
Selam selam selam...
Yeni bölümle karşınızdayım. İnanılmaz keyif aldığım bir bölüm daha oldu.
Oldukça uzun bölüm. Diğer bölümler gibi dram ağırlıklı değil, bir şeyler için yavaş ama sağlam adımlar atıyoruz.
Bölüm sonunda görüşelim.
Yorumlarınızı bekliyorum efenimler 💃🏼
Keyifli okumalar...

8. BÖLÜM
YENİ ATILACAK ADIMLAR
Duyguların belli başlı görevleri olurdu. Bazıları yaraları sararken bazılarıysa yara açardı. Bazıları yaraları gizlerken bazıları özellikle yerini işaret ederdi. Bazıları ise direkt yaranın kendisi olurdu. Suçluluk duygusu da duyguların yaralarından biriydi ve bulaştı mı insanın bedenine, öyle kolay kolay çıkmazdı. İzi kalırdı; zaman geçse de, bir şeyleri aştığını sansan da, hep bir yerlerinde illaki bir izi kalırdı ve günü gelir, hatırlatırdı sana kendini.
Bu duyguyu ilk yaşadığımda daha altı yaşındaydım.
Hep derdim, hep de diyecektim; altıların altı, fazla yaralıydı.
Annem gittiğinde ve ben onu bir daha göremeyeceğimi anladığımda; ölümün ne olduğuyla yüzleşmiş, ikinci kattaki evimizdeki camın pervazına oturup loş sarı ışıklarıyla sanki bir suçluymuşum gibi beni işaret eden sokak lambasına bakarak saatlerce ağlamıştım.
“Sen gitmeseydin,” diyordu karanlık yanımda bana seslenen artık gelmeyeceğini bildiğim annemin sesi. “ben kıymazdım canıma. Niye gittin Elvin? Niye yalnız bıraktın beni?”
Bacaklarımı karnıma doğru çektim. Karanlık odaya bakmadım. Korkuyordum. Çok korkuyordum. Ayağa kalkıp ışığı yakmaya bile çok korkuyordum. Anneannem yan odada uyuyordu. Benim de uyuduğumu sanıyordu. Ama uyuyamamış, camın önüne gelmiştim. Annem gibi huzursuz hissedince dışarıyı izlerdim. Evimizin önündeki sokak lambasından yayılan ışığa bakmaya devam ederken “Yardım çağırmak için gittim annecim,” dedim titrek sesimle. Karanlık o gece en büyük korkum oldu. “Ağlıyordun. Çok ağlıyordun. Ben büyükler ağladığında ne yapılır bilmiyorum daha.”
“Gittin, Elvin. Gitmemeliydin. Anne iyi değildi. Bunu biliyordun.”
Hıçkırıklarım artarken minik ellerimle yüzümü kapattım ama karanlıkta hissedince hemen geri çektim. “Özür dilerim annecim. Çok özür dilerim. Lütfen geri gel…” dedim sokak lambasına bakmaya devam ederek. “Geri gelirsen söz, hiç gitmem yanından.”
“Bazı gidişlerin dönüşü olmaz, Elvin.”
“Ama çok özledim.”
“Alışacaksın.”
İçli içli ağladım. “Alışmak istemiyorum. Seni istiyorum, babamı istiyorum.”
“Bizim hikâyemiz bitti, Elvin,” dedi iç çekerek. “Sen yaşamaya devam et güzel kızım.”
Bir daha ses gelmedi. Annemin sesini en son o zaman işittim, onun da hayalimin bir ürünü olduğunu biliyordum. O yaşımda farkında değildim ama çok sonra anlamıştım. Suçluluk duygusu ile ilk kez o gece tanışmıştım.
Uzun bir süre kendimi suçladım. Annemin dediği gibi gitmeseydim ölmezdi, dedim kendime ama ben daha çocuktum, bilemezdim. Anneanneme sarılıp çok ağladım. Saçımı okşadı; senin suçun yok kuzum, dedi. Ama yine de kendimde suç aradım.
Büyüyünce, aklım bir şeyleri alabilecek yaşa gelince bu sefer annemi suçlamaya başladım. Ben vardım, ben ona yetmez miydim, beni bırakmaya hakkı yoktu; daha çocuk olduğumu biliyordu. Yine de onu sevmeye devam ettim. Onu hep sevdim, hâlâ da seviyordum ama onu affedemedim. İntihar bir kurtuluş değildi. İntihar tek yol değildi ama o yolu seçmişti, affedemedim.
Şimdiyse ben onun geldiği noktadaydım. İntiharın tek yol olduğunu düşündüğüm anlardayım. Onu bıraktığım için yaşadığım suçluluk duygusunu şimdi de bebeğim için yaşıyordum. Onun ölümüne sebep oldum sanıyordum. O kadar canım yandı ki affedemezdim kendimi. Bu, suçluluk duygusunun en büyüğüydü ve ben bunu asla aşamazdım, ben bu yoldan sonra bir yere varamazdım. Biliyordum. Son noktadayım sandım. Biraz daha nefes alırsam vicdan azabından öleceğimi sandım. Bu duyguyla ölmektense kendimi öldürmek istedim.
Annem gibi gitmek istedim. Beni yaşamam için fırlattığı uçurumdan ölüme uçmak istedim.
Yaş yirmi altı, bebeğimi kaybettiğim yaştayım.
Bebeğimin ölmesine sebep oldum diye ölmek istedim. Oysa benim suçum yokmuş.
Onu benden bir başkası almış. Ben öldürmemişim. Ondan çok nefret etmişler ve ölsün istemişler. Ama daha doğmamıştı. Doğmayan bir minik ne yapmış olabilirdi onlara? Ben ne yapmıştım onlara? Benim suçluluk duymam gereken tek nokta birini sevmek olmalıyken bebeğimin acısını da bedenime yüklemişlerdi. Sırtımda çok ölüm varken bir ölüm daha eklemişlerdi. Kambur olmuştum, taşıyamıyordum.
Son bir buçuk ayda ne yaşadığımı algılayamıyordum. Ben bu noktaya nasıl gelmiştim? Anne olacaktım. Evlenecektim. Düğünüm için aylarca hazırlık yapmıştım. Evlenmekten korkuyordum ama onunla evlenmeyi bile kabul edecek kadar onu çok sevmiştim. Sonra bir anda düğün günümde terk etti beni. Başka gün kalmamış gibi düğünümün başlamasına yarım saat kalmışken terk etti. Son iki aydır pişmanım dediği teklifi, o iki aydan bir ay önce yapmıştı. Bir ayda ne değiştiğini bilmiyordum. Ona ısrarla korkuyorum dediği halde beni ikna etti ve bir ay içinde pişman olmaya başladı. Ona ne yaptığım konusunda hiçbir fikrim yoktu.
O ise bana çok şey yapmıştı.
Bebeğime sebep olan o muydu? Bebeğimi öldürmek mi istedi sahiden? Bebeğimiz olacağını ilk öğrendiğinde çok sevinmişti oysa, bütün gece karnımı okşamış, kızımla konuşmuştu. O zamanlar cinsiyetini bilmiyordum ama onun kız istediğini hissediyordum.
Sonra beni terk etti ve minik kızıma hata dedi. Benim bebeğimi hata olarak gördü. Hata dediği için mi öldürdü? O mu öldürdü?
Benim kızım hata değildi. Hata olan tek şey Görkem’in kendisiydi. Hata olan, benim onu sevmemdi, ona güvenmemdi. Oysa biliyordum, bu hayatta her zaman terk edileceğimi biliyordum. Sürekli terk edilmiştim ama yine de gidip onun uzattığı eli bırakacağı düşüncesini zihnimde buğulayıp yok sayarak tutmuştum.
On gündür sürekli ağlıyordum. Önceden bebeğim var diye ağlamamak için kendimi zorluyordum. Şimdi bebeğim yoktu. Ağlamamam için bir sebep de yoktu. Canım yanıyordu. Nasıl alışacaktım yokluğuna? Nasıl devam edecektim bundan sonra?
Önceden hayallerim tek kişilikti. Sadece kendim vardım. Bir sürü şey yapmak istiyordum. Hayatın tekmesine inat hâlâ hayal kuruyor ve gülümsüyordum. Yıkılmamak için direniyordum.
Sonra Görkem girdi hayatıma. Hayallerim onunla yeniden şekillendi. Yapmak istediğim her şeye onu da ekliyordum artık. İki kişi olmak tek kişi olmaktan her zaman daha iyiydi. Ve onu çok seviyordum.
Sonra hamile olduğumu öğrendim ve hayallerim artık üç kişilik oldu. Üçümüz vardık ve çok mutluyduk. Bir gün her şeyi birlikte yapacağımıza çok inanıyordum. Ben anne olmayı öğrenecektim, Görkem baba olacaktı. Bebeğim bizi çok sevecekti. Onu hiç bırakmayacaktım. Ellerini tutacaktım. Görkem de hep yanımızda olacaktı.
Hayaller gerçekleşmek için değil, kırılmak için varmış meğer. Hayaller hayal olarak kalırmış sadece.
Terkedildim. Üç kişilik hayalim artık iki kişilikti ve o ikinci kişi bu sefer Görkem değil, bebeğimdi. En azından bebeğim var diye dik durmaya çalıştım ve ona tutundum. İkimiz de kalsak sorun değildi, o varsa mutlu olurdum. Yemin ederim ki mutlu olurdum çünkü iki kişi olmak tek kişi olmaktan her zaman daha iyiydi.
Sonra bebeğim de gitti benden ve ben, başladığım noktaya geri döndüm ama artık elimde hiçbir şey kalmamıştı. Tek kişilik hayal kuracak ne gücüm vardı ne de yaşama sevincim. Nefes bile alamıyordum artık. İnsan vermemeliydi kalbini birine. Eğer verirsen seni önce göklere çıkartır, ayaklarını yerden keserdi; sonra da verdiğin kalbi o yüksekten bir anda aşağı bırakırdı. Hayallerin kırılırdı.
