13. Bölüm

6. Bölüm | Yürek Burkan Vedalar

Esmacayım
esmacayim

Selam selam selamm...

Ben geldim.

Uzunca bir bölüm oldu. Yazarken keyif aldım yine. Umarım siz de seversiniz.

Keyifli okumalar...

6. BÖLÜM

YÜREK BURKAN VEDALAR

Yıkmak en kolayıdır. Bir evi, bir hayatı, mutluluğu, hayalleri, umudu... Alabildiğine zihnine düşen her şeyi yıkmak o kadar kolaydı ki aklın almazdı bazen. Hani derdin, ben bunu zar zor inşa ettim, zor kazandım, zor inandım, zor güvendim, zor sevdim ama nasıl bir anda bitti her şey, nasıl bir anda silinebildi? Saatlerce yazmışsın ama yakmışlar o defteri bir çırpıda. Tek tuşla silinir yıllarca üstüne çalıştığın projeler. Bir şeyi silmek, onu yok etmek en kolayıdır. Kaybedince anlardın. Gidince anlardın. Sen anlardın, gitmek hep en kolayıdır.

Yıkmak yapmaktan kolaydır. Nefret etmek sevmekten kolaydır. İhanet sadakatten kolaydır. Kolaydır kötü olan her şey.

Ben kolay güvenirdim, oysa güvenmek zordu. Zor inşa edilirdi. Yıkıldığımı görmem gerekiyordu belki de. Çünkü yıkılmak en kolayıydı. Kolay severdim ben çünkü insan severdi eksikliğini kapatmayı. Nefret edemezdim hemen öyle. Ama kolaymış nefret etmek. İhaneti görmem gerekiyormuş. Çünkü kolaydı kandırılmak.

Oysa kolay olmamalıydı böyle pişkince yıktığın harabenin karşısına çıkmak. Görmekten zevk alıyor olsa gerekti geride bıraktığı kalıntıları izlemek. Yoksa böyle gelmezdi, çıkmazdı karşıma, adımı almazdı zehirli dudaklarının arasına. Öldürmek yaşatmaktan kolaydı.

Adım dudaklarının arasından çıktığında beynimde yankılanan nefret de tekrar gün yüzüne çıkmıştı. "Ne işin var burada!" diye bağırdım öfkeyle kelimeleri kusarken. Uzandığım yerden doğrulmaya çalıştım. Dikişlerim yüzünden ağrım artsa da nefretten hissedemedim bile. "Hangi yüzle gelirsin sen buraya!"

Söylediklerimi duymamış gibi davranıyordu. "Yaklaşma bana!" diye bağırsam da yanıma yaklaşmaya devam etti. Göz altları çökmüş, saçı dağınık bir vaziyetteydi. Sorsalar ağlamış derdin gerçek yüzüyle karşılaşmadan önce ama o kadar yalan kokuyordu ki her zerresi numara yapıyordur diye değiştirirdin sözlerini. Kravatını gevşetmişti. Onun dağınık halde olmaktan nefret ettiğini biliyordum. Onunla ilgili bir şeyler bildiğim için artık kendimden de nefret ediyordum. Kolumu tutup beni kaldırmaya çalıştığında hızlıca kolumu kendime doğru çektim. "Çek elini üzerimden!" diye sesimi yükselttim ama ağzını açıp tek kelime bile etmedi. Yorgun gözlerini üzerimde gezdirip pişmanmış gibi bakıyordu. Benim bakışlarım arkasındaki nefreti gördükçe de yerin dibine giriyordu.

Yatağa oturduğum sırada "Dokunma bana!" diye haykırdım. Öfke içinde ağlamam hoşuna gitmemiş olmalı ki elini üzerimden çekti ve bir adım geri attı. "Ben..." diyebildi sadece ama gerisini getirmedi. Kurumuş dudaklarını ıslatırken başı eğildi.

Utanç.

Onda gördüğüm duygular utanç ve pişmanlıktı. Ama ben artık onun tek bir hareketine bile inanmıyordum. Çünkü yalan en kolayıydı. "Özür dilerim," diye devam etti sonra. Kelimeler kulağımda yankılandığı an bütün vücudum kasıldı.

Ellerimi havaya kaldırdığım sırada sinirden her bir parmağımın titrediğini hissettim. "Ya..." dedim öfkeyle kekelerken. "Ya sen... Sen neyin özründen bahsediyorsun! Sen bana neyin özründen bahsediyorsun Görkem! Defol!.. Defol, gözüm görmesin seni! Defol!"

"Elvin... Ben böyle olsun istemedim. Yemin eder-" Sözleri yüzünden aklımı kaçıracakmış gibi hissettim. Ellerim saçlarımı çekiştirirken öfkeyle lafını böldüm.

"Ne istemedin! Ya sen... Sen hâlâ utanmadan benim karşıma nasıl çıkabiliyorsun Görkem, aklım almıyor benim! Elbirliğiyle bebeğimi öldürdünüz, neyi istemediğinden bahsediyorsun sen!" Elimi ruhumu yaşatan tek varlığın artık içinde olmadığı karnıma götürdüm. "Bak!" dedim ağlayarak karnımda parmaklarımı gezdirirken. "Kızım burada değil. Anlıyor musun, değil! Senin iğrençliğini ona gösterdim diye terk etti o da beni! Hâlâ çıkmışsın karşıma utanmadan ben istemedim diyorsun. Ne istememesinden bahsediyorsun! Sen istedin! Sen böyle olsun istedin, tamam mı sen istedin!"

Gözleri dolar gibi olduğunda "Elvin..." diyebildi ama "Kes sesini! Adımı anmaya bile cüret etme sakın!" diye bağırmamla irkilip susmak zorunda kaldı. Ona olan nefretimi iliklerine kadar hissediyordu. Bir zamanlar ona sevgi ile bakan gözlerimin içinde cayır cayır yanıp harlanan bir nefret vardı. Kendi eserini görmekten memnun değildi. Sevgiyi soldurduğu bahçeme ektiği nefret tohumlarının bu kadar çabuk filizlenmesi beklemiyordu.

Elleriyle yüzünü kapattı. "Bilmiyordum," diye mırıldandı. Ne demek istediğini anlamıyordum ama bu, bu saatten sonra umurumda bile değildi. Onu görmeye bile katlanamıyordum. "Defol!" dedim tekrar. "Ağzından çıkan tek kelimeyi bile dinlemek istemiyorum, defol! Biraz daha karşımda dikilmeye devam edersen, yemin ederim ki gebertirim seni!"

Ellerini saçlarının arasına götürüp derin bir iç çekerken ona karşı olan nefretimi görmemeye çalıştı. "Tek bir şey söyleyeceğim, sonra çıkmam karşına bir daha. Lütfen izin ver," dedi gözlerini kaçırarak. Sözcükleri beni daha da çıldırtıyordu. Utanmadan karşıma geçmiş bir şeyler söyleme cesareti gösterebiliyordu. Delirecektim. Aklımı kaçıracaktım!

İşaret parmağımla kapıyı gösterdim. Titriyordum. "Çık!" dedim fısıldayarak tıslarken.

Tekrar "Elvin, lütfen..." diye devam ettiğinde daha da bağırdım. "Çık dedim sana!" Ama dediğimi yapmadı. hâlâ aynı yerde dikiliyordu. Damarlarımda kol gezen öfkeyle yatağın yanında masaya uzandım ve üzerinde ne var ne yok ona doğru fırlattım. "Siktir git diyorum ya! Siktir git hayatımdan! Defol!"

Attığım küçük kutulardan kaçmadan dikilmeye devam etti. "Daha fazla kalma bu şehirde. Yoksa..." diye devam etmesi daha da ağlamama neden oldu.

"Ya sen... Sen utanmadan..." derken öfkeden konuşamıyordum. Gözyaşlarım hoyratça yanaklarımı ıslatırken daha da ağladım. "Ya sen benim bebeğimi öldürdün. Benim bebeğim öldü! Ölen benim bebeğimdi ya, bebeğim! Sen çıkmışsın karşıma neler saçmalıyorsun? Hâlâ neyin derdindesin! Çıldıracağım şimdi! Aklımı kaçıracağım! Defol!..." Elimdeki hemşire çağırmak için olan düğmeye bastım ve kapıya doğru başımı çevirerek "Doktor! Hemşire! Biri baksın bana!" diye bağırdım ağlamaya devam ederken.

"Sana da bir şey..."

Ellerimle saçlarımı çekiştirmeye başladığım için sözleri yarıda kesildi. Başımı önüme eğmiş çığlık atıyor, birinin onu başımdan alması için isyan ediyordum. Kriz geçiriyordum ve şu lanet odaya kimse gelmiyordu. O ise utanmadan sakin ol diyerek kollarımı tutmaya çalışıyordu.

"Dokunma!" Ağlamamı kesemiyordum, gözyaşlarım durmadan yanaklarımı ıslatmaya devam ediyordu.

Kapı hararetle açıldığında biri "Elvin Hanım," dedi ama kimin olduğunu anlayamayacak kadar kendimden geçmiştim. Saçlarımı çekiştirip bir ileri bir geri kendimi sallıyor ve sürekli "Defol," diyerek sayıklıyordum. Beni daha kaç kez öldürmeyi düşünüyordu?

"Beyefendi çıkın lütfen odadan," dedi birisi. Ama Görkem onu dinlemiyor, kollarımı tutarak beni sakinleştirmek için bir şeyler söylüyordu. Bu yaptığının beni daha da çıldırttığını bir türlü anlamıyordu.

Kollarımı ondan kurtulmak için iki yanıma açtım. Tüm vücudum titriyordu. "Dokunma bana!" diye bağırdım ama inatla "Lütfen ağlama Elvin, sakinleş," demeye devam etti.

"Beyefendi odada kalmaya devam ederseniz güvenliği arayacağım."

"Bakın, ben onun..." diye devam etti ama kelimelerin devamını getiremedi. Getiremezdi; çünkü o sadece bendeki onu değil, bendeki her şeyi öldürmüştü.

