14. Bölüm

7. Bölüm | Kaderin Birleştirdiği Yollar

Esmacayım
esmacayim

Selam Selam selam...

Çok heyecanlandığım bir bölüm oldu, çünkü Poyrazdan yazmak ve hislerini görebilmek çok başkaydı. Evlatlarım.. Hepinizi ayrı ayrı seviyorum.

Yorumlarını eksik etmezseniz çok mutlu olurum. Keyifli okumalar...

7. BÖLÜM

KADERİN BİRLEŞTİRDİĞİ YOLLAR

Poyraz Karaaslan

Hayatımın hangi noktasındayım bilmiyorum ama bir yerinden okuyorsun işte beni.

Vardı elbet herkesin kendine göre hikâyesi. Yoksa satırlar arasında onlarca kelimeler anlatmak istemezdi derdini. Bu da benim hikâyemdi ve bir yerden başlamak gerekiyordu.

Poyraz’dım ben. Poyraz Karaaslan. Adım gibi sert esen bir rüzgârdım. Tanımadıklarıma karşı soğuktum. Ters anımda fırtınalar çıkartabilirdim. Dimdik dururdum karşılarında. Bazen de hasar bırakırdım. Ama satırlar arasında bana eşlik edene kabalık edecek kadar vefasız değildim. Başımızın üstünde yeri vardı. Çünkü ben, bir annenin ve ablanın yetiştirdiği o çocuktum. Vefayı da, şefkati de, merhameti de onlardan öğrenmiştim. Güzel yetiştirilen her evlat mutlaka bir gün yeşerir, bir ağaç gibi dimdik dururdu. Ben babasının katılığına rağmen annesinin gölgesinde büyüyen ve babasına inat iyi olmaya çalışan o çocuktum.

Büyüdü sonra Poyraz Karaaslan. Annesinin gölgesinden çıkıp annesine sığınabileceği gölge oldu. Kendi hikâyesinin tek tabanca başrolü, aile kavramına ablasının gidişinden sonra daha fazla değer veren o kişi oldu. Ablam böyle olsun isterdi. Ablam herkese inat iyi kalmamı isterdi. Ablam istemişti ve ben gerçekleştirmek için elimden geleni yapmıştım. Verdiği sözleri kutsallaştıran o kişiydim. Söz vermiştim.

İyi bir çocukluk geçirdiğim söylenemezdi. On iki yaşına kadar çocuk olmaya çalıştım. Ablam bunun için elinden geleni yaptı. Sonra da gitti. O gidince çocukluğum da gitti. O gidince babam tarafından daha da fazla itilip kakıldım. Onun gidişinden sorumlu tutuldum. Anneme yeri geldi her şeyi hatırlamaya başladığı anlarda ağlayabileceği duvar oldum. Ablamı bekledim. Gelmeyeceğini bile bile bekledim. Sonra öğrendim ki gidenler öyle kolay kolay gelmezmiş. Erken büyüdüm. Hayata daha da katı, daha da sert oldum ama kendime tek bir gün bile ölesiye nefret beslemedim çünkü ablama söz vermiştim.

Bana demişti ki gül Poyraz, her şeye rağmen gül. Kendini sev. En çok kendine sev. Ve sakın kendini suçlama. Dediği her şeyi yaptım. Babam beni suçlasa bile suçları altında ezilmedim. Karşısında dimdik durdum. Tokadının altında boynumu bükmedim. Daha da kaldırdım başımı. Her şeye rağmen hayatımı yaşadım. Güldüm, eğlendim, insanlardan kaçmadım, kendimi hayata kapatmadım. Babamın sözlerine kulak asmadım. Ablamın istediği gibi büyüdüm.

İnsan bu hayatta kendi yolunu kendi çizerdi. Babam iyi biri değildi ve ben ona benzemiyordum. Ona benzememek için elimden gelen her şeyi yapmıştım. Çocuk yetiştiği yere benzer, büyüdüğü kaktüsler arasında dikenlerini çıkarmak zorunda kalır gibi bir tabir dolansa da ortalıkta; buna bir yerden sonra inanmıyordum. Çünkü kaktüsler de yeri geldiğinde çiçek açardı.

Aile iyi yetiştirirse çocuğun da iyi olacağı düşüncesini bir yere kadar destekliyordum lakin bu her zaman doğru olan bir tabir değildi. Bir yerden sonra insana şeklini veren yine kendisi olurdu. Bir süre sonra aklı bir şeyleri erecek yaşa gelirdi ve kendi yolunu kendi oluştururdu.

Kötü olmak isteseydim babam gibi olurdum. İyi bir insan mıyım bunu bilmiyordum ama kötü biri değildim. İnsanı belki kötü olmaya hayat iterdi ama kimse oturup o indan duşında hayatı suçlamazdı. Her verdiği yanlış kararı bir yere bağlayarak üstünü örtemezdi. Hayat buna izin vermezdi. Yanlış günbegün ortada duruyordu ve hâlâ yanlıştı. Onun yanlışındı. Bunu değiştiremezdi.

Hayata inat insan çiçek açmalıydı. Kendi katılığında bile çiçek açmalıydı, kendi için. Hâlâ nefes alıyorsa bu hayatta, yaşamalıydı insan ve devam ettirmeliydi yarım kalan hikâyesini. Ben bunu bilir, buna inanırdım.

Yıllar geçti. On ikimden sonra çocuk aklından çıkmak zorunda kaldım. Hayata daha olgun gözlerle baktım. Anneme destek oldum çünkü ben olmasaydım yıkılacağını biliyordum. O günden sonra hiç iyi olmadı, hâlâ eksik hissederdi. Ablam onun ilk gözağrıydı. Hep bekledim, bir gün eksikliğine alışmasını bekledim ama olmadı. Acısı yıllardır geçmedi. Aklına geldikçe aklı giderdi.

Kalabalık bir ailede büyüdüm. Son birkaç yıl yalnız yaşasam da geri döndüğümde kendimi yine o kalabalığın içinde buldum. Ama bir kişim yoktu. O bir kişi bu hayattaki en büyük eksiğimdi.

Yaş yirmi dokuz. Ablamdan büyük olduğum yaşlardayım.

Ablam gittiğinde ben on ikilerimdeyken o ise daha yirmilerinin başındaydı. Gencecikti, körpecikti, yaşaması gerekmişti ama ne daha fazla nefes alabilmişti ne de nefes aldığı zamanlarda mutlu olabilmişti. Yaralı bir fidandı ve bir türlü büyüyüp yeşerememişti. Hep bir dalı kırılmıştı. O gittiğinde mutluluğun pek uğramak istemediği bu hayatta, onun için de mutlu olmaya çalışmıştım. Çünkü söz verdim. Sözünü kutsallaştıran o kişiydim.

Yaklaşık iki ay kadar önce Ankara'da yaşıyordum. Orada yalnız başıma geçirdiğim dördüncü yılımdı. On sekizimde üniversite için yurt dışına gönderildim. Ankara'da yaşayan ailem de İstanbul'a taşınmış ve Karaaslan Holding için yeni bir şirket açmışlardı.

Ülkeye geri döndüğümde bir yıl onlarla yaşadıktan sonra Ankara'ya geri döndüm. Orada Karaaslan Holding'in bir ayağını rahmetli dedemin isteğiyle yönetiyor, aynı zamanda bireysel işlerimi büyütüyordum.

Ankara'da yaşasam da annemi görmek için sık sık İstanbul'a giderdim. Babaannem sürekli temelli orada yaşamam için ısrar ediyordu. Bana oldukça düşkündü ama ben yalnız kalmaya alışmıştım.

Yine onları görmek için geldiğim bir günde, biraz kaldıktan sonra her zamanki gibi tekrar dönmeyi planladım ama babaannemin ısrarı için kalış süremi biraz uzatmak zorunda kaldım. Maksat onun gönlünü kırmamaktı ama öğrendiği bazı gerçeklerden sonra dönmekten vazgeçtim. Burada, İstanbul'da yaşamaya karar verdim. Tabii o zamanlar böyle olduğunu düşünüyordum.

