
Selam Selam selammm
Bölümün geciktiğini biliyorum ama işte elim gitmedi işte.
Bölüm sonunda konuşalım. Yorumlarınızı bekliyorummmm
Keyifli okumalar...

5. BÖLÜM
YALNIZ GİRİLEN MEZARLAR
Eğer bir yerde masum bir can ölürse o gece bulutlar o cana veda etmek için bardaktan boşanırcasına ağlar, demişti bir keresinde ablası Fidan. Gök gürlermiş, şimşek çakarmış, her damla yeryüzüne isyan ederek akarmış.
Ablasının kendi kendine söylediklerini işiten bedeni, oynadığı oyunu bırakmış ve merakla ona bakmıştı, o zamanlar daha on yaşlarındaydı. Ablasının neyden bahsettiğini tam olarak anlayamıyordu. Yağan yağmur neden birine veda etsin ki?
“Masum canlar ölür müydü hemen?” diye sorma gereksinimi duydu, oyuncak arabasını kenara bırakıp ayaklandı. Ölümle karşılaşmadığı bir yaşta olduğu için ölümün ne olduğunu pek bilmiyordu. Evet, girerdi insanlar kara toprağa, sonra da gelmezlerdi geri ama o hiç kaybetmemişti ki o zamana kadar birini. Bunun getirdiği acıdan haberi yoktu. İnsan böyle boğuluyormuş gibi hissederdi. Bir kol vardı sanki boynunda, nefes aldıkça sıkıyor, nefes almak istedikçe de kişiyi buna utandırıyordu. Yutkunamıyordu. Boğazındaki o yumru sanki hiç geçmeyecekmiş gibi geliyordu. Sanki o da girmişti kara toprağa da çıkamıyordu. Çırpınıyordu. Çırpındıkça bir kez de o ölüyordu. Ölüm ona böyle hissettiriyordu, o zamanlar bunu bilmiyordu. Keşke hiç öğrenmeseydi.
Camın pervazından birine ağlayan bulutların yaşlarını izleyen ablasının yanına geçip oturdu. Üç gün olmuştu ablası hastaneden geleli ve üç gündür, Ankara’da yağıyordu yağmur sanki isyan edercesine. O zamanlar o bulutun kime ağladığını bilmiyordu minik Poyraz. Ablası onun varlığını hissedince yaşlarla dolan gözlerini hızla sildi ve bakışlarını ona çevirdi. Kalbinde büyük bir sızı vardı. Canı o kadar yanıyordu ki sanki boğuluyor gibi hissediyordu.
“Herkes bir gün ölür minik kardeşim,” dedi kardeşinin dağınık kumral saçlarını karıştırarak. Ona gülümsemeye çalıştı ama beceremiyordu, yaşadıkları o kadar ağır geliyordu ki Fidan’a, böğrüne oturan taşın ağırlığı ile ne yapacağını bilemiyordu. “Ama herkes ölmek istemez. Ölmek isteyen masum birini görürsen onu koru olur mu?” Kafasını bir kere salladığında sesi sanki içine kaçmıştı. “Eğer biri ölmek istiyorsa canı çok yandığındandır. Hayat ona hiç acımadığındandır. Belki…” dediğinde iç çekti. “belki o da kaybetmiştir birini de, gitmek istemiştir yanına.” Ama sen beni koruma sakın Poyraz demişti içinden, kardeşi ise bunu hiç bilmemişti.
Poyraz o zamanlar ablasının ne demek istediğini anlamamıştı ama onu mutlu etmek için kafasını sallayarak onaylamıştı. Gülümsüyordu. “Sen hiç merak etme abla,” dedi göğsünü kabartarak. “kocaman olayım bir, bak gör, sevdiğim herkesi koruyacağım. Ama en çok seni.” Ablası onun sözleri ile daha çok ağlamış, sonra sıkı sıkı sarılmıştı ona.
“Kalbindeki iyiliği öldürme hiç olur mu?” dediğinde bunun ona son nasihati olduğunu ikisi de bilmiyordu. Kollarını Poyraz’dan ayırdı ve iki elini de sıkı sıkı tutarak kafasını salladı. “Babam gibi olma, ona benzeme. Vicdanın taş olmasın onunki gibi. Yakmasın kimsenin canını. En çok kendine taş olmasın. Kendini sev. Çok sev. Sakın küsme hayata. Yaşa. Çünkü nefes alıyorsan vardır devam etmesi gerek bir hikâyen. Bu hayat acımasız, canım kardeşim. Çok acımasız. Onunla savaş. Güçlü ol, çünkü hayat ilk önce zayıfları gözüne kestirir, sonra da paramparça eder ve yaşa yaşayabiliyorsan der alayla. Hayat seni ağlatmak istiyorsa inadına gül. Yarın çok gül Poyraz. En çok benim için gül. Söz veriyorum bir yerlerden gülüşünü izleyeceğim. Şimdi de sen bana bir söz ver.”
Poyraz ablasının konuşması boyunca ağzını açıp tek kelime etmedi. Sadece dinledi. Söylediklerinin nereye varmaya çalıştığını anlamıyordu. Hoşuna gitmemişti bu konuşma. Veda eder gibiydi ama ablasıydı o, gitmezdi bir yere. Kaç gündür kendini bu odaya kapatmış ağlıyordu. Onun yanına gelip neşelensin diye türlü şaklabanlıklar yapmıştı ama ablasının yüzü bir türlü gülmemişti. Bugün de yine onu yalnız bırakmamak için odasına gelmişti. Ablası camı izleyince getirdiği arabayla oynamaya karar vermişti.
“Abla neden böyle konuşuyorsun?” dedi fısıltıyla.
Fidan onun sorusuna cevap vermedi ve “Bana söz verecek misin?” diye yineledi.
Poyraz’ın bakışları merak doluydu. “Ne için?”
“Yapmadığın hiçbir şey için kendini suçlayıp hayatı kendine zulmetme. Hatan varsa, üstüne git. Düzeltmeye çalış ama yoksa başkalarının sözüne aldanma. Babam bunu yapmayı çok sever, biliyorsun. Hep bize biz hatalıymışız gibi davranır, manipüle etmeye çalışırdı ama onun sözlerine sen sakın kanma olur mu? Söz ver bana…”
“Söz,” dedi Poyraz kafasını ablasını ikna etmek için defalarca sallarken. “Ama sen de hep yanımda olup bana bunu sürekli hatırlat.” Fidan üç günün sonunda ilk kez gülümsemişti. Poyraz sonunda onu gülümsetebildiği için mutluydu. Ablası eğer onun verdiği sözlere gülecekse Poyraz her zaman ona söz verebilirdi.
“Kocaman adam olup birini seversen o kadını da hiç üzme tamam mı bücür?” dedi Fidan Poyraz’ın saçlarını gülerek karıştırdığında. Poyraz bu hareketten hiç hoşlanmaz, hemen yüzünü buruştururdu. Ama bugün ablası için geri çekilmedi, sadece gülümsedi. “Kadınların kalbi hassastır,” diye devam etti Fidan. Poyraz kulaklarını kabartmış onu dinliyordu. “İçindeki çiçeği soldurma. Solan çiçekleri varsa onu sen yeşert, tamam mı?”
“Çok severek mi yapmalıyım bunu?”
Fidan kafasını iki yana salladı. “Hayır bücür, çok sevmek bir yerden sonra hastalıktır. Sevmenin de fazlası zehirdir.”
Poyraz şaşkınca kafasını yukarı kaldırdığında kaşlarını çattı. “Çok sevmemeli miyiz?” diye sordu.
“Sev bücür. Sev ama güzel sev. İnan bana güzel sevilen her kalp, mutlaka bir gün çiçek açar.”
“Kerim abi seni nasıl sevdi?” diye sordu merakla. Kerim Fidan’ın bu hayatta kalbindeki yeri değişmeyecek en önemli yaralarından biriydi. “Güzel mi sevdi yoksa çok mu sevdi?”
