2. Bölüm

1. Bölüm | Kâbusa Bulanan Anılar

Esmacayım
esmacayim

Yeni bir hikâyemin ilk bölümüyle herkese merhaba.

Zihnime düşün tek bir sahneyle buradayız işte, bakalım nasıl bir serüven bizi bekliyor?

Keyifli okumalar efenim.

***

1. BÖLÜM

KÂBUSA BULANAN ANILAR

Hikâyemin hangi noktasındayım bilmiyorum ama orta yerinden okuyorsun beni.

Bazı adımlar atılmalı, bazı yollar yürünmeli, bazı anlar yaşanmalıydı. Bazı insanlar gitmeli, bazılarıysa kalmalıydı. Hayat bir şekilde yolunu bulmalıydı. Bir şekilde akmaya devam etmeliydi.

Bazen dururdu ama hayat. Hayat bazen sana öylece dururdu. Herkes ilerlerken, sen öylece kalırdın. Neden kalırdın? Bu hayatta neden bir tek sen yalnız kalırdın? Yok muydu bu hayatın sana vermek istediği bir mutluluk kırıntısıydı? Kaç kuruştu mutlu olmak?

Kaç kuruştu terk edilmemek?

Kaç kere vuracaklardı seni aynı yerinden? Hep gidecek miydi birileri? Hep böyle terk mi edeceklerdi? Ben de mi gidecektim? Ben de mi terk edecektim bu hayatı? Oysa ben hiç gitmezdim. Ben sadece gidenleri izlerdim.

Yaş altı. Babam gitti önce, ölüm dedi annem. Meğer ölmüş babam. Ben ölümü öğrenememiştim daha, anlamadım başta.

Yaş altı. Annem gitti sonra. Ölmüş annem de. Öyle dedi anneannem. Neydi bu ölüm? Ne olurdu ki insanlar ölünce?

Yaş altı diyorum ya, bilmiyorum daha.

Ölüm nedir, dedim. Kimse bir şey demedi. Bir baktım mezarlıktayız, mezarlıkta ne yapılır bilmem ben. iki tane beyaz kumaş içine sarılmış iki beden, ağlayan insanlar, mahalledeki tüm komşular, üzerindeki kıyafeti görünce korkup saklandığım imam... Çok kişi vardı mezarlıkta, annemi sevmeyen halam bile vardı, o bile ağlıyordu. İki bedenin üstüne kara toprak atıldığında burnunu çeke çeke ağlıyordu. Herkes bana üzgün üzgün bakıyordu. Niye ağlıyorlardı? Niye bana öyle bakıyorlardı?

İmam bir şeyler okudu, "El Fatiha" dedi; ardından eller havalandı, dualar okundu, sonra bir baktım herkes dağılmaya başladı. Hepsinin eli başımı okşadı gitmeden önce. "Ah yavrum," dediler arkamdan. "hem yetim kaldı hem öksüz " Yetim ne demek? Öksüz ne demek?

Ölüm ne demek?

Annem ve babam nerede? Öldü dediler ama daha gelmediler. Ölen insanlar gelmez miydi ki bir daha? Sarılamaz mıydım onlara? Öpemez, iyi geceler, günaydın diyemez miydim? Konuşamaz mıydım artık?

Bir daha göremez miydim?

Yaş altı diyorum ya, bilmiyorum daha.

Ertesi gün oldu, annem de gelmedi babam da. Anneannemle kaldım. Bir sürü insan geldi evimize. Herkes ağlıyor, ellerindeki Kur'anları okuyordu. Helvalar dağıtılıyordu. Ben ise anne ve babamın kapıya yerleştirilmiş ayakkabılarının yanında oturmuş öylece gelmelerini bekliyordum. Çünkü onlar hep gelirdi.

"Bekleme," dedi mahalledeki çocuklardan sürekli saçımı çeken Celil. "Onlar gelmeyecek artık." Ağlayarak ayağa kalkıp onu geriye doğru ittim. Gözlerimden akan yaşlarla tüm sinirimi ondan çıkarmak istedim. "Gelecekler!" diye bağırdım. "Annem ve babam hep gelirler!"

Ama gelmediler.

Günler geçti, aylar geçti, yıllar geçti. Ne annem geldi ne de babam. Ölüm gitmekmiş, annem ve babam bir daha gelmezmiş.

Yaş altı diyorum ya, ölüm ne demek biliyordum artık.

Yaş altı, altında kaldığım ilk terk edilişim.

Yaş şimdi yirmi altı. Altıların altı fazla yaralı.

Annem ve babamdan sonra Görkem gitti benden. Terk etti beni onun için hazırlandığım günde, onun için hazırlandığım odanın orta yerinde. Pişmanım dedi ve gitti. Bu kadardı, bu kadar basitti. Gitmek onun için bu kadar basitti. Ama bazı gidişler bu kadar kolay olmamalıydı. Böyle kolay terk etmemeliydi kimse kimseyi. Eğer terk edecekse girmemeliydi hayatına. Kazanmamalıydı kalbini. Kırmamalıydı onu seven yanlarını.

Paramparça etmişti beni.

Ne yaşadığımı anlamamıştım ben, öylece gidişini izlemiştim. Gidişi altında kalan bitişimi; yıkık dökük, kalbi kırık yanımla karnımdaki bebeği ne yapacağımı bilememiştim. Ben bitmiştim.

Şimdi neredeyim bilmiyordum. Zihnimi, kendimi, bedenimi... hiçbir şeyi algılamıyor gibiydim. En son ne yaptığımı hatırlamıyordum. Çıplak ayaklarla karanlık ve boş caddede ilerlediğim andan sonrası yoktu kafamda. Gözlerimi açamıyordum. Büyük bir ağırlık vardı üstümde. Karanlıkta kalmış gibiydim.

Ben de gitmiş miydim? Ölmüş müydüm ben de yoksa? Ama ölünce kimsenin canı yanmaz demişti anneannem ağladığım bir gecede. Anne ve babanın canı hiç yanmıyor, ağlama güzel kızım, demişti bana.

Peki benim niye canım yanıyordu?

Benim canım niye bu kadar çok yanıyordu?