Babamı mutlu etmeyecektim. Onun istediği olmayacaktı. Beni aldatan o kadınla evlenmeyecektim.

Buraya geri geldiğim ilk gün uçaktan inip havaalanından çıktıktan sonra yüzüme esen hafif bir rüzgârla bazı şeylerin değişeceğini hissetmiştim. Oysa o zamanlar almaya karar vermemiştim. Şimdi ise neredeyse iki aya yakındır buradaydım ve hayatım değiştiğini hissedebiliyordum.

Aldatılmıştım.

Bu gerçeği İstanbul'da kalış sürem uzayınca öğrendim.

Aylin. Çocukluğumdan beri evlenmemi planladıkları o kız. Babamın iş arkadaşının kızıydı. İkimizi de fikri bile sorulmadan bu düşünceyle büyütülmüştük. Bir nevi iş anlaşmasıydı. Evlilik gözümde yıllardır sadece bir iş anlaşmasından ibaretti. Çocukluğumdan beri bu fikirle büyüdüğüm için kabul etmiştim. Aylin de güzel bir kızdı. Onu sevmeyi öğrenmiştim ya da öyle sanmıştım. Bilmiyordum. İlgilenmiyordum da. O da beni seviyordu ya da ben bunu da öyle sanıyordum. Seven biri sevdiği kişiyi aldatır mıydı? Aldatmak sevgiyi öldürürdü.

Nişanımıza az kaldığı bir dönemde beni aldattığını telefonuma gönderilen bir fotoğraf karesiyle öğrenmiştim. Aylin, tanımadığım bir adamla öpüşüyordu.

Kan beynime sıçramıştı. Beni sevmiyorsa bunu bana söylemeli ve ilişkimizi bitirmeliydi. Bana söyleseydi ağzımı açıp tek kelime etmez, eyvallah der yoluma giderdim. Benim böyle bir adam olduğumu biliyordu, onun önünde durmazdım ama o ne yapmıştı, gidip beni aldatmıştı. Üstelik ertesi gün yanıma gelmiş, utanmadan nişan hazırlığı hakkında bir şeyler gevelemişti. O sabah aldatıldığımdan haberim yoktu ve onu gülümseyerek dinliyordum. Akşam da bir önceki geceye ait fotoğrafı görmüştüm.

Fotoğrafı gönderen bilinmeyen bir numaraydı ve bana söylediği babamın da Aylin'in başkası ile ilişkisi olduğunu bilip buna göz yummasıydı. Babam beni sevmiyordu, bunu biliyordum ama bu kadarını nasıl yapardı? Sırf ortaklık için hayatımı beni aldatan bir kadınla geçirmeme göz yumacaktı. Bunu yapacaktı. Evlilik bir iş anlaşması olsa da aile kavramı da içerirdi ve o kavrama aldatmanın bulaşmasına izin vermezdim. Ben böyle bir adam değildim. Bu saatten sonra ne onu dinlerdim ne o kızla bir daha yüz göz olurdum.

Gerçeği öğrendiğim gece ilk işim bu nişanı iptal etmek olacaktı ama o kadar öfkeliydim ki aklımı kaçırdığımı hissettim. Aylin'le daha yüzleşmemiştim. Öfkemi attıktan sonra sakin kafayla hesap soracaktım çünkü sinirliyken gözümün dönmesini istemiyordum. Sinirlenince babama benzemek istemiyordum. Bu yüzden tüm sinirimi yollarda çıkarmak istedim. Arabaya binmiş, boş bir caddede son sürat hızla ilerlemiştim.

Sonra bir şeyler oldu.

İnandığım bir şey varsa, o da kimse kimsenin hayatına boşu boşuna girmez düşüncesiydi. Biri hayatına giriyorsa sana bir şeyler katardı elbet. Ya şans olurdu ya da ceza. Ama öğrenirdin ondan mutlaka bir şeyler.

O gece de hayatıma biri girdi. Çabuk çıkar sandım. Yanıldım.

Bu yeni hikâye bir kaza ile başladı. Tabii o zamanlar bilmezdim, birileri gidip kitabın kapağını kapattı diye mutsuz devam etmezmiş her hikâye. Birinin merhaba diyebileceği bir hayatta biri gitmeliydi mutlaka. Kalan olsaydı kapanmazdı eski sayfalar. O gece de iki hikâye kapandı, tek bir hikâye açılsın diye. Bunu çok sonra fark edecektim.

O gece biten kitaplardan bir benimdi. Biri onundu.

Elvin. Cennet Çiçeği.

O gece gökyüzü karanlığı üstüne örtmüşken yolun ortasına bir kadın çıktı. Gece olmasına rağmen sokak lambalarının izin verdiği kadarıyla turuncuya kaçan saçlarını o hızla bile fark edebilmiştim. Sonra hemen frene bastım. Ona rağmen o kadına çarpmıştım. Panikle araçtan kendimi dışarı attım. Öfkem yüzünden birinin canını aldıysam kendimi asla affetmeyeceğimi biliyordum. Ablamın öfkenin her zaman insanı yanlış yollara sürüklediğini söylerdi bana.

İlk yaptığım şey nabzını kontrol etmek oldu. Yaşadığını görünce rahatladım ama üzerindeki kanı fark ettiğimde rahatlamayı askıya bırakarak onu hemen kucağıma aldım ve arabamın arka koltuğuna bindirdim. Gözüm arka koltukla yol arasında gidip gelirken arabayı çalıştırarak kuzenimin çalıştığı ve enişteme ait olan özel hastaneye doğru sürdüm. Kadın arabada bebeğim diye sayıklamıştı. O an ne yapacağımı bilememiştim. Eli karnındaydı ve bebeğini sayıklayıp duruyordu. Hamile olduğunu girdiğim şoktan sonra fark etmiş ve daha çok korkmuştum. Geçmişin karanlık sayfaları uzun zaman sonra ilk kez o zaman zihnimde canlanmaya başlamıştı.

Elvin ile hikâyemiz böyle başlamış oldu, karanlık gece iki ihaneti de üstüne giyip bazı hikâyeleri bitirdiğinde.

Mahvolmuş görünüyordu. Hamileydi. Üzerinde gelinlik vardı ve düğün gecesi terk edilmişti. Hayatı bildiğin sikilmişti. İsminin anlamı cennete çiçeği demekmiş, merak ettiğim için araştırmıştım. Cennet çiçeği deyince insanın aklına capcanlı bir çiçek gelirdi oysa bu kadın solmuş bir çiçek gibi görünüyordu. Tüm renkleri gitmiş gibiydi. Bunu ona biri yapmıştı. Yüzü solgundu, alnının köşesinde kaza sonucu oluşan yarayı kapatmak için pansuman yapılmıştı. Bakır saçları dağınıktı. Yeşil gözlerinin her yanı kızarmış ve şişmişti. Ama her şeye rağmen, renkleri gitmiş gibi görünse de ve git gide solsa da bu haliyle bile güzel görünen bir kadındı. Ama kendisinin bunu umursadığını düşünmüyordum.

Şimdiyse bir mezarlığın başındaydık. Bir kaza ile başlayan hikâyemizin mezarlıkta devam ediyordu. Önce düğününde terk edildi. Sonra evleneceği adam başkasıyla sanki oymuş gibi bir ay sonra yeni bir düğün planladı. Elvin'le hastane odasında ilk konuşmamızda bakışlarında ne kadar kırgınlık ve nefret olsa da o adamı sevmiş olduğunu görebiliyordum. Zaten onu yıkan da bu olmuştu. Bu hayatta insanı en çok sevdiğinden gelen darbeler yıkardı. Sırtını yasladığın sırtından vururdu. Ona bıçak tutanın adı da Görkem Soykan'dı. Puştun tekiydi. Nasıl bir insan düğün gününde evleneceği bir kadını ortada bırakırdı? Üstelik kadın hamileydi. Elvin ile evleneceği zaman bana da davetiyesi gelmişti ama aldatıldığım için o gün, o düğüne gitmedim. O zamanlar Elvin'i kimse tanımıyordu. Herkes onu düğünde görecekti. Bana göre çok sikik bir olaydı. Kim evleneceği kadını gizlemek isterdi ki? Daha rahat terk etmek için yaptığı ortadaydı. Pezevenk.