Battaniyeyi üzerimden attım. Dirseklerimi yatağa bastırıp destek alarak yavaşça doğruldum ve ayaklarımı yataktan sarkıttım. Soğuk parke çıplak ayaklarımı irkiltse bunu umursamadım. Karşımda aynalı, altı kapılı bir gardırop vardı. Ayna ile göz göze geldiğimde nasıl berbat bir halde olduğumla karşılaştım tekrar. Göz altlarım mosmordu. Günlerce ağlamaktan ve uyuyamamaktan şişmişti de. Üzerimde bana ait olmayan yeşil bir pijama takımı vardı. Saçlarım birbirine girmişti.
Yaşayan ölüye benziyordum.
Kendi evimde değildim. Poyraz uçurumdan atlamadan önce beni bulduğunda söylediği gerçeklerle yere çökmüş ve uzun bir süre kendime gelememiştim. Sonra beni kucaklamış ve arabasına götürmüştü. Bir şeyler söylüyordu ama anlayamıyordum. Aklımı artık gerçekten kaçırdığımı hissetmiştim. Beni evimin önüne getirene kadar boş gözlerle önüme bakıyordum ama evimin önünde durduğunda tekrar ağlamaya başlamıştım. O eve giremezdim. En son oradan çıktığımda karnımda bebeğim vardı ve cinsiyetini öğrenecektim. Şimdi karnım boş bir şekilde oraya gidemezdim. Her yerde ona aldığım eşyalar varken o eve bir daha adım atamazdım. Bunu yapamazdım.
Poyraz’a eve girmek istemediğimi söylediğimde beni anlayışla karşıladı, hatta bunu düşünemediği için kendine kızdı. Böyle söylediği için daha çok ağladım çünkü iyiliği altında ezildiğimi hissediyordum artık. Ben onun hayatında hiç kimseydim. Öyle de olmaya devam edecektim.
Beni başka bir daireye getirdi. Kimin evi bilmiyordum. Sorgulamadım da. Bu, umursayacağım son şey bile değildi; çünkü kendimde değildim. Eve girdiğimiz gibi yaptığım ilk iş kendimi herhangi bir odaya kapatmak ve boş yatağa bedenimi bırakarak saatlerce ağlamaya devam etmek olmuştu. Beni evde tek bırakmamak için bir kadın tutmuştu. Her an kendime zarar verebileceğime emindi. Son on gündür isminin Berfin olduğunu öğrendiğim ellili yaşlarında bir kadın, bana resmen bakıcılık yapıyordu. Bu süre zarfında Harun birkaç kez yanıma gelmiş, nasıl olduğumu sormuştu. Bir anda gitmem onu da endişelendirmişe benziyordu. Bir daha böyle bir şey yapmamam gerektiği konusunda bir ton öğüt dinlemiştim.
Poyraz istisnasız her gün yanıma uğramıştı. Durumumu merak ediyordu. İstersem bir psikolog ayarlayabileceğini de söylemişti ama onu reddettim. Kimseyle konuşmak istemiyordum. Beni görmeye geldiğinde onunla bile doğru düzgün iletişim kurmuyordum. Yattığım yerden tuvalete gitmek dışında çıkmıyordum bile.
Bugün ise uzun zaman sonra kendi isteğimle ilk ayaklanışımdı. Son on günde çok düşündüm. Bebeğim gitmişti ve ben kalmıştım. Eğer ölmeyi bile beceremiyorsam o zaman bir şeyler yapmalıydım. Onu benden alanlara bunun bedelini ödetmeliydim. Bebeğim için yapmalıydım.
Nereden başlamam gerektiğini bilmiyordum. O yüzden ilk önce yataktan kalkmam gerektiğine karar verdim. Kendime çeki düzen vermeliydim. Toparlanmalıydım. Elvin’dim ben. Bundan daha acısını yaşayamazdım artık. Bu hayatta bir insanın başına gelebilecek en kötü şey evladını kaybetmekti. Ben, bana bu acıyı yaşatanları mahvetmek için bu acıya tutunacaktım.
Yataktan destek alarak ayaklandım. Yavaş adımlarla odanın içindeki banyoya doğru ilerledim. Karnımdaki dikişler artık acıtmıyordu. İki gün önce Ceyda Hanım yanıma uğramış, durumumu incelemiş, dikişlerin kendiliğinden eriyeceğini söylemişti. Hiçbir doktor hastasının yaşadığı yere kadar gitmezdi ama o gelmişti. Poyraz’la yakın bir ilişkileri vardı. Onun isteğiyle gelmiş olmalıydı.
Banyo kapısından geçip kapıyı kilitledikten sonra üzerimdeki kıyafetlerden kurtuldum. Yaklaşık on gündür duş bile almıyordum ve bir anca toparlanmak istiyorsam yıkanmalı, kendime gelmeliydim.
Banyoda benim için her şey vardı. Şampuanlar, saç kremleri, duş jeli, havlu, bornoz gibi daha birçok şey dolaplarda mevcuttu. Poyraz’a bir kez daha minnet ederek kendimi ılık suyun altına bıraktım.
Yaklaşık yirmi dakika süren banyonun ardından üzerime bornoz geçirip, havluyu da saçlarıma sardıktan sonra banyodan çıkmak için kapıya uzandım.
Benim kapıyı açmamla, tam karşımdaki beyaz kapının “Çiçek!” diyerek bir hışımla açılması bir oldu. Korkuyla yerimden sıçradım. Elim kapı kolunda kalırken karşımda dikilen kişi Poyraz’dan başkası değildi. Kumral saçları her zamanki gibi dağınık değil, derli topluydu. Üzerinde kollarını iki kez kıvırdığı mavi bir gömlek, altında da krem bir pantolon vardı ve oldukça şık duruyordu.
İkimiz de birbirimize baktık. Onun yüzündeki korku dolu ifade yerini şaşkınlığa bırakırken ona boş gözlerle bakıyordum lakin üzerimde bornoz olduğunu hatırlayınca “Yavaş!” diye yükseldim.
Üzerimdekileri yeni fark ediyor olmalı ki “Pardon,” diyerek arkasını döndü hemen. Sesi mahcuptu. “Birkaç kez seslendim ama cevap alamayınca…”
“Bu sefer ölmeyi başardı herhalde bu baş belası kız dedin,” dedim lafını kendim devam ettirerek. Sesimdeki alay onu güldürmüştü. Arkası dönük kapıda dikilmeye devam ediyordu. Kapı kolunu bırakıp odanın ortasına doğru yürüdüm.
“Sende o ışığı gördüm.” Gözümü devirdim. Benimle alenen dalga geçmesi umurumda değildi. Bir süre sonra “Toparlanmış olmana sevindim,” diye devam ettiğinde sesi yumuşaktı. Bir şey demedim. Toparlanmamıştım, toparlanmaya çalışıyordum ama bunu ona söylemedim, bence o da nasıl hissettiğimi anlıyordu. Sessizliğimi sürdürmeye devam ettiğimde “Ben çıkayım, giyinince bir şeyler ye,” diyerek hareketlendi.
Kapıyı kapatacağı sırada “Dışarı çıkacağım,” dedim ve durdu. Yapmak istediğim bir şey vardı ve param yanımda değil, çantamdaydı. Çantam da ondaydı. “Eşyalarımı verirsen sevinirim.”
Onaylar mırıltı çıkardı. “İçeri gelince konuşalım,” diyerek odadan çıktı ve kapıyı kapattı.
Odada tekrar yalnız kalınca adımlarımı gardıroba doğru çevirdim. Ortadaki aynalı kapakları açınca içindeki kıyafetler arasından elime rastgele gelen bir elbise çıkardım. Alttaki ikili çekmecelerden üsttekini açınca bulduğum iç çamaşırlarını giyindikten sonra bebe mavisi, çiçek desenli dizlerimde biten ince askılı salaş elbiseyi üzerime giydim. Tam oturmuştu. Dolaptan bir çift beyaz spor ayakkabısı çıkarıp ayaklarıma geçirdim. Sırtımda salına uzun saçlarımı da havluyla kuruladıktan sonra açık bıraktım. Odada saç kurutucu var mı bilmiyordum ama hiç uğraşacak havamda değildim. Havalar zaten çok sıcaktı, kendiliğinden kururdu.
Göz altlarımdaki esrar çekmiş görüntümü görmezden geldim. Burada makyaj malzemesi yoktu. Zaten bununla uğraşacak havada değildim, o kadar da değildi.
Midemin guruldadığını hissedince odadan çıktım. Günlerdir tek tük bir şeyler yiyordum, o da Poyraz’ın zoruyla. Artık midem bile bana isyan ediyordu. Yönümü kaldığım odanın çaprazında olan mutfağa doğru çevirdim. Çok büyük bir ev değildi ama küçük de değildi, evime benziyordu. Karşımda beyaz kapılı iki oda daha vardı. Orası da oturma odası ve başka bir yatak odası olmalıydı ama hiç girmemiştim. Geldiğimden beri kaldığım odadan çıkmıyordum.
Beyaz rengine bürünmüş mutfağa girdiğimde Poyraz’ı dört kişilik beyaz, yuvarlak ahşap masanın bir köşesine oturmuş, bir şeyler atıştırırken gördüm. Berfin Hanım burada değildi. Diğer odalarda olmalıydı. Poyraz kafasını kaldırdı. Geldiğimi görünce gülümsedi. Kaşlarıyla karşısındaki sandalyeyi işaret etti. İkiletmeden karşısına geçip oturdum.
“Yesene,” dedi önümdeki servis tabağında olan kahvaltılıkları işaret ederek. İnce belli cam bardakta çay, büyük bir bardakta da portakal suyu vardı. Kahvaltıyı çaysız yapamayanlardandım. O yüzden çatala batırdığım peynir dilimini ağzıma götürdükten sonra bardağı elime alıp çayı yudumladım. Midemin uzun zaman sonra ilk kez tebessüm ettiğine yemin edebilirdim.
“Nereye gitmek istiyorsun?” diye sordu ben kahvaltıya odaklanırken. Kafamı kaldırıp gözlerine baktım. “Seni götürebilirim.”
Başımı iki yana salladım. “Kendim hallederim, sağ ol,” dedim minnetle. “Yeterince zahmet oldum.”
Kaşları çatıldı. Ama bir şey demedi. “Ben bırakırım,” dedi tekrar. “Oradan işe geçerim. Anahtar da verelim sana.”
Ağzımdaki lokmayı yuttum. “Burada artık kalmamalıyım bence,” dedim gözlerimi kaçırırken. Ona yük olmaktan utanıyordum.
