7. Bölüm

2. Bölüm | Mutsuz Biten Masallar

Esmacayım
esmacayim

2. Bölümden herkese merhabaaa...

Yazarken bana dokunan bir bölümle geldim sizlere. Umarım beğenirsiniz.

Yorumlarınızı eksik etmezseniz çookça sevinirim...

Keyifli okumalar...

2. BÖLÜM

MUTSUZ BİTEN MASALLAR

Kaybolurdu bazen insanlar. Kaybolurdu kendi içinde, kendi ile. Karanlıkta kalırdı. Önünü göremezdi. Doğruyu yanlışı ayırt edemezdi. Koşardı, etrafı arardı, ardına bakardı ama bulamazdı yolunu. Bulamazdı nefes alacak alanı. Bulamazdı kurtulacak kapıyı. Korkardı, canı yanardı, yere çöker ağlardı ama varamazdı bir yere, varamazdı kendine. Alışırdı bir süre sonra çaresizliğe. Beklerdi. Çaresizce beklerdi. Beklemenin ağırlığını tattıktan sonra da vazgeçerdi. Artık bulunmak istemezdi.

Kaybolduğmu hissediyordum. Hayatımın altında kaldıkça bu his daha da günyüzüne çıkıyordu. Daha da yakıyordu canımı. İyileşemiyordum. İyileşecek gibi de hissetmiyordum. Çok zordu. Her şey o kadar bir anda oluyordu ki hayatımda, o bir an içinde yok oluyordum.

Babam ölmüştü, bir anda.

Annem ölmüştü, bir anda.

Görkem gitmişti, bir anda.

Mutluluğum üstüme devrilmişti, bir anda.

Deprem olur, bir anda. Yangın çıkar bir anda. Bir anda yok olur hayatlar. Bir anda silinir iyi hatıralar. Bir anda gider insanlar. Kaybolurlar bir anda. Kaybolmuştum. Çünkü kaybolur bazen insanlar.

Çocukken bir şeyden korktuğumda önce babama koşardım. Çünkü o hep beni korurdu. Saçımı okşar, güzel kızım derdi. Sakalları yanaklarımı gıdıklardı beni öptüğünde. Beni korkutan her şeyle savaşacağını söylerdi defalarca.

Sonra gitti babam. Gelmedi bir daha hiç. Ben tek kaldığımda ve okula başladığımda, sınıfta herkes ailesinin mesleği hakkında konuşurken öylece kalırdım. Baba bak, çok korkuyorum, bu soruya ne cevap verilir bilmem ben. Hadi gel bununla da savaş; derdim ama babam gelmezdi. Ben de anne ve babam melek derdim. Herkes de bana gülerdi. Meleklik bir meslek değildi.

Herkes bana kahkaha atmaya devam ederken ağlayarak sınıftan çıkmıştım. Daha okulumun ilk günüydü. Hiçbir yeri bilmiyordum. Yedi yaşındaydım. Küçücüktüm. Kaybolmuştum. Çünkü kaybolurdu bazen insanlar.

Merdiven boşluğuna saklanmıştım. Yere çökmüş, dizlerimi karnıma çekerken ellerimi üzerinde birleştirmiş, yüzümü kapatmış bir şekilde sessizce ağlıyordum. Öğretmenim gelip beni bulmuştu. Saçlarımı okşamış, beni teselli etmişti. "Adın neydi?" diye sormuştu. Atkuyruğu bağladığı kestane saçları önüne gelince hızlıca onları arkaya atıp ellerimden tuttu. Beni ayağa kaldırdığında yüzünde sıcak bir gülünseme vardı. Daha okulda ilk günümüz olduğundan isimlerimizi ezberleyememişti. Ben ise onun ismini hiç unutmayacaktım. Aybüke.

"Elvin," dedim burnumu çekip gülümserken. "Adım Elvin."

"Ne demek anlamı biliyor musun?" Merakla sorduğu soruyu hızlı bir şekilde kafamı sallayarak onayladım. "Cennet çiçeği demekmiş, öğretmenim. Annem koymuş." Gözlerim tekrar dolmuştu. "Annem cennete gitti dedi anneannem. Orada başka çiçek bulmuş mudur kendine öğretmenim?"

Öğretmenim bir elimi bırakıp yanağımı okşadı, gözleri dolmuş gibiydi. "Bulmamıştır birtanem. Onun tek çiçeği sensin."

"Gerçekten mi?" diye sordum neşeyle. Beni onaylar bir mırıltı çıkardı. "Gerçekten."

Oysa isterdim, annem yaşasın isterdim. Varsın başka çiçek bulsun kendine. Yeter ki yaşasın. Gıkım çıkmazdı.

Öğretmenim bana okulumda başarılı olursam, derslerimi yaparsam, çok çalışırsam, annem beni cennetten görür ve gurur duyarmış diye bir sürü kalbimi içinde çiçek tarlası açmış gibi heyecanlandıran sözler sarf etmişti sonra. Babamın gölgesi cennette bile üzerimde olurmuş. En sonunda yanağımdan öpmüş, elimi tutarak beni sınıfa götürmüştü. Bir derdim, eksiğim olursa ilk ona gelmemi istemişti. Eğer o gün; Aybüke öğretmenim yanıma gelmeseydi korkak, çekingen, herkesten kaçan, özgüvensiz bir kız olurdum. Çünkü hayat nasıl başlarsa öyle devam ederdi. Buna inanırdım ben.

Hayatımıza giren her insan bize bir şey katardı. Bazıları şansımız, bazılarıysa da cezamız olurdu. Herkes ufak da olsa bir şekilde hayatımızın bir köşesine dokunurdu. Aybüke öğretmenim de onlardan biriydi. Hayatımın karanlığına ışık olmuştu. Ay gibi.

Peki ya bazı ışıklar yapaysa? Ya dokunduğunda sönerek seni karanlıkta bırakacaksa? Seni aydınlığı ile büyüleyip sahne bitince perdeleri kapatırsa ve sen o karanlıkta kaybolursan? Çünkü kaybolurdu bazen insanlar. Çünkü yalnız kalırdı o insanlar.

Görkem'i hep hayatımın şansı olarak gördüm. Çünkü sevmezdi kimse beni onun gibi. Ya da ben öyle olduğunu sanmıştım. Belki de o, çok iyi bir büyücüydü; o kadar iyi bir büyücüydü ki her hareketine kapılmıştım. Boyanmıştı gözlerim. Kanmıştım, düşmüştüm tek gülüşüne. Büyünün etkisi geçince de çıkmıştım o masaldan. Alıştırdığı aydınlığının görkeminden bir anda karanlığa esir edilmiştim. Çünkü yapaydı bazı ışıklar. Çünkü şans değildi o insanlar. Bazı sanılan şanslar cezamızmış aslında. Altında kalırdın o cezanın.

Altında kalmıştım. Çünkü yaralıydı altıların altı.

Kendimi kurtulamadığım bir karanlıkta hissediyordum. Gözlerimde ağırlık vardı. Kafamın içinde canımı yakan milyonlarca kelime dönüp dolaşıyordu. Yine zihnimin bir köşesinin beni götürdüğü yerde annemi ve babamı görmüştüm. Bir bahçedeydik. Gülüp eğleniyorduk. Ben cıvıldayan sesimle yeşillikler içinde başımdaki papatya tacıyla etrafımda koşuşturuyor, kelebeklerle oynuyordum. Annem yüzündeki sıcak tebessümle beni izliyor, babamsa annemin saçlarını örüyordu.

Nazım Hikmet'in Abidin Dino'ya "bana mutluluğun resmini çiz, Abidin," dediği o resim, bana sorsalardı bu aile tablosu olurdu derdim. Ben bundan daha mutlu bir resim olacağını sanmıyordum. Huzur kokuyordu. Yuva kokuyordu.

Lakin mutluluk uzun süren bir kelime değildi. Oynadığım kelebeklerin ömrüne tekabül ediyordu süresi. Güzel şeyler, çabuk tükenirdi. Ama değerdi. Çünkü güzeldi. Bir gün için bin gününü feda edebileceğin kadar güzeldi. Ama üzerdi. Bazı bitişler fazla üzerdi. Onlar giderdi.

Rüyam bitiyor gibiydi, çünkü ikisi de gidiyordu. Yine. Mutluluğumun ömrü tükeniyordu. Oynadığım kelebekler ölüyordu. Üzerime kelebek cesetleri dökülürken etraf tekrar kararıyor ve ben, bilmediğim bir yerde tek başıma kaldığım için kayboluyordum. Ben zaten hep kayboluyordum.