Kızarmış gözlerimi ona diktim. "Sen benim katilimsin!" diye bağırdım yüzüne. Söylediklerimle sarsıldığını görebiliyordum. "Sen benim bebeğimin katilisin! Biraz daha karşımda dikilirsen..." dediğimde nefesimi bırakıp kuruyan dudaklarımı ıslattım. "Yemin ederim bir saniye bile düşünmem öldürürüm seni. Benim bu hayatta kaybedecek hiçbir şeyim kalmadı. Öldürürüm seni!"

Benimle ilgilenen hemşire dışında bir kişi daha geldi ve Görkem'i odadan çıkarmak için bir şeyler söyledi ama Görkem onları dinlemedi. Hemşire daha fazla dayanamadığından yatağın yanındaki telefondan birkaç tuşa bastı. Güvenliği çağırmak için bir şeyler söyledikten sonra kaldığım odanın adını verdi. Görkem ise hiç oralı değildi, ona sarf ettiğim sözlerin altında can çekişiyordu.

Elimi tuttu birden. "Bırak beni!" diye bağırsam da umursamadı, tuttuğu elimi kalbinin üzerine götürdü. "Öldür beni," diye fısıldadığında sesindeki yalvarış beni bozguna uğratmıştı. Donup kalmıştım. "Ben aylardır yaşayamıyorum, Elvin. Sen öldür beni, yalvarırım. Sana da bir şey olursa..."

Elimi elleri arasından çekip kurtardım. Kalbinin üzerindeki atışları hissettikçe daha da ağlamak istedim. "Midemi bulandırıyorsun," diye fısıldadığımda pes edercesine geri çekilmek zorunda kaldı. "Senden iğreniyorum. Sen benim gözümde sadece katilsin, tamam mı! Katilsin! Bebeğimi bana geri getiremeyeceksen daha fazla durma karşımda, defol git."

"Elvin ben çok..."

Daha fazla sesini duymaya katlanamadığım için lafını böldüm. "Sana defol dedim!" Ellerimle çarşafları çekiştirmeye başladığımda hemşirelerden biri yanıma geldi ve sakinleşmem için kolumu tuttu.

"Beyefendi zorluk çıkarmayın. Hastaları rahatsız ediyorsunuz."

Sakinleşmem için kolumu tutup bana bir şeyler söyleyen hemşireye dönüp yalvarır biçimde baktım. "N'olur gitsin," dedim ağlayarak.

"O iyi olacak mı?" diye direttiğinde ağlama şiddetim daha da arttı. Bana bunu niye yapıyordu? Poyraz neredeydi? Hemen geleceğim demişti oysa. N'olur geri gelsin.

Onun başında dikilen hemşire daha fazla dayanamamış "Giderseniz olacak," diyerek sesini yükseltmişti. "Güvenlik geliyor, daha fazla zorluk çıkarmayın ve gidin."

Sinir krizi geçiriyordum. Hıçkıra hıçkıra ağlarken üzerimdeki çarşafları yere fırlattım. "N'olur gitsin, nefes alamıyorum ben," dedim kalbimdeki sızıyla. Bundan üç ay önce ben ona bir tek senin yanında nefes alabiliyorum demiştim. Şimdi ise varlığı nefesimde boğulmama sebep oluyordu. Beni düşürdüğü haller canımı yakıyordu. Bir kalbi öldürmek en kolayıydı.

Hemşireler onu odadan çıkarmak için uğraşıp dururken sonunda "Tamam, gidiyorum. Ama ona iyi bakın lütfen," dedi. Benden yavaşça uzaklaştı. Sinirden sadece gülmek istemiştim ama onu görmek beni o kadar kötü etkilemişti ki ağlamak dışında hiçbir şey yapamıyordum. "Elvin," dedi kapının önünde son kez. Biraz durdu. Diyeceklerini tartıyor, nasıl söyleyeceğini bilmiyor gibiydi. Ona bakarken gözyaşlarım daha da aktığında yutkunmuştu.

"Lütfen git," diye fısıldadı sonra. "sana da bir şey yapmasın." Ardından kapıyı kapattı ve iğrenç sözlerini geride bırakarak odadan çıktı. O çıkınca daha da ağladım. Öyle ağladım ki sesim sanki sadece bu odada değil, tüm koridorda yankılanıyor gibiydi. Yanımdaki hemşire beni sakinleştirmek için bir şeyler söylese de duyamıyordum sözlerini.

Beni bir kere daha öldürmüştü. Hangi hakla karşıma çıkardı? Ruhumu avuçları arasına almaktan, canımı yakmaktan zevk alıyordu sanki. Can çekişen bir hastayı yaşatmak aylar, yıllar sürerdi belki. Makinelere bağlardın. Ölümün kıyısında olan birini geri getirmek öyle sandığın gibi kolay değildi. Ama o fişi çekmek en kolayıydı. Onu öldürmek en kolayıydı. Görkem benim fişimi çekmişti.

Birkaç dakika boyunca sarsıla sarsıla ağlamaya devam ettim. "Bebeğim..." derken kalbime batıyordu sanki kelimeler. "Onu öldürdüğü halde nasıl gelir?"

Kapı bir hışımla açıldığında hemşire beni sakinleştirmek için tuttuğu kolumu gevşetti. "Ne oluyor burada?" diyen sesi duymak daha da ağlattı beni. Eğdiğim başımı kaldırıp ıslak gözlerimi ona değdirdim. Bakışları odadaki dağınıklıkta gezdi. Gördükleri kaşlarının çatılmasına neden olmuştu. Sonunda bakışları benimkileri bulunca nasıl berbat bir halde olduğumu gördü ve hemen yanıma geldi. Yüzümü avuçları arasına aldığında gözlerinin içine bakmamı sağladı ama gözyaşlarım durmadı. Canım çok yanıyordu.

Yanımdaki hemşire ayaklandı. "Az önce bir beyefendi geldi," demesiyle Poyraz'ın bakışları bir hışımla ona döndü. "ondan sonra kötüleşti. Zor gönderdik."

"Utanmadan geldi," dedim hıçkırarak. Bakışları bana dönünce beni sakinleştirmek ister gibi yüzündeki ifadeyi yumuşattı. Kimden bahsettiğimi anlamıştı. "Hangi yüzle gelir?" dediğimde gözyaşlarım daha da çoğaldı. Sesim giderek boğuklaşıyordu. Tekrar yatak çarşaflarını çekiştirmeye başlarken "bebeğim öldü benim!" diye bağırdım. "O nasıl çıkar karşıma!"

Yüzümü arasına aldığı elleri saçlarıma gidince "Sakin ol," diye fısıldadı. Parmaklarını saçlarımda gezdirip beni rahatlatmaya çalışıyordu. "Hadi Çiçek. Derin derin nefes al."

"Bebeğim..." diyebildim sadece. Yüzüm yaşlarla doldukça göğsüm daralıyordu. Ağladıkça omuzlarım daha da sarsıldı. O ise ellerini saçlarımın arasında gezdirmekten vazgeçmiyordu.

"Biliyorum, çok üzülüyorsun. Canın çok yanıyor biliyorum. Biliyorum ama lütfen sakinleş. Kendini kaybediyorsun, yapma bunu. Gelmeyecek bir daha o herif. Söz veriyorum." Yavaşça gözümdeki yaşları parmak uçlarıyla sildi.

"Gelmesin," diye fısıldadım.

"Gelmeyecek. Söz."

Gözlerini benden çekip hemşirelere döndü. "Gerisini ben hallederim. Siz diğer hastalarınızla ilgilenin. Sorun olursa seslenirim," dedikten sonra tekrar bana baktı. Hemşireler de onu onayladıktan sonra odadan çıktılar.

Odada yine ikimiz kalmıştık. Başkalarının yanında daha fazla ağlamamı istemiyor gibiydi. Ben sevmezdim zaten ağlamayı. Terk edildiğim düğün günümden önce ağlamazdım da kimsenin yanında. Ama şimdi, bir aydır neredeyse her gün ağlıyordum. Oysa o zamanlar bebeğim vardı. Şimdi o bile yoktu. Bu acının bir tarifi yoktu. Herkes gidermiş. Gitmek kolaymış.

Elleri hâlâ yüzümdeyken "Niye gittin?" diye fısıldadım sanki buna hakkım varmış gibi. Ben kimdim ki? "Bana git buradan dedi biliyor musun?" derken hıçkırmaya başladım tekrar. "Sana da bir şey yapmasınlar diye geveledi. Beni yine öldürmek için gelmiş, sen niye gelmedin hemen?"

Yüzümdeki ellerini indirdi ve omzundan tuttuğu gibi beni kendine çekti. Yüzümü göğsüne gömerken saçlarımı okşamaya başladı. "Özür dilerim," diye fısıldadı. "Geciktim, çok üzgünüm."

"Bebeğim öldü ama o bana git dedi. Nasıl der bunu?" Sesim giderek kısıldı. Girmiş olduğum krizden sanki varlığı ile çıkmayı başarıyordum. Varlığı beni sakinleştiriyordu. Oysa onu hiç tanımıyordum.

Tanıdıklarımda ne hayır vardı ki? Beni bu hale getiren de zaten tanıdıklarım değil miydi?

Elleri sakinleşmem için saçlarımda gezinmeye devam ederken ağzının içinden Görkem'e küfürler sıraladığını işittim. "Şerefsiz pezevenk!" demişti sonra sinirlenerek. "Sen onun sözlerine kulak asma. Haysiyetsiz piçin teki o."

Görkem umurumda değildi. Daha fazla onu konuşmak istemiyordum. "Bebeğime gitmek istiyorum," dedim kısık sesle ağlayarak. "Beni ona götür, nolur. Dayanamıyorum."

"Söz," dedi omzumdan tutup beni kendinden uzaklaştırdıktan sonra yüzümü tekrar avuçları arasına alırken. "Yarın iyi olursan gideceğiz. Söz veriyorum."

