.

Poyraz’ın ablası ile ilgili büyük bir travması olmalıydı.

Yaprak kendini anlatmayı bitirince -ki bu yaklaşık on beş dakika kadar sürdü. Gerçekten de çok fazla konuşuyordu. Okul hayatından, arkadaşlarından, daha yeni ayrıldığı ilişkisinde ve daha birçok şeyden bahsetmişti. Kendi hayatımın boğuculuğu dışında sakin bir hayat dinlemek iyi gelmişti. Her anlattığını can kulağıyla dinlemiş ve ona sorular sormuştum. Normalde asla sormazdım, beni ilgilendirmeyen hiçbir şeye burnumu sokan biri değildim. Ama böyle her şey yolundaymış gibi olan bir ortamda olmak o kadar iyi gelmişti ki kendimi rahat bırakmıştım.

Daha sonra Yağmur kendini anlattı. Bu sabah Selim Karaaslan Yağmur’la iyi anlaşacağımı söylediğinde Yağmur hakkında anlattıklarıyla ona hak vermiştim, şimdi ise bunu görebiliyordum. Yağmur söylediğine göre otuz iki yaşındaymış ama asla göstermiyordu. İki çocuğu olsa da bana kalırsa hâlâ yirmilerinde görünüyordu.

Selim Karaaslan’la üniversitede tanıştıklarını anlattığında tüm detayları merakla dinledim. Her ikisi de bölümler gereği farklı fakültelerdeydiler ama fakülteleri birbirlerine yakın olduğundan sürekli denk geliyorlarmış. Yağmur başta onu hiç fark etmemiş ama Selim Karaaslan Yağmur’u her gördüğünde kendini kaybediyormuş. Gözü sürekli onu arıyormuş. Onunla konuşmak için türlü türlü yollar denemiş ama bir türlü cesaret edememiş. Bir gün Yağmur üniversitenin yakınlarında bir kafede arkadaşlarıyla oturup konuşurken Selim Karaaslan da arkadaşlarıyla oraya gelmiş, onu gördüğü için o kadar heyecanlanmış ki tüm gün Yağmur’u izlemiş. Yağmur o gün fark etmiş onu. Arkadaşları kaş göz işareti yaparak Yağmur’a Selim Karaaslan’ı gösterirken Yağmur fazla utanmış. Sürekli gözlerini kaçırıp durmuş ama Selim Karaaslan ona bakmayı sürdürmüş. Yağmur’un onu artık fark etmesiyle de biraz daha cesur olmuş, sürekli denk geldiklerinde Yağmur’un fark edeceği şekilde ona bakmayı sürdürmüş.

Sonra bir gün yine bir kafede denk geldiklerinde o gece kafede olan canlı müzikle istek bir parça söyletmiş ve şarkıcıya şarkıya başlamadan önce “Bu şarkı Selim Bey’den kendi deyimiyle kafedeki en güzel kıza gelsin,” dedirtmiş ve çalan şarkıyla Yağmur’un karşısına geçmiş. O âna kadar kız hakkında bildiği tek şey ismi olsa da “Daha tanışamadık ama benimle dans eder misin, Yağmur gözlü kız?” demiş. Ardından çalan şarkı “Ağlama Yağmur gözlüm, ben bu derdi çekerim…” diye girmiş söze. Yağmur çok şaşırmış, her yerden alkışlar ıslıklar koparken cevap verememiş ama yakın arkadaşının onu sandalyeden itişiyle bir anda kendini Selim Karaaslan’ın karşısında bulmuş ve saniyeler sonra dans edecek konuma gelmişler.

Büyük bir heyecanla konuşmuş Selim Karaaslan. “Aylardır seninle konuşmak için türlü türlü yol aradım,” demiş titreyen sesiyle. Yağmur şaşırmış tabii, ona göre bir iki haftalık bir karşılaşmaydı bu.

“Aylarca mı?”

“Evet, aylarca.”

“Ama ben hiç görmedim seni.”

“Artık görüyorsun.”

“Adını bile bilmiyorum.”

“O kolay canım. Selim ben. Sen de Yağmur’sun. Bence bahar yağmurusun.”

“Neden bahar yağmuru?”

“Çünkü seni bir bahar yağmurunda gördüm ilk; kitaplarını saçının üstüne kaldırmış, fakültelerimizin arasındaki Defne ağacının yanındaki durağa doğru koşuyordun. Sonra hep o durakta gördüm seni.”