Fidan bakışlarını kardeşinden kaçırıp cama çevirdi. Yağan yağmuru izledi. Cevap vermek istedi ama ismi kalbine öyle battı ki yarası sızladı. Derin bir nefes aldı, aldığı nefes yaktı ciğerlerini, sonra da iç çekti maziye. Mazi derindi. Gömüldü o çukura. “Çok sevdi,” dedi sonra buğulu sesle. Dudaklarını ıslattı ve ekledi: “O beni gerçekten çok sevdi.” Ve sevgisiyle yok etti diye devam etti içinden, kardeşi hiç bilmedi.
Poyraz başka bir şey daha demek istedi ama Fidan ayağa kalkarak onu engelledi. Uykusu olduğunu söyleyerek onu odasına gönderdi. Poyraz onunla kalmak istediğini söylese de istemeye istemeye odasına geri dönmek zorunda kaldı. Hayatı boyunca döndüğü o an için de pişman oldu.
Ertesi gün ablasını bir daha göremedi. Yağmur günlerce deli gibi yağdı.
Ablası masum bir candı ve artık bu hayatta değildi.
Masumlar daha çok yaşamalıydı. Hatta en çok masumlar yaşamalıydı. Oysa bu hayatta kaybeden hep masumlar olmuştu. Çünkü hayatın yaşatmak istediği taş bir kalbi vardı. Hayat alabildiğine duygusuz, bir o kadar da zalimdi. Acıması yoktu. Zayıf gördü mü hemen üstüne biner ve ezerdi. Hayat zayıf bedenleri sevmezdi.
Hayat ablasından ne istemişti?
Peki hayat, daha nefes almaya fırsat bulamayan o minikten ne istemişti?
Gök gürlüyor, yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Yağmur bu gece de yıllar önceki o gün gibi giden bir cana isyan ediyordu. Poyraz, hastane odasındaki camdan bulutlardan art arda yere sıkılan isyan kurşunlarını izlerken ablasının ne kadar haklı olduğunu düşündü bir kez daha.
Bulutlar ölen her masum cana ağlarmış.
Bulutlar ablasına ve onun canına ağladığı gibi masum bir cana daha ağlıyordu.
Gömleğinin kolunu birkaç kez kıvırmış, ellerini siyah pantolonun cebine koyarak öylece karanlık gecede göğsüne binen acıyı yok saymaya çalışıyordu. Yıllar öncesine geri dönmüş, o odaya geri girmiş gibi hissediyordu. Yine elinde siyah bir araba vardı ve birazdan ablası “Eğer bir yerde masum bir can ölürse o gece bulutlar o cana veda etmek için bardaktan boşanırcasına ağlar,” diyecekmiş gibi hissediyordu. Birazdan yine o odadan çıkacak ve ertesi gün ablasını yatağında bulamayacaktı. Oysa artık unuttuğunu sanıyordu. Unutmak denen meret hatırlanmak için olduğunu yeni öğreniyordu.
Eğer unutulacak bir şey varsa, hatırlanırdı mutlaka bir gün karşısına çıktığında.
Poyraz bu kadında ablasını görüyordu. Bu kadın ona ablasını hatırlatıyordu. Aynı acı, aynı kader, aynı masumluk… Elvin hastane yatağında boylu boyunca uzanırken bunu düşünüyordu. Hastaneye gelmeleri üzerinden bir gün geçmişti ve o hala uyanmamıştı. Uyanmak istemediğini düşündü Poyraz. Çünkü uyanırsa yaşayamayacağını hissedecekti. Bu filmi daha önce izlemişti.
Onunla hikâyesi boş bir caddede önüne çıkması ve ona çarpmasıyla başlamıştı. O iyi olduktan sonra yollarını ayıracaklarını da söylemişti ama sonra gidip ona evlenme teklifi etmişti. Ondan duyduğu kadarıyla öğrendiği hikâyesinden olsa gerek yavaş yavaş nüfus etmişti bu fikir zihnine. Bu sayede hem kendini kurtaracaktı hem de onu. Ama beklemediği bir şey oldu. Elvin onu reddetti. Reddedilince de büyük bir hata yaptığının farkına vardı. Düşünmeden hareket etmişti. Ayrılırız altı aya dediği kadının bir bebeği olacaktı. Masum canlar bir oyuna kurban olmamalıydı. Zaten Elvin de bebeği için onu terk eden adamı rezil etmekle uğraşmamıştı. Bebeğini bu kirli hayattan korumak istemişti. Eğer onlarla uğraşırsa bebeğine bir şey yapacaklarını tahmin edebiliyordu.
Elvin onu reddedip kafeden çıkıp gittikten sonra bir ay geçmişti. Artık yollarının tamamen ayrıldıklarını düşünüyordu Poyraz. Zaten o süre zarfında kendi lanet hayatına yoğunlaşmıştı. Elvin meselesi de onun için kapanmıştı. Ta ki onunla hastanesinin bahçesinde tekrar karşılaşana dek…
Görkem Soykan denen cibilliyetsizin düğünü olacaktı ve o herif kendisine tekrar davetiye göndermekte gecikmemişti. İlkine gitmeyi düşünmemişti çünkü o gece aldatıldığını öğrenmişti. İkincisi ve herkesi aynı kişi diye tanıttıkları ama başkasıyla olan düğününe bir proje için gitmek zorunda kalmıştı.
O düğün davetiyesi gelince aklına Elvin ve çaresiz halleri düşmüştü. O an zihnini acaba ne yapıyor, devam edebiliyor mu hayatına düşünceleri bulandırsa da bunu hemen sildi kafasından. Ama ertesi gün onu gördü o bahçede. Elinde küçük bir ultrason kağıdı vardı ve gülümsüyordu. İçten bir gülümsemeydi bu. Onu tanıdığı süre boyunca hiç gülümsediğini görmemişti. Hep ağlamıştı. Oysa gülümsemesi güzeldi. Gülümserken yanağında derin bir çukur oluştuğunu o gün fark etti. Ablası bir kadın, gamzelerini belli edecek kadar gülümsediğinde bil ki o çukurun topraklarında güzel bir çiçek açmıştır, derdi. Onun çiçeği de elindeki siyah kareye resmedilmişti.
Şimdi Poyraz bu kadına nasıl derdi senin çiçeğini soldurdular?
Hastaneye Ceyda’yı düğüne kendisiyle gelmesi için ikna etmeye gitmişti. Tek başına o işkenceye katlanamazdı. Ki uzun yıllardır birlikte bir şeyler yapmadıklarına dair yakınıyordu. Poyraz Ankara’da yaşadığı dönemler çok az uğrardı İstanbul’a. İş için gelir, biraz kalır ve dönerdi. Babaannesi için gelmişti. Biraz kalıp gitmeyi düşünüyordu lakin aldatıldığını öğrendiği o kara geceden sonra o şehre geri dönme düşünceleri zihninden tamamen silmişti.
Ceyda onun tamamen dönmüş olmasına sevinmişti. Teyzesinin kızı, baş belası kuzeniydi. Onunla düğüne gelmeyi kabul etti. Poyraz ise şu an oraya gidip onu çağırdığı için kendini suçlu hissediyordu. Telefondan da yapabilirdi bunu. Eğer gitmeseydi Elvin ile karşılaşmayacak, düğün gününün o gün olduğunu öğrenmesine sebep olmayacaktı. Belki başka yollarla öğrenirdi ama buna sebep olanın kendisi olmasını istememişti.