Gülümsedi. “İstediğin kadar kalabilirsin,” dedi içten bir şekilde. “Gerçekten sorun değil.”
“Kendim halledebilirim.” Bakışlarımı ondan çektim ve önümdekilere odaklandım. “Hep hallettim.”
Tek kaşını kaldırıp “Evine mi gideceksin?” diye sorduğunda kafamı tekrar kaldırdım ve hızla iki yana salladım. Bunu yapamazdım. Oraya gidemezdim. O kadar güçlü değildim.
“Gidecek yer ayarlayana kadar kal o zaman.” Önündekilerden bir çatal alıp ağzına attığında artık ona bakmıyordum. Elimdeki çatalı sallayıp tabaktakilerle oynuyordum. Onu onaylar bir mırıltı çıkardım. Bunu yapabilirdim. Yeni yer ayarlayana kadar kalabilirdim en azından. Sonra kendi yoluma bakardım.
“Benimle çalışmak ister misin?” diye sordu birden. Sorusuna hazırlıksız yakalandığım için gözlerim büyümüş, öksürmeye başlamıştım. Öksürüklerim arasında kafamı kaldırmadan kaşlarımın altından ona bakıp “Ne?” diye sordum.
Şaşırmama gülerek masadaki su dolu bardağı bana uzattı. Öksürmeye devam ederken elindeki bardağı aldım. “Benimle çalış,” dedi suyu yudumladığımda. “İşinde iyisin, biraz araştırdım seni,” dediğinde kaşlarım çatıldı. Bardağı masaya bıraktım. Öksürüğüm kesilmişti. “Kızma hemen. Kişisel bilgilerin senin özelin. Oraları karıştırmadım. Sadece iş performanslarına baktım.” Tepkimi merak ettiği için biraz sustu. Devam etmesi için kaşlarımla onu işaret ettim.
“Soykan Holding için çoğu projeyi sen ayarlıyormuşsun,” diye devam ettiğinde başımı sallayarak onayladım. Tuttuğunu koparabilen bir inadım vardı ve başladığım işi pek yarım bırakan birisi değildim. O şirket bana çok şey borçluydu. “Artık burada yaşayacağım, İstanbul’da. Senin de iyi bir CV’n ve bağlantıların var.” Çayından bir yudum alıp gülümsedi. “Birlikte çalışalım isterim.”
Kaşlarım havalandı. “Teklifini bana acımak gibi bir saçmalıkla yapmıyorsundur umarım?” Sorum onu şaşırttı. Açık açık böyle bir şey soracağımı beklemiyordu sanırım.
“Hayır,” dedi tebessüm ederek. Elindeki çatalı masaya bıraktı ve ellerini masaya koyarak bana doğru hafifçe eğildi. “Çalışacağım insanlarla işinde iyiyse çalışırım. Teklifimi işinde iyi olduğun için yapıyorum.”
Kafamı ihtiyatla sallayıp “Peki,” diye mırıldandığımda tekrar kahvaltıma döndüm.
“Kabul ediyor musun?”
“Düşüneceğim.”
Kısa bir kahkaha attı. “Peki,” dedi. “Düşün.” Ona baktım tekrar. Beni izliyordu hâlâ. Bir şey diyeceği sırada masanın üzerindeki telefonun sesi mutfağa kapladı. İstemsizce bakışlarım ekrana kaydığında arayan kişinin Aylin adlı birinin olduğunu gördüm. Poyraz arayan ismi görünce yüzündeki tebessümü sildi ve kaşlarını çattı. Sanırım hoşlanmadığımı biriydi.
Telefonu eline alıp ayaklandı. “Ben geliyorum şimdi,” diyerek mutfaktan çıktı. Arkasından bakakalsam da düşünmemeye çalıştım. İşiyle ilgili bir şeyler olabilirdi veya özel hayatı. Onu tanımıyordum. Ortada beni ilgilendiren bir durum yoktu.
Kahvaltıma geri döndüm. Çayım bitince tam doldurmak için ayaklanıyordum ki “Dur kalkma Elvin kızım,” dedi birden mutfağa giren Berfin Hanım. Eliyle başındaki örtünün iki yanını çekip bana doğru yaklaştı ve elimdeki bardağı aldı. Boyu omuzlarıma geliyordu. Hafif kilolu, yanakları tombul çok tatlı bir kadındı. Bu bir haftada benim kaprislerimle az uğraşmamıştı. Bebeğimi kaybettiğim için bu halde olduğumu biliyor ve bana anlayışla yaklaşıyordu. Bana baktığında yüzünde hep bir hüzün vardı.
Bardağıma çay doldurduktan sonra önüme koyduğunda ona tebessüm ederek teşekkür ettim. “Biraz da olsa kendini toparlamana sevindim güzel kızım,” dedi saçlarımı okşayarak. Saçlarımın üzerindeki elleri beni ağlatabilirdi. Gözlerimin dolduğunu hissetmiştim. Anne sıcaklığı vardı avuçlarında ve ben yıllardır bunu hiç hissetmemiştim.
“Deniyorum,” dedim çatallı sesimle. “Size de zahmet verdim Berfin Hanım. Kusura bakmayın.”
Kaşları çatıldı. “Ne zahmeti güzel kızım, olur mu öyle şey? Hem hanım da deme bana, Abla de, teyze de.” Gülümsediğinde ellerini saçlarımdan çekip önümdeki boşları topladı. “Akşam için istediğin yemek var mı yapayım?”
Dudaklarımı büzdüm. “Siz takılın kafanıza göre Berfin Ha-” dediğimde kaşları çatıldı. “İş yüzünden resmiyete alıştım biraz,” dedim gülerek. “Berfin Abla.”
Elini beline koydu. “Heh,” dedi keyifle. “Böyle işte. Abla de… Biber dolması sever misin?”
Çayımı yudumlayıp “Severim,” dedim kafamı sallayarak. “Uzun zamandır yapmamıştım.”
Kafasını keyifle salladı. “Akşama yapayım da parmaklarını ye.” Sanki bir sır vermek istermiş gibi bana yaklaştığında istemsizce gülümsedim. “Poyraz oğlum da pek bir sever benim dolmaları. İstanbul’a her geldiğinde isterdi.”
Ayaklandığımda “Akşam onu da çağıralım o zaman,” dedim. Sanki kendi evimmiş gibi çağıralım demem komikti. Ama Berfin Abla için söylediğim normal geliyordu. “Olur valla güzel kızım,” dedi kafasını sallayarak. Oldukça keyifli duruyordu. “İyi düşündün.”
Artık gitmek istediğim yere gitmek istiyordum. Bugün yeni bir ben yapacaktım. Önümdeki tabağı mutfak tezgahına koymak için hareketlendim ama Berfin abla izin vermedi, elimdeki tabağı aldı. Kendi halledeceğini söyleyip benim de odamda dinlenmemi istedi. Ona daha fazla oturmak istemediğimi dışarı çıkacağımı söylediğimde ise sevindi. Hava almanın bana iyi geleceğinden emindi.
Mutfaktan çıkıp Poyraz’a bakacağım sırada kaldığım odanın karşısındaki odadan sesi geliyordu. Oldukça da sinirli duruyordu. Kapıya yaklaştığım sırada “Babamın söyledikleri umurumda bile değil, Aylin!” diye sinirle yükseldiğinde durduğum yerde irkildim. “Seninle evlenmeyeceğimi söyledim.” Evlenmek mi? Bir süre sustu. Telefondaki kişi konuşuyor olmalıydı.
“Sen beni sevmiyorsun. Sevseydin aldatmak gibi bir hata yapmazdın. İş dışında beni arama artık!”
Daha fazla orada durmamam gerektiğini düşünerek kaldığım odaya gittim. Onu dinlemiş olmam doğru değildi ama merakıma yenilmiştim. Yatağın üzerine otururken zihnimde söyledikleri canlanıyordu. Evlenmekten bahsetmişti. Bana evlilik teklifi ettiğinde benimle dalga geçmemesini ve sevdiği varsa onunla evlenmesini söylemiştim. O ise boşanacak biriyle evlenmek istediğini belirtmişti. Aldatılmıştı ve telefonda konuştuğu kişi de onu aldatan kişi olmalıydı. Aylin.
Kafamı hızla iki yana salladım. Aklımın ucundan geçenler çok yanlış yola sapmak üzereydi. Onlardan çabucak kurtuldum ve tekrar ayaklandım. Banyoya gidip ellerimi yıkadıktan sonra dolaptan bulduğum tarakla saçlarımı taradım. Banyoda başka işim kalmayınca kendimi odaya geri attım. Artık gerçekten hava almam gerekiyordu. Kapıyı açtığım sırada karşıdaki kapı da açılmıştı. Göz göze geldiğimizde yüzündeki ifade anında silindi ve gülümsedi.
Kafasını yana yatırarak “Gidelim mi?” diye sorduğunda sadece başımı salladım.
Mutfağın yanındaki kapıya uzandı. “Sen aşağı in, Harun aşağıda. Ben de ellerimi yıkayıp geleceğim şimdi,” diyerek içeri girdi. Omuz silkip Berfin ablaya çıkacağıma söyledim ve mutfağın karşısındaki beyaz çelik kapıyı açarak evden dışarı çıktım.
Asansöre binince zemin kata bastım. Birkaç saniye sonra kendimi aşağıda buldum. Grinin açık tonlarında yapılmış fayansları incele inceleye apartmandan çıktım. Çıkar çıkmaz demir kapının ardından kalçasını siyah arabaya yaslayarak telefonuyla ilgilenen Harun ile karşılaştım. Siyah saçları alnına dökülüyordu. Beyaz bir gömlek ve siyah bir pantolon giymişti. Bakışlarımı ondan çekip gökyüzüne baktım. Dışarısı günlük güneşlikti. Havada tek bir bulut yoktu ve masmaviydi. İçime temiz havayı çektikçe ferahladığımı hissettim. Ama sonra yüzümdeki gülümseme silindi. Hâlâ gülmeye hakkım yokmuş gibi geliyordu.
Dalgın bakışlarımdan Harun “Elvin Hanım!” diyerek bana seslendiğinde çıktım. Kafamı eğip ona baktığımda gülümseyerek elini salladığını gördüm. Gülümsemesine karşılık vererek ona doğru yürüdüm ve bahçe kapısından çıktım.
