
Selam selam selammm...
Yeni bölümle geldimmm!!! Diğer seferler gibi çok bekletmediğimi düşünüyorum bu sefer kgjdlfhffh Daha da erken bitirmeye çalışacaktım ama hava o kadar sıcak ki... Bilgisayar başına geçmek işkence gibi geliyor...
En son silah patladı. Sonra neler olmuş bir görelim.
Yorumlarınızı bekliyorum.
Keyifli okumalar!!!

17. BÖLÜM
KALBİ SANCILATAN KORKULAR
Einstein, 1915 yılında üzerinde on yıl çalıştığı genel görelilik teorisini dünyaya sunduğunda yalnızca bilim değil, insanın zamanla olan kişisel ilişkisini de yerinden oynatmıştı. Newton’un “zaman sabittir” önermesine karşı çıkmış ve yıllarını bunun üstüne harcamıştır.
Ona göre zaman görecelidir; bir dakika sıcak bir sobanın üstünde oturmak bir saate bedeldir, bir saat sevdiğin biriyle vakit geçirmek ise bir dakika gibi gelir. Onun için görecenin en basit tabiri budur. Işık hızından daha hızlı bir şey olmadığını söylemiştir mesela. Ve bir cisim ışık hızına yaklaştıkça, yani giderek hızlandıkça zaman onun için yavaşlamaya başlar.
Işık hızına ulaşan her şey için ise zaman durmuş olur.
Pratikte ne kadar imkansız olsa da, kütlesi olan hiçbir cismin ışık hızına ulaşamayacağı söylense de şu an hissettiğim durum tam olarak buydu. Zaman çok ama çok kısa bir anlığına benim için durmuştu. Hani deriz ya, ışık hızıyla gerçekleşti her şey; tam olarak öyle bir noktadaydım ve hareket etmek denen eylem zihnimin ucundan bile geçmiyordu. Zihin bile durmuştu.
Şimdi ise o bir anda oldu denilen noktanın hemen bir adım ardındaydım.
Ama sonra zaman tekrar akmaya başladı. Minik taneciklerin bebek adımlarından bile onlarca kat yavaşlıkta olacak şekilde tekrar canlandığını hissettim. Artık ışık hızında değildim. Ama bu sefer kendimi Mariana Çukuru’na atılmış gibi hissediyordum. Zaman akmaya başlasa da hâlâ hızlı değildi. Sanki çukurun derinliğinde bir kara delik vardı ve beni tekrar aynı hiçliğe çekmek istiyor gibiydi.
Zaman bana yine dursun istiyordu.
Ama kalbim tuhaf bir şekilde hâlâ atmaya devam ediyordu.
Kulağımı saran patlama sesi, çığlıklar, uğultular yavaş yavaş benden uzaklaşmaya başladığında, zaman da olması gibi aktığında saniyelerle olan savaşımı sona erdirdim. İlk defa bir savaşı ben yenmişim gibi zamanı geri planda bıraktığım sırada adımı seslenen ve yere çökmüş bir şekilde yüzümü avuçları arasına alan kişinin varlığını hatırladım.
“Çiçek,” dedi tekrar korkan sesiyle. Girdiğim şoktan çıktığım ve kendime geldiğim ilk anda işittiğim ve gördüğüm yüz ona aitti. Sol bacağımda defalarca kez bıçak saplanmış ve hâlâ saplanmaya devam ediyormuş gibi içimi yakan bir acı hissettim. Yüzüm buruştu, canım çok yanıyordu.
Vurulmuştum. Artık bunu idrak edebiliyordum.
Suat Demirkıran Poyraz için uzattığı silahla yanlışlıkla beni sol bacağımdan vurmuştu. Dizlerimin bir karış kadar altına denk gelmişti kurşun ve deli gibi yakıyordu. Mekânda bulunan hiç kimse benden böyle bir hamle beklemediği için vurulduğum ilk saniye kısa bir sessizlik oldu, sonrası bağrışmalar, çığlıklarla birleşen bir curcunadan ibaretti.
Silah patlamasından hemen önce bir ses işittim ve o ses tam şu an karşımda babasına “Sen ne yaptın?!” diye öfkeyle bağıran Aylin’e aitti. Bacağımdan vurulmam sanırım ironik bir şekilde onun sayesindeydi. Mekâna girip babasına seslenerek onu afallatmasaydı Suat Demirkıran beni vücudumun daha üst bölmelerinden vurabilirdi ve durum daha vahim bir hâle gelebilirdi.
Ah, teşekkür mü etmeliydim?
Hiç sanmıyorum.
Hem bu silah da nereden çıkmıştı? Mafya dizisi mi çekiyorduk?
Sanırım şu an bunun düşünmemin sırası değildi. Küçük bir sorunumuz vardı. Vurulmuş olmam ve canımın deli gibi yanıyor olması gibi.
Evet. Fazlasıyla küçük bir sorundu.
Poyraz ve Ceyda dışında Selim de hemen yanımdaydı. Her birinin suratında endişe dolu ifade vardı. Vurulduğum anda Poyraz’ın üstüne yığılmıştım. Şimdi ikimiz de yerde oturuyorduk. Poyraz bir eliyle sırtımı sabitlerken diğer eliyle yanağımı tutmuş beni kendime getirmeye çalışıyordu. Selim durumumu inceledikten sonra çabucak telefonuna uzandı, ambulans çağırıyor olmalıydı. Gözüm istemsiz olarak Görkem’ kaydı. Suat Demirkıran’ın üstüne yürümek istediğinde birkaç adam onu tutmuştu. Mekândaki diğer adamlar da masanın yanında dikilmeye devam ediyordu. Herkes fazlasıyla gergin ve endişeliydi. Neyse ki Suat Demirkıran dışında kimsede silah yoktu ve o da kızı gelince silahını kaldırmıştı.
Ahmet Karaaslan kendi çalışanlarıyla ortamı sakinleştirmeye çalıştı. Biri polisi arıyor, biri bu saçmalığı sorguluyordu. Her yerden bir ses vardı ve ben biraz daha bu kargaşaya maruz kalırsam aklımı kaçıracaktım.
Ceyda Poyraz’ın “Bir şey yap,” komutuyla çabucak karşıma geçti ve çıktığı anlık şoktan sonra hızlıca bacağıma bakmaya başladı. Yanımda doktor getirmem büyük şans olsa gerekti. Ne şans ama…
Poyraz tekrar panik içinde “Elvin,” dedi. Vurulduğum andan beri -ki ne kadar zaman geçtiğinin farkında değilim- bana seslenip duruyordu ama bir türlü cevap alamıyordu. “Hadi bana bak. İyisin, bir şey olmayacak. Hadi güzelim, bak bana.”
Ona yine bir cevap verebilecek durumda değildim. Kendime geldiğim her saniye bacağımdaki ağrı biraz daha, biraz daha ve biraz daha sızlıyordu. Acı dolu inlemelerimin arasında sonunda “Şaka gibi,” diyebilmiştim. Sonra bir inilti daha kaçtı dudaklarımın arasından. “Hayatım koca bir şaka.”
Başıma bir bu gelmemişti. O da olmuştu. Ama bu sefer ben kaşınmıştım.
Benden nihayet bir tepki alan Ceyda ve Poyraz, rahatlamış bir şekilde nefesini bıraktıktan sonra yeniden aynı panikle benimle ilgilenmeye devam ettiler. “Kurşun içeride. Çıkış izi yok,” dedi Ceyda, yüzü endişeyle bacağıma dönükken. Sonra gözlerini Poyraz’a çevirdi. “Ama atardamar şu an için iyi duruyor, acilen hastaneye gitmeliyiz.”
Poyraz, hâlâ neler olup bittiğini tam kavrayamamış gibiydi. “Ta-tamam, tamam,” dedi kekeleyerek. “Neye dikkat etmeliyim?” Şu an için düşündüğü tek şey bendim.
“Ambulansı aradılar. O gelene kadar bana bir şey bulun, bacağını sarayım.”
Poyraz çabucak birilerinden ayağıma sargı için kullanılacak bir şeyler bulmalarını istedi. Sonrasında Ceyda’ya hastaneye kadar kendi arabasıyla beni götürmeleri gerektiğini söylese de Ceyda ani hareketlerin nerede olduğunu bilmediğimiz kurşunun damarlarımda travma yaratabileceği ve daha fazla kanamaya yol açabileceği seçeneklerini göz önünde bulundurarak onun teklifini reddetti. Ambulans gelene kadar ilk müdahaleyi kendi yapacaktı.
Tam o sırada diğer taraftan büyük bir kavga sesi işitiyordum. “Ya ben sana şu silahları bırak artık demedim mi?!” diye bağırdı Aylin, babasının yüzüne karşı. “Sen de bana söz verdin! Hani, nerede senin sözün baba?! Sevdiğim adamı nasıl vurmaya kalkarsın sen!”
Yalnız, vurulan kişi bendim.
“Onun yüzünden günlerdir ağlıyordun!” Bu sefer bağıran Suat Demirkıran'dı.
Aylin çıldırmış gibi saçlarını yolmaya başladı. “Her şey senin yüzünden bu halde!”
Ağrım tüm düşünce mekanizmamı yerle bir etmeseydi Aylin’in sözleri üstünde bir süre dururdum ama hiç o halde değildim. Yine de istemsizce odağım o taraftaydı. Ağrıyı yok saymaya çalışıyordum. Tam dudaklarımın arasından tekrar bir inilti kaçacaktı ki Görkem tekrar “Seni gebertirim!” diye Suat Demirkıran'a karşı yükselince kaşlarım çatıldı. Yüzüne yumruk atmak istediğinde birkaç adam onu daha sıkı tuttu. “Elvin'e bir şey olursa seni benim elimden kimse alamaz.”
Bu duruma sinirden gülmek istesem de canım acıdığından bunu yapamadım. Kendisi yüzünden başıma birçok şey gelmemiş gibi yaptığı gövde gösterisi sadece benim sinirimi bozuyordu. Vurulduğum ilk an yanıma gelecekken gelmemiş ve Suat Demirkıran’ın yanına gitmişti. Ne halde olduğumla ilgilenmek yerine olay çıkarmak derdindeydi. Ama umurumda bile değildi artık.
Adamlardan biri restorandaki ilk yardım çantalarından birini verdiğinde Poyraz odağımı ona vermem için “ Canın çok yanıyor mu?” diye sordu, sesinde korku vardı. Bana bir şey olacak diye korkuyordu.
İnlemelerim arasında “Biraz,” dedim ama buna inanmadı. Çok yanıyordu canım.
Ceyda elindeki makasla pantolonumu dizime kadar yırttı. Kan görmeye dayanamadığım için özellikle bakışlarımı o yöne çevirmedim. Buruşan yüzümle Poyraz’a baktım. “Niye atladın ki önüme?” dedi Poyraz azarlar gibi.
Ona bir cevap vermedim. Niye atladığımı ben de bilmiyordum. Öyle yapasım gelmişti ve yapmıştım.
“Geçecek,” dedi Poyraz bu sefer söz verir gibi. “Sen iyi ol diye her şeyi yapacağım.”
Yutkundum. “Biliyorum,” derken buldum kendimi. Biliyordum çünkü, yapardı.
Bacağımın üzerinde baskı hissettiğimde Ceyda “Bu biraz canını yakacak,” demesiyle acının alevlenmesi bir oldu. Önce kurşun bölgesini batikonla temizlemiş, ardından kan akmasın diye kurşunun derimde açtığı deliğin etrafını sıkı sıkı sarmıştı. Her baskıda ağrı da eş oranla artıyordu. Çığlığımı içimde tuttum. Kimseye ne kadar acı çektiğimi göstermek istemiyordum ama Poyraz hangi ara tuttuğum ve sıkmaya başladığımı bilmediğim elleriyle bunu anlayabiliyordu.