Ağlayarak kafamı salladığımda sözünü aldığımı ona gösteriyor gibiydim. "Gideceğiz."

"Evet," dedi tekrar. "Söz..." Sonra nefesini bıraktığında "Ama şimdi bir şeyler yemen gerekiyor artık," diye devam etti. "Dünden beri uyuyorsun."

Ağlarken kafamı iki yana salladım. "Aç değilim," diyebildim güçsüz bir sesle. Bebeğim için günlerce zorla yemek yediğim anlar aklıma geliyordu. Yemek yemek bile bana onu hatırlatırken ben o olmadan nasıl bir şeyler yiyebilirdim? Buna hakkım var mıydı ki?

Gözlerimin içine bakarken "Çiçek," diye mırıldandı. "Yemezsen toparlanamazsın. Toparlanmazsan da hastaneden çıkamayız." Bana bebeğimi görmek istiyorsam bir şeyler yemem gerektiğini söylüyordu ama benim bebeğim olmadan bir şeyler yemek istemediğimi anlayamıyordu.

Yerde olan çarşafları umursamadan ondan uzaklaştım. Yüzümdeki ellerini benden çekmek zorunda kaldı. Ona arkamı dönerek, başımı yastığa koyup uzandım. Üzerime bir şey sermedim. Yaz mevsimindeydik, havalar sıcaktı. Üşümezdim böyle de. Gerçi üşüyüp üşümemek de umurumda değildi. Yaşadığımı hissetmiyordum. "Uyuyacağım ben," diye söylenirken ona tekrar bir şeyler yemek istemediğimi anlatmaya çalıştım.

Belki uyursam yine annemi görürdüm. Rüyamdan uyanmadan hemen önce bana "Anne" diye seslenen küçük çocuğun yüzünü görürdüm. Belki uyursam artık ölür ve giderdim yanlarına. Oysa göğsünde büyük bir yara varken uyumak en zoruydu. Kafanın içinde dolanıp kırk takla atan acılar gergefi uykuna çökerdi ve sen sadece ağlardın, uyuyup huzura kavuşayım artık diye öylece ağlardın. Ama huzura ulaşmak belki de en zoruydu.

Hâlâ yatağın ucunda oturmaya devam ederken "Uyanınca yiyeceksin," diye uyarıda bulundu. "Harun senin için bir şeyler getirecek. İtiraz istemiyorum." Sözlerine cevap vermedim. Bir elimi yastığın altına giderken diğer istemsizce karnımı sarmıştı. İçindeki boşluk yüreğimi burkup gözlerimi tekrar doldursa da ağlamamak için çaba gösteriyordum.

Uzandığım yer üstüme üstüme geliyordu sanki. Rahatlamak için cenin pozisyonu aldım. Ama gitmedi bir türlü içimdeki bu boşluk hissi. Sığamıyordum hiçbir yere, ne bir kalbe ne bir eve. Bu yatak bile mezardı sanki bana. Bu beden ağır geliyordu artık ruhuma. Her şey çok yabancıydı. İnsan ait olmadığı yerde duramazdı zaten. Benim ait hissettiğim tek yer mezarlıktı.

Poyraz'ın ayaklandığını işittim. Ona doğru dönmek ve gidip gitmeyeceğine bakmak istedim ama yapamadım. Gitmesin istiyordum. Giderse o geri gelir diye çok korkuyordum. Buna hakkım yoktu, biliyorum ama gitmesin işte. Kalsın burada. Sadece biraz daha kalsın, en azından ben uyuyana kadar. Bunları dile dökemiyordum ama beni söyleyemediklerimden anlasın istiyordum. Oysa kimse kimseyi anlamazdı bu hayatta. Birini anlamak en zoruydu.

Hâlâ yatağın ucunda oturmaya devam ederken "Uyanınca yiyeceksin," diye uyarıda bulundu. "Harun senin için bir şeyler getirecek. İtiraz istemiyorum." Sözlerine cevap vermedim. Bir elimi yastığın altına giderken diğer istemsizce karnımı sarmıştı. İçindeki boşluk yüreğimi burkup gözlerimi tekrar doldursa da ağlamamak için çaba gösteriyordum.

Uzandığım yer üstüme üstüme geliyordu sanki. Rahatlamak için cenin pozisyonu aldım. Ama gitmedi bir türlü içimdeki bu boşluk hissi. Sığamıyordum hiçbir yere, ne bir kalbe ne bir eve. Bu yatak bile mezardı sanki bana. Bu beden ağır geliyordu artık ruhuma. Her şey çok yabancıydı. İnsan ait olmadığı yerde duramazdı zaten. Benim ait hissettiğim tek yer mezarlıktı.

Poyraz'ın ayaklandığını işittim. Ona doğru dönmek ve gidip gitmeyeceğine bakmak istedim ama yapamadım. Gitmesin istiyordum. Giderse o geri gelir diye çok korkuyordum. Buna hakkım yoktu, biliyorum ama gitmesin işte. Kalsın burada. Sadece biraz daha kalsın, en azından ben uyuyana kadar. Bunları dile dökemiyordum ama beni söyleyemediklerimden anlasın istiyordum. Oysa kimse kimseyi anlamazdı bu hayatta. Birini anlamak en zoruydu.

Adım seslerini işittikçe gözlerimi daha da birbirine bastırdım. Bedenim kasılırken dizlerimi daha bir çektim kendime. Sanki yokluğu ile karşılaşmaya hazırlanan bedenim kendine sığınıyordu. Çok değil, yaklaşık birkaç saniye sonra dolaplardan birinin açılma sesi geldiğinde ne yaptığını anlamaya çalışıyordum. Dolap tekrar kapandığında adım sesleri bana doğru yaklaşmaya başladı. Sanırım gitmiyordu.

"Gitmeyeceğim, Çiçek," diye fısıldadığını işitince kastığım bedenim bir anda rahatlamıştı. Yüzüme yerleşen rahatlama beraberinde tebessümü de getirdi. Son bir adım daha attıktan sonra üzerime bir şey örttüğünü hissettim. Bu hareketine belki saatlerce ağlayabilirdim. Kalbimin buz kesmiş yanına küçük bir ateş yakmak istiyordu sanki, üşüyen odaları ısınsın diye. O iyi bir adamdı.

Gözlerimi açmadan "Teşekkür ederim," diye fısıldadım. Sesim o kadar kısıktı ki ben bile duyamamıştım. Onun gitmeyeceğini anladıktan sonra uyumaya çalıştım. Kafamın içindekileri cenazeler acıyı fısıldarken bunu başaramıyordum ama deniyordum yine. Gözlerim doluyor, yalnızlık çığlıkları altında can çekişiyordum ama uyumak için çabalıyordum. Çünkü uyurken sesler kısılırdı. Çünkü uyurken görürdün sadece gömülenleri. Çünkü uyku en büyük kaçıştı ama acısı olan takıldığı çelme yüzünden kaçıp kurtulamazdı.

Kaç saat geçti gözlerimin kapanması üzerinden bilmiyorum ama uyuyamadım işte. Kaçamadım. Sadece kısık seslerle ağlayıp durdum. Poyraz ise söz verdiği gibi odadan hiç çıkmamıştı. Arada kapı açılma sesi işitince bedenim irkiliyordu; gidecek sanıyor, korkuyordum. Hemşirelerin sesini işitince de rahatlıyordum. O hâlâ buradaydı. Sadece hemşireler beni kontrol etmek için geliyordu. Gitmeyecekti. Görkem yine gelmeyecekti. İzin vermeyeceğini söylemişti. Söz vermişti.

Kapı tekrar açıldığında içeriye biri girdi. "Getirdim abi istediklerini," diyen tanıdık sesi işitince tekrar rahatladım. Hâlâ buradaydı.

"Masaya koy," dedi Poyraz sakin bir tonda. "Uyumuyor zaten."

Uyumadığımı fark ettiğini bilmiyordum. Bunu bildiği halde saatlerce bir şey dememişti. Sessizce burada kalmıştı. Oysa benim onun hayatında herhangi bir yerim yoktu. Onun için sokaktan geçen herhangi bir kişi olmalıydım. Kimse biri için böyle beklemezdi ki. Belki bana acıyordu, bilmiyordum. Ki zaten acınacak bir haldeydim. Bu durumdan nefret ediyordum ama yine de kimse acıdığı birine bu kadar yardımı yapmazdı. Bu yüzden Poyraz, anneme gitmeden önce bu hayatta hep minnet duyacağım biri olacaktı.

Gözlerimi yavaş yavaş araladım. Odanın ışıkları biraz rahatsız etmişti ama sorun etmedim. Kısa bir süre açık camdan karanlık geceyi izledim. Yağmur dinmişti ve hava açıktı. Karşımda hilal vardı. Çok da güzel parlıyordu. Ayın bu halini severdim. Bir yerde aya şeklini verenin görünmeyen yanları olduğuna dair bir yazı okuduğumu hatırlıyordum. Şimdi uzun uzun hilali izledikçe ne kadar doğru olduğunu fark ettim. İnsanı da göstermediği yanları şekillendirirdi. Ondandı ya, kalbimizin orta yerinden bıçaklanırken afallamamız.

Soluğumu bırakıp yeşillerimi camdan çektim. Odayı inceledikten sonra gözlerim sanki dinmek istediği liman gibi mavilerinde durdu. Ona baktığımda zaten bana bakıyor olması tüm hareketlerimi izlediğini gösteriyordu. Saçları dağınıktı. Beyaz gömleğinin ilk iki düğmesi açıktı. Buradan bile göz altlarının çökmüş olduğunu görebiliyordum. Yorgun duruyordu. Benim yüzümden.

Harun bana doğru yaklaşıp sürgülü masayı önüme yaklaştırdı. Ellerindekini üstüne koyarken "Günaydın Elvin Hanım," dedi. Başta yanlış duyduğumu sandım. Sonra kaşlarım çatılınca yoksa yanlış mı gördüm acaba diyerek dışarı baktım. Dışarının hâlâ karanlık olduğunu görünce de kafamı iki yan sallayarak tekrar ona döndüm.