Peki niye mezarlıktaydık?

Bu hikâyedeki belki de en masum canı kaybetmiştik. Minik bebek, adı Ceylan olacak minik bebek, doğamadan gitmişti bu hayattan. Ablam hayat masumları sevmez derken ne demek istediğini büyüdükçe daha iyi anlıyordum. Hayat tüm pisliğinin içinde minik bir Ceylan'ı sığdıramamıştı. Bunun tek sorumlusu Görkem Soykan denen karaktersizdi.

Elvin düğünde onunla yüzleşmek için gittiğinde ona neler söyledi bilmiyorum ama onu bulduğumda kanlar içindeydi ve ölüm koktukça onunla aracın gelmesini beklediğimiz sokak, biraz daha eksildim kendimden. Bu hikâyeyi biliyordum. Yaşamıştım. Sanki o an tekrar yıllar öncesine gitmiştim.

Elvin ona çok benziyordu. Ablama. O gece çok yağmur yağdı, ablama yağdığı gibi. Bebeği gitti, ablamınki gibi. Ellerim onun kanına bulandıkça kâbusa uyandığımı düşünüyordum.

Şimdi ise yoktu bebeği. Bir mezarlığın başındaydık ve o toprağına elini yaslarken hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Solmuş bir çiçek bir daha solar mıydı? Solarmış. Elvin bu mezarın başında bir kez daha solmuştu.

Kimsesi yoktu.

Bebeği vardı, ama artık o bile yoktu.

“Sana aldığım kıyafetleri ne yapacağım şimdi?” diye zorlukla fısıldadığında kelimeleri kalbime dokunmuştu. “Onlar senindi, kim giyecek şimdi? Gidecektik işte birlikte. Bu sefer başka bir şehre yelken açacaktık. Sonra sen… Sen büyüyecektin ve ben sana bildiğim her şeyi öğretecektim. Seninle anne olmayı öğrenecektim. Sen neden gittin ki, herkes gibi?” Elinin tersiyle gözyaşlarını sildi. Gözümün dolduğunu hissettim. "Anneannen ve dedenlesin değil mi? Onlar sana güzel bakarlar. Annem söz vermişti rüyamdaki uçurumun başında."

Avucuna aldığı toprağı burnuna götürdü, bebeğinin kokusunu almak istercesine kokladığında yutkunamadım. Bu acı çok fazlaydı. “Sen de oradaydın değil mi? O uçurumun başında annem beni iterken sen seslendin bana. Anne dedin değil mi? Değil mi, sendin o? Biliyorum,” dediğinde duraksadı. Sonrası daha acı kelimelere yerini bıraktı. “Sen bana hiç anne diyemeyeceksin.”

Kendimi berbat hissettim. Eğer telefonum çalmasaydı dizlerim beni daha fazla ayakta taşıyamaz gibi hissettim. Poyrazdım ben. Sert esen bir rüzgârdım ama bir annenin kayıplarını taşıyamazdı dizlerim. Annemden bilirdim. Ablamdan bilirdim.

Onu tanımıyordum ama keşke ondan da bilmeseydim.

Telefonu cebimden çıkarırken bana dönen Elvin’e “Geliyorum şimdi,” diyerek yanından uzaklaşmaya başladım. “Efendim Ceyda?” dedim telefonu açarken.

“Çıktınız mı hastaneden?” diye sorduğunda bir kez Elvin’e dönüp baktıktan sonra onu onayladım. “Evet, çıktık.”

“Neredesin?”

“Mezarlıktayız.” Nefesimi bırakırken zorluk çektim.

Birkaç saniye sustu. Neden geldiğimizi biliyordu. “İyi mi o?”

Görmeyeceğini bilsem de kafamı iki yana sallayıp “Hayır,” dedim. “Berbat halde.”

“Poyraz ben bir şey öğrendim,” dedi birden. Kaşlarım çatıldı. Sesi korkmuş gibiydi. “Sen demiştin ya ilaçların içeriğini araştır diye…”

Nefesimi tuttum. Dün Elvin uyandığında kriz geçirmişti. İlaçlarla zor sakinleştirmiştik ama o rezil herif utanmadan ben odada yokken onu yanına geldiği için bir kez daha kriz geçirdi. Oldukça kötüydü. Onu çok zor sakinleştirdim. Kriz anında Görkem’in ona “Sana da bir şey yapmasınlar,” dediğini ve ondan buralardan gitmesini istediğini söyledi. Elvin’e de bir şeyler yapmak? Ona da? Başka kime yapılmıştı?

Ona belli etmedim ama bu işin altında başka bir şeyler olduğunu seziyordum. Ceyda da ondan gelen o kadar kanın anormal olduğunu düşünüyordu. Benim işim olmadığından pek anlamazdım ama onun mesleği buydu ve sürekli farklı vakalar görüyordu. O yüzden ilaçlara bakması konusunda anlaşmış, Harun’dan Elvin’in ilaçlarını evinden almasını istemiştim; o da getirip Ceyda’ya göstermişti. Görkem’in Elvin’e söylediklerinden sonra iyice bu işin içinde başka bir bit yeniği olduğunu anladığımda ne var ne yok araştıracaktım. Özellikle ilaçların içeriklerine laboratuvardan bakılmasını istedim. Detaycı bir adamdım.

“Evet,” diye yanıtladım onu nefesimi verdiğimde. “Kötü bir şey mi var?”

“Biri…” dediğinde sustu. Söylemekte zorlanıyor gibiydi. “İlaçların sonuçları laboratuvardan geldi.” Yavaş yavaş beni hazırladığı şeyi anlamak bile istemiyordum. “Biri bu ilaçları değiştirmiş Poyraz. İlaçları onun kullandığı ilaç paketine koymuşlar. Dışarıdan tıpatıp aynısı gibi duruyor ama değil. Biri onun bebeğini öldürmek istemiş.”

Yumruk yaptığım parmaklarımı öfkeyle sıktım. "Emin misin?" diye solurken dişlerimin arasından konuşuyordum. Kendimi ikna etmeye çalışıyordum. Bu kadarı da olmazdı. "Kan sonuçlarında bir şey çıkmadı demiştin, karıştırmış olmalılar."

“Hayır Poyraz.” Sesi oldukça netti. “Çok üzgünüm, gerçekten… Bu ilaçlar özel olarak yapılmış. Bebeğin düşmesi için. Hatta belki onu öldürmek için. Kan sonuçlarında kendini belli etmez… Ve,” dediğinde sustu. Her kelimesinde beynimden vurulmuşa dönüyorum. “Ve eğer sen orada olmasaydın kesinlikle ölmüş olurdu.”

“Orospu çocukları!” diye bağırdım hiddetle. “Bu kadarını yapmış olamazlar. Bu kadar da değil!” Elim burun kemerime gitti. Saçlarımı karıştırdım. Öfkeliydim. Birinin birini bu kadar kolay öldürme çabasına girmesine çok fazla öfkeliydim. “Ben bunu ona nasıl söyleyeceğim?”

"Bir düşmanı mı var?" Kendi kendine soruyordu. Cevap vermedim. Elvin'in hikâyesinde bildiğim tek kişi vardı. Görkem Soykan. Ve kendisi bizzat dün hastaneye gelip onu uyarmıştı. Bir tehdit miydi yoksa işin altında başka bir şey mi vardı bilmiyordum ama oklar bir şekilde onu işaret ediyordu. Bunun altındaki gerçeği öğrenecektim. Ablama yardım edememiştim ama Elvin'e yardım edecektim.

“Düşük yüzünden psikolojisi berbat bir halde. Onu ilk hastaneye getirdiğinde üzerinde gelinlik vardı. Şimdi de bebeğini kaybetti. Bebeğine yaşamak için tek sebebi gibi bakıyordu ve onu da kaybetti. Hikâyesi ne bilmiyorum ama daha fazlasının onun için ağır olacağına eminim. Kendine bile zarar verebilir. Ona bu gerçeği bir psikolog eşliğinde söylemeliyiz.”