Gözlerim aralandığında boş tavanla karşılaştım. Üzerimdeki ağırlığı umursamadan zihnimin kendisine gelmesini bekliyordum. O kadar gerçek gibiydi ki her şey, bitmesin istedim; orada sonsuza dek yaşamak istedim ama biterdi. Mutluluk hep biterdi.

Gırtlağıma kadar birikmiş ağlama duygusunu yok sayarak boş tavanı izlemeye devam ettim. En son tuvalette gülüp ağladığımı hatırlıyordum. Yaşadıklarım o kadar bir anda olmuştu ki vereceğim tepkinin bile psikolojisi bozulmuştu. Sinirlerim alt üst haldeydi. Bayılmadan önce birinin adımı seslendiğini hatırlıyordum ama kim olduğunu algılayamamıştım. Zihnim bulanmıştı. Ardından her yer karanlık olmuştu. Sonrası yoktu, sonrası şimdiydi.

Boş tavanın giydiği gelinlik, didik didik aradığım gelinliğimi hatırlattı bana. Onun gibi bembeyazdı. Çok güzeldi. Ama güzel şeyler çabuk biterdi. Aklımın her bir köşesine yansıyan anılarım, ansızın kısık sesle ağlamama neden oldu. Ellerimle karnımı sardım. Gözyaşlarımın yanaklarımı ziyaret ettiğini hissediyordum. Kısık ağlamalarım giderek hıçkırıklara dönüşürken kendimi nasıl susturacağımı kestiremiyordum. Kâbus gibiydi. Her şey koca bir kâbus gibiydi. Uyanmak istiyordum. Uyanmak ve yürümek istediğim o salonda gülerek ilerlemek istiyordum. Hayatım yine tepetaklak olmasın istiyordum. Onun beni sevmediğine inanmak istemiyordum. Ben mutlu olmak istiyordum. Kaç kuruştu ki mutlu olmak?

"Ağlamak hiçbir şeyi değiştirmeyecek," diye bir ses işittim birden. Bu ses artık tanıdıktı. Poyraz'ın olduğu yöne dönmeden önce ellerimin tersiyle yanaklarımı sildim, sesimi kısmaya çalışıyordum ama ağlamaya başladığımda sakinleşmem hep zor oluyordu. O yüzden kimsenin yanında ağlamazdım ben. Zayıf hissederdim. Görkem'in yanında bile beni terk ettiği güne kadar bir kez bile ağlamışlığım yoktu. Ama tanıştığımdan andan beri, ki bu neredeyse birkaç saate tekabül ediyordu sadece, Poyraz'ın yanında yaptığım tek şey ağlamak olmuştu. Tıpkı şimdi ki gibi. "Ama rahatlayacaksan ağla."

Ağlama şiddetim giderek azaldı, tamamen sustuğumda kızardığını hissettiğim gözlerimi Poyraz'a doğru çevirdim. Koltukta oturmuş beni izliyordu. Üzerinde mavi bir gömlek vardı. En son gördüğüm beyazdı diye hatırlıyordum. Birkaç gün geçip geçmediği konusunda bir fikrim yoktu. Camdan dışarısı karanlıktı. Gece çökmüştü. Aynı günün gecesi olabilirdi. Bir gün daha devrilmişti sanırım. Bir gün daha yalnız kalmıştım.

Bilincim tekrar yerine geldiğinde hızlıca elimi karnıma sardım. "Bebeğim," diye fısıldadım korkuyla. Yerimde doğrulmak için hareketlendim ama kısa bir inilti kaçtı dudaklarımın arasından. Sırtımda hafif bir ağrı vardı. Bayılırken incitmiş olmalıydım.

Poyraz yerinden doğrulmadan önce ümitsizce kafasını salladı. Yanıma doğru yaklaştı. "Yavaş ol," dedi elimi tutup oturmama yardım ederken. "Ani hareket etme. İyi bebeğin."

Sırtıma yastığı yerleştirdiğinde "Gerçekten iyi mi?" diye sordum çatallaşan sesimle. Yeşillerim mavilerine değince beni ikna etmek ister gibi kafasını onaylarca salladı. "İyi iyi. Ama bir daha aynı aptallığı yapma. Kapıyı falan kilitleme arkandan." Sesindeki uyarı tonu beni kendime getirmişti. Kapıyı kilitlediğimi bile hatırlamıyordum. O an aklımı kaçırmış gibiydim sanki.

Bebeğimin iyi olduğunu öğrenmek hafif bir rahatlama hissi getirdi, yerime tünerken ona içten bir teşekkür ettim. Ağlamam da tamamen kesilmişti. Gözlerimle etrafımı incelemeye başladım. Poyraz tekrar yerine geçip oturduğunda bakışlarım yatağın yanındaki iki çekmeceli dolaba kaydı. Üzerinde telefonum görmek beni şaşırtmıştı. Gözlerim büyürken hızlıca Poyraz'a döndüm. "Telefonum?" dedim sorarcasına.

Sorduğum soruyla odağı tamamen bana döndü, lakin "Görkem Soykan'ın iptal edilen düğününe davet edilmiştim," dediğinde bakışlarını kısa bir süreliğine de olsa benden kaçırdı. Onun adını duymak bile tüm bedenim buz tutmasına sebep oldu. Göğsümün sol köşesinde bir sızı var gibiydi. Poyraz alışmam için sustu. Tamamen idrak ettiğime emin olduktan sonra gözlerini tekrar bana çevirip devam etti: "Düğün yerini biliyordum, eşyalarının orada olup olmadığını sordurdum." Çenesiyle çekmeceyi işaret etti. Hâlâ şaşkın bakışlarım onun üzerindeydi. "Çekmecede de anahtar, kimlik, cüzdan falan var."

"Ne diyeceğimi bilmiyorum," dedim mırıltıyla, yerimde kıpırdanırken. Ben yapamazdım. O salona bir daha gidemezdim. Alamazdım eşyalarımı. Canım yanardı. Çok yanardı. Canım çok yanıyordu. Ona minnettardım.

"Bir şey demene gerek yok," dedi düz bir sesle. Telefondan bildirim sesi geldiğinde benimle ilgilenmeyi kesip cebine uzandı. Telefonu açtığı an gördüğü şeyden hoşlanmamış gibi kaşları hafifçe çatıldı, tüm bedeni gerilmiş gibiydi. Aynı sert ifadesiyle klavyeden bir şeyler yazıyordu.

"Teşekkür ederim." Minnetle söyledim. Başını salalyarsk onaylamakla yetindi. Ardından tekrar telefonuna döndü. İşi var gibi duruyordu. Ve benim yüzümden gidemiyordu..

Burada kalmaya devam ettiği için kendimi kötü hissediyordum. Kimse kimseye böyle bir iyilik yapmazdı. O beni tanımıyordu bile. Önüne çıktığım ve bana çarptığı için beni hastaneye getirdiği andan beri benimle ilgileniyor olması tuhaf hissettiriyordu. Evet, bana çarptığı için suçlu hissediyor olabilirdi ama uyandığımda ve bir şeyim olmadığını gördüğünde gidebilirdi. Ama yapmamıştı. Hâlâ buradaydı ve benimle ilgilenmeye devam ediyordu. Hayatım boyunca birkaç kişi dışında böyle insanlar görmemiştim ben. Her zaman birilerinden tekme yemiş, sırtımdan vurulmuştum.

Ona şöyle bir baktıktan sonra telefonuma uzandım. Şarjı hâlâ vardı. Ekranı açtığımda ilk olarak tarihe gözüm kaydı: 30 Nisan'dı. İptal edilen düğünümün üzerinden üç gün geçmişti.

 

Ağlamak istemiştim.

Hıçkıra hıçkıra ağlamak.

Geçen hafta biri bana bu tarihte nerede olacaksın diye sorsaydı, İsviçre'de olacağım derdim. Balayı için beni oraya götürecekti. Masal gibi bir yerdi. Masal gibi aşkımız var sanırdım ama her şey yapaydı.

Yalandı.

Kurt yedi kırmızı başlıklı kızı, uyuyan güzel uyanamadı, pamuk prenses sonsuza dek cam fanusta kaldı, rapunzel kulede öldü, külkedisi ayakkabıyı bir daha ayağına giyemedi. Yalandı yani masallar. Yalandı inandırdığı hayaller. Buradaydım şimdi, bir hastanede. Karnımda bebeğimle, tanımadığım insanların yanında nasıl bir şeyin içine düştüğümü idrak etmeye çalışıyordum. Gökten üç elma düştü, ben yalnızlığın altında kaldım.