Gözlerimi zorlukla araladım, önce ışık izin vermedi onları açmama sonraysa üstümdeki bu ağırlık hissi. Yine de başardım. Birkaç kez gözlerimi kırpıştırdıktan sonra masmavi bir gökyüzü ile karşılaştım. Umudun rengiydi mavi. Her şeyimi kaybetmiş gibi hissederken onu görmek kalbimin küçük bir yerine dokunur gibi oldu . Yüzüme tatlı bir gülümsemenin yerleştiğini hissettim.

Bir yerde uzanıyordum, yüzümün metrelerce üstünde rengarenk kelebekler uçuşuyordu. Etrafımda rengarenk çiçekler vardı. Burası neresiydi? Meraklı bakışlarla yerimden doğrulmaya çalıştım. Yerden destek alarak kalktığımda karşılaştığım manzarayla bedenime büyük bir titreme tesir etti. Büyük bir hasret dağladı birden yüreğimi. Onlar... Onlar...

Dudaklarımın titrediğini hissettim. Gözlerimdeki yaşlar yanağımı ziyaret ettikçe bir fısıltı kaçtı dudaklarımın arasından. "Anne, baba..."

Fısıltımı duymuşlar gibi ikisinin de bakışları beni buldu. Koskocaman yeşil bir çayırlıkta, mis gibi güneşli havada, uçuşurken kelebekler etrafta ve eserken tatlı bir esinti her mecrada; yere kırmızı beyaz kareli piknik sofrasını sermiş oturuyorlardı. Annemin üstünde rengarenk çiçek desenleriyle kaplı beyaz bir elbise vardı. Benimle aynı renkte olan bakır saçları omzunda salınıyordu. Etrafında da papatyalardan yapılmış bir taç vardı. Babamın eseri olmalıydı. Babam bize çok güzel papatyadan taçlar yapardı.

Sonra babama baktım. Koşup onu öptüğümde beni gıdıklayan sakalları yoktu yanaklarında, kesmişti. Beyaz gömleği, krem pantolonuyla sessiz ve mutlu bir şekilde oturuyordu annemin yanında. Yüzleri öyle güzel gülüyordu ki hasrete buz kesmiş kalbimin ısındığını hissettim. Benim annem ve babam çok güzel gülerdi.

Gülüşleri silinmişti hayatımdan.

Önlerinde annemin çok güzel yaptığı tadı damağımda kalan kurabiyeleri, poğaçaları, börekleri vardı. Annem onları her yaptığımda babam yalandan bir sitemle "Senin yüzünden kilo alacağım Ceylan'ım," derdi. Annem de gülerdi. Benim annem çok güzel gülerdi. Gülünce yanağında derin bir çukur çıkardı, ben hep orada yaşamak isterdim.

"Elvin, gel kızım buraya," diye seslendi annem. Yanlış işittiğimi düşündüğümden olsa gerek kafamı bir sağa çevirdim bir sola. Bulunduğum ânı idrak edemiyordum. Varlıkları hayal gibi geliyordu. Öyle ki gözümü kırptığımda her an yok olabilirler korkusundan gözümü bile kapatamıyordum. "Bak baban tüm kurabiyeleri bitirecek."

Buradaydılar. Buradaydılar ve seslendikleri kişi benden başkası değildi. Çabucak ayağa kalktım. Yüzümde kocaman bir gülümseme vardı. Yanağımdaki çukur derinleştikçe derinleşti. Sanki biraz daha böyle gülümsersem çenem yerinden çıkacaktı. Ama umursamadım, daha fazla gülümsedim. Lakin ayağa kalktığımda yerle aramda çok az bir mesafe olduğunu fark etmem, yüzümdeki gülümsemeyi bir anda sildi. Kaşlarım havalandığında üzerimden büyük bir şaşkınlık hissi geçti. Bakışlarım ellerime kaydı, minicikti. Ellerim niye bu kadar minicikti?

İlerlemeye başladım. Bunu düşünmeyi sonraya bıraktım. Kalbimdeki özlemle yapmak istediğim tek şey bir an önce onlara sarılmaktı. Onlara doğru hızlı adımlarla ilerdim ama küçük bir su birikintisi görünce adımlarım istemsiz bir şekilde durdu. Kafamı eğdiğimde dumura uğrayan gözlerimle kendimi inceledim. Saçlarım omzumdaydı. Anneminki gibi başımın üzerinde papatya tacı vardı. Yanaklarım tombuldu ve üst çevresini biraz çillerim süslüyordu. Altı yaşımdaki bedenim vardı tam şu an karşımda ve benim yaptığım tek şey, şaşkın gözlerle kendimi incelemeye devam etmekti. Ne yapacağımı da nasıl tepki vermem gerektiğini de bilmiyordum.

Ben küçülmüştüm.

Anne ve babam geri gelmişti. Ben altında kaldığım yaşıma geri dönmüştüm. Buradaydılar. Karşımda dikilmiş beni çağırıyorlardı, beni bekliyorlardı. Bana gülümsüyorlardı ya, bana gülümsüyorlardı. En önemlisi, bana yıllar sonra tekrar "kızım" diyorlardı. Bana yirmi yıl sonra ilk defa kızım diyorlardı.

Su birikintisini yanından minik adımlarla uzaklaştım. Gözlerimi yerden kaldırıp birbirleriyle gülüşen anne ve babama çevirdiğimde her adımım biraz daha göğsümü sıkıştırdı. Buradaydılar ve gülümsüyorlardı. Ansızın ya bir anda kaybolurlarsa korkusu zihnimde bir kara bulut misali yayıldığında "Anne... baba..." diye ağlayarak yanlarına doğru koşmaya başladım. Siyah çıtçıtlı ve pasparlak ayakkabılarımın tabanları tüm çimenleri eziyordu. Beyaz külotlu çorabım bastığım çamur birikintisi yüzünden kirlenmişti ama bunların hiçbiri umurumda olmamıştı. Annem buradaydı. Babam buradaydı. Ben değildim artık yalnız.

"Elvin, koşma kızım, düşeceksin," dedi annem, sesindeki telaşı hissedebiliyordum. O an durup ağlamak istedim. Sesini duyduğum için sadece ağlamak istedim ama duramazdım. Onlar ya kaybolursa korkusu varken bedenimde, bir saniye bile duramazdım. Onlara sarılmazsam dayanamazdım.

