25. Bölüm

18. Bölüm | Sürekli Aşılan Sınırlar

Esmacayım
esmacayim

Selam selam selam...

Uzunca bir zaman olmadığımın farkındayım... İlk başta aldığımız şehit haberlerinden sonra bölüm yazmaya bir süre ara verdim. Çünkü içimden gelmiyordu. Sonra yazmaya geri dönmek istediğimde yine beni bir türlü salmayan sağlık sorunlarımla karşı karşıya kaldım. Bu da bütün hayatımı etkiliyor maalesef.

İki gün önce de anestezi altında minik bir operasyon geçirdim, sonuçlarımın iyi çıkmasını umuyorum. Bu arada anestezi almak manyak bir şeymiş, fena kafa yapıyor. Sarhoş gibi önüme gelenle sohbet etmişim...

Size uzun bir bölümle geldim. Galiba yazdığım en uzun bölüm. Yine dram ağırlıklı, Elvin'in depresif ve agresif kişiliği biraz bize bunları yaşatıyor. Yaşadıkları pek kolay değil.

Ama diğer bölüm...

Yorumlarını bekliyorum.

Keyifli okumalar...

18. BÖLÜM

SÜREKLİ AŞILAN SINIRLAR

Çocukken yapmayı en sevdiğim şey annemden çiçekleri, babamdansa gökyüzünü dinlemekti. Onlar gidince küstüm ben sonra anlattıkları tüm cümlelere. Başka biri anlatsın istemiyordum. Onlardan dinlemek, onlar öğretsin bana her şeyi istiyordum ama ikisi de bir türlü gelmiyordu, çıkmıyorlardı karşıma, sarılmıyorlardı kızım dedikleri bana.

Sonra öğrendim ki onlar hiç gelmeyeceklermiş. Sarılmayacaklarmış bana. Kızım demeyeceklermiş bir daha. Bana öğrettikleri son şey gitmek de hayatın bir parçasıdır gerçeğinden ibaretmiş meğer. Belki de bundandı hep kalan olarak hayatımı idame etmeye çalışmam. Kalmak nasıl can yakar biliyordum diye gitmiyordum ben kimseden. Ben gitmedim diye gidiyormuş meğer herkes benden.

Herkes gider. Elvin kalır. Elvin hep tek kalır. Çünkü Elvin'in ait olduğu hiçbir yer yok.

Çünkü Elvin'in gidecek hiçbir yeri yok.

Çünkü Elvin yalnızlığı kendine mesken edinmiş biri.

Artık hiçbir yere ait olmak istemiyordum, kalbimin kırık dökük sokaklarına birini davet etmek istemiyordum, gidecek bir yer istemiyordum. Ben sadece kalbimi bir çöp gibi kenara fırlatan herkesin canını yaktıktan sonra gitmek istiyordum.

Ben artık giden olmak istiyordum.

Ama ben bir türlü gidemiyordum. Yine gidemem diye korkuyordum.

Poyraz ve ailesiyle birlikte aynı evin içinde neredeyse iki haftayı devirmiştik. Bu iki haftada kendimi bir yuvadaymışım gibi hissetmem beni mutlu etmiyordu. Aksine her saniye biraz daha berbat bir ruh haline giriyordum. Çünkü onlara alışıyordum. Bu yanlıştı. Bunu bildiğim halde kendime bir türlü engel olamıyordum.

Oysa demiştim ki kendime, Elvin yapma. Kimseyi sevme. Kimseye alışma. Kırılacak. Kalbin yine çok kırılacak. Bile bile ateşe yürüme. Atma o adımı Elvin. Büyük bir yangın çıkarmak için küçük bir kıvılcım yeter. Yakma o kıvılcımı. Ateşi harlama. Kalbinin kapılarını kapa. Yapma Elvin. Yine sen üzüleceksin. Gideceksin Elvin. Bu sefer yapacaksın. O yüzden alışma. Senin burada bir yerin yok.

Elvin senin gidecek hiçbir yerin yok. Kendine yuva aramaya çalışma. Bulamayacaksın.

Elvin'sin sen. Annen koydu adını. Cennet çiçeği demekmiş anlamı. Ama dünyada cennet yok Elvin. Dünya her zerresiyle cehennemden ibaret. Senin adının burada bir yeri yok. Senin yerin yok. Bunu sakın unutma.

Ama ben aptal gibi kendine sarf ettiğim tüm kelimeleri unutuyor gibiydim. İnsanı eksik yanları devirirdi. Beni de yuva hissi deviriyordu. Yapmamam gereken her şeyi yapıyor; kabuğumu iki sıcak söz, birkaç güzel bakan çift göz için kırıyordum. Aynı hataya yine düşüyordum.

Geçtiğimiz iki hafta boyunca çok fazla şey olmuştu. İlk olarak Poyraz'ın bana bahsettiği ama benim "yüzük taktın ya," diye alaya aldığım nişan, ayağımın halinden ötürü aile arasında minik bir merasimle gerçekleşmişti. Artık onun da parmağında yüzük vardı. Resmi olarak nişanlım sayılırdı.

Nergis Hanım, düğün tarihini yine bize bırakarak bundan sonra onlarda kalacaksam nişan işini daha fazla uzatmanın bir manası olmadığından söz etti. Sorun çıkarmayıp kabul ettim, hatta önümüzdeki ay düğünü bile yapabileceğimizi söyledim. Zaten gerçek bir evlilik değildi bu. Tarihinin benim için önemli yoktu.

Ama Poyraz bu duruma itiraz etti. İki hafta sonra, yani ağustos başında ameliyatım olacaktı ve bir ay istirahat etmemi istiyordu. Düğün yüzünden yorulmamamı söyledi. Onun da söylediğini kabul edip topluca evliliği eylül ayında yapmaya karar verdik.

Onun dışında iki hafta boyunca işe gidemedim. Poyraz ayağım tam toparlanmadan buna izin vermeyeceği konusunda fazlasıyla inatçıydı. Bunun için sürekli onunla tartıştım. Ben evde kalabilecek bir insan değildim. Ama Poyraz, ayağımın hali ve evde gördüğüm tedaviler yüzünden söylenmelerimi bir kenara bırakıp beni ısrarla duymazdan geldi.

Ameliyat olacağımı öğrendiğinden beri üstüme eskisinden de çok düşmüştü. Doktora gitmediğim için eve farklı farklı doktorlar getiriyor, beni her birine tek tek muayene ettirip duruyordu. Sonuçlarımı gösterdi, üstelik ben iyileşene kadar eve bir hemşire bile getirdi. Sırf hastaneye gitmediğim için kaldığım odayı hastaneye çevirmişti. Gün içinde bazı antibiyotikleri daha iyi etki ediyor diye damardan alıyordum. Artı olarak fizyoterapistin verdiği bacak hareketlerini hemşire eşliğinde, bazen de bireysel yapıyordum.

Bir an önce ayaklanmak için her şeyi yapardım, çünkü ben hiçbir zaman böyle bir ilgi alakaya alışık biri olmamıştım. Her şeyimi kendim yapardım. Bu durum beni boğuyordu ve biraz daha devam ederse bu sefer Poyraz'ı boğabilirdim.

Geçen haftalarda benim organize ettiğim ve Poyraz'ın ayağım yüzünden beni götürmeyi kabul etmediği Japonlarla olan toplantıdan beri bütün sinirimi ondan çıkarıyordum. İki hafta boyunca her şeye ama her şeye söylenmiş, onu bezdirene kadar şikayet etmiştim. Ama o hiçbir şekilde ters bir tepki vermemiş, aksine davranışımın nedenini anladığı için beni kendi halimde bırakmıştı. Bu durum beni daha fazla çıldırttı.

Evdekilerin çoğunluğu bu halimizden keyif alıyordu. Özellikle de Tarık bu durumdan en fazla zevk alan kişiydi. Bir keresinde salonda Poyraz'a işle ilgili söylenip dururken Tarık elinde patlamış mısır kasesiyle bizi izlemişti. Onu tanıdığımdan beri eve uğramayan çocuk, sırf ona eğlence çıktı diye her gece eve erken geliyordu. İşe tekrar başladığımda onun canını fena okuyacaktım.

İşe gitmesem de evde çalışıyordum. Bir keresinde evden çıkıp arabama gidecekken tökezleyen ayağım yüzünden az kalsın yere düşüyordum. Ama Poyraz son anda bana yetişip belimden tutarak bu duruma engel oldu. Sonra da çıldırmış olmamla ilgili bir dizi laf sıraladı. Bir yerden sonra dinlemeyi bıraktım. Onu dinlemeyecektim. Ben kafama göre iş yapardım. Poyraz da bunu çok iyi bir şekilde anladığı için istersem evden çalışabileceğimi, iş yerinde de kendime bir asistan ayarlayarak holdingdeki işlerimi onun yardımıyla yürütebileceğimi söyledi.

Başta itiraz edecektim. Asistan almam için o kişiyi iyi tanımam gerekirdi. Öyle alelade biriyle çalışamazdım. Sonra bana başka türlü izin vermeyeceğini anlayınca kabul etmek zorunda kaldım ve Harun ile çalışmak istediğimi söyledim. Hem tek tanıdığım kişi oydu hem de onu ne zamandır görmüyordum.

Poyraz Harun'un Ankara'da bir süre daha kalmaya devam edeceğini söylediğinde yüzümü asmadan edemedim. Uzun zamandır Ankara'daki holdingle ilgileniyordu. Poyraz'ın neden gitmediğini az çok tahmin edebiliyordum. Ben varken bir süre daha beni tek bırakmak gibi bir niyeti yoktu. Hele de son yaşananlardan sonra bunu asla yapmazdı, kendi kaldığım eve bile göndermiyordu beni. Tüm eşyalarımı toplatıp buraya getirtmişti. Artık onunla aynı evde yaşayacaktım.

Harun olmayınca kendine başka bir asistan seçmek zorunda kaldım. Başta Tarık'ı yapmak gibi bir düşüncem olsa da ben bile şirkete gidemiyorken onun gideceğini hiç mi hiç düşünmüyordum. Gitse bile nasıl çalıştığını bilmediğimden onu es geçtim. Kaytarması daha yüksek bir ihtimaldi.

Sonra çalışmasını az çok gördüğüm Betül ile çalışmaya karar verdim. İşe ilk başladığım gün Poyraz'dan gelen çiçeği bana o getirmişti. Sevecen ve bir o kadar da çalışkan biriydi. Asistanlıkta nasıl olur bilmiyordum ama en azından denemek istedim. Sonra Poyraz'a Betül'e sordurmasını ve eğer kendi de benimle çalışmak isterse asistanım yapmasını söyledim. Poyraz da bir daha işe gitmek için kafama göre evden kaçmak gibi bir şey yapmamam şartıyla bu isteğimi kabul etti. Aman, lütfetmişti.

O günden sonra bir daha gitmek gibi bir şey yapmadım. Ama bu durum yine Poyraz'la uğraşmama engel değildi. Hâlâ toplantı yüzünden ona kızgındım. Adamları ben getirttim ama toplantıda ben yoktum, bunun sonucunu düşünemiyordu. Bu işi alamazsam Cengiz Karaaslan Soykanlarla yarım kalan imzasını tamamlayacaktı. Onların mutlu olmasını istemiyordum. Buna izin vermeyecektim.

Benim vurulmamdan sonra toplantıları yarım kalmıştı. Poyraz ikinci bir toplantıyı reddetti. Görkem'le daha fazla yüz göz olmak istemiyordu, keza ben de öyle. İki hafta boyunca neredeyse her gün beni aramış ve her seferinde de cevapsız kalmıştı. Yüzsüz herif! Hâlâ benden ne istiyor, anlamıyordum. Benim ondan istediğim yerle bir olmasıydı ama onun derdi neydi?

Bunalmış bir şekilde nefesimi bırakırken kucağımdaki dosyaları yatağın üzerindekilerinin arasına gelişine fırlattım. Bugün çalışabilecek bir kafada olmayacağımı bildiğim halde yine de denemek istemiştim ve başaramamıştım. Kafam yerinde değildi. Poyraz, ayağım artık daha iyi vaziyette diye, daha çok giderek huysuzlaştığım için, bugün istersem şirkete gelebileceğimi söylediğinde bile onu reddetmiştim. Çünkü bugün çalışamazdım. Bu tepkim onu şaşırttı. Haftalardır bu konu yüzünden başının etini yiyordum ve o teklif edince de reddediyordum. Nedenini sormak istese de keyifsiz halimi gördükten sonra vazgeçmiş gibiydi. Zaten sorsa da söylemezdim.

Kimseye söylemezdim.

Defne bugün birkaç kez yanıma gelmeye çalıştı. Lakin onu görmek bile beni rahatlatmıyordu. Özür dileyerek çalıştığımı, daha sonra konuşursak daha güzel olacağını söyledim. Onu kırmak istemediğimden elimden geldiğince yumuşak bir ses tonu kullanmaya çalıştım. Defne'nin suratı asılsa da bir şey demedi. Yine de küsmemişti bana. Akıllı bir kızdı, yalnız kalmak istediğim anlayarak odadan çıkmıştı. İki hafta boyunca ben işe gitmiyorum diye sıkılmamam için elinden geleni yaptı, sürekli yanımdaydı ve beni güldürüyordu. Ama bugün olmazdı.

Önümdeki dağınıklığa boş gözlerle baktım. Acaba o, bu halimi görseydi ne düşünürdü diye düşünmekten her saniye göğsüm de biraz daha sıkışıyordu. Ellerimi yüzüme doğru yelledim ama olmuyordu, iyi olamıyordum. Ben bazı tarihleri aşamıyordum.

Bugün 16 Temmuz'du. Normalde yılın bugünü evde durmaz, iş varsa çalışmaz, planlarım varsa iptal eder, dışarı çıkardım. İnsanların az olduğu bir yere gider, günün bitmesi için kafayı bulurdum. Ben yazı severdim ama yazın bugününü sevmiyordum, aksine nefret ediyordum. Bugün kötü bir gündü.