Sakinleşmek için nefes almaya çalıştım ama oksijenin ciğerlerimi deldiğini hissettim. Sol elimi boynuma sarıp başımı yana yatırdım. Arkamı dönmeden önce Ceyda’ya “Tamam,” dediğimde ve arkamı döndükten sonra Elvin’i mezarın başında görmediğimde gözlerim panikle büyüdü. “Ceyda Elvin yok,” dedim hemen mezarın yanına doğru koştururken.

Etrafı aradığımda “Nasıl yok?” dedi Ceyda telaşlı bir sesle.

Mezarların arasında koşturmaya başladım. “Basbayağı yok, gitmiş. Kendine…”

Kuramadığım cümleyi o tamamladı. “Kendine bir şey yapabilir.”

"Allah kahretsin!" Elimi sinirle bacağıma vurdum. Kendime kızıyordum. Öğrendiğim gerçekler yüzünden öfkeye kapılmıştım ve onu kontrol etmeyi ihmal etmiştim.

“Elvin!” diye bağırarak seslendim etrafa. Daha doğru düzgün yürüyemiyordu bile.

“Gidebileceği yerleri biliyor musun?”

Onun hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Bildiğim tek yer eviydi. Oraya da gideceğini düşünmüyordum.

Nereye gidebilir diye düşünüp durduğumda düşüncelerim arasından film şeridi gibi dönen konuşmalarından birine takıldım. Adımlarım bir anda durdu. Aklımda Ceyda'nın beni aramadan önce Elvin'in kurduğu son cümleler canlandığı için hareket edemedim. Hayır, hayır, hayır. Oraya gitmiş olamazdı değil mi? Rüyasında bahsettiği yere gitmiş olamazdı.

Uçurum…

“Rüyasında annesinin onu uçurumdan ittiğinden bahsediyordu,” dediğimde zorlukla yutkundum. “Bebeğine bundan söz etti. Annesi onu ittiğinde ona seslenmiş.”

“Poyraz…” dedi korkarak. “Yapabilir. Gerçekten yapabilir. Düşük sonrası intihar girişimi olan çok hastam oldu.”

Son söyledikleri beni hareketlendirdi. Burada dikilerek zaman kaybediyordum. “Kapatıyorum,” diyerek onun sözünü bitirmesine müsaade etmeden telefonu suratına kapattım ve arabaya doğru koştum. Umarım kendine bir şey yapmazdı. Umarım bu sefer birine geç kalmazdım.

Arabaya yaklaştığımda beni tek başıma koşarken gören Harun hemen araçtan çıktı. Yanına vardığım sırada “Ne oldu abi, Elvin Hanım nerede?” diye sordu endişeyle.

“Bilmiyorum,” diyebildim nefes nefese. “Birden yok oldu. Onu acilen bulmamız gerek. Kendine bir şey yapabilir.”

“Nasıl yok oldu?” Şaşkındı. Ama soru sorarak bana zaman kaybettiriyordu.

“Ben arabayı alıyorum.” Şoförlerimizden Nedim araçtan çıkıp bize yaklaştı. “Siz de önce çevreye bakın. Taksicileri soruşturun. Kafamı sikeyim ki çantasının verdim. Parası vardır. Uçuruma giden biri varsa öğren.”

Gözleri büyüdü. “Uçurum mu?”

“Soru sorma Harun!” diye bağırdım. “Dediğimi yap.” Nedim’e döndüm. “Sen de Nedim.”

“Emredersiniz efendim,” diyerek hareketlendi. Kaşlarımı kaldırıp Harun’a gitmesini işaret ettim. “Birileri de ara, Elvin’in telefonundan konumunu bulabiliyorlarsa acilen bulsunlar, numarasını sana atarım,” diye eklediğimde sonunda şoktan çıkıp koşturmaya başladı ve telefondan birilerini aradı.

Hızlıca şoför koltuğuna geçtim. Harun'a Elvin'in numarasını attıktan sonra arabayı çalıştırdım ve gaza basarak ölüm kokan bu yerden uzaklaştım. Bu sefer kimseye geç kalmayacaktım. Onu tanımıyordum ama sanki ablam yıllar önce bugün olacakları hissetmiş gibi beni onun hakkında uyarmıştı. Sanki onu kurtarmam gerektiğini söylemişti.

Demişti bana, herkes ölmek istemez. Öyle birini görürsem onu korumalıymışım. Eğer ölmek istiyorsa canı çok yandığı içindir. Hayat ona acımadığı içindir. Belki de birini kaybetmiştir. Ona gitmek istemiştir. Bana bunları söylemişti. Hiç unutmadım. Onun bana söylediklerini unutmazdım kolay kolay ve bu sözleri bana sadece Elvin'i anlatıyordu .Çiçek’i.

“Lütfen bir şey yapmamış ol,” diye fısıldadım son sürat aracı sürerken. Nereye gittiğimi bile bilmiyordum. Ama İstanbul’daki bütün uçurumları bile arardım, yeter ki ona yetişebileyim.

Telefonum çaldığında bakışım arabadaki ekrana kaydı. Arayan isim kaşlarım çatılmasına sebep oldu. Bu kız beni hâlâ ne diye arıyordu? Hangi yüzle? Aramayı sonlandırıp önüme baktım. Tekrar aradı. Cevap vermedim. Çalar çalar susardı. Ama susmadı.

Arama devam edince sinirle ekranı tuşlayıp açtım. "Ne istiyorsun Aylin!" diye bağırdım öfkeyle. "Beni arama demedim mi kızım ben sana!"

"Poyraz..." dediğinde gözlerimi bir saniyeliğine sinirle yumdum. "Babalarımız..." Sesine daha fazla tahammül edemediğim için lafını bitirmesine izin vermeden aramayı suratına kapattım. Ondan daha önemli işlerim vardı.

Neredeyse iki aydır peşimde dolanıyordu. Elvin'e çarptığımda önceliğim onun hastaneden çıkması olmuştu. Sonra Aylin ile yüzleşecektim. Hastanede olduğum süre boyunca beni hiç aramadı. İşim olunca genelde aramazdı. Hastaneden çıktığımın ertesi günü de Elvin'le buluşmak istedim. Evinin önündeyken telefon numarasını ses kaydı atmak için almıştım. Daha sonra yapacağım şeyi asla tahmin edemezdim. Bir anda olmuştu her şey. Ona bir mesajla evlenme teklifi yaparken ne yapmaya çalıştığımı bilmiyordum. Sadece yapmıştım. Ama saçmalamıştım, bunun farkındaydım. Onun hayatına karışacak bir hadde sahip değildim.

Sadece hem kendimi hem onu kurtarmak istemiştim. Onun intikam almasına yardım etmek, kendimi de bu evlilikten kurtarmak istedim. Çünkü ne kadar reddedersem edeyim, yine bir şekilde bir şeyler karışacaklardı. Yollarını kesmek istedim. Babaannem de evlilikten vazgeçtiğimi duyunca fenalaşacaktı, bunu biliyordum. Ama onun için bile o kadınla evlenmezdim.

Lakin bu teklifi Elvin'e yapmam yanlıştı. Sanki iyilik denen şeyin karşılığını istiyormuşum gibi görünüyordu. Çirkin bir davranıştı. Bana yakışmazdı. Zaten o da beni reddetmişti. İyi ki bunu yapmıştı.

O günden sonra onunla bir ay görüşmedik. O bir ay içinde Aylin ile yüzleşmiştim. Bana gelen fotoğrafı açıp yüzüne tuttuğumda sadece boş gözlerle ekrana baktı. Ne inkâr etti ne de kendini savunmak için herhangi bir şey söyledi. O kadar boş bakıyordu ki, bu yaptığı sanki o kadar normal bir şeymiş gibi davranıyordu ki hayrete düştüm. Yüzüne bakıp sinirle kahkaha attım. Sonra da "Nişan falan yok, bitti," diyerek yanından ayrıldım. Ama peşimi bırakmıyordu. Babalarımız bu düğün için beklemişken o yaptığı rezillik yüzünden her şeyi mahvettiğini çok sonradan anlamıştı. Artık bunu da anlamalıydı, onunla asla evlenmeyecektim.

