
Selam selam selam...
Yeni bölümle geldim. Bu bölüm biraz rolleri değişiyoruz. Umarım seversiniz.
Yorumlarınızı bekliyorum.
Keyifli okumalar...

19. BÖLÜM
ÖZÜRLERİN DE AÇAMAYACAĞI KAPILAR
Bazı anların telafisi olmazdı. Sözleri geri alamaz, attığın bakışları silemez, kırdığın kalbi tekrar onaramazdın. O ânı tekrar yaşayıp düzeltemezdin. Son pişmanlık fayda etmezdi. Etmiyormuş. Kırılan kalp eskisi gibi atmıyor, sana eskisi gibi bakmıyormuş.
O gün üzerinden iki hafta geçmişti. Temmuzun sonlarındaydık ve bir hafta sonra ameliyat olacaktım. Son zamanlarda her şey çok çabuk geçiyordu ama bir tek onun bana olan kırgınlığı geçmiyordu. Poyraz uçurumdan geldiğimizden beri artık eskisi gibi değildi. Buz gibi birine dönüşmüştü. Bunun tek suçlusu da bendim. Farkındaydım. Lakin farkında olmam hiçbir şeyi değiştirmiyordu.
Aile arasındayken oyunumuza devam ediyordu. En az benim kadar iyi bir oyunculuk sergilediğini söylemeden geçemeyecektim. Kimseye aramızdaki gerginliği hissettirmiyordu. Bunu yansıtmamakta o kadar iyiydi ki bazı anlar geliyor, ufacık bir temasıyla bile neredeyse beni bile beni sevdiğine inandıracak hâle getirdiği oluyordu. Ama sonra herkes dağıldığında ve baş başa kaldığımızda son iki haftada yaptığı gibi eski soğukluğuna geri dönüyordu. Bunu isteyen bendim, sınırlarımızı aşmayalım diyen bendim ama ne bileyim işte, arkadaşlığımızı da kesmesini istemiyordum. Onun arkadaşlığına alışmıştım. Koca bir aptaldım.
Benden uzak duruyor, soru sormuyor, ben konuşmadıkça konuşmuyor -öyle yapınca benim de konuşasım gelmiyordu- ben ona bakmadan bana bakmıyordu. Birkaç kez özür dileme çabasına girişmiştim ama beni dinlemediğini fark edince vazgeçmiştim. Bazı şeyleri öyle küçük bir özürle düzeltemeyeceğimi anlamam biraz zor olmuştu.
Eskiden bunu çok umursamazdım. Hatalı olmak umurumda değildi, dik başlıydım, özür kelimesini dilimin arasına pek almazdım. Şimdi ise yavaş yavaş o kabuğumun kırıldığını hissediyordum. Çünkü artık hatalı olmanın hayatıma nasıl yansıdığını umursuyordum.
Ben her konuda zor bir insan olmuştum. Özür dilemekte, derdimi anlatmakta, hayatımı paylaşmakta o kadar kötüydüm ki bunları yapamadığım her saniye biraz daha aksi kişiliğe bürünüyor ve biraz daha herkese karşı agresifleşiyordum. İnsanların bana gelmemesi için önüme set çekerken onların masallarda uzaktan görüp korkarak kaçtıkları evin sahibi olan cadıya dönüşüyordum. Herkesi kendimden kaçırıyordum.
Uçurumun başına gitmeden de öyle olmuştu. Poyraz’a bir şey anlatmamak için onu da kendimden kaçırtacak, artık beni gördüğünde yolunu değiştireceği o kişiye dönüşmüştüm. Onu bir an olsun düşünmeden bıçağı sırtında saklamış kelimelerimin üstüne bırakmıştım.
Arabadayken ondan bu yüzden uzaklaşmaya çalıştım, beni o gün için rahat bıraksın istedim. Çünkü korkunç bir insana dönüşeceğimi de, kalbini kıracağımı da, ne yaparsa yapsın ona bir şeyler anlatmayacağımı da biliyordum.
Ama böyle olmamıştı. Evet, yine aynı aptallığı yapıp onun kalbini kırmıştım. Ama ne o benim yanıma gelmezlik yapmış ne de ben bu sefer sessizliğe bürünmüştüm. İlk defa anlatmayacağım dediğim her şeyi anlatmıştım. Ben o gün Poyraz’a anlattıklarımı hayatım boyunca hiç kimseye anlatmamıştım.
Her zaman her iki tarihte de o gün yaşadığım gibi geçmişe gitmemek için zil zurna sarhoş olurdum. Ama o gün olamamıştım, mevcut hastalığım buna izin vermiyordu. Doktorum ameliyatıma kadar alkol almamı bir süre yasakladığı için bunun bana geri dönüşü berbat olmuştu. Kafamı dağıtamadığım gibi üstüne bir de kriz geçirmiş, kalbime yara olan geçmişimde ilmek ilmek gezinmiştim. Poyraz orada olup beni geçmişin pençelerinden çekip alırken hikâyemin bir kısmını anlattığım ilk, belki de son kişi olmuştu.
Anlattığım her şeyi harfi harfine dinledi. Günlerce inkâr etmeye çalıştım ama ona anlatmak bana o kadar iyi gelmişti ki, sanki içimde bir yerde biraz da olsa rahatladığımı hissediyordum. Anlatmak iyileştiriyormuş. Bazen sadece birinin senin suçun yok demesi gerekiyormuş.
Eve geldiğimizde bana istediğim zaman onunla konuşabileceğimi söylediğinde onun da bunun bana iyi geldiğinin farkında olduğunu anladım. Her şeye rağmen yanımda olacağını söylüyordu ve dediğini de yapıyordu. Onunla konuşursam beni yine can kulağıyla dinliyordu ama artık bana hiçbir şey sormuyordu.
Bilgisayarımın ekranını kapatıp masamdan ayaklanırken bakışlarım da istemsiz olarak cam bölmeyi kaydı. Stor perdeyi günlerdir açık bırakıyordum. Ama bunu neden yaptığımı, neden onun hareketlerini izlemek istediğimi hiç bilmiyordum.
Aramıza çektiğim perdeyi neden tekrar kaldırmak istediğimi bir türlü anlayamıyordum.
Poyraz saatlerdir yaptığı gibi hâlâ dosyaları inceliyordu. Yemeğe bile gelmemiş, evrakların içinde boğuşup durmuştu. Uzun zamandır üzerinde çalıştığı otel projesi yakın bir zamanda başlamıştı ve günlerdir bunun toplantıları sürüyordu. Önce Bursa’dan birkaç ekip gelmişti, sonra buradaki bazı şirketlerle görüşmeler olmuştu. Haftaya da Poyraz Bursa’ya gidecekti. Bunu sonunda birkaç gün önce İstanbul'a geri dönen Harun’dan öğrenmiştim. Bugün yemek sırasında bana eşlik ederken bahsetmişti.
Harun başta haftaya değdiğinde merakla kaşlarımı çattım. Tarihi karıştırıp karıştırdığını sordum. Gerçekten haftaya mı gidecekti? Harun ise emin olduğunu, geçen haftaki toplantıdan sonra diğer toplantının bu tarihe karar verildiğini söyledi.
Ama neden ki?
Ameliyatım için en iyi doktorları ayarlamaya çalışan, ben hastaneye gitmiyorum diye tedavilerimi evde sağlık çalışanı tarafından yapılması için her şeyi en ince detayına kadar düşünen bir adam; gerçekten haftaya, ameliyat olacağım gün yanımda olmayacak mıydı? O gün beni yalnız mı bırakacaktı?
Tamam, bana kızgındı. Haksızdım ve onu üzmüştüm. Çoğu şeyi ondan saklamıştım. Hastalığımı ilk öğrendiğimde ona söylemedim -çünkü her zaman her şeyi tek başıma halletmeye çalıştığım bir hayatım oldu- bazı tetkikleri gerçekleştirirken tek başımaydım ama sonuçlar belli olduğunda -iyi veya kötü hiç fark etmez- ona söyleyecektim. O gün vurulmasaydım bunu çoktan yapacaktım ama hiçbir şey bana göre ilerlememişti.
Ben bir sürü şey yapmış olabilirdim. Ama o buna rağmen hep yanımda olacağını söylemişti. Beni de buna inandırmıştı. Ona söylemiştim. Bana söz vermemesini, verirse şartlar ne olursa olsun ona güveneceğimi söylemiştim ama o her şeye rağmen bana söz vermişti. Şimdi ise gidecek miydi? Niye ki? Üzüldüğümü hissediyordum. Ne kadar iyi gibi görünmeye, küçük bir ameliyat diye kendimi avutmaya çalışsam da korkuyordum. İyi değildim.
Ama o burada olmayacaktı.
Peki. Sanırım bunun için şikayet etmek gibi bir hakkım yoktu. Tek başıma olduğumu unutmamam gerekiyordu. Sözlere inanmamam gerektiğini zaten biliyordum. İnanmak benim suçumdu.
Küçük siyah çantamı masanın üzerinden alıp odadan çıktım. Gün kendini çoktan akşam saatlerine bırakmış, çalışanların çoğu saatler önce çıkmıştı ama ben Poyraz hâlâ çalışıyor diye işim var bahanesiyle onun gibi gitmeyip çalışmaya devam etmiştim. Kaldığımı gördüğü halde bunu bana sormadı. Niye gitmiyorsun demedi. Kısa bir bakış atıp önüne döndü.
Başka bir zaman olsa çalışmak benim için sorun olmazdı, sabaha kadar uyumadan çalıştığım günler olmuştu ama hastalığım yüzünden şimdi bunu yapamazdım. Artık dinlenmem gerekiyordu. Bedenim yorulmuştu, ilaç saatimi de geciktirmiştim.
Çoğu ışığın söndürülmüş ve sadece loş ışığın hakim olduğu katta ilerlemek için birkaç adım attım ama devamını önünde durduğum odadaki kişi yüzünden getiremedim. Elimi kaldırıp kapı koluna uzattım. Acaba odadan çıktığımı fark etmiş miydi?
Hiç sanmıyordum.
Kapıyı açıp açmamakta tereddüt ettim. Eğer şimdi şu iki haftadan önceki halimizde olsaydık hiç düşünmeden yapardım bunu ama değildik. Sanki artık iki yabancıdan ibarettik.
Dudaklarımı dişleyip gerginliğimi ne ara sallamaya başladığımı bilmediğim sol ayağıma bıraktım. Gözümü kapatıp birkaç derin nefes egzersizinden sonra ne olacaksa olsun diyerek usulca kapı kolunu aşağı indirdim.
Kapıyı çok fazla aralamadım. Başımı içeri uzatacak kadar mesafe yeterliydi. Ona baktığımda hâlâ çalıştığını ve geldiğimi fark etmeyecek kadar kendini işe verdiğini gördüm. “Poyraz,” diye seslendim ne diyeceğimi bilemeyerek.
Sesimi duyduğu an kağıtların üzerinden benden yana baktı. Şaşırmış gibi durmuyor ya da herhangi bir tepki vermiyordu. Dümdüz bakıyordu. Ne var der gibi başını sallarken verecek cevap bulamadım. Ben böyle biri değildim ki.
Ben konuşmayınca bu sefer araya girdi. Elindeki kağıtları masaya bırakırken “Bir sorun mu var?” diye sordu.
Başımı iki yana sallayıp “Hayır,” dedim ama vardı. Aramızda kocaman bir sorun vardı. “Geç oldu, gelmiyor musun diye soracaktım. Yemeğe de gelmedin zaten. Açsındır şimdi.”
Biraz bana baktı. Bir şey anlamaya çalışıyor gibiydi ama sonra kağıtlarına dönerek sadece “Hayır,” dedi. “Sen git.”
Bugün onun arabasıyla işe geldiğimi unutmuş olmalıydı. Belki aramız düzelir diye arabamı onun evinde bırakmış ve bütün yolu onunla konuşmaya çalışarak geçirmiştim ama o bunu unutmuştu.
Peki.
Herhangi bir cevap vermedim. Geri çekilip kapıyı kapattıktan sonra topuklularımın yeri delecek kadar fazla ses çıkarmasına müsaade ettim. Gelmezsen gelme ya, hatta açlıktan düşüp bayıl. Umurumda bile değil, tamam mı!
Binadan çıkana kadar üstümdeki sinirin daha da yayılmasına engel olmaya çalışmadım ama dışarı gelince karanlığa yüz tutmuş caddeyle karşı karşıya kalmak, onun yerini gerçekten bir şey yiyip yemedi mi düşüncelerine bırakınca daha fazla hareket edemedim. İndiğim basamaklardan birinin üzerine oturdum. Zaten yukarıda çalışan Poyraz’dan ve içerideki gece bekçilerinden başka kimse yoktu burada ve hiçbiri de gelip burada oturarak ne yapmaya çalıştığımı sormayacaktı.
Caddeden geçip giden araçları izledim bir süre. Taksilerden birini durdurup gidebilirdim belki ama yapmadım. Gitmek istemedim. Neredeyse bir saat boyunca soğuk mermerin üzerinde oturup durdum. Eğer “Elvin?” diye bana seslenen sesi duymasaydım oturmaya da devam edecektim. Omzumun üzerinden arkamı döndüm, tepemde uzun zaman sonra bana bakarken düz bir bakış değil de şaşırmış bir şekilde bakan Poyraz’ı görmek biraz daha zorlasam beni gülümsetecek gibiydi.
Binanın aydınlatmalarından yüzünü net görebiliyordum. Basamakları inip önüme geçti. “Gitmemiş miydin sen?”