Bugün benim sonsuza dek yuvasız kaldığım o gündü. On ikinci yılıydı. On iki yıldır gidebilecek bir yerim yoktu. Canım hâlâ ilk günkü gibi yanıyordu ama ben tepki bile veremiyordum. Ağlayamıyordum da. O gittiğinde bile ağlamamıştım ben. Şimdi de ağlayamazdım.

Bu odada kaldığım için duvarların üstüme üstüme geldiğini hissediyordum. Hiçbir yere sığamıyordum. Ruhum sancıyordu. Özlem elindeki kurşunları sıktıkça ben sanki biraz daha kanıyordum.

Yatağın üstündeki dosyaları gelişine savurduktan sonra önümde açık duran bilgisayarı da sinirle kapatıp elimi saçlarımın arasına geçirdim ve karşımda duran aynalı dolaba baktım. Uzaktan bile pek iyi görünmüyordum. Üstümde dizlerimin biraz altında biten zeytin yeşili, küçük bir yırtmacı olan askılı bir elbise vardı. Oldukça rahat olmasına rağmen içinde daralıyormuşum gibi hissediyordum. Evde soğutma sistemi olsa bile içimde yanardağ patlatan durumum yüzünden alnım bile ter içindeydi. Biraz daha burada kalırsam daha fazla daralacağıma emindim.

En sonunda dayanamadım. Dağınıklıktan nefret eden biri olduğum halde odamın halini umursamadan yataktan ayaklandım. Bir köşeye fırlattığım telefonumu aldıktan sonra dolaptan da çantamı çıkarıp çıplak ayaklarıma önüme gelen ilk topuklularımı geçirdim.

Odadan çıkmak için kapıyı açmamla hemşiremin de odaya girmesi bir oldu. "Ah, pardon," dedi kenara çekilirken. Sonra bana baktı. "Dışarı mı çıkıyordunuz?"

"Evet," dedim kısaca. Konuşacağı sırada elimi kaldırıp ona engel oldum. "Bana sakın tedavi ya da egzersizlerden bahsetme, Azra. İnan hiç sırası değil."

Sol eliyle siyah saçlarını kulağının arkasına sıkıştırırken başını iki yana sallayıp "Şu anlık bir tedaviniz yok," dedi çekingen bir sesle. Şu an nasıl görünüyordum bilmiyorum ama bakışlarım onu ürkütmüşe benziyordu. "Derya Hanım dünkü kan sonuçlarınızı inceledi. Sonuçlarınız bir öncekilerden daha iyi olduğundan antibiyotiklerinizi günde iki sefere düşürdü. Diğer dozunuz akşam olacak."

Derya Hanım diye bahsettiği kişi ameliyatımı yapacak oldukça iyi bir genel cerrahtı. Ceyda kendisinden bayağı bir metedince Poyraz kadını araştırmış ve hakkındaki tüm olumlu yorumlardan sonra ameliyatımın onun yapmasına karar kılmıştı. Ameliyatı ben olacağım için bana da fikrimi sormuştu ama tabii ben bu konu üstünde onun kadar durmamıştım. Ceyda bir doktordu ve kendi camiasını gayet iyi tanıyordu, o iyi diyorsa o zaman iyidir diye düşünerek kabul etmiştim.

Bu iki hafta boyunca vurulduğum gün bana yazılan ilaçları değil, Derya Hanım'ın yazdığı tedavilere göre ilaç kullanıyordum. Birkaç günde bir sürekli kan tahlili istiyordu. Son olarak dün verdiğim sonuçlarından sonra Azra ile iletişime geçmiş ve Azra'nın da dediğine göre tedavi planımı değiştirmişti. En azından günde üç kere değil, iki kere ilaç alacaktım; bu da bir şeydi. İlaç kullanmaktan ciddi anlamda bunalmıştım ve iyileşir iyileşmez kendileriyle uzun bir süre haşir neşir olmak istemiyordum.

Azra'nın söylediklerine "Çok şükür," diye söylendikten sonra "O zaman beni akşamki ilaç için sakın arama ya da aratma. Ben gelince yaparsın... Egzersizleri de merak etme, daha sonra kendim yaparım. Ayağım zaten eskisine göre çok daha iyi durumda."

Başka bir şey söylemeden ve Azra'nın cevabını beklemeden merdivenlerden aşağı indim, inerken ayağım biraz beni zorlasa da bunu çok umursamadım. Eskiye nazaran daha sağlam basabilmek şu an için yeterliydi.

Kimseye bir şey demeden evden çıktım. Biri sorarsa Azra dışarı çıktığımı söylerdi. Ruh halimin son kullanma tarihi geçeli çok olmuşken bir de kimseye hesap vermek istemiyordum. Özellikle Sevinç Hanım'ın geldiğimden beri üzerimden çekmediği kem gözleriyle bu halimle karşı karşıya kalırsam ona fena halde patlayacağımı biliyordum. Hiç gerek yoktu. Şu an istediğim tek şey kendimi kimsenin olmadığı bir yere atmak ve saatlerce boşluğu izlemekti.

Yavaş adımlarla arabama doğru yürüdüm. Tam çantama uzanıyordum ki anahtarımın bende olmadığı aklıma geldi ve durduğum yerde tepinerek Poyraz'a ağzımın içinden küfürler sıralamaya başladım. Geçen hafta yaptığım işe gitme olayı yüzünden anahtarıma el koymuştu ve geri vermeyi unutmuştu. Onu gördüğüm ilk yerde fena benzetmeyi düşünüyordum. Şimdi asıl mesele buradan nasıl gideceğimdi?

Ev o kadar ıssız bir yerdeydi ki taksi çağırsam bekleyene kadar akıl sağlığımı sanki varmış gibi biraz daha kaybedeceğime emindim. Biraz düşündüm. Sonra aklıma gelen fikirle bahçenin dış kapısına doğru yürüdüm. Hayır, bu ücra yerde tek başıma yürümek gibi bir düşüncem yoktu. Burada evdekiler için birkaç araba vardı ve ben de onlardan birini isteyebilirdim. Sonuç olarak artık bu ailenin gelini sayılırdım. Her ne kadar sahte bir evlilik olacak olsa da en nihayetinde onlar bunu bilmiyordu.

Müştemilatı geçip her iki kenarı rengarenk çiçeklerle çevrilmiş yolda yürürken şimdiden yorulduğumu hissediyordum. Her ne kadar kan değerlerim biraz daha toparlanmış olsa da hâlâ tam olarak iyi değildim. Artı olarak ayağım yürüdükçe açılsa da sızısı da beraberinde geliyordu. İki haftaya anca toparlardı. Tabii sonrasında ameliyatım vardı. Biraz da ameliyat yüzünden yatakta kalacaktım ve az hareket edecektim. Ne müthiş bir döngü ama...

Kapıya sonunda vardığımda telefon kulübesi gibi olan beyaz kulübeden çıkan Tuğrul, önünü ilikleyerek yanıma yaklaştı. "Bir isteğiniz mi vardı Elvin Hanım?" dedi hemen. Bu sıcakta bu ceketle pişmiyor muydu bu adam?

Başımla onaylarken aynı zamanda "Evet, var," diye yanıtladım sorusunu. "Arabamın anahtarı Poyrazda. Rica etsem bana bir araç verir misiniz? Birkaç işim var."

Tuğrul ne diyeceğini bilmiyormuş gibi kulübeye doğru kaçamak bir bakış attıktan sonra tekrar bana döndü. "Aslında..." Söze kem küm ederek başlamasından isteğimin olumsuz olarak yanıtlanacağını anlamamak zor değildi.

"Evet?" Başımı art arda salladım.

"Poyraz Bey sizi tek dışarı çıkarmamızı söyledi. Malum... Olanlar..."

Vurulmuş olmamdan bahsediyordu. Zaten sırf bu sebepten ötürü Poyraz'ın evin önüne birkaç koruma bile yerleştirmişti. Suat Demirkıran'ın bir şeyler yapmasından endişeleniyor olmalıydı. Zira adam beni vurmasına rağmen elini kolunu sallayarak her yerde rahatlıkla gezebiliyordu. Onun işlediği suçu bir başkası üstlenmişti. Elimizde Poyraz'ın çalışanları ve eskiden çalıştığım o gün orada olan birkaç Soykan çalışanı dışında kimse bizim lehimize bir şey söylememişti. Herhangi bir kamera kaydı da yoktu. Silahtaki parmak izi silinmişti ve silah başkası adına ruhsatlıydı. Bu durum da delil yetersizliği ile masumiyet karinesinden faydalanmasına sebep olmuştu. Sonuç olarak suçlu, suçu ispatlanana kadar masumdur gibi bir ibare vardı. Zaten sonrasında başka bir adamın onun suçunu üstlenmesiyle masum olarak hayatına devam etmiş ve ediyordu.

Poyraz ve Selim bu durum için çok fazla mücadele verse de sonuç nafileydi. Suat Demirkıran'ın eli kolu Karaaslanlardan da uzundu, bu uzunluk karanlık bölgelere kadar uzanıyordu. Vurulduğum günün gecesi yarı uyuklar haldeyken Tarık'tan onun mafyatik tiplerle işi olduğuna dair bir şeyler işittiğimi hatırlıyordum. Bu durum hem onun bu işten tereyağından nasıl kıl çeker gibi sıyrıldığını hem de silahla olan haşır neşirliğini kolaylıkla açıklıyordu.

Ben de onun bu karanlık tarafına oynayacaktım. Tehlikeyse tehlike. Bu saatten sonra hiçbir şey umurumda değildi. Ben kindar bir insandım ve o beni vurmak gibi bir hata yapmıştı. Vurmak istediği kişinin ben olmadığımı bilmek bu durumu değiştirmiyordu. Son iki haftadır Soykanlarla deli gibi uğraşıyordum. İyileştikten sonra da Demirkıranlarla uğraşacaktım.

Ama bugün değil.

Bugün tek istediğim boşluktu. Nefes alabilecek, yalnız geçirebileceğim bir boşluk.

Kendimi sakinleştirmek için bir süre sustum ama nafileydi. En sonunda dayanamayıp Tuğrul'un cevabına "Poyraz Bey çok biliyor!" diyerek yükseldim. Ardından sakinleşmek için kendime fırsat vermeden çenemle ileriyi gösterdim. "Kapıyı açın."

Tuğrul ikileme düşmüş gibiydi. "Ama Elvin Hanım..."

"Sana kapıyı aç dedim Tuğrul!"

"Biz bıraksaydık bari sizi." Hâlâ bir şeyler için diretmeye devam etmesi sinirimi bozuyordu. Isrardan nefret ediyordum ve onun ısrarının üstüne gerginliğimi eklenince daha katlanılmaz bir ruh haline bürünüyordum.

"Ya bana arabayı getir," dedim her kelimeyi tek tek vurgulayarak, sonrasında alt dudağımı dilimle ıslatırken. "Ya da şu lanet olasıca kapıyı aç, ben bir şekilde gideyim. Zaten gerginim Tuğrul, sana patlamayayım, tamam mı?"

Tuğrul ağzı içinde bir şeyler mırıldandıktan sonra sonunda pes ederek "Peki, ben arabayı getireyim," dedi. Ama çok değil, sadece birkaç saniye sonra o daha arkasını dönmeden demir kapının tiz sesi kulağıma ulaştı ve o tarafa döndüm.

Yaklaşan aracı gören Tuğrul, "Kurban olduğum Allah'ım, seviyorsun bu kulunu. Ucuz yırttım," dediğini işitsem de umursamadım. Bu kadar mutlu olmasının sebebinin Poyraz olduğu apaçıktı. Neden bu kadar erken dönmüştü bu adam?

Poyraz kapıdan içeri girdikten sonra çok ilerlemeden aracı durdurdu ve kendini dışarı attı. Güneş gözlüğünün üstünden bana bakarken "Elvin?" dedi sorarcasına. "Niye buradasın?"

Sinirim bozulduğu için başımı sallayarak güldüm. "Anahtarımı bana vermeyi unuttuğun için." Sorusunu yanıtladıktan sonra elimi uzatıp avucumu açtım. "Alayım onu."

İsteğimi görmezden gelerek "Aslında burada olman iyi oldu," dedi, hemen ardından arabasını işaret etti. O sırada bizi yalnız bırakmak isteyen Tuğrul, Poyraz'a başıyla selam verdikten sonra kulübesine geri döndü. "Bir yere gitmemiz lazım."

Havada duran elimi indirdim. "Nereye?" diye sordum merakla. Ama sonra burun kıvırdım. "Ya da boş ver. Nereye gideceksek başka sefere gidelim. Keyfim yok benim."

"O yüzden gidiyoruz zaten." Bana cevap verme hakkı tanımadan iki yanıma sarkıttığım ellerimden yüzük takılı olan elimi tuttu ve beni kendiyle arabaya doğru sürükledi. Binmem için kapıyı açtığında komutuna uymak yerine yorgun bakışlarımı ona gönderdim.

"Hiç sırası değil, Poyraz." Neredeyse fısıldar gibi konuşmuştum. "Gerçekten."

Tekrar aracı gösterdi. "Hayır Elvin. Tam sırası."

Beni bırakmayacağını anladığımda işaret parmağımla uyarır gibi ona gösterirken "Yol dışında sadece bir saatin var, sonra beni rahat bırakacaksın," dedim ve konuşmasını beklemeden arabaya bindim. Ben kemerimi takarken o da aracın etrafından dönerek yerine yerleştirdi.

Araba saniyeler içinde hareket etti ve girdiği kapıdan geri çıktı. Bir süre ikimiz de sustuk. Açık camdan dışarı izlemek dışında bir şey yapmıyordum. Yemyeşil ağaçların film şeridi misali hızla önümden akmasını izlemek düşünmemi önlüyordu. Hava da çok güzeldi. Güneş ışıl ışıldı. Sıcaklık düne oranla daha katlanılır olsa da hâlâ çok sıcaktı ama bunu umursamadım. Ben yazı severdim. Ama bugünü sevmiyordum.