Her acıyla ellerini sıktığımda, suçsuz olmasına rağmen diğer eliyle saçlarımı okşuyor, defalarca "Özür dilerim, özür dilerim," diyordu.
Ona senin suçun yok diyemeyecek kadar acı çekiyordum. Ama yine kendini suçlu hissetmesi istemiyordum. Bunun için acı içinde defalarca kez özür dilememesi için başımı iki yana salladım. Acıyı unutursam onu buna ikna edebilirim diye odağımı ağrıdan uzak tutmaya çalıştım.
Bu yediğim ilk kurşun olsa da ilk yara değildi. Bunu hatırlattım kendime. Kelimelerle de defalarca kez vurulduğumu hatırlattım. Sırtımdaki bıçakları nasıl çıkardığımı hatırlattım. Bugün öğrendiklerimi hatırlattım. Yani bedenim, bu ilk yaramız değil. Böyle kolay yıkılma.
Sonra bir şey oldu. Hatırladıkça ve her acıyı zihnime hatırlattıkça, bunu tekrar tekrar kazıdıkça dudaklarımın arasından kahkahalar yükselmeye başladı. Gülüşüm her saniye biraz daha ve biraz daha büyüdü. Acıdan kanıyordum. Acıdan iliklerime kadar kanıyordum ama artık gülüyordum. Acıya gülecek kadar acı çekiyordum. Bir yerde acının son noktasının ona gülmek olduğuna dair bir yazı okumuştum. O zamanlar bu cümleyle dalga geçerken şimdi de kendimi o cümlenin merkezinde hissediyordum.
Ben acılarıma iliklerime kadar gülüyordum.
Mekânda gözler üstüme çevrildi. Suat Demirkıran’ın üstüne yürümeye devam eden Görkem’in bile bakışları çabucak beni buldu. Hepsinden gözlerimi kaçırıp Ceyda’nın sardığı bacağıma baktım. Etrafına kan sızlasa da kanamayı durdurmuş gibiydi. Sanki absürt bir komedi filmi çekiyormuşum da sürekli başına bir şeyler gelen başrol oyuncusu olmuşum gibi başımı iki yana sallayarak gülmeye devam ettim.
Poyraz Ceyda’ya korkuyla bakıp “Neyi var?” diye sordu. Ceyda bakışlarını ondan kaçırdı. Neyim olduğunu bir tek o biliyordu. Bu yüzden onu “Sinirleri bozuldu,” diye yanıtlamakla yetindi.
Selim tekrar yanımıza yaklaştı. “Neden delirmiş gibi gülüyor?” Meraklı gözleri üzerimde gezindi. “İyi misin diyeceğim de…” Gözleri bacağıma indi. “Bu da saçma bir soru olacak.”
Ona bakarak gülmeye devam ettim. “Harikayım, merak etme,” derken tekrar güldüm. “Alt tarafı vuruldum.”
Poyraz acımı gülerek gizlemeye çalıştığımın farkındaydı. Bunun için sinirle “Nerede kaldı bu ambulans!” diye bağırdı. Ardından bakışları hâlâ burada dikilen Suat Demirkıran’a kaydı. “Sen de bekle.. Bekle sen, hayatını sikmezsem bana da Poyraz demesinler!” Suat Demirkıran’ın tepkisini ve cevabını beklemeden tekrar bana döndü. Şu an tek önceliği bendim.
“Biraz daha dayan, olur mu?” Sesi yumuşamıştı.
Aylin, hem bana hem Poyraz’a baktı. Gözleri dolmuştu. O benden gözlerini çekip Poyraz’a bakmaya devam ederken Poyraz’ın tüm odağı bendeydi. Benden başka hiçbir şeyle ilgilenmek istemiyordu ve bu Aylin’i her geçen saniye biraz daha kahrediyordu. Poyraz’ın gözlerinde bir şey görmüş gibi gözlerindeki yaşlarla bu sefer babasına döndü. Bize daha fazla bakmaya tahammül edemiyordu.
“Senden nefret ediyorum!” diye bağırdı babasının yüzüne doğru. “Bir daha da senin arkanı toplamayacağım! Ne halin varsa gör!”
Suat Demirkıran’ın gözlerinden hüzün dalgası geçti. Kızını böyle görmeye dayanamıyordu. Aylin ona son bir kez daha nefretle baktıktan sonra çekip gitti. Suat Demirkıran da arkasından gidecekti ki Ahmet Karaaslan onu sıkıca kollarından tuttu.
“Polisler gelmeden hiçbir yere gitmiyorsun!” Sözlerinde ciddiydi. Demirkıranların çalışanları Ahmet Karaaslan’ı engellemek isterken Karaaslanların çalışanları da araya girdi. Görkem de kendisiyle birlikte gelenleri Karaaslanların yanına yönlendirdi, ardından bana doğru ilerlemeye başladı.
Poyraz’a döndüm. “Yaklaşmasın yanıma,” dedim öfkeyle solurken. Gülüşüm solmuştu.
Acıya olan gülüşümü bile soldurabilecek biriydi Görkem Soykan.
Kimden bahsettiğimi anlayan Poyraz, “Kimse kalabalık yapmasın,” dedi Görkem’e bakarak. Görkem’in adımları durdu. Bana baktığını hissetsem de ona dönmedim. Bir de onunla uğraşamazdım.
Poyraz’ın komutuyla yanımızda dikilenler de uzaklaşmaya başladı. Bana nefes alacak alan açtılar. Selim Poyraz’a başıyla babasının yanına gideceğini işaret etti. Ahmet Karaaslan Suat Demirkıran’la tartışıyordu. Kavgalarını dinlemek isteyeceğimi sanmıyordum.
Şu an yanımda sadece Poyraz ve Ceyda vardı. Görkem biraz ileride ayakta dikilmeye devam ediyordu. Boştaki elim baldırımın üstüne gitti. Bacağımdaki ağrı sanki bütün vücudumu ele geçirmiş gibi zonkluyordu. Soğuk soğuk terlediğimi hissettim. Omurgalarıma kadar indi bu his. Nefes almakta zorlanıyordum. Kafamda tekrar uğultular oluşmaya başladı. Ceyda’nın hızlı müdahalesiyle çok fazla kan kaybetmesem de kan değerlerim zaten haddinden fazla düşük olduğundan bilincimi kaybetmek üzereymişim gibi hissediyordum.
Poyraz bendeki değişikliği fark etmiş gibi tekrar “Elvin,” diyerek seslendi. Ona bakmak için çabalıyordum. Korkması hoşuma gitmemişti. “Haydi bak bana, kapatma gözlerini…” Sesi titriyordu. Panikle karışık bir endişeyle doluydu. Sanırım kötü görünüyordum. “Nerede kaldı bu siktiğimin ambulansı!.. Elvin. Lütfen. Lütfen sen de yaşatma bana bunu… Ceyda bir şey yap. İyi değil, götürelim. Biz götürelim hastaneye.”
“Tamam, sakin ol, bakacağım şimdi,” dedi Ceyda ikna edici bir tonda, soğukkanlı olmaya çalışıyordu. Bacağımdaki sargı yerini göstererek “Biri şurayı bastırsın,” diye ekledikten sonra hemen önüme geçti. Ceyda’nın söylediğini duyan Görkem, kimseye fırsat vermeden yanıma yaklaşmasını istemediğimi bilmesine rağmen hemen önümde dikildi ve bacağımdaki yarayı bastırdı. Onu kovmak istesem de konuşabilecek bir halde değildim.
Ceyda kanlı ellerini önündeki bir bezle sildikten sonra yüzüme dokundu. Kapanmaya yüz tutan göz kapaklarımı hafifçe araladı. “Parmağımı takip et.” İşaret parmağını önümde sağa sola götürüp getirdi. Dediğini yaptım. Bu hareketini birkaç kez daha tekrarladı. Poyraz pür dikkat onu izliyor ve sürekli nasıl olduğumu soruyordu.
Sonra Ceyda parmağını indirdi. “Elvincim,” dedi yumuşak bir tonla, “biliyorum zorlanıyorsun ama biraz daha gözünü açık tutman lazım. Hastaneye gidene kadar kendini tutmaya çalış, olur mu?” Ardından Poyraz’a döndü. “Onu konuştur. Ben hastaneyi arayıp gerekli hazırlıkları bildireceğim.” Ceyda’nın çalıştığı hastane buraya yakındı. O lanet olasıca yere yine gidecektim. Oraya bir daha gitme fikri içimi bıçak gibi deldiğini hissettim.
Poyraz Ceyda’yı başıyla onayladıktan sonra Ceyda ayaklandı. Telefonunu aceleyle açarken gözlerim doldu. Alt dudağımı dişledim. Kapanmak üzere olan gözlerimi Ceyda’dan çektim. “Oraya gitmek istemiyorum,” dedim çatallı sesimle Poyraz’a bakarak. “Oradan…” Nefesim sıkıştı. Strese girmiştim. “Oradan nefret ediyorum.”
Poyraz bunu neden söylediğimi bildiği için “Çok üzgünüm,” diyebildi. Sesi kısıktı. Beni yatıştırmak için saçlarımı okşadı. “Ama en yakın yer orası. Daha fazla vakit kaybedemeyiz.” Bir şey diyemedim. İtiraz edebilecek bir gücüm yoktu, tükenmişti.
Kendimi uyanık tutmak için Poyraz’ın gözlerine bakarak “Akşam Defne’yle animasyon izlemek için anlaşmıştım,” dedim üzgün bir sesle. Dün onlardayken eve gitmeme yakın film izleyelim diye tutturmuştu. Ben de onu kırmak istemediğim için yarın geleceğimi ve o zaman izleyebileceğimizi söylemiştim. “İzlemezsek üzülür.”
“Üzülmeyecek,” dedi Poyraz çabucak. “Çünkü izleyeceksiniz. Sen sadece gözlerini kapatma ve bana bak. Akşama eve gideceğiz.”
Gülümsedim. “Eve.” Bizim evimiz der gibi söylemişti. “Dün Defne söylediğinde kaçmıştın ama akşam izlersek… sen de izleyeceksin.”
Animasyonlardan hoşlanmadığını dünkü halinden anlamıştım. Ama yine de “Olur,” dedi tebessümle. “İzlerim. Söz.”
“Söz verme. Sözleri sevmediğimi söylemiştim.”
“Ben de sana verdiğim her sözü tuttuğumu söylemiştim.”
“Biliyorum,” dedim yorgun bir sesle. “Ama yine de verme. Çok üzülüyorum. Tutamayacağın bir âna denk gelirsek kırılırım... Çok kırıldım ben.”
Poyraz’ın gözleri çok kısa bir anlığına benden uzaklaştı ve Görkem'e kaydı, ona baktığında gözlerinin ardındaki tüm öfkeyi hissettim. Ben ise yanıma geldiği andan beri ona bir saniye olsun bakmamıştım. Ne nasıl hissettiğini merak ediyordum ne de düşündüğünü. Sadece yakınımda dursun istemiyordum.
Duymak istemediğim ses "Elvin," diyecek gibi oldu ama "Sen sakın konuşma!" diye dişlerimin arasından adeta tıslayarak onu susturdum.
Poyraz onun daha fazla burada olmasına dayanamadığı için “Selim!” diye seslendi, ileriye doğru bakarak.
Selim, Poyraz’ın sesini duyduğu gibi bize döndü. Amcasıyla birlikte babasını sakinleştirmeye çalışıyordu. Ahmet Karaaslan'ın aksine Cengiz Karaaslan gayet sakin ve kayıtsızdı. Yüzünde yalnızca bıkkın bir ifade vardı. Tuhaf bir adamdı. Bu yaşananlar ona göre normal gelmesi fazla hayret edilesi bir durumdu. Bu adamdan hoşlanmadığıma bir kez daha emin oldum.
Selim bize yaklaşırken “Bir sorun mu var?” diye sordu Gözlerini Poyraz’la benim aramda gezdirdi.