Direksiyonu çevirirken Elvin’i aradım. Bana yerini söylemeyeceğini biliyordum ama belki suratıma kaparsa hâlâ bir şeylere geç kalmadığımı anlayabilirdim. Telefon çaldı, çaldı, çaldı. Açmadı. Kapatmadı da. Belki telefonu kapalıydı. Ona çantasını vermeden önce içindeki telefonunun şarjını doldurmuştum, ekranı da açıktı ama belki kendi kapatmıştır diye düşünmek istiyordum.

Tekrar aradım. Yine çaldı. Yine kimse açmadı ya da kapatmadı.

“Hadi Çiçek,” dedim yalvarır bir şekilde tekrar ararken. Bu sefer arama suratıma kapandı.

Gülümsedim.

Hâlâ şansım vardı.

“Seni bulacağım,” dediğimde gaza daha da yüklendim. Buraya en yakın uçuruma gitmek ne kadar zaman alacaktı bilmiyordum, o yüzden yanlış bir şey tercih yapmak istemiyordum. Bir şeylere geç kalabilirdim. Bu, en son istediğim şey bile değildi.

Harun'u aradım. Telefon anında açıldı. "Buldun mu bir şeyler?" diye sordum hemen. Koştuğu için telefonun arkasından kesik kesik nefes aldığını işitebiliyordum.

"Mezarlığın her köşesine baktım... ama kimse yok... Gören eden de yok. Nedim de taksicileri soruşturuyor. Numarasıyla konumu arattım, dönüş bekliyorum."

Öfkeyle direksiyona vurup bir şey söylemeden telefonu kapattım. Elvin'i tekrar aradım. Yine çaldı ama açmadı.

Birkaç kez daha çaldırdım. Her birinde suratıma kapattı. Yine şansımı denedim, tam pes edecektim ki ağlamaya yüz tutmuş çatallı sesi arabayı doldurunca rahat bir nefes bıraktım. "Arama beni," dedi burnunu çekmeden hemen önce.

İlk yaptığım şey "Elvin neredesin?" diye sormak oldu. Arabayı kalabalık caddede sürerken telefondan kıyıya vuran dalga sesi işitiyordum. Kuş sesleri geliyordu. Denize yakındı ama insan sesi gelmiyordu. O zaman bir sahilde olamazdı. Bugün pazardı ve tüm sahil kenarı tıklım tıklımdı. Uçurum... Deniz kenarındaki bir uçurumdaydı. Arabayı hızlıca kenara çektim.

“Nerede olduğum seni ilgilendirmez,” dedi ağlayarak. “Kendi yoluna git. Her şey için çok teşekkür ederim, gerçekten minnettarım. Kimse senin gibi durmazdı yanımda ama sen de durma artık,” diye devam ettiğinde zor nefes alıyor gibiydi. “Yeterince yük oldum sana.”

Bunun doğru olmadığını ona söylemek için kafamı art arda iki yana sallarken "Hayır hayır," dedim. Aynı zamanda telefondan denize vuran uçurumların konumuna bakıyordum. "Yük değilsin. Hiç öyle düşünmedim. Yemin ederim ki düşünmedim. Lütfen Elvin, yerini söyle."

“Kendi yoluna git, Poyraz. Benim yolum tükendi.” Bir kez nefes alıp verdi. “Sana da veda etmeden gittim, kusura bakma ama ben veda edemem kimseye. Genelde buruktur vedalarım.” Sesi de buruktu. “Hep birileri gider. Hep birileri gitti. Bu sefer ben gitmek istedim. Beni anlıyorsun değil mi?” dediğinde hıçkırmaya başladı. “Beni anla lütfen. Kimse anlamadı beni. Sen anla lütfen.”

“Ben seni anlarım. Ben seni anlıyorum. Nasıl hissettiğini biliyorum ama yanlış bir şey yapma. Söyle yerini, yanına geleyim,” dediğimde telefondan bir mesaj geldi. Harun konum atmıştı. Rahatlamış gibi hissettim. Nefesimi bırakarak arabayı tekrar çalıştırdım. Onu konuşarak oyalamaya çalışacaktım.

“Gelme,” dedi burnunu çekerken. “Gideceğim yer sana göre değil.”

“Ona bırak da ben karar vereyim.” Araçların arasından hızlıca geçiyordum. Nefes alış verişlerini duymak rahatlatıyordu ve bir şeyler hâlâ yetişebileceğimi söylüyordu. “En sevdiğin şarkı ne?” diye sordum.

Ağlamaları arasında güldüğünü işittim. “Ne saçma bir soru bu?”

“Söylesene kızım,” dedim kaşlarımı çatarak.

Nefesini bıraktı. "Değişir sürekli sevdiğim şarkılar. Bu saatten sonra şarkıların da bir önemi yok."

“Var,” dedim hemen. “Şimdi sevdiğin şarkı ne?”

Güldü. "Sezen Aksu, güllerim soldu. Ne kadar da beni anlatıyor değil mi?" dediğinde konuşmanın biteceğini anladım. "Artık kapatmam gerek. Kendine iyi bak. Her şey için-"

Hızlıca lafını böldüm. "Son bir şey isteyeceğim."

Şaşırdığını suskunluğundan anlayabiliyordum. “Yerimi sormayacaksan isteyebilirsin,” dedi bir süre sonra merakla.

“Seninle bu şarkıyı birlikte dinleyelim. Sonra kapat, olur mu?” Dört dakikadan uzun bir şarkıydı ve benim de on dakikalık bir yolum kalmıştı.

“Çok saçma isteklerin var,” diye söylendi. Kabul edecekti. “Ama olur. Bu şarkıyla vedalaşabiliriz. Onca yardımından sonra bu isteğin hiçbir şey.”

Elimdekiyle konuma bakarken cebimden iş için kullandığım diğer telefonu çıkardım. “Açıyorum,” dediğimde onaylar bir mırıltı çıkardı. Hâlâ oradaydı. Bir yola bir telefona bakarak şarkıyı açtım ve saniyeler sonra müzik sesi arabayı kapladı.

“Güllerim soldu kaldırımlarda,

Gonca yüklü dallarıma ayaz vurdu.

Demlerim oldu son akşamlarda,

Bir nefeslik duraklarda çiçek açtım.”

Sözler arabanın içinde vücut bulurken onun da iç çektiğini işitebiliyordum. Bir süre sonra şarkıya kendi de eşlik edip mırıldandı. Sesi güzeldi. Daha önce hastanedeyken bebeği için ninni söylediğinde işitmiştim ilk kez sesini. O benim varlığımı unutmuştu ama benim bakışlarım şarkı boyunca onun üzerindeydi.

“Bir tek sana güvenmiştim.

Öncem yoktu, sonram yoktu.

Soyundum, sevinç giyindim.

Sevinmek sanki bir suçtu.”

Şarkı sözlerini işittikçe bir sızı hissettim. Çok acı çekiyordu.

“Hani her şeyindim ben senin?

Hani kor dudaklındım?

Hani karlarda açan çiçektim?

Vazgeçilmezdim…”

Ağlamaları giderek artıyordu ama şarkıya eşlik etmeyi bırakmıyordu. Az kaldı diyordum içimden. Biraz daha dayan. Yetişeceğim.

Şarkı devam ettikçe hızımı daha da arttırdım. Çok az kalmıştı. Birazdan yanına varacaktım. Bu sefer birine yetişecektim. Kendini suçladığını biliyordum. Ona suçu olmadığını söyleyecektim. Daha fazla solmasına izin vermeyecektim. Bu şarkıyı bugünden sonra dinlemeyecekti.

Müzik sesi kesilmişti. Bir süre sustu. Sonra "Bitti," dedi nefesini bırakarak. Sözlerinin altında yatan bitenin sadece şarkı olmadığı imasını anlayabiliyordum. Ama buna izin vermeyecektim. İkimizin de birbirimizin hayatında bir yerinin olmamasının bir önemi yoktu. Hayat bizi yan yana getirdiyse elbet bir bildiği vardı.