Poyraz, sessizliği sevmemiş gibi "Nereye gidecektin?" diye sordu meraklı bir tonda. Bana döndüğünü hissetsem de ona bakmadan yolu izlemeye devam ediyordum. "Seni götürebilirim."

Hâlâ susmaya devam ettiğimde "Elvin," dedi bu sefer. "Neyin var?"

Ona bakmadan konuşum. "Hiçbir şeyim yok." Hiçbir şeyim yoktu. Gidecek bir yerim yoktu.

Söylediğime inanmadığı için "Konuşmak ister misin?" diye sordu. Kelimeler dudaklarından fazla yumuşak dökülmüştü. Anlatırsam dinleyecekti. Hep dinliyordu zaten. Gereksiz şeylerden bahsettiğimde bile dinliyordu. Ama ben anlatmak istemiyordum. Yaralarımı daha fazla ona göstermek istemiyordum. Buna alışmak istemiyordum.

Sorusunu "Konuşacak bir şey yok," diyerek geçiştirdim. Ama Poyraz yine diretti.

"Her zaman konuşacak bir şey vardır, Çiçek." Bu sefer Elvin dememişti. "Kelimeleri içinde biriktirip kendini daha fazla zehirlememelisin."

Bu sefer ona döndüm. O ise zaten bana bakıyordu. "Ben öyle bir şey yapmıyorum." Yapıyordum. Oysa ben kendime içimde biriktirirsem içimin çürüyeceğini öğretmiştim.

Poyraz yola döndükten sonra "Yapıyorsun," dedi söylediğimi reddederek. "Son günlerde daha sık yapıyorsun. Farkında değil miyim sanıyorsun?"

Bu tarih her yaklaştığında böyle olurdum. Ama onun fark etmiş olmasını beklemiyordum. Anlaşılan artık eskisi kadar iyi rol yapamıyordum. Oysa ben iyi bir yalancıydım.

"Kendin yazıp kendin oynuyorsun. Öyle bir şey yok." Yine inkâr etmeye devam edecektim. Bugün hiçbir şekilde beni yıldırıp konuşturamazdı. Beni her nereye götürüyorsa orada işimiz biter bitmez ondan ayrılacak ve kafamı dinleyebileceğim bir yere gidecektim.

Başını belli belirsiz sallarken yola odaklandı. "Kaç sen, kaç," diye mırıldandı kendi kendine. "Bakalım daha ne kadar kaçmaya devam edeceksin?"

Sözlerini duymazlıktan geldim ve radyodan rastgele bir şeyler açarak tekrar yola odaklandım. Araçta bir şeyler çalarsa o da bana soru sormazdı, biz de rahat bir şekilde ilerlerdik.

Kendimi çalan müziğe verdim. Açık camdan gelen rüzgâr saçlarımı uçuştururken gözlerimi kapattım. Sertap Erener'den sevdiğim bir parça çalıyordu. Dayanamayıp küçük mırıltılarla şarkıya eşlik ettim.

"O zor günler solan güller eskidendi geçti,
O zaman aşık olduğum rüzgarlar esti esti geçti.
O zor günler solan güller eskidendi geçti,
O zaman aşık olduğum rüzgarlar esti esti geçti..."

Gözlerimi yavaş yavaş aralayıp yola baktım. Ormanlık alandan çıkmış, derdimden hallice yoğunlukta olan trafiğe girmiştik. Arabanın hızı her saniye yavaşlarken sağ camdaki aynaya kaydı gözlerim bu sefer. Pek iyi görünmüyordum. Göz altlarım çökmüş, yüzüm solmuştu. Son zamanlarda doğru düzgün uyuyamıyordum. Poyraz bu yüzden ben de bir sorun olduğunu anlamış olmalıydı. Bu halimi görmeye katlanamadığım için gözleri aynadan çekip tekrar yola çevirdim. Aynı zamanda şarkının nakaratına eşlik ettim.

"Aşk seni bulabilir de,
Uzakta durabilir de,
Samimi oluyor derken,
Mesafe koyabilir de..."

Şarkı bittikten sonra başka şarkılar çaldı ama onlara eşlik etmeyip sadece dinledim ve bu yolun bir an önce bitmesini diledim. Bir süre sonra sonunda araç durduğunda Poyraz'a döndüm. "Geldik mi?" diye sordum bunalmış bir şekilde. Asıl sormam gereken soru, burası neresiydi ve neden gelmiş olduğumuz olmalıydı.

Binaların yan yana dizilmiş olduğu bir caddedeydik. Çoğu yere araç park edilmişti. Camdan dışarı baktım. "Niye geldi-" diye sormama kalmadan Poyraz'ın park ettiği yerin yanındaki binanın üzerinde yazılı olan tabelaya kaydı gözlerim. Anında kaşlarımı çatıp ona doğru bir hışımla döndüm ve "Benimle dalga mı geçiyorsun sen?!" diye yükseldim.

Beni buraya getirmiş olduğuna inanamıyordum!

Kemerini çıkarıp bana döndü. "Elvin," dedi açıklama yapmak ister gibi elini kaldırırken. "Önce bir dinle."

Histerik bir şekilde güldüm. "Neyi dinleyeyim çok pardon?"

"İyi değilsin."

Söylediklerini umursamadım. "Sana ne bundan ya, sana ne! Sen ne karışıyorsun benim işime?!" Emniyet kemerinden kurtulup bedenimi ona doğru çevirdim. Biraz ona yaklaştım. "Kötü falan da değilim ayrıca! Kendi kafanda kurup beni buraya getiremezsin, tamam mı! Buna hakkın yoktu!"

"Sen bu söylediklerinle git annemi kandır, Defne'yi kandır. Ama beni kandıramazsın!" Bu sefer o sesini yükseltmişti. Gözlüğünü çıkarıp bana doğru eğildi. Aramazda çok az bir mesafe bırakmıştı. "Gülmüyorsun, konuşmuyorsun, bir şeyler yemiyorsun. Kaç gündür doğru düzgün uyumuyorsun bile! İşe gitmek için günlerce söylenip durdun, belki sana iyi gelir diyerek bugün gelebileceğini söyledim ama onu bile reddettin sen Elvin. Kafanın içinde kendine nasıl bir işkence çektiriyorsun bilmiyorum ama buna daha fazla müsaade etmeyeceğim. Kendini günden güne soldurmana izin vermeyeceğim."

Gözlerinin içine baktım. Mavileri kızgınlığın ardından beklentiyle bakıyordu yeşillerime. Yüzü yüzüme fazla yakındı. Saçları dağınıktı, bugün tıraş olmadığından çıkıntılı çenesinde kirli sakalları tekrar çıkmıştı. Alt dudağı üst dudağından biraz daha kalındı ve hafif kemerli burnu ona oldukça yakışıyordu. Fazla erkeksi yüz hatları vardı. Onu ilk defa bu kadar yakından inceliyordum Geri çekilmek, bu araçtan inip kaçmak istedim ama sanki bir şeyler beni hareket etmekten alıkoyuyordu.

"Senin bile kendine zarar vermene izin vermeyeceğimi söyledim." Yüzüme doğru fısıltıyla konuştu. Sanki ben onu incelerken o da beni incelemiş gibiydi. Hemen geri çekildim.

"Ben kendime hiçbir şey yapmıyorum," dedim yine inatla reddederek. Ondan biraz daha uzaklaştım. "Ama sen sınırlarını aşıyorsun, yapma."

Ona daha önce yaptığımız konuşmayı hatırlattığım için kaşlarını çatarak bana baktı. "Sikerim sınırları. Umurumda değil, anladın mı!"

Önüme bakarken ellerimi öfkeyle saçlarıma geçirip "Aklımı kaçıracağım!" dedim küfreder gibi. Tekrar ona döndüm. "Derdin ne ya senin?!

"Sensin benim derdim!"

"Dert miyim yani ben sana?" dedim histerik bir şekilde gülerken. "Evlenmeyi kabul etmeseydin o zaman Poyraz. Uğraşıp durma benim için bu kadar. Bir şeyler yapmaya çalışma. Nasıl olduğumla ilgilenme. Beni kendi halime bırak!" Her saniye sesim biraz daha yükseldi. Beni dert olarak görüyorsa kendi yoluna bakmalıydı.

Araçtan inmek için hareketlendiğim sırada kolumu tutarak buna engel oldu ve ona dönmemi sağladı. "Sen..." dedi dişlerinin arasından bezgin bir sesle. "Sen tam bir aptalsın."

Hayrete düşmüş gibi suratına baktım. "Bir hakaretimiz eksikti gerçekten, çok sağ ol ya."

Ama o oldukça ciddi duruyordu. "Az önce aklımı kaçıracağım dedin ya, hiç deme Elvin, hiç deme. Kaçırdın çünkü sen zaten onu. Algıların kapalı, gözüne perde inmiş. Burnunun dikine dikine gidiyorsun. Dur durağın yok. Sonunu düşünmeden kafana göre iş yapıyorsun. Hem bu kadar zeki olup hem bu kadar aptal olmayı nasıl başarıyorsun ben bunu zerre anlamıyorum."

Son söylediklerini es geçip ilk söylediklerine odaklandım. "Sen de belki kaçan aklımı burada buluruz diye beni buraya getirdin, öyle mi?" Dudaklarımı büzerek başımı salladım. "Müthiş fikir gerçekten," derken onu alkışlamaya başladım. "Ama ben birkaç eksik tahtamla gayet mutluyum Poyraz, tamam mı?" Başımla arkamda kalan binayı işaret ettim. "Sen git kendini tedavi ettir."

Poyraz beni bir psikologa getirmişti. Bunu ne zamandır düşündüğünü bilmiyordum ama bu isteğini yerine getirmeyecektim. Bunu bana asla yaptıramazdı. Kimse yaptıramazdı ve yaptıramamıştı da. Çocukluğumdan beri okuldaki rehber hocalarından, pedagoglardan, psikologlardan kaçmıştım. Bir yandan içimdekiler başkasına anlatırsam altında kalırım gibi hissediyordum, bir yandan da bana annem gibi olduğumu söylemelerinden korkuyordum.

Ben annemin kızıydım. Onun gibi olabilirdim. Bunun kimsenin bilmesini istemiyordum. Kimse öğrenmesin diye bu bilgiyi her yerden sildim. Kimse görmesin diye yasadışı işler yaptım. O yüzden olmazdı. Kendimi kimseye açamazdım, hele de tanımadığım birine asla. Bu konuyu kendime bile açmıyordum. İçimde kalacak, çürüyecek ve zamanla yok olacaktı. Evet, böyle olacaktı. Bir meyve tabağındaki tek çürük, diğer meyvelerin de çürümesine neden olması umurumda değildi.

Yorgunca nefesini bırakıp "Neden bu kadar inat ediyorsun?" diye sordu. Bunu gerçekten merak ediyordu.

"Seni ilgilendiren bir noktada değiliz ve sen de o noktanın arkasında kalmaya devam edeceksin. Şimdi sen bana anahtarımı veriyorsun, ben de buradan defolup gidiyorum. Yoksa seninle çok kötü kavga edeceğim."

Anahtarımı versin diye elimi uzattım ama görmezden geldi. "Hayır öyle yapmıyoruz," dedi tan tane. "Şimdi buradan çıkıyoruz. Sen psikologla görüşüyorsun. Sonra da nereye gitmek istiyorsan ben seni götürüyorum."

Başımı geriye yatırarak sahte bir gülüş yerleştirdim dudaklarıma. "Güzel hayalmiş." Tekrar ciddileşip ona döndüm. "Ve hayal olarak kalmaya devam edecek. O yüzden beni bugün rahat bırak Poyraz. Yarın, kabul edeceğinden değil ama, bu isteklerini o zaman tekrar sıralayabilirsin. Ama bugün değil. Bugün yalnız kalmak istiyorum. Bugün benden uzak dur."

Bir kaşı havalanırken "Neden bugün?" dedi bugünde ne olduğunu sorgulayarak.

Parmaklarımın titrediğini hissediyordum. "Seni ilgilendirmez."

"Neden sürekli kaçıyorsun, Elvin?"

"Keyfim ve kahyası böyle münasip gördü." Çenemle onu işaret ettim. "Oldu mu?"

Gözlerini kısa bir anlığına kapattı. Bir şeyler düşünüyor gibiydi. Derin bir nefes alırken göz kapaklarını tekrar araladı ve "Konu Görkem Soykan mı?" diye sordu dişlerinin arasından, bunu sormaktan bile hoşlanmadığını kasılan çenesinden anlayabiliyordum. "O mu seni bu hâle getiren?"

Alnımın üstündeki kırışık kendini gösterirken "Görkem ne alaka şu an?" diye sordum kısılmış gözlerimle. Görkem benim umurumda bile değildi.

"Son günlerde niye böyle aksisin o zaman?"

Gözlerinin içine bakarak konuştum. "Ben hep böyleyim."

Hemen "Değilsin," diyerek araya girdi Poyraz. Beni iyi tanıdığını sanıyordu ama yanılıyordu.

"Öyleyim," diye direttim. "Kimsenin bana katlanamadığını sana zaten söylemiştim. İşine gelmiyorsa bu senin problemin, beni ilgilendirmiyor."

Bana yaklaşıp çenemi kavradı bir anda. "Öyle değilsin, Elvin," diye düşüncesini yinelerken sesi fısıltıdan farksızdı. Ansızın yaptığı hareketi beni hazırlıksız yakaladı. Kıpırdayamadım. "Geçen hafta mutluydun. Gülüyordun. Tanıştığımız andan beri seni ilk defa o kadar mutlu gördüm. Ama son günlerde bir şey oldu. İçine kapandın. Ne oldu sana Elvin? Biri bir şey mi dedi?"

Ne oldu sana, Elvin?

Sahi, ne oldu bana? Aslında ne olmamıştı ki bana.

Onun dışında kimse bana bu soruyu sormamıştı. Beni niye böyle düşünüyordu? Hayır, evleneceğimiz için değildi bu davranışı. Evlenmesek bile böyle biri olacağını bilecek kadar onu tanımıştım. Ama neden? Neden böyleydi? Ablasına benzettiği için miydi hâlâ?