Poyraz başıyla Görkem’i işaret etti. “Sen tutsana yarasını,” dedi. “Görkem Bey’i daha fazla tutmayalım burada.”
Görkem hemen “Sorun yok,” dedi. Sesinde Poyraz’a karşı beslediği öfkenin tonunu hissetmiştim. Bir hışımla ona döndüm ve bütün gün içimde biriktirdiğim öfkeyle gözlerinin içine baktım. “Var,” dedim sert bir sesle. “Canımı yakıyorsunuz.”
Selim demek istediğim asıl şeyi anlamasa da Görkem ve Poyraz anlamıştı. Poyraz herhangi bir tepki vermese de Görkem’in gözlerinin ardındaki pişmanlık tohumları filizlenmeye başladı ama bunu umursamadım. Onun pişmanlığı kalbimin kırık dökük sokaklarına çiçek açtırmazdı.
Yüzüm bacağımdaki acıyla yeniden buruştu. Gözlerimi Poyraz’a çevirdim. Görkem’e bakmaya, yanımda varlığını hissetmeye daha fazla tahammül edemiyordum. Her ne kadar inkâr etsem de, kendimi kandırmak için çabalasam da canımı hâlâ yakıyordu. Selim Poyraz’ın dediğini dinleyerek yanımda diz çöktü. Görkem çaresizce bacağımı bırakıp geriye çekildi. Onun yerine Selim geçtiğinde “Ben hallederim gerisini,” diyerek Görkem’e teşekkür edercesine başını salladı.
Gözüm yeniden kararmaya başladı. Kendimi uyanık tutmaya çalıştım ama çok zorlanıyordum. Poyraz beni ayık tutmak için “Hadi bana bir anını anlat,” diyerek konuşmaya zorladı. Konuşursam odağımı kaybetmem diye düşünüyordu. “Sonra istersen ben anlatırım sana.”
Kimsenin hikâyesini pek merak eden biri değildim. Beni ilgilendirmiyorsa kolay kolay soru da sormazdım. Ama onu tanımak istiyordum. Sırf bu yüzden o da anlatsın diye “Daha beş yaşındaydım o zamanlar,” diyerek başladım söze. Yüzüme sıcak bir tebessümle baktı. Çocukluğumdan bir şeyler anlatacak olmam hoşuna gitmişe benziyordu.
“Babam bana bisiklet sürmeyi öğretiyordu.” Geçmişin tozlu sayfalarını hafifçe araladım. Hayal meyal hatırlıyordum bazı şeyleri. Poyraz pür dikkat beni dinliyordu. Selim bile odağını bana vermişti. Yanımdan uzaklaşsa da Görkem’in şaşkın bakışları da üzerimde geziniyordu. Anne ve babamdan bahsetmeyi sevmediğimi biliyordu. “Dört tekerlekle başlamamı istese de inatçıydım ben. Herkes gibi iki tekerlekli sürmek istediğimi söyledim. O kadar direttim ki…” Dudaklarım titredi. Sanki beş yaşındaki Elvin’dim şimdi.
“...babam sonunda dayanamayıp pembe bisikletimin arkasındaki iki küçük tekeri çıkardı.” Ayağımdaki baskı her saniye biraz daha zonkluyordu. Yüzümü buruşturdum ama yine de devam ettim. “Başta zorlandım. Dengesiz sürüyordum ama…” Kesik kesik nefesimi içime çekerken elim refleksle bacağıma gitti. Sızı bir anda keskinleşmişti. “...babam beni bir saniye olsun bırakmıyordu.” Yüzüme buruk bir tebessüm yerleşti. Başımı hafifçe kaldırdım, boğazım kurudu. Göz kapaklarımın altında biriken yaşları bastırmaya çalıştım.
Ben duraksayınca “Sonra ne oldu peki?” diye sordu Poyraz merakla. “Öğrendin mi?”
Zorlukla kıkırdadım. “Babamdan beni bırakmasını istediğimde… sadece iki saniye sonra Newton’un kafasına düşen elma gibi yere yapıştım.”
Güldü Poyraz. “Bu nasıl bir benzetme?”
Bacağımın üzerindeki elimi çekip omzuna vurdum. “Gülme ya, çok ağlamıştım,” dedim yalandan bir sitemle. Acı yüzünden dudaklarımı ısırdım. Hâlâ belli etmemek için çabalıyordum. “Çok nazlı bir çocuktum ben, siz Defne’ye şükredin yani…”
Bu sefer Selim de güldü. Sonra ayağıma baktı. Kaşları belli belirsiz çatıldı. Arkasındaki curcunalı tartışmaya döndü, sonra tekrar bana bakıp güldü ama daha çok bulunduğumuz vaziyetin saçmalığını sorguluyordu.
Poyraz hâlâ bana bakıyordu. “Sonra ne oldu?”
Gülümsedim. Buruktu yine gülüşüm. “Babam hemen yanıma koştu. Önce dizlerimi kontrol etti.” Cümleyi kurarken elim yine bacağıma gitti. “Çok bir şey yoktu, hafif kızarmıştı ama…” Gözlerimi kaçırdım. Boğazımda bir düğüm oluşmuştu. “...benim ne kadar ağlayacağımı bildiği için… cebinde benim için sakladığı yıldızlarla kaplı gökyüzünün olduğu bir yara bandını… bacağıma yapıştırdı. Ben ağladıkça saçlarımı okşadı… Her zaman söylediği gibi ‘geçecek,’ dedi. Babam hep ‘büyüyünce geçer’ derdi…” Kuruyan dudaklarımı ıslattım. Başım öne eğildi. “‘Yarın bir gün daha büyüyeceksin, hiçbir şeyin kalmayacak,’ diyerek beni rahatlatırdı…” Sonlara doğru sesim giderek kısıldı. Ağladı ağlayacaktım. “Keşke şimdi de burada olsaydı. Burada olsaydı da büyüyünce geçecek Minik Sirius’um deseydi…”
Yaşlarla dolan gözlerimle Poyraz’a baktım. “Babam bana hep Minik Sirius’um derdi biliyor musun?” dedim. Sözcükler boğazımda düğümlenmişti; her bir kelime dudaklarımdan dökülürken içim biraz daha eziliyordu. Keşke yine deseydi. “Ben onu çok özlüyorum.”
Poyraz hangi ara yanağımı ıslattığını bilmediğim yaşlarımı parmak uçlarıyla usulca sildi. “Geçecek Çiçek,” dedi gözlerimin içine bakarak. Sesi yumuşak ama karalıydı. Babamın bana Minik Sirius’um demesi gibi o da bana Çiçek diyordu. “Yarın hiçbir şeyin kalmayacak.”
“Geçecek mi?”
“Geçecek.”
“İzi kalacak mı peki?”
Cevap vermedi. Sustu. Ben de sustum. Çünkü biliyordu. Bazı acıların izi hiç geçmezdi.
Tam o an dışarıdan gelen bir ambulans sesi işittim. Poyraz'la aynı andan camlı bölmeden dışarı doğru baktık. Ceyda yeniden yanımıza yaklaştı ve Selim’in yerini aldı. Selim ayağa kalkarken son bir kez bana baktı. Gözlerinde hüzün vardı. Anlattıklarıma üzülmüştü, belliydi. En nihayetinde o da bir babaydı ve baba kız ilişkisini anlayabiliyordu. Ama yine de ben kimsenin bana üzülmesini istemiyordum. Hele bana acımalarını hiç istemiyordum.
Poyraz’a döndüm. “Sen anlat şimdi,” dememe kalmadan içeriye paramedik ekibinin girdiğini gördüm. Ona eş oranla polis sirenleri de duydum. Herkesin gözü bize doğru kaydı. Ahmet Karaaslan tartıştığı Suat Demirkıran'ın yanından uzaklaştı ve yanımıza doğru yaklaştı. Bana bakan gözlerinde babacan bir şefkat vardı. “İyi olacaksın kızım,” diyecek gibi oldu ama paramedik ekibi başımdaki kalabalığı dağıttı ve yere sedyelerini serdiler. O sırada Ceyda durumum hakkında onları bilgilendiriyordu.
Sonra her şey aşırı hızlı gerçekleşti. Sedyeye alınmam, ambulansa götürülmem derken bir anda kendimi hastanede buldum. Poyraz da ambulansta benimle geldi. Hastaneye gidene kadar bir saniye olsun elimi bırakmadı. Sonrası ise kendimi yine bulduğum soğuk ameliyat odasından ibaretti. Gerisi tamamen karanlıktı. Aman ne güzel!
☆☆☆
Bilmem kaçıncı kez aynı cümleleri işitiyordum. Artık kulaklarımı kanayacak gibiydi. Kendimi boğazlamama ramak kalmıştı ama bu dediğimi yaparsam işiteceğim sözlerin on katını daha işiteceğimin farkındaydım. O yüzden çenemi kapatıp uslu uslu oturmak için kendimi tutmaya devam ettim ama bir yerden sonra benim de patlayacağımdan emindim.
“Aklım almıyor benim!” diye yükseldi Poyraz tekrar ve tekrar. Odada sert adımlarla volta atıyordu, biraz daha devam ederse parkelerin aşınacağına emindim. Gözlerimi devirdim. “Sen niye atlıyorsun kızım benim önüme?!” Hastaneye gidene kadar beni sakinleştiren halleri uçup gitmişti, yerine de bu hali gelmişti. Şu an karşımda kırmızı görmüş boğa misali çıldırmakla meşguldü.
Sırtımı yatağa biraz daha bastırdıktan sonra bunaldığımı belli ettiğim bir sesle “Başımı döndürdün, bir dur artık,” diye mırıldandım çatık kaşlarımla ona bakarak. “Hem sen bozuk plak gibi sürekli soracak mısın böyle?”
Poyraz bir anda durdu ve bana baktı. Oldukça sinirli duruyordu. Burun delikleri öfkeyle inip kalkıyordu. “Bana doğru düzgün bir cevap verene kadar soracağım Elvin, şimdi cevap ver? Neden böyle bir aptallık yaptın?!”
Daha fazla kendimi tutamadım. “Keyfimden!” dedim en az onun kadar sinirli bir sesle. Beni yoruyordu. “Cevabını aldıysan sus artık.”
Poyraz ellerini sabır çeker gibi başına götürdü. Parmakları saçlarının arasına daldı, gözleri kapanırken “Aklımı kaçıracağım,” diye söylendi kendi kendine. Sakinleşemeyeceğini anlayınca kapattığı gözlerini açtı ve tekrar bana baktı. “Ya sana bir şey olsaydı, ya kurşun daha kötü bir yere denk gelseydi, düşünemiyor musun kızım sen bunları?!”
Onu daha da çıldırtacağımı bile bile omuz silktim. “Yoo,” dedim dudak bükerek. “Düşünemiyorum. Her şey ışık hızında oldu diyorum sana, neden anlamıyorsun. Hem ne demiş Einstein bu konu-”
Çıldırmış gibi “Hiç kimsenin ulaşamayacağını söylemiş Elvin,” diyerek lafımı böldü. Ups! Bile bile lades yapmıştım.
Şirin olduğuna inandığım bir sırıtışla gözlerimi kıstım. “Kendi topuğuma sıktım değil mi?” dedim, sanki ortamdaki gerginliği dağıtabileceğim sanarak ama kullandığım kelimeler onu biraz daha delirtmeye yetmişti.
Poyraz’ın elleri sabır çeker gibi tekrar başına gitti. “Hâlâ sıkmak diyor, hâlâ sıkmak diyor! Aklımı kaçıracağım!”
Ben ise sırtımdaki yastığa biraz daha yaslandım. Kollarımı göğsümde kavuşturdum ve umursamazca omuz silktim. “Sinirli halin de hiç çekilmiyor Poyraz.” İlk tanıştığımızda çok konuşan bir adam değildi, ağzından kerpetenle laf alıyordum ama sinirlenince çenesi bu şekilde açılıyordu. Genel olarak da onu sinirlendiren kişi ben olduğumdan o çeneyi çeken de yine ben oluyordum.