O günden sonra görüşmeye başlamışlar. Yağmur onun bir Karaaslan olduğunu daha sonra arkadaşlarından öğrenmiş. Karaaslanlar büyük bir aileydi. Onlardan olduğunu öğrenince biraz çekinmiş. Başta uzak durmak istemiş ama Selim’e kendini o kadar kaptırmış ki televizyon magazinlerinde sürekli gördüğü büyük ailelerin çocuklarının uçarı, playboy hallerinin onda olmamasını ümit etmiş. Neyse ki korktuğu başına gelmemiş. Selim Karaaslan sadık bir adam olarak hep onun yanında durmuş, pamuklara sarmış ve kimsenin onu üzmesine izin vermemiş. Üniversite bittiğinde de evlenmişler. Şimdi ise iki muhteşem çocukları vardı.

İlişkileri o kadar tatlı gelmişti ki imrenmeden edemedim. Sonra döndüm kendime baktım, ne kadar berbat bir halde olduğumu görüp dalga geçmek istedim.

Bir süre daha konuşmaya devam ettik. Defne de elindeki bebeğiyle verandanın girişinden girip yanımıza yaklaştı, herkesi es geçerek ilk bana geldiğinde artık kimse buna şaşırmıyordu. Onun yokluğunda Yaprak’la konuşup konuşmadığımı sorduğunda hepimiz ona gülmeden edemedik. Benim gibi kindardı.

Defne elindeki beyaz tavşanı yanımdaki boşluğa bırakıp gözlerime baktığında “Elvin okula gitmek nasıl bir şey?” diye sordu merakla. Yağmur onun sorusuyla yüzünü asıp gözlerini kaçırdı. Gözlerinin içinde tuhaf bir duygu görür gibi oldum. “Ben bir kere kreşe gittim ama sonra çok ağladım diye göndermediler ama annemler seneye anaokuluna gideceğimi söylüyorlar. Ben gitmek istemiyorum. Güzel mi ki okul?”

Yağmur elini kızının saçlarına doğru uzatırken “Ama annecim, yapma böyle,” dedi üzgün çıkan sesiyle. “Ne konuşmuştuk biz seninle?”

Kaşlarını çattı Defne. “Ben yeni arkadaş istemiyorum!”

“Yer Cücesi,” diye araya girdi Yaprak. Defne hâlâ ona sinirli olduğundan yüzünü buruşturmuş bir şekilde omzunun üzerinden Yaprak’a baktı. “Orada bir sürü oyun oynayacaksın, ne var bunda?”

“Evde de oynuyorum bir sürü oyun. Oyun için oraya gidilmez!”

“Bunu zamanı gelince konuşalım Defne.” Yağmur’un sesi titriyordu, ellerini Defne’nin saçından çekip sırtını koltuğa yasladı. Konuşmamızın sırasında çalışanların getirdiği içeceklerden birine uzanıp bir solukta kafasına dikti. Kaşlarım çatık şekilde burada dönen olayı anlamaya çalışıyordum. Okula gitmek istemiyor diye böyle yapmaları tuhaf geliyordu, Yağmur’un rengi atmıştı. Bunun altında başka bir şey olmalıydı.

Defne ayaklarını yere sertçe vurdu art arda. “Gitmeyeceğim işte. Amcama da söyledim.”

“Defne yeter! Uzatma dedim, çık odana.”

Yüzü asıldı Defne’nin. “Ama ben Elvin’in yanında kalmak istiyordum.”

Yağmur sırtını yasladığı yerden ayırıp Defne’ye doğru eğildi ve ellerim bırakmasını sağlayıp kendine doğru çevirdi. “Elvin senin yaşıtın değil, kaç defa uyardım seni, ona ismiyle hitap etme.”

Defne’nin gözlerinin dolduğunu gördüğümde “Sorun değil, Yağmur. Gerçekten,” diye araya girdim ama Yağmur hızlıca “Sorun,” dedi Defne’ye bakarak. Defne’nin yeşil gözleri yaşla dolmuştu. “Kızım artık yaşı gibi davransın istiyorum. Ama o beni dinlememekte ısrarcı.” Yağmur ağlayacak gibi olduğunda Defne çoktan gözyaşlarını serbest bırakmıştı. “Okula git Defne, hayır. Arkadaş edin Defne, ona da hayır. Parka gidelim Defne, istemiyorum bir sürü çocuk var orada… Evet var!” dedi sinirle. Sesinin volümü salonu kaplayacak kadar yüksek çıkmıştı. “Parkta bir sürü çocuk var, çünkü parkta çocuklar olur. Sen de bir çocuksun!”