Ben Fidan değildim. Onu bunu anlaması gerekiyordu.

Parmakları yanaklarıma uzanırken değdiği her yer sanki beni yakıyordu. Kendine gelip geri çekildim. "Kimsenin bana bir şey yaptığı yok," diye yanıtladım sorusunu gözlerimi ona bilhassa değdirmeyerek. "Sen de artık kurcalama. Ben böyleyim, Poyraz. Gitgelliyim. Bugün aksiysem yarın yine gülümseyebilirim. Benimle evleneceksen buna da alışacaksın. Ya da birkaç ay katlanacaksın. Yapacağın başka bir şey yok. Anladın mı? Beni oraya götüremezsin. Sabaha kadar dil döksen bile seni dinlemem. Bana bir daha sakın bunu yapma."

Yanımda olacağına inandırma beni. Konuşmak için birine ihtiyacım olduğunda hep orada olacağını hissettirme bana. Çünkü inanırım. Çünkü birine güvenmemem gerektiğini defalarca kez öğrenmek zorunda kaldığım bu hayatta ben gidip bu sefer de sana güvendim. Ben dersimi almıyorum. Aptalım tekiydim. Daha fazla pişman olmak istemiyorum. Seni iyi bir adamsın ama bunu bir de senin yüzünden yaşamak istemiyorum.

Sana alışmak istemiyorum ben Poyraz. Ne olur beni anla.

Poyraz'ın gözlerinde hüzün görür gibi olduğunda buna inanmak istemedim. Sonrasında "Bahsetme artık bundan," derken sesinin tonundan gerçekten de hüzünlü olduğunu anladım. Neyden bahsediyordu?

Başımı yan yatırıp gözlerimi kıstım. "Ne demek istiyorsun?"

Gözlerini kaçırdı. "O konuyu açma, Elvin. Sürekli yapma." Hâlâ onu anlamıyordum.

"Hangi konuyu?"

Ondan her cevabı beklerdim ama bir anda "Gitmekten bahsetme," demesiyle nasıl tepki vereceğimi bilememiştim. Öyle Bir söylemişti ki bunu sanki acı çekiyor gibiydi. Ama niye?

"Gideceğim çünkü." Net olmak zorundaydım.

"Hemen mi gideceksin?"

Başımı ağır bir şekilde iki yana salladım. "Hayır," dedim ona bakarak. "Hemen gitmeyeceğim."

"O zaman niye hemen gidecekmişsin gibi konuşuyorsun?" Cevap arar gibi yüzüme baktı ama hiçbir şey bulamadı. "Tek derdin gitmek. Kafanda olan tek şey gitmek. Neden? Neden bu kadar gitmek istiyorsun sen Elvin? Bu konu üstünde niye bu kadar çok duruyorsun? Niye sonraya bakıyorsun? Niye gülmüyorsun? Gülmek sana yakışıyor. Ama senin gözlerin niye hep mahzun bakıyor. Niye bu kadar gamlısın? Tek çareyi gitmekte arıyorsun, niye?... Elvin..." Bana biraz yaklaştı ve gözlerimin içine baktı. "...niye? Anlat artık be kızım."

Ben artık giden olmak istiyorum Poyraz. Ben gitmedikçe herkes benden gidiyor.

Uzun bir cevap vermedim sorusuna. Hep dediğim, hep de diyeceğim gibi "Çünkü herkes gider," dedim ona.

Ama Poyraz cevabımı sevmedi. "Herkes gitmez," dedi o da benim aksime. "Yanlış insanlar gider."

Ölüm de gitmek demek Poyraz. Ve ölümün bir çaresi yok. O yüzden herkes gider. Geride sen kalırsın. Sadece sen.

Geride hep ben kalırdım.

Gözlerimin dolduğunu, sesimin çatallaştığını "Gider," diye zorlukla konuştuktan sonra onun ansızın ellerini yanaklarıma götürdüğünde fark etmiştim. Her iki yanağımda olan parmakları yavaşça yaşlarımı silerken "Ağlama," dedi buruk bir tınıyla. "Ağlama Çiçek... Seni bu kadar üzen şey ne bilmiyorum ama kus artık içindekileri. Anlat."

Dudaklarım titremeye başladı. Biraz daha devam ederse ona anlatmaktan korkuyordum ama olmazdı. Yapamazdım.

Başımı iki yana sallayarak ellerinin arasından kurtuldum. Geri çekildiğimde tek düşündüğüm şey buradan bir an önce kaçıp gitmekti. Sırtımı koltuğa yasladım ve "Seni ilgilendirmez," derken burnumu çektim. Sesim gereğinden fazla pürüzlüydü.

"İlgilendirir." Fazla netti.

Bir hışımla ona dönüp, "İlgilendirmez dedim!" diye yükselirken sesim fazla sertti. Saçlarım yüzüme savrulmuştu, bunu umursamadım. "Daha fazla beni zorlama." Kapıya uzandım. "Gidiyorum ben."

Tekrar kolumu tutup "Nereye?" diye sorduğunda artık sorgulanmaya daha fazla tahammül edemediğim için "Sana ne ya?" diye ters tepki verdim. "Karışma bana. Sınırlarımızı koruyacağız demiştik ama sen her seferinde bunu aşıyorsun, yapma."

Yine aynı konuyu açtığım için ters ters baktı bana. "O sınırları önüme atlarken sen zaten çoktan geçtin, Elvin," derken sesi oldukça bezgin çıkmıştı. "Hiç çeneni yorma."

Parmaklarımı bunaldığım için saçlarımın arasına geçirip "Ya sen hâlâ orada mısın?" diye sordum tahammülsüzce. "İki hafta geçti be, iki hafta. Bir anda oldu dedim işte. Uzatma daha fazla. Unut artık."

Yüzü anında buruştu. "Ne unutmasından bahsediyorsun sen? Ölebilirdin."

Saçlarımı parmaklarımdan kurtardım. "Ama ölmedim," dedim kendimi göstererek. Bu konuyu daha ne kadar fazla tartışacaktık, bilmiyorum ama fazlasıyla sıkılmıştım. "Gördüğün üzere hâlâ yaşıyorum ve yanında oturuyorum. Şu konuyu bir daha açıp canımı sıkma benim."

"Bir daha öyle bir şey yapmayacaksın Elvin." Sabırsızdı sesi.

Yüzümü ekşittim. "Senin bu çekilmez çeneni ikinci kez çekemem zaten." Ciddi değildim ama beni iki haftadır bu konuda fena halde darlıyordu. Başkası için onların dilinde böyle bir aptallık yapmış olsaydım bu kadar söylenmeye kesinlikle pişman olmuş olurdum ama Poyraz için bu durum böyle değildi. Bir an olsun pişman olmamıştım. Sanki o âna tekrar gitsek yine aynı şeyi yaparmışım gibi geliyordu.

Kucağımdaki elime uzanıp tuttu ve "Söz ver," dedi beklentiyle.

Elimi ondan kaçırdım. "Ben söz vermem, bunu bildiğin halde üsteleme." Onun gözleri çektiğim elimde gezinse de bu konuda bir şey demedi. Bana baktı tekrar.

"Yapmayacaksın Elvin."

"Yapmayacağım dedim ya. Başka nasıl bir cevap istiyorsun? 'İyi ya, geber o zaman!' mı diyeyim ne yapayım." Gözlerimi devirmeden edemedim. Önüme dönüp kendi kendime mırıldandım. "Ne bekliyorsun benden, anlamıyorum ki."

Bu sefer konuyu değiştirdi. "Gitmek istemediğine emin misin?" diye sorarken benim için ayarladığı psikologtan bahsediyordu. Gerginliği başka yere çekerken beni daha fazla germişti.

"Eminim. Ve bu konuda sana uzun bir süre sinirli kalacağım. Benimle ilgili kararlara kendi kafana göre vermek gibi bir hakkın yok."

"Benim amacım seni kırmak değildi Elvin." Ses tonundan da bunu anlayabiliyordum. Hangi niyetle yaptığının da farkındaydım ama doğru değildi. Ben onun geçmişindeki acıya merhem olacak kişi değildim. Ben yaranın kendisiydim.

O an ona dönüp "Ben Fidan değilim, Poyraz..." derken hiç düşünmeden konuştuğumun farkında bile değildim.

Poyraz bir anda kaskatı kesildi. "Öyle bir şey... yapmıyorum." Bocalamıştı. Ona bunu söylememi beklemiyordu. Keza ben de beklemiyordum ama yine de acımasızca devam ettim.

"Yapıyorsun!" diye direttim. "Her ne kadar inkâr etmeye çalışsan da... senin de bana bakarken onu gördüğünün farkındayım, Poyraz. Ama yapma. Kendini buna daha fazla kaptırma. Beni iyileştirmeye çalışma. Ben... ben ablan değilim. Ben senin kurtarabileceğin biri değilim... Bunu bir kere yaptın, bunun için sana ömrümün sonuna kadar minnettar olacağım ama daha fazlası olmaz, Poyraz..." Anlaması için başımı iki yana salladım. "Daha fazlası olmayacak. Ablanla ilgili neler hissettiğini bilmiyorum ama ben onunla ilgili yaralarını saracağın o kişi ben değilim, olmayacağım da. Hayatıma müdahale etme. Çünkü ben senin hayatında kalıcı değilim. Lütfen... lütfen bunu artık anla."

Bir şey diyemedi. Ona söyleyecek bir şey bırakmamıştım. Yaptığım çok acımasızcaydı. Gözlerimi ondan kaçırdım. Yutkundum ve kısık sesle "Beni arama bugün," dedikten sonra kendimi araçtan dışarı attım, bu süre zarfında bana herhangi bir tepki vermedi. Durdurmaya da çalışmadı. Gitmeme müsaade etti.

Gözüm yaşlı bir şekilde ana caddeden taksilerden ilk geleni durdurup bindiğimde yaptığımın ne kadar yanlış bir davranış olduğunu o an fark ettim. Bunu yapmamalıydım.

Onun kalbini kırmıştım. O an gözüme perde inmişti. Gergindim. Öfkeliydim. Ondan kaçmak istiyordum. Lakin bunu yanlış kelimelerle yapmıştım. Buna hakkım yoktu.

Taksiciye gideceğim yerin adresini söyledikten sonra camdan dışarıyı izleyerek sessizce ağlamaya başladım. Yıllardır bu tarihte gözyaşı dökmeyen Elvin, bugün ağlıyordu ve bunun suçlusu yine kendisiydi.

Yaklaşık bir saat süren yolculuktan sonra taksici "Geldik," deyince camdan dışarı bakıp ağladım. Yine buraya gelmiş olduğuma inanamıyordum. Taksiciye parasını ödedikten sonra tuhaf bakışlarını es geçerek araçtan indim.

Dejavu.

Gelebileceğim tek sessiz yer burasıydı. Daha önce intihara kalkışmış olduğum yere tekrar gelmiş olmam ne kadar ironik bir durum olsa da bu sefer öyle bir şey yapmayacaktım. Geri nasıl döneceğim şu an için umurumda değildi. Tek istediğim akşama kadar sessizliği dinlemekti.

Uçurumun ucuna oturmak yerine bu sefer kayalıklardan birine oturmayı tercih ettim. Yanlışlıkla düşüp bu dünyadaki işimi bitirmeden ölmek istemezdim.

Saçlarım rüzgârda savrulurken temiz havayı içime çekip uzaktan bana bakan denizi izledim. Sonra başımı kaldırdım ve mavinin en güzel tonuyla bürünmüş gökyüzüne baktım.

"Ne düşünüyorsun anneanne..." diye fısıldadım kimsenin beni duyamayacağını bildiğim bu ücra yerde. "Yine çuvalladım değil mi?"

16 Temmuz 2024. Tam on iki yıl. Anneannem öleli tam on iki yıl olmuştu. O zamandan beri gidecek bir yerim yoktu. Onunla geçirdiğim sekiz yılı çok özlüyordum. Bana o kadar şey kattı, o kadar şey öğretti ki o günleri asla unutamazdım. Hayatını bana adamıştı. Gelişimim için elinden gelen her şeyi yapmıştı. Şimdi bu kadar dik başlıysam onun sayesindeydi. Ama o gidince tökezlemiştim ben. Hatalar yapmaya başlamıştım. Çok fazla hata yapıyor, bir türlü ders almıyordum. O olsaydı böyle olmazdı. O olsaydı kalbim bu kadar kırılmazdı.

Annem ve babam öldüğünde kimsesiz kalmış gibi hissetmiştim. Ama anneannem vardı. O benim kimsem olmuştu. Sonra o da öldü. O ölünce kimsesizlik de sığmamıştı köhne kalbimin kuytu sokaklarına. O ölünce ben evsiz kalmıştım.

Yıllardır bu tarih her geldiğinde kendimi dünyaya kapatırdım. Agrasifleşirdim. Ters tepkiler verirdim. Hüzün sarardı kalbimi. Herkesten ve her şeyden kaçardım. Çünkü ben böyleydim, unutamıyordum. Kafamın içindeki cenazeleri ben her sene, her sene ama her sene tekrar ve tekrar yaşıyordum ama o töreni bir türlü bitiremiyordum. Ben bu kâbus dolu anılardan bir türlü kurtulamıyordum.

Oysa bu sene farklı olacaktı. Bebeğim sayesinde tüm travmalarımdan kurtulacaktım. O var diye 26 Mart'ı rahat atlatmıştım. O tarihte ilk defa dağılmamıştım. Ama şimdi o da yoktu, kahpe hayat bana yeni bir yas günü daha verecek kadar acımasızdı. Artık daha fazla mutsuzdum. Taşıyamıyordum, içimdeki bu cenazeleri daha fazla taşıyamıyorum ama anlatamıyordum da.

Ben içime attıkça içimi çürütüyordum.

Yarın yine toparlanacaktım. Bunu biliyordum. Hiçbir şey olmamış gibi devam edecektim. Hep öyle olmuştu.

Ama bugün çürüyordum.