Doğrulmaya çalışırken "Bana pek aymıyor galiba," dedim alaycı bir tonla. Yatağın kenarlarından tutunurken Poyraz ayağa kalkmıştı ama hemen "Ben hallettim," diyerek gelmesine mani oldum. Zaten gereğinden fazla yardımcı oluyordu.

Harun söylediği cümlenin yeni farkına varıyordu ki gözlerin kısıp dudaklarını birbirine bastırdı. "Siz uyanınca ben ondan şey etmiştim," dedi, daha sonra elleriyle siyah saçlarını karıştırırken. "Uyanınca öyle derler ya hani."

Gülmeye çalıştım. Pek beceremedim, yine de tebessümle karşılık verdi bana. Değişik birisiydi ama tatlıydı. Eskiden tanışmış olsaydım kafayı dağıtabileceğim bir arkadaş bile olabilirdi bana belki, bilmiyorum. Ama şimdi kendimi sadece yük olarak hissediyordum. Koca bir yüktüm. Benim için bir şeyler getirmek gibi bir zorunluluğu yoktu ama Poyraz istiyor diye yapıyordu. Kendimi gerçekten berbat hissediyordum.

Sırtımı yatak başlığına yasladım. Boş boş önüme koyduğu çorbaya bakıyordum. "Yemek istemiyorum," diye mırıldandım. Poyraz ise "ben de itiraz istemiyorum," diyerek kesinkes konuştu. Uyanınca yiyeceksin diye uyarıda bulunmuştu. Ama ben uyumamıştım. Yani bence yemeye gerek yoktu.

Ona döndüm. "Yemeyeceğim," diye direttim.

"Yiyeceksin."

"Yemeyeceğim diyorum."

Ellerini koltuğun kenarına bastırırken soluğunu bıraktı. İnatçılığımı bilmiyordu ve karşılaşmaktan da hoşlanmamıştı. Yine de "Yiyeceksin diyorum ben de," diyerek kendi de inadını sürdürdü.

Harun'un "bir köprünün başında, iki inatçı keçi," diyerek sarf ettiği sözlerinden sonra attığı kısık kahkahası odayı kapladı. İkimiz de aynı anda ona döndüğümüzde o kahkahaları yutmak zorunda kaldı. Bakışlarımız onu korkutmuş olsa gerek ki dudağına sahte bir fermuar çekip geri adım attı.

Poyraz yerinden ayaklandı. Bana doğru yaklaşırken "Kendin yemezsen ben yedireceğim," diye uyarıda bulundu.

Yüzümü buruşturdum. "Aynen, yaparsın."

Alaycı tavrımı umursamayıp adımlarını önümde durdurdu ve kaşığa uzandı. Her hareketini dikkatle izlerken dedikleri konusunda ciddi olduğunu anlamıştım. Kaşlarımın çatılmasını umursamadan kaşığı dumanı tüten çorbaya daldırdı ve dudaklarıma doğru götürdü.

Kaşık hemen dudaklarımın önündeyken "Şaka yapıyorsun herhal..." diye söylenmeye başlamıştım ki ağzımı açmamla kaşığı ağzıma tıkaması ve laflarımı yutmak zorunda kalmam bir olmuştu.

Dudaklarının kenarı kıvrılırken "Ben şaka yapmam," dedi. Anın şokuyla sadece çorbayı yutkunabilmiştim. Sonra tekrar kaşığı kaseye götürdü. Tamam, ciddi olduğunu anlamıştım. Daha fazlasına gerek yoktu. Kaşığı tekrar kaldırdığında elimi havaya kaldırıp onu durdurdum.

"Dur," diyerek pes ettim. "Kendim yaparım."

Kafasını eğip beni inceledi. Hareketlerimden doğru söyleyip söylemediğimi anlamaya çalışıyordu. Onun onayına kalmadan kaşığı elinden aldım ve kaseye daldırdım. Hâlâ tepemde dikiliyordu. Yediğimi görmeden hareket edeceğini sanmıyordum. Ne inatçı bir şeydi bu?

Kaşığı dudaklarıma götürdüm. Kafamı kaldırmadan gözlerimi ona çevirdim. Çorbadan bir kaşık aldıktan sonra "Oldu mu?" diye söylendim. Dudaklarının kenarı kıvrılınca "Oldu," dedi keyifle. Sonra arkasını döndü ve eski yerine oturdu.

Harun ikimiz arasındaki tartışmayı sadece izliyor, arada da telefondan bir şeyler yazıyordu. Poyraz yerine oturunca da "Ne güzel izliyorduk," diye söylendi. "Biraz daha tartışsaydınız ya abi. Olmadı böyle."

Poyraz'ın çatık kaşları ve bezgin bakışları onu buldu. "Çok boş yapıyorsun Harun, yapma. İşine dön."

Harun hareketlenip onun yanındaki boşluğa aralarında bir kişilik yer bırakarak oturdu. "Mesaim bitti abi," dedi keyifle koltuğa yayılırken. "Başka işim kalmadı."

Poyraz ona sadece gözünü devirip bilgisayarını kucağına aldı ve bakışlarını tekrar bana çevirdi. Yemeye devam edip etmediğimi kontrol etmek istiyordu ve ben onları izlemek için yemeği yarıda bırakmıştım. O bana dönünce kaşığı tekrar dudaklarıma götürdüm. Sonra Harun'a döndüm.

"Sen kimsin?" diye sordum. Sürekli benimle uğraşmıştı ama ben, kim olduğunu bile sorma nezaketini göstermemiştim. Şartlar pek el vermemişti.

Harun önce Poyraz'a baktı. Sonra bana döndü, ona baktığımı görünce kaşlarını kaldırarak şaşkınca kendini işaret etti. "Ben mi?"

Başımı salladım. "Evet, sen."

Şaşkın halini kenara bırakıp elleriyle gömleğinin yakasını düzeltti. Sonra saçlarını karıştırıp yumruğunu dudağına götürerek iki kez ses denemesi yapar gibi öksürdü.

"Harun Çakır," diyerek başladı söze. "Yaş yirmi beş. Poyraz abinin sağ kolu," derken Poyraz'a kısa bir bakış atıp ona dönmeden gözleriyle onu işaret etti. "Gerçi o asistanı tercih ediyor... Onun dışında oldukça yakışıklı, sevecen ve bir o kadar da komik bir arkadaşızdır evelallah. Bir şeyler izlemeyi severim. Ama Poyraz abi sürekli iş kilitlediğinden zaman bulamam. Hobi olarak arada nefes almama izin veriyor. Böyle yani Elvin Hanım."

Poyraz ona bakıp "Zevzek," diye söylense de tebessüm ettiğini görebiliyordum. Harun'u sevdiği belli oluyordu. İyi çocuktu. Söyledikleri uzun zaman sonra biraz da olsa gülümsememi sağlamıştı.

"Bana Elvin Hanım demene gerek yok," dedim. Sürekli böyle hitap ediyordu ama iş kadını imajımı çoktan yerle bir etmiştim. Gerek yoktu. "Adımı söyleyebilirsin sadece. Ha illa sıfat ekleyeceğim diyorsan... Abla diyebilirsin," dedim alayla. "büyüğüm senden."

Gözleri büyüdü. "Büyük müsünüz?"

"Yaş yirmi altı," dedim gülümseyerek ama bu sefer gülümsemem buruktu. Çünkü altıların altı fazla yaralı.

Ellerini havaya kaldırıp "Prensip olarak aramda bir yaş olana abla demiyorum," dedi alaycı bir tonla. "Hande var, benim büyüğüm. Sizinle yaşıt. Abla demiyorum diye el kadar bebeyken az dövmemişti beni." O anı hatırlar gibi olduğunda gülmüştü. "Hem siz de hiç abla gibi durmuyorsunuz Elvin Hanımcım. Çarpılırım kuranıma kitabıma."

Başımı boynuma yaslayıp güldüm. Sonra elim karnıma gidince gülümsemem birden soldu. Hakkım yoktu.

Gözlerimi kapattım ve derin bir iç çektim. Tekrar ona döndüğümde "Beni hiç tanımıyorsun ama çok yardım ettin," dedim minnet dolu bir sesle. "Çok teşekkür ederim gerçekten. Bunu niye yapıyorsun bilmiyorum ama hakkını asla ödeyemem."

Oturduğu yerde kıpırdanırken "Estağfurullah," dedi sadece. Gözlerini kaçırdığında sözlerimin onu utandırdığını görebiliyordum. "Sizi pek tanımam evet ama Hande gibisiniz benim için, kimseyi o halde bırakmazdık." Başka bir şeyler daha söylemek istiyor gibiydi ama sanki devamında ne söylerse bana bir şeyi hatırlatıp üzüleceğimi düşünüyor, devamını getirmiyordu. Kimseyi o halde bırakmazdık derken bile düştüğüm hali hatırlayıp bebeğimin kaybının altında ezilmiştim zaten.

Bebeğimi düşünmemek için bu sefer bakışlarım Poyraz'ı buldu. "Sen peki?" diye sordum merakla. Ona sormak istediğim soru kim olduğu değildi, az çok kim olduğunu biliyordum. Benim merak ettiğim başka bir şeydi. "Sen niye bana yardım ediyorsun?"

Sorduğum sorunun ona olduğunu anladığında bakışları ekrana kilitlendi. Harun'la konuştuğum süre boyunca bilgisayarla ilgilense de bize kulak kabarttığını dudağının kenarına tırmanan küçük tebessümlerden anlayabiliyordum. Sorumdan sonra hâlâ bana bakmıyordu ama baktığı ekrana yazmayı da bırakmıştı. Sorumdan önce klavye sesini işitebiliyordum. Şimdi ise sesler kesilmişti.

Cevap vermedi. Sadece "Yemeğini ye," diyebildi. Sonra işine geri döndü. Ben de tekrar sormadım. Başımı önüme eğip çorbayla bakıştım. Onu bunaltmış olmalıydım. Bu hastaneden çıktıktan sonra ona artık bela olmayacaktım. Evime dönecektim.