Ağlayan Defne’yi sakinleştirmek istesem de o kadar bir anda olmuştu ki her şey ne tepki vereceğimi şaşırmıştım. Yaprak panik içinde yerinden kalktı. “Tamam Yağmur,” dedi sakin bir sesle Defne’yle onun arasına girerek. “Korkutuyorsun kızı.”

“Sürekli böyle yapıyor Yaprak,” dedi Yağmur geri çekildiğinde, dirseğini koltuğa yaslayıp avucunu şakağına bastırarak. Defne sessiz bir şekilde içli içli ağlamaya devam etti, onu bu halde görmek içimde yumru oluşturduğu için kollarından tutup kendime çektim ve sıkıca sarıldım. Ona sarıldığım için sanki güvenli bir yerdeymiş gibi hıçkırıklar içinde ağlamaya başladığında benim de gözlerim doldu. Burada ne döndüğünü bilmiyordum ama küçük bir kızı böyle ağlatmaları hiç doğru değildi.

Defne böyle sesli bir şekilde ağlayınca Yağmur çabucak yerinden doğruldu ve Yaprak’ı aradan çekerek bana sarılarak ağlayan Defne’ye baktı. Onu ağlarken görmek Yağmur’un da yaşlarının akmasına neden oldu.

“Annem bana kızınca üzülüyorum Elvin,” dedi Defne yaşları arasında. Sesi titriyordu. Bu Yağmur’u da aynı şekilde ağlattı. Oturduğu yerden kalktı ve Defne’nin yanında diz çöktü. Onu kollarımın arasında yavaşça çektiğinde Defne ona gitmek istemedi başta ama annesinin ağladığını işitmek içini burkmuş olmalı ki kendini serbest bıraktı.

Yağmur Defne’nin ona dönmesiyle yüzünü avuçları arasına aldı, parmakları saçları arasında gezinirken “Özür dilerim annecim,” dedi çatallaşan sesiyle. “Sana kızmak istemedim. Çok özür dilerim. Hem biliyorsun, sen üzülürsen…”

Burnunu çekti Defne. Ağlaması kesilmişti ama gözleri hâlâ dolu doluydu. “Sen de üzülürsün.”

Başıyla onayladı Yağmur. “Çok üzülürüm.”

“O zaman kızma bir daha bana, ikimiz de üzülüyoruz. Bu hiç güzel değil.”

Yağmur Defne’nin yanaklarını öpüp “Söz,” dedi. “Söz kızmam.”

Yaprak tekrar yanımdaki yerini aldığında Defne bana kaçamak bir bakış attı ama sonra önüne döndü. “Odama gidebilir miyim?” Sesi fazla cılızdı. Gitmek istemiyor gibiydi.

“Elvin’in yanında kalmak istiyordun.”

Defne onun sorusunu es geçip “Odama gideceğim,” dediğinde Yağmur kendini kötü hissetmişti. Defne’nin benimle arasının bozulmasını istemediğini görebiliyordum. Defne kimseyle anlaşamadığı gibi benimle de arası bozulursa her şey daha kötü olacakmış gibi bakıyordu.

Ben de Defne’yle aramın bozulmasını istemezdim. Ortamı yumuşatmak için araya girdim ve Defne’yi kendime doğru çevirerek “Sonra odana gelebilir miyim?” diye sordum, başımı omzuma yatırırken gülümsediğimde. “Bana göstermek istediğini söylüyordun.”

Defne’nin gözlerinin içi parladı ama annesine omzunun üzerinden baktıktan sonra “Annem izin verirse gelebilirsin,” dedi suratını asarak. Odasına gelmemi istediğini Yaprak da Yağmur da anlayabiliyordu. Yağmur Defne’ye baktı. Kızının böyle bir şey söylemesine üzülüyordu. Başını salladı ve Defne’yi rahatlatmak için gülümsedi. “Gelebilir tabii ki.”

“Teşekkür ederim.” Sesi hâlâ kırgındı. Defne fazla hassas bir çocuktu. Sonra bana döndü. “Odam ikinci katta. Konuşmanız bitince gelebilirsin.” Hafifçe gülümsedim ve başımı eğerek gözlerine baktım. “Çabuk geleceğim, merak etme.”