Yanlarına vardığımda kollarım ilk annemin boynuna dolandı. Çıkardığı tatlı seslerden gülümsediğini işitiyordum. Gözümden akan yaşlarla yüzümü saçlarının arasına gömdüm. İçime içime çektim mis kokusunu. O kadar güzeldi ki, o kadar başkaydı ki, o kadar annem gibiydi ki içime çektikçe içim acıdı, bu kokuyu nasıl unuttuğumu fark etmek istemezdim. Kaç zaman geçmişti onun kokusunu hissetmeyeli? Annem çiçek gibi kokardı. Çiçeklerden en sevdiğiydi yasemin. Annem yasemin kokuyordu. Unutmuştum.

Kollarımı annemden ayırdığım gibi hiç zaman kaybetmeden bu sefer babama doladım. Sıkıca sarıldım. Babama sarıldıkça hep kendimi güvende hissederdim ben. Baba demek, güven demekti. Kendimi yirmi yıl sonra ilk kez bu denli güvende hissetmiştim. O odada terk edilirken o kadar çaresiz, o kadar savunmasızdım ki babam gelsin istemiştim. Gelsin ve bana sarılsın, ben seni korurum desin istedim ama gelmedi. Gelemedi. Benim babam öldü. Benim babam niye öldü?

Şimdi ben buradaydım, yanındaydım, ona sıkı sıkı sarılıyor, yanaklarını öpüyordum defalarca. Batmıyordu sakalları suratıma. Yüzümü buruşturmuyorum hiç. Ağlayan yüzüm gülüyordu.

"Sizi çok özledim," dedim hıçkırıklar içinde. "Sizi o kadar çok özledim ki, niye gittiniz?"

Annem gülen yüzüyle beni kucağına oturttu. Hareket etmeden, gözümü bile kırpmaya korkar bir şekilde yüzüne baktım. Benim annem çok güzeldi. Ölmek için çok gençti.

"Gitmedik ki biz annem," dedi yanağıma öpücük bıraktığında. "Biz hep buradaydık." Elini kalbimin üzerine götürdü. "Burada yaşıyorduk seninle."

"Ama ben sizi çok özledim, gelmediniz hiç." Dolu gözlerimle babama döndüm. "Baba hani sen hep beni güvende tutacaktın?" Yanaklarımın ıslandığını hissettim. Babamın yüzünde buruk bir tebessüm oluştuğunda annemin elleri saçlarımın arasında gezindi. Bu an bitmesin istedim. Ben hep burada kalmak istedim.

"Sen artık büyüdün güzel kızım," dedi babam, böyle düşündüğü için ama ben öyle düşünmüyordum. "Kendini koruyabilecek yaşa geldin."

Başımı hızlıca iki yana salladım. Ağlamaya devam ediyordum. "Hayır," dedim defalarca, sesim giderek daha fazla çatallı çıkıyordu. "Çocuklar anne ve babalarının gözünde hiç büyümezmiş. Bakın, hâlâ çocuğum yanınızda. Büyümek de istemiyorum. Çok ihtiyacım var size. Lütfen beni bir daha bırakmayın."

Kollarımı bir anneme doluyordum, bir babama. Beni öpüyorlar, saçlarımı okşuyorlar, hep kalbimde olacaklarını söylüyorlardı. Korkarsam elimi kalbime götürmeliymişim. Kalbim bana güçlü olmayı öğretirmiş. Oradan bana fısıldarlarmış. Öyle diyordu babam. Ama ben istemiyordum güçlü olmak. Ben onları istiyordum.

Annem beni kucağından yavaşça indirdi. "Anneler çocuklarını korumalı," dedi ayaklanırken. Sözleri bedenime büyük bir korku yerleşti. Çabucak yerimden doğruldum ve ayaklandım. Gideceklermiş gibi hissediyordum. Gitmesinler, lütfen yine gitmesinler. Babam da peşinden ayaklanınca ağlamam biraz daha şiddetlendi. "Gitmeyin," diye mırıldandım. Ama beni duymadılar. El ele ilerlemeye başladılar. Beni yine yalnız bıraktılar.

"Anne gitme, n'olur?" diye bağırdım arkalarından. "Baba beni yalnız bırakma!"

Durdular. Yanağıma ağlamanın eşliğinde küçük bir tebessüm yerleştiğinde iki elimin tersiyle de hızlıca gözyaşlarımı sildim, beklenti dolu gözlerle onlara baktım. İlerlemek için bir adım attım lakin ayaklarım hareket etmedi. Yüzümdeki gülümseme yerini korkuya bıraktığında bedenime büyük bir panik duygusu yerleşti. Tekrar hareket etmek istedim, yine beceremedim. Titrek bakışlarla gözlerimi ayaklarıma doğru çevirdim. Gördüğüm görüntüyle daha da ağlamak istedim. Yerde büyük bir su birikintisi vardı. Kendimi gördüm. Artık altı yaşında değildim.

Üzerimde beyaz bir gelinlik vardı. Etekleri kir içindeydi. Saçlarım dağılmıştı. Berbat görünüyordum. Titreyen ellerim ağır ağır karnıma giderken "Koru onu," diye bir ses işittim. Kafamı usulca kaldırdım. Anne ve babam, yüzlerinde büyük bir hüzünle bana bakıyorlardı. "Ben seni koruyamadım, sen yavrunu koru," dedi annem, pişmanlığını iliklerime kadar hissetmiş gibiydim. Ellerim annemin dedikleriyle daha da sıkı sardı karnımı. Korur gibi.

"Anne!" diye bağırdım, gözlerimi gözlerine değdirip ağlarken. "Ben anne oluyorum."

Annemin yüzüne buruk bir tebessüm yerleşti. "Sen dünyanın en güzel annesi olacaksın," dediğinde sesi bundan eminmiş gibi çıkmıştı. Bunun bana verdiği gücü kimse anlayamazdı. "Benim gibi olmayacaksın." Yüzüyle ellerimle sıkı sıkı sardığım karnımı işaret etti. "Onu koru, terk etme. Benim gibi olma. Hadi uyan Elvin. Aç gözlerini."