Sorusuna omuz silkip kenara bıraktığım çantamı alarak ayağa kalktım. Karşısında durduğumda bir şey arar gibi etrafa bakındım. Sonra kaşlarımı çatarak ona döndüm. Ardından başımı önüme eğerek kendime baktım. Aradığımı bulmuş gibi gözlerimi büyüttüğümde ona dönüp söylediğim şey yapma bir sırıtışla “Gitmemişim,” demek olmuştu.
Kaşları merakla havalandı. Ama bir şey sormadı. Neden gitmedin demedi. Yaptığım her şeyi sorgulamayı bırakmıştı. Sadece uzun uzun ama bomboş gözlerle suratıma bakıyordu. Ben konuşmadan da konuşmayacaktı. Yine aynı döngüye girmiştik. Dilimle kuruyan dudağımı ıslatırken başımı ümitsizce iki yana salladım. Başka bir şey söylemeden yanından geçip ilerlemeye başladım.
Aptaldım. Onu bekleyen koca bir aptaldım. Neden yapıyordum ki bunu? Suçluluk duygusu yüzünden kendimi kaybedeceğim şeyler yapmayı bir an önce bırakmalıydım. Eğer ona karşı söylemek istemediğim sözleri sarf etmeseydim bugünkü soğukluğunu bu denli umursamazdım. Birkaç konuşma çabamdan sonra yine böyle davransaydı ben de onun gibi kendi hayatımla ilgileniyor olurdum ama şimdi olmuyordu. Hatalı olmam buna izin vermiyordu.
Poyraz arabaların park edildiği yere değil de aksi yöne ilerlediğimi fark ettiğinde “Nereye?” diye seslendi arkamdan. Ah, demek ki soru sorabiliyormuş. Çok güzel!
Ona herhangi bir cevap vermedim. Sinirlerimi bozduğu için bu sefer ben onunla konuşmak istemiyordum. İki haftadır beni fena halde uğraştırdığı için bugünlük kendime veto hakkı vermeye karar verdim. Bu gece onunla daha fazla muhatap olmayacaktım.
Yoldan geçen taksilerden birini durdurmak için adımlarımı durdurup elimi kaldırdım. Tam o sırada birden diğer elimden tutulup çekilince hazırlıksız yakalandığım için sendeledim. Göğsüm Poyraz'ın göğsüne çarpmak üzereyken nefes alıp vermenin nasıl bir şey olduğunu unutmuş, aramızdaki yakın mesafenin beni etkisi altında almaması için onun neden böyle bir şey yaptığını düşünmeye çalışmıştım.
Poyraz tuttuğu elimi sırtıma yerleştirirken yüzünü yüzüme eğdi. “Senin derdin ne?” diye sordu bu durumdan sıkılmış gibi. Cevap veremedim. Yaptığım tek şey afallamış bir şekilde suratına bakmaktan ibaretti. Neden bu kadar yaklaşmıştı bana ve asıl ben neden böyle tuhaf hissetmeye başlamıştım? Nasıl hissettiğimi açıklayacak tek bir kelime bile bulamıyordum ama tuhaf hissettiğimi biliyordum. Sadece neden? Neden?
“Elvin…” Gözlerini kapattı. Dudaklarını birbirine bastırıp ıslattı. Tekrar bana baktığında biraz daha sakinleşmiş gibi “Ne istiyorsun?” diye fısıldadı yüzüme doğru. Benimle konuş istiyordum.
Gözlerinin içine bakıp “Bir şey istemiyorum,” dedim. “İzin verirsen gideceğim.”
Son cümleme kaşlarını çatıp kolumu serbest bıraktı ve bir adım geriledi. “Peki…” Dudaklarını büzüp başıyla yan tarafı işaret etti. “Git.”
Burnum kırıştığı sırada histerik bir gülümseme de dudaklarımdan firar ederken arkamı dönüp ondan birkaç adım uzaklaştım. Kollarımı birbirine geçirerek taksi beklemeye başladım. Ne hali varsa görebilirdi. Bir daha onu merak falan etmeyecektim.
Arkasını dönüp gideceğini sanırken bana doğru yaklaşması kaşlarımın çatılmasına neden oldu. Niye gitmiyordu? Bana git derken kendi niye kalıyordu? Az önce söylediklerini umursamadan hemen yanımda durdu. “Arabanla neden gitmiyorsun?” diye sordu ne yapmaya çalıştığımı anlamaya çalışır gibi, alnımı kırıştırarak omzumun üzerinden ona baktım. Unutmuştu.
“Canı sıkıldı, evinize kadar tur atmak istedi,” dedim alayla. “Şu an bahçenizde dinlenmekle meşgul olduğunu tahmin ediyorum, ben de rahatsızlık vermek istemedim.”
“Ne saç–” diyecek gibi oldu ama sustu. Sabah onunla geldiğimi hatırlamaya başladığını birkaç saniyeliğine kapattığı gözlerinden anlayabiliyordum. Ama buna rağmen bu konuda herhangi bir şey söylemedi. “Gidelim,” dedi sadece arabasını işaret ederek.
Omuz silktim. “Kendin gidebilirsin.”
“Aynı yere gidiyoruz Elvin. Zorlamasan mı artık?”
“Aynı yere gitmiyoruz,” dedim ben de ona. Sesim soğuktu. Anlamamış gibi kaşlarını çattı. “Sen kendi evine gidiyorsun. Ben de…” Yorgunca gözlerimi kapattım. Kendi evime hâlâ dönmeye cesaret edemediğim ve onun dışında gidecek başka bir yerimin olmaması gibi minik ayrıntıların varlığı ile karşı karşıya kalınca gerisini getiremedim.
“Sen de… Ne?” Gözlerimin içine baktı.
Ama ben bakışlarından kaçtım. “Senin için de sorun olmayacaksa…” dedim, sonra tekrar ona baktım. “daha önce kaldığım evde kalmak istiyorum… sadece birkaç gün.” Kalmak için bildiğim tek güvenli yer orasıydı. İkimizin de bir süre birbirimizden uzak durması iyi olacaktı. Her geçen saniye onu bunalttığımı düşünüyor ve bu yüzden de kendimi kötü hissediyordum. Böyle hissetmekten gerçekten çok yorulmuştum.
Siniri bozulmuş gibi başını sallayarak güldü. “Ne zamandan beri bana fikrimi sorar oldun?”
“Orası benim evim değil.” Sert çıkmıştı sesim. Artık ciddi anlamda sinirlenmeye başlıyordum. “Bana ait olmayan bir yere girmek için tabii ki sana soracağım. Ama tamam… Başka bir yer bulurum ben.”
Başka bir yer dediğim an bana öyle bir bakmıştı ki ilk defa bakışı beni ürkütecek düzeydeydi. Gözleri yanardağdan dökülen lav misali ateş saçıyordu. “Saçmalamakta sınır tanımıyorsun şu an.”
Sinirden kahkaha atmak istiyordum ama yapmadım. Onun yerine dudaklarımın kenarına alaycı bir gülüş yerleştirdim ve kendimi göstererek “Ben mi saçmalıyorum şu an?” diye sordum. Söylediklerimi onaylayacak gibi olduğunda tekrar araya girdim.
“Tamam, kabul ediyorum. Sana karşı saçma bir çok tavır sergilediğimin farkındayım. Ama ben en azından, senin aksine, bir şeylerin farkındayım, ben kendimin farkındayım, Poyraz. Ama sen değilsin.”
Beni bilerek mi üzmeye çalışıyorsun? Sen böyle biri değilsin ki, ya da ben yanlış mı tanıdım seni? Poyraz… Sen de benden bunaldın değil mi?
Bir adım atıp aramızdaki mesafeyi azalttı. Başını hafifçe yana attı ve “Çok güzel ya!” dedi sinirle gülerek. “Şimdi saçmalayan ben mi oldum?” Sorusuna cevap vermedim. Ne desem boşuna olacakmış gibi hissediyordum. Daha fazla kavga etmek istemiyordum.
Yaklaşan taksinin farlarını görüş alanıma girdiğinde, Poyraz’a bir daha bakmadan kaldırım kenarına biraz daha yaklaşıp elimi kaldırdım. Araç beni gördüğünde yavaşlar gibi oldu. Ama Poyraz bir anda elimden tutup beni kendine doğru çevirince diğer eliyle de araca yoluna devam etmesi için işaret verdi. Taksi durmadan tekrar hızlandı.
Yaptığına anlam veremediğim için kolumu ondan kurtarıp “Ne yaptığını sanıyorsun!” diyerek sesimi yükselttim. Sesim boş caddeyi inletmişti. Derdi neydi anlamıyordum. Ne gitmeme izin veriyordu ne de kalmama.
“Neden beni bu kadar zorluyorsun?!” dedi o da isyan eder gibi sesini yükseltirken. “Neden bana bunu yapıyorsun?!”
“Ben sana hiçbir şey yapmıyorum!” Ben uzun zamandır sadece ona ulaşmaya çalışıyordum. “Ama sen günlerdir sadece beni bir kenara itiyorsun. Hiç yokmuşum gibi davranıyorsun. Özür diliyorum, sorun değildi diyorsun ama sorunmuş gibi tepki veriyorsun.”
Her iki elimi de öfkeyle havaya kaldırdım. Parmaklarım titrer gibi olsa da bunu umursamadım. “Deme o zaman Poyraz. Sorundu de. Aptallık ettin de. Bunu düzeltmezsin de. Ben de ona göre davranayım. Ama yok…” derken son kelimeyi uzattım ve sinirle geri çekilip başımı geriye yatırdım. “Sen sadece ben yokmuşum gibi davranmaya devam etmek istiyorsun. Peki şimdi niye bunu yapmıyorsun? Şimdi niye beni rahat bırakmıyorsun? Asıl sen neden bana bunu yapıyorsun?”
İsyanım bir bomba misali aramızda patladığında bir süre sanki kelimelerimi tartıyormuş gibi sustu. Nefeslerimiz boş caddede birbirine karışıyor, aramızdaki sessizlik giderek ağırlaşıyordu. Sokak lambalarının yüzüne vuran solgun ışıklarıyla gözlerindeki yorgunluğu çok net bir şekilde görebiliyordum. Günlerdir doğru düzgün uyumuyor gibiydi.
Poyraz yüzüme bakmaya devam etti. Son iki haftadır içimde biriktirdiklerimin sadece bir kısmını anlatmıştım. Bakışları böyle hissedebileceğimi tahmin etmemiş gibi donuktu. Ama buna rağmen uzun bir sessizliğin ardından gözlerime bakarak söylediği şey “Sen istedin bunu,” demek olmuştu. Bunu alayla değil, gerçekten benim böyle istediğimi düşündüğü için söylemişti. Anlamamış gibi kaşlarımı çattım.
“Sınırlarına yaklaştıkça beni her seferinde geri püskürten de sana ulaşmak için küçük bir çaba gösterdiğimde bile kulaklarını tıkayan da hep sen oldun Elvin. Hep sen… Ne istediğini bilmiyorsun, bir şeylerin farkında olman da bu durumu değiştirmiyor.” Bir adım atıp aramızdaki mesafeyi azalttıktan sonra yüzüme doğru hafifçe eğildi. “Önce ne istediğine karar ver Elvin. Sonra da ona göre tepkini gösterirsin.”
Başımı belli belirsiz iki yana salladım. “Ben… ben ne istediğimi…” Biliyorum diyemedim. Bocalamıştım. Kelimelerim dilimin ucunda kaldı.
Yorgun gözlerini bana diktiğinde “Bilmiyorsun,” diye tamamladı cümlemi.
Bakışları içimdeki dilsiz harfleri uyandırmış gibiydi. Harfler sonunda bir araya gelebildiğinde “Biliyorum,” diyebildim bu sefer. Sesim pürüzlü bir tondaydı. “Ne istediğimi biliyorum ben…” Başımı hafifçe kaldırıp gözlerinin derinliklerine baktım. Oraya bakarsam beni daha iyi anlar diye düşündüm.
“Ben…” dedim. “Ben beni affetmeni istiyorum, Poyraz. Söylediklerimi telafi etmem için bana bir şans vermeni istiyorum. Aramızın yine eskisi gibi olmasını istiyorum ben Poyraz.”
Kimseye ikinci bir şansı veren bir insan değildim. Öyle olmadığım için de kimseden de ikinci bir şansı istemezdim. Kendi yoluma bakardım. Ama ilk defa birinden bir şans istiyordum ve bu durumdan zerre pişmanlık duymuyordum. Pişmanlık duyduğum tek şey ona söylediklerimdi. Bana yakışan bir davranış değildi, çok pişmandım. O da benim gibi ikinci bir şans vermeyen biri miydi, bilmiyordum. Eğer öyleyse anlardım onu ama bu durum yine de üzülmeme engel olmazdı.
Dudaklarını öne sarkıtıp başını hafifçe salladı. “Eskisi gibi,” dedi küçümser gibi. “Senin sürekli bir şeyler sakladığın, benim de her seferinde sindirip durduğum eskiler… Öyle olacaksak olmayalım hiç Elvin. Gerçi sen hâlâ yapıyorsun bunu.” Son cümlesini söylerken burnundan kısa ama keskin bir gülüş çıkmıştı. Ne söylemek istediğini anlamamıştım.
“Hâlâ da bir şeyleri saklamaya devam ediyorsun ama ben bu durumdan gerçekten çok sıkıldım. Sınırlarının ardında, benim sınırlarımı aşmadığın sürece sana karışmayı bırakıyorum. İstediğini yapabilirsin Elvin. Başka bir yerde mi kalmak istiyorsun birkaç gün?” Çenesiyle ileriyi işaret etti. “Kal Elvin. İstediğin kadar kal.”