Bildirim paneline gözüm kaydığında istemsiz bir gülümseme belirdi dudaklarımda. Sıfır arama vardı. Üç gün geçmişti ve tek kişi bile beni merak etmemişti. Zaten kimim vardı ki bu hayatta? Bir tek bebeğim.

"Neye gülüyorsun?" Gözlerimi telefondan çekip Poyraz’a döndüm.

"Kimsesizliğime," dedim ve kısa bir kahkaha attım. Kaşları çatılmıştı. Kim gülerdi ki kimsesizliğine? "Sözde arkadaş dediklerimden bile tek bir arama yok." Kafamı iki yana salladığımda hâlâ gülüyordum. "İşten çıkarıldığıma dair bir mail var sadece, sence gülünmeyecek gibi mi?"

Telefonunu yanındaki boşluğa bıraktığında "Trajikomikmiş. Gülmekte haklısın," dedi, dudaklarının ucunda beliren tebessüm gerçekte yoktu. Daha çok halime üzüldüğünü belli eden bir ifadenin maskesiydi. "Çevrende hep faydasız insanlar varmış."

"Bak bunu inkâr edemeyeceğim." Gözlerimin dolduğunu hissettim. dudaklarımı birbirine bastırdım ve kafamı havaya kaldırarak ağlamamı önlemeye çalıştım. "Bir yerde okumuştum. Şöyle diyordu," diye devam ederken gözlerimi kapalı pencereden karanlığa bürünmüş gökyüzüne çevirdim. Onun ise pür dikkat beni izlediğini hissediyordum. "Bir kalbim vardı, çizdiler. Bir sevdim, bir terk ettiler."

"Annen ve baban?" Ses tonu sorudan çok, onlar da mı terk etti der gibiydi. Evet demek istedim. Çünkü ölüm de terk etmekti. "Onlar neredeler?"

"Öldüler." Öylece söylemiştim, aynı ölümün öylece olması gibi. Ama acısı öylece değildi. Delip geçer, altında bırakırdı. Altında kalırdın. Altında kalmıştım. Çünkü yaralıydı altıların altı.

"Başın sağ olsun." Ses tonu yumuşaktı, üzüldüğünü hissedebiliyordum. Başımı sallamak dışında bir tepki vermedim. Gırtlağıma kadar biriken ağlamalarım vardı, konuşursam şayet kusacağım. Önüme döndüğümde başım eğilmişti. Yalnız büyüyen çocukların başı eğiktir hep biraz. Onlar çocuk olmadan büyümek zorunda kalırlardı çünkü. Hep bir yanı eksik olur, tamamlanamazlardı. Gözleri kafasını nereye çevirse mutlu aile tablosuna değer; ağlamak dışında gıkı çıkmazdı. Çünkü onlar annesizdi, çünkü onlar babasızdı, çünkü onlar kimsesizdi. Sesini çıkarmak istese yamacında duyuracak tekbr kişi bile bulamazlardı.

"Ne zaman çıkarım buradan?" diye sordum kısa bir sessizliğin ardından. Tek istediğim bir an önce şu hastaneden çıkıp kendimi odama kapatmaktı. Hâlâ bir şeyleri algılayabilemiş değildim. Kendime geldiğim gibi gidip hesap sormak istiyordum. Şayet beni gerçekten sevmiyorsa bana vereceği üç yılın hesabı vardı. Yıllarımı bir hiç uğruna harcamamın hesabını verecekti. Onu sevmeme neden olmasının hesabını verecekti. Bana seni seviyorum, Elvin demelerinin hesabını verecekti. Bana çok fazla hesap verecekti.

"Yarın iyiysen öğlene doğru çıkabilirsin dedi Ceyda." İsmiyle hitap etmişti. Resmi şekilde konuşmadığına göre yakın olmalıydılar. Kısa bir süreliğini bakışları üzerimde oyalandı. Hasar tespiti yapar gibi duruyordu. "Bana kalırsa bir gece daha kalmalısın. Pek iyi durmuyorsun."

"İstemiyorum," dedim hemen. "Hastane beni geriyor."

"O zaman önce yemek ye, günlerdir serumla besleniyorsun." Göz ucuyla damarlarımdan akan serumlara baktı. "Zaten bayılırken de açlıktan bayılmışsın. Kendin ve bebeğin için düzgün beslenmen gerekiyor."

Başımı onaylarcasına salladım. Bu sefer inatçılık yapacak değildim. Söz konusu olan bebeğimdi. Onun için her şeyi yapardım.

Poyraz, itiraz etmememe hem şaşıran hem de şükreden bir bakış atarken "Harun bir şeyler getirecek," diye devam ettiğinde bunu da onayladım. Daha ilk saniyelerden kendimi sürekli sorun çıkaran biri gibi gösterdiğim için şaşırmadan edemiyordu.

İstediği cevapları ona verdiğim için daha fazla bir şey söylemedi. Gözletimi ondan ayırıp karnıma çevirdim, sadece bebeğime odaklandım. Şu an tek yapmak istediğim onunla ilgilenmekti. Bu hayatta bana iyi gelecek tek şey onun varlığıydı. Babasının bizi bırakması beni ondan vazgeçiremezdi. Anneydim ben. Karnıma uzun uzun baktım. Öyleydim. Bu miniğin annesiydim. Hem annesi hem de babası. Ellerim, onu dünyadaki tüm kötülüklerden sakınmak isteyen bir meleğin kanatları gibi karnımın etrafında birleşti; sanki parmak uçlarım, onun için görünmez bir kalkan örüyordu. yüzüme hafif bir tebessüm yerleştiğinde onunla konuşmak istedim.

"Anne ninni söylesin mi birtanem?" diye mırıldandım dolu gözlerle. Bu odada sadece ben ve bebeğim varmışız gibi hissettim o an. "İstersin bilirim."

Bu hayatta üç kişi olacağız güzel bebeğim, demiştim onun varlığını ilk öğrendiğimde. Nasıl mutluydum, nasıl heyecanlıydım anlatsam kelimelere sığmazdı. Rüyamdaki mutluluğu tarif eden resmi gerçekte yaşayacaktım. Bu sefer anne olan ben olacaktım. Bebeğimi hep koruyacaktım. Babası da bize papatyadan taçlar yapacaktı. Aile olacaktık biz. Mutluluğun terk etmediği, hüznün uğramadığı o aile biz olacaktık. Ama olmamıştı.

Hayalimde üçümüzü yerleştirdiğim bahçeli evin çatısını başımıza yıkmıştı Görkem. Bizi devirmişti. Yıkıp dökmüş, bizi de o bahçede güzel anılar biriktireceğimizi hayal ettiğim ağacın dibine umutlarımla birlikte gömmüştü. Üstümüze toprak atıp ardından da bir an bile düşünmeden her zerremizi ateşe vermişti. Biz üç kişi olacağımızı sandığım bu hikâyede, iki kişi bırakılmıştık. Biz gömüldüğümüz yerde yüreğimizdeki yangınla bir hevese sığdırılarak terk edilmiştik. Çünkü gidermiş yanlış insanlar.

"Bebeğin beşiği çamdan," diye başladım karnımı okşayıp dururken. "Yuvarlandı düştü damdan..." Yüzüm gülse de ses tellerime kadar ulaşan ağlamalarım çaresizliğimi ele veriyordu. "Bey ba..." derken yutkundum. Dilimle dudağımı ıslatırken gözyaşlarımdaki tuz tadının varlığını damağımda hissettim. "Bey babası gelir Şam'dan..."

"Nenni nenni..." Sesim giderek daha da çatallaşıyordu ama canımın yandığını bile bile devam ettim. "Nenni bebek oy..."

***

Günlerden iki mayıstı. Doktorlar bir gece daha kalmamı istemiş, bana itiraz etme hakkı bırakmamışlardı. Bebeğim için susmak ve kabul etmek zorunda kalmıştım. Bütün gün hiçbir şey yapmadan boş odada durmuş, camdan dışarı izlemiştim. Hava almak için bile odadan çıkmamıştım.