Sonra bir şeyler oldu. Anne ve babam aniden yok oldular. Masmavi gökyüzü yerini kara bulutlara bıraktığında şiddetli bir rüzgâr esmeye başladı. Saçlarım rüzgârın gücüne yenik düşüp uçuşmaya başladığı sırada yoğun sisin arasından defalarca kez anne ve babama seslendim ama hiçbir yanıt alamadım. Karnımı tutup etrafımda dönüp durdum. Korkuyordum, çok korkuyordum. Yer yerinden oynuyordu sanki. Çimenler yok olmuş; düz, beton bir zemin sarmıştı her yanı ve beton zemin yavaş yavaş çatlıyordu.

Şimşekler çakmaya başladı, bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Sırılsıklam olurken bebeğimi koruma hissi ile dolup taştım. Bulunduğum yere çöktüm. Karnımı dizime çekerken tek düşündüğüm bebeğimi güvende tutma isteğiydi. "Korkma," dedim defalarca kez karnımı okşarken. Zorla gülmeye çalıştım. Ona korktuğumu hissettirirsem o da korkardı. Bebekler hissedermiş. "Bak annen korkmuyor hiç."

Ağlamaya devam ederken her yer tamamen karanlığa büründü. Nefes almaya çalıştım. Aldığım nefesler ciğerime batıyormuş gibiydi, her nefes alışımda göğüs kafesim biraz daha sıkıştı. Gözlerimin kapanmaya başladı. Bilincim beni terk ediyor gibiydi. Ellerim karnımı daha da sararken yerde cenin pozisyonu almış bebeğimi koruyacağımı sayıklayıp duruyordum. Gerisi tamamen boşluk hissiydi.

***

"Bu kadın niye hâlâ uyanmadı?" dedi bir ses. Kelimeler anlamsız geliyordu. Tam olarak algılayamıyordum. "Doktorlar her şey normal diyor."

"Şoka girmiş, hangi sik beyinli onu o hâlde bıraktıysa uyanmak istemiyor."

Bütün vücuduma yayılmış olan yoğun bir ağrı hissediyordum. Soğuk beyaz ışık, hafifçe açılmış göz kapaklarımdan içeriye girmeye çalıştığında onları aralamak istedim ama bedenim buna izin vermiyordu. Göz kapaklarım uyuşmuş gibiydi, açmaya zorlanıyordum. Uyanmam gerekiyordu. Düğünüm vardı benim. Daha hazırlanacaktım. Aylardır bu günü bekliyordum.

Dakikalar ya da saatler sonra, tam olarak zamanı kestiremiyordum, gözlerimi açmak için çabalamamdan sonra sonunda biraz da olsa göz kapaklarımı hareket ettirdiğimde "Abi, uyanıyor gibi," diye bir ses daha işitir gibi oldum. Yabancı bir sesti. Bir erkeğe aitti. Tanıdık bir tını aradım ama bulamadım. Sesi bir kenara atıp zihnimin kendine gelmesini beklerken aynı zamanda gözlerimi aralamak için tekrar çabaladım, lakin nafileydi. Açamıyordum. Neden açamıyordum? Görkem neredeydi?2

Gözlerimi birkaç kez daha zorlayarak açmaya çalıştım. Sıkıca birbirine bastırdım. Bir süre öyle durduktan sonra sonunda uyandığımı vücuduma hatırlatabildim, ışığın varlığına alışmaya başladığı gibi onları araladım ve birkaç kez kırpıştırdım. Işık oldukça rahatsız ediyordu. Birkaç kez daha açıp kapatarak onları ışığa tamamen alıştırmak için uğraştım. Zihnim karanlık bir dehlize çıkıyordu, fazlasıyla bulanıktı. Nerede olduğum hakkında hiçbir fikrim yoktu.

Gözlerim sonunda tamamen açıldığında beyaz bir tavanla karşılaştım. Tavanı boş gözlerle incelerken zihnimin kendisine gelmesini bekledim. Neresiydi burası? Neredeydim ben? En son ne olmuştu? Hiçbir şey hatırlamıyordum.

Derin bir nefes alarak başımı yavaşça sağa doğru çevirdim. Ansızın cam tarafına yerleştirilmiş koyu kahve koltuklarda iki adamın oturmuş beni incelediğini görmek, uzandığım yerde bir anda kendimi gerilirken bulmama neden oldu. Onlar kimdi?

Soldaki ayaklanmış, gözlerimin içine bakarak oldukça ciddi bir şekilde "Rabbin kimdir?" diye sorunca kaşlarım hafifçe çatıldı. Ne diyordu bu?3

Diğer adam yerinden kalktığı gibi bize doğru yaklaştı ve bezgin bir şekilde ilk konuşanın ensesine vurdu. "Sik sik konuşma," dedi çatık kaşlarla. "Git Ceyda'yı çağır." Siması fazla tanıdık geliyordu.

"Hep bunu yapmak istedim abi, içimde mi kalsaydı?" derken ellerini koyu kahve saçları arasına geçirip kapıya doğru yöneldi ilk konuşan. Sesi keyifliydi. Ne dedikleri hakkında hiçbir fikrim yoktu.1

Bitkin gözlerimi onlardan çektim, açık pencereden dışarıya baktım. İçeriye süzülen ışık, her köşeyi usulca aydınlatıyordu. Hava güneşliydi. Böyle havaları severdim. Yüzüme hafif bir tebessüm yerleştiğinde gökyüzünün hep böyle olmasını istedim. Masmaviydi. Çok güzeldi, aynı rüyamdaki gibi.

Rüya? Annem, babam... Gittiler yine. Yine terk ettiler. Koru dediler. Onu koru dediler. Kimi? Bebeğim... Bebeğimi korumalıydım. O nasıldı?

Peki Görkem? Düğünümüz vardı. Hayır yoktu. Yoktu. Gitmişti, terk etmişti bizi. Kapıyı kapatıp gitmişti. Bizi bırakmıştı. Hata demişti. Hataydım. Ben bu hayatta herkesin hatasıydım.

Nefes alış verişlerim hızlandı. Göğüs kafesimi terk etmek ister gibi maraton koşan kalbim, aralıksız çırpınmaya devam ederken vücudumu büyük bir panik duygusu kapladı, nefes alamıyormuşum gibi hissetim. Ellerimle çarşafları sıktığımda "O gitti," diye sayıkladım art arda. "Gitme, lütfen gitme..."