Günlerdir, hatta haftalardır yaptığım şey onunla konuşmaya çalışmaktı. Neyden bahsediyordu? Neyi gizlemiştim ben? Kaşlarım yavaşça havalandı. “Senden bir şey saklamıyorum ben,” dedim öfkeye çalan bir tonda. Bir şeyleri sakladığımı düşündüğü için bana böyle bir cephe aldıysa, aklımı kaçırmam an meselesiydi.
“Emin misin?” dedi o da gülerek. Ama yüzünde mimiğin zerresi yoktu.
“Eminim,” derken nettim.
Dudak büküp “Öyle olsun,” dedi. Ama gözlerinden ikna olmadığı açıkça okunuyordu.
Onunla daha fazla tartışmak istemiyordum. Bu konunun üstüne gidip aklından neleri geçirdiğini sorarsam konunun da kavganın da daha fazla uzayacağına adım kadar emindim. Bu yüzden yanından geçip yönümü bu sefer arabasına doğru çevirdim. Nereye gitmek istiyorsam gidebileceğimi söylemişti, o zaman beni oraya kendi götürecekti. İstediğimi yapmamı söylediyse, o da bana ayak uyduracaktı.
Bir şey söylemeden peşimden geldi. Caddenin kenarında park halinde duran arabasının önünde durup ona döndüm. Kapıyı işaret ederek “Aç,” dedim. Boş boş bana baktı. “Kilidi diyorum, kilidi.”
Cebinden çıkardığı anahtarın düğmesine bastı, kapıların kilidi açılırken hafif bir tık sesi duyuldu. “Ne yapmaya çalışıyorsun?” diye sorduğunda gözleri merakla kısıldı. Az önce onunla gelmek istemediğimi gayet net bir şekilde belirttikten sonra şimdiki davranışlarıma anlam verememesi gayet normaldi. Ama onun bir an önce benim pek de normal biri olmadığımı anlaması gerekiyordu.
Omuz silkerek, “İstediğimi yapıyorum,” dedim kapıyı açıp aracın içine binerken. “Öyle demiştin.” Kapıyı kapatıp önüme döndüm. Poyraz, sabır diler gibi başını hafifçe kaldırıp iki yana salladı ve en sonunda pes ederek, aracın etrafından dolanıp kendi yerine geçti.
Anahtarı deliğinden geçirirken bana baktı. “Ne istiyorsun, nereye bırakayım seni?”
Motor sesi kulağıma ilişirken ona beklediği cevabı vermedim. Öbür eve gideceğimi düşünürken benim söylediğim şey “Acıktım ben,” demek olmuştu. “Yemek yiyeceğim bir yere götür beni.”
“Anlamadım?” Gözleri kısıldı. Bana boş boş bakıyordu hâlâ.
Sırtımı koltuğa yasladım. Başımı yan çevirerek omzumun üzerinden ona baktım. “Neyini anlamadın acaba?” dedim bıkkın bir şekilde. “Açım diyorum, aç. Saatlerdir senin yüzünden çalışıyorum burada.”
“Ben mi dedim sana çalış diye?” Başını iki yana sallayıp aracı hareket ettirdi. Söylenmesine rağmen itiraz etmedi. Yemek yiyeceğimiz bir yere gideceğimize emindim. Eğer eve dönmemizi söyleseydim onun bir şey yemeden odasına çekileceğini biliyordum. Kaç gündür bunu yapıyordu. Bunun için birlikte yemek yiyebileceğimiz bir yere gitmek istemiştim.
Dudak büktüm. “Demedin.”
Direksiyonu çevirirken kısa bir anlığına bana bakıp önüne döndü. “O zaman?”
“Ne o zaman?” dedim, bilerek anlamazlıktan gelerek. Bu tavrımın onu sinir ettiğinin farkındaydım.
Boştaki eliyle burun kemerini sıkıp “Ya sabır,” diye mırıldandı kendi kendine. Evet, kesinlikle sinirlerini bozuyordum. Tekrar bana baktı. “Sormadım say. Nereye istiyorsan gidelim.”
Zaferle gülümsedim. “Karnımı doyurabileceğim her yer olur. Takıl kafana göre.”
“Yemekten sonra nereye gideceksin?”
“Eve gideceğim,” dedim bu nasıl bir soru der gibi. “Başka nereye gidebilirim?”
“Hangi eve?”
“Senin evine.”
Direksiyon üzerindeki parmakları hafifçe kasıldı. İyice çıldırmışa benziyordu. Bunalmış biçimde “Hangisine?” derken öyle bir tonda söylemişti ki bunu, arabayı bir kenara çekip beni indireceğini bile düşünmüştüm. Bu adamın gergin halleri zerre çekilmiyordu.
“Hangisine olacak Poyraz? Ailenle kaldığına işte.”
Kırmızı ışıkta durduğunda bana döndü ve “Bilerek mi yapıyorsun?” diye sordu dayanamayarak. Gözleri ateş saçıyordu. Gülmemek için dudaklarımı birbirine sıkıca bastırdım. Sen benimle konuşmazsan ben de seni böyle konuştururdum.
“Yo,” dedim eğlenir gibi. Gözlerimi kısıp dudaklarıma şirin olduğunu düşündüğüm bir gülümseme kondurdum ve ona baktım. “Canımın istediğini yapıyorum. Sen dedin bunu.”
“Anladım,” dedi önüne dönerek. Başını hafifçe sallarken aracı tekrar hareket ettirdi. “Bilerek yapıyorsun.”
Eskiden olsa göz ucuyla bana bakıp gülümserdi ama şimdi gülmüyordu. Yüzündeki sinir bozucu ciddiyet, farların aydınlattığı yol kadar karanlıktı. Motorun hafif uğultusu şu an aracın içindeki tek sesti. Yüzümdeki gülümseme soldu. Yine başa dönmüştük. Aman ne güzel! O konuşmayınca benim de konuşasım gelmiyordu.
Bir müddet daha sessizlik aramızda sinir bozucu bir sinek gibi dolaştı. Biraz tahammül etmeye çalıştım ama sonra dayanamayıp, “Yarın... Pardon yarın değildi. Ertesi gün... geleceksin değil mi?” diye sorarak sineği aramızdan kovmaya çalıştım.
Omzunun üzerinden bana baktı. “Ertesi gün?” dedi sorarcasına. O an sorduğuma pişman olmuştum.
Kaşlarımı çatıldı. “Bunu da mı unuttun?” diye sordum keyifsizce. O gün ailesi tarafından yaklaşan sözde düğünümüz için birkaç şey alacaktık ama kendisi bunu unutuyordu.
Kısa bir sessizlikten sonra hatırlamış gibi “Haa…” dedi bana bakarak. “Benim gelmem gerekiyor muydu?”
Ona sert bir bakış atıp “Şaka mısın sen ya?” dedim. “Tamam, aramızdaki şey formaliteden ibaret olabilir ama farkındaysan ailen bunu bilmiyor. Tabii ki gelmen gerekiyor. Bütün gün çalışmaktan son kalan beyin hücrelerini de mi kaybettin sen?”
“Gelmem gerekiyorsa niye gelip gelmeyeceğimi soruyorsun o zaman?” Ağzının içinde homurdandı.
Gözlerimi devirmeden edemedim. “Tepkini görmek için ama sen… gelmeyi bırak, gideceğimizi bile unutmuşsun resmen.”
Direksiyonu tam tur çevirirken bana yandan bir bakış attı ve “Unutmadım,” diyerek üste çıkmaya çalıştı. Sonra tekrar yola odaklandı. “Benim gelmeme gerek olmadığını düşündüğüm için üstünde çok durmadım. Gerekiyorsa gelirim, tamam.”
“Lütfettiniz ya.” Histerik bir şekilde güldüm. “Zahmet olacak size.”
“Geleceğim dedim işte Elvin. Uzatmasan mı?”
Kollarımı birbirine geçirip “İyi!” dedim sitemli bir sesle. Sonra ona bir daha bakmadan kucağımdaki çantamdan telefonumu çıkardım ve maillerimle ilgilenmeye başladım. Onunla daha fazla konuşmak istemiyordum. Kendisinin bu durumdan memnun olacağına emindim.
Yol boyunca birkaç reklam kampanyası üzerindeki düzenlemeleri yapmaya devam ettim ve notlarım üzerinde durdum. Kendimi işe o kadar kaptırmıştım ki aracın durduğunu Poyraz’ın bana “Elvin,” diye seslenmesiyle anca anlamıştım. Ona döndüğümde bu sefer “Geldik,” dedi.
Bakışlarımı açık camdan dışarıya çevirdim. Bir restorana gelmiştik. Dışarıdan lüks bir yer olduğu belliydi. Her yer fazlasıyla ışıl ışıldı. Bazıları mekandan çıkarken bazıları da içeriye giriyordu. Bakışlarım telefonun ekranına kaydı. Saat çoktan onu geçiyordu. Normalde bazı yerler şimdiye kapanmış olsa da neyse ki bu tarz yerler gece on ikiye kadar açık olabiliyordu.
Poyraz’a bir şey söylemeden aracın kapısına yöneldim ama onun “Bunu da mı unuttun derken ne demek istedin?” diye sormasıyla elim kapı kolunun üzerinde kaldı. “Başka neyi unuttum?”
Bedenim ona döndürmeden başımı çevirdim. “Bugün işe seninle geldiğimi, arabamı evinde bıraktığımı unuttun. Ame…” Haftaya ameliyat olacağımı bildiğin halde toplantı ayarladın, onu da mı unuttun demek istedim ama vazgeçtim. Belki de hiç unutmamıştı. Verdiği sözleri unutmuştu belki de sadece.
Geçiştirir gibi elimi kaldırıp sallarken, “Neyse ya,” diye devam ettim. “Boş ver. Önemli değil, tamam mı? Gereksiz yere yükseldim sadece. Son zamanlarda biraz fazla gerginim.”
Hafifçe bana doğru eğilip “Yarım bıraktığın cümleni tamamla,” dedi. Kaşlarının arasındaki çizgi belirginleşmişti. “Başka neyi unutmuşum?”
Cevap vermek yerine elimdeki telefonu çantama atarak arabadan indiğimde hafif esen rüzgâr da tenimde gezinmeye başladı. Yaz akşamları rüzgârlarını seviyordum. Tüm günün sıcaklığından sonra çok iyi geliyordu. Böyle anlarda gözümü kapatıp esen rüzgârı tenimde hissetmeyi severdim ama şimdi bunu umursamadan açtığım kapıyı ardımdan kapattım ve mekâna doğru ilerledim. Poyraz’ın da indiğini kapanan diğer kapı sesiyle anlamıştım. Anahtarı valeye vererek peşimden geldi. Arkamdan bir iki kez seslense de adamlarımı durdurmadım. Cevap vermediğim için az önceki sorusunu yeniden soracaktı ama ben bu konuyu konuşmak istemiyordum.
Çünkü ona niye gideceksin demeye hakkım yoktu.
Beni görünce açılan büyük otomatik kapıdan içeri geçtim. Anında mekândaki klimalar dışarının sıcaklığını üzerimden çekip aldı. Gri beyaz karışık koridor karşıladı beni. Her iki yanımda da aydınlatmalar vardı ve yere uzunca kırmızı bir halı serilmişti. Topuklularım çıkaracağı sesi kesen halını üzerinde yürümeye devam ederken Poyraz hemen bir adım arkamdaydı.
Yanımıza siyah yelekli bir çalışan gelince durduk. “Hoş geldiniz,” dedi nazikçe. Başımı hafifçe eğip karşılık verdim. “Rezervasyonunuz var mıydı?” diye devam ettiğinde istemeyerek de olsa omzumun üzerinden Poyraz'a doğru dönmek zorunda kaldım. Neden rezervasyon isteyen bir yere getirmişti ki beni?
Önüme dönüp tam “Hayır, yok,” diyecek olmuştum ki Poyraz araya girdi. “Var,” dedi kısa ve net bir şekilde. “Poyraz Karaaslan adına iki kişilik bir yer olacak.”
Kaşlarım istemsizce çatıldı. Böyle bir şey beklemediğim için yeniden ona dönüp şaşkın bakışlarımı gönderdim. Ne zaman ayarlamıştı bunu?
Çalışan önündeki listeye baştan sona göz gezdirdi, en sonunda aradığını bulmuş gibi başıyla onayladı ve elindeki listeyi bir kenara bırakıp ileriyi işaret etti. “Buyurun, yerinize kadar eşlik edeyim,” dediğinde sessizce kabul ettim.
Birkaç masanın yanından geçtikten sadece üç masanın dolu olduğu teras bölümüne geçtik. En dışta aralıklı uzun kolonların olduğu yerde durduk. Garson “Burası efendim…. Çetin Bey özel olarak hazırlattı,” diyerek bana özenle hazırlanmış masayı gösterdi. Konum olarak çok güzel bir yerdi, tam boğaza bakıyordu. Boğazı saran aydınlatmalar gecenin karanlığını giyinmiş saatlerinde dışarı izlemek isteyen biri için güzel bir görsel şölen sunuyordu. Ortamdaki piyano sesi de bu zarif ambiyansı tamamlıyordu.
“Teşekkürler,” dedi Poyraz kısaca.
Çalışan “İyi eğlenceler efendim,” dedikten sonra yanımızdan uzaklaştı. O gidince gösterdiği masayı daha detaylı inceledim.