O odada aralarında ne geçti bilmiyordu. Salondan bunaldığı için uzaklaştığında üzerinde beyaz gömlek, siyah yelek takımı olan garsonlardan birinin üstlerinden biri olduğunu tahmin ettiği kişiye “Abi az önce hamile bir kadın geçti,” dediğini duyunca adımları istemsizce durmuştu. Bugün burada gördüğü tek hamile kadın Elvin’di. “Kan falan vardı üzerinde. Pek iyi durmuyordu. Durdurmak istedim ama çekip gitti.” Poyraz duyduğu cümlelerle aralarında iyi şeyler geçmediğini anladı. Hızlıca garsonun yanına gitti ve adamın kolunu sıkıca tutup, kendine çevirerek “Yeşil elbise mi vardı üzerinde? Saçları da turuncuya yakın?” diye sordu. Garson onun bakışlarından korkmuştu. Hızlıca kafasını salladı ve “E…Evet,” diyebildi sonunda. “Öyleydi.”
“Nereye gitti?”
“Yangın merdivenlerine doğru gidiyordu.”
Garsonun başka bir şey demesine müsaade etmeden hemen arkasını döndü ve koşarak merdivenlere doğru gitti. Basamaklardan hızlıca iniyor ve Elvin’e sesleniyordu ama cevap alamıyordu. Ne olmuştu da garson kan var demişti üzerinde? O adam ona bir şey mi yapmıştı?
Merdivenlerin sonuna geldiğinde onu yerde dizleri üzerinde çökmüş ağlar bir şekilde görünce kalakalmıştı. Ellerinde, bacaklarında, kıyafetlerinde her yerde çok fazla kan vardı. Ellerini karnına götürüyor, ona bir şey olmasın diye sayıklayıp duruyordu. Poyraz girdiği şoktan onun ayağa kalkmaya çalışıp tekrar düşmesiyle çıkmıştı. Ona seslendi ve kalan adımlarını bitirir bitirmez soluğu baş ucunda aldı.
O da gitmesin diye ona yalvardığında Poyraz acıyı yutmak zorunda kalmıştı. Kaç kişi gitmişti hayatından? Eğildi, onu kucağına aldı ve binadan çıkardı. Binanın arka caddesinde çıktılar.
Koca İstanbul’da, trafikten nefes alamayan o koca İstanbul’da o gece o sokaktan tek bir taksi bile geçmemişti. Masum bir can vardı hayata tutunmaya çalışan ama hayat masumlara her zaman kıyardı. Kanları giderek arttığını görünce dayanamamış, adımlarını bir kaldırım kenarında durdurmuştu. Elvin iyi değildi. Bayılacak gibiydi. Hemen Harun’u aradı ve yerini söyleyerek Ceyda’yla gelmesini istedi.
Elvin'in gözleri giderek kapanıyordu. Poyraz açık tutması için ısrar etse de yapamıyordu. Bedeni giderek onu dibe doğru çekiyordu sanki. Bedeni onu hep en dibe çekerdi zaten. “Ölüm kokuyor bu sokak, Poyraz,” dediğinde Poyraz’ın elleri havada asılı kalmıştı. Taş gibi olmuştu bedeni.
“Ölüm yok,” demişti hemen. “Ölüm çiçeklere yakışmaz.” İsmini ilk duyduğunda anlamını merak etmiş ve araştırmıştı. Cennet çiçeği demekmiş. Onu bu hale getirenler cehennemde soldurmuştu yapraklarını.
“Herkes gider,” diye mırıldandı yorgun gözlerinin ardından. “Peki herkes gider diye biter miydi hikâyeler?” Poyraz duyduğu soruyla gözlerini kaçırdı. Unuttu sandığı geçmişini sanki tekrar yaşıyordu.
“Nefes aldıkça devam eder hikâyeler,” diye yanıtladı onu ablasının söylediği gibi. Çünkü nefes alıyorsan vardır elbet devam etmesi gerek bir hikâyen.
Elvin onu dinlemedi. Gözleri tamamen kapanırken son söylediği “Ölürsem mezarıma Lavinia getirsinler,” olmuştu. Sonra da açmamıştı o gözleri. Poyraz ona seslenip durdu ama o açmadı gözünü hiç. Tepki bile vermedi. Sadece ölüm koktu sokak. Gök gürledi, yağmur yağdı. Bulutlar ağlamaya başladı.
Poyraz’ın dudakları titrerken usulca kafasını kaldırdı ve bulutlara baktı. “Yapma,” dedi boğuk bir fısıltıya gökyüzüne bakarak. “yapma artık şunu, alma. Yağma daha fazla.”
Gökyüzü daha da gürledi. Dinlemedi onu. O gece, o sokak buram buram ölüm koktukça Poyraz’ın gözünden düşen tek damla yaş da yağmura karıştı. Ablası da gitmişti tıpkı böyle bir yağmurlu günde. Gelmemişti bir daha geri.
Hastaneye geldiklerinde Elvin’i direkt ameliyathaneye aldılar. Yol boyunca Ceyda apar topar çıktığı düğünden sonra karşılaştığı bu dehşet dolu manzaranın nasıl olduğunu sorsa da herhangi bir cevap alamadı. Çünkü Poyraz da ne olduğunu bilmiyordu. Sadece onun iyi olmasını diliyordu.
Ceyda yolda hastaneyi aramış bir an önce ameliyathaneyi hazırlamalarını istemişti. Daha önce Elvin’in hasta kaydı olduğundan onun bilgilerini vererek sistemden kan grubuna bakmalarını ve en kısa sürede birkaç ünite kan hazırlığı yapmalarını söyledi. Çok fazla kan vardı. Daha bir saat önce sapasağlam gördüğü kadının üzerinde şimdi çok fazla kan vardı. Akıl alır gibi değildi.
Ameliyat çok zor geçmişti. Ceyda Elvin’i yaşatmak için direndikçe Elvin sanki kaçmak istiyordu. Ceyda Elvin’in artık yaşamak istemediğini bilmiyordu. Tek bir yaşama nedeni kalmıştı bu hayatta, onun da karnından söküp aldığı, daha gelişimi bile tamamlayamadan nefesi kesilmiş minik bebeğinin olduğunu bilmiyordu. Onun tek dayanağının karnından sökülen can olduğunu bilmiyordu. Başka kimi kalmıştı ki bu hayatta? Bir insan daha kaç defa ölürdü? Elvin o ameliyat masasında bir kez daha ölmüştü ama bunu kimse bilmemişti.
“Bebeği kaybettik,” demişlerdi ilk önce. Ameliyat devam ederken derin bir sessizlik hakim olmuştu soğuk duvarlara. Bir süre sonra da “Anneyi kurtardık,” demişlerdi ama bebekle birlikte onun da ruhunu gömdüklerini hesap edememişlerdi. Onun artık anne olmadığını hesap edememişlerdi.
Hadi okunsun şimdi. Anneye de bir sela okunsun. Yiten bir cana hangi anne yaşardı? Daha kaç acı taşıyacak bir beden? Yürek dayanmaz, kanayan yara artık kapanmaz. Ölenler o mezardan çıkıp ona kucak açmaz. Ölenler nefes almaz.
Kapı açıldığında Poyraz arkasını dönmemiş yağan yağmuru izlemeye devam etmişti. Dünden beri yağmaya devam ediyordu. Giden minik Ceylan için ağlıyordu. Poyraz bunu biliyordu.
Topuk tıkırtısı yanında durdu. “İyi misin?” diye sordu yorgun sesi.
Poyraz Ceyda’ya dönmeden “Bilmiyorum,” dedi fısıltıyla.
“Fidan ablayı düşünüyorsun değil mi?”
Hafif bir tebessümle kafasını ona çevirdi. Kuzeni onu iyi tanırdı. “Oysa unuttum... alıştım sanmıştım.”
“Sen ablanı hiçbir zaman unutmazsın, Poyraz. Gittiği için ona kızgınsın hâlâ ama onu hiç unutmazsın.”
Derin bir iç çekti. Söylediklerini düşünmemeye çalıştı. Şu an merak ettiği başka bir şey vardı. Kafasını Elvin’e doğru çevirdiğinde çenesiyle onu işaret etti. “İyi olacak mı?”
“Uyanmasını engelleyen bir sorun yok. Sadece o uyanmak istemiyor.”
Araya girdi Poyraz. “Çünkü uyanmak için sebebi yok.”