Kendimden kaybetmiş gibiydim. Elime sardığım örtüyü hızlı nefes alış verişlerim arasında çekiştirmeye devam ederken "Sakin ol," diye bir ses işittim. İki el kolumu tutmuştu. Defalarca kez tok sesiyle sakin olmamı söylüyordu. Nefesim ciğerlerime batarken kafamı usulca kolumu tutan kişiye çevirdim. Bir çift koyu mavi gözle karşılaştığım an nefes alış verişim yavaş yavaş düzene girmeye başladı. Örtüyü sıkıca sardığım ellerim gevşedi.

Mavi. Umut.

"Sakin ol," dedi yine, sesi oldukça yumuşak çıkmıştı. Buradayım der gibiydi. "İyisin, hastanedeyiz. Sakin ol."

Girdiğim transtan gözlerinin mavisiyle çıkmayı başarmıştım. Sakinleştiğim an, kafamı belli belirsiz salladım. İyi olduğumu anlamış olmalı ki tuttuğu kollarımı usulca serbest bıraktı. O kimdi? Daha önce gördüğüme emindim, lakin kim olduğunu çıkaramıyordum. Kafamın içi canlı bomba misali her an patlayacak gibiydi. Hâlâ tam olarak düşünemiyordum.

Kumral, dağınık saçları vardı, Hafif kirli sakalları çenesini süslüyordu. Üzerindeki beyaz gömleğinin birkaç düğmesi açıktı. Beni kendime getiren mavi gözleri ise yorgunluktan çökmüş gibiydi. Sanki hiç uyumamıştı. Meraklı gözlerle bana bakıyordu. Siması oldukça tanıdıktı. Daha önce görmüş gibiydim. Ama kimdi, tam olarak çıkaramıyordum. Kendime tam olarak gelmediğim için hiçbir şeyi algılayamıyordum.2

Onun yakınlığından rahatsızlık hissettim bir an. Refleksle yerimden doğrulmaya çalıştığımda vücuduma yerleşen sızıyla dudaklarımın arasından hafif bir inilti kaçtı. Adam telaşla kollarımdan tutup beni doğrulttu. "Ani hareket yapma, yeni uyandın," dedi uyarı dolu sesiyle. Sırtımdan tutarak beni yerime oturttu. "Sırtını yasla şuraya," derken arkama bir yastık yerleştirdi. Bu süre zarfında ben sadece onu izliyordum.

Yastığı koyduktan sonra oturuşumun daha rahat olduğuna kanaat getirdi, az önceki rahatsızlığımı fark etmiş gibi yavaşça benden uzaklaştı. O sırada kapı açıldığında gözlerim istemsizce oraya yöneldi. Üzerinde beyaz bir önlükle bize doğru yaklaşan sarı saçları omzunda salınan genç kadına boş gözlerle baktım. Arkasından da az önce odada olan diğer adam girdi.

"Uyanmışsın," dedi kadın sevecen bir sesle, elaya kaçan gözlerini üzerime diktiğinde. Sanırım doktorumdu. "Nasıl hissediyorsun bakalım?" derken yanıma doğru bir adım attı. Koluma takılmış bir serum vardı. İlk olarak serumun akışını inceledi, sonra ellerindeki ışıklı bir şeyi gözüme tuttu. "Işığı takip et." Dediğini yaptım. Aynısını diğer gözüme yaptıktan sonra doğruldu. "İyi görünüyorsun."

Merak ettiğim kişi kendim değildim. Ellerim karnıma gittiği an, "Bebeğim," diye sordum, sesim titrek ve telaşlıydı. "O iyi mi?" Gözlerim doktoruma kitlenmişti, vücudumda soğuk bir titreme yayıldı. İyi desin, lütfen ona bir şey olmasın.

Yüzüne güven veren ve rahatlatan bir gülümseme yerleştirirken "Merak etme," dedi, aynı güven hissini verdiği sesiyle. Tuttuğumun farkında bile olmadığım nefesimi, verdiğimde fark etmiştim. "Şu an durumu iyi." Gülümsemesi yavaş yavaş soldu, dudakları arasında tuhaf bir duygu yerleştiğinde panikle karnımı daha sıkı sardım. "Ama bugünden itibaren daha da dikkatli olman gerekiyor. Düşük tehliken vardı, Kaslarında oldukça gerilmişti. Geldiğinde kanaman başlamıştı ama erken müdahaleyle sorunu bir nebze de olsa atlattık."

Bedenimi büyük bir korku kapladı. "İyi ama, değil mi?" diye sordum çatallaşan sesimle.

"İyi iyi," dedi gülümseyerek, beni rahatlatmak ister gibi. "Dediğim gibi daha dikkatli olman gerekiyor. Strese girmeyeceksin. Stres kaslarına daha da zedeleyen bir faktör. Ağır bir şeyler kaldırmak kesinlikle yasak. Bol bol dinleneceksin. Beslenmene de dikkat ediyorsun."

Başımı hafifçe salladım. Tüm odağımı karnıma yönelttim. Onu korumam lazım. Anneme söz vermiştim. Anneler çocuklarını korumalıydı. "Bu arada," dedi doktorum. Gözlerimi karnımdan ayırıp ona çevirdim. "İsmin ne? Poyraz seni buraya getirdiğinde kimliğin yoktu." Bakışları kısa süreliğine mavi gözlü adama kaydı. "Kimlik bilgilerini verirsen yatışını yapacağız. Daha sonra da bebeğin için bir ultrason çekelim."

"Elvin," dedim kısaca. "Adım Elvin."

"Elvin." Gülümsedi. "Güzel isimmiş. Ceyda ben de." Gitmek için hazırlanırken ellerini önlüğünün ceplerine yerleştirdi. "Kendine dikkat et Elvin. Daha sonra hemşireler seni odama getirir." Gözlerini benden çekip mavi gözlü adama çevirdi. Ona kısa bir baş hareketi yaptıktan sonra odadan çıktı.

Odada tekrardan tanımadığım iki adamla yalnız kalmak istemsiz bir şekilde gerilmeme sebep oldu. Onlar niye buradaydı? Ben niye buradaydım? En son ne olmuştu? Görkem gidince bitik bir halde boş sokakta yürüdüğümü hatırlıyordum. Sonrası yoktu. Hiçbir şeyi hatırlamıyordum.