“Selam,” dedim karşısında durduğumda.
“Merhabalar, sizi böyle görmek ne güzel.” Telefonunu cebine koydu. “Dışarı çıkacakmışsınız. Uçuruma randevu aldıysanız önden haber verin, ona göre tedbir alalım.”
Kafamı iki yana sallayıp gözüm devirdim ama istemsizce gülümseme kaçtı dudaklarımdan. Trajikomik bir haldeydim. “Onu sonraya saklıyorum,” dedim alayla ama bunu dediğim an yüzü kireç kesildi. İnanmış olamazdı. Olamazdı değil mi?
“Şaka,” dedim gülerek ama hâlâ kaşları çatıktı. Başımı omzuna yaslayıp “Gerçekten şaka,” diye ekledim sevecen bir şekilde ama hâlâ inanmıyordu.
Kafasını iki yana sallayıp kendine geldi. “Sizin şakalarınız komik değil Elvin Hanım. Lütfen bir daha yapmayın,” dedi ama artık o da gülüyordu. “Korkutuyorsunuz beni.”
Gözlerimi büyütüp ona baktım. Sert, otoriter, işte herkese korku salan Elvin bakışımı ona attığımda yutkunup geri çekilmek istedi ama arabanın önünde olduğu için gidecek yeri kalmamıştı. “Niye öyle bakıyorsunuz?” dediğinde bir kez daha yutkundu ve âdemelması belirginleşti.
Başımı omzuna yatırıp “Nasıl bakıyormuşum?” dedim dudaklarımdaki sinsi gülümsemeyi büyüterek. Sesimdeki tatlılık yüzümde yoktu ve bu onu daha da korkuttu.
“Bir kaşık suda boğacakmışsınız gibi.”
Ellerimi arkamdan birleştirdim. Başımı tekrar dikleştirip “İş yerinde benden çok korkuyorlardı,” dediğimde sevecen bir şekilde iki yana sallandım. “Oysa çok tatlı birisiyimdir.” Sesim oldukça sevimli çıkmıştı. Ama o bundan da korktu.
“Korkan kesime hak veriyorum.” Elleriyle saçlarını karıştırdı. “Bakışlarınız ürkütücü.”
Kahkaha attım. “Bu bakışım sayesinde iş yaptırıyordum. Disiplinsiz insanlardan nefret ederim.” Ellerimle saçlarımı karıştırdım ama hâlâ ıslaklardı. “Onlar da beni pek sevmezdi. Şimdi arkamdan gülüyorlardır, dalkavuk ucubeler.”
Poyraz’ın gülme sesini işitince ona döndüm. Geldiğini fark etmemiştim. Söylediklerimi duymuş olmalıydı ve hoşuna gitmişe benziyordu.
“Kesinlikle birlikte çalışmalıyız,” dedi keyifle ellerini ceplerine yerleştirerek. Harun ise duyduklarıyla gerilmişti. Benimle çalışmaya korkmuş gibi duruyordu. Keyiflenmedim desem yalan olurdu.
“Harun için kabul edebilirim,” dediğimde ikimiz de güldük. Bu kadar korkmasının sebebinin Poyraz’ın beni araştırmasına bağlıyordum. O da benim hakkımda bir şeyleri öğrenmiş olmalıydı. Sadece kişisel asistanlık yapmıyordum, ana departmanın işleyişini de kontrol ederdim ve düzgün çalışmayan herkese kan kusturuyordum. Hatta şirkette bir lakabım da vardı. Beni her gördüklerinde Cehennem Meleği geliyor, diyerek panikle işlerinin başına dönerlerdi. Eh, en azından melek gibi olduklarımı kabul ediyorlardı. Bu da bir şeydi.
“Bence bana acımalısınız,” dediğinde sesindeki yalvarışa kahkaha atacaktım. Kaçamak bakışları Poyraz’ı buldu. “Poyraz abi beni mahvediyor zaten.”
“Bana ne derlerdi bilir misin Harun?” dedim arabaya doğru hareket ederken. Arka kapıyı açıp onlara baktım. Her ikisi de diyeceğimi merak ediyor gibiydi. Kafamı yan yatırıp gözlerimi kıstım ve dişlerimi göstererek gülümsedim. “Yakında öğrenirsin.”
Arka koltuğa oturduktan sonra kapıyı ardımdan kapattım. Poyraz söylediklerime kafasını sallayıp gülerken ön tarafa geçti. Harun da beti benzi atmış şekilde şoför koltuğuna geçti. Çok tatlı bir çocuktu. Ani tepkileri beni güldürüyordu.
Arabayı çalıştırdığında Poyraz’a doğru “Çantamı istiyorum,” dedim. Arkasını dönerken gözlerini kıstı. Harun ise bir şey demiyordu. En son çantamı onlardan aldığımda kendimi bir uçurumdan atmaya düşünüyordum ama şimdi öyle bir delilik yapmak gibi bir düşüncem yoktu. Önceliğim bedel ödetmek olacaktı.
Harun Poyraz’a dönüp “Abi bence verme,” dedi homurdanarak. Poyraz hâlâ bana bakıyordu. Tekrar “Çantam,” dediğimde önüne döndü ve torpidodan çıkardığı çantamı bana uzattı.
Harun kendi kendine inşallah bu sefer başka uçurumlara vize almak zorunda kalmayız tarzında bir şeyler söylüyordu ama onu umursamadım. “Evimin yakınlarından geçiyorsanız beni orada bırak,” dedim sadece.
Poyraz tek kaşını kaldırıp “Evine gitmeyeceğini söylemiştin,” dediğinde daha çok sorar gibiydi. Zaten oraya gitmek gibi bir düşüncem yoktu.
“Gitmeyeceğim zaten.” Omuz silktim. “Her zaman gittiğim bir kuaför var, oraya gideceğim. Saçımı başkalarına emanet edemem.” Ellerimi saçlarıma götürdüm. Onları hüzünle okşadım. Çok uzunlardı.
Harun, “Kadınların kuaför takıntısı çok tuhaf,” diye mırıldandı kendi kendine. Bakışları yoldaydı. “Hande de böyle. Başka kuaföre git demiştim bir kere, beni evden atıyordu.”
Poyraz onun söylediğine güldü. “Yaprak ve Ceyda da öyleler,” dediğinde meraklı bakışlarım ona döndü. O ise önüne bakıyordu. Ceyda dediği doktorum Ceyda Hanım olmalıydı. Yaprak da kardeşi miydi?
Ablası vardı. Bir tek bunu biliyordum çünkü o uçurumun başındayken bana neden yardım ettiğini sorduğumda ablasının söylediğini söylemişti. Ablası da annem gibi intihar etmişti. Onun için gerçekten çok üzülmüştüm. Ablasını da o noktaya getiren şey korkunç bir şey olmalıydı. Çünkü intihar, bir şeylerin son noktasıydı. Biri intihar etmek istiyorsa ya aldığı nefes batıyordur ciğerine ya da dar geliyordu bu dünya ona. Kocaman bir yerdesin ama sığamıyorsun. Sana birkaç beden fazla geliyordu yaşamak. Ölüm son çarenmiş gibi hissediyorsun. Ölürsen kurtulursun. Ölürsen gerçek anlamda nefes alırsın ve ölürsen belki artık rahat yaşarsın. Son noktadasın. Böyle hissediyordun.
Ben de yaklaşık on gün önce o noktadaydım lakin hayatıma yeni bir yol açılmıştı ve o uçurumun başından ayrılmıştım. Beni geldiğim son noktadan kurtaran yeni bir duygu vardı artık: intikam.
İntikam almak istiyordum.
Herkesten ve her şeyden.
Yol boyunca bir daha konuşmadım. Onlar iş hakkında sohbet ederken sadece yolu izledim. Bir süre sonra da ineceğim yere varmış ve Harun’dan durmasını istemiştim. Her ikisine de teşekkür ederek arabadan indim. Gideceğim sırada Poyraz beni durdurdu ve bir sorun olursa aramamı istedi. Kendisinin beni sık sık arayacağına emindim. Yine kaçıp gideceğimi aklından geçirmiş olmalıydı. Bana karışma hakkının olmadığını bildiği için de hareketlerime laf edemiyordu. Çünkü ikimiz de birbirimizin hayatında yeri yoktu ama onu arkadaş olarak görecekmişim gibi hissediyordum.
Yanlarından ayrılmadan önce de bana bir anahtar verdi. Berfin abla evde olsa da yanımda bulundurmamı istedi. Evin konumu için de mesaj atacağını söyledi. Ona tekrar teşekkür edip yanlarından uzaklaştım ve her zamanki kuaförüme doğru yol aldım.
Evet, gerçekten kuaföre gidecektim ve hayır, bu sefer kaçmak gibi bir düşüncem yoktu. Bebeğimin nefesini alanların nefessiz kalmış gibi hissetmesini sağladıktan sonra yoluma bakmaya çalışacaktım. Ondan önce de anneme benzeyen yanlarımı silecektim. O gün, uçurumdan biri atladı. Atlayan anneme benzeyen kırılmış yanımdı. Atlayan bebeğini kaybeden anne Elvin'di. Bana kalan öfkeli Elvin’i yeniden şekillendirecektim.
Kuaför salonuna adımımı attığımda her zaman benimle ilgilenen Gaye Hanım’la bakışlarımız kesişti. Küt saçları bu sefer sarının açık bir tonundaydı. Saçlarını arada değiştirmeyi seven birisiydi. Otuzlarının sonunda genç ve alımlı bir kadındı, oldukça da sıcakkanlıydı. Yüzünden hiç eksik etmediği gülümsemesiyle hemen yanıma yaklaştı. “Hoş geldin, Şekerim,” dedi keyifle, elindeki telefonu üzerindeki beyaz önlüğün ön cebine koyarak. “Ne zamandır yoksun.”
“Merhaba, hoş buldum,” dedim gülümseyerek. “İşler, güçler.”