“Elvin kim Poyraz?” diye sordu Ceyda ellerini önlüğünün cebine koyduğunda. Kuzeninin onunla bu kadar ilgileniyor olmasına şaşırmış lakin bugünkü olaydan sonra nedenini anlamıştı. Onda ablasını görüyordu. “Görkem Soykan'ın düğününde ne işi vardı? Hiç düğüne gelmiş bir hali yoktu. Dün sabah muayeneye nasıl geldiyse öyle gelmişti. Biriyle konuşup gideceğim dedi. Kiminle görüşecekti?”
Poyraz önüne döndü. Tekrar camı incelerken “Bu onun özeli,” dedi kararlı bir ifadeyle. “Benim bunu sana anlatmam doğru olmaz. Uyanınca, ki bunu istemediğini düşünüyorum hâlâ. Uyanırsa ve anlatmak isterse anlatır. Ben bir şey diyemem.”
Poyraz’ın Görkem Soykan hakkında öğrendiği tek ve en önemli şey rezil bir insan olduğuydu. Elvin’e yaptıklarını düşündükçe midesi bulanıyordu. Karaktersizlikti bu. Amacı neydi, neden böyle bir şey yapmıştı hiçbir fikri yoktu ama bu hareketlerinin affedilir bir yanı da yoktu. Onun düğününe gitmek zorunda kaldığı için kendini kötü hissetmişti ama iyi ki gitmişti diye düşünüyordu şimdi. Gitmeseydi Elvin’i kurtaramazdı. Bazı şeyler sadece kaderdi. Kaderinde onu kurtarmak vardı belki de.
Bugün öğrendiğine göre de düğün olmuştu. Görkem Soykan başka bir kadınla evlenmişti. Bebeği onun yüzünden ölmüşken o bir kadının hayatını karartıp başka biriyle evlenmişti. Poyraz prensipleri olan bir adamdı böyle bir adamla iş yapmayacaktı. Aile onun hayatında değer verdiği şeylerden biriydi ve aile ismini kirleten biriyle aynı işe imza atmayacaktı.
Ceyda Poyraz’ın dediklerini başıyla onaylayarak Elvin’e uzun uzun baktı. Hikâyesini merak ediyordu. Onu Poyraz’ın kucağında yağan yağmurun altında kanlar içinde görünce neye uğradığını şaşırmıştı. Aklı hâlâ almıyordu. Ne oldu da böyle bir felaket oldu diye düşünmeden edemiyordu.
Önüne döndü ve Poyraz gibi yağan yağmuru izledi. “Dün sabah bebeğine ben baktım,” diye başladı söze iç çeker gibi. “Çok iyiydi. Gerçekten çok iyiydi. O kazaya rağmen hiçbir sorun yoktu. Annesine sıkı sıkı tutunmuştu. Güçlü bir bebekti. Fazla da hareketli.” Ufak bir gülümseme kaçtı dudaklarından. Sonra jilet gibi kesildi. Bakışlarında merak vardı. “Bir anda ne olmuş olabilir? O kadar kanamanın normal biri yanı yoktu Poyraz. İki ünite kan taktık ama hâlâ düşük değerleri.”
Poyraz bakışlarını ona çevirdi. “Sence bunun altında başka bir şey olabilir mi?” diye sordu, çünkü o da inanamıyordu buna.
“Bilmiyorum,” diye mırıldandı Ceyda. “Birkaç kan değerine baktırdım. Ama yok, bir şey bulamadım.”
“Kullandığı ilaç falan var mı?” Ellerini cebinden çıkarıp gözlerine götürdü. Gözlerini avuç içleriyle ovarken uykusuzluktan başına ağrı girdiğini hissetti. Dünden beri gözüne uyku girmemişti.
Ceyda başını sallayarak onayladı onu. “Yazmıştım birkaç tane, bu süreçte onu toparlaması için. Onun dışında bana sormadan ilaç kullanmaması konusunda tembihledim.”
“Yan etki yapmış olabilir mi?”
Başını iki yana sallarken “Sanmıyorum,” dedi. “Ama istersen bir getir, bakalım.”
Poyraz sadece onaylar bir mırıltı çıkardı. Ceyda bu gece hastanede nöbetçiydi. Gelen telefonla gitmek zorunda kaldı. Gitmeden önce de Poyraz’a artık dinlenmesi gerektiğini söyledi. Evine gitmesini istese de kuzenin onu reddedeceğini bildiğinden bu konuyu hiç açmadı.
Ceyda odadan çıkınca Poyraz Elvin’e kısa bir bakış attıktan sonra Harun’u aradı. Elvin’in evine gitmesini ve ne kadar ilaç varsa almasını istedi. Anahtarı arabasında kalan çantasında olabileceğini söyleyip telefonu kapattı. Bunun altında bir şey varsa onu çözecekti.
Elvin’in yanına geldi. Yatağın ucunda durduğunda yüzünü inceledi. Solgun duruyordu. Uyanmadığı halde yüzünde hüzün dolu bir ifade vardı. Sanki tüm bedeni bu kayba yas tutuyordu. Uyandığında yaşanacak felaketi düşünmek bile istemiyordu.
Elvin yoldan geçen biri değildi artık onun için. Çekip gidebileceğini düşünmüyordu. Onun acısının yanında olmaya çalışacaktı. Çocukken bunu anlamamıştı. Ablasının isteğini yerine getirecekti şimdi. Çünkü biliyordu, Elvin artık yaşamak istemeyecekti.
Elleri onun saçlarına gidecek gibi olduğunda hemen kendini geri çekti. Sadece gülümsedi ve son bir söz söyleyerek boş koltuğa geçip oturdu, yarın bir kadın feryadıyla uyanacağını bilmeden.
“Seni yaşatacağım. Seni solduranlara inat yeniden çiçek açmana yardımcı olacağım.”
***
İnsanın ölümle erken yüzleştiğinde en çok merak ettiği sorulardan biri de birinin kaç kez ölebileceği olurdu. Sahi kaç kez ölürdü insan? Kaç kez gömerdi kendinden bir parçayı bu köhne mezarların arasına da eksilirdi yavaş yavaş? Kaç kez alırdı kara toprak ondan bir parçayı da vermezdi sonra? Kaç kişi gömmüştüm bu hayatta da nefes almakla cezalandırılmıştım?
Sahi kaç kez ciğerime batan nefesler arasında ölmüştüm ben? Kaç kere göğüs kafesimin arasına gömülmüştüm? Kaç mezar sığdırmıştım yalnızlığıma?
Kara toprak… Kaç insan aldın hayatımdan? Doymadın mı beni gömmelere, bir insan daha kaç defa ölürdü? Çok kez ölmüştüm. Eksildikçe yamacımdan sevdiğim herkes, onlarla birlikte bir kere de ben ölmüştüm. Ama ayaktaydım, dikiliyordum, sorsalar yaşamıyordum. Ama yaşamla cezalandırılıyordum. Ben çok kez ölüyordum ama bir türlü gömülemiyordum.
İnsan sevdikçe çiçek açarmış kalbinin bahçeleri, sözlerine inanmayı bıraktığım yaşlardaydım. Artık emindim, insan sevdikçe eksilirmiş. Çünkü sen sevdikçe onlar giderlermiş. Kaç gidiş gerisinde canlı bir renk bırakırdı ki? Giden giderdi, sen kaldıkça renklerin de senden giderdi. Her şey neden bu kadar gitmeye meyilliydi? Canlılığın giderdi, mutluluğun giderdi, yaşama sebebin giderdi; ama onlar, en çok onlar giderdi. Neden her giden seni de götürmezdi?
Lanet ölüm boynuma sardığı devasa kollarını çekmiyordu üzerimden. Mutlu olduğumu sandıkça da alıyordu birini benden yavaş yavaş. Biri gittikçe sıkıyordu parmaklarını, kesiyordu nefesimi, ölecekmişim gibi hissettiriyordu ama sonra zevkle gevşetiyordu her bir parmağını. Nefes almama izin verdikçe de yakıyordu ciğerlerimi. Öldürmüyordu ama yaşatmıyordu da. Şimdi yaşa yaşayabiliyorsan diyordu bu acıyla.