Teras kısmı içerisi kadar aydınlık değildi, loş bir ortam vardı ama bu ışıklandırma insanı rahatsız etmiyordu, aksine manzarayla birlikte inanılmaz güzel bir görüntü sunuyordu. Masanın üzerinde mumlar vardı ve gül yapraklarıyla süslenmişti. Tam ortasında da ince kristal vazonun içinde birkaç demet kırmızı gül bulunuyordu. Ben pembeleri severdim.
Poyraz'a döndüm ve “Farklı planların mı vardı?” diye sordum dayanamayarak. “Başkasıyla mı gelecektin?” İki kişilik yer olacaktı derken bunu daha önce ayarladığı belliydi. Masanın özenle hazırlanması da bunun kanıtıydı. Kendimi o an için fazlalık gibi hissetmiştim ve bu durum beni rahatsız etti. “Eğer öyleyse gidebilirim.”
Poyraz kaşlarını hafifçe çatıp yanımdaki sandalyeyi çekti. Sert ama sakin bir tonda “Aklından ne geçiyorsa…” derken oturmamı işaret etti. “...onu hemen oradan sil, Elvin.” Bir şey söylemeden itaatkâr bir şekilde komutuna uyup sandalyeye oturdum.
Sandalyemi düzelttikten sonra karşımdaki boşluğa geçti. Ona baktım ve düz bir sesle “Aklımdan bir şey geçmiyordu,” dedim yalan söyleyerek. İçimde masadaki bu düzenlemenin tesadüf olmadığına dair küçük ve inatçı bir şüphe kıpırdanıyordu. Tek başına yemek yiyecek biri böyle bir zahmete girmezdi. Ben o yemek yemedi diye saçma bir şekilde üzülmüş, sırf bir şeyler yesin diye böyle bahanelere sığınmışken tabii ki bu masayı gördükten sonra başkası ile yemek yemek için plan yaptığını düşünecektim. Ne bekliyordu ki?
Poyraz dirseğini masaya yaslayıp hafifçe bana doğru eğildi. “Öncelikle şunu anla, Elvin,” dedi açıklayıcı ama bir o kadar da sert bir sesle. “Ben seninle evleniyorum. Gerçek ya da değil, bunun hiçbir önemi yok. Evleneceğim tek kişi sensin.” Kelimeler dudaklarından dökülürken bu gerçeği unutmamam gerektiğini bana hatırlatıp durmaktan sıkılmış gibi duruyordu. Derin bir nefes verdi, ardından masayı işaret etti. “O yüzden böyle bir masaya senin dışında başka biriyle oturacağımı düşünmeyi geç, aklının ucundan bile geçirme. Ben öyle bir adam değilim. Ve sen…” Biraz daha öne eğilip gözlerimin içine baktı. “Sakın bana düşünmediğini söyleme bile. Gözlerinden anlayabiliyorum.”
Geriye çekildiğinde “Tamam, düşündüm,” dedim pes ederek. “Ama yani ben demeseydim yemek yemeye bile gelmeyecektik ki. Bu durumu planlamamıştık. Ve görüyorum ki sen iki kişilik yeri çoktan ayırtmışsın bile. Pardon da…” Kaşlarım havalanırken başımı iki yana salladım. “Hangi ara?” Hesap sormuyordum. Sadece gördüklerim yüzünden böyle düşünmemin normal olduğunu açıklamaya çalışıyordum.
Ellerini saçlarının arasına geçirip bana baktı. “Burası arkadaşımın yeri,” dediğinde bunu beklemediğim için gözlerim hafifçe büyüdü. “Telefonunla ilgilendiğin sırada kendisine seninle buraya geleceğimi mesaj attım. Kim olduğunu biliyor… Bir de ben…” Cümlesini yarıda bırakıp umursamaz bir gülümsemeyle masayı işaret etti. “Pek böyle süslü masaların adamı değilim. Evleneceğim haberini benden değil de basından öğrenince benimle uğraşmak istediği için kendince böyle bir masa hazırlatma gereksinimi duymuş. O kadar.”
Arkadaşının benim kim olduğumu bilmesine şaşırmamıştım. Magazin sayfalarında boy boy fotoğraflarımız çıkmaya devam ediyordu. Benim şaşırdığım nokta bambaşkaydı. Ellerimi idrak etmek ister gibi havaya kaldırdım. “Şu an kuzenlerin ve Harun dışında bir arkadaşının olmasına şaşırmakla meşgulüm, bir saniye. Cidden mi?”
Gülecek gibi oldu ama kendini tuttu. “Yabani miyim ben? Niye arkadaşım olmasın?”
Abartılı bir ifadeyle “İşkoliksin,” dedim başımı iki yana sallayarak. “Kaç aydır tanışıyoruz ama yanında başka kimseyi görmedim.”
“Yoğunum çünkü,” dedi omuz silkerek. “Projeler üstünde çalışıyorum. Onlar da öyle olduğu için eskisi kadar sık görüşemiyoruz sadece.”
Onun hakkında bilmediğim çok şey vardı ve merak ediyordum. Sağ dirseğimi masaya yaslayıp yumruk yaptığım elimi çeneme yasladım. “Kaç arkadaşın var?” diye sordum merakla. Saçlarım yana doğru savruldu.
“Tanıdıkların dışında yakın iki arkadaşım var. Biri bu işletmenin sahibi, Çetin. Diğeri de Oğuz. Kendisi Ankara'da şu an. Buraya damlaması yakındır.”
“Kaç yıldır arkadaşsınız?” Gözlerimi merakla Poyraz’a diktim. Sorum dudaklarımdan çıkarken garsonlar tarafından önümüze tabaklar bırakıldı. Başlangıç olarak da gazpacho vardı. İspanya mutfağına ait, diğer çorbaların aksine soğuk servis edilen bu çorba; yaz günlerinin kurtarıcı lezzetlerindendi. İlk kez geçen yaz bir iş görüşmesi için İspanya'ya gittiğimde tatmıştım. Oldukça da beğenmiştim. Ama şimdi önümüze gelen bu çorbayı sipariş eden biz değildik. Sanırım bunu da Poyraz’ın arkadaşı özel olarak ayarlamıştı.
Poyraz garsona teşekkür edip onu gönderdikten sonra yine bana döndü ve “Oğuz'la kendimi bildim bileli yakınım,” diye yanıtladı sorumu. “Aynı yerde yaşadığımız için beraber büyüdük. Ama Çetin'le yurtdışında okuduğumuz sırada tanıştık. Şerefsiz herifin tekidir ama iyidir.”
Kıkırdayarak elimi çenemden ayırıp kaşığa uzandım. “Arkadaşın hakkındaki düşüncelerin inanılmaz gerçekten,” dedim alaycı bir gülümsemeyle. Saçlarımı kulaklarımın arasına sıkıştırıp hafifçe eğildim ve çorbadan bir kaşık alarak tadına baktım. Hafif ekşimsi tadı damağımda yayılırken gözlerim kısıldı. Değişik bir aroması vardı ama oldukça lezzetliydi. Daha önce yediğime yakın bir tattaydı.
Poyraz bir şey söylemek yerine sadece yüzüme baktı. Bir şey mi arıyordu, bir cevap mı istiyordu yoksa suratımda bir şey mi görmüştü anlayamıyordum. Tek yaptığı şey bana bakmaktı. Uzun uzun yüzümün her bir köşesini incelemeye devam edince, kaşığı masaya bırakarak doğruldum ve “Neden öyle baktın?” diye sordum en sonunda. Haftalardır ben ona bakmadan bana bakmıyordu bile.
Gözlerini kaçırdı benden, ardından başını hafifçe eğdi. Kaşığına uzanırken “Yok bir şey,” diye ağzının içinden bir şeyler geveleyip çorbasını içmeye başladı. Başka bir şey söyleme gereksinimi duymadığı için sessizlik yeniden aramıza giren sinir bozucu bir sineğe dönüşmüştü.
Yine de pes etmeyip “Güzelmiş,” dedim çorba için.
Bana baktı. “Öyle,” dedi gülümser gibi. “Çok güzel.”
“Sık gelir misin buraya?”
Başını hafifçe iki yana sallayıp tekrar yemeğine odaklandı. “Arada uğrarım.” Bana bakmadan söylemişti.
Rüzgâr bir tüy misali yanaklarımı okşuyordu. Temiz havayı ciğerlerime çektim. Çorbadan bir yudum alırken alttan bir bakış attım ona. Kulağımın arkasındaki saçlarım tekrar önüme düşmüştü. Onları düzeltmeden “Kiminle gelirdin genelde?” diye sordum merakla. Duraksadım sonra. Bunu neden merak ediyordum ki? İstediğiyle gelebilirdi, beni ilgilendirmezdi.
Soruma anlam vermemiş gibi bana baktığında gözlerimi kaçırdım. “Sohbet olsu–” diye konuştuğum sırada araya girdi.
“Ceyda’yla geldim birkaç kez. Bazen de tek gelirim.”
Aylin’le gelmemiş miydi hiç? Evet, Aylin onu aldatmıştı ama o olaydan önce neredeyse evleneceklerdi. Bir zamanlar onu seviyor olmalıydı, arkadaşının yerine sevdiği kişiyle gelmemesi tuhaftı. Ya da gelmişti ama yaşadıkları yüzünden bahsetmek istemiyordu.
Kaşığını masaya bırakıp, “Neyi bilmek istiyorsan sorabilirsin, Elvin,” dedi sırtını dikleştirerek sandalyeye yasladığında. Aklımdan geçenleri anlamış gibi bakıyordu.
Bakışlarımı kaçırarak “Bir şeyi bilmek istemiyorum,” diye mırıldandım ve kaşığa tekrar uzanıp çorbayla oynamaya başladım. “Sadece…” Sadece ne Elvin? Bunun cevabını ben bile bilmiyordum, ona nasıl söylerdim ki?
Ama Poyraz merak ettiğim şeyi anlamış gibi “Aylin’le buraya hiç gelmedim,” dedi. Başımı hızlıca kaldırıp ona baktım, gözlerime konmuş şaşkınlığın kanat seslerini işitebiliyordum. Gerçekten gelmemiş miydi? “Arkadaşlarımla pek anlaşamaz. Hatta Oğuz’la… Ankara’da olduğundan bahsettiğim arkadaşım… Anne tarafından kuzenler, buna rağmen araları kötüdür.” Hadi canım, diyecek gibi oldum ama kendimi tutup devam etmesini bekledim. “Birbirlerini sevmezler. O yüzden arkadaşlarımla gittiğim yerlere veya onların mekânlarına onunla gitmezdim.”
Rahatsız olmuş gibi yerimde kıpırdandım. Benden önce evlenmek üzere olduğu kadın hakkında bir şeyler söylemesi beni huzursuz hissettiriyordu. “Olabilir,” dedim verebileceğim en saçma cevabı verip yemeğime odaklanırken, diğer elimi masadan ayırıp kucağıma götürdüm. Baş parmağımla yüzük parmağımdaki evlilik teklifi ettiği yüzükle oynamaya başladım. Niye bu denli rahatsız hissettiğimi anlamıyordum.
Yine susmuştu, soracak sorum kalmadığını düşündüğü için yemeğiyle ilgilenmeye başladı. Ben konuşmadan konuşmayacak olması ciddi anlamda moralimi bozuyordu. Bu durum ne zamana kadar devam edecekti bilmiyorum ama bir yerden sonra çabalamayı bırakacağıma emindim. Bu kadarı bile benim için fazlaydı. Ben genelde yoluma devam eden biriydim ama şimdi yaptığım tek şey aynı noktada dikilip durmak, ona ulaşmaya çalışmaktı.
Çorbalardan sonra ana yemek olarak yine İspanya mutfağından bir şeyler geldi ama benim yiyecek iştahım kalmamıştı. “Bu durum ne kadar devam edecek?” dedim isyan eder gibi.
Başını iki yana sallayıp “Hangi durum?” diye sordu anlamamış gibi. Bu tepkisi sinirlerimi iyice bozmuştu.
Masanın üzerindeki peçeteyle dudaklarımı sildim. “Biliyor musun, boş ver!” dedim sinirden titreyen sesimle. Çantamı alarak ayaklandım. Afallarcasına başını kaldırıp bana baktı. “Doydum ben. Dışarıda bekleyeceğim seni.” Biraz daha yan yana durup sessizlikle savaşmak gibi bir niyetim yoktu. Tek başıma savaşması kolaydı ama yanımda o varken sessizlik sadece işkenceye dönüşüyordu.
Arkamı döneceğim sırada “Ne oldu birden?” diye sordu yerinden kalkarak, yanıma geldiğinde. Üzerimde başka bakışlar hissetsem de umursamadım.
Ona doğru bir adım atıp, başımı hafifçe geriye atarak işaret parmağımı yüzüne doğru uzattım. “Ciddi anlamda sinirimi bozuyorsun.”
Bir şey söyleme fırsatı bırakmadan arkamı dönüp ilerledim. Ardımdan seslenmesi umurumda bile değildi. Tüm çabama rağmen beni geride bırakmaya devam etmek istiyorsa keyfi bilir. Daha fazla uğraşmayacaktım.
Girdiğimiz büyük kapıdan kendimi dışarı attım. Etrafta pek fazla kişi yoktu. Birkaç kişi benim gibi mekandan çıkmış, valenin getirdiği araçlarıyla geri dönüyorlardı. Ama onlar benim aksime gayet mutlu görünüyorlardı. Biraz ilerideki büyük kolonun yanına gidip sırtımı yasladım. Araba burada olmadığı için beklemek zorundaydım. Kollarımı birbirine geçirerek Poyraz'ın çabuk gelmesini diledim. Başka eve gitmeyecektim. Onunla aynı yere gidecek, kendi benimle konuşmadan onunla bir daha konuşmayacaktım.