Kolumu tutarak beni kuaför aynaların önüne doğru çekiştirdi. Boyu benden beş santim kadar uzundu. Kafamı hafifçe kaldırıp ona baktım ve hareketlerine ayak uydurarak peşinden ilerledim. Hayatımın her köşesinde herkesle profesyonel şekilde çalışır ve diyalog kurardım ama Gaye Hanım’ın sıcak tavrına sadece gülümserdim. Eski iş yerimde benim böyle yaptığımı görseler ağızları bir karış açık kalırdı çünkü bu tavırlarından zerre hoşlanmadığımı bilirlerdi ama orası işti. İşte ciddi olmam gerekirdi. İş dışında çalışan bir insan değildim ve biraz da olsa rahat davranabilmek istiyordum.
Aynanın karşısına oturduğumda ellerini omzuna yasladı ve aynadan beni inceledi. “Berbat görünüyorsun,” dediğinde ikimiz de güldük. Bunu biliyordum. “Önce saçlarını halledelim, makyajını da yapacağım.”
“Aslında…” dediğimde duraksadım. Buraya geldiğimde sadece saçlarımın uçlarından aldırır, bakım yaptırırdım ama bu sefer başka bir şeyler yapmak istiyordum. “Saçlarımı hem kesmek hem de boyamak istiyorum.”
Kaşları havalandı. “Boyamak?” dedi. Şaşkındı. Saçlarıma asla boya sürmek istemediğimi biliyordu. “Emin misin, Şekerim?” Dudaklarımı birbirine bastırırken kafamı aşağı yukarı salladım.
Ellerini omuzumdan çekti. “Peki,” dedi gülümseyerek. “Ne renk istersin?” Kendisi insanı tek bakışından anlayan biriydi ve benim de bir şeylerim olduğunu, her kadın gibi üzülünce saçlarıma yöneldiğimi düşünüyor olmalıydı. Belki de aşk acısından yaptığımı düşünüyordu. Oysa ben anneme benzemek istemiyordum artık.
“Koyu kestane olsun,” dedim, bana yakışırdı. “Bir de perçem istiyorum. Saçlarımı da çok kısaltmayacağım ama uzun da olmasın. Omzumdan bir karış kadar uzun olsa yeterli.”
Onaylar bir mırıltı çıkardıktan sonra gülümsedi ve “Sen nasıl istersen şekerim,” diyerek bana göz kırptıktan sonra yanımdan uzaklaştı. O gidince aynadaki görüntümle baş başa kaldım. Yan tarafta da başka müşteriler saçlarını kestiriyordu. İşlek bir yerdi.
“Aşk mı?” dedi birden yan tarafta saçlarını yaptıran otuzlarının sonlarında görünen bir kadın. Kaşlarım çatılırken ona döndüm. Bana mı soruyordu?
“Efendim?”
“Aşk mı saçlarını kestirmene sebep olan şey?” Aynadan bana baktığında gülümsüyordu.
Kafamı iki yana salladım. “Hayır,” dedim. “Nefret.”
“Nefret de aşk kadar güçlü bir duygudur. Hatta bazen aşktan bile daha güçlüdür. O yüzden dikkat et güzel kız,” dediğinde düşüncelere dalmış gibiydi. Sanki kendi içinde bir savaş veriyordu. O an, onun da nefretle boğulmuş olduğunu düşündüm. “Nefret kendini kaybetmene sebep olmasın.”
Ona dönmedim ama aynadan gülümsedim. “Beni dik tutan tek şey nefretim.” Görkem ve ailesinden nefret ediyordum.
“Dik durmak için ona medet umarsan, bir gün seni boyunduruğu altına alır. Bunu sakın unutma.” Sonra ayaklandı. Saçı bitmişti. Kızıl saçlarını kısaltmıştı. Bana döndüğünde yüzündeki tebessüm hâlâ duruyordu. “Perçem güzel yüzüne yakışır ama,” dedikten sonra kafasıyla selam verip yanımdan uzaklaştı.
Tuhaf bir andı.
Gaye Hanım geldikten sonra üzerime bir şey geçirerek işlemlerine başladı. Saçımın arasından makas geçince gözlerimi sıkıca kapattım. Saçlarımı en çok Görkem severdi. O sevdiği için saçlarımdan bile nefret ediyordum artık. Saçlarım kısaldıkça da hafiflediğimi hissediyordum.
İşlem boyunca sessiz kalmıştım. Gaye Hanım konuşmaya çalışsa da onu geçiştirdim. Keyfim yoktu. Hâlâ iyi değildim. Sadece iyiymiş gibi yaparak iyi olmayı öğreniyordum. Bunu sürekli yapardım. Korkuyorsam cesur gibi davranırdım. Cesur gibi yapa yapa cesur olmayı öğrenmiştim. Güçlüymüş gibi yaparak güçlü, sakinmiş gibi yaparak da sakin olmuştum. Ben hep gibi yaparak öğrenmiştim bir şeyleri ama bir türlü mutlu olmayı öğrenememiştim. Mutluysam gerçekten mutlu olduğum için mutlu olurdum. Şimdiyse mutsuzken mutlu olmayı öğretmeye çalışıyordum kendime.
Saç kesimi bittikten sonra saçımın şeklini gerçekten beğenmiştim. Kısa değildi. Hâlâ şekil verilebilirdi ve perçemler gerçekten çok yakışmıştı. Şimdi en korktuğum nokta kalmıştı. Anneme benzeyen renkleri silecektim. Gaye Hanım tekrar emin olup olmadığımı sordu. Hiç düşünmeden evet dedim. Düşünürsem reddedeceğimi biliyordum.
Boyama işlemi resmen birkaç saat sürmüştü. Şu an ise aynadaki kızı tanıyamıyordum. Bu ben miydim gerçekten? Koyu kahve saçlar, alnımdaki perçemler ve omzumun bir karış altına gelen saçlarla bambaşka biriydim ama güzeldim. Gerçekten güzel olmuştum. Yenilendiğimi hissediyordum.
Gaye Hanım büyülenmiş gibi bana bakıyordu. “Kız gerçekten çok yakıştı, ellerim yaptı demiyorum mis gibi iş çıkarmışım.” Söyledikleri beni güldürdü. Elleri omzuna gittiğinde o da güldü. “Malzeme de güzel olunca ortaya müthiş bir iş çıkıyor. Takıl sen bir süre böyle. Bak çok ciddiyim.”
“Ben de beğendim. Elinize sağlık.”
“Makyaj da yapalım, daha iyi görüneceksin.”
Onu tam reddedeceğim sırada yan taraftaki duvara asılmış ekranda duyduğum isimle bakışlarım o yöne döndü.
“Evet sayın seyirciler. Şimdi de kameralarımız karşısında ünlü iş adamı Görkem Soykan var. Güzeller güzeli eşi Didem Soykan’la geçtiğimiz haftalarda muhteşem bir düğünle evlenen Görkem Soykan, düğününde de büyük iş anlaşmalarına da imzayı attı. Soykan ailesi yeni projeler için oldukça heyecanlı görünüyor. Peki Görkem Bey, şimdiki hedefiniz neler?”
Görkem'in üzerinde gri siyah şeritli bir takım elbise, siyah bir gömlek vardı. Onu en son gördüğümden daha iyi görünüyordu. Hastaneye geldiğinde gözleri şiş ve kızarıktı. Şimdi ise oldukça şık ve keyifli duruyordu. Midemin bulandığını hissettim. Yanında da üzerinde dizlerinde biten kırmızı bir kalem elbise olan Didem vardı ve Görkem’in bir eli onun belindeydi. Eşi Didem Soykan demişti kameramanlardan biri. Demek ben gittikten sonra rahat rahat evlenmişlerdi, hem de beni o halde gördükten sonra. Üstelik utanmadan da yanıma gelmişti.
Aklım başıma geldiğinde bir şeyleri yavaş yavaş anlayabiliyordum. Bebeğimi öldüren Görkem değildi. O yapmazdı. Bana kıyamamak gibi bir düşünceyle söylemiyordum bunu. Onun için bile fazlaydı ve hem o korkaktı. Cesaret edemezdi. Yapamazdı böyle bir şey. Bunu yapabilecek tek bir kişi tanıyordum.
Feyza Soykan. Görkem’in annesi.
Emindim. Bunun altında kesinlikle onun parmağı vardı ve beni bugüne kadar hiç sevmemişti. Düğün iptal edilince mutluluktan havalara uçtuğuna yemin edebilirdim. Ortada bitmesi gereken son şey de bendim onun için. Çünkü hamile olduğumu biliyordu. Hem benden hem de bebeğimden kurtulmak istemişti. Onları mahvedecektim. Önce bu düşüncemin doğru olup olmadığını öğrenmem gerekiyordu. Sonra planlarımı ona göre şekillendirecektim.
Görkem bir şeyler demişti ama hiç birini dinleyememiştim. En son “Mutluyuz, Didem gerçekten mükemmel bir eş,” dediğini duyar gibi oldum ve hemen yerimden ayaklandım. Ciddi anlamda artık kusacaktım.
Gaye Hanım tuhaf hareketlerime anlam verememişti. Ona makyaj yapmak istemediğimi söyleyip kasaya yöneldim ve ödemeyi yaptıktan sonra kendimi kuaförden dışarı attım. Çıkmadan önce iyi olup olmadığımı sordu, iyi gibi yaparak onu geçiştirdim.
Uzun zamandır uğramadığım Osantus Kafe’ye doğru ilerlerken gözlerim dolmaya başlamıştı. Ağlamak istemiyordum ama kendime de engel olamıyordum. Canım hâlâ yanıyordu. Bebeğim yoktu ama onlar mutlu olmaya devam ediyordu. Bebeğimin öldüğünü biliyordu. Biliyor ama o kameraların karşısında keyifle poz kesebiliyordu. Ondan nefret ediyordum.
Bir şeyi düşünerek yapınca hep mantığımı kullanırdım ve ben şu an yapacağım hareketimde mantığımı kullanmak istemediğim için adımlarımı bir köşede durdurup hızla telefonumu çantamdan çıkardım. Telefonu açtığım sırada yere küçük bir kağıt düştü. Mesajı attıktan sonra onu bakmayı planladıktan sonra elim tuşlara gitti.
Eğer teklifin hâlâ geçerliyse… (12.32)
Seninle evlenmeyi kabul ediyorum. (12.32)
Aklımı kaçırdığımı düşünüyordum. Ama umurumda bile değildi artık. Ok yaydan çıkmıştı. Eğer o da kabul ederse onları bitirecektim. İçimde biriken öfkeyi derin bir nefes alarak atmaya çalıştım ama hiçbir halta yaramadı. Sonra eğilip yere düşen küçük kağıdı aldım ve onu yerden almamla deli gibi ağlamaya başlamam bir oldu.