Çürükler çiçek açmazdı. Güzel günler gelse bile. Çünkü meyve tabağındaki tek çürük, diğer tüm meyveleri öldürürdü.

***

Poyraz, ilk defa ne yapacağını bilemiyordu. Elvin gideli çok olmuştu ama o hâlâ aynı yerdeydi. Direksiyonu sımsıkı tutmuş, onun gittiği yöne bakıyordu. Orada kimse yoktu ama gözlerini bir türlü ayırmıyordu.

Kendini nasıl bir şeye kaptırdığının farkında değildi ancak Elvin'in gitmeden önce sarf ettiği acımasız sözleri onu kendine getirmişti. Ona böyle mi hissettiriyordu? Ya da Poyraz, Elvin'i gerçekten Fidan'ın yerine koyup o şekilde mi davranıyordu?

Elvin'i tanımaya başladığı ilk zamanlarda onda ablasını gördüğü doğruydu. Benzer hikâleri, ortak acıları vardı ve Poyraz o zamanlar daha çocuk olduğu için Fidan'ı kurtaramamıştı. Ama şimdi Elvin'i kurtarabilirdi. Böyle düşünmüştü. Ama Elvin'in söylediği sözler... Bir bıçak kadar keskin kelimeler... Ne diyeceğini bilememişti Poyraz. Aklını kaçırmak üzereydi.

Kendini kötü hissediyordu. Yıllar öncesine gitti. Babasının "Senin yüzünden oldu," dediği âna. "Niye ona bütün ilaçları verdin? Niye onu odasında tek başına bıraktın?"

Bilemezdi Poyraz. Ablası hastaydı ve odasına geldiğinde ondan ilaçlarını getirmesini istemişti. Poyraz da o üzülmesin diye bunu yapmıştı. Ablası onunla yaptığı son konuşmasından sonra onu odasından göndermişti. Sonra da bütün ilaçları içmişti. Tabii o zamanlar Poyraz böyle sanıyordu. Ablasının canına kıymak istediğini bilseydi bir saniye olsun odasından çıkmazdı ama bilmiyordu.

O gün evlerinde çok fazla kişi yoktu. İkizler bakıcılar eşliğinde odalarında uyuyordu. Annesi ve babası dışarı çıkmıştı. Babaannesi ve o zamanlar hayatta olan dedesi de onlara katılmıştı. Hep birlikte toplu bir davetteydiler. Annesi gitmek istememişti. Fidan'ın durumu yüzünden onunla kalmak istemişti ama babasının sert tavırları buna izin vermemişti. Aile geleneği olduğundan onu zorla götürmüştü. Poyraz'ın Fidan ile kalabileceğini söylemişti.

Akşam eve geldiklerinde Fidan'ı yatağında uyuduğunu gören Yasemin, ona güzel sözler söyledikten sonra saçlarını okşayarak odasına geri döndü. Boş ilaç şişesini görmemişti. Eğer o akşam görseydi belki kızını kurtarabilirdi ama sabah her şey için çok geçti.

Sabah olduğunda kızını uyandırmak için odasına gitti. Fidan'ın gözleri kapalıydı. Hâlâ uyuduğunu sandı ve kapının eşiğinden ona seslendi. Herhangi bir cevap alamadı. Sonra yanına gitti. Yatağın kenarına çöktü, omzunu hafifçe sarstı. Hiçbir tepki yoktu. Fidan gözlerini açmıyordu. "Fidan!" seslendi birkaç kez. Bu sefer daha sert sarstı ama Fidan hâlâ aynı şekilde hareketsizdi. Artık paniğe kapılmaya başlıyordu Yasemin. Kalbi sıkışmaya başlamıştı. İçini kemiren korkuya da ruhundaki sızıya da engel olamadı. Titreyen elleriyle kızının üstündeki yorganı çekti. Çekmesiyle Fidan'ın elinin boşluğa savrulması ve avuçlarındaki boş ilaç şişesinin yere düşmesi bir oldu. Yasemin'in gözleri doldu. Zihni şoku kaldıramayıp tepki veremez hâle geldiğinde sadece yerdeki boş ilaç kutusunu inceliyordu.

O sırada herkes kahvaltısı sofrasında bir şeyler yerken Yasemin'in zihnini felç eden şaşkınlıktan çıktıktan sonra attığı tiz ve yürek burkan feryadı, tüm evi kaplamış ve her birini paniğe sürüklemişti. Sesi duyan korkuyla Fidan'ın odasına koştu. Poyraz da gitmek istemişti ama evin çalışanları onu durdurdu. Kötü bir şey olduklarını anladıkları için bunu Poyraz'ın ve evdeki diğer çocukların görmesinin iyi olmayacağını düşündüler.

Odaya ilk Ahmet'le Cengiz vardı. İkisi de Yasemin'in kızını sarsarak ağladığını gördüklerinde şoka girmiş, ne yapacaklarını bilememişlerdi. Şoktan ilk çıkan ise Ahmet olmuştu, koşarak Yasemin'in yanına gidip hiç beklemeden Fidan'ı kucağına aldı. Abisine seslenerek arabayı çıkarmasını söyledi. Onu konuşmasıyla Cengiz de kendine geldi ve başka bir şey demeden arabaya koştu. Hemen hastaneye gittiler.

Ama her şey için çok geçti.

Fidan ölmüştü.

O gün Poyraz Fidan'ın odasına gittiğinde ablasını göremedi. Bir daha da göremeyecekti. Dün gece ablası ona veda etmişti. Ona kendisini suçlamamasını da söylemişti ama Poyraz o sabah ve bir sonraki birçok sabahta hep kendini suçlamıştı. Kendi elleriyle vermişti ilaçları. Onu tek bırakmıştı. Ablası ne kadar itiraz ederse etsin odasından gitmemeliydi.

Babası her gün onu bu konuda suçladı. Suçluluk evin duvarlarına boyanmıştı da bir türlü silinmiyordu sanki. Poyraz her sabah gözünü annesinin kendini yavaş yavaş kaybettiğine şahit olmak zorunda kalarak açıyordu. Annesi günden güne acının ortasında eriyordu. Babasının nefretini sırtında taşıyordu. Kardeşleri ise henüz çok küçüktü. Poyraz ne yapacağını bilmiyordu. Kendini suçlamaktan başka verebileceği bir tepki yoktu sanki.

Ablası gitmeden önce yarın çok gül demişti ama Poyraz çukura atılan toprağa her baktığında sadece ağlamak istiyordu. Ama yapamıyordu. Aylarca bir kez olsun gülmemişti. Babası ona ablası konusunda her sinirlenip vurduğunda ağlamamıştı da. Tepkisizce yaşadı.

Sonra bir gün tüm cesaretini toplayıp ablasının odasına girdi. Kapıyı araladığında ve ablasının kokusunu alır gibi olduğunda sadece burnunun direği değil, kalbi de özlem denen yarayla sızlamıştı. Sonuna kadar çekilmiş perdelerden dışarısında yağan kara baktı Poyraz. Ablası bir kış günü veda etmişti onlara.

Camdan içeri giren kış güneşinin ışığı, koltukta oturmuş olan annesine vuruyordu. Yasemin yine oradaydı. Her gün bu odaya gelip kızının yatağında ağlıyor, geceleri de onun yastığına başını koyuyordu. Kızının kokusuna sarılıp uyumaya çalışıyor, onun yokluğunun getirdiği acıyla da günden güne çöküyordu.

O gün de odaya giren Poyraz'ın varlığını fark etmeyecek kadar kendinden geçmişti. Elinde defalarca kez okuduğu mektup vardı. Kızının veda mektubu. Gitmeden önce yazdığı son satırlar.

Poyraz annesinin yanına yaklaştı. "Anne," dedi çatallaşan sesiyle. Aylarca gözünden tek yaş dökmemişti ama annesine seslenirken sesi günlerin acısını çıkarmak ister gibi ağlıyordu.

Yasemin, oğlunun sesini duyduğunda irkildi. Gelişini fark edememişti. Elinin tersiyle hızla gözyaşlarını sildi ve arkasını döndü. Ama oğlunu gözyaşlarıyla karşısında görünce, içindeki sızı tekrar alevlendi. Poyraz kapının eşiğinden çıktığı gibi koşarak annesinin yanına gitti. Koltuğa oturduğunda yaptığı tek şey annesine sarılmak olmuştu.

"Özür dilerim," dedi, sesi titriyordu. Bu konuşmayı daha önce söylemesi gerektiğinin farkındaydı. "Benim... benim yüzümden..."

Yasemin hemen lafını böldü. "Hayır annecim," dedi oğlunun saçlarını okşayarak. "Senin hiçbir suçun yok. Sen hiçbir şey yapmadın. Sakın kendini suçlama."

Poyraz burnunu çekti. Gözleri hâlâ doluydu. "Ama ben... ben ona ilaçları..." demesine kalmadan Yasemin oğlunun başını göğsüne yasladı. Çenesini Poyraz'ın saçlarına koyarken ağlamak istiyordu. Oğlu daha çok küçüktü. Bu gerçeği ona nasıl söyleyecekti?

"Ablan sana bir mektup bırakmış," dedi sonra, sesi çatırdamıştı. Arkasına dönüp tekrar ağlamamak için çabalamıştı. "Onu sana vereceğim... Ama şimdi değil. Biraz büyüdüğünde. Tamam mı?"

Poyraz başını annesinin göğsünden ayırıp hafifçe yukarı kaldırdı ve "Neden?" diye sordu hüzünle. "Benim suçlu olduğumu mu düşünüyor o da?"

Yasemin başını iki yana sallayıp oğlunun saçlarını okşadı. "Hayır annem, ablan senin hep mutlu olmanı istiyor. Eğer kendini suçlarsan gittiği yerde hiç mutlu olmayacakmış."

Poyraz gözlerini kırpıştırarak annesine baktı. "Öyle mi yazmış?" diye sordu kısık bir sesle.

Yasemin başını yavaşça salladı. Gözlerinin kenarında biriken yaşları belli etmemeye çalışarak üst dudağını dişledi. "Olur..." dedi, sesi titremişti. "Çok mutlu olur hatta."

Poyraz o gün, annesinden mektubu aldı. Yasemin daha sonra vermek için ne kadar ısrar etse de Poyraz kabul etmedi. Ama ona okumayacağına söz verdi. Yasemin de pes ederek isteğini kabul etti.

Poyraz sürekli mektubu okumak istese de annesine söz verdiği için bunu yapmamıştı. Sonra yıllar geçti. Ablasına ve annesine verdiği diğer sözü tutup kendini suçlamadığı için hayatına devam edebiliyor ve artık gülebiliyordu. Mektubu da ablasının sevdiği bir kitabın arasına koyup yıllardır orada sakladı. Okumak için yeteri kadar büyüdüğünde de çoğu zaman eli gitmişti ama bir türlü cesaret edip okuyamamıştı.

Derken üniversite için yurtdışında okuduğu zamanlardı. Tek başına yaşadığı evinde kitaplarını toplayıp okula gidecekken birden yanından ayırmadığı o kitabı yere düşürmüştü. Yere çömelip kitabı aldı. Kitabın üzerindeki Beyaz Geceler yazısı ilk baskı olmasından ötürü yılların getirisiyle solmuştu. Kitabı tekrar masaya koydu. Tam gidecekken yerdeki kağıdı gördü.

Yıllardır okumayı ertelediği mektup uzun zaman sonra tam karşısındaydı. Neredeyse yirmi yaşındaydı. Ablası gideli sekiz sene olmuştu. Zaman nasıl da çabuk geçiyordu. Tekrar eğildi ve mektubu yerden aldı. Bu kağıdı okumayı sekiz yıldır ertelediğine inanamıyordu. Bu sefer kaçmayacaktı.

Kucağındaki kitaplarını masaya bırakıp yatağına oturdu. Önce ciğerlerine sonradan almayı unutacağını bildiği derin nefesi çekti. Sonra ikiye katlanmış uçları buruşmuş ve solmuş kağıdı açtı.

Satırlar karşısına çıktıkça, gözleri daha da doldu. Her kelimede boğazına bir düğüm takıldı. Tekrar tekrar okudu mektubu. Her okuduğunda gözü daha fazla doldu. Kemiklerine kadar titrediğini hissediyordu. O güne kadar tuttuğu ne varsa, o kağıda aktı. Ve uzun zaman sonra, ilk kez gerçekten ağladı. Ablasının neler yaşadığını bilmiyordu. Annesinin "Büyüyünce oku" deyişinin nedenini şimdi daha iyi anlayabiliyordu.

Daha küçük olduğu için ablasıyla ilgili ona hiçbir şey anlatmamışlardı. O öldüğünde de bu konuyu bir daha konuşmamışlardı. Poyraz o mektubu okurken, ablasının o gün neden bu kadar kötü olduğunu, neden hastaneye gittiğini, döndüğünde neden bir hayalet gibi sessizleştiğini daha iyi anlıyordu. Her kelime, içine işliyor; her satırda biraz daha sarsılıyordu. Keşke, diyordu içinden. Keşke ben ondan büyük olsaydım da koruyabilseydim onu tüm kötülüklerden.

Ablası mektubunda ölümünde onun suçunun olmadığını yazmıştı. Kardeşinin bunu yapacağını, kendini suçlayacağını biliyordu. Poyraz'ı üzmemek için mektuba çok fazla detay eklememişti ama Poyraz artık tüm gerçeği öğrenmek istiyordu. Ablasının odasından aldığı ama bir kez olsun okumaya cesaret edemediği günlüğünü sakladığı yerden çıkardı. Bu günlüğü de mektup gibi yanından ayırmıyordu.

Günlükte okuduğu her satırda tepki vermeyecek kadar kendini kaybetmişti. Ablası aslında ilaçlarını hiç içmemişti. O gün kardeşini odasından ilaçları alması için bilerek çıkarmıştı sadece. İçtiği şey çok başka bir şeydi ve bu durum Poyraz'ın yüreğinden çok fazla şey koparıyordu.