Birkaç dakika sonra arkamı döndüğümde Poyraz'ın kulağında telefonla kapıdan çıktığını gördüm. Gözleriyle etrafı tararken aynı zamanda telefondaki kişiye hararetle bir şeyler söylüyordu. Bakışları en sonunda bende durunca kaşlarını çatarak yanıma doğru yürüdü. Ona tekrar arkamı döndüm.
Yanıma yaklaştığında “Siktir git, Oğuz,” dediğini duydum. Bahsettiği arkadaşı olan Oğuz'la konuşuyor olmalıydı. Aylin’in kuzeni. “Gece gece belanı bende arama. Yarın konuşuruz.”
Telefonu kapatıp karşıma geçti. “Hani açtın sen? Niye çekip gidiyorsun?” Sesinde öfke yoktu ama bana kızmış gibiydi. Umursamadım. Omuz silktim sadece.
“Konuşmayacak mısın?” Yine cevap vermedim. Omuzlarımı indirip kaldırdım. Ona bakmamaya özen gösteriyordum. “İyi,” dedi bu sefer üstelemeyerek. “Keyfin bilir.”
Vale arabayı getirdiğinde ona bakmadan kendi yerimi aldım. Oturduğum âna kadar bana ters ters bakmaya devam etti. En sonunda başını hafifçe geriye atıp sabır dileyerek kendi yerine geçti.
Yol boyunca hiç konuşmadık.
Sanırım bu durum hep böyle devam edecekti. Bir daha benimle eskisi gibi konuşmayacaktı.
***
Dün Poyraz’la doğru düzgün yemediğimiz yemek sonrasında o benimle konuşmadan onunla konuşmayacağım diye kendimi ikna etsem de sabah uyandığımda bu kararımı yine bir kenara bırakırken buldum kendimi.
Eve geldiğimizde birbirimize konuşmadığımız halde çalışanlarla birlikte ilaçlarımı odama göndermişti. Artık damardan ilaç almadığım için hemşireyi göndermiştim. Sadece haplarım kalmıştı ve Poyraz'ın akşamki dozumu içmediğimin farkında olması bana kısa bir süre boş duvarı izletti çünkü benimle ilgili çoğu şeyle ilgilenmeyi bıraktığını sanıyordum.
Gece yaptığı harekete gülümseyecek gibi olmuştum ama ona sinirimden bunu hemen engelledim. Şimdi ise uyandığımdan beri o sinire ulaşamıyordum. Bana karşı gösterdiği küçük bir hareket bile tüm duygularımı alaşağı ediyordu. Her şeyi unutuyordum. Ve şimdi yine aynı istekle dolup taşmıştım.
Aramızdaki buzları eritmek istiyordum.
Son bir çaba gösterecektim. Bundan sonra da keçi inadı devam edecekse onu gerçekten kendi halinde bırakmayı düşünüyordum. Böyle devam etmek istiyorsa bir daha ona karışmayacaktım. Ama o son çabayı yine de gösterecektim.
Sabah erkenden kalkıp kendimi mutfağa attım. Bütün herkes uyuyordu. Evin çalışanları bile ortalıkta yoktu. Bu fırsatı değerlendirerek rahat rahat hareket etmiştim. Tabii malzemelerin yerlerini bilmediğim için her birini tek tek arama çabasına girmemi saymazsak.
Hava yine çok güzeldi. Gökyüzünde tek bir bulut yokken ve güneş herkese yazın güzelliğini sunarken benden beklenmedik bir hareketle işe gitmek yerine Poyraz’ı pikniğe götürecektim. Belki de iş yoğunluğundan bu kadar gergindi, kafasını dağıtırsa iyi gelir diye düşünüyordum. Beni reddetme seçeneği için de Defne’yi kullanacaktım. Kaç gündür birlikte vakit getiremediğimiz için söyleniyordu. Hem bu sayede onun isteğini yerine getirecek hem de Poyraz’ı biraz yumuşatacaktım. Yani böyle olmasını umuyordum.
Keki ve poğaçaları fırına attıktan sonra üstümdeki önlüğü çıkardım. Tam o sırada mutfağın bahçeye çıkan kapısından Nurten abla girdi içeri. Başındaki eşarbı düzeltirken şaşkın gözleri beni buldu. “Bir ihtiyacın mı vardı hanım kızım?” dedi yanıma yaklaşarak. Temiz çalışan biri olmama rağmen etraf yine de biraz dağılmıştı. Buna biraz da mutfağın düzenine pek hâkim olmamam neden olmuştu.
Dağınıklığı işaret ettim. “Birkaç şey yapmak istedim de… Dağınıklık için kusura bakmayın.”
Gülerek başını iki yana salladı. “Ne kusuru hanım kızım? Temizleriz biz. Ama canın bir şey çektiyse bize söyle sen, hemen yaparız. Zahmet etme bu kadar.”
Musluğun yanına gidip elimi yıkadım. “Yapacağınızı biliyorum. Çok sağ olun. Gerçekten,” dedim omzumun üzerinden Nurten ablaya bakarak. “Ama ben kendim yapmak istedim. Poyraz’la kahvaltıyı dışarıda yapmak istiyordum.” Musluğu kapatıp önümdeki kağıt havlulardan birkaç tanesiyle elimi kuruladım. Nurten abla ise söylediğim hoşuna gitmiş gibi tebessüm ediyordu. “Siz sadece fırına bakıp bana bir sepet hazırlar mısınız? Ben de hazırlanayım o sırada.”
Ben elimdekini çöpe atarken Nurten abla “Tabii bakarım,” dedi keyifle. Ona minnetle gülümseyip “Çok teşekkür ederim,” dedim ve mutfaktan çıkarak soluğu odam yerine Defne’nin odasında aldım.
Defne genelde erken uyanırdı. Yine de kapısını iki kez tıklayıp yavaşça araladım. Kendimi odaya attığımda Defne'nin ellerini yumruk yapmış gözlerini ovuşturarak bana baktığını görmek dudaklarımdaki gülümsemenin yanaklarıma kadar tırmanmasını sağladı. Neyse ki yine erken kalkmıştı. Beni gördüğü gibi “Elvin!” dedi şaşkın ve bir o kadar neşeli sesiyle.
Kapıyı arkamdan kapattım. “Günaydın prenses,” dedim gülümseyerek pembe yatağına doğru ilerlerken.
Yatağın kenarına oturduğum gibi Defne kolunu boynuma doladı ve “Günaydın,” dedi o da. “Hatta çok günaydın!”
Kollarını yavaşça benden ayırdığında yanağına öpücük bıraktım. “Senden minik bir ricam olacak.” Gözlerimdeki istekle minik ellerine uzanıp tuttum. “Bana bir konuda yardımcı olur musun?”
Bunu duyduğuna sevinmiş gibi hızla başını aşağı yukarı salladı. “Tabii ki olurum!” Ellerimi bırakmadan yatağın üzerinden ayaklandı. “Ne oldu ki? Hemen anlat, hemen!”
“Amcanla dışarı çıkmak istiyorum ama…” Oflarcasına nefesimi bırakıp gözlerimi kaçırdım. “ben söylersem hayatta gelmez. Sen yapsan olur mu?”
Kaşları çatıldı. “Küstünüz mü ki?”
Verecek bir cevabım yoktu çünkü bilmiyordum. “Amcan çok çalışıyor bu aralar. Biraz kafasını dağıtması gerek.”
Merakla açtığı gözleriyle “Kafa oyuncak gibi dağılır mu ki Elvin?” diye sormasıyla istemsiz bir şekilde gülerken buldum kendimi.
Burnunu sıkıp “Bu öyle dağılmak değil, prenses,” dedim. “Dinlenmek gibi.”
“Haa!” Anlamış gibi başını salladı. “Kafamız çok çalışırsak yorulur. O yüzden dinlenmemiz gerekir, değil mi?”
Gülümsedim. “Aynen öyle. O yüzden eğer sen de gelmek istersen sen, ben, amcan beraber dışarıda piknik yapabiliriz. Annenle ben konuşurum. Hayır demez.”
Gözleri ışıl ışıl parlarken “Çok isterim, çok isterim!” diye neşeyle bağırarak yerinde zıplamaya başladı. Elimi bıraktı. Kendini yataktan atıp kapıya doğru koşturdu. Yeşillerindeki ışıltıyla bana dönerken “Ben hemen amcamı ikna edip geliyorum,” dedi ve bir şey söylememe fırsat vermeden kapıyı açarak odadan çıktı.
Arkasından gülerken buldum kendimi. Oturduğum yerden kalktım, odadan çıkacağım sırada Yağmur'un “Kızım, nereye?” dediğini duydum. Defne ona cevap vermeden üst kata çıkmıştı bile. Bir şey anlamayan Yağmur benden tarafa döndü. Göz göze geldiğimizde beni evin bu tarafında görmeyi beklemediği için “Elvin?” dedi meraklı sesiyle yanıma gelerek. “Bir şey mi oldu?”
Defne’nin kapısını arkamdan kapatıp “Hava güzel olduğu için Poyraz’la dışarıda piknik gibi bir şey yapmak istiyorum,” diye mırıldandım direkt konuya girerek.
Yağmur içten bir gülümsemeyle “Öyle mi?” dedi sarı saçlarını bileğindeki tokayla tepeden toplarken. “E çok güzel fikir bu, kafanızı dağıtırsınız. Hem ameliyattan önce iyi gelir sana.” Yüzümü inceledi, gördükleri hoşuna gitmemiş gibi kaşları çatıldı. “Ama senin yüzün niye asık böyle? Keyfin de yok gibi.” Elini destek vermek ister gibi omzumun üzerine koyup “Kendini kötü mü hissediyorsun?” diye sordu bu sefer panikle.
Endişelenmemesi için başımı iki yana sallayıp “Hayır hayır, bir sorun yok,” dedim. “Sadece senden Defne’nin de bizimle gelmesi için izin vermeni isteyecektim. Poyraz’ı ondan başkası ikna edemez.”
Kaşları belli belirsiz çatıldığında “Defne gelebilir tabii ki, sorun değil,” dedi. “Hatta evden çıkıp hava almasına çok mutlu olurum da…” Gözlerimin içine bir şey arar gibi baktı. “Sizin Poyraz’la aranızda bir sorun mu var? Niye sadece Defne ikna edebilir dedin?”
Sorunumuzu ona yansıtmamak için “Aramız iyi gayet,” dedim yalana başvurarak. En iyi yaptığım şeydi. “Sadece bu aralar kendini işe fazla kaptırdı. Otel projesi onu fazla yoruyor. Ama Defne onunla konuşursa ikna edebilir diye düşündüm.”
Yağmur bu durumdan memnun değilmiş gibi duruyordu. Sessizce iç çekip önce yukarıya çıkan merdivenlere baktı, “Bu çocuk insanı çileden çıkarır,” diye kendi kendine söylendikten sonra bana döndü. “Ne olursa olsun Elvin… Sana vakit ayırması gerekiyor, sen öylesine biri değilsin. Sen onun nişanlısının. Yakında karısı olacaksın. Üstelik hastasın da. Onun bunları, seni düşünmesi gerekirken… sen onu düşünüyorsun. İki gün çalışmayıversin, iş kaçmıyor ya.”
Onun gerçekten karısı olmayacaktım ve bu gergin halleri benim ona sarf ettiğim cümlelerden sonra olduğu için arttı diyemediğim için “Sorun değil,” diyebildim. “Ben de çok çalışan biriyim. Anlıyorum onu.”
Güldü Yağmur. Konuyu uzatmak istemediğimi anladığı için daha fazla üstelemedi. “Burada kaldığın bir ay boyunca bunu çok net bir şekilde gördüm, merak etme.”
Gülüşüne karşılık verdim. “Ben gidip hazırlanayım o zaman,” dedim sonra.
“Olur, hazırlan sen. Ben de Defne’ye bir çanta ayarlayayım. Boyalarını almadan bir yere gitmiyor, biliyorsun.”
Bilmez miyim der gibi kafamı sallarken merdivenlere yöneldim. Basamaklardan inmeden omzumun üzerinden döndüm ve “Minik bir Frida Kahlo doğurdun,” dedim tebessümle. “İnanılmaz yetenekli bir şey, bunu kesinlikle değerlendir.” Defne beş yaşında olmasına rağmen çok güzel resimler çiziyordu. Doğuştan yetenek denilen şeyin en büyük örneğiydi. İleride eğitim de alırsa neler başarabileceğini düşünemiyordum bile.
“Bu konuda eğitim almasını ben de çok istiyorum da…” Üzgünce başını iki yana salladı Yağmur. “Okula göndermeyi geç onu parka götürmeye bile ikna edemiyorum hâlâ. Okulların da açılmasına az kaldı. Bakalım, şansımı deneyeceğim tekrar ama hiç ümitli değilim. İnsanlardan kaçmaya devam ediyor.”
Kaçırılma olayından sonra Defne yabancılarla aynı ortama girmek istemiyordu. Bu evde kaldığım bir ay boyunca ben de onunla birkaç kez konuşmayı denemiştim ama nafileydi, beni de dinlenmekte kararlıydı. Yine de bir şekilde onun kabuğunu kırmamız gerekiyordu. Bu yaşında kendini kapatırsa ileride çok fazla zorluk yaşardı.