"Siz kimsiniz?" diye sordum mavi gözlü adama gözlerimi dikerken. Poyraz demişti doktorum. O kimdi? Bu isim ve sima hâlâ tanıdık geliyordu. "Ben niye buradayım?"

"Arabamın önüne atladın bir anda," dedi Poyraz, koltuğa geçip otururken. "Ben de buraya getirdim. İki gündür de uyuyorsun."

"Bir saniye bir saniye," diye araya girdim. "İki gündür uyuyorsun derken!"

Adını bilmediğim adam şaşkın gözlerini bana çevirdi. Sözlerime inanamamış gibi "Kaza yapmasıyla ilgilenmeyip uyuduğu güne mi takıldı o?" diye sordu Poyraz'a dönüp, kafası karışmış bir şekilde bakarak. Sonra tekrar bana baktı. "Kızım sen ne çeşit bir değişiksin?"

"Öncelikle üslubunuza dikkat ederseniz sevinirim." Sırtımı biraz daha yastığa yasladım. "Sizi tanımıyorum. Hem siz kimsiniz? Niye hâlâ buradasınız?"

"Keyfimizden burada değiliz," dedi Poyraz bıkkın bir ifadeyle. "Sana..." dedikten sonra gözünü devirdi. "Yani size," diye düzeltti son kelimeyi bastırarak, az önceki tepkime binaen yapıyordu. "çarpınca çekip gidecek kadar şerefsiz değiliz."

"İyiyim ben," diye mırıldandım. "Daha fazla kalmanıza gerek yok. Gidebilirsiniz."

Poyraz boş gözlerle bana bakıyordu. Gözlerinde çok gidecekmiş gibi bir ifade yoktu. Ama gitmeliydi. Hüngür hüngür ağlamak istiyordum. Yaşadığım saçmalıklar zihnimde dolanıp dururken, saatlerce ağlamak istiyordum. Başkaları buradayken ağlayamazdım. O yüzden hemen gitmeliydiler. Ben annemler gittiği günden sonra gizlice ağlamayı öğrenmiştim. Tanımadığım kişilerin yanında zayıf düşemezdim.

"Hastaneden çıkana kadar buradayım." Başka bir şey demedi. Oturduğu koltuğun tepesine başını yaslayıp tavana baktı. Yanındaki adam da diğer koltuğa geçti. Kıstığı gözleriyle beni inceliyordu. "Niye o halde sokakta geziyordunuz?"

"Sizi ilgilendirmez." Önüme döndüm. Elim karnıma gitti. Bebeğimi okşamak, yüzüme sıcak bir tebessüm yerleşti. İyiydi. Ona bir şey olmamıştı.

"Her gün gelinlikle hastaneye getirilen birini görmediğimizden merak ettik." Fazla meraklı olduğu her halinden belliydi. Hâlâ beni izlemeye devam ettiğini hissedebiliyordum ama onu umursamadım. Ne boşboğaz bir çocuktu bu? Evet, ben de normal şartlarda fazla konuşan biriydim ama şu an şartlar normal değildi, onu dinlemek istemiyordum. Bebeğimle ilgilenmek istiyordum.

"Çağırmak istediğin biri var mı?" diye sordu Poyraz, başını yasladığı yerden ayırıp bana baktı. "Birileri merak etmiştir, iki gündür senden haber alamadılar." Bakışlarımı karnımdan çekip ona çevirdim. "Telefonun da yoktu." Gülmek istedim ama bunu yapamadım. Düşündüm. Sadece düşündüm. Var mıydı böyle biri? Var mıydı kimsem? Var mıydı çağırsam bana gelebilecek biri? Var mıydı bana bir şey olmuş mudur diye merak edenim? Yoktu. Terk etmişti. Kimsesizdim.

"Yok," diye mırıldandım gözlerimi ondan çekerken. Bu hayatta hiç kimsem yoktu. Gözleriyle karnımı işaret etti. "Peki babası?"1

"Yok kelimesinin nesini anlamıyorsunuz acaba?" Sert çıkmıştı sesim. "Beni yalnız bırakın."

"Arabanın önüne dan diye atlayan birini odada tek bırakacak değilim." Tekrar yerine yaslandı. Fazlasıyla sinir bozucu biriydi.

Onları boş verip içmek için su var mı diye etrafı inceledim. Susamıştım. Ağzımın içi çatlamış gibiydi, boğazımın kuruduğunu hissediyordum. Yutkundukça bir sızı oluşuyordu. Ellerim boğazıma giderken Poyraz'ın "Harun dolaptan su çıkarıp ver," demesiyle bakışlarım tekrar onu buldu. Su istemeyecek kadar gururlu olmama usanmış bir şekilde bakıyordu ama bir şey demedi. Tanımadığım kimseden bir şey istemezdim ben. Böyle alışmamıştım.

Adının Harun olduğunu öğrendiğim adam, dolaptan çıkardığı küçük şişeyi kapağını açtıktan sonra bana uzattığında ona kısaca teşekkür ettim. Şişeyi elime aldığım gibi birkaç yudum içtim. Boğazım suyla kavuştuğunda hafif bir ağrı hissetim ama birkaç yudum sonra bu his kayboldu. Biraz daha içtikten sonra şişeyi yatağın yanındaki iki çekmeceli masaya yerleştirdim. Fazla sakin davranıyordum. Hatta ürkütücü derecede sakindim. Bunun daha sonra berbat bir geri dönüşü olacağını biliyordum.

Hayatım yerle bir olmuştu ve ben, bundan sonra nasıl devam edeceğimi hiç bilmiyordum. Tüm hayatımı, düzenimi, her şeyimi ben Görkem'e göre planlamıştım. Dımdızlak ortada kaldığıma inanamıyordum. Böyle bir şeyin gerçek olduğuna bile inanamıyordum. Nasıl sevmiyorum derdi bana? Bunu nasıl derdi? Ben buna nasıl inanırdım? İnanmazdım, inanamazdım. Gözleri öyle demiyordu hiç. Daha düğün günümüzden bir gün önce beni nasıl sevdiğini sayıklıyordu kulaklarıma. Kâbus olmalıydı. Bu yaşananlar koca bir kâbus olmalıydı.