Hadi Elvin, yaşa yaşayabiliyorsan.
Önümde üç mezar vardı. Gök gürlüyordu. Üzerimde beyaz bir elbise, sırtıma salınan saçlarımla burada ne aradığımı düşünüyordum. Sevmezdim ki ben mezarlıkları. Çünkü evim gibi hissettiriyordu. Herkes buradaydı. Kimsem olarak gördüğüm herkes buradaydı. Bir insanın mezarlığı yuva bilmesi ne kadar adildi? Hayat adil miydi de bu soruyu soruyordum ona? Bendeki de acıdan olsa gerek, isyan ediyordum belki ona.
Bardaktan boşanırcasına ağlıyordu bulutlar. Yağmur damlaları yağdıkça üzerime, sanki benden de bir şeyler götürüyordu. Ciğerime batan ağrıyı yok saydım. Bu ilk canımı yakışı değildi. Ellerim çaresizce iki yanımda durdu. Gözlerimden akan şeyler yağmur damlası derdim şayet gözlerimin cayır cayır yandığını hissetmeseydim. Ama ağlıyordum. Öyle sessiz, öyle içime içime değildi bu ağlama, hıçkıra hıçkıra ağlıyordum.
Üç mezar vardı karşımda ama burada bile bana yer yoktu. O kadar terk edilmiştim ki toprak bile istemiyordu sanki beni. Sadece acıyı izlettiriyordu. Şimdi başında ben, önümde canımdan üç can bakışıyorduk öyle tek kelime bile edemeden. Kelimeler bile ölürdü bazen.
Sahi ölüm ne demek?
Yaş yirmi altı, artık ölümü algılayamayacak andayım.
“Ben ne zaman geleceğim?” diye fısıldadım. Sesim o kadar boğuktu ki ben bile anlayamıyordum. “Ben de gelmek istiyorum. Alın aranıza, açın bana da alan…” Yutkunuşum arasına nefesimi bıraktığımda zar zor ayakta duran bedenim dizlerimin üzerine çöktü. Ellerim kara toprağa gidince “ben daha kaç kez bedenim denen bu mezara yalnız gireceğim?” diye gezdirdim avuçlarımı toprağın üstünde. Ellerim yağan yağmurdan dolayı çamura bulanmıştı.
Bir hıçkırık kaçtı tekrar dudaklarımdan. “ Ölmek istiyorum!” diye yakardım başımı toprağa yaslarken. “Nefes aldıkça boğuluyorum anne, ben artık ölmek istiyorum!”
O kadar çok ağlıyordum ki bulutlar ondan fazla yaş akıttığım için utancından duracaktı sanki. Toprağı sevdim. Toprağa kızdım. Toprağa yalvardım. “Ya beni de al ya da ver onları geri, dayanamıyorum,” dedim ama o dinlemedi. Toprak ne beni alırdı yanına ne de aldığını geri verirdi yanıma.
“Kalk ayağa.”
Gözlerimi sıkıca kapattım. Ninni gibi sesi işitince dudaklarımı birbirine bastırmış, iç çekmiştim. O sesi özlemiştim.
“Kalk Elvin, yakışmaz orası sana.”
Ona dönmedim. “Size de yakışmıyor,” dedim çaresizce. “Siz neden kalkmadınız?”
“Çünkü bazen biter hikâyeler.” Söylediği kelimeler yüreğime oturmuştu. Usulca ayaklandım ve ona doğru döndüm. Ona dönünce yağmur durdu birden ve güneş açtı. Koca mezarlık bir anda kayboldu. Yemyeşil bir uçurumun tepesindeydik ve ben, o uçurumun dibinde dikiliyordum.
“Peki herkes gider diye biter mi hikâyeler?” diye bağırdım ona doğru. Gülümsedi. Benimki gibi olan saçları hafifçe esen rüzgârın etkisiyle uçuşuyordu.
“Nefes alıyorsan devam eder hikâyeler.”
“Ya batıyorsa ciğerlerine?”
“Acı; yaşadığının en büyük kanıtıdır, güzel kızım. Ve yaşıyorsan, bir şekilde devam eder hikâyeler.”
Ellerimin tersiyle gözlerimde biriken yaşları sildim. Bir adım atsam ona doğru, gidebilir miydim yamacına, sarılabilir miydim kollarına böyle doya doya? Neden kendimi uçurumdan düşmüş gibi hissediyordum? Asla ona gidemeyecekmişim gibi geliyordu. Çünkü giderdi herkes, dönmemek üzere.
“Anne seni istiyorum…” Sesim o kadar çaresizdi ki onun bile gülen yüzü solmuş, bana karşı büyük bir acıma duygusuyla dolmuştu. İçim acımıştı.
“Senin yerin orası,” derken uçurumu gösterdi. “burası için daha erken.”
Kafamı yan yatırdığında yeni bir ağlama firar etti dudaklarımın arasından. “Anne anlamıyorsun…” diye hıçkırdım. “Ben sizsiz yaşayamıyorum.” Dudaklarımı dişledim çaresizce. Gözyaşlarım tüm yanaklarımı ıslattı. “Anne kimsem kalmadı. Bebeğim bile gitti benden.”
Gözlerim oluk oluk yaşlar akıtırken karnıma sarıldı ellerim. Eskisi gibi değildi. Karnım büyüktü eskiden benim, niye öyle değildi şimdi? Niye gitmişti o da, herkes gibi? Artık karnımda değildi. O bile benden vazgeçmişti.
Sanırım kötü biriydim.
Ya da iyiler her zaman yalnız kalmaya mahkumdu.
“Kalanlar için yaşamaya devam etmelisin, “ dedi öğüt verir gibi.
Gözyaşımın ıslattığı dudaklarımı birbirine bastırırken kafamı hızla iki yana salladım. “Kalan kimse yok.”
“Sen varsın.”
“Ben hiç olmadım ki.” Sesim boğuktu. “Ben var olmak için hep birilerine tutundum. Ama kime tutunduysam birer birer gitti benden anne. Çok yoruldum,” derken hıçkırdım. “Gerçekten çok yoruldum, yaşayamıyorum artık.”
“Sen varsın,” diyen annemin sesinde kararlılık vardı. Beni buna ikna etmeye çalışıyordu ama nafileydi. Ben son parçamı da kaybetmiştim. Nasıl var olurdum artık? Bebeğim de giderse biterdi hikâyeler. “Sen hep var oldun. Solan her yaprağa inat yeniden doğacaksın. Kimseyi yaşama sebebin yapmayacaksın. Kendin için yaşayacaksın. Hadi kızım…” Çenesiyle uçurumu işaret etti. “Git şimdi. Git ve yaşa.”
Kafamı iki yana sallarken ağlıyordum. “Gidemem…” dedim parçalanan sesimle. “Gidemem anne, gidemem. Yapamam.”
Annem yanıma doğru yaklaşmaya başladı. Adımları önümde durduğunda bakışları yüzümde oyalandı. Sonra ellerini kaldırdı ve yanaklarıma yaslayarak okşadı. Elini tenimde hissettiğim gibi yanağımı daha da yasladım avuçlarına. “Canım…” dedi ağlamalarım arasında. Gözüm usulca kapandı. Kokusunu çektim içime. “Ben bakacağım ona, tamam mı? Gözün kalmasın sakın arkanda.”
Gözlerimi yavaş yavaş araladığımda annem ellerini koluma yerleştirmiş ve “Kuşlar nasıl uçmayı öğrenir bilir misin?” diye sormuştu. Oysa bildiğimi bilirdi. Çünkü bunu bana küçükken hep anlatırdı.