“Halledeceğiz, merak etme.” Yağmur'a destek olmak ister gibi gülümsedim. “Ben onunla konuşmaya devam edeceğim, bir yerden sonra kabul etmek zorunda kalacak.”
“Umarım,” dedi iç çeker gibi. Ardından Defne’nin kapısın açıp çenesiyle gitmemi işaret etti. “Hadi sen de git. Poyraz kabul ettiyse bile beklediği için her an vazgeçebilir.” Odadan içeri girdiğinde artık kendi kendine konuşuyordu. “Bu çocuk kime çekti anlamadım ki.”
Merdivenlerden çabucak inip evin karşı taraftaki merdivenlerine yöneldikten sonra saniyeler içinde kendimi kaldığım odaya attım. Uyanır uyanmaz saçımı makyajımı halletmiştim, sadece giyinmem gerekiyordu. Gardırobu sonuna kadar açıp ne giyebilirim diye düşündüm. Hava sıcak olduğu için tercihim elbiseden yanaydı. İlk önce elim diğer evde kaldığım zamanlar Poyraz’ın aldırdığı çiçekli elbiselere gitti eli ama çabucak bundan vazgeçtim. O benimle konuşmadığından beri bu elbiseleri giymiyordum. Bugün de konuşmazsa bir daha da giymeyecektim.
Biraz daha oyalandıktan sonra en sonunda ince askılı beyaz puantiyeli mavi bir elbiseye karar kılıp giyindim. Dizlerimin biraz altına geliyordu. Göğüs kısmından belime kadar lastikli olan elbise, aşağıya doğru genişliyordu. Böyle bir şeyi ne zaman aldığımı hatırlamıyordum bile ama üzerimdeki nostaljik görüntüsü hoşuma gitmişti.
Beyaz sporlarımı giyindikten sonra odadan çıkacaktım ki aynadaki saçlarım görüş alanıma girince durdum. Açık bırakmıştım ama sanki bir şeyler eksik gibi duruyordu. Çekmeceleri açıp ne takabilirim diye göz gezdirdikten sonra gözüme değen üzerimdekiyle aynı renkte olan fuları yerinden çıkardım. Aradığım eksiklik tam olarak buydu.
Uzayan perçemlerimi ayırarak saçımın kalan kısımlarını fularla aşağıdan hafifçe bağladım. Perçemlerimin daha iyi görünmesi için onları biraz daha düzelttim ve artık tamamdım. Her şey bittiğinde kendimi baştan aşağı inceledim. Bu halimin hoşuna gittiğini kabul etmemek mümkün değildi. Her ne kadar yıllarca bunu hayatıma pek yansıtmasam da nostaljiyi severdim.
Küçük hasır çantamla birlikte odadan çıktım. Umarım Defne Poyraz’ı ikna edebilmiştir, yoksa tüm çabam boşa gidecekti. Bunu istemiyordum. Ona ulaşmak için göstereceğim son çabayı da tek kalemde silip görmezden gelmesini istemiyordum.
Merdivenlerden hızlıca indim, diğer merdivenlere mi geçip yukarı çıksam yoksa salonda mı beklesem diye ikileme düştüğüm sırada arkamı dönmemle Poyraz’la göz göze gelmem bir oldu. Büyük salondan yanıma doğru yürüyordu. Etrafta bakındım, Defne’yi aradım ama kimse yoktu.
Yüzüm düştü. Poyraz'ın üzerinde mavi gömlekle krem bir pantolon vardı. Pikniğe gidecek gibi değil de, daha çok hep işe gittiğinde giyindiği gibi duruyordu. Gelmeyecekti. Sanırım Defne kozum da işe yaramamıştı.
Önümde durduğunda beni baştan aşağı inceledi. Şaşırsa bile bunu belli etmiyordu. “Gelmeyeceksin, değil mi?” dedim onun konuşmasına fırsat vermeden.
Soruma cevap vermeden “Bu piknik işi nereden çıktı?” dedi merakla bir ifadeyle başını sallarken.
“Bir şeyleri düzeltmeye çalışıyorum.” Sesim fısıltıdan farksızdı. “Ama sen izin vermiyorsun.”
Bakışlarında yumuşak, daha ılımlı bir ifade aradım ama yoktu. Dümdüz bakıyordu. “Defne’yi aramıza koyman doğru değil Elvin, bu şekilde hiçbir şeyi çözemezsin.”
“Kötü bir amaçla yapmadım…” Önüme düşen perçemleri elimle düzeltirken gözlerimi ondan ayırmıyordum. Her hareketimi özenle takip etti. “Sadece o ikna edebilir seni diye düşündüm ama…” dedim dudaklarımı ıslatarak, omuzumu indirip kaldırdığımda. “görüyorum ki bu da bir işe yaramamış. Gelmeyeceksin.”
Reddetmedi. Aksine, “İşimin yoğun olduğunu biliyorsun,” diyerek gelmeyeceğini onayladı. “Ama sen istersen bugün gelme. Defne’yle birlikte va-”
Daha fazlasını dinlemek istemediğim için “Boş versene ya,” diyerek araya girdim. Sesimin üzüntümü yansıtmasını engelleyemediğim için kendime kızmak istesem de bunu yapamayacak kadar üzgündüm. Buraya kadardı. Benden bu kadardı.
Yanından geçip gideceğim sırada kolumu tutarak “Elvin,” diye mırıldandı. “Gerçekten yoğunum.”
Başımı hafifçe kaldırıp gözünün içine baktım. Yeşillerimin her bir köşesinde üzüntümün soldurduğu çiçekler vardı. Solan her bir çiçekle “Bana bir keresinde demiştin ki…” dedim. “Şimdi bir kez olur, bugünü yaşamazsan onu bir daha hiç yaşayamazsın…” Merakla başımı iki yana salladım. “Niye yapmamı söylediğin her şeyin aksini yapıyorsun o zaman? Birine bir şey söylediysen onu önce kendin uygula, Poyraz. Hesap yapmaktan yaşamayı unuttuğumu söylemeden önce onu ilk kendin hatırla, olur mu?” Tuttuğu kolumu kendimi doğru çektim. “Şimdi gidebilirsin. Ben birkaç saate gelirim.”
Başka bir şey söylemeden yanından çekip gittim. Tam o sırada hangi ara geldiğinin farkında olmadığım Yağmur’un Poyraz’a “Sen koca bir aptalsın,” dediğini duyar gibi olsam da arkamı dönüp bakmadım. Ardımda kaldıkları için sonunda kendini özgür bırakan gözlerimle ilgilendim. Niye ağlama isteğiyle dolup taştığımı bilmiyordum, sadece ağlamak istiyordum. Saatlerce ağlamak istiyordum. Dolan gözlerim de bunun kanıtıydı.
Kendimi verandaya atıp basamaklardan ağır adımlarla indim ve çift kişilik bahçe salıncağına oturdum. Tek bir kişinin bile sesini duymak istemediğim için çantamdan kulaklığımı çıkarıp kulağıma taktım. Açtığım rastgele şarkının melodisi kulağıma dolarken gözlerimi kapadım. İçimdeki bu hüznün bir an önce benden uzaklaşmasını diledim. Ama olmuyordu, sanki bu yük beni hiç terk etmeyecek gibiydi.
Bundan kurtulmalıydım. Sancı gibi dört bir yanıma yayılan bu kanservari şey her neyse ondan kurtulmak için her şeyi yapmalıydım. Artık onun tavırlarının iki hafta önceki gibi olmayacağını anlamak zorundaydım.
Ama… Ama kırıldı sanki kalbim. Sanki onu avuçlarına verdim de bir an bile düşünmeden duvara fırlattı. Her parçam bir yere dağılmış, toplansa bile bir daha birleşmeyecekmiş gibi. Böyle hissediyordum. Ama buna hakkım yoktu, üzülmeye de sitem etmeye de hakkım yoktu. Ben istemiştim bunu. Öyle söylüyordu. Böyle olmasını isteyen bensem, o zaman üzülmek de hakkım değildi. Kendi düşen ağlamamalıydı.
Ama üzülüyordum işte. Çok üzülüyordum hem de ve o bunun farkında bile değildi. Kimse değildi. Kimse üzüldüğümü anlayamıyordu. Çok iyi gizliyordum. İnsan yıllardır üzülünce bunu nasıl belli etmemesi gerektiğini de öğreniyordu. Lakin belli etmemek üzüntünün varlığını silmiyordu. Sadece sen biliyordun.
Üzülüyordum ve bunu sadece ben biliyordum.
Sözlerimde hatalı olduğumu da, tanıştığımızdan beri ona çok fazla zorluk çıkardığımın da farkındaydım ama bana bunu düzeltmem için tek bir şans bile tanımıyorsa daha nasıl devam edebilirdim ki? Hayatım boyunca kimse için bu kadar çabaladığımı hatırlamıyordum. Daha ne yapabilirdim? Hiçbir şey yapmamamı istiyorsa, iyi. Bu saatten sonra yapacağım şey tam olarak bu olacaktı.
Hiçbir şey yapmamak.
Başımı geriye atıp salıncağın başlığına yasladım. Kulağımda Ayten Resul’den Bilmeden Oldu yankılanırken kendimi sözlerine teslim ederken buldum. Bu şarkının hiç sırası değildi. Diyordu ki; “Yeter artık sorma bana, kırma kalbimi... Söyledim ya sana, bilmeden oldu..” Sözlerin etkisiyle dudaklarımı büzüp burnumu çektim.
Derken birden yüzüme vuran güneşin sıcaklığının bir anda kaybolmasıyla karşımda biri varmış gibi hissettiğimden gözlerimi aralamak zorunda kaldım. Ardından başımı yasladığım yerden kaldırıp karşıma baktım. Doğru hissetmiştim. Karşımda biri vardı. Poyraz.
Neden gitmemişti?
Asıl soru, üstünü niye değiştirmişti? Üzerinde krem polo yaka bir tişört vardı. Ayakkabılarını çıkarıp benim gibi beyaz sporlarını giymişti.
Şaşkınlığımı bastırıp ne var dercesine başımı salladım. Eliyle kulağını işaret etti. Kulaklığımı çıkarmamı söylüyordu. Dediğini yapıp “Ne var?” dedim bu sefer en asabi halimle.
Az önce yaşananlar sanki hiç yaşanmamış gibi sakin bir sesle “Gidelim,” dediğinde histerik bir şekilde güldüm.
“Dalga geçiyorsun herhalde?”
Elini bana uzattı. “Oldukça ciddiyim.”
Uzattığı ele burun kıvırarak “Git başımdan,” dedim. Yağmur onunla konuştuğu için böyle yaptığını anlamayacak kadar aptal değildim. “Başkaları söyledi diye fikrini değiştirmen az önceki buz gibi tavrını silmiyor, Poyraz. Haberin olsun. O bahsettiğin yoğun işlerinle sana iyi eğlenceler. Dediğim gibi sonra geleceğim ben.”
Uzun zamandır yaptığı gibi yine üstelemeyip gideceğini sandım ama onun yerine tüm içtenliğinle “Özür dilerim,” dedi. Gözlerimi yanlış duyup duymadığımı anlamak için birkaç kez kırpıştırmak zorunda kaldım. “Seni kırmak istemedim.”
Bunun doğru olmadığını düşünüyordum. O yüzden yüzüne bakarak “Aslında bakarsan istedin,” dedim. “Seni kırdığım için iki haftadır yaptığın şey tam olarak buydu, Poyraz. Kırılmayacağımı düşünerek yaptın bunu. Ama…” Gözlerine daha net bakabilmek için başımı biraz daha kaldırdım.
“Yanılıyorsun. O yüzden beni tanıdığını söylerken en az iki kez düşün, olur mu? Çünkü biraz bile olsun tanımıyorsun. Kimse tanımıyor. Ben ne kadarına müsaade edersem o kadarını görebilirsiniz sadece.” Dün ve bugün gizleyememiştim kendimi. Bir yerden sonra yorulmuştum çünkü. “Dışarıdan duygusuzun teki gibi görünebilirim, bunlar umurumda değilmiş gibi davranabilirim ama umurumda Poyraz. Sen umurumdasın benim. Aksini düşündüğünü biliyorum ama sana değer veriyordum ben. Tüm çabam da bundandı.”
Göz pınarlarım yeniden akmak için siperde beklerken sesimin çatallaşmasına mani olamadım. Artık çok iyi saklarım dediğim duygularımı gizleyemiyordum. “Adın gibisin.” diye devam ettiğimde kısılan gözleriyle ne demek istediğimi anlamaya çalıştı. “Sinirlendiğinde veyahut üzüldüğünde o kadar sert esiyorsun ki ne devrilmiş neyi esip geçmişsin umursamıyorsun bile… Öyle olsun, önemli değil, tamam mı? Ben zaten yarın yine eskisi gibi olurum merak etme… Ama eskiden olduğumuz gibi olur muyuz…” Başımı iki yana salladım. “Pek sanmıyorum. Çünkü aramızın bir daha düzelmesini istemeyeceğim senden. Bu sondu.”
Birkaç saniye duraksadı. Ne diyeceğini bilemiyor gibiydi. Parmaklarını yorgun bir şekilde saçlarına geçirdiğinde hâlâ tepemde dikilmiş bir şekilde bana bakıyordu. “Ben istesem peki…” dedi sonra gözlerinde umut gördüğümü sandığım bir ifadeyle. “Olmaz mı?”