Hatam büyüktü benim. Hatamın biletini kendim kesecektim. Evime gittikten ve ona tekrar yük bindirmeyeceğimi anladıktan sonra yapacaktım bunu. Benim bir evim yoktu ama ben evime gidecektim.

Çorbayla oynamaya başladım. Oda ölüm sessizliği ile dolmuştu. Bir süre sonra onun klavyesinden gelen sesler de kesilmişti. Bana bakıp bakmadığını bilmiyordum. Boş gözlerle sadece çorbayı izliyordum. Dudağıma götürdüğüm her kaşıkla üç gün önce bebeğimin canımı çektirdiği çorbayı hatırlıyordum. Bunu düşünmemek için de onlarla konuşmaya çalışmıştım ama o sorumu cevapsız bırakıp beni sessizliğe teslim ettiğinde kafamın içindeki cenaze törenine yine katılmıştım.

Gözlerimin dolduğunu hissettim. Bir damla gözyaşı elimin üstüne düşünce de titreyen parmaklarımla kaşığı dudaklarımın arasına götürdüm. Çorbanın tadı damağımda tat buldukça yaşlar yanaklarımdan daha da akıyordu. Ben hiç iyi değildim. İyi olamıyordum. Konuşmalar bitince yine kafamın içindeki kelimelerin darağacına asılıyordum. Susmak en acıtanıydı.

Ellerim giderek daha fazla titredi. Ağlamaya başladığımı anladığımda önce omzum sarsılmış, sonra yaşlar yanaklarımı ziyaret etmişti. Kısık bir hıçkırık dudaklarımın arasından firar ederken kaşığı tekrar kaseye götürdüm. Kaşığa biraz daha çorba doldururken artık gözyaşlarımdan önümü göremediğimi fark ettim.

Kaşığı yavaşça kaldırdığım sırada bir el bileğimi tuttu. "Tamam," dedi sakin sesi. "Zorlama kendini." Kaşığı usulca elimden aldıktan sonra tekerlekli yemek masasını önümden uzaklaştırdı ve nefes alabilmem için bana alan açtı. Ama ben daha çok ağladım.

"Yapabileceğim bir şey var mı abi?" diye sordu Harun endişeli sesiyle. "Ceyda ablayı çağırayım mı?"

"Sen eve git," dedi Poyraz sadece. Ellerini omzuna koyup bana destek vermeye çalışıyordu. "ben hallederim gerisini."

Harun hiç rahat etmemiş gibi soluğunu bırakırken "Bir şey olursa hemen ara. Gelirim ben," diye mırıldandı. Poyraz sadece kafasını sallamış olmalı ki ona başka bir şey demedi. Ben de ağlamaya devam ettiğim için yanlış bir şey söylerim korkusuyla bana da bir şey söylemedi, sessizce odadan çıktı.

Poyraz "En sevdiğin çiçek ne?" diye sordu birden.

Sorusuyla ağlamayı bırakıp elimim tersiyle gözyaşlarımı sildim. Burnumu çektiğimde neden böyle bir şey sorduğunu anlamaya çalışıyordum. "Ne?" diye sordum çatallı sesimle, damlayan birkaç gözyaşımı da elimi tersiyle silerken.

Elini omzumun üzerinden çekip yatağın kenarına oturdu. Kafasını hafifçe eğince gözleri gözlerimle buluştu. "En sevdiğin çiçek diyorum, ne?" diyerek yineledi sorusunu.

Başımı eğerken elimin sırt kısmını burnuma sürttüm. "Gülleri severim," dedim titreyen sesimle. "Pembe gülleri." Gülümsemesi bbüyüdüğündebu sefer "Kaudupul çiçeğini bilir misin?" diyerek devam ettim. Kafasını iki yana salladı. Anlatmam için beklentiyle bana baktı.

"Gece açtığı için gecenin Kraliçesi de denir ona. Kendime çok benzetirim. Gerçi..." derken toparlamaya çalıştığım ses tonumun arkasından yüzümü buruşturdum. "ben son zamanlarda tam bir drama kraliçesi oldum," Dudaklarımın arasından sinir bozucu bir gülümseme kaçtı.

Yanımda oturmaya devam ediyordu. "Nasıl bir çiçek bu?" diye sordu kaşları havalanırken. Sanırım ilgisini çekmişti.

"Yılda sadece bir kez çiçek açar ve ömrü sadece dört saat kadardır," dediğimde bakışlarımı ondan kaçırdım. "Toplanması zor, oldukça narin bir çiçek. Şafak sökmeden ölür." Gülümsemedim. Annem bana bunu anlattığında daha beş yaşındaydım ve hâlâ hatırlıyordum. "Çabuk solar. Ama çok da güzel kokarlar."

Başımı hafifçe kaldırıp gözlerimi ona diktiğimde kaşlarını çattığını gördüm. "Sevmedim," diye mırıldandı.

"Görseydin öyle demezdin gayet," derken oldukça ciddiydim. Bir kere iş için Japonya'ya gittiğimde orada görmüştüm. Ama açıldığına şahit olamamıştım.

"Yıl boyunca soluk bir çiçeğin tek seferlik açılmasını seveceğimi düşünmüyorum." Sözlerinin altında başka bir anlam var gibi hissediyordum. "Çiçek solmamalı."

"Onu özel yapan bu değil mi zaten, tek seferlik açması?"

Başını iki yana salladı. "Çiçeği özel yapan ona ayırdığın zamandır. Kendini hep soluk kalan bir çiçeğe benzetmemelisin."

Omuzlarım çöktü. "Ben zaten soldum," dedim. "artık çiçek açabileceğimi sanmıyorum."

"Az önce bahsettiğin çiçek bile yılda bir kez çiçek açıyorken," dedi ellerini iki yana açarak. "kendin için fazla haksızlık yaptığını düşünmüyor musun?" Ellerini omzuna yerleştirdi. Gözlerimin içine bakıp "Belki sen de yeniden çiçek açarsın, esen bir rüzgârda," diye devam ettiğinde sözleri afallamama neden olmuştu. Yeniden çiçek açabileceğime gerçekten inanıyor muydu ki? Ben asla inanmıyordum.

"Sertse rüzgâr..." dedim gözlerinin içine bakarken. "solan çiçek savrulur sadece. Gerisinde de kuru bir toprak bırakır."

Ellerini omzumdan çekip ayaklandı. "Bence yanılıyorsun," dedi. "Yağmurdan sonra gelen rüzgârla tekrar tomurcuklanabilir." Sonra koltuktaki yerine geçip oturdu.

Sözleri kafamın içinde dönüp dururken aklımı çoktan karıştırmaya başlamıştı bile. "Bu çiçek meselesi nereden çıktı?" diye sordum ona dönerken.

Başını kaldırıp bana baktı. "Kafanı başka bir şeyle meşgul etmek için." Başka bir şey demedi. Bilgisayarını tekrar kucağına aldı. Dudaklarım aralanmış şekilde ona bakarken o çoktan işine dönmüştü. Bunu gerçekten başardığını girmek üzere olduğum krizin uçurumundan beni çekip aldığında kesilen ağlamalarımdan fark edebiliyordum.

Bu sefer "Animasyon sever misin?" diye sordu birden. Ona döndüm.

Kaşlarım havalanırken dudaklarımı büzerek "Evet," dedim. "Severim. Neden ki?"

Ayağa kalktı. Elindeki bilgisayarla birlikte yanıma yaklaştığında ne yaptığını anlamaya çalışıyordum. Tekerlekli yemek masasını tekrar bana doğru çekti. Yine yemek yedirmeye çalışacak diye bozulmaya başlayacaktım ki bilgisayarı üzerine koyunca afalladım. Masanın üzerindeki tabakları topladı ve kapının yanına yaklaşarak raflı yerdeki tabldotların üzerine bıraktı.

"Bu ne şimdi?" dedim bilgisayara tuhaf bakışlar atarken.

Bana döndü ve bir kaşı havalandı. "Halk arasında bilgisayar diyoruz."

"Hadi canım," dedim alayla gözümü devirirken. "Niye önümde?"

"Düşünmemen için." Yanıma yaklaştığında bilgisayarı kendine doğru çevirdi. "Yeğenim bilgisayarımı çalıp bir şeyler indirmiş. Az önce rastladım." Bunun düşünmememle ne alakası olduğunu anlamaya çalışıyordum, pek bir sonuca varamasam da bir şey demedim. Lafını bitirmesini bekledim.

"Bir şeyler izlersen kafan meşgul olur. Bu animasyonda da..." dediğinde bilgisayarı tekrar bana çevirdi. Ekranda Ratatouille yazan yemek karıştıran bir adam ve hemen tepesinden aşçı şapkası takmış bir fare vardı. Bu animasyonu daha önce görmüştüm ama izlememiştim. "seni ağlatmaz diye düşünüyorum. Kafanı dağıtır."

Şaşkın bakışlarımı ekrandan çekip ona çevirdim. "Ciddi ciddi animasyon mu izleyeceğim?"

"Başka bir şey izlemek ister misin?"

"Yok," diye mırıldandım. Yapmak istediği şey gerçekten tarif edilemezdi. Çok ince bir düşünceydi, utanmama sebep olmuştu. "Bunu izlerim, teşekkür ederim." Kafasını sallarken gülümsedi. Sonra koltuğun üzerindeki bilgisayar çantasına uzandı ve içinden bir kitap çıkardı.

Filmi başlatmadan önce "Ne okuyacaksın?" diye sordum. Kitapları severdim.

Kitabı bana doğru çevirdi. "Gazap üzümleri."

"Güzel kitap," dedim sırtımı yastığa yaslayarak. "1929 Dünya Ekonomik Krizi sonrası ortaya çıkan Büyük Buhran'ı anlatıyordu."

Kitabı kucağına koyduğunda kaşları havalandı. "Okudun mu?"