Burada kaldığımdan beri yaptığım tek şey düşünmekti. Düşündüm. Düşündüm. Düşündüm. Sadece düşündüm. Hayatımı nasıl devam edeceğimi düşündüm. Sonraki planlarımı düşündüm. Bebeğimi düşündüm. Çok düşündüm ben.

Sonra bir günü daha devirmiş taburcu olacağım güne gelmiştim. Bu hastanede son kez muayeneye gidiyordum. Doktorumun bebeğimin durumunu değerlendirmesinden sonra buradan çıkacak ve evime gidecektim. Birkaç gün önceye göre biraz daha iyiydim. Yemeklerimi güzelce yiyor, hayatıma devam etmeye çalışıyordum. Kendimi değil, bebeğimi düşünüyordum. Onun için güçlü olmaya çalışacaktım. Onun için yaşayacaktım.

Üzerimde hâlâ hastane kıyafeti vardı. Poyraz'ın sürdüğü tekerlekli sandalyeyle doktorum Ceyda Hanım'ın odasına gidiyorduk. Gitmeme ısrarını sürdürmeye devam etti. Hâlâ burada benimle ilgileniyordu. Defalarca kez gitmesini söylesem de beni reddetmişti. İşiyle ilgili evraklarını Harun buraya getiriyor, ben bebeğimle ilgilenirken o da bir yerde oturup dosyalarını inceliyordu. İlk uyandığımda dediği gibi hastaneden çıktığımda yollarımız ayıracaktık. Bugün onu göreceğim son gün olacaktı. Sonra sormam gereken hesabı sorduktan sonra bu şehri terk edecektim.

Burası da bana iyi gelmemişti. Ben birilerini kaybedersem, ya da biri beni terk ederse, yaşadığım şehri terk ederdim. Burası da bir başka terk edeceğim yerdi. İşimi yapabileceğim başka bir şehre giderek bebeğim için hayata sıfırdan başlayacaktım.

Poyraz, Doktor Ceyda Gündoğdu yazılı odanın önüne geldiğimizde adımlarını durdu. Ayaklanmak istedim lakin omzuma yerleştirdiği eli hareket etmemi engelledi. Kafamı hafifçe kaldırıp omzumun üzerinden ona baktım, oturmam gerektiğini işaret ediyordu. Buna gerek olmadığını ne kadar söylesem de beni dinlemedi. Kapıyı açar açmaz üzeirnde oturduğum sandalyeyi içeriye doğru sürdü.

Odadan içeri girdiğimiz an, buram buram lotus kokusu ile karşılaştım. Gözlerim istemsiz bir şekilde etrafı incelemeye başladı. Kapının karşısındaki raflarda lotus kokan oda kokuları, birkaç kitap ve plaketler vardı. Ceyda Hanım'ın fotoğraflarının olduğu yazılar duvarı süslüyordu. Bakışlarım sol tarafında kalan büyükçe masaya kayarken doktorumun gülümseyerek ayaklandığını gördüm.

"Hoş geldin, Elvin," dedi Ceyda Hanım, Poyraz kapıyı arkamızdan kapatıyordu. "Nasılsın?"

"İyiyim, teşekkür ederim," dedim yorgun bir minnetle. "Bebeğimin durumunu görmek istiyorum sadece."

"O zaman seni hiç bekletmeyelim, ultrason için arka tarafa geçelim." Onu başımla onayladıktan sonra sandalyenin kenarından destek alarak ayaklanmaya çalıştım. Poyraz da diğer kolumdan tutarak bana yardımcı oluyordu. Ayaklarımda hâlâ hafif yaralar vardı. Rahat yürümemi engelliyordu.

Paravan olan yerden Poyraz'la birlikte geçtikten sonra yatağın üzerine geçip uzandım. Ceyda Hanım da hemen arkamızdan gelip yanımdaki koltuğa oturdu. Ultrason için elindeki alete jel sürerken Poyraz'ın bakışları benle paravan arasında gidip geliyordu. Sanırım nasıl bir şeyin içine düştüğünü sorguluyordu. Tanımadığı bir kadının bebeğine bakacaktı. Bunu fark etmiş olmalı ki "Ben arkada bekliyorum," diyerek hareketlenmeye başladı.

Doktorum "Aç bakalım karnını," dediğinde bakışlarımı Poyraz'ın ayrıldığı boşluktan çektim, heyecanla Ceyda Hanım'ın dediğini yaptım. Jel sürülen alet karnımın üzerinde gezindikçe geriliyordum. İçimde bir yerde ona bir şey olacak korkusu varken nasıl rahat olacağımı bilmiyordum. Onu kaybedecektim. Eğer hastaneye vaktinde gelmeseydim düşürecektim. Bu farkındalık zihnimde yankılandıkça kendimi kasıyordum.

"Sakin ol," dedi doktorum rahatlatıcı bir sesle. "Kasma kendini."

"Elimde değil," dedim mırıltıyla. Çünkü yanımda olması gereken yanımda değildi. Elimi tutmuyordu. Bana destek olmuyordu. Onun yüzünden burada, bu haldeydim. Onun olması gerekirken yanımda yabancı insanlar vardı.

"Destek almak ister misin?" Ceyda Hanım'ın bahsettiği kişinin paravanın arkasında olan kişi olduğunu anlamıştım ama olmazdı. Bu hareket eğer hayatında biri varsa hiç doğru olmazdı. Kafamı çabucak iki yana salladım. "Gerek yok."

Biraz daha ultrason aletini karnımda gezdirdikten sonra "İşte burada bizim ufaklık," diye konuştu Ceyda Hanım. Heyecanla kafamı siyah ekrana çevirdim. Dudaklarımın iki kenarı da yukarı doğru kıvrılırken gözlerimin dolmaya başladığını hissettim. Ellerim titriyordu. Küçücüktü. Minicikti. Benimdi. Benim güzel bebeğimdi.

"Ama çok küçük," dedim iç çeken bir gülümsemeyle. Durumunu merak ettiğim için kaşlarımı sorgular biçimde kaldırarak tekrar doktoruma döndüm. "İyi mi peki?"

"Gayet iyi görünüyor. Gelişimi normal, kalp atımı da düzenli. Biraz hareketli küçük yaramaz." Bana baktığında gülümsüyordu. "Sesini duymak ister misin?"

"Duy... duyabilir miyim gerçekten?" diye sordum heyecandan titreyen ellerimi sakinleştirmeye çalışırken. Başıyla beni onayladığında "Çok isterim," dedim hemen. Çok istiyordum. Onun sesi bana güç verecekti, buna inanıyordum.

Çok değil, yaklaşık birkaç saniye sonra odayı kaplayan o şahane muzik sesi kulaklarıma ulaştı. Sıkıca birbirine bastırdığım gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Dünyanın en güzel sesiydi bu. Benim bebeğimden geliyordu. Onun kalbi atıyordu, onun kalbi attıkça ben nefes alıyordum. Mutluluktan içim içimi yedi. Ömrümün sonuna kadar bu sesi dinleyebilirdim. Gözyaşlarımın arasında ekrana buğulu bir şekide bakmaya devam ettim, sonunda "Telefon..." diyebildiğimde sesim çatallı çıkmıştı. "Telefonumu alabilir miyim? Sesini kaydetmek istiyorum."

Ceyda Hanım isteğime büyük bir içtenlikle gülümsedi. "Poyraz," diye seslendi sorumun ardından. Poyraz'ın adımları bize yaklaşırken ben dolu gözlerimle siyah ekranda hareket eden yavruma bakıyordum.

"N'oldu?" Sesi merakla yoğrulmuştu. Bakışlarının üzerimde gezindiğini hissediyordum.

"Elvin'in telefonunu verebilir misin?" dedi Ceyda Hanım. Gözlerim büyük bir beklentiyle Poyraz'ın üzerindeydi. "Sesi kaydedecekmiş."

"Odada kaldı," diye mırıldandı Poyraz. Omuzlarım hayalkırıklı ile çöktü. Dolan gözlerimi ondan kaçırdım, bebeğime odaklanmaya çalıştım. Keşke odadan çıkmadan almak aklıma gelseydi. Onun sesini duyacağımı tahmin edememiştim.

"Neyse, yapac-" Sözümü bitiremeden araya girdi Poyraz. "Ama istersen benimkine kaydedebilirim," dedi. Şaşkınlıkla ona döndüm. Ondan böyle bir teklif beklemiyordum. Dumura düşmüş bakışlarımdan sanırım yanlış anladığımı düşünmüştü ki, hemen ellerini havaya kaldırarak devamını getirdi. "Sonra sana atmak için."