Bunu bana dün deseydi büyük bir hevesle kabul ederdim ama şimdi her şeyi kafamda bitirmişken bu gerçek mi değil mi emin olamadığım çabası hiçbir işe yaramıyordu. Kabul edeceğimi sanarak bana baktı ama onu yanıltarak “Olmaz,” dedim inatla. “Kendi isteğinle yanıma gelmedin Poyraz. Bu isteğin de tamamen şimdi sana söylediklerim yüzünden. Gerek yok yani.”
Ondan ters tepki beklemeye o kadar alışmışım ki “İyi, peki,” diyeceğini sanırken beni yine şaşırtarak “Var,” dedi. “Gerek var Elvin ve ben de bunu düzelteceğim…” Hafifçe yüzüme doğru eğildiğinde aramızda çok az bir mesafe kalmıştı. İçimden anlamlandıramadığım bir his geçti. Yakınlığı içimi titretiyor gibiydi.
“Ve ben… Kimsenin söyledikleriyle iş yapmam, Elvin. Buradaysam kendi isteğimle buradayımdır.”
Meydan okurcasına gözlerine bakarak “Ondan hiç emin değilim,” dedim. Yüzüme biraz daha eğildi. aramızdaki mesafeyi her saniye azaltıyordu. Kaçma isteği aklıma düşse de bun yapmadım. Yaptığım tek şey göz temasını bozmamaktı.
Kendinden eminmiş gibi “Bana güveniyorsun,” dedi bu sefer.
“Bak artık ondan da emin değilim. İyi oldu hatırlattığın.” Verdiği sözleri tutmayan birisine güvenmeyi bırakacaktım.
Bunu söylememi beklemediğinden gözlerinde şaşkınlık emareleri gezinmeye başladı. “Peki…” diye mırıldandı bunun üstünde durmamaya çalışarak. “Yine de benimle geleceksin.”
Omuz silktim. “Gelmek gibi bir düşüncem yok.” Artık yoktu.
“Ama benim var.” Tekrar eğildi. Her cümlesinden sonra böyle yaklaşacak mıydı bana? Benimle nasıl bir oyun içindeydi bilmiyorum ama geri çekilmek gibi bir düşüncem yoktu. O inatçıysa ben ondan daha inatçı olabilirdim.
Dudaklarımı büzerek “Ne yazık,” dedim. “Tek başına gitmek zorunda kalacaksın… Birine aynı teklifi ikinci kez yapmıyorum. Prensiplerime aykırı. Şimdi izin verirsen…” Çıkardığım kulaklığımı tekrar kulağıma taktım. “Müziğime geri dönmek istiyorum.”
Yüzümüz arasında kalan kısacık mesafeden yüzümü usulca inceledi. Fazla uzun bir incelemeydi ama kaçmadım. Yaptığım şey gözlerimi gözlerinde ayırmayarak pes etmesini beklemekti ve öyle de oldu. Nasıl bir tepki bekliyorsa onu bulamamış gibi yorgunca gözlerini kapatarak geri çekildi. Ardından bir şey demeden çekip gitti.
Artık şaşırmıyordum.
Kendimi yine müziğe bıraktım. Bu sefer üzgünlüğüme kızgınlığım da eklendiği için yerimde duramıyordum ve çalan şarkılar da beni sakinleştirmeye yaramıyordu. İki dakikada tüm ruh halimi alt üst etmişti. Ağzımın payını verdikten sonra dalga geçer gibi bir de gidelim dediğine inanamıyordum. Bu tavrından sonra onunla asla gitmezdim, gidersem benimle yine konuşmayacağını net bir şekilde görebiliyordum. Artık ben de gerekmedikçe onunla konuşmayacaktım. Hatalı olmayı da hissettiğim suçluluk duygusunu da umursamayı bırakıyordum.
Poyraz’la barışmak istediğim için iki hafta boyunca askıda bıraktığım işlerime geri dönecektim. Sırf aramızı düzeltmek için Görkem’le uğraşmayı bile bir kenara bırakmıştım. Vurulduğum ilk haftalar evde kaldığımda onların sistemlerine sızıp bütün verileri alt üst etmiştim. Bunu da Parazit’in yardımıyla yapmıştım. Gizli kapaklı bütün işlerinin şimdilik sadece bir kısmını görünür kıldım, bu bile onu bu zamana kadar güzel oyalamıştı. Karaaslanlarla toplantı yapmayı geç, bu sorunu çözmek için kafasını kaşıyacak zamanı bile olmadığına emindim. Şimdi tekrar uğraşacaktım, benim canımı yaktığına onu çok pişman edecektim.
Bir diğer hedefim de Demirkıranlardı. Onları da araştırmaya başlamıştım. Hatta Parazit geçen hafta bir şey bulduğu için beni aramıştı ama o sıralar tek derdim Poyraz’la aramızı düzeltmekti. Bundan ötürü bu konuyu daha sonra açmasını istemiştim. Fakat bu süre zarfında hiçbir çabam bir karşılık görmemişti. Bu saatten sonra yapabileceğim başka bir şey yoktu, intikam gayeme geri dönecektim. O adamı o kurşunu sıktığına pişman edecektim. Bütün karanlık geçmişini gün yüzüne çıkarmak için kendimi riske atmam gerekiyorsa bile bunu yapacaktım.
Derken ansızın minik bir el tarafından sarsıldığımı hissettim. Daldığım düşünceleri bir kenara bıraktığım gibi ayakta dikilmiş bana boncuk boncuk bakan Defne’ye döndüm. Üzerime sinen gerginlik varlığı ile yokluğa bulanırken kulaklıklarımı çıkardım. “Merhaba,” dedim tebessümle.
Minik ellerini havaya kaldırarak “Sonunda beni fark ettin,” dedi hafif tatlı bir sitemle. “Kaç kere seslendim sana.”
Kulaklığımı gösterdim. “Müzik dinliyordum, Defne’cim. Duymamışım. Üzgünüm.”
Dudakları arasında çıkan tatlı bir kıkırtıyla başını iki yana salladı. “Önemli değil tabii ki! Ama devamını şimdi dinleme, arabada beraber dinleyelim!”
Kaşlarım merakla havalanırken “Arabada?” diye sordum.
“E gidecektik ya?”
“Amcan gelmeyi kabul etmedi, başka zaman yapsak olur mu?” Gözlerimi kaçırdım ondan. “Zaten keyfim kaçtı benim.”
“Ben yakalarım onu merak etme,” derken oldukça ciddi bakıyordu. Gülme isteği ile doldum. “Hem zaten amcam da gelecek.”
Defne’nin gözünün bir bana bir arkama gidip geldiğini fark ettiğim an Poyraz’ın orada dikildiğini hemen anladım. Gittiğini sanmıştım ama gitmeyip üstüne bir de yapmamam gerektiğini söylediği şeyi kendi yapmaya başlamıştı. Defne’nin ellerine uzandım. Başımı hafifçe yana yatırırken “Kim gönderdi seni?” diye sordum Poyraz’ın da duyabileceği bir seste. Bilerek arkamı dönmüyordum.
Defne sorumla birlikte göz ucuyla arkama baktı ama sonra yeniden bana odaklandı. “Hmmm…” diye mırıldandı ne diyeceğini bilemeyerek. Ardından dişlerini göstererek şirin bir şekilde sırıttı. “Kimse desem…”
Ben de onun gibi gülümsedim. “Ben de maalesef ki inanmıyorum derim Defne’cim.”
Başını omzuna yatırdı. “Bilmiyormuş gibi yapsan… Olmaz mı?”
Başımı iki yana sallayıp cıkladım ve “Olmaz,” dedim.
“Hiç mi?”
“Hiç.”
“Yani gelmeyeceksin.”
Onu başımla onayladım. “Üzgünüm, dediğim gibi başka sefere yapalım. Hem bu sefer sadece ikimiz oluruz. Araya başka oyunbozanlar girmez.”
Defne çattığı kaşlarıyla arkama baktı. “Amcam yüzünden değil mi?”
Ona bir cevap vermeyip, bakışlarımı kaçırarak ağzımın içinden “Kendisi koca bir geri zekâlı," diye mırıldandım. Benim de ondan farkım yoktu.
Defne söylediğimi duymuş, üstüne ümitsiz bir ifadeyle “Aynı fikirdeyim Elvin,” bile demişti. “Amcam Tarık amcam gibi geri zekâlı olmaya başladı. Ben ona kızarım merak etme. Başka zaman da ikimiz piknik yaparız.”
Poyraz için söylediğine gülmemek için kendimi zor tutarken isteğini de “Kabul,” diyerek onayladım. “Sadece ikimiz.”
Bana doğru uzandı ve yaklaşmamı işaret etti. Komutuna uyup başımı hafifçe öne eğdim. Kollarını boynuma doladığında bana sarılmasını beklemiyordum. Beni saran minik elleri içimi sıcacık ederken, kulağıma yaklaşıp “Üzülme olur mu?” dedi.
Gülümseyen bir tonda “Olur, üzülmem,” dedim ben de.”
“Ama benim şimdi gitmem lazım. Amcam eliyle gel diye işaret yapıyor.”
Defne’yi gönderip kendi gelecekti. İstediği kadar bir şey söylesin, bugün onunla birlikte hiçbir yere gitmeyecektim. Defne’nin yanağına öpücük bırakıp yavaşça geri çekildim. “Tamam, sen git,” dedim sonra arkamı işaret ederek. “Sonra yine konuşuruz biz. Resim de çizeriz.”
Yerinde zıplayıp “Kabul!” dedi neşeyle. Ardından elini sallayarak yanımdan uzaklaşmaya başladı. Basamakları çıktığını işittiğimde Poyraz’a “Senin geri zekâlı olduğunu düşünüyor amca,” dediğini duydum. “Ben de öyle düşünüyorum. Onunla barışmadan sakın benimle konuşma.”
Güldü Poyraz. “Emir büyük yerden.”
Defne’nin sesi kesildiğinde birinin basamaklardan indiğini işittim. İnatla arkamı dönmemeye devam ediyordum. Tekrar kulaklığımı takacağım sırada Poyraz karşımda dikildi. Kulaklığımı kucağıma bırakıp, meydan okuyan bir tebessümle ona bakarken “Defne’yi aramıza koyman doğru değil, Poyraz,” dedim onun lafını ona iade ederek. “Bu şekilde hiçbir şeyi çözemezsin.”
Başını sallayarak “Haklısın,” dedi. “Başka şekilde yapmalıydım... Ve yapacağım da.”
Omuz silktim. “Umurumda değil.”
Elini bana uzattı. “Gelecek misin?” diye sordu son kez sorar gibi.
Çok net bir şekilde “Hayır,” dedim. Onunla daha fazla konuşmak istemediğim için yeniden kulaklığa uzandım lakin tam o anda “E benden günah gitti o zaman,” diyerek bana doğru eğildi ve hemen sonrasında daha ne olduğunu anlamama fırsat bile bırakmadan ellerini sırtıma ve bacaklarıma dolayarak beni kucağına aldı.
Dudaklarım arasından minik bir çığlık firar ettiğinde çoktan kucağında benimle birlikte ilerlemeye başlamıştı bile. Gözlerimi büyüterek “Saçmalıyorsun şu an,” diye söylendim yüzüne doğru. “İndirir misin beni?”
Yüzünü bana çevirdi. “Hiç sanmıyorum,” dediğinde ne yapmaya çalıştığını anlayamıyordum. Beni zorla mı götürecekti?
Verandanın basamaklarından yukarı çıktı. Evin içine girdiğinde “Poyraz!” diyerek sesimi yükselttim. Kucağından inmek için çırpınıp duruyordum ama öyle bir tutuyordu ki doğru düzgün hareket bile edemiyordum. “Bak indir beni, çok fena olacak.”
“Umurumda değil.”
“Telefonum yere düştü, bir sürü şey var içinde. İndir beni.”
“Bir şey olmaz.”
“İndir diyorum!”
“Ben de hayır diyorum.”
Tekrar konuşacağım sırada “Oha!” diye yükseldi bir ses. Yaprak’tı bu. “Eğer Elf gözlerim beni yanıltmıyorsa abim yengemi kaçırıyor şu an.”
Tarık’ın “Ne? Hani nerede?” dediğini işittiğimde nerede olduklarını anlamak için etrafa bakındım. O an bir masa dolusu insanın bize bakmasını beklemiyordum tabii. Neredeyse evdeki herkes buradaydı ve Poyraz hiçbirini umursamadan yanlarından geçip kapıya doğru ilerliyordu.
Nergis Hanım’la Yasemin Hanım henüz sofrada yoktu. Sevinç Hanım’ın uzaktan bile buruşturduğu yüzünü seçebiliyordum. Onun ve Ahmet ve Cengiz Karaaslan’ın da masada olduğunu umursamadan Poyrazı gösterip, “Beni şundan kurtarır mısınız?” dedim her birine yalvararak.
Tarık keyifle sırıttı. “Başımı yerinde seviyorum yenge, kusura bakma.” Uzaklaşsak bile arkamdan attığı kahkahasını duyabiliyordum. “Size iyi eğlenceler.”
Salondan çıkmadan önce Yağmur’un “Barışmadan gelmeyin,” dediğini, Defne’nin de “Amcam sonunda akıllıca bir hareket yapıyor,” dediğini duymuştum. Yağmur amcası ile böyle konuşmaması için ona kızarken Selim de Poyraz’ı destekliyordu. Anlaşılan her biri bugün yaşananlara hakimdi. Daha ne kadar rezil olabilirim merak ediyordum.