“Bitti,” dedim ben de bir süre sonra. Sadece şarkı. Sen değil Çiçek.

“O zaman…” dediğinde durdu. Ağladığını biliyordum. “Kendine iyi bak. Umarım hep mutlu olursun.”

“Çiçek…” Onu biraz daha oyalamalıydım.

“Neden bana sürekli Çiçek diyorsun?”

Gülümsedim. “Elvin bir çiçek değil mi?” dediğimde susmuştu. Nefes aldığında “Cennet çiçeği,” dedik aynı anda. O fısıldamıştı.

Son üç dakikalık bir yolum kalmıştı. “Artık oraya layık bir çiçek olmayacağım.” Güldü. Gülüşünde hüzün vardı. “Adım artık Zakkum olsun mu?”

Zakkum, cehennem çiçeğiydi.

“Sana yakışmaz,” dedim hemen. Ölümü çiçeği olarak da bilinirdi ve ölüm ona yakışmazdı.

“Hoşça kal, Poyraz.” Telefonu suratıma kapattı. Korku dolu bakışlarım ekrana kaydı. Adını seslensem de bir cevap alamadım. Öfkeyle direksiyona vurduktan sonra daha da gaza bastım. “Lütfen,” dedim kendi kendime. “Sadece biraz daha zamana ihtiyacım var.”

Çiçekler açmak için vardı, onun açmasını sağlayacaktım. Yeniden açacaktı. Bu da benim minik Ceylan’a sözüm olsun. Annesi yaşayacaktı.

Sözlerini kutsallaştıran o kişiydim.

***

Elvin Erden

Ölüm. Dört harf. Tek kelime. Ölen dört kişi. Ölümün her harfinde anlam arardım. Eğer hayatına bir kere bulandıysa ve kelime dört harften ibaretse, en az dört kişi kaybedecektin o zaman.

Annem öldü, babam öldü, anneannem öldü ve şimdi de… Bebeğim öldü. Ölüm her harfiyle bir kişiyi aldı hayatımdan. Başka kimsem kalmadığında son harfini bana bıraktığını düşünürdüm hep. Bebeğim olacağını kestirememiştim.

Ben ölümün birleştirdiği tek kelime olarak kaldım bu hayattan ve gidecektim, tek başıma.

İnsan neden yaşardı? Hangi amaçla yaşardı? Var mıydı sahi yaşamın bir amacı? Bunların bir cevabı varsa bile hiçbirini hatırlamıyordum. Bundan yaklaşık bir sene önceki Elvin'e bu halimden bahsetseydim bana okkalı bir tokat atardı. Aptalsın derdi. Ölemezsin. Ölmeye hakkın yok. Hayallerin var senin. Umutların var. Daha dünyayı gezeceksin. Güzel yerler görüp, bir sürü fotoğraf çekeceksin. Çok film izleyeceksin. Nasıl ölürsün? Daha okunmamış binlerce kitap, izlenmemiş binlerce film varken sen nasıl gidersin öyle hemen? Gidemezsin. Gidemezsin çünkü bunca yıl o kadar acıyı boşa çekmedin.

Çekmemiştim değil mi?

Çekmiştim. Boşa çekmiştim.

Şimdi ise mahvolmuş bir haldeydim. Nefes almaya utanıyordum. Ölmeye değil, asıl yaşamaya hakkım yokmuş gibi geliyordu. Bir sene önceki Elvin bebeğinin ölmesine sebep olduğunu bilmediği için o kadar rahat davranırdı. Bir sene önceki Elvin iki ay önceki Elvin kadar aşık değildi ve üzülmezdi bu darbeye. Bir sene önceki Evin daha mutluydu ve ben onu çok kıskanıyordum.

Şimdiki Elvin yaşayan bir ölüydü. Sadece bebeğinin alması gereken nefesleri harcıyordu, sanki hakkı varmış gibi. Şimdiki Elvin atmalıydı bu uçurumdan kendini ve gitmeliydi ait olduğu yere. Şimdiki Elvin hiçbir işe yaramıyordu. Değersiz bir çöp gibi bir kenara fırlatılmış, çektiği acıların üstüne bir yenisini daha eklemişti.

Acizdi.

Uçurumun dibinde oturmuş aşağıya doğru ayaklarımı sallarken oldukça umursamaz davranıyordum. Ölümden korkmayacak kadar ölüydüm. Aşağıya doğru baktım. Fazla yüksekti. Yükseklik korkum olmayan benim için bile fazla yüksekti ama bunu bile umursayamadım. Sadece gülümsedim.

Poyraz'ın suratına telefonu kapattıktan sonra telefonu kenara attım. Ona niye cevap verdiğimi bilmiyordum. Çok fazla arıyordu. Susturmak istedim belki. Oysa telefonu uçurumdan fırlatsam yine susacaktı. Ben gidince o telefonun bir önemi olmayacaktı. Bunu biliyordum. Biliyordum ama bir anda kendimi onunla konuşurken buldum.

İçimdeki dürtüye engel olamadım. Ben ne kadar ölmek istiyorsam o sanki yaşamak istiyor gibiydi. Son kez birine veda etmek istedim belki bilmiyorum. Ben hiç veda etmezdim ama ona etmek istemiş olmalıydım. O ne kadar kabul etmese de ona yük olmuştum, biliyordum. Onu mezarlıkta bırakıp gitmeme rağmen beni aramaya devam ediyordu. Ama yapmamalıydı. Kendi yoluna bakmalıydı.

Ben o kadar değerli değildim.

Benden son kez bir şey isterken bile bana iyilik yapmıştı. Şimdiki Elvin'i anlatan şarkıyı son kez dinletmişti bana. Bebeğime gitmeden önce en son ne dinlediğimi artık biliyordum. Belki bana orada sorardı. Cevapsız kalmasını istemezdim.

Uçuruma hoyratça çarpan denizi izledim. Fazla sinirli duruyordu. Sanki yapacağım şeyi anlamış gibiydi. Bana kızdığını hissettim. Beni istemiyordu. Aşağısı kayalıklarla çevriliydi ve beni alırsa geri veremezdi. Buradan atlayan birinin yaşama ihtimali olmadığını o da biliyordu. Gülümsedim.

Deniz çok güzeldi. Masmaviydi. Gökyüzü gibi uçsuz bucaksızdı. Sonsuz şeyler bana ölümü anlatırdı. Ölüm tek başına çirkinken deniz ve gökyüzü ölüm güzelliğini taşıyordu yüzlerinde. Ona benden nefret etmemesini ve ölüm güzelliğini üzerinde taşıdığını fısıldadım. Tekrar sertçe kayalıklara vurdu. Hâlâ inat ediyordu. Gelme diyordu. Sözlerimi kabul etmiyordu. Yine gülümsedim.

Hava günlük güneşlik olsa da yüksek bir yerde olduğum için çok fazla rüzgâr vardı. Biraz daha sert eserse beni elleriyle uçurumdan atar gibi hissediyordum. Keşke beni hiç uğraştırmasaydı.

“Anne, atlarsam uçmayı öğrenir miyim?” dedim uçsuz bucaksız boşluğa doğru. “Kanatlarım beni size getirir mi? Artık cennet çiçeği olabilir miyim?” Yüzüm asıldı. “Biliyorum,” diye fısıldadım. “Bana kendini öldürenler gidemez oraya demiştin. Peki sen niye gittin anne? Niye öldürdün kendini? Kızlar annelerinin kaderini yaşarmış. Baksana…” derken hıçkırmaya başladım. “Aynı noktadayız. Son düzlükteyim.”

Ayaklarımı uçurumdan çektim. Yerden destek olarak yavaşça ayaklandım. Yolun sonu gelmişti.

Başımı eğerek aşağı baktığımda duyduğum araba sesiyle kaşlarım çatıldı. Tekerleğin lastikleri toprak yolu sert bir şekilde döverken ayaklarımı çevirmeden arkamı döndüm. Araçtan çıkan kişiyle ellerim titremeye başladı. Onun burada ne işi vardı? Beni nasıl bulmuştu?