Elimdeki küçük kare kağıt, bebeğimin ilk ve son fotoğrafıydı.
***
Poyraz Karaaslan
İnsan hayatta çok fazla seçim yapar ve yaptığı seçimlerin sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda kalır. Yanlışsa da onun yanlışıydı ve bunu kabul etmek zorundaydı.
Aylin de beni aldatmayı seçmişti. Şimdi de o seçiminin getirdiği sonuçlara katlanacaktı. Düğün olmayacaktı ve bu sikik ortaklık umurumda bile değildi. Poyraz Karaaslan’dım ben. Tek bir iş anlaşmasına bel bağlayacak kadar aklımı kaçırmamıştım. Ankara’da çalıştığım süre zarfında çok fazla insandan iş teklifi almıştım. Şimdi de işimi İstanbul’a taşımıştım. Her şey sadece benim istememe bakardı. Kimse kararlarıma karışamazdı.
Babamla iki ay boyunca verdiğim karar yüzünden her gün evde kavga ettik. İş anlaşması olmayacağı için aklını kaçırmıştı ama umurumda bile değildi. Çocuk Poyraz yoktu karşısında. Beni yönetemezdi. Bu fikri aklından çıkarmalıydı. Kararlarıma ayak uyduracaktı o da, tıpkı herkes gibi.
Toplantıda çalışanlar yeni projeler hakkında sunumlarını anlatırken onları dinliyordum. Karaaslan holding her alanda çalışırdı. Çok farklı dinamiklere sahip totalde sekiz alana hizmet veriyor, yurt içi yurt dışı satışlarıyla büyük kazanç sağlıyorduk. Dedemin bana bıraktıklarıyla ve yurt dışı deneyimimle de çok fazla işe imzamı atmıştım. Şimdi de Bursa’da yapılacak yeni bir otel projesi üzerinde tartışıyorduk. Turizm sektöründe de çalıştığımız için Türkiye’nin en büyük tatil merkezlerinden biri olan Uludağ’da yapılacak yeni bir otel, bize çok fazla kazanç sağlayacaktı ve ben o projenin yatırımcısı olacaktım.
Otelin ana hatları ile ilgili yapılan konuşmayı dinlerken bir yandan da telefona bakıyordum. Babaannem yine tüm evi ayağa kaldırmıştı. Düğünü iptal ettiğim için bana kızgındı. Aldatıldığımı söylediğimde de bu sefer babama öyle bir kızla beni evlendirmeye çalıştığı için kızmaya başladı ama artık evlenmek istemediğimi belirttiğimde okları tekrar bana çevirmişti.
Harun’a gidip eve bakmasının istedim. Kafam çok yoğunken bir de kaos çekecek halde değildim. Yaşlı insanların birini evlendirme merakını anlamıyordum. Evlenmesem ne olacaktı? Bu hayatta herkes evlenmek zorunda değildi. Evlilik herkesi mutlu etmeyebilirdi. Elvin evlenecekti ama hayatı kaymıştı. En büyük örnek oydu.
Elvin.
Çiçek.
Solmaması gereken bir çiçek.
Son on gündür ölü gibiydi. Bir evlilikle başlayan hayatı yerle bir olmuştu. Onu o uçurumun başında gördüğümde aklımı kaçıracakmışım gibi hissetmiştim. Sanki o değil, ablam vardı orada ve sanki birazdan ablam atlayacaktı. Ben de karşısında on iki yaşındaki Poyraz olmuş, hiçbir şey yapamıyordum. Kendimi o kadar çaresiz hissettiğim başka bir an hatırlamıyordum. Ablam gittiğinde bile.
Gerçeği öğrendiğinde yıkılmıştı. Kim olsa yıkılırdı. On gündür durmadan ağlamıştı. Doğru düzgün ne konuşuyordu ne bir şeyler yiyordu. Zorla ağzına yiyecek bir şeyler tıkıyordum. Benim ona yardım etmem onu daha da kötü hissettirdiğini biliyordum ama biri elini tutmazsa kendine bir şey yapacak kadar kendinde olamayacağından emindim. Hayatımın bir köşesinde var olduysa, artık hayatımda olan bir insandı ve ben, hayatımda olan insanlar kötü bir haldeyse onları görmezden gelecek biri değildim.
Onu görmezden gelmeyecektim.
Bugün iyiydi. Toparlanmış, biraz da olsa kendine gelmişti. Odasına ilk gittiğimde defalarca seslenip ses alamadığımda çok korkmuştum. Çünkü kendine bir şey yapabilecek potansiyeli vardı hâlâ. Psikologla görüşmeyi reddediyordu. Ama odaya girdiğimde ve onu duştan çıkarken gördüğümde neye uğradığımı şaşırdım. Gerçekten büyük bir şok anıydı. Sonra gülümsedim. Savaşması hoşuma gitmişti. Bir şeyler için çabalıyordu.
Şimdiyse bir kuafördeydi ve ne yapacağını kestiremiyordum. Bir yerden sonra hayatına müdahale edemezdim çünkü o bir bireydi ve kendi kararlarını kendi verebilirdi. Ben herhangi biriydim. Sadece sağlıklı düşünemediği yerlerde ona yardımcı olmaya çalışıyordum.
Sunum bittiğinde herkese teşekkür edip ayaklandım. Odama gitmek için çıktığımda bana doğru gelen Aylin’i görünce kaşlarım çatıldı. Bu kız cidden laftan anlamıyordu.
Siyah saçlarını genelde açık bırakırdı, bugün tepeden bağlamayı tercih etmesi gözüme çarpan ilk şeydi. Üzerinde siyah kısa kalın askılı bir elbise, esmer teninde de hafif bir makyaj vardı. Aylin güzel kızdı.
“Konuşalım mı?” diyerek yanımdan geçti ve odama doğru ilerledi.
Arkasından öfkeyle soluyarak ilerlemeye başladım. Odama girer girmez kapıyı arkamdan kapattım ve gözlerimi ona diktim. Büyük bir odam vardı. Karşılıklı yerleştirilmiş siyah deri koltuklar, büyük bir çalışma masası, duvarlara yapıştırılmış büyükçe dolaplar ve içlerinde dosyalarla oldukça kalabalıktı. Bir köşede ayrı bir toplantı masası vardı, Dışarıya bakan boydan boya camla kaplıydı ve bütün İstanbul’u ayaklar altına seriyordu. Deniz manzarası belki de en güzel yanıydı. Boğulduğumu hissettikçe ona bakarak rahatlıyordum.
“Derdin ne?” dedim masama doğru ilerleyip koltuğa otururken. Sinirle attığı kahkahası odaya kapladı. Sakin ses tonum onu çıldırtıyordu.
“Derdim ne mi?!” dedi ellerini öfkeyle kaldırarak bana döndüğünde. “Derdim sensin aptal herif! Bak…” diye devam etti saçlarının bir tutamını kulakları arkasına sıkıştırarak. “Sinirlisin anlıyorum, kızgınsın onu da anlıyorum. Büyük bir hata yaptığımın farkındayım ama her şeyi böyle tek kalemde silemezsin. Yıllarca yaptığımız…”
Konuşmasından sıkılmıştım. “Yıllarca olan şey senin tek hatanla bitti ve bu hatanın affı yok, Aylin,” dedim sıkılmış bir tavırla. Önümdeki dosyaları karıştırmaya başladım. Kafamı kaldırmadan gözlerimi ona diktim. “Anladın mı?”
Gözleri dolmaya başlamıştı ama umursamadım. Eskiden olsa yanında biterdim. Şimdiyse kendi halledecekti. Yanında olmayacaktım. “Poyraz…” dedi çatallı bir sesle. “Seni seviyorum ben.” Yanıma yaklaştı ve ellerini boynuma sardı. “N’olur affet beni.”
Gözlerimi sakinleşmek adına kapattım. ”Çık dışarı,” dedim fısıltıyla ama oralı bile olmadı. “Aylin, çık.”
Kollarını boynumdan ayırıp çenemi tuttu ve yavaşça kendine doğru çevirdi. Göz göze geldik. Ela gözlerini hep sevmişimdir. Işıkta sürekli farklı tonlara bürünürdü. Şimdi ise o gözlere bomboş bakıyordum. Bana doğru biraz daha eğildi. Çenemdeki eli diğer eliyle yüzümü sardı. Dudaklarını dudaklarıma doğru götürdüğünde kafamı çevirip ayaklandım.
“Çık dedim, Aylin.” Dişlerim arasından konuştum. Havada kalan elleriyle bana hayal kırıklığına uğramış şekilde bakıyordu ama umursamadım. Yaptığı hatanın telafisi olmayacağını anlamalıydı.
Öfkeyle yanımdan uzaklaştı ve koltuğun üzerindeki çantasını sinirle aldı. “Yine konuşacağız,” diyerek odadan çıktı. Kapıyı sert bir şekilde çarpması sadece gözümü devirmeme neden oldu. Yüzsüzlükten başka bir şey değildi bu yaptığı.
Bana yaklaşma çabasının, güzelliğiyle aklımı bulandırmak istemesinin tek sebebinin babası olduğunu biliyordum. Gözüm açılmıştı. Artık her şeyi daha net görebiliyordum. Bu aptal düğün olmadan gerçekleri gördüğüm için mutluydum. O ise kendini sadece küçük düşürüyordu. Bir hata yaptıysa arkasında durmalı ve yoluna bakmalıydı. Bu saatten sonra ikimizin de yan yana yürüyebileceği bir yol yoktu.
Tekrar koltuğa oturduğumda başımı arkama yaslayıp gözleri kapattım. Bir süre o şekilde durduktan sonra telefondan gelen bildirim sesiyle cebime uzandım. Harun dönüş yapmış olmalıydı. Telefonu çıkarıp gelen mesaja baktım ve bakmamla telefonun masaya düşmesi bir oldu.
Çiçek: Eğer teklifin hâlâ geçerliyse… (12.32)
Çiçek: Seninle evlenmeyi kabul ediyorum. (12.32)
Telefonu tekrar elime alıp gelen mesajı birkaç kez daha okudum. Yanlış görmüyordum. Neden böyle bir şeyi yazmıştı? Bir şey mi olmuştu? Başı belada olmalı ve bana bu şekilde mesaj gönderiyor olmalıydı. Başka bir açıklama bulamıyordum.