Defne arkasını dönüp gittiğinde beyaz tavşanını burada bırakmıştı. İlk geldiğim gün en sevdiği oyuncağının bu olduğundan bahsetmişti. O gidince Yaprak diz çöktüğü yerden doğruldu. Daha fazla bilinmezliğe tahammül edemediğim için o koltuktaki yerini geri aldığında “Haddim değil belki ama neden kızdın ki, her çocuk okula gitmek istemez başta.”

İç çekti Yağmur. “Defne’nin durumu biraz farklı.” Gözlerimin içine baktı, tekrar ağlayacak gibiydi. “Ona kızmak istemedim ama bir yerden sonra ben de dayanamıyorum, canım yanıyor.”

Kaşlarım havalandı. “Nasıl farklı?”

Yaprak ve Yağmur birbirine baktı. Ciddi anlamda artık geriliyordum. Ne olmuş olabilirdi? “Kızım kimseyle iletişim kurmaz.” Ellerini kucağında birleştirdi. Ne yapacağını bilmiyormuş gibi parmaklarıyla oynuyordu. “Bizimle bile konuşurken sürekli ters cevap verir. Arkadaş edinmez, okula gitmek istemez, onu parka götürmek için kaç kere ağladığımı biliyorum ama inatla reddediyor. Boş vakitlerimizde ya kardeşime götürüyorum ya da tatile. Farklı insanlar görmeye alışması lazım. Sürekli kaçarak kendine zarar veriyor, şimdi böyle yaparsa büyüyünce daha da geri çekecek kendini.”

Kaşlarım çatık şekilde başımı iki yana salladım. “Ben hâlâ bir şey anlamıyorum,” dedim Yağmur’a bakarak. “Niye peki? Neden böyle?”

O an çok şey demesini bekliyordum ama “Defne bir sene önce kaçırıldı,” demesini hiç beklemiyordum. Sözleri dudakları arasından zorlukla çıktı. Yanlış duyup duymadığımı anlamak için birkaç kez gözlerimi kıpıştırdım ve “N…Ne?” dedim kekeleyerek. “Kaçırıldı mı? Na… Nasıl? Kim kaçırır, niye kaçırır? Küçücük o.”

Elim ayağım boşalmış gibi hissediyordum. Koltuğun kenarından destek almaya çalıştım. Nefesim göğüs boşluğumda yayılmak yerine beni boğuyordu. Yaprak’ın çok konuşan biri olmasına rağmen sessizliğini korumaya devam etmesi, Yağmur'un o günlere tekrar gitmiş gibi yaşlarını akıtması beni iyice huzursuz etti.

“Daha dört yaşındaydı,” dedi ağladı ağlayacak sesiyle. “Selimlerin iş yapmak istemediği biri ısrarları da işe yaramayınca bu sefer tehdit savurmaya başladılar. Tehditler de işe yaramayınca…” Elini tersiyle yaşlarını silerken yutkundu. “Göz dağı vermek için eski evimizin bahçesinden bir anda kızımı alıp götürdüler. O gün yanında bir arkadaşı da vardı. Mira. Ben ve Mira’nın annesi Ahsen içerideydik. Çalışanlar da onlara göz kulak oluyordu sözde. Ama o iki aptal, çocukları tek bırakıp mutfağa geçmek gibi büyük bir hata yaptılar.” Eliyle koltuğun kenarlarından destek aldı. Öfkesi gözlerinde bir alev topu gibi büyüdü. “Şerefsizler de o fırsatı değerlendirip kızımı alıp götürdüler. Kamera görüntülerinde Mira ve Defne’yi nasıl ayırdıklarını gördüğüm her saniye içim parçalandı, bak burası,” derken elini kalbine götürdü. “Her gece sızlıyor, ben o görüntüleri bir gün olsun aklımdan çıkaramadım. Üstelik bir de Mira…” Duraksadı Yağmur. Daha fazla devam etmeye gücü yoktu. Son söylediği onun için son nokta olmuştu.

Sözü Yaprak aldı bu sefer. “Mira astım hastasıydı ve ilacı onları ayırdıklarında Defne’nin elinde kalmıştı.” Şaşkınlıkla Yaprak’a döndüm. Bu duyduklarıma inanamıyordum. Her biri o kadar ağır geliyordu ki, daha küçücüktü onlar. “Defne’nin çığlıkları ön tarafa gelmiyordu, mutfaktakiler duyana kadar iş işten geçmişti. Kızı götürdüler. Mira da astım krizinden kurtulmak isterken havuza düştü. Aylarca solunum yetmezliğinden yoğun bakımda yattı.”