Buradan kaçma planı yapmak için ayağımdaki sargıya baktım. “Sen bana en iyisi şeyi söyle…” Başımı geriye yaslayıp ümitsizce Poyraz’a baktım. Vahim bir haldeydim. Kaçamazdım. “Burada ne kadar kalırım tahmini, onu söyle.”
Hastaneden çıktıktan sonra Poyrazların evine gelmiştik. Geldiğimizde hava çoktan kararmıştı. Doktorların söylediğine göre ameliyat iyi geçmişti, Hem Ceyda’nın ilk müdahalesi hem de kurşunun saplandığı bölgenin riskli bir yerde olmamasından kaynaklı bir sorun çıkmamıştı. Kemiklerim gayet iyiydi. Sadece başta biraz topallayabileceğimi ama onun da zamanla geçeceğini söyleyerek beni rahatlattılar. Fizik tedavi alırsam daha da çabuk düzeleceğini söylediklerinde Poyraz bunun için en kısa zamanda birini ayarlayacağını söyledi.
Onun dışında bir de ameliyatta kan takmışlardı bana, o da düşük kan değerimin olmasından kaynaklanıyordu. Asıl sorun doktorumun takip amaçlı bir gece kalmamı söylemesindeydi. O hastanede bir gün daha yatarsam aklımı kaçıracağımı bildiğimden inadımı sürdürmüş ve isteklerini reddetmiştim. Poyraz da doktorlar kadar kalmam için ısrar etse de ağlayacak gibi olduğumu görünce isteğimi kabul etmek zorunda kaldı. Polislerin ifademi almasından sonra anestezinin bünyemdeki etkisinin geçmesiyle birlikte bacağımdaki kocaman sargıyla beni buraya getirdi. Kendi evine.
Beni tek kaldığım eve bırakacağını düşünmem büyük bir aptallıktı. Yol boyunca inadım yüzünden ters ters tepkiler vermiş ve itiraz kabul etmeden beni buraya getirmişti. Eve yardımcı getirebiliriz düşüncemi bile dinlememişti.
Söylediklerimden sonra ne saçmalıyorsun sen der gibi kaşları havalandı. “Ha sen bir de gitmeyi düşünüyorsun?” Histerik bir şekilde güldü ama o gülüşte gram neşe yoktu. “Unut onu sen. O evde bir saniye bile tek kalamazsın artık.”
Başımı sorgular biçimde yan yatırdım, gözlerimi kısarak ona baktım. “O niyeymiş çok pardon?”
“Bir de soruyor musun?” dedi buna inanamazmış gibi. “Sen tüm belaları üstüne çektiğinin farkında değilsin galiba. İki saniye arkamı dönsem olacaklardan korkuyorum artık.”
Haklıydı ama yine de “Abartıyorsun şu an,” demekten kendimi alamadım. Burnumun dikine gitmeye devam edecektim.
“Keşke ben abartsam!” diye çıkıştı. Sesinde çaresizlik vardı.
Yok, kesinlikle çekilmiyordu bu hali. “Lütfen,” dedim gözlerimi devirerek. “Eski haline döner misin? Sinirimi bozuyorsun.”
Aniden önümde dikildi. Yüzünü yüzüme doğru eğdi. “Sen buna işime gelmiyor desene,” dedi, sesi iğneleyici bir alayla sarmalanmıştı.
Ona bir cevap vermedim. Gözlerim dalgınca ayağıma kaydı. Üzgün bir bakış atıp iç geçirdim. “İşe de gidemem böyle,” diye söylendim. Yapacak bir dünya işim vardı. Ama sonra aklıma gelen fikirle yine tatlı bir şekilde sırıttım ve kafamı kaldırarak Poyraz’ın gözlerinin içine baktım.
Anında doğrulup “Unut bunu,” diyerek kafasını iki yana salladı. Daha ağzımı bile açmamıştım ama o ne demek istediğimi anlamıştı.
Gözlerimi birkaç kez kıpıştırdım, masum görünmeye çalışıyordum. “Ama lütfen.”
“Hayır dedim,” dedi kararlı bir tonla. Gözlerini kaçırmadı. Sesi tartışmaya kapalıydı.
“Ama benim bir sürü işim yarım kaldı.” Ellerimi iki yana açtım. “Bak, bütün plan programım birbirine karışırsa sinir krizi geçiririm ben. Senin de başını yerim.”
Söylediklerimi umursamadı. “Hayır Elvin,” dedi yine aynı netlikle. “Bu halde seni işe götürmeyeceğim.”
“İşim var diyorum sana!”
“Atlamasaydın o zaman önüme!” Yine başa sarmıştık. Aman çok güzel!
Bıkkınlıkla gözlerimi devirdim. “O zaman sen vurulacaktın,” diye söylendim, cılız bir savunmayla. Bunu dememle kaşları biraz daha çatıldı.
“Bıraksaydın da ben vurulsaydım. Sana mı kaldı beni korumak?”
Ona bir şey olsaydı yaşanacaklarının farkında olmaması sinirimi bozmuştu. “Sen bu evde kaç kişi yaşadığınızın farkında değilsin herhalde,” diye çıkıştım birden. Söylediklerimle söylediğinin alakasını arıyordu.
“Eee,” dedi ne alaka der gibi.
“E’si şu,” diyerek yanıtladım onu. “Sana bir şey olsaydı bu evdeki herkes mahvolurdu. Dediğim gibi büyük bir ailen var, Poyraz.” Söylemek üzere olduğum şeyi anladığından kaşları çatıldı. “Ama benim hayatta olan bir ailem yok. Arkamdan da öyle kimse üzülüp gözyaşı dökmez yani, ben de bunu istemem zaten.”
Bir kahkaha gibi değil de, kinayeyi andıran bir gülümseme döküldü dudaklarımdan. “Hem merak etme. Bana hiçbir şey olmaz. Biz ölümle böyle arada flört ederiz ama daha nikâh masasına oturmadık hiç. Oturmayı da düşünmüyoruz. Kendisi genelde beni süründürmeyi tercih ediyor.”
Bu konuyla böyle dalga geçiyor olmam Poyraz’ı hayrete düşürdü. İnsan sürekli ölümün ucuna gelince ama bir türlü ölemeyince, üstelik ölmedi diye üstüne mahvolacağı şekilde sürününce ölümün pek de bir ciddiyeti kalmıyordu. Yani demem o ki; bana ölüm uğramazdı, kapımı çaldıktan sonra başıma musibetleri saldıktan sonra kaçardı. En büyük eğlencesi bu olsa gerekti ama ben ciddi anlamda sıkılmıştım.
Poyraz kimsem olmadığına dair sarf ettiğim sözlerin üzerine takıldığından mıdır bilmem, bir süre sessizliğini korudu ama sonra tekrar konuşmak için dudaklarını araladığında kapının açılma sesi odayı doldurdu. Onun konuşmasına fırsat kalmadığı için şükreder gibi kapıdan tarafa döndüm.
Kapıdan içeri Ceyda girdi. İlk fark ettiğim şey, üzerini değiştirmiş olmasıydı. Beyaz bir gömlek, ekru bol paça bir pantolon vardı üstünde. Benim yaramla ilgilendiği içi sabah giydikleri kana bulanmıştı. “Anca gelebildim,” dedi odaya adım atarken. Gözleri hemen beni buldu. Yüzünde rahatlamış bir ifade vardı ama bu uzun sürmedi. Kapıyı arkasından kapatır kapatmaz kaşlarını çattı.
Poyraz’ı işaret ederek “İyi ki geldin!” diye şakıdım, sesimde ince bir yardım çağrısı vardı. “Nolur kurtar beni bundan. Çok konuşuyor. Başım şi-”
Daha cümlemi bitiremeden “Aklını mı kaçırdın sen?!” diye tısladı Ceyda. Adımlarını hızlandırarak yatağıma doğru geldi.
Hastanedeyken bir şey diyememişti ama iyi olduğuma emin olunca o da bana aynı şeyleri sıralamaya başlamıştı. Yastığa yaslanarak başımı çaresizce art arda iki yana salladım. “Hayır, hayır, hayır… Yeni bir raunda hazır değilim, hayır,” dedim fısıltıyla.
Ama Ceyda hiç oralı olmadı. Tıpkı Poyraz gibi yüzü endişeyle gerildi, elleriyle beline sarılıp gözlerini üzerime dikti. “Ya o kurşun karnına gelseydi? Ya karaciğerin zarar görseydi Elvin?” dedi sert bir sesle. Poyraz’ın varlığını unutmuş gibiydi. “Durumun zaten–”
Sözünü bitiremeden araya girdim. “Ama olmadı,” dedim, omuzlarımı silkeleyerek.
“Olabilirdi!”
“Olmadı işte, hem sen vardın orada. Yapardın bir iki bir şey.”
Sinirleri bozulmuş gibi başını iki yana salladı. “Sen kesinlikle aklını kaçırdın! Kızım kadın doğum doktoruyum ben, kurşun çıkarmak benim işim mi?”
Alaycı bir şekilde sırıttım. “Bunu sana birkaç saat önce söylediğimde sonuçta doktorum diyen de bendim zaten,” dedim. Lafın altında kalmazdım.
Poyraz ikimiz arasında konuşmayı hayretle izledi. Sonunda dayanamayıp “Bir saniye bir saniye,” diyerek araya girdi. “Siz neyden bahsediyorsunuz? Senin nasıl bir durumun varmış?”
Ellerim yorgun bir şekilde başıma gitti. Parmak uçlarımı şakaklarıma bastırdım. “Şimdi hiç susmayacak,” dedim neredeyse ağlamaklı bir tonda. Durumumdan daha haberdar değildi. Normalde bugün söyleyecektim ama benim günlerim genelde normal bir gün olmadığından bir türlü doğru vakit denilen vakti yakalayamıyordum.
Hastanedeyken Poyraz dışarıda polislerle konuşuyordu. O sırada doktorum kaldığım odaya gelip kan değerlerim hakkında beni bilgilendirdi. Kendisine bu durumdan haberdar olduğumu ve kullanacağım ilaçlardan sonra ameliyat olacağımı söyledim, sonrasında da bunu Poyraz’ın yanında açmamasını rica ettim. Eğer onun yanında bu konuyu konuşursa Poyraz’ın beni eve asla getirmeyeceğini biliyordum. İlaç tedavisi için hastanede yatmamı sağlardı ama ben bunu istemiyordum. Orada bacağım için bile bir saat fazla kalamamıştım.
Sonra Ceyda devreye girdi. Doktorumla konuştu ve ona tedavi sürecimi anlattı. Eğer ameliyat durumum olmasaydı beni bu değerlere taburcu etmeyeceklerdi ama neyse ki Ceyda imdadıma yetişmişti. Bugün onu yanımda götürdüğüme şükrediyordum.
Ceyda, doktorla konuştuktan sonra eve gideceğini ama daha sonra yanıma uğrayacağını söyleyerek odadan çıktı. Saatler sonra da şimdi yan yana geliyorduk ve onun da ilk yaptığı şey Poyraz gibi beni azarlamaktı.
Poyraz’ın sorusuyla birlikte Ceyda, onun da odada olduğunu nihayet fark etti. Pot kırdığını anlayınca bana özür diler gibi baktı ama artık yapacak bir şey yoktu. Zaten er ya da geç öğrenecekti.
Poyraz, gözlerini aramızda gezdirerek “Siz ne çeviriyorsunuz? Hem bugün niye yan yanaydınız siz?” diye sordu. “Bilmediğim bir şey mi…” Duraksadı. Sonra bana bakarak oldukça bezgin bir şekilde burun kemerini sıktı ve “Bir şeyler mi var?” diyerek cümlesini revize etti. Genelde ondan bir değil, bin şey sakladığımdan bu şekilde söylemesi tuhaf kaçmıyordu.