“Anneleri onları…” diye söze başladığımda lafımı yarıda kesti. “Anneleri onları yuvadan attığında…” diye kendi tamamladı. “Şimdi sen de uç hayata, hadi kızım. Git oraya…”
Gitmek istemediğimi neden anlamıyordu ki? İstemiyordum işte. Kimse yoktu orada, biliyordum. İstemiyordum gitmek ama annem beni dinlemedi. İtiraz edeceğim an tuttuğu kolumu bıraktı ve göğsümden iterek beni fırlattı.
Ağzımdan büyük bir çığlık firar ederken annem “Yaşama uç,” diyerek beni uçurumdan fırlattı.
Annem beni uçurumdan atmıştı. Yaşamam için.
Tiz bir çığlıkla boşlukta savrulurken duyduğum son söz “Anne, yaşamalısın,” diyen bir kız çocuğunun sesi olmuştu. Gerisi karanlıktı. Gerisi annemin beni yaşa diye gönderdiği mezarlıktı. Yalnız girilirdi, annem bunu anlamazdı.
***
“Hayır, hayır, hayır…” diye sayıklıyordum. Bedenimde korkunç bir ağrı varken gözlerimi açmak istemiyordum. Uyanmak istemiyordum. Gitmek istiyordum. Gitmek. Gitmek. Gitmek. Ne olduğunu hatırlamak istemiyordum. Çünkü canım yanacaktı. Yanmasın. Benim canım artık yanmasın. Yakmasınlar. Almasınlar kimseyi.
Gözlerimi yavaş yavaş araladım. İstemiyordum ama göz kapaklarımın arasından içeri girmeye çalışan ışık buna izin vermiyordu. Beyaz bir tavanla karşılaştım ilk önce. Sanki hayatım bir filmdi ve ben aynı sahneyi oynatan makinede takılı kalmıştım. Korkunç bir döngüye girmiştim, çıkamıyordum.
Ellerim karnıma gitti. “Bebeğim,” diye fısıldadım. Gözlerimi kısa bir saniyeliğine kapattığımda bir damla yaş akmaya başladı pınarlarımdan. Yaşadıklarım zihnimde can buldukça yaşayamıyordum. “Ne olur… ne olur orda ol… Ne olur orada ol minik kızım.”
Yatağın kenarlarından destek alarak sırtımı dikleştirdim. Bakışlarım sağ tarafıma kaydığında koltukta uyuyan Poyraz’ı gördüm. Yine bir hastane odasındaydık, yine ben ve o vardık. Peki ya bebeğim? Bunu düşündüğüm an ağlamalarım daha da arttı. Bu kâbus ne zaman bitecekti? Ne zaman uyanacaktım ben altı yaşıma?
Yataktan kalkmaya çalıştığım sırada içeriye bir hemşire girdi. Beni ayaklanmaya çalışır bir vaziyette görünce kapıyı bile kapatmadan elindeki ilaç tepsisini bir kenara bıraktı ve hızlıca yanıma yaklaştı. “Uyanmışsınız,” dedi koluma girerek. “Ama hemen kalkmayın. Başınız dönebilir. Daha tam toparlanamadınız.”
Burnumu çektiğimde “İstemiyorum,” diyerek kestirip attım. Boşta kalan elimi havaya kaldırıp işaret parmağımı ona uzattım. Ellerimin titremesini görmezden geliyordum. Kafamı sallayarak “Bana sadece bir şey söyleyin,” dedim sonlara doğru çatallaşan sesimle. “Bebeğim…” derken yutkundum. Dudaklarımı ıslatıp yaşlarımı durdurmak için kafamı hafifçe kaldırdım. Sonra yine ona döndüm. “Bebeğim yaşıyor mu?” Ellerim karnıma gitti. “Hâlâ orada mı?”
Hemşire ne diyeceğini bilemedi. Gözlerini kaçırdı. Belki de bu haberi doktorumun vermesini istiyordu bilmiyorum ama ben onun sessizliğinden cevabımı almıştım. Bebeğim orada değildi. Gitmişti.
Yaşamıyordu.
Ben öldürmüştüm.
“Hayır!” dedim hıçkırarak. “Ölmedi de, ne olur ölmedi de bana!”
“Yatağa geçelim Elvin Hanım, iyi değilsiniz,” dedi sadece ama onu dinlemedim. Kolunu tutup elimi ondan kurtardım, Başka birinin daha adımı seslendiğini işitsem de ona bakmadım. Çığlıklarım onu uyandırmıştı. Yanıma yaklaşıyordu. Defalarca kez adımı seslenen sesinde panik vardı. Ben ise deli gibi ağlıyordum. Gitmek istiyordum. Sadece uçurumun başına gidip ölmek istiyordum. Anneme ölüme nasıl uçulur göstermek istiyordum. Ben bebeğimi geri istiyordum.
Koluma takılı olan serumu acısını umursamadan bir çırpıda çekip çıkardım. Beni tutmak isteyen hemşireyi de yanıma yaklaşan Poyraz’ı da kenara iterek sarsak adımlarla gitmeye başladım.
İkisinin de sesi beni durdurmak istese de “Hayır, ölmedi!” diye ağlıyordum. “Ölmedi, o da gidemez.”
Poyraz açık kapıdan çıkacağım sırada kolumdan tuttu. “Dur lütfen,” dedi ama onu dinlemedim. Kolumdan oluk oluk kanlar akarken onu ittim. Ama beni yine tuttu. “Yapma bunu, kendine. Canın çok yanıyor biliyorum ama böyle yapma.”
“Ne yapma!” diye bağırdım ona doğru. “Bebeğim gitti benim! Benim bebeğimdi o! Onu büyütecektim ben. Bana…” derken nefesim kesildi. Gözüm kararıyordu. “bana anne diyecekti.” Ellerimi göğsüme koyduğumda canımın acısını daha da hissettim. “Benim annem gitti ama ben birinin annesi olacaktım! Ne yapma diyorsun sen bana! Ölemez tamam mı, ölemez! Kabul edemem bunu ben, anlayamıyor musun,” dediğimde sesim giderek kısılmıştı. “o olmazsa ben artık yaşayamam.”
Bedenim beni daha fazla ayakta tutmadığı için yere çöktüm. İsyan ederek hıçkırdığımda Poyraz da benimle birlikte eğildi. Hemşire yanıma yaklaşıp kanayan koluma bir şeyler yapıştırdığında bütün hislerim ölmüştü. Hiçbir şey hissetmiyordum. Sadece ağlıyordum. Öyle ağlıyordum ki sanki yer yerinden oynuyordu. Gök gürlüyordu ama benim ağlama şiddetimi bastıramıyordu.
Poyraz kollarını bana doladığında oturduğum yerde çenemi omzuna yaslamış ondan destek almaya çalışarak ağlıyordum. Saçlarımı okşuyordu. O saçımı okşadıkça daha da ağlıyordum. Bakışlarım kapıya çevirdim. Kapı açık olduğundan yakarışlarımı duyan, kapının önüne toplanmıştı. Halime üzülüp bana acıyan bakış atan insanlar vardı, hemşireler her birini odanın önünden dağıttı ve kapıyı kapattılar. Sakinleştirici diye bir şeyler dediler ama anlayamadım. Sadece elim Poyraz'a sarılmış “Bebeğim, benim bebeğim…” diye sayıklayarak ağlıyordum. Bebekler ölmemeliydi. Ölüm elini onlardan çekmeliydi.
Şimdi boynumda bir el vardı, nefes aldıkça ciğerime batıyordu. Ben bu yük altından nasıl kalkardım bilmiyordum. Poyraz saçımı okşadığında “Geçecek,” diyordu defalarca. Ama geçmeyecekti. Geçmezdi. Bu yara silinmezdi. Biliyordum. Annemden biliyordum.