Şimdi ise yirmi dokuz yaşındaydı, çok yakında otuzuna basacaktı ama içindeki bu yaranın keskinliğini bir türlü yüreğinden atamıyordu. Sanki kalbi her saniye biraz daha bölünüyordu. Bazı acılar ölümsüzdür, diye düşündü Poyraz. Ölümün acısı ölümsüzdü.

Geçmişte çok fazla oyalandığı için burnunda bir sızı hissetti. Neydi bu kalbinin içinde yanan, her saniye onu cayır cayır yakan hissin adı? Diliyle kuruyan dudaklarını ıslatıp başparmağının tersini burnuna sürttüğünde işittiği kelimeleri unutmaya çalıştı. ama kabul etmese de üzüldüğünü hissediyordu. Bazı insanlar, kelimeleri bir silah olarak kullanmayı çok iyi biliyordu. Poyraz bunu üstünde durmamaya çalışarak aracı tekrar çalıştırmak için anahtara uzandı lakin bakışları bu sefer yüzük takılan parmağına kayınca hareket etmeyi bıraktı.

En fazla bir yıl burada kalacak ve daha evlenmeden sürekli gitmekten bahseden bir kadınla evlenecekti.

Aklını kaçırmış olmalıydı.

Bunun zaten gerçek bir evlilik olmayacağını biliyordu. Ama bir şey vardı. Anlatamadığı, kelimelere bir türlü dökemediği ama ona her baktığında kalbinin içinde hareketlenen bir şeyler vardı. Yanlıştı. Biliyordu ama böyle hissetmekten de vazgeçemiyordu. Güzel bir histi.

Poyraz, ondan uzak kalamıyordu. Lakin Elvin bugün ona ondan uzak durması gerektiğini çok güzel öğretmişti. Bu kızın sinirlenince dilinin kemiği olmuyordu. Bir derdi vardı, Poyraz bunun farkındaydı. Ama Elvin anlatmamak için onun geçmişini tekrar ona yaşatacak kadar ne yapacağı kestirelemeyen biriydi. Bugün onun dediğini yapacaktı. Bahsettiği o lanet olasıca sınırını artık koruyacaktı ve çok istediği gibi akşama kadar onu aramayacaktı.

Daha fazla oyalanmadan direksiyonu çevirip aracı şirkete sürdü. Bugün Elvin için eve erken gelmişti. Tanıdığı çok iyi bir psikologdan onun adına randevu almıştı. Yardım etmek istemişti. Ama işitmediği laf kalmamıştı. Kendince doğruyu yapmaya çalışmıştı ama bunun yolu bu değildi. Kabul ediyordu. Bu konuda hatalıydı. Ama bir ikincisi olmayacaktı.

İş yerine vardığında aracı park etmesi için anahtarı çalışanlardan birine verip binaya girdi. Lobide onu gören herkes, duruşunu dikleştirip selam verdi ama Poyraz ilk defa hiçbirine yanıt vermeden yürümeye devam etti. Adımları sertti. Omuzlarındaki gerginlik adeta havayı kesip biçiyordu. Bastığı her yer alev alacak gibiydi. Bu durum dışarıdan bile fark edilmeyecek gibi değildi. Onun etrafa yaydığı gerginliğini hissedenler bir şey demeden geri çekildi ve gözlerini Poyraz'a değdirmemeye çalışarak işlerine döndüler. Poyraz sakin ve ılımlı bir adamdı ama sinirlendiğinde gözü hiç kimseyi görmezdi.

Asansöre girdiğinde tek yapmak istediği şey, doğruca odasına çekilmekti. Kapılar sessizce kapanırken içindeki öfkeyi biraz daha dizginlemeye çalıştı. Ama asansör, odasının bir alt katındaki katta açıldığında ileride Selim ile konuşan Görkem Soykan'ı görmek, bunu pek de kolaylaştırmadı. Aksine öfke birikintisine bir yenisini daha eklemişti. O adamı görmeye katlanamıyordu.

İçeri girenler Poyraz'a selam verirken Poyraz bir şey söylemeden asansörden çıkıp Selim'in yanına doğru ilerledi. Uzaktan Görkem'in "Elvin nasıl?" diyen sorusunu duyduğu anda tüm çenesinin kasıldığını hissetti. Hâlâ nasıl oluyor da Elvin'i sorabiliyordu? "Haysiyetsiz piç!" diye geçirdi içinden. Onu yumruklamamak için kendini zor tutuyordu.

Selim, Poyraz'ın geldiğini henüz fark etmemişti. Görkem Soykan'ın Elvin'i merak eden eski bir iş arkadaşı olduğunu düşünerek "Gayet iyi," diyerek yanıtladı sorusunu. "Gerçi son günlerde pek keyfi yok gibi ama o da Poyraz'ın işe gelmesine izin vermemesi yüzündendir. Aslında bugün gelecekti." Sanki etrafta Elvin'i arar gibi başını çevirdiğinde Poyraz'ı gördü. "Ah, Poyraz da geldi. O bilir."

Poyraz'ı gören Görkem anında gerildi. Gergin ama zoraki bir ifadeyle baş selamı verip elini uzattı. "Merhaba," dedi

Ama Poyraz onun selamını görmezden geldi. Bu durum Görkem'in havadaki elini yumruk olmasına sebep olmuştu. Poyraz'la duyguları karşılıklıydı. Ondan haz etmiyordu ve Elvin'in hayatında ne aradığını düşünüyordu.

Selim'e dönüp "Toplantı mı var?" diye sordu. Oysa Poyraz, Soykanlarla yapılacak her türlü toplantıyı reddetmişti. Babası bilerek yapıyordu. Aylin'le evlenip Demirkıranlarla iş yapmasına engel olduğu için Poyraz'a hâlâ öfkeliydi. Asıl böyle elinde silahla gezen adamlarla iş yapmasına engel olduğu için mutlu olmalı diye düşündü Poyraz. Öyle işlerden hayır gelmeyeceğini biliyordu.

Selim başıyla onayladı. "Amcam..." dediğinde cümleyi tamamlamasına gerek kalmadı. Poyraz ne demek istediğini çoktan anlamıştı.

Selim Poyraz'ın Soykanlarla neden çalışmak istemediğin ya da Görkem Soykan'dan neden bu kadar haz etmediğini anlamasa da bu konuda ona bir şey demedi. Kendince sebepleri olduğunu düşünüyordu. Kuzeni bu kadar diretiyorsa altında bir şey olabilirdi ama yine de Selim sorun çıksın istemediği için Poyraz'ın aksine iletişimi daha sağlıklı tutmaya çalışıyordu. Şu an ortamdaki gerginliğin farkındaydı, bu yüzden az önceki konuya gelip "Elvin niye gelmedi bugün?" diyerek konuyu değiştirdi.

Poyraz Görkem'in yanında Elvin'i konuşmak istemediği için "Keyfi yok, yarın gelir," diyerek konuyu geçiştirdi.

Tam o sırada Görkem, birden duraksayıp kendi kendine "Bugünün tarihi neydi?" diye sordu. Ardından cebinden telefonunu çıkarıp ekranına baktı. 16 Temmuz. Gördüğü tarih karşısında içten içe kendine küfretti. Son zamanlarda şirketin başında dönen sorunlar, sistemdeki ani açıklar, bir anda ortaya çıkan rakamsal hataları derken zihni darmadağınıktı. Unutmuştu. Gerçi hatırlasa bile bir şey yapamayacağının farkındaydı ama yine de tüm bu olanlara kapılıp bu günü unutmasının yanlış olduğunu düşünüyordu.

O sırada bir çalışan gelip Selim'e bazı dosyaları gösterince, Görkem bu kısa fırsattan faydalanmak istedi. Hafifçe Poyraz'a eğilip kulağına "Aklın varsa bugün ona bulaşmazsın," diye fısıldadı. Nefret ve öfke Poyraz'ın damarlarında hızla yayılmaya başladığında geri çekildi ve sert bakışlarını Görkem'e gönderdi. Onun bir şeyler bildiğini anlamıştı.

Selim araya girerek dosyaları gösterdi. "Benim şu evraklara bakmam gerek," dedi ve ileriyi işaret etti. "Siz isterseniz toplantı başlayana kadar benim odama geçin."

Poyraz her ne kadar Görkem ile yan yana kalmaya bile tahammül edemese de onun bildiği şeyleri öğrenmek istediği için Selim'in önerisini başıyla onayladı ve Görkem'in geçmesi için eliyle kapıyı işaret etti.

Görkem bir şey demeden geçip içeri girdi. Ardından Poyraz da odaya adım attı ve kapıyı sertçe kapatır kapatmaz ona doğru yürüdü. Hiç vakit kaybetmeden ellerini Görkem'in boğazına sardığında "Az önce ne demek istedin?" diye sordu hiç uzatmadan. Sesi öfkeden titriyordu.

Boynundaki parmaklar her saniye biraz daha baskı yapıp nefes almasını engellese de Poyraz'ın bir şeyler bilmediğinin farkında olmak Görkem'i gülümsemesini sağladı. Dudağının kenarı pişkince seğirdi. Elvin ona hiçbir şey anlatmamıştı. Evlilik oyunları sadece onu kızdırmak içindi.

Görkem biraz daha sessiz kalıp sırıtırken onu bu haline tahammül edemeyen Poyraz, "Cevap ver!" diyerek sesini yükselti. "Sen mi bir şey yaptın? Gebertirim oğlum seni, bu sefer elimde kalırsın piç herif!"

Görkem Poyraz'a hiçbir şekilde karşılık vermedi. Bunu yapmasına izin veriyordu. Ama bir süre sonra boğazını ezen baskıya daha fazla dayanamayacağımı anlayınca kısık bir sesle, "Boynumu bırakırsan... anlatacağım," dedi. Kelimeler ağzından adeta sürünerek çıkmıştı.

Poyraz yüzünde tek bir mimik oynatmadan onu sertçe geriye savurdu. Elini çektiği anda gözleri hâlâ keskin bir tehdit gibi onun üzerindeydi. "Konuş!" dedi sadece.

Görkem yere çömelir gibi eğildi, art arda kesik kesik nefesler almaya çalıştı. Ama ifadesinde tek bir pişmanlık kırıntısı yoktu. Hâlâ dudağında silmeyi bir an olsun düşünmediği o alaycı gülümseme vardı. Başını kaldırdı, bakışlarını doğrudan Poyraz'a dikti. "Oyununuzun farkındayım," derken kendinden fazlasıyla emindi.

"Az önce ne demek istedin!" Poyraz dişlerinin arasından konuştu. Görkem'in saçmalıklarını daha fazla dinlemek istemiyordu. Elvin hakkında çok fazla şey biliyor olması zaten yeterince kötüydü.

"Seni sevmiyor," dedi Görkem bu sefer. Poyraz bunu biliyordu. "Sevmeyecek de. Yoksa her yıl bu tarihte ortadan kaybolduğunu sana anlatırdı. Ama anlatmamış belli. Tahmin edeyim..." Başını hafifçe yana eğdi, kaşlarını sahte bir düşünce ifadesiyle kaldırırken oldukça eğleniyordu. "...yine öyle yaptı. Yine ortadan kayboldu. O yüzden bu kadar öfke dolusun değil mi? Sana hiçbir şey anlatmıyor diye deliriyorsun." Poyraz susmak zorunda kaldı. Haklı olması fazlasıyla can sıkıcı bir durumdu ve onu dövmemek için kendini zor tutuyordu ama her şeyi öğrenene kadar sessizliğini korumaya devam edecekti. Her şeye rağmen sabırlı bir adamdı.

Görkem ise kendisinin Elvin'in yanına artık yaklaşamayacağının farkında olduğu için her şeyi anlatmayı seçti. En azından bu adam onu akşam bir yerlerde bulur diye düşünüyordu. Her yıl olduğu gibi kendini yine öyle dağıtacaksa tek başına dışarıda kalmamalıydı. Başına bir şey gelebileceğini düşündüğü için konuşmaya devam etti.

"16 Temmuz ve 26 Mart," dedi sessizce. "Bu tarihlerde Elvin her zaman bunu yapar, kafasını dinler. Nedenini hiçbir zaman söylemedi. Ona istemediği bir şeyi yaptırmak imkânsızdır zaten..." Geçmişe dalar gibi olduğunda gözlerine keder yerleşti. Az önceki alaycı ifadesi kahvelerinden silinmişti. "Yanına kimseyi yaklaştırmaz. Yaklaşırsan ve onu konuşturmaya zorlarsan canına okur. Söylemek istemediği her şeyi söyler. Akşama kadar kafayı dağıtır. Gecenin bir vakti sarhoş bir halde toparlarım onu. Ertesi gün de hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam eder." Poyraz'a bir adım yaklaştı ve hemen önünde durdu. "Onu bu gece bul. Dediklerini umursama."

Poyraz, öğrenmek istediği her şeyi öğrenmişti. Geriye yalnızca yapması gereken son bir şey kalmıştı. Üst dudağını dişlerinin arasına aldı, başını art arda salladı, derin bir nefes çekip arkasını döndü. Ama yalnızca birkaç adım atabilmişti. Birden durdu, geri döndü ve yumruğunu kaldırdığı gibi Görkem'in suratına indirdi.

Görkem beklenmedik yumrukla savrularak yere yakın bir mesafede sendeledi. Ağzının kenarından kan sızarken başını kaldırdı, şaşkınlıkla Poyraz'a baktı. "Bu neydi şimdi?" diye inledi, başını kaldırıp şaşkınlık içinde Poyraz'a bakarken. Ona her şeyi anlattığı halde yumruk yediğine inanamıyordu.

Poyraz ise netti. Zerre pişmanlık duymuyordu. "Bunu çok daha önce yapmalıydım," dişlerinin arasından. "Bir daha Elvin'e yaklaşmayacaksın! Ona yaklaşırsan, onun canını biraz bile sıkacak bir şey yaparsan bu sefer seni benim elimden hiç kimse alamaz!"

Ardına bile bakmadan yürüyüp gitti. Görkem onu durdurmaya kalkmadı. Sadece arkasından "Rica ederim!" diye bağırmakla yetindi.