Gözlerim ansızın dolduğunda her bir miliminin bir yanardağ misali yandığını ve içimi kavurduğunu hissediyordum. “İyi mi peki, uyandı mı? Peki Defne? Onu nasıl buldunuz? Ya inanamıyorum ya…” Sesim titremişti. “Küçücük çocuklardan ne istediler?”

Başını yorgunca salladı Yaprak. “İyi evet, altı yedi ay oldu sanırım hastaneden çıkalı, zaten uyanır uyanmaz bu şehirden gittiler. Defne de…” derken sustu. Başını hafifçe kaldırıp yaşlarının akmasını engellemeye çalıştı. “Haftalarca bulamadık. Bakmadığımız yer, gitmediğimiz karakol kalmadı. Ama yok, hiçbir haber alamıyorduk. Onu kaçıranlar iki hafta sonra kim olduğunu belli ettiklerinde en azından bir haber aldık diye mutluluktan ağlayacak raddeye gelmiştik. Poyraz abimle Selim abi altını üstüne getirdi her yerin. O heriflerin bütün mekanlarını bastılar. Polis zaten her yerde arıyordu. En sonunda nasıl yaptı bilmiyorum ama Poyraz abim buldu Defne’yi.” Son âna kadar ağzımı açıp tek kelime söylemeden Yaprak’ı dinledim. Buldu diyene kadar nefesimi tuttuğumun farkında bile değildim.

Gözlerim dolu dolu “Defne bundan mı Poyraz'a bu kadar yakın?” diye sordum.

Başıyla onayladı Yaprak. “Öyle, evet. Ama o günden sonra eskisi gibi olmadı. Çok severdi arkadaşlarıyla oynamayı Defne ama geldiğinde Mira’yı göremeyince iyice kapattı kendini. Astım ilacını haftalarca cebinde saklamış.”

“Ya, kıyamam…” dedim boğuk sesimle. “Neler yaşamış öyle? Bir pedagog gördü mü peki? Şu an iyi görünüyor evet ama bilinçaltının nasıl olduğunu tahmin bile edemiyorum.”

“Evet, gördü. Düzenli de görmeye devam ediyor.” diyerek araya girdi Yağmur. Sesi biraz daha toplamıştı kendini. “Bir ay boyunca hiçbirimizle konuşmadı. Bir ay sonra da ilk konuştuğu kişi Poyraz oldu. Bu süreçte Pedagog yardımıyla ona yaklaşmaya çalıştık. Onu tetikleyecek sorulardan bilhassa uzak durmamızı istedi. Hiçbirimiz ona o günlerle ilgili sorular sormadık. Pedagogumuz ilerleyen süreçlerde ona eskisi gibi yaklaşmamızı istedi. Üstünde durursak düşünce yapısı hep o günlere gidermiş." Hafif esen rüzgâr saçlarını uçuştururken onları arakasına attı ve nefesini bıraktı Yağmur.

"Ama biz ona normal davranırsak, günlük rutinlerimize dönersek onun için daha sağlıklı olacağını söyledi. Sürekli onunla oyun oynadık, resimler çizdik, masallar anlattık derken yavaş yavaş açtı bize de kendini ama dediğimiz gibi artık eskisi gibi değildi, daha bir hırçınlaşmıştı. Geçen aylarda biraz da olsa kreşe gitsin, arkadaş edinsin dedim ama inatla reddediyor. Pedagoga göre Mira gibi diğer arkadaşlarını da bir daha göremez diye korkuyor, ondan arkadaş edinmiyormuş.”

Yağmur güçlükle sarf ettiği sözlerinden sonra birden koltuğun kenarındaki elime uzanıp sıkıca tuttu. Hareketi beni hazırlıksız yakalamıştı. “Sadece sana karşı farklı yaklaşıyor, Elvin,” dediğinde böyle bir şeye şahit olduğu için mutluluktan ağlayacak gibiydi. “Normalde bunları oturup sana anlatmazdım, anlarsın ki benim için anlatması zor bir konu ve üstelik daha yeni tanışıyoruz seninle ama konu kızım olunca bunun bir önemi kalmıyor benim için. O seni sevdiyse, bu benim de seni sevmem için yeterli bir sebep.” Gözlerimin içine beklentiyle baktı. “Bunu senden istemem de ne kadar doğru bilmiyorum ama... lütfen bana yardım et.”