Saniyeler sonra kolumda bir ağrı hissettim. Hemşirelerden biri iğne yapmıştı. Biraz sonra da şiddetli ağlamalarım kesilmeye başlamıştı. Nefes alış verişlerim yavaşladığında Poyraz kolunu benden ayırdı ve bir elini sırtıma, diğerlerini bacaklarımın altına koyarak beni kucağına aldı. İğnenin etkisi olsa gerek hareket edecek halim kalmamıştı. Başımı göğsüne yasladım ve kısık seslerle ağlamaya devam ettim.
Eğer ellerinden geliyorsa bana bu acıyı unuttursunlar. Bu acıyı unutturacak bir iğne varsa hemen yapsınlar. N'olur unuttursunlar. Ölmeme izin vermiyorlarsa silsinler kafamın içindeki ölümleri. Ben içimdeki mezarlıkların kalabalıklığından yaşayacak alan bulamıyordum kendime. Ben parça parça ölüyordum ama onlar bana “sen nefes alıyorsun, yaşa” diyorlardı.
Poyraz beni yatağa bıraktığından beri ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama çok zaman geçtiğine emindim. Saatlerdir camdan dışarı izledim. Ben ağlamadım ama çok yağmur yağdı. Ben içime kustum ama o hiç susmadı.
İğne etkisini göstermeye başladığında uyumuştum. Uyanmaya yakın anlamsız kelimeler arasından Ceyda Hanım'ı sesinden çıkarabilmiştim. Beni görmeye gelmişti anlaşılan. Poyraz’a “Düşük sonrası yas dönemi yaşadığı şartlara göre uzun sürebilir. O süre zarfında yalnız kalmaması gerekiyor. Kendine bir şey yapabilir.” dediğini duyar gibi oldum, sonrasında da susmuştu. Nefes alışverişlerinden bir şeyleri düşünmeye çalıştığını tahmin edebiliyordum. Sonra çıkardı ağzındaki baklayı. “Var mı yanında olacak biri?”
“Yok,” dedi Poyraz. Bunu biliyordum. Biliyordum ve bunun kalbimi kırmaması gerekiyordu ama kırılmıştım. Yalnızlığıma kırılmıştım. “Kimsesi yokmuş.”
İç çekti Ceyda Hanım. “Toparlanana kadar burada kalsın. Sonra ona bir psikolog ayarlayalım.”
“Kabul edecek birine benzemiyor.”
“Uyansın da öyle bakalım. Sen eve gitmeyecek misin? Yorgun duruyorsun.”
Poyraz cevap vermedi. Sonra topuk tıkırtısını işittim. Sanırım çıkıyorlardı odadan. Kapı kapanma sesinden sonra oda tekrar sessizliğe büründü.
“Uyandığını biliyorum,” dedi tok sesi. Poyraz hâlâ odadaydı. Beni tek bırakmamaya kararlıydı. Gözlerimi araladım ve görmekten nefret ettiğim tavanla karşılaştım. Başımı cam tarafına doğru çevirdiğimde koltuğa geçip oturduğunu gördüm. Ona tek kelime dahi etmeden dışarıyı izledim. Çok yağmur yağıyordu. Haziran ayındaydık, haziranda bile deli gibi yağmur yağıyordu.
“Bebeğim için ağlıyor bulutlar,” diye fısıldadığımda Poyraz’ın bedeni kaskatı kesilmişti. Hoşuna gitmemiş gibiydi söylediklerim ama doğruydu. Annem öldüğünde de ağlamıştı bulutlar. Şimdi de onun adını verdiğim minik için ağlıyordu. Oysa o daha nefes bile alamamıştı. Haksızlıktı bu. Yağmuru izledikçe gözlerim doldu, kalbim sızladı. Ama ağlamadım. Ağlayamadım. Yaptıklarım zihnime düştükçe kendimden nefret ettim. Ağlamaya hakkım yok diye düşündüm.
Benim yüzümden olmuştu.
Ben o düğüne gitmeseydim bebeğim şimdi benimle olacaktı. Ona stres iyi gelmez dedikleri halde burnumun dikine gitmiştim. Ne için peki? Değdi mi? Değdi mi onunla konuşmama? Ne değişti? Bebeğim gitti sadece. Giden benim bebeğim oldu. Onu düşünmedim. Onu düşünen biri olsaydım bebeğim gitmeye karar vermezdi. Ona babasının ne kadar iğrenç bir herif olduğunu tekrar gösterdiğim için gitmek istemişti belki bu dünyadan. Kız çocuklarının ilk aşkı babası olurken onun yarası olacağını hissetti benim güzel bebeğim. Ona bunu göstermeye hakkım yoktu. Onu strese sokmaya hakkım yoktu.
Kötü bir anneydim ben.
Hayır. Değildim.
Ben artık anne değildim.
Hava karardığında ve yağmur yağmaya devam ettiğinde aynı şekilde cama bakıyordum. Saatler geçmişti. Poyraz ise hâlâ burada, bir koltukta çalışıyordu. Telefon görüşmeleri yapıyor, toplantılarını ileri tarihe aldırıyordu. Arada hemşireler geliyordu. İyi olup olmadığıma bakıyorlardı. Fiziken iyi göründüğüme kanaat getirdikten sonra da tedavilerimi yapıp çıkıyorlardı. Ama iyi değildim. Ben son bir aydır hiç iyi değildim. Bu saatten sonra da olabileceğimi sanmıyordum.
“Beni kurtardığın için teşekkür etmeyeceğim,” dedim saatler sonra sonunda konuşarak. Bakışlarını bilgisayarından kaldırıp bana çevirdi. “Seni tanımıyorum ama bunun hayatında yaptığın en kötü şey olduğuna karar verdim.”
Tebessüm etti. “Bu yaptığım en doğru şey,” derken sesi oldukça ciddiydi.
“Git lütfen.” Bakışlarımı ondan kaçırdım. Söylediği şey doğru değildi. “Tek kalmak istiyorum.”
“İyi değilsin.”
Dudaklarımı birbirine bastırdığımda ağlamam boğazımda birikti. “Değilim,” dedim cılız bir sesle. “Kabul edemiyorum bunu ben. Ona o kadar… O kadar alışmıştım ki…” Son kelimemden sonra tekrar hıçkırdım. “Cinsiyetini öğrenmeden önce ona bir sürü kıyafet aldım biliyor musun, böyle cıvıl cıvıllar…” Yaşlarla dolu gözlerimi ona çevirdiğimde yutkunuşunu gördüm. Gözlerini benden kaçırdı. “Odası için mobilyalar baktım. Bu şehirden gidince hepsini alacaktım…” Dudaklarımı ıslattım. Elimin tersiyle tüm yaşlarımı sildim ama sildikçe bir yenisi geldi. “Ama o gitti. Benim… Benim yüzümden…”
Söylediklerimin doğru olmadığını düşünüyordu. Bu yüzden “Değil,” dedi hemen. “Senin bir suçun yok, kendini suçlama.”
“Var,” diye direttim gözyaşlarımın arasından. “O gün oraya gitmeseydim şimdi karnımda olacaktı.”
“İçeri girmene de ben yardımcı oldum. Beni de suçlayalım o zaman,” dediğinde ona anlamış gözlerle baktım. “Sen olmasan da içeriye girerdim ben,” dedim, tanıştığımızdan beri bana fazla yardımcı olmuştu. “Arka tarafı unutmuştum o an için sadece.”
“Senin bir suçun yok,” dedi tekrar. “Bazen bazı hikâyeler biter ve engel olamazsın. Bu hikâyede bir suçlu arayacaksan Görkem Soykan’dan başlayabilirsin.” Adını duyduğum an yüzüm buruştu. İsmini duymaya bile katlanamıyordum. O bu hayatta benim en büyük nefretimin sahibi olacaktı.
“Anma şunun adını.” Bakışlarımı tavana çevirdim. “Nefret ediyorum ondan.”
“Etmelisin de.”
Histerik bir gülümseme kaçtı dudaklarımdan. En sevdikleriniz, gün gelir en nefret ettiğiniz kişilere bürünebilirdi. Sınırınızı geçtiyse bitmişti olay. Affedemezdiniz artık. Benim bebeğim gitmişti. Ölsem affetmezdim onu. Keşke ben artık ölsem.