Yardım ister gibi çaresizce Ceyda’ya baktım. “Çok söylenecek.”
Omuz silkti Ceyda. “Ben sana söyle demiştim.”
“Sence öyle bir vaktim mi vardı? Vuruldum ya hani ben?”
“Salak gibi önüne atlamasaydın o zaman.”
Ağlar gibi bir mırıltı çıkardım. “Bir kez daha,” dedim saçlarımı çekiştirerek. “Bir kez daha bu cümleyi duyarsam bak yemin ediyorum, ayağım sargıda demem, sürüne sürüne gider kendimi şu camdan aşağı atarım.” Sağ işaret parmağımla camı gösterdim. Aklımı kaçıracaktım. “Zaten ölmüyorum ben, sürünmek daha cazip geliyor. Bu sefer de kafamı kırdım diye beyin ameliyatına sokarsınız beni, hem bize de yeni macera çıkmış olur.”
Poyraz ellerini şakaklarına bastırdı. “Allah'ım sen bana sabır ver,” diyerek oda içinde volta atmaya başladı. “Hâlâ inatla ölüm demeye devam ediyor, benim tepemin tasını attırıyor!” Bana döndü ve durdu. Sonra bir iki adım attı. O ayakta dikilirken ben hâlâ yatakta oturuyordum. “Bana ne döndüğünü anlat. Dolandırma daha fazla.”
Pes ederek nefesimi bıraktım. Anlatmasam rahat etmeyeceğini biliyordum. Tekrar Ceyda’ya baktım ama o hafifçe gülümsedi, “Ben bu azarlama merasiminden nasibimi almadan aşağı kaçayım, tartışmanız bitince yemeğe gelirsiniz. Teyzemler Poyraz’ın şerrinden korktuklarından yemeğe çağırmak için bile gelemediler,” diyerek haince beni odada Poyraz’la baş başa bıraktı. Yapacak bir şey yoktu, başa gelen çekilir diyerek önüme döndüm.
“Az önce sana dedim ya, benim ölümle bir flört meselesi var diye…”
Yine ölümden bahsettiğim için sabır çekerek başını yan yatırdı ama tartışma işini sonraya bıraktığı için “Eee…” dedi sinirini dizginlemeye çalışarak.
“Biz bugünkü olaydan önce de kendisiyle yemeğe çıkmış olabiliriz.”
Çatık kaşlarıyla başını iki yana salladı. “O ne demek oluyor?”
“Şu demek oluyor…” Bir gözümü kıstım ve işaret parmağımla baş parmağımın arasına az bir boşluk bırakarak ona gösterdim. “Bizim şu kadarcık…” Başımı omzuna yatırdım. “Çok minicik…” Dişlerimi göstererek tatlı tatlı sırıttım. “Hatta mini minnacık bir sorunumuz daha var.”
Endişeyle bana baktı. ““Nasıl bir sorunmuş o?”
Gözlerimi kısarak “Ben işe başlamadan önceki cuma hastaneye gittim,” dedim, anında kaşlarını çattı.
“Ve bana söylemedin?” Sesinde kızgınlık vardı.
Cıkladım. “Söylemedim.”
“Peki neden gittin?” Merakla yüzüme baktı.
Gözlerim kucağımda birleştirdiğim ellerime kaydı. “Aile doktorunuz bazı kan değerlerimin oldukça ciddi bir yükseklikte olduğunu söyledi.”
Birden yatağın ucuna oturdu, eliyle çeneme dokunup kaldırdı. “Normal bir baş dönmesi olduğunu söylemiştin, bir şey yoktu,” dedi sorgular bir tınıyla, göz göze geldik. Başımı çevirmek istesem de çenemi tutan parmakları buna izin vermedi.
Normal bir şeymiş gibi “Yalan söyledim,” diye cevapladım onu. “Endişelen istemedim. Kendim halledecektim.”
Mavileri bir kara bulut misali koyulaştı. “Hiç bir şeyi tek başına halletmene gerek yok Elvin.” dedi bu durumdan sıkılmış gibi. Sürekli onu bir şeylerin dışında tutuyor olmama tahammül edemiyordu. “Sen hastanede kalmaya bile tahammül edemiyorsun, niye tek gidiyorsun ki? Niye bana söylemiyorsun?”
Gözümün içine baktı. “Bana yük olduğunu düşünüyorsun biliyorum ama değilsin. Olamazsın da zaten. Bunu anla artık.” Cevap arar gibi gözlerimin içine baktı ama benim yaptığım tek şey onları kaçırmak olmuştu. Parmaklarını yüzümden ayırdı. Sormaya korkar gibi “Ne dedi peki?” diye sordu. “Bu sefer yalan dolan olmadan anlat. Eksik anlatırsan inadını bir saniye olsun düşünmem, sabah doktora götürürüm seni.”
Gözümü devirdim. “Kolaydı o.”
“Anlat artık,” dedi tavrımı umursamayarak.
Daha fazla uzatmamak adına bir çırpıda konuştum. “Geçen çarşamba izin aldığım ve senin beni sürekli darladığın gün biyopsi oldum.”
Tepkisini ölçmek için kısık gözlerle ona baktım. Yanlış duyup duymadığını anlamak için birkaç kez gözlerini açıp kapattı. “Biyopsi oldun?” dedi inanmak istemeyen bir sesle. Başımla onayladım. “Ve bunu da bana söylemedin?” Dudaklarımı birbirine bastırdım, yine başımla onayladım.
Oturduğu yerden ayaklandı, ellerini başına yasladı. “Delireceğim!” diye yükseldi sinirle ama bu sefer bana değil, kendine kızıyor gibiydi. “Ben ne yapıyordum tüm bunlar olurken?”
Onu rahatlatmak için tok ve sakin bir sesle “Kendini suçlama, senlik bir durum yok,” dedim. “Ben böyle alıştım. Kendi başıma iş yaparım, kafam nereye eserse öyle ilerlerim. Sen de alışırsın yakın–”
Lafımı böldü. “Kendi başına değilsin. Anla bunu, gözünü seveyim anla artık.”
Hep hayatımda olacağını söylüyordu ama olmayacaktı. O da bunu anlamıyordu. Benim ona alışmamam gerekiyordu. Alışırsam, varlığı hep yanımda olacak sanırsam sonra canım yanardı. İnsanlar kalıcı değildi. Öğrenmiştim bunu; acıyı, kaybı gitmeyi… Ve onun öğrendiğim bu düşüncelerin üstünü çizmesine müsaade etmeyecektim.
Tek bir gerçek vardı. O da herkes giderdi, dönmemek üzere. Kimse kimsenin hayatında kalıcı değildi. Bunu bir türlü anlamadığım için bunca yıl acı çekmiştim. Her gidenin arkasından gelmesini ümit ederek gözyaşı dökmüştüm. Şimdi yeni yeni umut etmeyi bırakmışken tekrar bu düşünceye sarılamazdım.
Umut bir kanserdi. İnsanı yavaş yavaş tüketirdi. İyileşeceğini sanarak kendini kandırırsın ama son evre kansersindir aslında. Yine de umut edersin işte. Çünkü gerçeklerle yüzleşmeye cesaretin yok, çünkü düşmekten korkuyorsun, çünkü yalanlar senin ardına sığındığın tek gizli kalkanın. Çünkü umut etmekten başka çaren yok.
Öldürmez ama yaşatmaz da. Bir çürüme biçimidir umut. Hayatta kalman için değil, daha uzun bir süre acı çekmen içindir esasında.
Hayır, kimse gelmeyecek. Hiçbir şey düzelmeyecek, çocukken hevesle aldığın günlüğün sayfalarının birkaç sayfa sonrasında yarım kalması gibi, yarım kalacak her şey.
Sen hiçbir zaman mutlu olamayacaksın.
Ama bir umut işte…
Poyraz’ı yine cevapsız bıraktım. Tartışmaya niyetim yoktu. Yeteri kadar şaklabanlık yaptığımı düşünüyordum. Ama o asıl meseleyi öğrenmeye niyetliydi. Ben konuşmamaya devam edince “Bugün…” diye mırıldandı yeşillerime korkarak bakarak. “Ceyda’yla doktora mı gittin?”
Parçaları birleştirince tahmin etmesi zor bir mesele değildi. “Evet,” diyerek onayladım onu, aynı zamanda başımı da sallayarak. “Aslında onunla gitmek gibi bir düşüncem yoktu. Kendisi bir anda karşıma çıktı, hastaneye gideceğimi duyunca da peşime takıldı.” Dudaklarımı ıslatıp kucağımdaki parmaklarımla oynadım. Ona bakmadan “Doktor olsa bile sana söylemeden ona söylemezdim,” diye mırıldandım kısık bir sesle. “Dediğim gibi bir anda oldu her şey.”
Başını merakla salladı. Ceyda’ya söyleyip söylememle ilgilenmiyordu. Derdi benim durumumdu. “Sonuç ne peki?”
Bir şey yok der gibi dudak büzdüm. “Merak etme ya, ufacık bir şey.”
Pek inanmışa benzemiyordu. “Ne kadar ufacık?”
Sinirlerim bozulmuş gibi sırıtmaya başladım. “Çok ufak ya,” dedim halime gülerek. “Alt tarafı bir karaciğer ameliyatı olmam gerekiyormuş, o kadar.”
☆☆☆
Evin büyükleri verandada oturuyordu. Biz kalanlar da salondaki koltuklara dizilmiştik. Odada kalmak istemediğim için Poyraz’a biraz aşağıda oturmak istediğimi söyledim, tüm gün aksime oynamaya yemin etmiş biri olarak bu konuda itiraz etmediğine şaşırsam da bir şey demedim. Beni koltuğa bırakınca uslu uslu oturmaya devam ettim. Ama inanılmaz sıkılıyordum.
Poyraz yemek boyunca ve şu an bile devam eden gerginliğini üstünden atmadığı için herkes diken üstünde yemeğini yemişti. Sandalyede oturmakta sorun yaşamadığım için ben de onlara katılmıştım. Herkes yemek sırasında tek tek nasıl olduğumu sordu. Poyraz buraya ilk geldiğimiz gibi beni odaya kapattığından kimseyle konuşma fırsatım olmamıştı. Nergis Hanım’ın bana bakan gözlerinde tuhaf bir ifade vardı ve yemek boyunca o şekilde bakmaya devam etmişti. Neden böyle bir şey yaptığımı sorguluyor gibiydi ama bu konuda hiçbir şey demedi. Yine de bana bir şey olmadığı için mutlu olduğunu görebiliyordum. Cengiz Karaaslan ve Sevinç Hanım dışındakiler de aynı fikirdeydi. O ikisi umursamıyor gibiydi. Bu da benim umurumda değildi.
İyi olduğuma en fazla sevinen kişi Yasemin Hanım’dı. Poyraz’ın kucağında ayağımdan sargılı şekilde eve girdiğimizde gözüm kapıda ilk önce onu bulmuştu. Hemen ardından yanındaki Nergis Hanım’ı fark ettim.
Evdekiler yaşadığımız olayı bizden önce eve gelen Selim’den öğrenmişti. Yasemin Hanım ve Nergis Hanım vurulma olayını ilk işittiğinde çok kötü olmuşlardı, eve vardığımızda yüzlerinde gördüğüm endişe, onların duygularını ele veriyordu. Yasemin Hanım zaten bir evlat kaybetmişken Poyraz’a da bir şey olacak korkusuyla kriz geçirmek üzereymiş ki neyse ki o sırada biz eve varmıştık. Ama yine de Poyraz’a bir şey olmasa da beni öyle yaralı bir şekilde görmek, yüzünde bir annenin korkusuyla eşdeğer bir korku oluşmasına engel olamamıştı. Endişelenmişti. Hem de benim için.