Numarasının üzerine tıklayıp onu aradım. Birkaç saniye çaldıktan sonra açılınca duyduğum ilk ses ağlama sesiydi. Kaşlarım daha da çatıldı. Hıçkırarak ağlaması hoşuma gitmemişti. “Çiçek, niye ağlıyorsun?” dedim ayaklanarak. Bir şey söylemedi. Daha da ağladı. “Bir şey mi oldu?”
“Ca-canım yan…Canım yanıyor, Poyraz. Çok… Çok yanıyor.” Neden bilmiyorum ama ona sarılmak istedim.
Masanın üzerindeki anahtarımı alıp hareketlendim. “Neredesin söyle?” diye sorduğumda kapıyı açıp hızlıca odadan çıktım. Yanıma gelen sekretere elimi kaldırıp “Sonra,” diyerek koşar adım asansöre yöneldim.
“Çiçek, neredesin?”
“Kafeye…” dediğinde burnunu çekti. “Kafeye gidecektim ama git… gitmek istemiyorum. Sahile…” Ağlaması arasında nefes alıp veriyordu. Üst üste asansörün düğmesine basıp dudum. Biraz daha gelmese küfredecektim ki sonunda açıldı. “Sahile gideceğim.” Daha sonra sesi kesildi. Asansörde olduğum aklıma gelince bir dizi küfrettim. İçerideki çalışanlar selam vermişti, sadece kafamı salladım ve bir an önce aşağı inmeyi bekledim.
Asansör otoparkta durunca hızlıca inip arabama yöneldim. Uzaktan düğmesine basıp arabayı açınca Elvin’i tekrar aradım. Birkaç kez çaldı ama açmadı. Kahretsin!
Evi işyerime uzak değildi. Hızla arabayı sürdüm. Yolda birkaç kez aradım ama açmadı. Birini mi görmüştü? Bir anda toparlanmasını beklemiyordum ama tekrar kendinden geçecek kadar ağlaması aklımı karıştırıyordu.
Birkaç kez daha aradım ama sonuç yine hiçlikti.
***
Arabayı sahil şeridinde durdurdum. Sahile geleceğini söylemişti. Etrafa göz gezdirdim. Hava güzeldi ve herkes kendini dışarı atmıştı. Koşar adım banklara göz gezdirirken deniz kokusu da burnuma ulaşıyordu. Telefonu kulağıma götürüp tekrar aradım ama sonuç yoktu.
Arkamı döneceğim sırada bir bankta omzu sarsıla sarsıla ağlayan bir kadın gördüm. Gözlerim kısıldı. Hem oydu hem değil gibiydi. Üzerindeki kıyafetler onunki gibiydi ama saçları farklıydı. Başı hafifçe yan döndüğünde yan profilinden onun olduğunu anladım ve hemen yanına gittim.
Yanına oturduğumda kafasını kaldırıp bana baktı. Değişmişti. Saçlarını kestirip koyu kestane tonlarına boyamış, ön taraflarına da farklı bir şekil verdirmişti. Çok farklı duruyordu.
“Geldin,” dedi burnunu çekerken.
Gülümsedim. “Geldim.”
“Beni hep buluyorsun.”
“Seni hep bulurum.”
Elinin tersiyle yanaklarını sildiğinde gülmeye çalıştı. Saçlarını iki yana getirip bana baktı. “Saçlarımı kestim,” dedi boğuk sesiyle. “Boyadım da. Artık ona…” dediğinde sustu. Devamını getirmedi.
Ellerimi kucağımın üstüne bırakıp dudaklarımı ıslattım. “Güzel olmuş,” dedim başımı yan yatırarak. Bu, onu gülümsetmişti. Çocuk sevinci gibiydi. Gözlerinin içi gülerken “Olmuş mu gerçekten?” diye sordu.
“Olmuş tabii, farklı hava katmış. Çiçek açmışsın.” Tekrar gözü dolduğunda “Niye ağlıyordun?” diye sordum. Sorumla birlikte tekrar ağlamaya başladı. Elini kaldırdı ve avuçları arasındakini bana gösterdi.
Ultrason kağıdı. Bebeğinin ilk ve son fotoğrafı.
Elimi destek olmak için omzuna koyduğumda kollarını birden boynuma dolayıp bana sarıldı. Boşlukta kalan elimi nefesimi bıraktıktan bir süre sonra sırtına doladım. Desteğimi hissedince daha da ağladı. Zor olmalıydı. İnsan her şeye alışırdı belki ama evlat acısı bir başka olmalıydı.
“İyi olacaksın,” dedim fısıltıyla. “Söz veriyorum.”
“Alışamıyorum. Yemin ederim ki deniyorum ama küçük bir şey gördükçe canım yanıyor. Ve o…” dediğinde sustu. Kollarını benden ayırıp kafasını iki yana salladı. “O hâlâ gülüp eğlenebiliyor. Bu fazla haksızlık.”
Görkem Soykan’dan bahsediyordu.
Kaşlarım çatıldığında “Yine karşına mı çıktı?” diye sordum çabucak.
“Hayır,” dedi kafasını iki yana sallayarak. “Televizyonda gördüm. Didemle. Mutlu görünüyorlardı. Biliyor musun,” dediğinde yutkundu. “Didem benim arkadaşımdı.” Gözlerim şaşkınlıktan büyürken o sadece güldü. “Düğünümde nedimem olacaktı.”
Daha kötü ne yaşamış olabilir dedikçe daha da kötüsü geliyordu. Bir insan arkadaşına bu kadarını nasıl yapardı. “Şaşırdın,” dedi sırtını banka yaslarken. Artık ağlamıyordu ama yaşları her an tekrar akıtacakmış gibi bir hali vardı. “İnan ben de o fotoğrafı bana ilk gösterdiğinde şaşırmıştım.”
“Hangi fotoğraf?” diye sordum gözlerimi kısarken. Kaşlarını kaldırdığında hatırla der gibi bakıyordu. O an aklıma geldi. Ona evlenme teklifi yaptığım gün Görkem Soykan’ın düğün haberiyle ilgili fotoğrafı ona göstermiştim. O an sadece fotoğrafa bakmış, beni tersleyerek çekip gitmişti. O adamın tekrar evleneceğini hem de arkadaşıyla evleneceği ilk benden öğrenmişti. Oysa o gün o kadar iyi saklıyordu ki duygularını, altından böyle bir şey çıkacağını beklemiyordum.
“Sen…” dedim gözlerimi ona dikerken. “Mesajında ciddi miydin?” Bir anlık sinirle yapmış olmalıydı ve ben böyle bir şeyi kabul edemezdim. Onu kendi oyunuma sürüklemek istemiyordum. Masum birisiydi.
Bana döndü. Tepkilerimi ölçmek ister gibi beni inceledi. Bir sonuca varamayınca da soluğunu bırakıp “Evet,” dedi. “Ciddiydim. Senin biriyle evlenmen gerek, benim de birinin işini bitirmem gerek.” Önüne dönüp güldü. “Seninle evli olmak bana bazı kapıları açacak. Biraz seni kullanacak olabilirim.”
“Onu bitirmek istiyorsan…” dedim ben de denizi izlerken. Sakin dalgalarla kıyıya çarpıyordu. “Sana yardım edeceğim ve evlenmemize gerek yok. O teklifim hataydı.”
Bana döndüğünü hissediyorum. Ayaklarımı iki yana açarak sırtımı banka yasladım. “Yardım edeceksen,” dedi dişleri arasından. “yardım alacaksın. Tek taraflı yardımını istemiyorum. Bu bana kendimi kötü hissettiriyor.”
Başımı ona çevirdim. Ciddi duruyordu. “Kötü hissettiğin için biriyle evlenemezsin.”
“Canım istiyor belki, sana ne?” Sözleri beni güldürdü.
“Sonra konuşalım. Ama önce seni eve bırakayım.”
Hevesle bana baktı. “Yani kabul ediyorsun.” Başımı eğerek salladığımda tekrar güldüm.
“Hadi Çiçek,” diyerek ayaklandım. Peşimden o da kalktı ama düşer gibi olunca hızla kollarından tuttum. “Ne oldu, iyi misin?” diye sordum telaşla. Elleri başına gittiğinde kafasını salladı ama hiç iyi gibi durmuyordu.
“İyiyim, başım döndü sadece,” Kolumdan destek alarak yürüme başladı. “Kan değerlerim düşüktü en son. O yüzden olmalı. Biraz düşünce serseme dönüyorum.”
“Hastaneye gidiyoruz,” dedim hemen. Kollarımı bıraktı. Ona baktığımda gözleri dolmuştu. Kafasını istemediğine dair iki yana salladı. “Bebeğimi orada kaybettim. Gidemem.”
Oflayarak nefesimi bıraktım. Götürürsem bana sinirlenir ve daha kötü olurdu. En iyisi eve birini getirmek olacaktı. Onu onaylayarak tekrar koluna girdim ve arabaya doğru götürdüm.
Ön koltuğa onu oturttuğumda aracın etrafından dolanıp şoför koltuğuna geçtim. Aracı onun için ayarladığım eve sürerken ikimiz de sessizdik. Elindeki kırık telefonu yeni fark ediyordum. “Ne zaman kırıldı?” diye sordum telefonunu işaret ederek.
“Seninle konuşunca,” dedi bana dönerken. “Sonra düştü, kırıldı.” Demek bu yüzden aramalarıma cevap vermemişti. Bir şey olduğunu sanıp korkmuştum. Neyse ki iyiydi. Daha sonra Harun’dan onun için bir telefon ayarlamasını isteyecektim.
Telefonumun bağlı olduğu ekrana uzanıp bir şeyler açacağım sırada gelen aramayla elim havada kaldı. Arayan Harun’du. Evde sorun olmasa aramazdı, o yüzden hızla aramayı cevaplandırdım. “Sorun ne?” diye sordum.
“Abi Yasemin teyze iyi değil yine, seni istiyor,” dediğinde nefesimi bıraktım. Annem yine kriz anında olmalıydı. “Geliyorum şimdi,” diye mırıldanarak aramayı kapattım.