"Olur," dedim minnetle gözlerimi onunla bebeğim arasında dolaştırırken. "Çok teşekkür ederim." Rica ettiğine dair kısa bir mırıltı çıkardıktan sonra yanıma yaklaştı. Telefonunu çıkarıp kaydı başladı. Ceyda Hanım da bu sırasa3 kontrollere devam ediyordu.

Yaklaşık on dakika sonra bu odadaki işlemim bitmişti. Doktorum bu süre zarfında çok dikkatli olmamı, düşük riski taşıdığımı ve özellikle hareketlerime özen göstermem konusunda tembihledi. Ağır kaldırmamam, çalışıyorsam bir süre işe gitmem gerekiyordu. Zaten gidecek bir işim olmadığından bunu sorgusuz kabul etmiştim. Stresin hayatımdan tamamen çıkarılması gerektiğini söylediğinde ise sadece sustum. Çünkü şu son birkaç günde yaşadıklarım bu seçeneği oldukça zorlaştırıyordu ama elimden geleni yapacaktım.

Kaldığım odaya yine tekerlekli sandalyeyle döndüğümüzde, Harun'u ellerindeki büyük poşetlerle bizi bekliyor olduğunu gördüm. "Getirdim abi dediklerini," dedi bakışlarını Poyraz'a çevirerek. Poyraz onu onaylayan kısa bir mırıltıyla yanıtladı ve yatağa oturmama yardımcı oldu.

“Bedeniniz kaç bilmiyorum,” dedi Harun. İlk başta ne dediğini anlamamıştım, ama söz konusu kişinin ben olduğumu fark etmem uzun sürmedi. Kaşlarım merakla havalanırken, ellerimi yatağın kenarlarına yerleştirmiş, gözlerimi ona dikmiştim. "Bir iki kıyafet almamı istedi Poyraz Abi," diye devam etti, poşetleri yamacıma bırakırken. "Kafama göre aldım bir şeyler. Beğenmezseniz de kusuruma bakmayın."

"Hiç gerek yoktu," diye mırıldandım, gerçekten artık fazla utanıyordum. "Zahmet etmeseydiniz."

"Asıl bir şeyler için teşekkür etmene gerek yok," dedi Poyraz bezgin çıkan bir sesle, tekerlekli sandalyeyi kenara çekerken. "Eğer sana çarpmasaydım burada olmazdın. O yüzden etme teşekkür."

"Yine de..."

"Yinesi yok," diyerek sözümü böldü. Kaşlarıyla yanımda duran poşetleri işaret etti. "Sen onları giyin, ben de taburculuk işlerini halledeyim." Arkamda duran Harun'a baktı. "Sen de ona yardım edecek birini çağır. Sonra da çıkalım şuradan."

Poyraz ve Harun odadan çıktığında yatağın üzerindeki poşetlerle baş başa kalmıştım. Kimliğimi getirdiğinde yatış işlemlerini yapmıştı anlaşılan. O kadar bunu düşünecek kafada değildim ki, hiç merak etmemiştim.

Özel bir hastanedeydik. Ücret kısmını zerre düşünecek kafada değildim. Ödeyebilecek param vardı ama Poyraz'ın önüne çıkan ben olsam dahi bana çarptığı için ödememe izin vermeyeceğini tahmin edebiliyordum. Açıkçası umurumda değildi. Bunu dert edip saçma sapan gurur yapacak halde değildim, o yüzden elime gelen ilk poşeti alıp içindekileri çıkarmaya başladım.

Birkaç dakika sonra, odaya bir hemşire ve bir personel girdi. Hemşire kolumdaki damar yolunu çıkartıp üzerini bastırmamı söyledikten sonra başka işi kalmadığını için odadan çıktı.

Personel Hanımla baş başa kaldığımızda kadın giyinmeme yardımcı olmak için yanıma yaklaştı. Hasta önlüğünün altında poşette bulduğum iç çamaşırlarını giyindikten sonra yavaşça üzerime beyaz bir bluz ve kot ceket geçirdik. Altıma da kot bir pantolon geçirdikten sonra sonunda gitmek için hazırdım.

Personele içten bir teşekkür ettim. Adı Zerda olan güler yüzlü kadın, bana ve bebeğime güzel dileklerde bulunarak odadan çıktığında yine kendimle baş başa kaldım. Elim karnımda bebeğimi okşarken acaba cinsiyeti ne olacak diye geçirdim içimden. Yaklaşık iki hafta sonra öğrenecektim. Nasıl bir anne olurdu ki benden? Koruyabilecek miydim onu? İyi bakabilecek miydim? Ya da sever miydi beni? Ben onu severdim. En çok onu severdim. Kimse sevmezse bile ben severdim. Hep severdim.

Kapı açılma sesi odayı doldurdu, bakışlarımı usulca karnımdan ayırdım ve kapının olduğu yöne baktım. Poyraz ve Harun içeri girdiklerinde gitme vaktinin geldiğini anlamıştım. Sonunda bu yerden kurtulacaktım. Ve büyük ihtimalle onları da bugün son görüşüm olacaktı. Karakterleri nasıldı, hayatları neydi bilmiyordum. Bu beş günde ne kadar benimle ilgilenseler de her iksini de tanımaya çalışmamıştım. İnsanları tanıyıp sonra da tanıdığımı sanmaktan yorulmuştum. Gerek yoktu. Herkes kendi yoluna gidecekti.

"Hadi gidelim," dedi Poyraz tekerlekli sandalyeyi yanıma çekerken. Konuşmadan kafamı salladım, yerimden doğruldum. Poyraz'ın desteğiyle sandalyeye oturdum. Poyraz sandalyeyi sürmeye başladığında dirseklerimden birini sandalyenin kenarına yerleştirdim ve parmaklarımla başımı tutmaya başladım. Harun arkamızdan kalan eşyaları toparlayıp geliyordu.

Hastaneden çıkar çıkmaz önümüzde dikilen siyah arabanın kapıları bizim için açıldı. Poyraz elimi tutup araca binmeme yardım ederken ben tuhaf bakışlarla etrafa inceliyordum. Fazla kalabalıktı. Acile girenler, kontrole gelenler, randevusu olanlar, hastanede işi bitmiş olanlar dünyanın getirdiği telaşla hareket ediyorlardı. Poyraz kaşlarıyla arabaya binmemi işaret ettiğinde önüme döndüm ve dediğini yaptım. Arka koltukta yerime tünedim. Hemen peşimden Poyraz bindi. Harun ve aracı süren şoför ön koltuktaydılar. Saniyeler sonra sonunda hastaneden uzaklaşmaya başladık. Hastanelerden gerçekten nefret ediyordum. Çünkü hastaneler ölüm kokardı.

"Abi nereye gidiyoruz?" diye sordu Harun, kafasını hafifçe bize doğru çevirirken. Sorunun bana yönelik olduğunu anlayıp ben cevapladım. "Levent'e gidebilir miyiz?" Poyraz'a döndüm. "Evime gitmek istiyorum artık."

Poyraz çenesini kaldırıp onay verdi, sonra bana döndü. "Yalnız mı yaşıyorsun?"

İstem dışı bir gülümseme kaydı dudaklarıma. Kaşlarımı kaldırıp alayla konuştum. "Sence biriyle yaşasaydım, şimdiye kadar aramaz mıydı beni?"

"Tuhaf arkadışlıkların var," dediğinde omuz silkti. Ardından ciddileşti. "Biri yoksa sen iyileşene kadar sana yardımcı olması için birilerini ayarlayalım."

Kaşlarım çatıldı. "Ne münasebet?" dedim sertçe. "Tamam, bana yardım ettin. Çok teşekkür ederim bunun için ama daha fazlası olmaz."

"Ortada teşekkür edilecek bir şey olmadığını söylemiştim," dedi tok sesiyle. "Hâlâ tam olarak iyi değilsin. Üstelik benim yüzümden. Toparlanana kadar yardımcı olmak istiyorum."

"Yapacağın yardımı fazlasıyla yaptın zaten. İnan bana, bu kadarını kimse yapmazdı. Ki ben tanımadığım birini evime almam." Gözlerimi kaçırdım. Neredeyse fısıldamıştım. "Tanımadığım birinden yardım hiç almam zaten," dedim ağzımın içinde geveleyerek. Başımı kaldırıp doğrudan gözlerinin içine baktım. "Şu son birkaç günde ne yaşadığımı bile anlayamadığım için şu an yanımdasınız. Sizi tanımam etmem. Nasıl insanlarsınız bilmem. Şu an, şu araçta oturmam bile benim için oldukça tuhaf bir durum. Her şey o kadar bir anda oldu ki bir şeyi algılayabilecek zamanım bile olmadı."