Sırtımı koltuğa biraz daha yasladım. Poyraz daha rahat oturabilmem için arkama yumuşak bir yastık yerleştirdi. Herkes pür dikkat bizi izliyordu. Kimseden çıt çıkmıyordu. Poyraz’ın gerginliği burada olan herkesin üstündeydi. Keza yanı başımda oturan Defne bile sesini çıkarmıyor, meraklı gözlerle bacağımdaki sargıya bakıyordu.
Bu sessizliği ilk bozan kapıdan içeri adımını attığı anda salonun havasını değiştiren Tarık oldu. “Abimin beyaz atlı prensesi,” dedi gözlerini bana dikip sırıtarak. Çaprazımdaki boş koltuğa oturdu. “Neler duydu bugün bu kulaklarım?”
Biz geldiğimizde Tarık evde yoktu. Son bir haftadır bu eve her geldiğimde onu pek göremiyordum zaten, evde durmayı seven biri değildi. Dışarıda takılmayı seven tiplerdendi. Gecenin kaçı olduğuyla da pek ilgilenmiyordu.
Gözlerimle yanı başımda oturan Poyraz’ı işaret ederek “O kulaklarının duymaya devam etmesini istiyorsan bu konuyu açma bence,” dedim bıkmış bir şekilde. “Heyheyleri tepesinde.” Eve ilk geldiğimizde Poyraz beni kimseyle konuşturmadan direkt yukarı çıkarıp hesabımı almıştı. Yemekte de durumumu soranlara konuyu açtıkları için köpürmüştü. Üstüne üstlük işittiği son şeyler de bu olayın tuzu biberi olunca iyice çekilmez birine dönüşmüştü.
“Yürüyen trafo kendisi.” Tarık onunla uğraşmaya devam etmeye niyetliydi.
Poyraz tahammülsüz bir sesle “Kapat çeneni abicim,” dedi dişlerinin arasından. “Kaldırma beni ayağa.”
“Ama abicim sen de hiçbirimizi konuşturmuyorsun.” Bu sefer sitem eden Yaprak’tı. Karşı koltukta Selim, Yağmur ve Çınar ile oturuyordu. Tarık’ın yanındaki koltukta da Ceyda vardı. “Sıkıldım artık.” Eliyle çenesini işaret etti. “Bak burama geldi.”
“Al benden de o kadar,” dedim ona katılarak. “Çalışmama bile izin vermiyor.”
Herkes bir anda bana dönüp şaşkın şaşkın baktı. Ceyda’ya bakıp “Aklını kaçırmış,” diyen yine Tarık’tı. Sonra bana döndü. “Yengecim sen ayağından vurulduğuna emin misin? Ne bileyim, düşerken kafanı falan mı çarptın acaba?”
Poyraz, vurulma mevzusu yeniden gündeme geldiği için sinirle yüzünü elleriyle kapattı. “Ya sabır, ya sabır.” diye mırıldandı. Ardından Tarık’a baktı bir şey diyecek gibi oldu ama Çınar ve Defne’nin de burada olduğunu görünce çenesini kapadı. Sırtını koltuğa yaslarken yine sabır çekti.
Tarık’a baktım ve yapmacık bir gülümsemeyle “Çok tatlısın Tarık’cım,” diyerek cevap verdim. “Ama ben senin aksine çalışmayı seviyorum.”
Tarık kıkırdadı. “Belli. Deprem olsa yanına alacağın üç şey ne desem…”
Lafını ben tamamladım. “Bilgisayarım, telefonum ve varsa odamda deprem çantam.”
Yine herkes bön bön bana baktı. “Ne?” diyerek başımı salladım. “Bütün her şeyim onların içinde, bırakacak değilim herhalde.”
“Ben artık yüzde yüz eminim,” dedi Tarık kahkahasını tutamayarak. “Aklını kaçırmış.”
Ceyda onu onayladı. “Buna ben de katılıyorum.”
Bu sefer Yaprak konuştu. Muzip bir ifadeyle “Diyorum ben size, Elvin tam abimin kalemi diye,” derken oldukça eğleniyordu. Poyraz'a bakıp göz kırptı. “İki işkolik, tencere kapak.”
“Cidden Elvin,” diyen Selim’di, sesi diğerlerinin aksine ciddiydi. “Bu halde ne işi? Dert etme sen. İş kaçmıyor ya.”
Uzun bir süre sessizliğini koruyan Defne, “İşin ayakları yok zaten babacım,” deyince herkes önce sessizce birbirine baktı, sonra onun bu tatlı tepkisine kahkaha attı. Ama gülmemiz küçük hanımın hoşuna gitmemiş olmalı ki kaşlarını çattı hemen. "Neden gülüyorsunuz? Doğruyu söylüyorum ben!”
Dayanamayıp onun saçlarını karıştırdım. “Çok tatlısın sen!”
Çınar ise abilik görevini yerine getirerek “Salak bu kız ya,” dedi eğlenir bir şekilde.
Defne onun söylediklerine tahammül edemeyerek kendini koltuktan indirdi. “Sensin salak!” derken ellerini beline koydu. “Kafanda beyin bile yok.”
Çınar tam karşılık verecekti ki Yağmur devreye girdi. “Defne! Çınar!” Sesindeki ton sertleşince ikisi de olduğu yerde kaldı. “Kaç kere dedim size, büyüklerin yanında tartışmayın diye?!” Başlarını önlerine eğip gözlerini kaçırdılar. “Şimdi ikiniz de odanıza çıkıyorsunuz.”
Defne “Ama anne!” derken Çınar da “Niye ya?” diye tepki verdi.
Yağmur netti. “Hemen dedim. Uyku vaktiniz geldi zaten.”
Defne bu kez bana döndü, umudunu benim gözlerimde arar gibiydi. Ona tebessüm ettim. “Ama Elvin'le hiç vakit geçiremedim ki… Daha animasyon izleyecektik, biraz daha kalayım nolur...”
“Elvin'i bu gece rahat bırak kızım. Başka zaman izlersiniz.”
Gözlerimi Yağmur'a çevirdim. “Sorun olmaz,” dedim çabucak. “Gerçekten.”
Ama başını iki yana salladı. “Zaten yorucu bir gün geçirdin.” Çocuklar ayağımdaki sargının incittiğim için sarılı olduğunu sanıyordu. O yüzden vurulmadan bahsetmedi Yağmur. “Bugün biraz dinlen. Zaten yarın seni rahat bırakmaz.”
Defne’nin gözleri ışıl ışıl parladı. “Yarın da mı buradasın ki?!”
Onun sorusunu sessizlik yeminini sonunda bozan Poyraz cevapladı. “Evet, gitmeyecek bir daha.” Defne’ye uzandı ve saçlarını karıştırdı. “Sen de şimdi annenin sözünü dinliyorsun ve uyumaya gidiyorsun, tamam mı prenses?”
Defne onlarla kalacağımı duyunca heyecandan yerinde duramaz hale geldi. Başını art arda salladı. “Çok mutluyum!” dedi bana bakarak. “İyi ki burada kalıyorsun, ayağın geçene kadar ben sana bakarım, merak etme.”
Çınar da hemen öne atılıp Defne’nin yanına geçti. “Ben de bakarım!” dedi büyük bir istekle. Geçtiğimiz hafta boyunca sürekli buraya gelmem onunla da aramı iyi yapmıştı. En az Defne kadar Çınar da beni sevmişti. Anlattığım her şeyi can kulağıyla dinlemekten zevk alıyordu ve sırf bu yüzden de Defne’yle birkaç kez atışmak zorunda kalmıştı. Defne beni onunla paylaşmaktan pek hoşlanmıyordu.
Yine öyle bir aradaydık. “Kopyacı! Benim dediklerimi söyleme!” diyerek başını kaldırarak Çınar'a baktı Defne öfkeyle.
“Kıskançsın!”
“Değilim!”
“Kıskançsın dedim!”
“Değilim işte! Değilim, değilim, değilim!” Defne ellerini beline koydu yine yüzü öfkeden pembeleşmişti.
Yağmur usanmış bir şekilde eliyle yüzünü kapadı. “Ben bu çocuklarla ne yapacağım?” diye söylendi.
O sırada koltukta yayılmış oturan Tarık, elini çenesine yaslamış, film izler gibi bu sahneyi seyrediyordu. “Tam şu an ne giderdi biliyor musunuz?” Kimseden yanıt alamayınca kendi sorusunu kendi yanıtladı. “Bir kova patlamış mısır.” Salondaki herkes ona gözünü devirdi. “Bugs Bunny ve Daffy Duck gibiler.”
Yaprak yüzünü buruşturdu. “Sen ve bu bayat esprilerin hiç çekilmiyor biliyor musun?”
Tarık hiç bozulmadan sırıtıp arkasına yaslandı. “Ben de senin çeneni çekemiyorum, canım ikizim. Bir şey diyor muyum, demiyorum.”
“Zevzek,” dedi Yaprak, kucağındaki yastığı Tarık’a fırlatarak.
Tarık yastığı havada yakaladı. “İltifat sayarım.”
Ceyda her ikisine ümitsizce bakarak “Bunlar da Tom ve Jerry oluyor galiba,” dedi.
Onun söylediğini işiten Çınar ve Defne gülmeye başladılar. Hoşlarına gitmiş gibi duruyordu. Ama gülüşlerine uzun sürmedi. Yağmur yerinden ayaklanarak her ikisini odasına postaladı. Gitmeden önce de bana sarılmayı ihmal etmediler.
Çocuklar gidince ben yine asıl meseleme geldim. Selim’in iş kaçmıyor ya, dediği yere. “Haftaya Japonlar gelecek. Bir sürü işim var.” Poyraz'ı işaret ettim. “Lütfen biri bunu ikna etsin.”
Herkes gözlerini benden kaçırdı. Anlaşılan yardım etmeyeceklerdi. Poyraz kollarını kavuşturarak bana döndü, yüzündeki ifade taş kesilmiş gibiydi. “İstediğin kadar dil dök Elvin. Ayağın iyileşmeden hiçbir yere gitmiyorsun. Zaten diğer konuda sana hâlâ kızgınım. İkimizi de daha fazla yorma.” Ameliyat olayı yüzünden hâlâ gergindi.
Ceyda “Hangi mesele?” diyecek gibi oldu ama sonra hatırlayınca “Haa,” diyerek yerine yaslandı.
Poyraz Ceyda’ya baktı. “Sen hiç konuşma.”
Ceyda ben masumum der gibi elini kaldırdı. “Hasta doktor ilişkisi biricik kuzenim. Sen bile olsan anlatamazdım.”
Poyraz yine sabır çekti. Yağmur merakla “Siz neyden bahsediyorsunuz tam olarak?” diye sordu. Yaprak da onu onayladı. “Aynen, neyden bahsediyorsunuz? Da Vinci'nin şifresi gibi konuşmayın.”
Poyraz bu konuyu bugün için daha fazla konuşmak istemediğinden “Sonra konuşuruz,” derken benim derdim bambaşkaydı.
Konuyu başka yere çekmek istiyordum. “Şu an canım aşırı Da Vinci'nin Şifresi izlemek çekti. İzleyelim mi?”
Tarık’ın gözleri ışıldadı. “Patlamış mısır da olsun ama.” Anlaşılan bugün o mısırı yemezse rahat etmeyecekti.
Hevesle başımı salladım. “Çok iyi olur biliyor musun?”
Tarık “E ben Nurten ablalara yaptırıyorum o zaman?” diyerek yerinden ayaklandı ve mutfağa doğru gitti. Diğerlerine fikirlerini sormamıştık.
“O zaman ben de…” Filmi açayım diyecektim ki ayağıma baktım. “Ben oturmaya devam edeyim en iyisi.” Kalkabilecek bir halde değildim. Bu yüzden Poyraz’a döndüm ve başımı omzuma yatırdım. “Canım, birtanem, hayatım…” dedim dişlerimi göstererek, tatlı tatlı sırttım. Poyraz bir an donakaldı. Benden böyle bir şey beklemiyordu. “Hadi sen de filmi aç.”