“İlk öldüğünde kaç yaşındaydın?” diye bir soru yönelttim ona, bakışlarımı tekrar yüzünde gezdirerek. Sorduğum soruyu anlamadı. Merakla kaşları havalandığında “Ben altı yaşındaydım,” dedim. “Annem bileklerini kesti.”
Söylediklerim buz kesmesine neden oldu. Bakışlarımda o kadar sakin, o kadar soğuk bir ifade vardı ki ürkütmüştüm sanki onu. Soğukkanlılığıma da yüzümdeki tebessüme de anlam veremiyordu. Ama sonra “On iki yaşındaydım,” dedi. Ardından başka bir şey demedi. Gözlerini benden kaçırdı. O an onun hikâyesi merak ettim. Herkesin kendini koruduğu zırhının altında derin bir hikâye vardır elbet. Onunki nasıl bir şeydi? On ikisinde kimini kaybetmişti?
“Bebeğim nerede?” Kaçırdığı mavilerini bana çevirdiğinde gözlerim yine dolmuştu. Merak ediyordum. Var mıydı bir mezarı? “O sabah muayene olurken onu gördüm. Elleri oluşmuştu bile, görsen böyle minicik…” dediğimde ellerimi kaldırıp baktım, ağlamalarım arasında kısa bir kahkaha atarak. “Vücudu bile oluşmaya başlamıştı. Cinsiyetini de öğrenmiştim. Minik bir kızdı. Şimdi peki? O da yok artık. Gitti. O bile gitti benden. Nereye gitti? Ben mezarlıklardan nefret ederim, var mı onun da bir mezarı?”
Elleri çenesine gittiğinde hafif çıkmış sakallarını karıştırdı. Bir şey demeye çekiniyor gibiydi. “Var,” diyebildi sonra. Dudaklarını ıslatırken elleri bacaklarının üzerine gitti. “Sana sormadan yaptım. Bunun için bana kızar mısın bilmiyorum ama onun da bir mezarı olması gerektiği düş-”
Cümleleri arasında öyle ağladım ki bitiremedi bile. Ayağa kalktı. Özür dileyecek gibiydi ama “Teşekkür ederim,” dememle yerinde dikildi. “Ben,” dedim tekrar hıçkırarak. “Çok teşekkür ederim. Yapamazdım bunu yalnız başıma.”
“Biliyorum,” dedi sadece fısıltıyla.
“Peki beni ona götürebilir misin?” Anne ve babamın mezarına gömüldükleri günden sonra hiç gitmedim. Anneannem götürdü beni o şehirden. Büyüyünce de cesaretim olmadı zaten. Sevmezdim çünkü mezarlıkları. Orada yaşayan tek varlık olarak bulunmak kanıma dokunuyordu çünkü biliyordum, yaşamıyordum ama dikiliyordum. Çok acımasızcaydı. Şimdi de benim kızım oradaydı. Küçük kızım. Daha nefes almaya bile fırsatı olmayan kızım. “Tek kalmıştır,” diye ağladım dudaklarımı bastırırken. “Korkar ben bilirim, annesiyim onun. Hissederim. Bak,” dediğimde elimi göğsüme götürdüm. “Burası sıkışıyor. Nefes almıyorum. Kızım orada üşüyordur, hissediyorum. O iyi olsaydı batmazdı burası bu kadar.”
Poyraz’ın gözünün dolduğunu fark ettim. Ya da yaşlı gözlerim arasından net göremediğim için bana öyle geliyordu. Ama acımı hissettiğini anlayabiliyordum. Dudaklarını ıslatıp kafasını yana doğru çevirdi. Sanki gözlerini benden kaçırıyor gibiydi. “Ben geliyorum şimdi,” dedi kapıya doğru yürürken. “Ayağa kalkma sakın, dikişlerin var. Birini göndereceğim hemen.” Sonra kapıyı açıp çıktı. Kapı kapandıktan sonra da yalnızlığım ile baş başa kaldım.
Yağan yağmura çevirdim bakışlarımı. Bulutlar ağlamaya devam ettikçe ağladım onunla. Hak etmiyordum yaşamayı ben. Artık beni de alsınlar aralarına. Ölüm artık bıraksın sıktığı boğazımı da alsın beni yanına. Dikilmesin karşımda. Bana bunu yapmasın. Hakkı yoktu. Bebeğimi de almaya hakkı yoktu. Hakkım yoktu. Onu strese sokmaya hakkım yoktu. Kötü birisiydim ben.
Bak Elvin, kim kaldı şimdi yanında? Kaldı mı gömeceğin başka birisi? Herkes gitti. Ya ihanet ettiler sana ya da ölüme sarılıp hayatından uzaklaştılar. Bak Elvin çok öldün sen ama gömülemedin bir türlü çünkü sen gömülemeyecek kadar ölüsün. Bak Elvin, bak; daha anne olmayı bile beceremedin sen. Önceliğini kendin yaptın. Ne hakkın vardı? Kimdin ki sen? Bak Elvin, bitermiş hikâyeler ama sen nefes almaya devam edersin sanki hakkın varmış gibi. Bundan sonra nasıl yaşayacaksın? Sorsana kendine, sen yaşayamıyorum dediğin bu hayata nasıl devam edeceksin? Sen ölmeyi bile beceremedin nasıl yaşayacaksın?
Yağmur yağdı ben ağladım. Ben ağladım, gök gürledi. Geçmeyecekti bu ağrı biliyordum, geçseydi annem gitmezdi. Ayağa kalkıp defolup gitmek istedim ama ayağa kalkmayı bile beceremiyordum. Gücüm yoktu. Kapının açılma sesini işittim. Poyraz’ın geldiğini düşünüp o tarafa dönmedim camı izlemeye devam ettim. Lakin gelen kişinin “Elvin…” diye bana seslenmesiyle kaskatı kesildim.
Kafamı bir hışımla ona doğru çevirdim. “Senin ne işin var burada!” diye bağırdım yatak çarşaflarını sıkıca tutarken. Ne hakla gelirdi! Bu hakkı kendinde nasıl bulurdu!
Defolup gitmeliydi.
Gelen kişi oydu, Görkem Soykan denen, hayatımı yerle bir eden karaktersizdi.
BÖLÜM SONU...
***
İMDAT ÇIĞLIKLARI!!!
ÇOK YORULDUM.
Ağır geldi, biraz sakinleşeyim...
Öncelikle bebemizin ölümü beni çok etkiledi. Bu kurguda aklıma gelen ilk sahne bir hastane odasında bebeğini kaybettiği için ağlayan Elvin'di. Hatta kaza geçirdiğinde kaybedecekti ama bebemiz o an gitmek istemedi. Çünkü Elvin ne yaşardı tek başına ne de affederdi Poyraz'ı. Elvin'in dediği gibi bebekler hissederdi. Ama bu kadar içimden geçeceklerini tahmin edemezdim.
Bundan sonra ne olacağını zaman gösterecek. Zaten diğer bölümü yazmaya hemen başlayacağım.
Elvin hiç iyi değil, nasıl toparlanacak ya da toparlanabilecek mi göreceğiz.
Bu bölüm Poyraz'ın geçmişinden de bir şeyler okuduk. Elvin'i ablasına benzettiğini öğrendik. Fidan neler yaşadı geçmişte?
Peki Görkem'in Elvin'i o halde gördüğü halde yine de evlenmesi, üstüne hastaneye gelmesi? Canına mı susadın be evlat?
Umarım bölümü beğenmişsinizdir. Hissettirebildiysem bir şeyleri ne mutlu bana.
Diğer bölümde görüşelim.
Unutmayın nefes aldıkça devam eder hikâyeler.
Hadi esen kalın...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 11.77k Okunma |
1.36k Oy |
0 Takip |
21 Bölümlü Kitap |