Bir eli patladığına emin olduğu dudağına gittiğinde yediği yumruğu ve daha fazlasını çok daha önceden hak ettiğini zaten biliyordu. Saklamak zorunda kaldıkları yüzünden berbat bir insana dönüşmüştü.

Söyleyeceği şeyler bu dünyada en sevdiği kişinin canını yakar diye korkmuştu ama yaptığı şeyler daha fazla canını yakmıştı. Görkem kendini asla affetmeyecekti.

***

Bakışlarım yanımda duran sigara paketine gidip geliyordu. Sigara içen biri değildim ama alkol alamayacağım için kafamı başka şekilde dağıtmak istediğimden taksiciye parasını verirken aynı zamanda sigarasını ve çakmağını da isteyip ondan en az beş paket alabilecek kadar daha para vermiştim. Ama şimdi içemiyordum bile.

Sigara paketine burun kıvırıp önüme döndüm. Tekrar denizi seyrettim. Ona her bakışımda derinlere dalıyor, sanki her şey geçip gidecekmiş gibi hissediyor, unuttuğumu sanıyordum. Ama bu, yalnızca birkaç saniyelik illüzyondu. Gerçek omzumun hemen arkasında nefes alıyordu.. Bugün berbat bir insana dönüşmüştüm. Hem de bunu en yanlış kişiye karşı sergilemiştim.

Denize bakıp "Eh, ne demişler; iyilik yap, denize at," diye kendi kendime söylenirken bu halime gülemiyordum bile. Dudaklarım kımıldadı, hepsi bu. "Ama ben dedim ona, ruh hastasının tekiyim ben dedim. Onu bile kırabileceğimi söyledim. O bana beyazla geldikçe ben ona siyahla gideceğimi hep ama hep söyledim. Onun hayatında kendimi kapkara hissettiğimi de söyledim. Kendi kaşındı."

Yaptığıma kılıf uydurmaya çalışarak omuz silktim ama bu iyi hissettirmedi. "Bir daha hayatta konuşmaz benimle, ben olsam benimle konuşmazdım şahsen. Yüzüğü suratına fırlatırdım. Herkese de bu geri zekâlı beni geçmişimden vuracak kadar vicdansız, onunla evlenmekten vazgeçtim derdim...." Sözlerimin doğruluğu beni üzüyordu. Niye bu kadar üzüyordu? "Ama o geri zekâlı benimle yine de evlenir," derken bu sefer geri zekâlı diye Poyraz'dan bahsediyordum. "Gereksiz fazla iyi biri, o kadar iyi biri ki benim gibi aptallar gelip kalbini kırabiliyor... O da çok masum değil ama şimdi..." dedim bu sefer üste çıkmaya çalışarak.

"Beni psikologa götürmeye çalışmak ne demek ya, hem de bana sormadan? Hakkı yoktu, tamam mı? Her seferinde sınırlarını geçip hayatıma burnunu sokmayı bırak dedim ona. Ama o inatla dinlemedi beni. Keçi kılıklı kodaman herif!"

Normalde bugün anneannem dışında hiç kimseyi düşünmezdim. Her zamanki gibi eki anıların içine dalar, zamanı onun yokluğuyla dondurmaya çalışırdım. Ama bugün ilk kez başkasını da düşünüyor, yaptığım yanlış yüzünden kendimi suçluyordum. Beni böyle bir hâle soktuğu için ona çok fazla sinirliydim.

Saatlerdir bu kayalığın üstünde oturuyordum. Hem kendime hem de Poyraz'a sövüp durdum. Bir müddet sonra bu konu üzerinde biraz daha durursam zıvanadan çıkacağımı tahmin ettiğim için anneannemin beni zorla yazdırdığı ama şimdilerde yüzümde minik bir tebessümle hatırladığım etkinliklere daldım.

Zorla yazdırdığı kurslar, elime tutuşturduğu boyalar, birlikte oynamadığımız ona da annesinden kalan geleneksel oyunlar... Hep bana bir şey katmak isterdi. Hayattaki en büyük gayesi buydu. Her alanda eğitim almamı sağladı. Çok yönlü, çok dilli, çok gezip gören bir kadın olarak yetiştirmek istiyordu beni.

İlk yemeğimi onunla pişirdim. İlk atı anınla sürdüm. Sekiz yıl boyunca çocuk oldu benimle, arkadaş oldu, sırdaş oldu. Her şeyim oldu.

Şimdi ise yoktu. Ben yine bir başımaydım. Sevdiğim herkes benden koparılıyordu ama ben hiçbir şey yapamıyordum. Ben sadece gidişlerini izliyordum. Herkes gidiyordu, ben kendime kalıyordum.

Dalgalar aşağıdaki sert kayalıklara hoyratça çarparken hava da kararmaya yüz tutmuştu. Telefonum kaldırıp saate baktım, sekize gelmek üzereydi ve birçok arama vardı. Çoğunluğu Poyraz'a ait olmakla birlikte geri kalanları ev halkından bazıları ve Görkem'e aitti. Hepsini görmezden geldim. Telefonu çantama tıkıştırıp önüme döndüm.

Gözlerimi kapatıp rüzgârın saçlarımı dans ettirmesine izin verdim. Sessizliği dinlemeye çalıştım ama bu durum çok da uzun sürmedi. Toprağı delecek kadar şiddette yere sürten lastiğin sesi, gözlerimi aralayıp omzumun üzerinden arkama bakmama sebep oldu.

Araçtan çıkan kişiyi gördüğümde kaşlarım kendiliğinden havalandı. "Sen?" dedim şaşkınlıkla.

Önce uçuruma baktı, sonra bana döndü. Sonra yine uçuruma baktı. Yeniden bana dönerken kafasını iki yana sallayarak yanıma yaklaştı. O bir şey demeden önce ben söze girdim. "Niye buradasın?"

Hemen yanı başımda durdu. Ben oturuyorken o ayakta durmaya devam ediyordu. "Asıl sen niye buradasın?"

Bedenimi ondan tarafa çevirdim. "Gidecek bir yerim yok," dedim, başımı kaldırıp mavilerine bakarken. Beni nasıl bulmuştu? Ve daha da önemlisi niye arama dediğim halde arayıp bir de üstüne yanıma gelmişti? Asla laf dinlemiyordu.

Yüzünü bana eğip net bir ifadeyle "Her zaman gidecek bir yerin var," dedi. "Her zaman da olacak. Ama inatla istemiyorsun. Niye? Niye istemiyorsun? Kendinle ne derdin var Elvin?"

Ona ve ailesine alışmak istemiyordum. Sorun buydu. Asıl mesele buydu. "Gerçekten Poyraz, niye buradasın?" Gözlerimi gözlerinden ayırmadan sordum..

Çenesiyle ileriyi gösterdi. Yana kaymamı istiyordu. Kayalığa dönüp baktıktan sonra ona döndüm. "Şaka mı yapıyorsun?"

Sahte bir gülümsemeyle "Kayarsan ne kadar ciddi olduğumu göreceksin," diye mırıldandı.

Gözlerimi devirdim. "Sen gitsene ya."

"Asıl sen kay Elvin." Etrafından dönüp dolaşabileceği bir yerde değildi. Yanımdaki taşlar çok daha yüksek ve dengesizdi..

Omzumu indirip kaldırdım çocukça. "Kaymıyorum."

Ama o pek tahammül edecek gibi değildi. "Sen kaymazsan kucağıma alıp ben yapacağım bunu," derken oldukça ciddiydi.

İşaret parmağımı ona uzatıp tehditkâr bir şekilde salladım. "Hele bir yap, bak bakalım sana ne yapıyorum ben."

"Kayıyor musun?"

"Kaymıyorum dedim. Gider misin başımdan!"

Ellerini iki yana açtı. Dizlerini hafifçe büküp "Benden günah gitti o zaman," dedi ve hemen ardından kollarını bana uzattı. Çabucak "Tamam ya, dur," diyerek araya girdim. Aynı zamanda ellerimi önümde tutarak onu engellemeye çalışıyordum. İnatçı herif! Gitmeye niyeti yoktu.

Yüzünde keyifli bir sırıtış canlandığında ona burun kıvırarak yana kaydım, oturması için yer açtım. Hemen geçip oturdu ve gözlerini denize çevirdi. Bir süre sessizlik oldu. İkimiz de önümüze bakıyorduk. Sonra o bu sessizlikten sıkılmış gibi "Güzel manzara," dedi.

Omzumun üzerinden ona baktım. "Nereden bildin buraya geleceğimi?"

Bana bakmadan konuştu. "Gitmeyi sevdiğin yerleri bilmiyorum," dedi bundan hoşlanmamış gibi. "Bu konuda hiç konuşmadık. Ama yalnız kalmak istediğini biliyorum. O yüzden de şansımı deneyip buraya geldim. Seninle ilgili bildiğim nadir yerlerden birisi burası."

Alaycı bir sırıtış yerleştirdim dudaklarıma. "Umarım yine intihar edeceğimi düşünmemişsindir," derken sadece ona takılmaya çalışıyordum ama sözlerim onu rahatsız etmiş gibi kaşlarını çattı.

"Düşünmedim. Bir daha öyle aptalca bir şeye kalkışacak kadar aptal olmadığını tahmin ediyorum."

Önüme dönüp kendi kendime mırıldandım. "Dedi bugün bana aptal diyen adam."

"Ne konuşuyorsun ağzının içinde?" diye sordu bıkkın bir ifadeyle.

Başımı omzuma yatırıp tatlı tatlı sırıttım. "Bu adam ne zaman gider acaba diyorum," dedim.

"Sen ne zaman gitmek istersen. Buradan tek başına nasıl dönmeyi planladığını sormak bile etmek istemiyorum. Aklını kaçırdığına eminim artık."

"Çattık ya!" Ellerimi bezgince havaya kaldırıp ona döndüm. "İyi, git ileride bekle o zaman."

"İyi," dedi o da uzatmadan. Bu beni şaşırtmıştı. "Biraz ileride bekliyorum. Ben yokmuşum gibi davran. Gitmek istediğinde de haber ver."

Yerinden kalktı. Söylediği gibi arkamızda kalan kayalıklardan birine geçip oturdu ve gözlerini benden kaçırdı. Konuşması ne kadar normal görünse de sesindeki mesafeyi anlayabiliyordum. Bana kızgındı. Ama ona sarf ettiğim tüm kelimelerime rağmen yine de benim için buraya gelmişti. Ne kadar büyük bir aptal olduğunu da tam burada, o taşın üstünde otururken ispatlıyordu.

Sırtımı ona dönüp yeniden denizi izledim. Dediği gibi o yokmuş gibi davranacaktım ama bu sandığım kadar kolay değildi. Her saniye varlığını hissediyor, içimde durmadan yükselen özür dileme isteğiyle dolup taşıyordum ama yapamıyordum.

Parmaklarımı saçlarımın arasına geçirip geriye doğru taradım. İki avucumu da kayalıklara yaslayarak başımı geriye bıraktım ve bedenimi biraz öne eğdim. Saçlarım rüzgârda dans ederken gözlerimi kapadım. Rüzgârın dokunuşunu tenimde daha net hissettim.

Anılar gözlerimde canlandı ama bu sefer görüntüler iyi değildi. Yaş on dört. Günlerden 16 Temmuz. Kumsala inmiş, orada tanıştığım birkaç kişiyle kumda voleybol oynuyorum. Biraz yüzmüştüm de. Çok güzel bir gün geçiriyorum sanmıştım. Biri benden hoşlanmıştı. Ben de onu beğenmiştim. Yarın yine gelmemi söylediğinde hemen kabul ettim ve bugün yaşadığım her şeyi anneanneme anlatmak için evime döndüm, belki de son kez. Gidebileceğim son yere son kez dönmüştüm.

Evin bahçesinin dışındayım. İçeri giremiyorum çünkü çok fazla insan var. Niye bu kadar çok insan var? Elimdeki çantam yere düştü. İçimi kemiren, yüreğimde ateş gibi yanan ve beni cayır cayır yakan bir acı sızladı her yanıma. Hareket edemedim.

Yürü Elvin. İçeri bak. Çok fazla insan var ama, giremiyorum. Olsun, hepsini kov. Kalabalığı sevmez anneannem de. Gidin evimizden de. Onu senden götürmemelerini söyle. Çünkü hissediyordu, çünkü ona bakan birçok acıyan gözde bunu görebiliyordu. Hayatının eskisinden de karanlık olacağını solan yanlarından anlayabiliyordu.

Beni tutmak isteyen, onu görmemi engelleyen herkesten kolumu kurtarıp çaresiz adımlarımı bahçe kapısından içeri doğru sürükledim. Etrafa baktım. Özellikle yere bakmadım. Etrafa baktım.

Yere bak Elvin.

Bakamam. Ölüyor gibiyim.

Ama baktım. Yere baktım. Yerde bir beden var. Anneanne dediğim kişinin bedeniydi. Ama neden? Neden ki? Neden yerdeydi?

Koştum. Ona koştum, yanına vardığım gibi kendimi yere attım. "Anneanne," dedim beklenti dolu sesimle onu sarsarak. "Aç gözünü. Bana bak. Ben geldim. Git eğlen dedin. Hava güzel, dışarı çık biraz dedin. Dediğin her şeyi yaptım. Çok eğlendim, yemin ediyorum ki çok eğlendim. Aç gözünü, sana bugün yaşadığım her şeyi anlatmam gerekiyor. Bana bak... Nolur..." Yalvarıyordum. Onu sarstığım halde hiçbir tepki vermiyordu. Oysa o gıdıklanırdı. Tiki vardı. Üstüne atladığımda gülmeden duramazdı ama şimdi gülmeyi geç, hareket bile etmiyordu.

Biri elini karnıma sararak beni anneannemin kucağından almaya çalıştığında "Bırak!" dedim bağırarak. Öyle bir feryat ediyordum ki etraftakiler de ağlıyordu. "Bırak beni, anneannem... Anneanne! Ambulansı arayın, nolur..."