"Evet," dedim filmi başlatırken. "Üniversitede." Filmin başlangıç müziğini geçmedim. Kimi zaman kaybı olacağını düşünse de ben bir şeyleri atlamaktan nefret ederdim. "Her şeyden önce politik bir roman," diye devam ettim ekrana bakmaya devam ederken. "Açlık, sefalet, kapitalizm, makineleşmenin artmasıyla gelen ucuz işçi gücü gibi gibi... Birçok şeyi içinde barındırır." Ümitsizce kafamı salladım. "Bir savaş nelere yol açıyor görüyoruz. İnsanlar hep savaşmak ve savaşı kazanmak için çabalar. Savaşın yol açacağı krizi kimse düşünmez."

"Ortada bir savaş varsa kazanan taraf olmaz," dedi sözlerimi desteklerken. Düşünce biçimini sevmiştim.

Ona dönüp kafamı salladım. "Aynen öyle." İç çeker gibi nefesimi bıraktım. Film başlamıştı. Bir fare evin içinde koşturuyordu. "Savaş varsa herkes biraz bir şey kaybeder. En çok da umudunu."

"Savaş savaşı doğurur," dediğinde gülümsedim. "Doğurdu da," diye devam ettirdim. "Ortaya çıkan baskıcı rejimler, öfkeli insanlar, yapılan katliamlar derken ikinci dünya savaşı kaçınılmaz oldu."

"Tarihe ilgisin." Bir soru gibiydi. Sesindeki gülümsemeyi işitebiliyordum.

"Tarih, ekonomi, politika, şiir, kitap, edebiyat her şeyi biraz biraz sever ve ilgilenirim," diye mırıldandım. Fareyi peşleyen kadını izlerken gülümsüyordum. "Ve biraz daha devam edersem Almanya'nın Magino Hattı'ndan başlar, Normandiya Çıkarmasına girerim. Oradan da Japonya'ya geçip Hiroşima ve Nagazaki bombalarından bahseder, sonra da ağlamaya başlarım. Çünkü konuyu kesinlikle turna kuşlarına bağlarım. Sonra da Soğuk Savaş kapitalizmle komünizm arasındaki ikiye bölünen dünya düzeni diyerekten işin içinden çıkamam. O yüzden ben yemek yapmaya çalışan küçük arkadaşı izlemeye dönüyorum. Sana iyi okumalar."

Aniden kahkahası odayı kapladı. Ona döndüm. Bana bakıyor, kafasını iki yana sallayarak gülüyordu. "Teşekkür ederim," dedi sonra. Tek omzumu kaldırıp indirerek önüme döndüm. Komik bir şey söylediğimi düşünmüyordum ama o eğlenmiş gibi duruyordu.

Bir süre ekrana baktım. Kafam dağılsın diye izlettiği filme olan odağım bir süre sonra dağıldı. Ekranda bir şeyler oluyordu ama ben boş gözlerle bakıyordum. Söylenenleri işitiyor ama anlamıyordum. Yanlışlıkla bastığım tuşla ekran küçülmüştü. Küçük pencereden önüme düşen dosyalarda gördüğüm filmlerle de keyfim iyice kaçmıştı. Ona belli etmemek için ekranı tekrar büyütüp izlemek için kendimi zorladım.

Kendi kafam ile baş başa kalmaktan nefret ediyordum. Poyraz'ın okumaya devam ettiği kitapta "İnsan, alıştığı gürültüyü bile arar," diye bir alıntı geçiyordu. Tam olarak hissettiğim duygu buydu. Ses olsun diye açılan film bile kafamın içini susturamıyordu. Benim saatlerce konuşmam gerekiyordu. O gürültüyü kendim çıkartmalıydım. Susmam sadece kafamın çenesini açıyordu.

Göz ucuyla Poyraz'a baktım. Kitabı okumaya devam ediyordu. Acaba oturduğu yerde rahat mı diye düşünmeden edemedim o an. İnsanın en büyük vicdan rahatsızlığı kendini suçlamaktı bir yerde. Ve ben o burada olduğu için deli gibi kendimi suçluyordum. "Tek istediğim kimseye yük ol­madan yaşayıp gitmek," diyordu yine elindeki kitapta. Ben ise ona koca bir yük olmuştum. Onun böyle düşünmediğin biliyordum, çünkü yük olarak hissetseydi bana yardım etmezdi ama ben bu düşünceden o böyle düşünmese bile sıyrılamıyordum.

Kafasını kitaptan kaldırdı. Ona baktığımı hissetmiş olmalıydı. Bir şey demeden önüme döndüm. Bakışlarında merak vardı ama ses etmedi. Kitabına geri döndü. Ben de ekrana boş gözlerle bakmaya devam ettim. Filmde şu an "Geride bıraktıklarına odaklanırsan, önünde seni bekleyen şeyleri asla göremezsin," diye bir replik geçerken ben yine Poyraz'ın okuduğu kitapta yıllar önce altını çizdiğim o cümleleri kafamda döndürüyordum.

"Canım öyle ölmek istiyor ki. Ölmeyi çok istiyorum. Biraz ölmek istiyorum. Ölmeliyim. Uykuda gibi."

***

Dün gece filmi bitirememiş ve uyuyakalmıştım. Uyursam belki rüya görürüm dediğim uykuda rüya falan görememiş, üstelik sabahın erken saatlerinde uyanmıştım. Uyandığımda Poyraz hâlâ koltukta uyuyordu.

Hem erken uyanmak hem de rüya görmemek güne huysuz bir şekilde başlamama sebep oldu. Öğlen olduğunda bile suratım asıktı, gülümsemiyordum. Zaten ortada gülümseyebileceğim bir şey de yoktu.

Kimsenin sorusuna cevap vermiyordum. Buna Poyraz da dahildi. Herkesi terslemiştim. Sadece boş gözlerle karşımdaki duvarı izliyordum. Hemşireler gelip gitti, birkaç serum taktı. Hatta kan değerim düşük olduğu için iki saat kadar süreyle kan gönderdiler. Sürekli tansiyonum ölçüldü ve odanın kapısı saniye başı açıldı kapandı.

İyice sinirden gerildiğim sırada kapı tekrar açılınca "Yeter artık, rahat bırakın beni!" diye yükseldim öfkeyle. O an elinde poşetlerle içeri giren Harun yaşadığı şokla ellerini havaya kaldırmış ve bir adım gerilemişti.

Kaşlarıyla kapıyı işaret etti. "Geri mi gideyim?" dediğinde sesi gergindi.

"Geç içeri," dedi Poyraz nefesini bırakırken. Ses tonu benim aksime oldukça sakindi. "Huysuz biraz."

Harun kapıyı kapatıp içeri geçti. Bakışları üzerimde gezinirken tetikte bekliyor gibiydi. Onu biraz korkutmuş olmalıydım ama şu an bunu umursayabilecek kafada değildim. Nefes alamıyor gibi hissediyordum. "Sıkıldım buradan!" diye bağırdım. "Gitmek istiyorum. Duvarlar üstüme üstüme geliyor."

"Serumun bitince çıkacağız," dedi Poyraz açıklayıcı bir tonla. Bir hışımla ona döndüm. Ellerimle yatak çarşaflarını sıktım. "İstemiyorum!" diye tısladım gözlerimi öfkeyle açarken. "Daha fazla serum istemiyorum! Gitmek istiyorum. Gitmek!"

Kolumdaki iğrenç kablo hattına baktım. Tek yapmak istediğim şey şunu kolumdan çekip atmaktı. Hastanelerden nefret ediyordum. Gözlerim öfkeyle dolunca "Gitmek istiyorum," diye söylendim üst üste kolumdaki damar yoluyla oynarken.

Poyraz ayağa kalktı ve yanıma geldi. "Tamam, tamam sakin ol, gideceğiz." Bana doğru eğildi. "Oynama onunla," diye devam ettiğinde damar yolunu çekiştirdiğim kolumu tuttu. Kafamı kaldırdım ve yüzüne baktım. Islak gözlerim mavileriyle buluştuğu an öfkem dinmeye başlar gibi oldu.

Mavi.

Huzur.

Sakinleştiğimi görünce "İyi misin şimdi?" diye sordu. Cevap vermedim. Sadece kafamı salladım. Bu ona yeterli gelmişti. Sonra Harun'a döndü ve "Onları bırak, taburculuk işlemlerini hallet," diye talimat verdi. "Serumu da çıkarmalarını iste. Ceyda'ya yazarım şimdi."

Harun kısa bir baş hareketi yapıp "Emredersin abi," dedi. Sonra bana doğru yaklaştı. Elindekileri poşetleri yatağın üzerine koyarken "Kıyafet getirdim," dedi çekinerek. "Bu arada günaydın." Dışarı baktıktan sonra yine bana döndüğünde gülümsüyordu. "Bu sefer gün cidden aydın."

Kollarımı birbirine geçirdim. Kafamı yana çevirirken "Gün aydın falan değil!" diye yükseldim. "İğrenç bir gün." Dışarısı parıl parıl parlıyordu ve güneş en tepedeydi ama gün yine de iğrençti.

Harun'un gülümsemesi soldu. "Fazla gergin," diye homurdandı Poyraz'a doğru. "Hastaneyi başımıza yıkmadan işlemleri halletsem iyi olur."

Poyraz ona cevap vermedi. Telefondan bir şeyler yazıyordu. Harun da son kez bana baktıktan sonra öfkeden parlayan gözlerimi görünce "Gece odayı kesin cinler bastı," diye söylenerek odadan çıktı.

Üstümdeki öfkeyi atabilmek için derin derin nefes alıp verdim. Altıya kadar sayıyor, sonra da avuç içlerimi birbirine doğru çevirerek parmaklarımı açıp kapatıyordum. Ama olmuyordu, sakinleşemiyordum. Ben sakinleşmek için bir aydır karnımı okşuyordum ama şimdi içi boştu ve bu da sakinleşmemi önlüyordu. Üstelik beni daha da öfkelendiriyordu. Ölmek istiyordum. İğrençti bu duygu. Artık nefesimi kesmek istiyordum.