İçimde kor gibi biriken öfke vardı. Saçlarımı yolmak, ortalığı dağıtmak istiyordum. Buradan gidip ona bunun hesabını sormak istiyordum. Gözlerimin içine baka baka beni tekrar sevmediğini söyleme cesaretini göstermesini istiyordum.

Sinirle ellerimi saçlarımın arasına geçirdim. Saç diplerime değen metalin varlığı zihnimde yankılanınca ellerim durdu. Yavaşça elimi indirdim. Bakışlarım sağ elimdeki parmağıma kayınca ellerimin deli gibi titrediğini hissettim. Yüzüğüm hâlâ oradaydı. Duruyordu. Küçük taşına baktıkça gözlerimin yandığını hissediyordum ama ağlayamazdım, şimdi değil.

Pişmanım Elvin.

Düğün yok.

Ben seninle evlenemem.

Hata. O bebek de bu aşk gibi büyük bir hata.

Gözlerimi kapatırken sözleri kafamın içinde dönüp duruyordu. Sakin... sakin olmalıydım.

Büyük bir hata.

Sakin ol Elvin, derin derin nefes al. Ağlamak yok. Sinirlenmek yok. Kendine gelmelisin. Sesleri susturmalısın.

Sana çok aşığım Elvin, benimle evlenir misin?

Görkem ben korkuyorum.

Korkma. Sakın korkma, Elvin. Ben seni hep seveceğim. Benimle evlen. Hayatımın merkezinde hep sen ol.

Ben seninle evlenemem Elvin.

"Abi, bu kız deli deli bakıyor." Şaşkınlıkla karışık bir sesle mırıldandı Harun. Onu umursayacak durumda değildim. Kafam patlayacak gibiydi.

Anneannen ne öğretmişti Elvin, dedim kendi kendime. Derince nefes al ver. Gözünü kapat aç, her şey geçecek.

Denedim. Her şeyi tek tek yaptım ama hiçbir işe yaramadı. Kafamda dolanan "Pişmanım," sözleri yüzünden ortalığı yıkmak istiyordum. Her yeri dağıtmak, saatlerce ağlamak istiyordum.

Ben hamileyim Görkem

Ben baba mı olacağım şimdi?

Dünyanın en yakışıklı babası hem de.

Bana bundan daha güzel bir haber veremezdin Elvin. İyi ki varsın. Seni çok ama seviyorum.

Ben de seni çok seviyorum.

Hataydı. O bebek büyük bir hata. Bu aşk gibi büyük bir hata. Pişmanım.

Dayanamadım. Ellerim kulaklarımı kapatınca tiz bir çığlık kaçtı dudaklarımın arasından. "Hayatımı mahvettin!" diye bağırmaya başladım. Ağlamak üzereydim ama ağlamamalıydım. Burada birileri varken ağlayamazdım. "Beni mahvettin!"

Çığlıklarım odanın içinde yankılanıp duruyordu. "Valla ben bir şey yapmadım," diyordu Harun'un sesi. Dudaklarımı birbirine bastırıp gözümden akan tek damla yaşı elimin tersiyle sildikten sonra parmağımdaki yüzüğü bir çırpıda çıkardım.2

"Orospu çocuğu!" diye bağırdım yüzüğü gelişine duvara fırlatırken. Oysa o yüzüğü parmaklarıma taktığında gözlerimin içi parlıyordu benim. Yanıyordu şimdi gözlerim. Cayır cayır yanıyordu hem de. Yeşerttiği umudu nasıl da bir çırpıda ateşe vermişti ama. Beni nasıl da kendine aşık etmişti, nasıl sevmiş ama sonra nasıl da güzel bırakmıştı. Bana yaşamayı öğrettikten sonra nasıl da güzel öldürmüştü.

Sevgi de öldürürmüş. İnsan sevdiğini söyleyerek de öldürürmüş. İnsan yaşarken de ölürmüş de bir mezar bile bulamazmış. Bedenine gömülürmüş.

"Abi bu kız şimdi niye anama küfrediyor?"

"Siktir git şuradan Harun!" dedi kolları beni tutarken. Yüzümü tuttuğunu hissettim. "Bana bak," dedi. "Kendine gel. Az önce bebek için strese girme demediler mi sana?" Son dediği şeyle sinirden kaskatı kesilen bedenim, birden durdu. Bakışlarım kitlendi. Saç diplerimi ne zaman yolmaya başladığını hatırlamadığım ellerim yavaşça iki yanıma indi. Strese girme. Bebek. Bebek için kötü.

Ellerim hızlıca karnıma dolandı. Bebeğim... Özür dilerim. Özür dilerim.

Poyraz şoktan çıktığıma kanaat getirmiş gibi ellerini üzerimden çekti. Bebeğimi daha sıkı sardım. Karnımı tutmuş defalarca kez ondan özür diliyordum. Bedenimi ileri geri sallarken birkaç damla yaşın elimin üstüne düştüğünü hissettim. Ağlıyordum. Dayanamamıştım. Daha fazla kendimi tutamamıştım. Ellerimi karnımda gezinirken ağlama şiddetim giderek arttı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Canım yanıyordu. Canım çok fazla yanıyordu. Nefes alamadıkça ölüyormuşum gibi hissediyordum.

Yatağın kenarına çöken kişinin elleri, beni rahatlatmak için saçlarımı okşamaya başladı. O kadar sıcak bir histi ki bu sıcaklık tanımadığım birinden geldiği için biraz daha ağladım. Alnım destek almak için omzuna yaslandı.

"Abi kızı daha da ağlattın."

"Çeneni sikeyim Harun. Geç otur şuraya!"

Onların tartışmasını umursamadım. Tek istediğim biraz bile olsa sakinleşmekti ama benim yaptığım sadece ağlamaktı. Burnumu çekerken kafamda dönüp duran sözleri susturmaya çalıştım ama hepsi inatla bozuk plak misali aynı şeyleri söylemeye devam ediyordu. Bir insanı mutluluğun en tepesine çıkarıp bir anda uçurumun dibine atmamalıydı kimse. Kimse kimseye bu kötülüğü yapmamalıydı. Hayal kurdurup onları yıkmamalıydı. Altında kalırdı.

Yaş yirmi altı. Altıların altı fazla yaralı. Altında kaldım.1

Derin derin nefes al," dedi destek vermek için sırtıma nazikçe dokunan Poyraz. Tekrar burnumu çektiğimde şiddetli ağlamamı susturmak istedim ama başaramadım. "Bebeğin hisseder üzülürsen."