Poyraz gözünü dahi kırpmadan beni dinliyordu. Neler düşündüğünü tam olarak kestiremesem de dudaklarımı ıslatıp devam ettim: "Yaşananlar yaşandı ve bitti. O gün," dediğimde uyandığım günden bahsediyordum. "O gün de dediğin gibi hastaneden çıktığım gün yollarımızı ayıracaktık." Mavilerinin içine doğru baktım. "Ayıralım."

"Peki," dedi başını yavaşça sallayarak. "Ayıralım."

"Güzel."

"Güzel."

Başka bir şey konuşmadık. Araç ana caddede ilerlemeye devam ederken Poyraz, Harun'dan birkaç evrak istedi. Bakışlarımı onlardan çekip camdan dışarıyı izlemeye başladım. Poyraz da bakışlarını üzerime değdirmeden Harun'un ona uzattığı evrakları incelemeye başladı. Araba tanıdık köşelerden geçtikçe şehir, bana daha da yabancı görünmeye başladı. Koca İstanbul, onunla geçirdiğim koca sekiz yılım... Sekiz yıl bir hiç gibi geliyordu şimdi. Ben, terk edildiğim her yere yabancılaşırdım.

Denizli'de kaybettim annemi, babamın ise başka bir şehirdeyken ölüm haberni aldık. Sonra anneannemle Denizli'den ayrıldık. Ardından anneannem de gitti. O gidince kalmadı benden geriye bir şey. Çocukluğuma dair her şeyi kaybettim. Yabancılaştım. İstenmedim. Kimse sevmedi beni. Seven herkesi de kara toprak çaldı benden. Bitkilere can veren toprak; benden koca bir ömür, koca bir yaşam çalıyordu. Benden aldıklarını geri versin diye çok diz çöktüm, çok yalvardım ama vermedi; verilmez dedi. Gidenler gelmezmiş. Sen gidermişsin. Ama ben hiç gitmedim. Ben hep kaldım. Ben hep yalnız kaldım. Öldüm ben. Toprak buna inanmadı ama öldüm ben. O beni almadı diye yaşıyor satılacak değildim.

Ruhların mezarı olur muydu ki? Eğer yaşamıyorsa, kalmadıysa ümidi, terk ettiyse herkes, arkasından vurduysa, attıysa kazık, bir çelme de o taktıysa gömülürdü ruhlar bedenlerine.

Ruhların mezarı olurmuş. Bedenler ruhların tabutuymuş. Bilmezdim bunu altımda, bilmezdim bunu ön dördümde. İnsanlar yaşarken de ölürmüş. Ben geçen bu beş günde beş milyon kez ölmüştüm. Her seferinde de bebeğim için geri dönmüştüm. Onu varlığı bana güç vermişti. Yoksa yine benden geriye bir şey kalmazdı.

Ben bu hayatta yaşamak için hep bir şeylere tutunmaya çalıştım. Hayat bana çelme taktıkça ben doğrulmak için her yolu denedim ama hayat bana ben kalktıkça bin kez daha çelme taktı. Ben yine kalkmak için uğraştım. Annem bunu isterdi çünkü, bilirdim. Annem hep güçlü olmamı, bir şeyleri başarmamı, sağlam adımlar atmamı isterdi.

Ama yapamadım anne. Ben kalktıkça biri itti hep arkamdan. Kaç bıçak var sırtımda saymayı unuttum ben. Size gelmek istedim, mezarınızın başında toprağınıza sarılmak istedim ama yapamadım anne. Anne siz gidince gelemedim ben size bir daha hiç. Kapandı yollarım. Gittim oradan. Gelmedim bir daha anne. Altı yaşımda gömüldüğünüz günden sonra bir kez bile gelmedim mezarınıza. Ben her önünden geçtiğim mezarın topraklarına sizi geri versinler diye dil döktüm ama vermediler anne. Ölüm gitmekmiş. Siz gelmezmişsiniz. Toprak bir daha vermezmiş sizi bana. Anne sen gelmiyorsun ama bak, ben yine bir darbe yedim; yine çelme taktılar bana. Babam da yok yanımda. Kim kaldıracak beni? Anne bir insan kaç kez düşerdi yere? Dizlerim kan revan içinde. Yaramı saracak kimsem kalmadı. Gitti. O da gitti. Sevmiyorum dedi anne. Ben sevilmeyecek biri miydim gerçekten? Hak etmiyor muydum? Herkes gidermiş anne. Ben kalırmışım. Ben hep yalnız kalırmışım.

Aracın trafik ışığı nedeniyle durduğunu, camıma vuran birkaç tıklama sesiyle fark ettim. Kafamı kaldırdığımda camın arkasında dağınık sarı saçlı, yüzü kir içinde ama hayata inat gülümsemeye devam eden bir kız çocuğu bana bakıyordu. Camı hızla indirdim.

"Abla peçete almaz mısın?" Elindekini bana uzattığında gözlerim doldu. Hayat fazla acımasızdı. Bu kız neden buradaydı? Oysa şimdi okulda olması gerekiyordu. "Bak suyum da var." Diğer elindeki su şişesini uzatması gözlerimdeki yaşların akması için yeterli bir sebepti.

"Alırım tabii," dedim ve kucağımdaki cüzdanı çıkarıp elime gelen tüm parayı ona uzattım. Gözleri şaşkınlıkla açıldı.

"Bu çok, abla," dedi utangaç bir sesle.

"Değil," dedim. Çok olan, hayatın adaletsizliğiydi. "Al sen hepsini." Bu sefer ikiletmeden hepsini aldı, defalarca kez teşekkür etti. "Adın ne?" diye sordum. Çünkü bazı isimler unutulmamalıydı.

"Gül. Hep güleyim diye koymuşlar bu ismi." Hayatın attığı çelmeye rağmen gülüyordu.

"Hep güler misin?"

"Hayat ağlamak için fazla kısa be ablam. Düşsem bile gülerim bazen." Trafik ışıkları sarıya dönerken Gül ilerlemeye başladı. Ona nerede yaşadığını, yaşacak bir yeri olup olmadığını sormak istedim. Ama fırsat olmadı. Ardından birkaç söz söyledi; sonra elime bir peçete, bir su şişesi ve cebinden çıkardığı kırmızı bir gülü bıraktı.

Gidişini izledim sadece.

Sözleri zihnimde yankılandı.

"Hayat seni ağlatma istiyorsa inadına gül abla. Çünkü kimse gözyaşını hak edecek kadar değerli değil. Tüm dikenlerine rağmen gülümse."

***

Yaşadığım yere varana dek Gül’ün söyledikleri zihnimde dönüp durdu. Ben elimdeki çiçeğe dalmışken, Poyraz’ın bakışlarını da üzerimde hissettim sürekli. “Tatlı veledin ağzı iyi laf yapıyormuş,” diye bir şeyler geveledi bir ara Harun. Herhangi bir şey söylemedim, araç evimin önüne gelene kadar açık bıraktığım camdan dışarıyı izledim.

Yoldayken evimin tam adresini vermiştim, oraya vardığımızda araç kaldığım apartmanın önünde durdu. Bir elim kapıya uzanırken bedenimi Poyraz'a doğru çevirdim. "Sağ ol," dedim. "Her şey için."

Hafifçe kafasını salladı. "Rica ederim."

Telefon, anahtar, cüzdan gibi Poyraz'ın benim için getirttiği eşyalarımı hastanedeyken poşete atmıştım. Harun ön koltuktan eşyalarımın içnide olduğu poşeti bana uzattıktan sonra ona tebessüm ettim ve teşekkür ederek arabadan indim.

Benden sonra Poyraz arabadan indi. Kaşlarım merakla havalanırken aracın etrafından dönüp yanıma yaklaştı. Harun ve şoför hâlâ aracın içnideydi, apartmanın bahçe kapısı açmadan Poyraz'a döndüm. "Bir şey mi söyleyecektin?"

"İsteyecektim," dedi hızlıca. Merakla kafamı salladım. "Telefon numaranı."

Kaşlarım hafifçe havalandı. "Ne için?" Bu saatten sonra görüşeceğimizi sanmıyordum. Zaten birkaç haftaya bu şehirden gitmeyi düşünüyordum.