“Çiçek,” diyerek korkuyla koştu yanıma doğru. Saçları dağınıktı. Bir önüme bir ona bakarken gülümsemeye çalıştım. Gelmemeliydi. Beni durduramazdı, bunu biliyordum ama onun gözleri önünde de gitmek istemiyordum. O bunu hak etmiyordu.

Ellerimle onu durdurdum. “Lütfen gelme,” dedim ağlayarak. “Niye geldin? Nasıl buldun beni?” Elimin tersiyle yaşlarımı sildim.

“Çiçek lütfen uzak dur oradan.”

Onu dinlemedim. “Yapmamanı söyledim! Kendi yoluna bak dedim!” Sesim giderek şiddetleniyordu.

Bana doğru bir adım attı. "İyi değilsin, sağlıklı düşünemiyorsun," dedi elini uzatarak. Herkes benim elimi bırakmıştı ama o bana elini uzatıyordu. "Hadi gel buraya, gözünü seveyim yaklaş bana. Ayağın kayacak bir şey olacak. Hadi Çiçek. Hadi Elvin."

Ağlayarak kafamı iki yana salladım. "Ben hak etmiyorum!" diye yakardım. "Bebeğimin ölmesine sebep oldum, hiçbir şeyi hak etmiyorum!"

“Senin suçun yok yemin ederim ki y-”

Lafını böldüm hızlıca. "Var!" diyerek bağırdım. "O iğrenç düğüne gitmeseydim yaşayacaktı ama öldü. Gittim diye öldü. Benim yüzümden öldü. Sancım vardı, inat ettim. Kaldım. O şerefsizin beni kapıya fırlatmasına müsaade ettim. Oysa kıyamazdı eskiden bana," derken elimin tersiyle gözyaşlarımı sildim ama fayda etmedi, yenileri geliyordu. Ağlamaktan önümü göremiyordum. "O kızın beni itmesine izin verdim. Karnımı o kadar sert çarpmasaydım şimdi bebeğim karnımda olacaktı. Benim yüzümden. Strese soktum bebeğimi. Ben yaptım. Ben öldürdüm! Nefret ediyorum kendimden! Nefret ediyorum!"

Yutkunduğunda ademelması belirginleşti. "Senin suçun yok!" diye bağırdı o da. "Yemin ederim senin suçun yok, anlatacağım her şeyi sana." Bana doğru biraz daha yaklaştı ama "Yaklaşma!" diyerek bağırdığımda ellerini korkuyla kaldırdı ve "Tamam, yaklaşmıyorum. Tamam, " diyerek geri adım atmak zorunda kaldı. "Lütfen geriye doğru hareket etme."

Dudaklarımı birbirine bastırıp ıslattım. “Lütfen,” dedim yalvarırcasına. “Lütfen git.”

“Seninle gideceğim.” Sesi kararlıydı. Ağlayarak kafamı iki yana sallasam da umursamadı. “Seni almaya geldim ve seninle gideceğim.”

Rüzgârdan saçım uçuşmaya devam ettiğinde “Ben…” diye mırıldandım. “devam edemem. Ben bu yükle devam edemem. Fazla aciz görünüyorum. Biliyorum. Kahretsin ki biliyorum ama yaşayamıyorum. Olmuyor. Yemin ederim ki olmuyor. Bu yükü kaldıramıyorum.”

“Yardım edeceğim sana.” Elini ısrarla uzatmaya devam ediyordu. Kafasını hafifçe eğdi. “Aşacaksın, alışacaksın.”

Ağlayarak başımı iki yana salladım. “Yapamam. Yemin ederim yapamam, o kadar güçlü değilim. Annem gibiyim.” Gözlerimi gökyüzüne çevirdim. Sonra ona baktım. Gözlerine baktım.

Gözlerinde gökyüzü vardı.

“Benim annem ben altı yaşındayken kendini öldürdü,” dedim derin bir nefes alırken. Bunu onun dışında hiç kimseye söylememiştim. Görkem bile bilmezdi. Herkes sadece öldüğünü bilirdi. Eğer birine ailem intihar etti dersem benden uzak dururlar sandım. Çünkü ben daha küçükken onun intihar ettiğini bilen mahalledeki insanlar çocuklarını benden uzak tutardı. Oysa ben çocuktum, küçücüktüm daha. Bir gün annem gibi olacağımı ve çocuklarının psikolojisini bozacağımı düşünüyorlardı belki bilmiyorum ama tam şu anda annemin geldiği noktaya gelmiştim. Buna biraz da insanlar itmişti belki beni. Babaannem, halam ve amcalarım da beni istemediler. Onlara göre babamın değil, annemin kızıydım. Annemi hiç sevmezlerdi. Anneannem aldı beni yanına. Götürdü Denizli’den. Beraber Yalova’ya taşındık. Orada okula başladım ve tanıştığım herkese anne ve babamı sorduklarında melek oldular diyebildim sadece, onlar da benden gitmesin diye. Ama herkes gider.

Poyraz'ın yüzünde büyük bir acı yerleşti. "Ben evden çıktıktan hemen sonra bileklerini kesti," diye devam ettim. "O gün... o gün bir telefon geldi. Mehmet öldü dediler telefonda... Babam ölmüş. Neden öldü, nasıl öldü hiç bilmiyorum. Çocuktum. Kimse bana hiçbir şey söylemedi ama annem... Onun bileklerimde oluk oluk akan kanları gördüm. Daha şu kadarcıktım," derken titreyen elimle yeri işaret ettim. "Anneannem yanımda ona sarılmış ağlıyordu. İlk kez o gün sorguladım. Dedim ki..." Üst dudağımı dişlerimin arasına alıp ısırdım. Ağlamalarımı susturmaya çalışıyordum ama başaramıyorum. "Dedim ki anneanne ölüm ne demek? Yaş altı, ölüm ne demek bilmiyorum daha. O gün öğrendim." Acıyı gülümsedim.

“Annem babamın acısına dayanamayıp intihar etti. Beni…” derken hıçkırarak ağlamaya başladım. “Beni bir saniye bile düşünmedi. Onu bu konuda hiç affedemedim. Küçüktüm. Ama şimdi anlıyorum. Şimdi onu anlıyorum. Bir insanı ölümün ucuna getirecek o uçurumun derinliğine şimdi görebiliyorum.”

Sessizce beni dinliyordu. Gözleri dolmuştu ya da dolan gözlerimden ben öyle sanıyordum. Bir süre sonra "Annem düşük yaptı," dedim beni anlasın biraz daha diye. Sonra da gitsin. Çünkü ben artık son noktadaydım.

"İyi değildi, bana belli etmiyordu ama hiç iyi değildi. Babam aylardır yoktu, görevdeydi. Düşük yapması üzerinden bir hafta geçmişti, bu sefer de babamın ölüm haberini aldı. Hem de bir telefonla!.. O telefon annem için yıkıcı bir darbe oldu. O an evden çıkıp yardım aramasaydım belki benim varlığımı hatırlayıp ölmeyecekti, bilmiyorum ama onu o noktaya getiren şeyi artık anlayabiliyorum..." Gözlerinin içine baktım. "Bazen biter hikâyeler ve engel olamazsın."

"Senin hikâyen bitmedi," dedi fısıldayarak. Anlattıklarım onu üzmüştü, bunu görebiliyordum. Neden gitmesi gerektiğini anladığının da farkındaydım ama kalıyordu, beni durdurmaya devam ediyordu. "Sadece yeni kitaba geçmen gerekiyor."

“Yollarım tükendi,” dediğimde başını olumsuzca iki yana salladı. “Yollar tükenmez, sadece sen yorgunsundur.”

“Ben yorgun bile değilim, ben ölüyüm. Bebeğimi öldürdüm.”

Son söylediğim onu sinirlendirmişti. Kaşlarını çattı. “Kendini suçlamayı bırak artık!” diyerek yükseldi. “Sen hiçbir şey yapmadın! O düğüne gitmesen bile ölecekti bebeğin!”

Duyduklarım beni dehşete düşürdü. “Ne?” diye fısıldarken gözlerimi gözlerine değdirdim. “Na-Nasıl?” Ellerim titremeye başladı. Sadece ellerim değil, tüm vücudum titriyordu. Böyle bir şeyi nasıl derdi?