Yaprak büyük bir kahkaha patlattı. “Bu film muhabbetine nasıl düştük bir anda anlamadım ama yengem abimin bütün sinirini iki saniyede aldı şu an. İnanılmaz gerçekten.”
“Şunun haline bak,” diyen Yağmur'du. Bir hayli eğleniyordu. Gözleriyle Poyraz’ı işaret etti. “Süt dökmüş kediye döndü resmen.”
Onlara Selim de katıldı. “Siz onu bir de sabah görecektiniz.”
Yaprak koltukta bağdaş yaparak “Ay anlatsana Selim abi,” dedi heyecanla. “Meraktan çatlıyorum yemin ederim.”
Ceyda ise hafifçe başını sallayarak, “Bence o konuyu hiç açmayın, delirecek yine,” diyerek onları uyardı. Bu konuda ona hak veriyordum.
Poyraz hâlâ bana bakıyordu. Hipnoz olmuş gibiydi. Elimi önünde sallayarak “Hey!” dedim. “Film diyorum. Aç diyorum. Açmazsan iş diye başını şişiririm diyorum. Canım sıkılıyor diyorum. Aç artık ya!”
Kendine geldiğinde başını çabucak iki yana salladı. “Ne filmi?”
Yaprak kahkahasını tutamadı. “Uçtu bu, uçtu,” dedi keyifle ama Poyraz’ın ona dönen sert ve keskin bakışlarını görünce aniden sustu. Dudaklarına hayali bir fermuar çekti, sonra kollarını göğsünde kavuşturarak olduğu yerde kıpırdamadan durdu.
O sırada Tarık mutfaktan geri döndü Elindeki limonata bardağı vardı, yerine oturduktan sonra içeceğinden bir yudum aldı ve ortaya “İzliyoruz değil mi?” diye sorduktan sonra bana baktı. “Daha önce izlemedim. Güzel mi o film?”
Kafamı usulca salladım. “Güzel… Yani ben sevmiştim. Gizem, gerilim seviyorsan senin de hoşuna gider. Sanatsal açıdan doyurucu bir film, biraz da bu yüzden izledim. Çekilen mekânlar aşırı güzeldi, film boyunca o atmosferin içindeymiş gibi hissetmiştim kendimi.”
Ceyda, kanepeye doğru yaslanırken merakla araya girdi. “Bu film kitaptan mı uyarlamaydı? Öyle hatırlıyorum sanki.”
Yaprak da onu cevapladı. “Aynen. Hatta abimde kitabı var. Kendisi sanatsal her şeyi sevdiğinden bana da aşılamıştı,” dedi gururla. “Sayesinde mimarlık okuyorum şu an.”
Tarık Yaprak’la uğraşmak için alaycı gülümsemesini gizlemeye çalışmadan “Hâlâ okuyor ama,” dedi. Yaprak'ın yaptığı ona göz devirmek olmuştu. Ama ben meraklı gözlerimi Poyraz’a çevirdim. Sanata ilgisi olduğunu bilmiyordum.
Aslında ben onun hakkında hiçbir şey bilmiyordum.
Poyraz ne oldu der gibi başını sallarken bir şey demedim. Sorun olmadığını belirterek başımı salladım. Seni merak ediyorum diyemezdim. Nelerle ilgilenir, neleri sever, boş vakitlerinde neler yapar hiçbirini bilmiyordum ve merak ediyordum.
Hakkında bildiğim tek şey kitap okumayı sevdiğiydi. Onu da hastanede yanımda okuduğunda fark etmiştim. Şimdi de sanata ilgisi olduğunu öğreniyordum. Hakkında daha çok şey öğrenme isteği beni fazlasıyla ürkütüyordu.
“Ben en azından okuyorum,” dedi Yaprak elini sallayarak. “Sen boş gezenin boş kalfası gibi sokaklarda sürtüyorsun.”
Yağmur da hemen Yaprak’a destek çıktı. “Bir de kızlarla takılıyor.”
“O kızlara çok üzülüyorum,” diyen Ceyda’ydı.
Selim bir şey demedi. Poyraz’la birlikte herkesin Tarık’la uğraşmasına gülüyordu. Tarık ellerini havaya kaldırarak, sanki gerçekten köşeye sıkışmış gibi “Ama ayıp bu yaptığınız, üçünüz birden üstüme geliyorsunuz,” dedi yalandan bir sitemle. Ardından gözleriyle salonda bir destek aradı ve bana döndü. “Sen bari benim yanımda ol yengecim,” dedi, umudunu bana bağlamış gibi.
Şaşırmış gibi kendimi işaret ettim. “Ben mi?”
Poyraz gülerek “Çok yanlış kişiden yardım istedin,” derken biraz sonra benden gelecek hamleyi tahmin edebiliyordu.
Tarık, Poyraz’ı umursamayıp bana dönerek yalakalığa girişti. “Yengelerin bir tanesidir o,” dedi, sesini şirinleştirerek.
Yüzümde kurnaz bir gülümseme belirdi. “Biricik yengenin seninle ilgili çok güzel planları var canım, merak etme,” dedim göz kırparak. Bundan haberi olan sadece Poyraz ve Selim’di. Bu yüzden ikisi gülerken diğerleri merakla bana bakıyordu.
“Nasıl bir plan?” Tarık bakışlarımdan ürkmüş gibi yutkundu.
Ayağımı işaret ettim. “İyileştiğimde benimle birlikte çalışacaksın.” Elini kaldırırken itiraz edecek gibi oldu ama hemen araya girdim. “Ve kimse bugüne kadar bana itiraz edemedi. Edemez de zaten. Burnundan getiririm.”
Yağmur ve Yaprak birbirine bakarak kahkaha attılar. Tarık çalışmak lafını duyduğu andan beri sonbahar yaprağı gibi suratını buruşturmuştu. Poyraz onu yaptığı tüm kısıtlamalara rağmen bir türlü çalıştıramadığından yakındığında bu durumu bana bırakmasını söyledim. Normalde birkaç güne yanımda götürecektim ama ayağım bu haldeyken ben bile çalışamayacağımdan onu asla çalıştıramazdım.
“Ama ne çalışması ya…” diye söylendi vazgeçmem için bana yalvararak bakarken. “Daha gencim ben.”
“Küçül de cebime gir,” dedim alayla. “Senin yaşında ikinci işimde çalışıyordum ben.”
“Hayatta gelmem.”
Sadece gülümsedim. Bana bu cümleyi kur ve olanı izle sadece. Başımı çevirip Poyraz’a döndüm. “Acaba asistanım mı yapsam onu?” dedim, Tarık’ın gevelemelerini tamamen yok sayarak.
Poyraz sırıtarak dudak büktü. “İstediğini yapabilirsin.”
“Gelmeyeceğim dedim.” Hâlâ umutsuz bir direnişin içindeydi.
Onun bu tepkisi herkesi güldürdü. En çok eğlenen de Yaprak’tı. “Seni işe giderken göreceğim günü dört gözle bekliyorum. Bütün eve tatlı dağıtacağım.”
Tarık suratını ekşitti. “Dört tarafı kadınlarla çevrili ada parçası gibiyim şu an, her biri üstüme oynuyor.”
Selim gülümsemesini bastırarak “Çok konuşma da kalk filmi aç,” dedi ve televizyonu işaret etti. “Kafamız dağılsın.”
“Benimkini çok güzel dağıttınız şu an. Film izleyecek halim mi kaldı?”
Poyraz onun söylenmesine aldırmadan burun kıvırdı. “Aç şu filmi. Sonra ağlayacaksan ağla,” dedi. Tarık suratını asa asa yerinden kalktı, televizyonun yanına geçti. O filmi ayarlarken ben Poyraz’a döndüm.
“Gerçekten sanatla ilgili misin?” diye sordum birden.
Gözlerini hafifçe kırpıp tebessüm etti. “Öyleyim. Sanatın tarihi çocukluğumdan beri ilgimi çeker.”
“Yaa…” dedim bundan hoşlandığımı belli eden bir sesle. “Ben de severim.”
Gülümsedi. “Biliyorum.”
Kaşlarımı merakla kaldırdım. “Nereden biliyorsun?”
Beni işaret etti, eliyle küçük bir hareket yaparak. “Kendin söylemiştin. Her şeyle biraz biraz ilgilenmeyi seviyorsun. Bugün de uzaya da ilginin olduğunu öğrendim.”
İçten bir baş sallamayla onayladım. “Babamdan kaldı bu özelliğim.” Sesim biraz dalgınlaştı. “Evde teleskobu bile vardı, biliyor musun? Hava açıksa birlikte gökyüzünü izlerdik.” O anları hatırladığım için gülümsedim. Çok güzel anlardı ama çok kısaydı.
Mutluluk uzun sürmezdi.
Onu işaret ettim. “Peki sen? Sen de ilgilisin galiba?” Einstein'ın ışık hızıyla ilgili söylediğime çabucak cevap verdiğini unutmamıştım.
“Senin kadar olmasa biz de biliyoruz bir iki bir şey.”
Başımı yana eğerek kıkırdadım. “Merak etme, öğretirim sana.”
Poyraz başka bir şey söyleyecekti ama Tarık homurdanarak araya girdi. “Siz susacak mısınız acaba?” İş olayı yüzünden bana tiripli bir bakış atıyordu. “Film izleyeceğiz izin verirseniz.” Gözlerimi devirdim ama cevap vermeye tenezzül etmedim. Hangi ara filmi açıp yerine geçtiğini fark etmemiştim. Tüm odağım o an için Poyraz’ın üzerindeydi. Onunla sohbet etmek tuhaf bir şekilde rahatlatıcıydı. Buna mavilerine bakmanın etkisi olduğunu da düşünüyordum.
Film başladığında her birimiz ekrana kilitlendik. O sırada patlamış mısırlarımız da gelmişti. Poyraz'la paylaştığım kaseyi kucağıma aldım ve Nurten Hanım’a içten bir teşekkür ederek odağımı yeniden filme verdim. Sevdiğim filmleri birkaç izlemek beni sıkmazdı, yine aynı heyecanla izlerdim.
Ama bu sefer filmi sadece yarım saat kadarını izleyebilmiştim. Göz kapaklarım ağırlaşmış, bedenim günün yorgunluğuyla pes etmişti. Uykuya direnmeye çalışmadım bu sefer, kendimi teslim ettim. Lakin uykum hafif olduğundan saçlarımın arasında dolaşan parmaklar hissettiğimde ayılır gibi oldum, başta flu olan sesler daha sonrasında anlaşılır hale gelmeye başlamıştı.
“Uyudu mu?” diye fısıldadı bir ses. Yağmur’du bu.
Poyraz dudaklarının ucuyla belli belirsiz bir mırıltı çıkardı. “Belli etmemeye çalışıyor ama çok yoruldu bugün.” Sesi çok yakındı. Burnuma onun tanıdık baharatımsı kokusu karıştı.
“Benim aklım almıyor abi,” dedi Yaprak, sesi sitem doluydu. “Suat amca nasıl böyle bir şey yapar? Sormayacağım diyorum ama hiçbir şey olmamış gibi davranmak sinirlerimi bozuyor. Sana nasıl silah çeker?”
“Konuşmayalım bunları şimdi abicim, ben halledeceğim hepsini.” Sözleri sakin ama içinde gizli bir öfke taşıyordu.
“Hastanede yaşadığımız kargaşadan soramadım,” dedi Ceyda meraklı bir sesle. “O adama ne oldu, hapiste mi?” Bunu ben de merak ediyordum. En son ifadem alınmıştı ama sonrası hakkında bilgim yoktu. Yine de öyle bir adamın kolay kolay hapse gireceğini düşünmüyordum. Silah taşıyabilecek kadar kendine güveniyorsa arkasında birileri olmalıydı.