"Sana atacağım ses kaydı var." Gözlerimin parladğını hissettim. Bunu unuttuğuma inanamadım. Gerçi son birkaç günde kafa sağlığı yerinde olmayan biri olduğum için çok da tuhaf karşılamıyordum.

"Doğru," dedim, elim karnıma gittiğinde gülümsedim. "Unutmuşum onu. Vereyim."

Numaramı Poyraz'a verdikten sonra yukarıya kadar istersem eşlik edeceğini söylediğinde onu kibarca reddettim. "Kendine iyi bak," dedim son kez. Yavaş ve sarsak adımlarla bir elim karnımda apartmandan içeri girerken bakışlarının sırtımı delip geçtiğini hissediyordum ama arkamı dönmedim.

Kısa da olsa hayatımda olmuştu ama bu kadardı. Bir gün veda edilirdi herkese. Birini daha kısa bir vedayla geride bırakırken bu hayattaki sıfır noktama geri dönmüştüm. Kendimle baş başa kalmıştım. Hep kaldığım gibi. Hep kalacağım gibi.

Başımı eğdim ve karnımı okşadım. Yüsüme sıcak bir gülümseme yerleştiğinde "Ama anne bu sefer yalnız sayılmaz değil mi birtanem?" dedim bebeğime asansörü çağırırken. Asansör geldiğinde altıncı kata bastım. İçten içe gerilsem de sakin olmaya çalıştım. Stresten uzak duracaktım. Küçük miniğim için bu önemli bir mevzuydu.

Asansör durduğunda aksayan adımlarla daireme doğru ilerledim. Poşetin içinden anahtarımı çıkardım. Ellerim titriyordu, anahtarı kapı deliğine takmayı bile beceremiyordum. Dönmeyecektim ki ben bu eve bir daha. Son çıkışımdı o gün. Öyle olacağına inandırılmıştım. Şimdi önünde durduğum kapıyı açtığımda beni karşılayacak şey sadece bavullarım olacaktı. Toparlanmıştım bile. Sadece eşyalarımı aldıracaktık. İçimde yanıp tutuşan mutlulukla topladığım bu bavulu gözyaşlarımın yangınıyla mı boşaltacaktım şimdi? Her yaş ıslatmazdı. Bazen de yakardı. Böyle cayır cayır yakardı.

Titremeye devam eden ellerimle kapıyı sonunda açabildim. Dudaklarımı gerginlikten ısırıp duruyordum, önüme düşen saçlarıma dokunmadım.Yüzümü gizlesin istedim. Kapının ardında olan duvarda dikilen aynada yansımamı görmek istemedim. Ama çok geçti. Kapıyı ittiğimde gözlerimi kapatmaya fırsat bulamadan görmüştüm benden kalan harabeyi. Neşeyle çıktığım bu eve cenazeyle dönmüştüm. Umutlar ölürdü, hayaller ölürdü, sen ölürdün. En çok sen ölürdün. Sahi kaç kez ölürdün? Toprak almazsa seni şayet çok kez ölürdün. Çünkü öldürürdü insanlar yaralandığın yerden defalarca. Sözlerle öldürürdü. Bakışlarla öldürürdü. Kurşun olmadan öylece öldürürdü. Seni sevmiyorum demeleri çok fazla öldürürdü. Ölürdün. Çok kez ölürdün sen. Ölmüştüm.

Sen de kızgın mısın ona, annem?" dedim içeriye sarsak adımlarla ilerlerken, Kapıyı arkamı dönmeden kapattım. Harelerimi bavullarıma değdirmemeye çalışıyordum. "Ama merak etme, doğunca onun sana hata dediğini öğrenmeyeceksin sen birtanem. Bu yükü annen yüklemeyecek minik sırtına. Belki öldü bileceksin, belki terk etti bileceksin ama o sözleri hiç öğrenmeyeceksin."

Gözümden akan yaşları umursamadan pijamalarımın olduğu bavulu sürükleyip odama doğru ilerledim. Her adımımda hıçkırıklar düğümleniyordu soluk borumda ve ben ağlayamadıkça nefes alamıyordum sanki. Yatağımın yanına varır varmaz kendimi üstüne bıraktım. Bir elim yatağın üzerinde destek alırken diğer elim dudaklarımın üzerini kapatıyordu, ağlamamı kesmeye çalışıyordum, lakin başaramıyordum. Gözlerim tam karşımda olan komodinin üstündeki çerçeveye kaydığı an, tuttuğum hıçkırıklarım bir şeyler için son noktasında olduğunu fark etmiş gibi kendini serbest bıraktı. Dudaklarımın arasından göğsümü bıçak gibi delen bir hıçkırık kaçtı, içim kanadı.

Görkem'le ikimizin fotoğrafına bakarken hüngür hüngür ağlıyordum. İki eli de belimdeydi. Beni kendine bastırırken kafamı hafifçe kaldırmış ona bakıyordum. Nasıl mutluydum ama. O da öyleydi, ya da öyle gibi yapıyordu bilmiyorum ama bu fotoğraf hiç yalan gibi durmuyordu. Gülüyorduk işte, mutluydu; ya onun içi gidiyordu bana bakarken nasıl derdi sevmiyorum seni, pişmanım ben diye? Nasıl bu kadar kolay derdi bunu? Ben inanamıyordum. Düşündükçe aklımı kaçıracak gibi hissediyordum. Bu kadar basit olmamalıydı, böyle bir anda kestirip atamazdı. Olmazdı. Yanlıştı. Acıtırdı. Çok acıtıyordu ve ben nasıl geçer bu kanayan sızı hiç bilmiyordum. Ben buradan sonra nasıl devam edilir hiç ama hiç bilmiyordum.

Kaç saat geçti bilmiyorum ama tül perdesi çekilmiş camdan havanın karardığını görebiliyordum. Kendimi yatağa bıraktığımdan beri ağlıyordum. Artık gözlerimde ağlayacak tek bir yaşın bile kalmadığını fark ettiğimde yataktan yavaşça doğruldum. Soğuk parkede çıplak ayaklarımla ilerledim. Özenle topladığım bavulumu gelişine yere saçarken aralarından birkaç parça kıyafet seçtim ve yatağın üstüne fırlattım. Yönümü minik adımlarla banyoya çevirdim. Kafamın içinde dolanıp duran tek şey şu kabus dolu günlerin bir an önce bitmesiydi. Ben artık uyanmak istiyordum.

Ilık bir duş aldıktan sonra biraz daha iyi hissediyordum. Bacaklarımdaki sargılar hastanedeyken çıkarılmıştı. Altlarında birkaç çürük vardı, biraz sızlıyordu ama önemsemedim. Alnımdaki sızı da bir şey değildi. Zaten bunlar geçerdi birkaç güne, izi bile kalmazdı. Sorun kalbimdeki sızıydı. O hiç geçmeyecekti.

Yatağa fırlattığım siyah, pamuklu geceliğimi giydikten sonra bornozu bir köşeye fırlattım. Dağınıklık bu hayatta en nefret ettiğim şeylerin başındaydı ama insan bu gibi durumlarda bunu umursamıyordu. Hayatım dağılmış benim; odam dağılmış, çok mu?

Yatağa kendimi bırakır bırakmaz, yastığa başımı koymadan telefona uzandım. Alarm kuracaktım ama WhatsApp'tan gelen bildirimi görünce elim oraya kaydı. Bilinmeyen bir numara ses kaydı göndermişti.

0543....: İyi akşamlar. Poyraz ben. (16:17)

0543....: Söz verdiğim gibi istediğin ses kaydı. (16:18)

Neredeyse beş altı saat önce atmıştı ve ben daha yeni görüyordum. Numarasını kaydettikten sonra mesaj yazdım.

Teşekkür ederim. (21:43)

Her şey için. (21:43)

Mesaj anında mavi tık oldu. Çevrimiçi yazısını görünce kaşlarım çatıldı. Ardından hemen yazıyor yazısı ile karşılaştım. Bu kadar hızlı bir cevsp beklemiyordum.

Poyraz Karaaslan'ı hastanedeyken başta tanıyamamıştım çünkü kendimde değildim. Kendisi Soykan Holding için görüşme ayarlama çalıştığım sayılı iş adamlarından biriydi. Görkem'le çalıştığım süre zarfınca Poyraz'a sürekli görüşme talebinde bulunuyor ve her seferinde reddediliyordum. Reddedilme cevabım bile geç geliyordu, şimdi ise attığım mesaj anında okunuyordu. Hayat fazla tuhaftı.