Bakışlarımı Elvin’e çevirdim. “Evime gitmem gerekiyor, ilk oraya uğrasak sorun olur mu?” diye sordum tereddütle.
Dudakların büzüp başını iki yana salladı. “Olmaz.” Başka bir şey söylemedi. Merak etse de bir şeyleri sormuyordu. Bu, onda fark ettiğim özelliklerinden biriydi. Kendini geri çekiyordu. Başkasının hayatıyla ilgili her şeyden uzak duruyordu.
Bir diğeri ise ani değişen ruh haliydi. Bir anda yükseliyor, bir anda sakinleşiyordu. Ağladıktan beş dakika sonra hiçbir şey olmamış gibi gülüp sohbet ediyor ama sohbet bitince tekrar ağlayabiliyordu. İyiymiş, mutluymuş, sorun yokmuş gibi yapmaya çalışıyordu. Ama hiçbiri değildi. Kendini böyle toparlamaya çalışıyordu. Onu anlayabiliyordum.
Umurunda değilmiş gibi yapıyor, her şeyi alaya almaya çalışıyordu. Evlilik onun için bir tramvaydı. Yaşadığı her şokta yanında ben vardım ve bunu görebiliyordum ama o, rahatlıkla bir anlaşma da olsa yeniden evlenmekten bahsedebiliyordu. Sesindeki tonu dalgaya vuruyordu ama gözlerinde geçen hüznü görebiliyordum. Gözlerini gizleyemiyordu.
Arabayı bu trafikte sürebileceğim kadar hızlı sürdüm. Otobana girince rahatlamıştım. İstanbul trafiğinden gerçekten nefret ediyordum. Orman yolda ilerlerken Elvin’in bakışları merakla etrafı tarıyordu. “Beni ormana kaçırıp tek bırakmayacaksın değil mi?” diye sordu gülerek. “Vahşi doğada sağ kalamam.””
Güldüm. “Bilmem,” dedim dikiz aynasından ona bakarak. Elini dışarı çıkarmış ağaçları izliyordu. Mutlu görünüyordu. “Keyfime bağlı.”
Kaşları çatıldı ama bana dönmeyip dışarıyı izlemeye devam etti. “Rüzgâr nereye eserse oraya misali,” dedi başını sallayarak. “Poyraz’ın da keyfi ne isterse o olacak anlaşılan.”
“Poyraz’ın keyfi ne istemeli?”
Bana dönüp dişlerini göstererek gülümsedi. “Evlenmek isteyebilir,” dediğinde bozguna uğrayıp kahkaha attım. Böyle bir şey beklemiyordum. “Seni kullanmak isterim.”
“Acıttı bu,” dedim yalandan gülerken. Gülüşümle onun gülüşü de büyüdü. Sonra bakışlarım ciddileşti. “Ama olmaz Çiçek. Kaldığım yerde mutlu olamazsın. Üzerler seni.”
Onun bakışları da ciddileşti. “Sence beni artık üzebilirler mi?” Sorusuyla bakışlarımı kısa bir süreliğine ondan kaçırdım. “Benim üzülecek bir şeyim kalmadı. Hem sen…” dediğinde işaret parmağını kaldırıp bana doğru salladı. “Bana bu teklifi ilk yaptığında aynı evde kaldığım kişiler seni sever dememiş miydin?” Sorgularcasına başını eğdi. “Yoksa yalan mı söyledin?”
Direksiyonu çevirirken önüme döndüm. Soluğumu bırakırken camı biraz daha açıp “Hayır,” dedim. “Yalan söylemedim. O zamanlar ev bu kadar kalabalık değildi. Amcamlar da döndü. İyice sirk parkına döndü ev anlayacağın. Ben bile zor duruyorum.”
“Hiç kalabalık ailem olmadı,” dedi iç çeker gibi. Anne ve babasının öldüğünün biliyordum. “Zaten belli bir yaştan sonra tek başıma kaldım. Nasıl bir duygu yaşıyorsun bilmiyorum ama kalabalık bir ailenin içine girmek beni üzmez. Aksine…” dediğinde bir süre sustu. Ona döndüğümde dalgın bir şekilde yolu izliyordu. “Mutlu eder.” Son söylediği fısıltıdan farksızdı. O kadar kısıktı ki sesi, zor duymuştum.
Bir şey demedim. Nasıl bir hayatı oldu bilmiyordum. Annesi ölünce ona kim bakmıştı? Onunla ilgili merak ettiğim çok fazla soru vardı. Kaldığım evin bahçesine yaklaştığımda düşüncelerden uzaklaştım. Geldiğim gören kapıdaki görevliler kısa bir baş selamıyla dış kapıyı benim için açtılar. Elimi kaldırdım ve onlara selam vererek ilerledim. Evin önündeki yuvarlak fıskiyenin etrafından döndüm. Beyaz, üç katlı olan büyük evin önüne gelince durdum. Elvin gözlerindeki merakla etrafı inceliyordu. “Amma büyük evmiş,” diye mırıldandı ağzının içinde. Şaşkınlığı beni güldürdü.
Arabadan indiğimde o da peşimden indi. Kapıyı tutarken hâlâ eve bakıyordu. Arka tarafı daha çok seveceğinden emindim. Çiçekleri seviyordu. Arkası ön bahçede, evin giriş sahanlığının iki yanında olan camların altındaki hayran hayran baktığı çiçeklerden daha fazla çiçek vardı. Annem bakardı.
İki kolon altında olan basamaklardan geçtikten sonra beyaz kapının yanındaki zile bastım. “Arka tarafı da görmelisin,” diyerek Elvin’e doğru döndüğümde basamakların altında tekrar başını tuttuğunu görünce panikle merdivenleri inip hızla yanına yaklaştım. Düşecek gibi olduğu an kolunu tuttum. “İyi değilsin,” diye fısıldadım. Ama yine aksini iddia etti. Bu sefer onu dinlemeyip kucağıma aldım. Bu hareketime şaşırdığından kısa çaplı bir çığlık attı ama sonra bir kolu boynuma dolandı.
“İyiyim diyorum,” dedi inmek için hareketlenirken ama izin vermeyip ilerlemeye başladım. “Poyraz, indirir misin? İyiyim diyorum.”
“Değilsin,” diye direttim. “Seni bir yere uzandırıp doktor çağıracağım.”
“Benden daha inatçı olman sinir bozucu.” Yüzünü buruşturduğunda kısa bir kahkaha attım. Kapının önüne geldiğimde kapı da açılmıştı. Kapıyı açan çalışanlarımızdan Nurten ablaydı. Beni görünce “Hoş geldin Poyraz oğlum,” diyerek sıcak bir tebessümle selam verdi ama daha sonra bakışları kucağımdaki Elvin’e kayınca gözleri şaşkınlıkla büyüdü. Yine de sesini çıkarmayıp kapıyı sonuna kadar açtı. Elvin bu süre zarfında sadece bana bakıyordu.
“Misafir odasını ayarlar mısın Nurten abla?”
“Elbette oğlum,” dedi kafasını art arda sallayarak. Sonra kapıyı kapattı ve önden ilerleyerek üst kata çıktı.
Elvin meraklı bakışlarla etrafı incelediğinde diğer elini de boynuma doladı. “Kadın şok oldu,” dedi gülerek. Sonra bana baktı. “Hadi indir beni, kendim çıkarım yukarı.”
Kaşlarımı olumsuz anlamda yukarı kaldırıp merdivenlere yöneldim. “Merdivenden kendini atma potansiyelin var.”
“Manyak mıyım ben?” diye sordu hayretle.
Gayet doğal bir şekilde “Evet,” dediğimde elini boynumdan çekip omzumun üzerine vurdu. “Gerçekten sinir bozucusun, seninle evlenmekten vazgeçtim.”
Onun söylediklerine gülerken duyduğum sesle yüzümdeki gülümseme anında silindi. “Evlenmek mi?” İkimizin de bakışları sesin geldiği yere dönünce karşımda görmeyi beklediğim yüz elbette ki babaannem değildi. Çok yanlış bir zamanlamaydı. İşte şimdi bitmiştik.
“Siktir,” diye mırıldandı Elvin dişleri arasından. Bence de koca bir siktir. Hatta siktir kere siktir.
Babaannem bastonunu yere vura vura bize doğru yaklaşmaya başladı. Sert bakışları altında büyük bir merak vardı. Adımları önümde durduğunda Elvin inmek için hareketlendi ama onu bırakmadım çünkü bu sefer bakışlarım onun arkasından bize doğru yaklaşan Aylin’e kaydı. Onun burada ne işi vardı?
“Poyraz’ım,” dedi babaannem bana odaklanarak. Boyu omzumdan da kısaydı ama heybeti yeterdi. Bakışları bu sefer Elvin’e kaydı. “Ne evliliği, kim bu kız?”
Aylin meraklı bakışlarla bize yaklaşırken önce Elvin’e baktım, sonra babaanneme döndüm ve ağzımdan o iki kelimeyi çıkardım. O cümleyi kurmamla odaya giren diğer tüm bakışlar bana dönmesi bir oldu.
“Evleneceğim kadın.”
BÖLÜM SONU...
***
Huh!!!!
Noluyor yahuuu... Nereye düştük? Evleneceğin kadın mı???
Hikâyeye yavaş yavaş giriyoruz. Geçtiğimiz sekiz bölümde bir şeylerin temelini attık. Ve şimdi daha sağlam ilerleyen bir Elvin göreceğiz.
Bölümü nasıl buldunuz?
Elvin ve Poyraz'ı yazmak inanılmaz keyif veriyor. İkisi arasındaki iletişim seviyorum. Evlenince manyak bir şey olacaklar. Siz ne düşünüyorsunuz?
Aylin hakkında fikirleriniz neler?
Görkem sizce bebeğini öldürdü mü yoksa Elvin'in dediği gibi annesinin mi işi?
Yeni ve büyük bir eve giriyoruz ve yeni karakterler okuyacağız. Herkesi yazmak için aşırı heyecanlıyım.
Şimdi diğer kitabıma bölüm yazacağım, ondan sonra 9. bölümde görüşelim. Bir çıtır eğleneceğiz :)))
Esen kalın..
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 11.77k Okunma |
1.36k Oy |
0 Takip |
21 Bölümlü Kitap |