Hole yaklaştığında Nurten abla mutfaktan çıkmış şaşkın bir ifadeyle bize baktıktan sonra gülüşünü bastırmaya çalıştı. Herkes bulunduğum konumda oldukça memnun görünüyordu. Poyraz’ın “Kapıyı açsana Nurten abla,” demesiyle kapıya doğru ilerledi.
“Ya bıraksana beni, nereye gidiyoruz?”
Bana baktı. “Konuşacağımız bir yere.”
Ters ters baktım ona. “Konuşmak istemiyorum ben.”
“Ama ben istiyorum.” Yeniden konuşmama fırsat vermeden Nurten ablaya döndü. “Elvin’in ilaçlarını getirir misin? Bir de bahçede eşyaları olacak.”
Başıyla onayladı Nurten abla. “Getiririm şimdi… Sepeti de çocuklara arabaya yerleştirdi Poyraz oğlum.”
Nurten abla giderken Poyraz evden çıkıp basamaklardan inmeye başladı. “Ne sepeti?” diye sordum merakla. Arabaya doğru ilerlediğinde bana kısa bir bakış attı.
“Biri bugün mutfakta bir şeyler döktürmüş, ziyan olmasın dedim.”
Benimle gelmeyi reddettiği için kırgınlık ve üzüntüden hazırladığım şeyleri unutmuştum. Alnımdaki çizgiler belirginleşirken “O birisi ne kadar da salakmış,” diye söylendim. “Ve o birisi aynı zamanda şu an senden kurtulmak istiyor.”
Söylediğimi umursamadan başıyla birine işaret yaptı. Dönüp baktığımda Servet’in koşarak arabanın kapısını açtığını gördüm. Poyraz beni içeriye oturttuktan sonra ayaklarımı saran elini bıraktı. Geri çekileceği sırada ona doğru yaklaşıp “Sabrımı sınıyorsun,” dedim sitemle kısılan gözlerimle. Yüzümüz arasında çok az bir mesafe vardı. Sırtımdaki eli yerini korumaya devam ederken afallamış gibi hareket edemedi. Öylece bana bakıyordu
Beklenmedik yakınlığımızdan mı, yoksa bana baktığı için mi bilmiyorum ama kalbimin hızlı atışlarıyla karşı karşıya kaldım ve bu, pek de kabul edebileceğim bir durum değildi. Bir an önce normal haline dönmesi gerekiyordu. Ağır çekimi giyinen zaman bana işkence ederken Poyraz'ın boşta duran eli yüzüme doğru yaklaştı. Parmak uçları saç önüme düşen perçemlerime dokundu ve onları yavaşça kenara ayırdı.
“Senin benim sabrımı sınadığın kadar değil, Elvin. Beni ne kadar zorladığını bilseydin…” Sırtımdaki elini serbest bıraktı. Geri çekildiğinde anlamlandıramadığım bir ifadeyle “...bunu asla söylemezdin,” dedi ve beni bocalamış bir şekilde kendimle baş başa bırakarak kapımı kapattı.
Neyi ima etmeye çalıştığını anlamıyordum. İki hafta boyunca ben değil, o benim sabır sınırlarımı son limitine kadar zorlamıştı. Onun yaptığı tek şey benden uzak kalmaktı. Bunun da zor bir şey olduğunu sanmıyordum çünkü insanların yapmakta hiç sıkıntı çekmediği en kolay şeylerden biri de benden uzak kalmaktı.
Arabadan inme fikirlerimi bir kenara bırakarak sırtımı koltuğa yasladım. Boş bir çaba olacaktı, beni yine buraya getireceğini biliyordum. Zorluk çıkarmayacaktım ama onunla da konuşmayacaktım. En azından bugün değil.
Nurten abla ona istediklerini getirdiğinde aracın etrafından dolaşıp yerine yerleşti. Bana dönüp çantamı uzattığında ona bakmadan elinden aldım. Ardından aracı çalıştırdı. Beni nereye götüreceğini bilmiyordum, ama sormayacaktım da. Eğer sorarsam onunla konuşmak zorunda kalacaktım ve bunu istemiyordum.
Bir süre ikimiz de ne konuştuk ne de bir ses olsun diye müzik açtık. O yola bakarken ben de başımı cama yaslamış bir şekilde boşluğa dalmıştım. Derken birden telefon sesi ortamdaki sessizliği böldüğünde bakışlarım telefonun bağlı olduğu ekrana kaydı. Harun arıyordu.
Poyraz ekrana uzanıp bastı. “Ne oldu Harun?” dedi direkt.
“Abi işe gelmediniz, merak ettim. Elvin Hanım da odasında yok. Sana acil bir şey söylemem lazım.”
Poyraz’ın göz ucuyla bana baktığını hissettim. “Sonra,” dedi hemen. “Ben seni ara-”
Harun onun lafını bitirmesine müsaade etmedi. “Sonra olmaz abi. Ben büyük bir bok yedim, bilmen lazım… Dün Elvin Hanım’a bir şeyler söyledim.” Kaşlarım merakla havalanırken Poyraz’la birbirimize baktık. Neyden bahsediyordu?
“Dün yoğunluktan sana yaptıklarını rapor da geçemedim,” diye devam ettiğinde Poyraz gözlerini kısa bir anlığına kapatıp önüne döndü.
“Senin çeneni sikeyim Harun.” Poyraz kendi kendine söylenirken ben ona bakıp dudaklarımı bükmüş bir şekilde başımı art arda sallıyordum. Duyduklarıma inanamıyordum. Şaka gibiydi. Gerçekten şaka gibiydi. Ben beni artık umursamadığını sanırken o benimle konuşmayıp, üstüne gün içinde neler yaptığımı Harun’dan öğreniyordu demek. Harun’u bunun için Ankara’dan getirttiyse buna şaşırmayacaktım bile.
“Abi işte dün yemekteyken ben…”
Daha fazla sessiz kalmaya tahammül edemediğim için “Sana inanamıyorum, Harun!” dedim iki hafta içimde tuttuğum sinirimi ona yansıtarak. “Her hareketimi ona mı söylüyordun gerçekten?”
Bir süre sustu Harun. Benim burada olmamı beklemiyordu. Poyraz “Aferin sana geri zekâlı,” derken ona dönüp “Sen sus,” dedim. “Senin hesabını sonra alacağım.”
“Abi niye Elvin Hanım orada demiyorsun sen, bitirdin beni.”
Ben yokmuşum gibi konuşmaya devam etmesi gözlerimi devirmeme neden oldu. “Ben hâlâ buradayım Harun.”
“Evet,” diye mırıldandı belli belirsiz. “Maalesef.” Bunu söylememesi gerektiğini düşünerek sonra hemen “Nasılsınız, iyisinizdir inşallah?” diyerek kendini düzeltti.
Poyraz’a dönüp “İyi değilim, Harun,” dedim. “Senin geri zekâlı patronun, iki hafta boyunca benimle doğru düzgün tek kelime etmedi. Şimdi beni kaçırıyor ve sen de arkamdan dolaplar çevirmişsin. Nasıl iyi olabilirim acaba, söyler misin bana?”
Harun yine sustu. “Allah rahmet eylesin abi,” dedi sonra Poyraz için. İlk başta neden böyle söylediğini anlamamıştım ama sonra “Cenaze işlemlerini ben hallederim merak etme, huzur içinde uyursun umarım,” diye devam ettiğinde Poyraz’a bir şeyler yapacağımı düşündüğünü anladım.
Poyraz sadece “Siktir git,” dedi ve telefonu onun suratına kapattı.
Gözümü dikmiş onu izliyordum. O ise bana bakmamakta ısrarcıydı. En az beş dakika bu durum böyle sürdü. En sonunda pes ederek bana döndü. “Bana öyle bakmaya devam mı edeceksin?”
“Ellerimi boğazına sarıp sıkmak ister gibi mi?” Düşünür gibi başımı hafifçe kaldırdım. Ardından dudaklarıma yapma bir gülümseme yerleştirip ona döndüm. “Evet, devam edeceğim.”
Şehir merkezine gitmemiştik, aracı ormanlık alanda sürmeye devam ediyordu. Bir eli direksiyonu döndürürken diğerini havaya kaldırdı. “Hepsini konuşacağız,” diye mırıldandı. Önüne dönüp yola odaklandığında aklında çok farklı şeyler dönüyormuş gibi hissediyordum. “Her şeyi konuşacağız. Ama senin artık yalan söylemeni istemiyorum. Bir şeyleri de gizlemeyeceksin. Bu sefer olmaz Elvin.”
Çatılan kaşlarımla “Dünden beri neyi gizlemekten bahsediyorsun sen?” dedim. Sesim tahammülsüzlüğü giyinmiş bir tondaydı. “Ne bilmek istiyorsan sor.”
“Peki…” Diliyle dudaklarını ıslatıp başını salladı. Sonra bana döndü. “O zaman Soykanlarla ne zamandan beri uğraştığını anlatmaya başlayabilirsin.”
Gözlerin yuvalarından çıkacakmış gibi açılırken ondan böyle bir soru geleceğini beklemeyi geç aklımın ucundan dahi geçirmemiştim. Nasıl… Bunu nasıl anlamıştı, ne zaman? Görkem’in bile benden şüphelenmeyeceği kadar titiz çalışmışken o bunu nasıl fark etmişti?
“Soruyu sevmediysen başka bir tane sorayım. Demirkıranlarla uğraşmayı ne zamandan beri planlıyordun?” Yine aynı şaşkınlıkla ona baktım. “Sen… nasıl…” demekten başka ağzımdan tek kelime çıkmıyordu. Kelimeleri bir araya getiremeyecek kadar aklımı durdurmuştu.
“Bunu da sevmedin… Peki başka soru…” Başka neyi öğrenmiş olabilir derken “Hastane geçmişini sildirirken aklından ne geçiyordu Elvin?” demesiyle torpidoya uzanıp tutunma gereksinimi hissettim. Şu an arabayı ben sürüyor olsaydım, kesinlikle kaza yapardık. Ya da şu an ayakta olsaydım dizlerim beni taşıyamayacağı için kendimi yere atardım ama şimdi yaptığım tek şey bedenime yayılan korkuyu zapt etmeye çalışmaktı.
Başımı bunu kabul etmiyormuş gibi iki yana sallarken “Bunu öğrenmiş olamazsın, hayır,” diyerek inkâr ettim. “Beni araştırmış olamazsın, Poyraz. Hayır. Bunu bana yapmış olamazsın.” Öğrenmemeliydi, kimse bunları öğrenmemeliydi.
Camı indirip nefes almaya çalıştım. Ama nefes aldıkça aldığım her nefes ciğerime batıyor gibi hissediyordum. Bana bunu yaptığına inanamıyordum. Görkem veya Demirkıranlarla ilgili öğrendikleri umurumda değildi ama geçmişimle ilgili bir şeyleri sildirdiğimi öğrenmesini kabul edemezdim.
Bunun için… Tüm bunları öğrendiği için benimle konuşmuyordu. Bütün öfkesi, ters tepkileri, sorulardan kaçması hep bundandı. Soru sorarsa yalan söyleyeceğimi düşünüyordu. Çünkü ben hep yalan söylerdim. Yalan söylememi istemediği için bana bir şey sormuyordu. Hepsi bu yüzdendi.
“Elvin…” diye mırıldandı en sonunda. O an başka bir sorunun geleceğini anladım ve ölesiye korktum bundan. Konuşacağı sırada kucağımdaki telefon çalması dikkatini dağıttı. İkimizin de bakışları aynı yöne kaydı. Parazit’in aradığını gördüğüm gibi aramayı kapattım. Hiç sırası değildi.
Sessizlik tekrar üstümüze çöktüğünde Poyraz arabayı durdurdu. Sanırım gelmiştik. Camdan dışarı baktım. Şehirden uzak kimsenin olmadığı ahşap görünümlü iki katlı bir evin önünde duruyorduk. Etrafta başka bir ev yoktu. İlerisi tamamen ormanlıktı.
Önüme dönüp telefonumu parmağımda gezdirmeye başladım. Ona bakmaya cesaretim yoktu ama o bu konuda konuşmaya niyetliydi, bunu için “Elvin…” dedi tekrar. Bu sefer kaçmadım, başımı kaldırıp mavilerine baktım. Bununla bugün yüzleşmem gerekiyorsa peki o zaman, yapacaktım. Gözlerimiz buluştuğu an bir cevap aradı önce. Aradığını bulamadığında ise bana tekrardan büyük bir akıl tutulması yaşatacak o kelimeleri bir araya getirdi.
“Sürekli konuşup durduğun bu Siber Parazit kim?”
BÖLÜM SONU...
***
Sen onu nereden öğrendin Poyraz ya...
Eee, bölümü nasıl buldunuz?
Poyraz iki hafta Elvin'i güzel süründürdü. Elvin'in dediği gibi öğrendiği şeyler yüzünden mi konuşmadı sizce?
Gerek var mıydı peki? Bence direkt konuyu açmalıydın dmgdfhmdflhdhg
Piknik olayında bir çıtır kırıldım, yalan yok. Hevesle bir şey yaparsın ve hevesin kırılır. İstesen de sonra eskisi gibi hissedemiyorsun...
Elvin Görkem'in işlerini sabote ediyor, Demirkıranları araştırıyor derken bir de Poyraz'ın her şeyi öğrenmesi var.
Elvin'in sildirdiği geçmiş kayıtlarıyla ilgili bir şey öğrenmiş midir?
Hepsi ve daha fazlası çok yakında....
Diğer bölümde görüşmek üzere.
Esen kalınız...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 11.77k Okunma |
1.36k Oy |
0 Takip |
21 Bölümlü Kitap |