Poyraz Karaaslan: Ortada teşekkür edilecek bir şey olmadığını söylemiştim. (21:44)

Poyraz Karaaslan: İyi misin, yardıma ihtiyacın var mı? (21:44)

İyi miyim, uzun bir süre iyi olacağımı sanmıyorum sanırım. (21:44)

Ama yardıma ihtiyacım yok. (21:45)

Düşündüğün için sağ ol. (21:45)

Poyraz Karaaslan: Yine de olursa yaz. (21:45)

Uzun bir süre bir şey yazmadım. Çevrimiçi yazısı yerini korumaya devam ederken boş gözlerle mesajlarına bakıyordum. Bu ısrarına anlam verememiştim. Fazla iyi niyetin altında da bir şey arardım ben. Kimse kimseye bu denli yardım etmek istemezdi.

Neden? (22:03)

Sen benim hayatımda olan biri bile değilsin. Beni tanımıyorsun. Kimim, nasıl biriyim bilmiyorsun. Keza ben de aynı şekilde. Nedir bu yardım etme ısrarın? (22:03)

Tamam, bazı şeyler oldu. Önüne çıktım. Bana çarptın. Çok sağ ol, bunca gün de gayet iyi ilgilendin ama bundan sonrası ne için? Neden yapasın bunu? Hele de tanımadığın biri için? (22:04)

Senin amacın ne? (22:04)

Poyraz Karaaslan: Yarın seninle konuşabilir miyiz? (22:05)

Poyraz Karaaslan: Söylemek istediğim önemli şeyler var. (22:05)

Hayır. (22:05)

İyi geceler. (22:05)

Benimle görüşmek isteme nedeni neydi? Daha soruma bile cevap vermiyordu. Hem daha bu sabah vedalaşmadan önce yollarımızı ayıracağımızı söylemiştik. Bu dediği de ne oluyordu şimdi? Böyle yol mu ayrılırdı?

Ona son birkaç günde bana çok fazla yardımcı olduğu için minnettarım ama onunla görüşmek veya konuşmak istemiyordum. Kendi yoluma bakmak istiyordum.

Telefonu kenara bıraktım, lambaları kapatmadan kafamı yastığa koyup uyumaya çalıştım. Karanlıkta kalmak istemiyordum. Boğuluyordum.

***

Gözlerimin hangi ara kapandığını bilmiyordum ama uyandığımda hava çoktan aydınlığa bürünmüştü. Perdelerin arasından sızan ışık odayı dolduruyordu. Telefonun alarmını kapattıktan sonra başımı tekrar yastığa koydum. Normalde tembellikten nefret ederdim ama şu an tek isteğim günlerce uyumaktı. Lakin karnımdaki kıpırtının buna izin vermeye niyeti yoktu. Gurulduyordu.

Uzandığım yerde karnımı okşadım. "Acıktık mı birtanem?" dedim mahmur bakışlarla gülmeye çalışırken. Sesimden uyku akıyordu. "Anne uyumak istiyor ama." Bebeğim ve midem beni dinlemedi. Biri tekrar kıpırdanırken diğeri gurulduyordu. Anlaşılan ikisinin de tek derdi bir şeyler yemekti. "Peki peki," dedim esneyerek. Yerimden doğruldum yavaşça. Elimin tersiyle dudaklarımın üstünü örttüm. Arasından hafif bir esneme kaçtı. "Ama evde yemek yok. Dışarı çıkacağız mecbur."

Yataktan kalktım. Sarsak adımlarla dün gece saçtığın bavuluma yürüdüm. Aynı zamanda bebeğimle sohbete devam ettim. "Neyse ki gram sohbetimin olmadığı komşularım evlenecek olduğumu bilmiyor," derken sinirlerim bozulmuş şekilde gülmeye başladım. "Bir de senin düğüne ne oldu tatavası çekemezdim hiç."

Rastgele bir kıyafet çıkarırken kimsenin beni bilmiyor oluşunu düşündüm. Eğer bilselerdi, işler daha da sarpa saracağına emindim. "Medyadır, sosyetedir falan hepsi yüzümü aptal babanla olan düğünümde görecekti, biliyorsun. Ya bir de önceden bilselerdi? İki adım atamazdık evden. İkimiz de aç kalırdık." Başımı konuştuğum şeylerin saçmalığına inanamıyormuş gibi iki yana sallarken bir yanda da üzerime siyah, salaş, dizden itibaren yırtmacı olan askılı bir elbise geçirdim. Elbise bileklerime kadar uzanıyordu. "Konuştuğumuz şeylere inanamıyorum. Boş ver annem, sen takma bunları kafana. Doğunca bilmeyeceksin zaten."

Aynanın önüne geçip saçımı tepeden at kuyruğu yaptım. Solgun cildimi inceledim ama makyaj yapacak gücüm yoktu. Birkaç günde çökmüştüm resmen. Makyajı pas geçip tekrar bavula yöneldim. Üzerime bavuldan çıkardığım yeşil hırkayı geçirdikten sonra omzumu açık bırakarak sarkıttım, elime de siyah bir çanta aldım. Cüzdanımı içine attım. Telefonumu masadan aldıktan sonra çıkmak için hazırdım. Kapının önünde beyaz sporlarımı giydim ve anahtarımla birlikte kendimi dairemden dışarı attım.

Bugün dışarda bir şeyler yedikten sonra gün boyu sahilde gezmek gibi planlar yaptım. Birkaç gün kafamı toparlamak, biraz kendime geldikten sonra da bir şeylerle yüzleşmek istiyordum. Görkem'in yüzü şu an görmek istediğim bir yüz değildi. Görürsem tetiklenirdim. O yokmuş gibi yapacaktım, en azından deneyecektim. Gittiğim her yerde onu düşünmemeye çalışacaktım. Elim telefona gittiğinde numarası üzerinde gezinmeyecektim, eski mesajlara bakmayacaktım, o galeriyi açmayacaktım. Alışacaktım ben. Sonra da gidecektim. Bu şehre de yabancılaşacaktım.

Caddede yürürken telefondan gelen bildirimi ilkinde umursamadım. İkincisinde merak ettiğim için yürüme devam ederken telefonu açtım. Mesaj yine Poyraz’dandı. Ne istiyordu benden?

Poyraz Karaaslan: Evinin yakınlarında olan Osantus Kafedeyim. (09.11)

Poyraz Karaaslan: Eğer gelirsen sevinirim. (09.11)

Poyraz Karaaslan: Seninle konuşmak istemediğimi söylemiştim. (09:12)

Yollarımız ayıracağımızı da konuştuk.(09:13)

Bu ısrarındaki amaç? (09:13)

Poyraz Karaaslan: Eğer gelirsen, anlatırım. (09:14)

Gelmeyeceğim. (09:14)

Israrı yüzünden bunalmış bir şekilde nefesimi bıraktım. Tam telefonu kapatıp çantama atacaktım ki son anda yazdığı şeyi görmek, az kalsın telefonu elimden düşürmeme sebep olacaktı. Dudaklarımın arasından kısa çaplı bir çığlık kaçtığında adımlarımı durdurmuş, üstüme çektiğim tuhaf bakışları yok sayarak yanlış okuyup okumadığımı anlamak için mesajı defalarca kez okumuştum. Benimle dalga geçiyorsa komik değildi, şayet dalga geçmiyorsa yine komik değildi. Hiç komik değildi. Ellerim hareketsiz biçimde havada asılı kaldı. Yanlış okumadığıma emin olduğum yazıyla bakışmaya devam ederken üstümdeki şaşkınlığı bir süre daha atacağımı sanmıyordum. Evlilik derken?

Poyraz Karaaslan: Benimle evlenir misin? (09:16)

BÖLÜM SONU...

***

Benimle evlenir misin derkeeenn...
Ekranla bakıştık Poyraz beycim neler diyorsunuz siz??

Sizce bundan sonra ne olur? Elvin nasıl tepki verir?

Poyraz'ın amacı ne? Daha tanımıyoruz onu. Çünkü Elvin tanımak istemiyor kimseyi. Ama tanışırız...

Bir sonraki bölümde, yani 2025te görüşmek üzere. Mutlu güzel seneleriniz olsun.

Kendinize iyi bakın.
Esen Kalın...

Bölüm : 29.12.2024 15:22 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...