Ne söylediğin yeni farkına varıyordu ki ellerini öfkeyle şakaklarına vurdu. “Allah kahretsin!” dedi kafasını yana yatırarak. “Dilimi sikeyim!”

Hâlâ sözlerinin etkisi altındayım. “Düğüne gitmeseydin bile ölecekti bebeğin ne demek?” diye sordum korkuyla. Cevap vermedi. Gözlerini kaçırdı. “Poyraz…” dedim yalvararak. “Ne demek?”

Ellerini kaldırıp, defalarca sallayarak bana doğru bir adım attı. “Bak,” dedi başını hafifçe eğerek. “Sana her şeyi anlatacağım. Ama burada değil, bu şekilde değil. İyi değilsin.”

“Sonra yok!” diyerek bağırdım. “Şimdi anlatacaksın! O sözlerinle ne demek istedin?!” Öfkeyle rüzgârın yüzüme yapıştırdığı saçları arkaya doğru savurdum. Ağzı içinde küfürler gevelese de onu umursamadım. Ben sadece cevap istiyordum. Beni kandırmamalıydı. Ben iyi değildim. Bunu görebiliyordu. Ben hiç iyi değildim. Kalbimi daha da parçalamamalıydı.

Ne yapacağını bilemediğinden elleriyle saçlarını karıştırdı. Bakışları benden yana değildi. “Ceyda psikologla konuşsun dedi.” Sözleri bana değildi. Kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu. Dediklerinden hiçbir şey anlamıyordum. Psikolog ne alakaydı? “Kız kendini atarsa psikologluk bir şey mi kalacak ortada geri zekâlı,” diyordu bir yandan. Aklımı kaçıracaktım.

“Anlat!” diye bağırdım. “Ne demek istediğini anlat! Bak beni kandırıyor-”

Kafasını bana çevirdi ve "Biri ilaçlarını değiştirmiş," dedi bir anda. İlk başta söylediklerini idrak edemedim. Donakalmış bir şekilde doğru duyup duymadığımı anlamaya çalıştım. İlaçları değiştirmek? Saçmalıyordu. Büyük saçmalıyordu. Gözüm yaşlı bir şekilde başımı iki yana salladım. Devam etmesin istedim. "İlaçları laboratuvarda incelettim. Bebeğini düşürmek, hatta seni öldürmek istemişler... Çok..." dediğinde yutkundu. "Çok üzgünüm."

“Hayır!” dedim inkâr ederek. “Hayır, yalan söylüyorsun, hayır!”

Bakışlarını benden çekti. Ne diyeceğini bilemiyordu. Çok ağırdı. Eğer dedikleri gerçekse bu çok fazla ağırdı. Dizlerim titremeye başladı. Bunu yapamazlardı. Bu kadarı olmazdı. Bu çok fazlaydı. Onu benden almak için bu kadar alçalamazlardı.

“Kim?” dedim ağlayarak. “Kim yapar bunu? Benim…” dediğimde kalbim isyan edercesine ağlıyordu. “bebeğim… Benim bebeğim… Minicikti. Yemin ederim daha minicikti. Nefes bile alamamıştı. Kim yapar?”

Poyraz daha fazla hareket edecek halde olmadığımı anladığı için biraz daha yaklaştı bana. "Görkem Soykan..." dediği an bakışlarımı hızlıca ona çevirdim. "O sana..." Soluğunu vererek saçlarını karıştırdı. "Sana da bir şeyler yapmasın demişti. Öyle söyledin bana. Gitmeni istedi ve ben... Bu işin altında başka bir şey olduğunu düşünüp her şeyi araştırdım. Evini, ilaçlarını, eski tahlillerini... İlaçları laboratuvara gönderdim. Ve sonuç..."

"O ilaçlar bana ait değil." Tamamladığım sözleri yüreğimde parçalandı. Her bir harfi kalbimin bir noktasına battı ve kalbim attıkça geçmeyecekti bu sızı. Dizlerim beni daha fazla taşıyamadığı için yere çöktüm. O da hızlıca yanıma geldi ve aramızdaki mesafeyi kapattı. Ellerim yere doğru kendiliğinden savruldu. Boşluğa bakıyordum.

"Beni öldürmek isteyeceği kadar ne yapmış olabilirim ki ona?" Artık ağlayamıyordum. Poyraz yanıma çöktü. Ellerini omzuma yerleştirip beni kendime getirmeye çalıştı ama kendime gelebilecek bir halde değildim. "Bebeğim ne yaptı ki ona? Daha doğmadı bile."

"Çiçek," dedi beni bir kez daha sarsıp kendine çevirirken. "Bana bak, Çiçek." Çenemi tuttu. Ona bakmamı sağladı. Mavilerine değene kadar boşlukta hissettim kendimi ama gözleri beni girdiğim boşluktan çıkardı. "Ben sana yardım edeceğim. Araştıracağım Elvin. Kim yaptıysa öğreneceğim. Yemin ederim yapacağım."

“Niye?” diye fısıldadım. Gözlerinin içine içine baktım. Biraz daha ağladım. “Niye yapıyorsun ki bunu? Niye yardım ediyorsun bana?”

Çenemin üzerindeki elini yavaşça bıraktı. “Ablama söz verdim diye,” dedi fısıltıyla. O kadar kısıktı ki sesi esen rüzgârın arasından zor işitmiştim.

“Ablan mı?”

Kafasını salladı. “Ablam… Demişti ki, eğer bir gün biri ölmek isterse onu kurtar. Kimse öyle kolay kolay ölmek istemez.” Gözlerini üzerimden çekmedi. “Ama sen istiyorsun.”

Dudaklarım titredi. Başımı önüme eğip hıçkırıklar içinde ağlamaya başladım. İstiyordum. Ölmeyi ilk defa bu kadar çok istiyordum. Her tarafı pisliğe bulanmış ve o pislik içinde tek yaptığım şeyin birini sevmek olduğu bu hayattan sadece gitmek istiyordum. Benim kimseye bir zararım olmamıştı. Yemin ederim ki olmamıştı. Çektiğim her acıya rağmen iyi olmak için uğraşmış ama her iyi olma çabamda karşımdakinden bir tekme yemiştim. Bu yediğim son tekmeydi ve ben artık kalkamıyordum.

Benim bebeğimi bile bile öldürmüşlerdi.

Haksızlıktı.

“Ablan…” diyebildim ona bakmadan. “Nerede?” Senin ilk öldüğün yaşın ablan için miydi Poyraz?

Yutkunduğunu işittim. Omzumun üzerindeki elini çekti. “Hikâyesi bitti,” dedi. Sesi titremişti. “Annen gibi.”

Son kelimeleriyle bakışlarımı yerden kaldırdım ve hızlıca ona çevirdim. Annem gibi mi? Yoksa o da mı…

İçimden geçenleri anlamış gibi “Evet,” dedi. Gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. Gözlerinin içinde o kadar fazla acı vardı ki acısını kalbimde hissettim. “Ablam da intihar etti. Ve sen Çiçek…” dediğinde gözlerimin içine biraz daha baktı. “Onlar gibi gitmeyeceksin. Buna izin vermeyeceğim.”

BÖLÜM SONU..

***

Canım Poyraz <3

Elvin, biricik çiçeğime çok üzülüyorum ama iyi olacaksın annemmm...

Eee... Nasıl buldunuz bölümü?

Elvin için bazı şeylerin son noktasındayız artık. Bebeğinin ölümünün sebebi olarak kendini gördüğü için nefes almak istemiyordu ama işin altında başka bir şey olduğunu öğrendi. Bundan sonra ne yapacak?

Böyle bir şey bekliyor muydunuz?

Poyraz'ın da geçmişini biraz öğrendik. Ne düşünüyorsunuz?

Kader ikisini bir araya getirdiyse vardır elbet bir sebebi, kaderin birleştirdiği yolda sonucu beraber izleyeceğiz.

Diğer bölümü yazmaya başlayacağım hemen.

Yeni bölümde görüşelim.

Esen kalın...

Bölüm : 26.02.2025 23:43 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...