Ellerimi tuttuğu ellerini sıktım. “Elbette,” dedim istek dolu bir sesle. “Elimden ne geliyorsa yaparım.”

“Onu ikna et, Elvin. Ne olur? Okula gitmiyorsa bile en azından arkadaşları olsun. Artık yaşıtları gibi davransın istiyorum. Seni dinlemeyi seviyor, bunu biz bir türlü yapamadık ama belki sen başarabilirsin.”

Söz verirsem ve yapamazsam altında kalacağımı bildiğim bir istekti bu. Güçlükle tebessüm edip “Deneyeceğim,” dedim. “Biraz birlikte zaman geçirelim, bana biraz daha alıştığında onu parka götürmeye çalışacağım.”

Minneti sesine yansıdı Yağmur’un. “Çok teşekkür ederim, Elvin. Gerçekten çok ama çok teşekkür ederim. Bu düşüncenin bile benim için önemini bilemezsin.”

Ortamdaki kasvete daha fazla tahammül edemediği için “Abim hayatında ilk defa düzgün bir tercih yaptı,” dedi Yaprak konuyu değiştirmeye çalışarak. “Tam istediğim yenge tiplemesisin.”

Yağmur burnunu çekip elimi bıraktığında yaşlarını silip kıkırdadı. “Senden sonra bana iyi bir arkadaş olacak.”

“Benim neyim var pardon!” dedi Yaprak kaşlarını çatarak.

“Çenen.”

“Kurban olun çeneme.”

Onlara daha fazla konuşmak isterdim ama bir an önce yalnız kalıp içimi boşaltmam gerekiyordu. Onlar bu durumu bir yıl önce yaşadığı için şimdi normal hayatlarına dönmekte zorluk çekmiyor olabilirlerdi ama benim için duyduğum her kelime fazla ağırdı. Kendime alan açmam ve kafamı toplamam gerekiyordu, bundandı bir anda ayağa kalkıp “Ben bir Poyraz’a bakayım,” demem. “Bir şey konuşacaktık.”

Yaprak gözlerinde imayla “Git tabii,” dedi. “Özlemişsindir. Üçüncü katta koridorun sonunda odası. Ama o çalışma odasındadır şimdi.”

Yağmur’un gözlerinde de aynı ima vardı. “Sonra aşağı gelin ama, hava karardı zaten. Yemek yeriz.”

Her ikisine de veda ederek yanlarından uzaklaştım. Arkamı döndüğüm gibi gözlerim musluklarını açmak üzere dolmaya başladı. Küçücük kızın yaşadıkları kalbimi kırıyordu. Onda kendimi görmeyi bırakmam gerekiyordu. Sanki onda kendimi gördükçe başka bir yaramıza denk geliyordum. Nasıl korkmuştur diye düşünmeden edemiyordum. Kalbim sızlıyordu.

İnsanlardan kaçıyordu, çünkü çok severse giderler sanıyordu.

Tıpkı benim gibi.

Merdivenleri çıktığımda ikinci katı geçmeden duyduğum seslerle adımlarımı o yöne çevirdim. Sesler Defne ve Poyraz’a aitti. Aralık beyaz kapıya doğru yaklaştım. “Üzülme prenses,” dedi Poyraz, sakin bir ses tonuyla. Aralıktan içeri baktım. Defne yatağına oturmuş, Poyraz da önünde diz çökmüş şekilde saçlarımı okşuyordu. “İstemiyorsan biraz daha gitmezsin okula. Hem zaten yaz geldi. Okula daha aylar var.”

Surat astı Defne. “Ama annem ısrar ediyor, onu ikna et amca. Ben arkadaş istemiyorum.”

“Hani Elvin senin arkadaşın olacaktı, günlerdir öyle söylüyordun.” Defne’nin burnun sıktı Poyraz. “Niye fikir değiştin?”

“Annem o seninle yaşıt değil dedi. Arkadaş olmak için yaşıt olmak çok saçma bir kere.”

Poyraz belli belirsiz kıkırdadı. “İstersen olur.”

Kaşları merakla havalandı. “Olur mu ki?”

“Olur tabii.”