Poyraz sakinleşmeye çalışma egzersizlerim boyunca bana karışmadı. Kendi halime bırakmıştı. Kesinlikle benden artık bıkmıştı. Çok bile katlanmıştı bence. Ondan beni mezarlığa bırakmasını isteyecek sonra da kendi yoluna gitmesini söyleyecektim. Bana yeteri kadar bakıcılık yapmıştı.

Tekrar nefes alıp verdiğim sırada kapı açıldı ve içeri hemşireyle birlikte Harun girdi. "Biraz daha iyi misiniz?" diye sordu hemşire damar yolu takılan kolumun yanına gelirken. Onu cevapsız bıraktım. Sabahtandır her birine kan kusturuyordum ama ağzını açıp tek bir şey demiyorlardı. Durumumu bildikleri için alttan alıyorlardı.

Kolumdaki iğrenç şeyden kurtulunca pamuğu bastırıp "Birkaç dakika bastırın," diye uyarıda bulundu. Sona da "Çok geçmiş olsun," diyerek odadan çıktı ama bence söylemesi gereken şey "Başınız sağ olsun," olmalıydı çünkü ben iki kişi geldiğim bu hastaneden tek kişi çıkacaktım.

Poyraz yanıma yaklaştı ve poşetleri işaret ederek "Tek giyinebilecek misin?" diye sordu. "Yoksa birini çağıralım mı?"

"Gerek yok," dedim sadece. "Kapıda bekleyin siz."

Başka bir şey demediler ve odadan çıktılar. Poyraz çıkmadan önce son kez beni inceledi. Saçma bir şey yapıp yapmayacağımı düşündüğüne yüzde yüz emindim ama ikimizin saçma anlayışının benim şu anki bozuk kafamla farklı olduğunu bildiğimden buna kesin bir cevap veremeyecektim. O yüzden sadece poşetlere uzandım ve içindekilerini çıkardım.

Yeşil, salaş bir tişörtle krem bir geniş paça pantolonu elime alıp yavaş yavaş giyinmeye başladım. Giyinirken karnımdaki dikişleri biraz ağrısa da umursamadım. O dikişler için kimseyle konuşmamıştım. Mesela bebeğimi nasıl aldılar benden, durumum nasıl olacak, ileride bir daha anne olabilir miyim gibisinden bir sürü soru vardı belki sormam gereken ama bunların hiçbirini umursamıyordum. Benden bu saatten sonra hiçbir halt olmayacağını biliyordum. Hayatım denen şeyin de gözümde zerre değeri yoktu. Şu an düşüp gebersem üzüleceğimi de düşünmüyordum. Zaten arkamda ağlayacak kimsem de yoktu. Rahat rahat öteki tarafa bilet alabilirdim.

Aradığınız psikolojime uzun bir süredir ulaşılamıyor. Lütfen hattı terk ediniz.

Kıyafetleri tamamen giydikten sonra ayağıma beyaz bir sporları geçirip yavaş adımlarla iğrenç odanın kapısına doğru yürüdüm. Telefonum, anahtarım, çantam falan neredeler hiçbir fikrim yoktu. O yüzden odadan sadece kendimi çıkardım.

Kapıyı açtığımda sırtını duvara yaslayıp telefonuyla ilgilenen Poyraz'la karşılaştım. Beni görünce telefonu cebine koydu ve önüme geçti. "Gidelim mi?" dediğinde sadece kafamı salladım ve yürümeye başladım.

"Harun sen eşyaları al," dedi arkamdan. Sonra peşimden gelmeye başladı.

Harun onu onaylar bir şeyler söylediğinde ben karnımı zorlayan acıyla yürümeye devam ediyordum. Adımlarım gittikçe yavaşlıyordu. Dişlerimi sıktım ve elimi duvara yaslayarak yürümeye çalıştım. Tekrar bir adım atacaktım ki kolumu tutup önüme geçti. "Böyle olmaz," dedi gözleri yüzümde oyalanırken. Sonra hafifçe eğilerek bir eliyle sırtımı, diğer eliyle bacaklarımı sararak bir beni çırpıda kucağına aldı.

Anın şokuyla büyüyen gözlerimle "Ne yapıyorsun ya? Yürüyordum işte," diye söylensem de kucağında benimle hiç zorlanmadan yürümeye devam etti. Sanki bir şey taşımıyormuş gibi rahattı.

"Gördük nasıl yürüdüğünü," dediğinde sesinde çıkan alaya gözlerimi devirdim. Tepinmedim veya beni indirmesi için diretmedim. Bu sadece zaman kaybı olacaktı ve yok yere kavga edecektim. Zaten gergindim, daha fazla gerginlik yaratmak istemiyordum.

Dışarı çıktığımızda siyah bir arabanın önünde bekleyen siyah takım elbiseli iri yarı biri, bizi görünce hemen aracın kapısını açtı. Poyraz bir şey demeden açılan kapıdan beni koltuğa yavaşça bıraktı. Sonra da kapıyı kapattı. Sırtımı koltuğa yasladım. O da aracın etrafından dönüp yan tarafımdaki boşluğa geçti. Bize kapıyı açan kişi şoför koltuğuna geçince "Eve mi süreyim Poyraz Bey," diye sordu.

Hemen araya girdim ve "Mezarlığa," diye yanıtladım onu. Poyraz bana döndü. Sessizce iç çekerek yüzüne baktım. Sesüm gidrek kısıldığında "Söz vermiştin," diye ekledim.

Pes ederek soluğunu bıraktı. "Peki," diye mırıldandı, saçlarını yorgunca karıştırıp geriye doğru tararken. Sonra şoföre döndü ve gideceğimiz yerin adresini verdi. O sırada Harun da elindeki büyük poşeti ve bilgisayar çantasını bagaja koyup ön taraftaki boşluğu doldurdu. Artık gidebilirdik.

Yol boyunca sadece dışarıyı izledim. Poyraz bana dönüp "Ceyda hastanede değildi, orada iyi olmadığın için erken gitmene izin verdi ama seni sonra görmek istiyor. Durumun hakkında bilgi verecekmiş," diye açıklama yaptı ama ona cevap vermedim. Sadece kafamı salladım. Kimseyi görmek isteyeceğimi düşünmüyordum. Onunsa bunu bilmesine gerek yoktu. Daha sonra bana doğru bir şey uzattı. Ona döndüm. "Eşyaların," dediğinde elindeki çantama baktım. Kısa bir baş hareketiyle teşekkür edip çantamı ondan aldım. Beni hastaneye getirdiğinde yanına almış olmalıydı.

Başka bir şey konuşmadık. Harun'a işleri ve toplantıları hakkında sorular sordu. Onlar iş muhabbetine girerken ikisine de kulak asmayıp camdan dışarı izledim. Her trafik lambasında durduğumuzdan sahil şeridinde yürüyen ailelere bakıyordum.

Bugün günlerden pazardı, bunu araçtan çalan radyoda konuşan kadının "Harika bir haziran gününden merhabalar. Havaların daha da ısındığı bir pazar gününde herkes kendini sahile atmaya başladı bile. Kabul edelim, seviyoruz yazı..." diye neşeyle şakımasıyla öğrenmiştim. Dediği gibi oldukça kalabalıktı sahil şeridi. Benim gözüm ise o kalabalığın içinde sürekli anne ve çocukları buluyordu. Bir park görünce de ıslanmak için hazırda bekleyen gözlerim dolmaya başlıyordu. Hastanenin dört duvarında boğulduğumu sanıyordum ama asıl şimdi boğuluyordum. İnsanın canı yanınca uçsuz bucaksız çiçek dolu bahçe içinde bile nefesi kesilirdi. Kasvet dört duvardan ibaret değildi. Kasvet bazen içinde yarattığın boşlukta kaybolmaktı.

Araba mezarlıkta durduğunda birkaç dakika sesimi çıkarmadan hareketsiz kaldım. İnmek için kendimi hazır hissetmeyi bekledim ama asla buna hazır olabileceğimi sanmıyordum. İnsan buna nasıl hazır olurdu ki zaten?

Poyraz "İyi değilsen başka zaman gelelim," demişti, sesindeki hüznü hissedebiliyordum. Başımı öne eğdim. Saçlarım yüzüme dökülürken kafamı iki yana salladım. "Başka zaman yapamam," diye fısıldadım. Çünkü gidemiyordum ben aynı mezarlığa ikinci kez. Buruktu bu yüzden vedalarım.

Nefesimi son kez verdikten sonra çantamı boynuma geçirip arabanın kapısını açtım. Ben inince Poyraz da arkamdan indi ve Harun'a "Siz burada bekleyin," dedi. Harun onu onayladığında açtığım kapıyı kapatmadan ilerlemeye başladım. Eve gelmiş gibi hissettim.

Taş kaldırımda ilerlerken etrafa baktım. Çok mezar vardı. Burası çok kalabalıktı. Benim evim yoktu ama evimdi sanki her köşesi. Ama bu kalabalıkta bile bir yerim yoktu. Evim bana yabancıydı. Ellerimle karnımı sardım. Bunu yapar yapmaz da gözlerim doldu. Dudaklarım titredi. Derin derin nefes almaya çalıştım ama ölümü soludukça aldığım nefeslerin boynuma geçirdiği urganla boğulmaya başladım. Göğsümde yangın vardı, sönmüyordu.

Poyraz yanıma geldi. Elini destek vermek için koluma sardı. Ona bakmadım, baksam ağlardım. Ağlardım çünkü gözleri limandı, insan bir yere sığındığını hissedince kendini rahat bırakıp ağlardı. Şu an ağlayamazdım. Kafamı hafifçe kaldırdım. Akan yaşlarımı durdurmaya çalıştım. Yanlarımdan insanlar geçiyordu, ellerinde çiçekler vardı. Kızıma çiçek bile almamıştım.