Ama çok yanlış kişiye çatmıştı. O kurşunun bana isabet etmesi gibi ben de onun hayatının ortasına bir kurşun gibi girecektim. Bu saatten sonra sadece Soykanlar değil, Demirkıranlar da kara listemdeydi artık ve ben onlarla da uğraşmak için elimden ne geliyorsa yapacaktım.
“İfadesi alındı ama…” diye başladı Selim, sesi hem yorgun hem öfkeliydi. “Bütün kamera kayıtları yok olmuş. Silahta parmak izi bile yok. Ne ara sildirdi bilmiyorum ama o adam içeride durmaz. Çevresi geniş. Suçu başkası üstlendi ve saatlerce karakolda dil dökmeme rağmen ne beni ne babamı dinlediler. Tonlarca görgü tanığı vardı. Kendilerinden olanı da restoranda çalışanları da susturmuş. Böyle adalete ben…” Sinirden köpürüyordu.
“Selim abicim, o herifin mafyatik tiplerle takıldığını bilmiyormuş gibi konuşma sen de,” dedi Tarık bezgince. “Her boku yapar, yavşak herif.”
“Yuh!” diye yükseldi Yaprak. “Ben niye bilmiyorum bunu?”
“Tamam, uzatmayın daha fazla,” dedi Poyraz, konuyu kapatmalarını isteyerek.“Ben Elvin’i odasına çıkarayım.”
Belimi saran parmakları hissettiğim sırada “Bu arada…” diye araya girdi Selim. “Görkem Soykan birkaç kez aradı. Elvin'in durumunu soruyordu.” O ismi duymam, uykuya yenik düşmüş bedenimde yankı yarattı. Kaşlarım belli belirsiz çatıldı. Üzerimdeki ellerin bir anlığına kasıldığını, parmakların istemsizce gerildiğini hissettim.
“O adamın olayı ne?” dedi Ceyda merakla. “Bugün orada da bayağı bir endişeliydi.”
Ceyda’nın sorusunu Selim cevapladı. “Elvin'in eski patronuydu. Uzun bir süre birlikte çalıştılar.”
Bir şeyleri anlamış gibi “Ha demek ondan…” dedi Ceyda dalgın dalgın.
“Ben yukarı çıkıyorum,” diyerek son noktayı koydu Poyraz. Sesi dizginlenmiş bir öfkeyle sertleşmişti. Yeniden ellerini bacağıma sardı. Gövdemi kaldırırken nefesi biraz daha derinleşti. Her hareketine özellikle dikkat ediyordu.
“Yapabileceğim bir şey var mı?” diye sordu bu sefer Ceyda, Poyraz’a.
“Bu akşam burada kalsana,” dedi Poyraz da ona. “Gece ağrıları artarsa şu iğnelerini yaparsın.”
Ceyda onu onaylar bir mırıltı çıkardı. Ardından Poyraz tek kelime etmeden ilerlemeye başladı. Tüm süre zarfınca gözlerim kapalıydı. Uyuyamazsam da yorgunluktan gözlerimi açamıyordum. Bedenim beni tekrar uykunun kollarına çekiyor gibiydi.
Merdivenlerden bir kat çıktıktan sonra hafif bir kapı açılma gıcırtısı işittim. Kaldığım odaya gelmiştik. Poyraz sırtımdaki eliyle duvara yaslanarak lambayı açtı. Gözlerimin ardında bir beyazlık belirdi.
Yavaşça yatağa yöneldi. Bir dizini yatağa bastırdı. Tam beni indireceği sırada gözlerim usul usul aralandı. Işığa alışmakta zorlanan bakışlarım, onun gözleriyle buluştu. Yüzümüz arasında birkaç parmaklık bir mesafe vardı. Bu yakınlık içimi ürpertiyordu.
Gözleri yavaşça yüzümde gezindi. Kaşlarımda, yanağımda, çenemde... Sonra dudaklarımda bir an oyalanacak gibi oldu ama durdu. En son gözlerime demir attı. “İyi misin?” diye sordu neredeyse fısıldar gibi.
Yakınlığından dolayı cevap veremedim. Sadece başımla onayladım. Gözleri yeniden dudaklarıma kayacak gibi olurken bir anlığına kendine geldi. Yüzünü toparladı ve beni dikkatle yatağın üzerine bıraktı.
Ardından sırtımdaki yastığı düzeltti. Bakışlarını bana değdirmemeye çalışarak “Var mı bir isteğin?” diye sordu merakla. Ama hemen arkasından diyebileceklerimin önünü kesmek için bana baktı ve “İş dışında,” diye ekledi.
Oflarcasına omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Yok o zaman,” dedim mızmızlanır gibi. Dudaklarımı kapatarak esnedim. Hâlâ uykum vardı.
“Uyu hadi,” dedi Poyraz yumuşak bir sesle. “Yoruldun zaten.”
Bir şey söyleyecek gibi oldum ama yine esnedim. Bu kez inkâr edemedim. Yorgun bir onaylama ile başımı salladım.
Yanıma yaklaştı. Uzanmama yardım ettikten sonra başımdaki yastığı düzeltti. Hemen sonrasında sargılı ayağımın altına bir yastık bıraktı ve üstüme ince bir şeyler örttü.
“Sen de uyu,” dedim ona bakarak. “Tüm gün benimle uğraştın zaten.”
“Sen beni dert etme. İyi olmaya bak.” Gülümsedi. Sonra lambayı işaret etti. “Işıkları kapatayım mı?”
Hızla başımı iki yana salladım. “Hayır hayır, karanlıkta uyuyamıyorum ben.” Neredeyse üç aydır ışıklar açık uyuyordum. Ondan önce de karanlıkta uyuyamazdım, annem öldüğünden beri böyleydi bu durum ama o zamanlar gece lambasının açık olması yeterli olurdu. Şimdi gece lambası bile içimdeki karanlığı aydınlatmaya yetmiyordu.
“Peki,” dedi Poyraz yavaşça, gözlerini bir an için üzerimde oyalayarak. Sonra sessizce yatağın yanındaki koltuğa geçti. “Bir şey ihtiyacın olursa seslen.” Koltuğa oturup başını sırtına yasladı.
Anlamamış gibi başımı ondan yana çevirdim. “Burada mı kalacaksın?”
Bakışları tavana kayarken omuz silkti. “Evet,” dedi kayıtsızca. “Gece ağrın olursa kimseye söylemezsin sen.” Evet, söylemezdim.
“Sırtın ağrımaz mı böyle?” Endişeyle yüzüne baktım.
Ama verdiği cevap hoşuma gitmemişti. “İlk defa uyumuyorum, bir şey olmaz,” demesi ima ettiği şeyi anlamama yetmişti. Daha önce hastanede yaşadıklarım yine zihnimde çığlık koparan bir çığırtkana dönüşürken gözlerimin dolmasına engel olamadım. Benim yüzümden birkaç kez hastanelerde kalmıştı ve ben o anlarımızdan birinde bebeğimi kaybetmiştim.
Dudaklarımın titredi. “İyi geceler,” dedim çatallı sesimle. Başımı yastığa yaslayıp ondan ters yöne çevirdim.
Yerinden ayaklandığını işittim ama bakmadım. “Elvin,” dedi üzgün bir sesle. “Özür dilerim, yanlış anladın beni.”
Burnumu çektim “Önemi yok,” derken.
“Var,” dedi o da yanıma yaklaşırken. “Üzülmesin sesin böyle.”
Niyetinin kötü olmadığını biliyordum. O iyi bir adamdı ama yine de üzülmüştüm ben, buna engel olamıyordum. “Uyumak istiyorum.” Sesim mesafeliydi. Ellerimden birini yastığın altına koydum, diğerini de üstüne. “Sen de nerede uyumak istiyorsan orada uyu.”
Cevap vermedi. Bu sefer sessizlik konuştu. İkimiz de sessizliğimizi korurken açık camdan gelen tatlı esintiler ve nefes alışveriş seslerimizden başka bir ses çıkmıyordu odanın içinde.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama bir süre sonra göz kapaklarım ağırlaşmıştı. Bedenim gevşemeye başladı. Yavaş yavaş kendimi yeniden uykunun kollarına bırakmak üzereydim. Göz kapaklarım perdelerini çekerken yatağın kenarında bir ağırlık oluştu. Hemen sonra saçlarımın arasında bir el hissettim.
Saçlarımı okşuyordu.
Yüzümün etrafına yayılan telleri tek tek ayırdı. Tenimde gezinen parmaklar hipnoz edici bir his gibi beni daha da kendine çekiyordu. “Çok korkuttun beni,” dedi derinden gelen bir ses. Sesleri ayırt etmekte zorlanacak kadar uykuya çekiliyordum.
“Kimse üzülmez dedin ya hani Çiçek… Yanılıyorsun. Ben üzülürdüm. Çok üzülürdüm. Sana bir şey olsaydı kendimi asla affedemezdim.” İç çeker gibi elinin tersiyle yüzümü okşadı. “Seni böyle bir oyuna sürüklediğim için çok pişmanım ama vazgeçemem de artık bu yoldan. Bırakamam seni…”
Güler gibi oldu. “Aklımı karıştırıyorsun. Bunu nasıl yapıyorsun? Bana ne oluyor bilmiyorum ama kapılıyorum bir şekilde sana. Oysa rüzgâr olan benim. Fazla hoyratım, sert eserim bazen ama sen nasıl oluyor da esiyorsun böyle zihnimin sokaklarında?”
Uzaktan gelen her kelime yavaş yavaş daha da anlamsızlaştı. Artık kendimi karanlığa tamamen bırakmıştım. Duyduğum ama yarın hiçbirini hatırlamayacağım son cümleler ise şunlar olmuştu:
“Tolstoy ne demiş bilir misin? Kesin bilirsin. Zeki kadınsın sen. Ama uyuyorsun şimdi, o yüzden ben söyleyeyim senin yerine... Demiş ki, ruhunun diğer yarısıyla tanıştığında başkalarıyla neden yürümediğini anlayacaksın. Anlıyorum Elvin. Anlıyorum ve gitmeni hiç istemiyorum. Gitmekten bir daha bahsetmesen… olmaz mı?”
BÖLÜM SONU...
☆☆☆
Yaaaa ne diyorsun sen!!! Duvarla bakıştım iki saat!!!
Bölümü nasıl buldunuz?
Elvincim sağ olsun genel kültürünü yine konuşturduğu için baştaki girişi yazabilmem için bin tane izafiyet teorisi videosu izlemek zorunda kaldım. O girişi yazmadan bana bölümü asla yazdırmadı...
Bu arada size de genel kültür olsun... Mariana Çukuru dünyada en dip bölge olduğu için zamanı gerçekten net ölçen atomik saatlere göre zaman orada yavaş akar. Yani Elvin ışık hızında zaman durmuş gibi hissederken Mariana Çukuru'na atılmış gibiyim dediğinde zaman akmaya başlasa da yavaş akıyor demek istedi. Bildiğimiz üzere de en dünyada en yüksek yer de Everest Dağı. Zaman orada ise atomik saatlere göre hızlı akar.
Şimdi bölüme geçelim!!!
Aylin ne demek istedi babasını suçlarken?
Görkem'in korkması ve Suat Demirkıran'ın üstüne yürümesi... Abicim sen neden böylesin???
Poyraz'ın korkuları... Bölüm boyunca aklını kaçıracaktı. Elvin onun sabrını iyi sınadı. Poyraz delirdikçe Elvin alaycı yaklaştı her şeye. Kız ölmeyi o kadar umursamıyor ki... Acıya gülüyoruz...
Bu bölüm kavgasız gürültüsüz bitti. Kimseye bir şey olmadı. Ben de şaşkınım dkvfkgfdh
Diğer bölümde yine görüşelim!!!
Kendinize iyi bakın.
Esen kalın..
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 11.77k Okunma |
1.36k Oy |
0 Takip |
21 Bölümlü Kitap |