Aramışlar. Öyle diyorlar ama çok geçti. Anneannem daha ambulansa bindirilmeden öldüğünü söylemişlerdi bana. Kalp krizi geçirmiş. Onu bulanlar çok geç bulmuşlar. Bunları söyledikten sonra gittiler. Hastaneye bile götürmediler çünkü ölmüş. Ölmüş? Nasıl ölür?

Cenaze işlemleri için başka bir araç gelene kadar anneannemin üstüne kapanıp gözünü açması için yakardım. Araç geldiğinde ve beni onun kucağından zorla aldıklarında arkalarından "Götürmeyin," diye yalvardım ama beni dinlemediler, götürdüler.

Onu benden götürdüler.

"Götürmeyin... Götürmeyin... Götürmeyin... Nolur götürmeyin..." Avuç içlerimi kulaklarıma bastırmış başımı iki yana sallayarak ağlıyordum. "Başka kimsem kalmadı, nolur götürmeyin."

Bir çift güçlü el kollarımdan tuttu. "Elvin," dedi beni sarsarak ama ona cevap veremiyordum. Tek söylediğim "Nolur götürmeyin," kelimelerinden ibaretti.

"Bana bak, bana bak Elvin. Aç hadi gözünü."

Başımı iki yana salladım. Uzun zaman sonra anneannem için ağlıyordum. "Hayır... Götürdüler. Niye götürdüler?"

"Kimi götürdüler?" diye sordu meraklı sesi. Anlamaya çalışıyordu.

Dudaklarım titriyordu. Kelimeleri dilimden dökemedim. Gözlerimi hafifçe araladığımda gördüğüm şey, bana korkuyla bakan bir çift mavi gözden ibaretti. "Götürüler," dedim bu kez ona bakarak.

"Kim?" dedi yumuşak bir sesle. "Canını bu denli yakan yaranın sebebi kim?"

Başımı omzumun üzerine yatırdığımda kimseye söylemediğim içimden kopan fırtınayı ona söylemek istedim. Dudaklarım bükülürken "Anneannem," dedim ağlayan sesimi kısmaya çalışarak ama başaramadım. Daha çok ağladım. "Onu götürdüler."

Başka bir şey sormadı. Nereye götürdüklerini anlamıştı. Ellerini kolumdan ayırdı ve bir çırpıda beni kendine çekti. Çenem omzuna yaslandığında ellerimi de beline dolandı. İçimden geldiği gibi hıçkıra hıçkıra ağladım. Onun bir eli başımdaydı, saçlarımı okşuyordu. Diğer eli sırtımdaydı. Uzun bir süre öyle kaldık.

Ağlamalarım kısılmaya başladığında "Anneannem gitti," dedim ona. "O da gitti. Niye herkes gidiyor?"

"Onlar gitmedi," dedi o da. "Kalbinde yaşıyorlar. Hep yanında olacaklar. Asıl unutursan giderler."

Çenemi omzundan ayırıp geri çekildim. Onu ikna etmek için başımı art arda iki yana sallayarak "Unutmadım," dedim kırık sesimle. "Yemin ederim ki bir an olsun unutmadım... Ama..."

Sözlerim yarıda kaldı, devam edemedim. Ama Poyraz konuşmam için "Ama?" diye yineledi söylediğimi. Sora biraz daha yaklaştı. "Yaralarını bana gösterir misin?"

Dudaklarım büküldü, başımı iki yana salladım. "İstemiyorum." Sesim fısıltıdan farksızdı. Burnumu çektim, hâlâ ağlıyordum..

Parmaklarını saçlarımın arasına geçirdi. "Elvin konuşmasan iyileşemezsin," dedi bunu anlamam için kelimeleri bastırarak. "Sen konuş. İstersen yarın duymamış gibi yaparım. Bu konuyu sen açana kadar asla açmam. Hareketlerini ayak uydururum. Ama sen yeter ki anlat."

Bakışları o kadar derindi ki, sözleri o kadar beni kendine çekmişti ki bir süre sonra "Anneannem on iki yıl önce bugün öldü," diye konuşurken buldum kendimi ağlamamaya çalışarak. "On dört yaşındaydım daha. Beni o gün zorla dışarı göndermişti. Hava çok güzeldi. Git eğlen dedi, ben de yaptım. O kadar pişmanım ki..." Gitmeseydim, evde olsaydım belki ölmezdi, yetişirdi hastaneye. "Eve geldiğimde bahçemiz bir sürü insanla doluydu. Bir şey olduğunu hemen hissetmiştim. O kadar korkuyordum ki adım bile atamıyordum... Ama gitmem lazımdı. Yanına gitmeliydim. Gittim..." Dudaklarımdan içimde kavrulan bir hıçkırık kaçtı. Canım yanıyordu.

Poyraz saçlarım arasındaki parmaklarını bu sefer yanağıma götürdü ve yaşlarımı sildim. "Tamam, sakin ol... Derin derin nefes al. İstersen sonra konuş."

Başımı iki yana salladım. Bir daha yapamazdım. "Anneannem... Yerdeydi," diye devam ettim gözlerine bakarak. "Hareket etmiyordu. Kalkması için çok fazla şey yaptım ama kalkmadı. Hastaneye bile götürmediler. Öldü dediler. Kalp krizi geçirmiş dediler. Geç kalmışım ona. Ben..."

Benim yerime o tamamladı sözlerimi. "Kendini suçluyorsun."

Başımla onayladım. "Kendimi suçluyorum." Annem öldüğünde de bebeğim öldüğünde kendimi suçlamıştım. Kendimi suçladıkça da kimseye bir şeyler anlatamamıştım. İçten içe, bile isteye tüketmiştim kendimi.

"Senin bir suçun yok, Elvin. Çocuktun daha. Dışarıda olmak en doğal hakkın. Bilemezdin."

Kabul edemiyordum bunu. "Hayır, bu doğru değil," diyerek başımı iki yana salladım.

"Anneannen kendini suçladığın için sana çok kızdığına eminim. On iki yıl boyunca bunu kendine nasıl yaparsın? Bu yükü sırtına nasıl yüklersin? Yapma bunu kendine."

Ona bir cevap veremedim. Haklı mıydı değil miydi anlayamıyordum. Yaptığım tek şey dudaklarımı dişleyip ağlamamı önlemekti. Bazı hikâyeler biterdi ve ona engel olamazdın. Bitmiş kitaba başka bir devam yazamazdın. Ama yine de kalemi elime alıp sevdiklerimle kendime yeni bir sayfa açmak, hikayeme orta yerinden değil, en başından anlatacağım başka bir kitap yazmak istiyordum, mutlu sonsuzluğun olduğu masallarda yaşamak istiyordum ama gidenler gelmezdi. İmkânsızlıklar da gerçekleşmezdi.

Bir müddet konuşmadık. İçimdekilerini birine dökmek ne kadar inkâr etmeye çalışsam da iyi gelmişti. Kendimi toparladım ve "Her sene yılın bugünü az önce anlattıklarım yüzünden kendimi kimsenin beni göremeyeceği bir yere kapatırım," dedim. Gözleri hâlâ bendeydi. Daha iyi olup olmadığımı anlamaya çalışıyordu. "Gece olana kadar hareket etmez, yıllar önce yaşadığım güzel anları hatırlarım. Ama bugün..."

Kuruya. dudaklarımı ıslatıp derin bir nefes çektim içime. "Bugün onun öldüğünü gördüğüm güne gittim..." Burnumun direği sızlamaya başladı. Elimin tersiyle yaşlarımı sildim. Şimdi ağlayamazdım. "Sırf o günü tekrar yaşamamak için bir şeyler içerdim ama bugün içmedim. Karaciğerim zaten berbat bir haldeyken bir de alkol alırsam annem de babam da babaannem de bana çok kızardı. Onları gittikleri yerde üzmek istemedim ama ben kaldığım yerde tükeniyorum. Bu çok büyük bir haksızlık!"

Güven verici bir tebessüm yerleşti dudaklarına. "Konuşarak da aşabilirsin bunu. Ama inat edip kendini kapatırsan içine attığın her şey bir gün öyle bir taşar ki, boğulursun Elvin. Bunu bir daha yapma bunu kendine."

"Kimseyle konuşmak istemiyorum."

Daha iyi hissetmem için bu sefer keyifli bir şekilde güldü.. "Ama benimle konuşuyorsun şimdi."

Kaşlarımı çattım anında. "Çünkü sen inatçı bir keçisin!"

"İyi geldiğini inkâr edemezsin." Gelmişti.

"Yok öyle bir şey. Çık artık şu hayal dünyandan."

Yüzümle geriye çekilmesini işaret ettikten sonra yavaşça yerinden doğruldu. Ondan sonra ben de yerimden kalktım ve ona bakmadan arabaya doğru ilerlemeye başladım. Bu kadar konuşmak benim için fazlaydı.

"Nereye?" diye bağırdı arkamdan.

Ona bakmadan "Arabayı sürersen eve," dedim ben de.

Kapıyı kilitlemediği için yan koltuğuna geçip oturdum. Birkaç saniye sonra o da kendi yerine geçti. Bana kayalıklarda bıraktığım çantamı uzatırken bir yandan da diğer elimdeki sigara ve çakmağı gösteriyordu. "Sen sigara mı içiyorsun?"

Çantamı ondan alırken sorusuna omuz silktim. "Alkol alamayınca bununla kafayı bulurum sandım ama sonra kokusuna bile tahammül edemediğim hatırlayınca vazgeçtim. At gitsin."

Başka bir şey söylemeden kemerimi takmamı işaret ettikten sonra arabayı çalıştırdı. "Son bir şey soracağım," dedi toprak alandan geri geri aracı çıkarırken. "Ama cevap vermek zorunda değilsin. Sadece o gün de yanında olmak istediğim için soruyorum bunu."

Ellerimi şakaklarıma götürdüm. "Ne soracaksan sor. Sonra beni sessizlikle yalnız bırak." Ağlamaktan başım ağrıyordu.

"26 Mart..." derken duraksadı. Bu tarihi duyduğum an oma döndüm hemen. "Annenle babanın öldüğü tarih miydi?"

Hayat bana bu yüzden hep Mart ayı.

"Sen..." dedim bocalayarak. "sen bu tarihi nereden biliyorsun. Kim söyl– Ah! Görkem..." Gözlerimi kapattım. İçimde yana şeyin adı öfke miydi, hayal kırıklığı mıydı bilmiyorum ama sinirlenmiştim. Görkem bunu bana neden yapıyordu? "O mu söyledi? Benden bir cevap alamadığın için onunla mı görüştün? Ben söylemediğim için o mu söyler sana sandın?"

"Ben kimseyle görüşmedim." Sesi sertti bu sefer. "Şirketteydi. Bir şeyler gevredi. Ben de ağzını aradım, o kadar. Her şeyin altında bir şey arama."

Dudaklarımı sıktım. "Boşuna aramışsın ağzını. Görkem hiçbir zaman bu tarihlerin anlamını öğrenemedi," diye mırıldandım önüme dönerken. Uçurum bölgesinden oldukça uzaklaşmıştık. Etrafta ormanlık alan vardı. "Bugün beni allak bullak etmeseydin sen de öğrenemeyecektin! Bütün gün ikimize de sövüp durdum ya. Hem de böyle bir günde."

Dudaklarının kenarına zorlama bir gülümseme yerleşti. Neden böyle söylediğimi az çok tahmin etmişti, bu yüzden o konuşmadan "Özür dilerim," diye araya girdim. Omzunun üzerinden anlamsız gözlerle bana baktı. "Bugün söylediklerim için... O şekilde konuşmamalıydım."

Gözlerini benden çekip yola odaklandı. Gülümsemesi silinmişti. "Sorun değil," dese de sesi aksini söylüyordu.

"Ben gerçekten sinirlendiğimde ne dediğimin farkında olmuyorum. Bu yaptıklarımı haklı çıkarmaz ama öyle. O an sadece gitmek istedim ve sen de... Anla işte. Aptallık ettim."

"Sorun değil dedim Elvin."

Bana bakmıyordu hâlâ. Elleri direksiyonu sıkı sıkı sarmıştı. "Ama öyleymiş gibi hissediyorum. Kalbini kırdım."

Bu sefer herhangi bir cevap vermedi. Ben de bir daha konuşmadım. Gözlerimi kapatarak başımı cama yasladım ve yolun bir an önce bitmesini bekledim.

Eve geldiğimizde hava çoktan kararmıştı. İkimiz de konuşmadan arabadan çıkıp eve doğru yürüdük. Kapının önüne geldiğimizde Poyraz zile bastı. Gözlerini bir kez olsun bana değdirmemişti. Açılan kapıdan birlikte içeri girdik. Ben ne yapacağımı bilmez bir halde dikilirken çalışanlar yanımızdan uzaklaştı. Poyraz odasının olduğu merdivenlere doğru ilerlemek üzereydi ama durdu. Bana doğru döndü. "Ne zaman konuşmak istersen seni dinlerim," dedi tebessümle. "Ama seni bir daha hiçbir şeye zorlamam, merak etme. Ben de özür dilerim. Sınırlarını geçmeyeceğim."

BÖLÜM SONU...

***

Ah be Poyraz...

Bölümü nasıl buldunuz?

Bu bölüm ikisine de çok üzüldüm. Geçmişlerinden kesitler gördük.

Poyraz ne olursa olsun Elvin'in yanın olmaya devam ediyor. Ona kırılsa bile. Elvin'i de anlıyorum. Bazı konularda hak vermiyorum ama anlıyorum.

Peki Görkem niye böyle bir şey yaptı?

Düğünümüze de az kaldı, şükür dediğinizi duyar gibiyim...

Poyraz ablasının mektubu ve annesi sayesinde kendini suçlamayı bıraktı ama Elvin'e bunu söyleyecek kimsesi yoktu. Sonra Poyraz girdi hayatına. Öyle işte...

Diğer bölümü de yarın yazmaya başlarım inşallah. Artık kendime o kadar güvenmiyorum ki dskgjsdkgdfhlfd

Kendinize iyi bakın,

Esen kalın...

Bölüm : 31.07.2025 22:58 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...