Güldü Defne. “Elvin de bana böyle diyor. Olur tabii, gerçekten tabii, gelirim tabii. Çok güzel demiyor mu amca? Bence çok güzel diyor. Hem o da ister mi ki arkadaşım olmayı?” Dolmuş gözlerim sonunda taştığında sanki Defne görecekmiş gibi başımı art arda salladım.

Poyraz’ın elleri tekrar Defne’nin saçlarında gezindi. “İster,” derken sesi fazla hüzün kokuyordu. “En çok o ister hatta.”

“Peki o da gider mi Mira gibi?” Poyraz kaskatı kesildi. Gitmemden bahsettiği için mi yoksa Defne’nin Mira’dan bahsettiği için mi bilmiyorum ama elleri hareket etmeyi bıraktı.

Poyraz’a hep dedim ki “Herkes gider,” ama Poyraz şimdi tekrar Defne’nin saçlarını okşamaya başladığında sarf ettiği sözler “Gitmez,” demek olmuştu.

“Ya gitmek isterse?”

“O zaman biz de izin vermeyiz.”

“Kızmaz mı ki?”

Güldü Poyraz. “Sana kızmaz.”

“Sana kızar mı?” Meraklı gözlerle Poyraz’a baktı Defne.

Poyraz bir süre sussa da sonra “Bilmem,” dedi gerçekten bilmediğini belli eden bir ses tonuyla.

“Bence kızmaz amca.”

Poyraz gülerek başını salladı. “Nereden biliyorsun?”

“İnsan sevdiğine kızmaz ki. Elvin seni seviyor, yoksa evlenmezdi. Yani sana kızmaz. Evlenirse de hiç gitmez. Onunla evlendiğin için çok müteşkürüm amca.”

“Neysin neysin?” diye sordu Poyraz gülerek. “Müteşkür müsün?”

“Evet.” Dişlerini göstererek sırıttı Defne. “Elvin öğretti. Teşekkür ederim demekmiş. Ha bir de şeyim…” İşaret parmağını dudağının üstüne götürüp düşünür gibi yaptı. “Neydim ya?... Hah hatırladım!” Parmağını dudaklarından çektiğinde tekrar neşeyle gülümsedi. “Bahtiyarım. Bahtiyar amca artık bahtiyar olmasın. Ben olacağım.”

Poyraz büyük bir kahkaha attı. “Bunu Bahtiyar amcanla konuş o zaman.”

“Yarın konuşacağım!” Neşeyle şakıdı Defne. “Elvin yarın yine bize gelirse onu da tanıştıracağım. Çiçeklerle ilgili yeni şeyler anlatırsa Bahtiyar amca belki başka çiçekler de getirir.”

“Sonra soralım ona, belki gelir.”

Suratını astı Defne. “Öf amca ya, hemen evlenin. Hiç gitmesin.”

“Merak etme,” dedi Poyraz derinden gelen sesiyle, sanki boşluğa dalmış da bunu kendi kendine söylüyormuş gibiydi. “Bir daha hiç gitmeyecek, tuttuğum eli bırakmayacağım.

BÖLÜM SONU...

***

Çok seviyorummmmm

Bakim nasıl bırakmıyorsun o eli???

Bölüm başı bu ikisi kavga edince klavyeleri bırakıp ne oluyonuz alooo dedim şok haliyle. İnan hiç beklemediğin anda oluyor...

Defne'yi çok ama çok ama çok seviyorummm... Kaçırılması üzdü. Dün o kısmı yazacaktım ama üzüntüden elim gitmedi diye bugüne bıraktım.

Acaba niye Elvin'e karşı bu kadar yakın?

Elvin an itibariyle ben nasıl bir ailenin içine düştüm diyor. Kendi hayatı gibi yolunda olmayan hayatlarla karşılaşmak belki onlara yeni bir yol yaratır, kim bilir.

Ben bilmem.

Yağmur, Yaprak ikilisinin Elvin'e olan tavırları da güzeldi. Bir de onlar berbat davransa kız başalrım böyle hayata, sizinle uğraşacağım der çeker giderdi.

Gitmezdi. Poyraz'la yola girdiyse o yolu devam eder ama arada anlık çıkışları olabilir. Kendisinin de dediği gibi dengesiz ruh haller var.

Diğer bölümde görüşelim. En kısa zamanda bitirmeye çalışacağım.

Ha bu arada, bölüm başında gelen o mesaja olan sövüşleriniz şu an kulağımda çınlıyo...

Hadi esen kalın..

Bölüm : 18.05.2025 22:38 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...