Biraz daha yürüdükten sonra Poyraz bir mezar taşının önüne geldiğimizde beni durdurdu. "Burası," diye fısıldadığında dudaklarımı birbirine bastırıp durdum. Göz pınarlarımdan yanaklqtımdan boylu boyunca birer damla yaş süzüldü. Şimdi kafam çevirip o taşın üzerindeki yazıyı okumaya cesaret bile edemiyordum. Hakkım yokmuş gibi hissediyordum. Ben öldürmemiş miydim zaten onu?

Yavaş yavaş döndüm. Bir ağacın altında, küçük bir mezardı yattığı yer. Daha büyüyememişti ki, diğerlerinin yanında ufacık kalıyordu mezarı. Bu kadar küçük bedenlerin ne işi vardı bu kalabalıkta? Masumdu o, çok masumdu hem de. Nefes bile almamıştı. Şimdi ben nasıl bakardım onun mezar taşının üzerindeki yazıya? Hangi hakla?

Mezarın yanına yaklaşıp diz çöktüm. Ellerim toprağını okşarken mezar taşına dokunuyordum. Poyraz onun mezarını yaptırmıştı. Mezarın üzerinde de çiçekler vardı. İki demet çiçekti. Biri Lavinia, diğeri pembe güllerdi. En sevdiğim çiçek pembe gül demiştim dün gece. Getirmişti. Bebeğimi kaybettiğim gece de ölürsem mezarıma lavinia getirsinler demiştim. Oysa mezarıma çiçek bile getirecek kimsem yoktu, bunu bile bile sarf etmiştim o sözleri. Şimdiyse o çiçekler bebeğimin mezarının üzerindeydiler. Bebeğime lavinia getirmişti.

Çiçeklere uzun uzun baktıkça hıçkırarak ağlamaya başladım. "Teşekkür ederim," dedim yaşlarımın arasından. "Çok teşekkür ederim." Sesini çıkarmadı. Arkamda dikilmeye devam ediyordu. Ben sadece ağladım. Çok ağladım. Bebeğim geri gelmeyecek diye çok ağladım ben.

Toprağını okşadım. Ellerim mezar taşına doğru hareket etti. Taşı okşarken yüzüm hâlâ toprağa bakacak şekilde asıktı. Kafamı kaldırıp üzerindeki yazıya bakmaya cesaret edemiyordum. "Annecim..." dedim zorlanarak. Nefes almaya çalıştım ama nefes aldıkça daha da ağladım. "Çok özür dilerim güzel kızım... Seni..." Utana sıkıla kafamı kaldırdım ve mezar taşının üzerindeki adına baktım. "Seni koruyamadım."

Ceylan Erden

D. 06.06.2024

Ö. 06.06.2024

Omuzlarım çöktü. Hıçkırıklara boğuldum. Yakışmadı bu isim mezar taşına, ikinci kez. Annem gibi o da gitti. İki Ceylan aldı bu hayat benden, şimdi de yaşamak denen şeyi önüme atarken sanki alay ediyordu benimle. Benim kalbim bu toprağın altında atıyorken ben yaşayamazdım. "Çok hayallerim vardı, hepsini sana her gün anlatıyordum. Bazı geceler terk edildik diye birlikte ağlamıştık ama senin varlığın bana hep güç verdi. Ben değil, sen teselli ettin beni. Miniciktin, yine de anlardın beni. Miniciktin ve korunmalıydın. Anneler çocuklarını korurlardı ama... Ama..." derken tekrar hıçkırdım. "Ama ben seni koruyamadım. Sen beni bir sürü kötü düşünceden korurken ben seni yaşatamadım bile. Affet. Affet beni."

Toprağı avuçlarımın arasına aldım. Beni de al yanına dedim içimden. Bu sefer alacaksın. Almak zorundasın. Artık hiçbir şeyim kalmadı. Bu hayatta kaybedecek, nefes almam gerektirecek herhangi bir sebebim kalmadı. Kaç kez hayallerimi çaldın benden, her birini tek tek içine gömerken? Bana bir kere bile sormadın hazır mısın diye. Sahi hazır olunur muydu ölüme? Gelip çökerdi üstüne. Kaç mezar biriktirdim içimde sayamıyordum artık. Ağır geliyordu. Gömebilecek kimsem bile kalmadı düşüncesi çok ağır geliyordu.

"Sana aldığım kıyafetleri ne yapacağım şimdi?" diye fısıldadım zorlukla. "Onlar senindi, kim giyecek şimdi? Gidecektik işte birlikte. Bu sefer başka bir şehre yelken açacaktık. Sonra sen... Sen büyüyecektin ve ben sana bildiğim her şeyi öğretecektim. Seninle anne olmayı öğrenecektim. Sen neden gittin ki, herkes gibi?" Elimin tersiyle gözyaşlarımı sildim. Onunla daha çok konuşmak istiyordum. "Anneannen ve dedenlesin değil mi? Onlar sana güzel bakarlar. Annem söz vermişti rüyamdaki uçurumun başında."

Avucuma aldığım toprağı burnuma yaklaştırıp kokladım. Ben daha bebeğimin kokusunu bile duyamamıştım ki bir toprağı nasıl koklardım? "Sen de oradaydın değil mi? O uçurumun başında annem beni iterken sen seslendin bana. Anne dedin değil mi? Değil mi, sendin o? Biliyorum," dediğimde yüzüm asıldı. "Sen bana hiç anne diyemeyeceksin."

Telefon sesi işittim. Poyraz'ınkiydi. Onun buradaki varlığını unutmuştum. "Ben geliyorum hemen," dedi telefonu "Efendim Ceyda," diye açmadan önce. Sesi boğuktu. Ona dönmedim ama bebeğime anlattıklarım onu üzmüş gibi hissediyordum. Adım sesleri bizden uzaklaşınca bebeğimle başbaşa kaldık.

Dudaklarımı birbirine bastırıp durdum. "Ben de geleceğim yanına tamam mı?" Fısıltıyla konuştum. "Gelince kızma ama bana. Sensiz yapamam, biliyorsun. Biliyorsun çünkü bunu sana çok kez anlattım. Ama sen yine gittin. O yüzden geleceğim diye kızma bana. Belki gelirsem..." dedim nefesimi bırakıp ayaklanırken. "belki gelirsem orada mutlu olabiliriz. Burada izin vermediler. Orada olalım. Annem gibi yapmayacağım ama. Burada, senin gözünün önünde olmayacak sana gelişim."

Arkamı döndüm. Poyraz hararetle telefonda konuşuyordu ve oldukça sinirli duruyordu. Tekrar önüme dönerken beyaz taşın tepesinden destek alıp burukça üzerinde yazan isme son kez baktım. "Ona benim yerime çok teşekkür et kızım tamam mı?" dedim Poyraz'ı işaret ederken. "Sen niye etmiyorsun deme, izin vermez gitmeme. İzin vermez sana gelmeme. Tanıdım biraz onu. Engel olur. O yüzden sen benim yerime teşekkür et."

Tuttuğum mezar taşını bıraktım. Arkamı döndüğümde Poyraz'ı arkası dönük bir şekilde burun kemerini sıktığını ve öfkeli bir biçimde konuştuğunu gördüm. Onunla tanıştığımdan beri onu ilk defa bu denli öfkeli görüyordum. Öfkesi yüzünden beni görmeyeceğimi düşündüm ve sessiz adımlarla ilerlemeye başladım. Beni görmeyince umarım kendinde suç aramazdı. Umarım ne halin varsa gör diyerek kendi yoluna giderdi. Kimse kimseyi düşünmezdi bu hayatta. O da beni düşünmesin. Düşünmek en zoruydu.

Ona yakalanmadan kaçmayı başardım. Arabanın olduğu yerden değil, ona ters bir yönden ilerleyerek mezarlıktan çıktım.

Her an gelebilirdi. Ya da yoluna devam etmiş olabilirdi bilmiyorum ama benim bir an önce buradan uzaklaşmam gerekiyordu. Gözüm sürekli etrafı tarıyordu. Gelen taksiyi görünce rahatladım. Elimi kaldırdığımda yavaşladı ve yanımda durdu. Kapsını açtım. Kapının tepesini tutunurken son kez mezarlığa baktım. Ölüm kokuyordu her zerresi. Ve yürek burkardı burada yapılan vedalar. Bir veda daha sığdırdım köhne hayatıma ve yavaşça bindim taksiye. Kapıyı kapatırken gideceğim uçurumun başını taksici söyledim. Tuhaf bir şekilde bana baksa da bir şey demedi.

Uçuruma gidecektim. Anneme uçmayı gösterecektim. Annem gibi gidecektim. Ölecektim. Çünkü hak etmiyordum elime tutuşturdukları yaşam denen illeti. Bebeğime gidecektim. Herkes gittiği ve benim kaldığım bu hikâyede, bu sefer giden ben olacaktım.

Çiçek solarsa biterdi hikâyeler.

Solmuştum.

BÖLÜM SONU...

***

Biraz yoğun duygu seli olan bir bölüm oldu. Bazı şeyler için son düzlükteyiz.

Elvin, güzel çiçeğimmm solduğun yerden çiçek açacaksın, belki de bir rüzgârda...

Bu bölüm Poyraz'ını da ayrı sevdim. Adam sen nesinnn!!! Her hareketine içim ayrı bir ısındı resmen. Elvin o gidecek diye korktuğu ve kimse kimseyi anlamaz bu hayatta dediği yerde Poyraz'ın gitmeyeceğim Çiçek demesi ve onu anlaması...

Poyraz'ın Elvin'e Çiçek demesi...

Elvin'in genel kültürü iyi olduğundan sadece bir kitapla başlayıp tüm konulara atlaması ayrı bir hoşuma gitti. Poyraz onu orada tatlı bulduğundan sırıttı haline.

Sabah da kızımız hepsine kan kusturdu ama yapacak bir şey yok. Yas dönemi beş evrede değerlendirilir. Elvin o an öfke evresindeydi.

Umarım bölümü sevmişsinizdir.

Diğer bölümde görüşelim yine.

Esen kalın..

Bölüm : 11.02.2025 22:32 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...