Son söylediği bir anda hıçkırıklarımı kesti. Bebekler hissederdi. En çok onlar hissederdi. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Birkaç kez dediği gibi nefes alıp vermeye çalıştım. Az da olsa kendime geldiğimi hissettiğim an, usulca kafamı omzunun üzerinden ayırdım. Yüzümde utanç dolu bir ifade vardı. Onu tanımıyordum. Yanında böyle davranmamalıydım.

Elimin tersiyle yanaklarımda biriken yaşları sildim. "Kusura bakmayın," diye mırıldandım bakışlarımı ikisine de değdirmeden. "Kendimi kaybettim birden."

"Sorun değil," dedi Poyraz umursamaz bir sesle. "Ama eğer psikolojik bir rahatsızlığın varsa söyle. Doktorlarla konuşalım."

Kaşlarım çatıldı. Bakışlarımı ona çevirdim. "Oradan bakınca akıl hastası gibi mi duruyorum?" dedim hayretle.

"Evet," dediğinde sanki aksini iddia etmek saçmalık olur der gibi bakıyordu. "Normal insanlar bir anda bin bir duygu durumu yaşamaz."

"Düğün günü karnındaki bebeğiyle sevdiği kişi tarafından terk ediliyorsa yaşar gayet!" diye bağırdım sinirle. Bir akıl hastası ilan edilmemiştim. O da olmuştu. Gerçi hayatım boyunca yaşadığım şeylerden sonra aklımı kaçırmamış olmam bir mucizeydi. Yakında onu da kaybederdim.

Poyraz şaşırmış bir şekilde bana bakarken Harun'un "Vay pezevenk herif," demesiyle ikimizin de bakışı ona kaydı. "Ne?" dedi kafasını sallarken. "Pezevenk işte."

Poyraz onun burada kalmasına daha fazla tahammül edememiş gibi "Harun defol şu odadan," dedi bıkkın bir sesle. Eliyle burun kemerini sıktıktan sonra çenesiyle kapıyı işaret etti. Harun onu daha fazla sinirlendirmemesi anladığı için kısa bir baş selamı verdikten sonra "Emret abi," diyerek odadan çıktı.

Odada sadece ikimiz kaldığımızda oturduğum yere daha fazla yayıldım. Onunla muhatap olmak istemiyordum. Sadece kafamı toplamak istiyordum. Gerçi toplayacak bir kafamın kalıp kalmadığını da bilmiyordum ya. Tek bildiğim kalbimdeki yangının sönmeden tekrar büyüğüydü. Canım çok yanıyordu.

Görkem bana bunu nasıl yapardı, aklım almıyordu benim.

"Bir şeyler yemek ister misin?"

"İstemem." Poyraz'a bakmadan yatağın kenarlarından destek alarak yerime geri uzandım. Kafamı yastığa yaslayıp sırtımı Poyraz'ın aksi yönüne çevirirken içimde devam eden ağlamaları susturmaya çalıştım. Artık gitmeliydi. Bana çarptığı için vicdan azabı çekiyor olmalıydı, bu nedenden ötürü benimle ilgileniyordu ama buna gerek yoktu. Onu şikayet etmeyi düşünmüyordum. Rahat olabilirdi. Ben çıkmıştım karşısına. Aklım yerinde değildi o an. Bebeğimin iyi olması benim için yeterliydi.

"Hastane yemekleri pek güzel olmaz, Harun'a senin için bir şeyler getirmesini söyleyeceğim." Sesindeki ısrara anlam veremedim. Ona neydi? Dediğini yaptı. Harun'a telefon edip yiyecek bir şeyler getirmesini söyledi.

"İstemiyorumun nesini anlamıyorsun sen Allah aşkına?" dedim ondan yana dönmeden. Bir elimi karnıma diğer elimi yastığın altına koymuştum. "Beni rahat bırakın. Sizden şikayetçi falan olmayacağım."

"Şikayetçi olup olmaman umurumda değil," dedi hemen. Dediği şeye şaşırsam da sesimi çıkarmadım. Sessizce uzanmaya devam ettim. Şikayetçi olmamdan korkmuyorsa ne diye kalmaya devam ediyordu ki? Yüzünden de belliydi uykusuz ve yorgun olduğu. Tanımadığı biri için bu kadar çaba göstermesi saçmalıktı. "Önüme atla ya da atlama, sana çarpım mı çarptım," diye devam edince kulaklarımı kabartmış onu dinliyordum. "o yüzden niye buradasın naraları atma bana. Sen toparlanınca yollarımızı ayırırız."

Kafamı yastıktan kaldırıp ona döndüm. Bakışları boş tavandaydı. Değişik biriydi. Birine çarpıp kaçan insanları çok duymuştum ama birine çarpınca onun başında böyle bekleyen birileri hiç ama hiç duymamıştım. İnsanoğlu kaçardı. Hele bir de bir şeyler çıkarlarına tersse öyle güzel kaçardı ki aklın almazdı.

"Sen kimsin?" diye sordum meraklı bakışlarımı ona yöneltirken, yastığı tekrar sırtıma alınca kollarımı birbirine geçirdim. Artık bu soruyu sormalıydım. Kafasını hafifçe eğip mavilerini bana değdirdi. "Siman tanıdık geliyor."

"Poyraz Karaaslan." Duyduğum isimle kaşlarım bir şey düşünür gibi çatılmıştı. Bu ismi duymuştum. Ama nereden? Bir süre daha ona baktıktan sonra zihnimde yanan beyaz ışıkla gözlerim şaşkınca açıldı. Tabii ya, bu oydu.

"Sen O'sun," dedim hayretle.

Kaşları merakla havalandı. "Kimim?"

"Nişanlımın," derken kafamı hızlıca iki yana salladım. "Yani eski nişanlımın, gerçi nişan olmadı ki hiç. Her neyse, şey işte evleneceğim adam..." Durdum. "O da olmadı, bir saniye... Daha çok beni terk eden adam..." Sinirle soludum. "Nasıl hitap edeceğimi şaşırdım!"

"Orospu çocuğu diyebilirsin," diye fikir sunduğunda çatık kaşlarla ona baktım. Teslim olur gibi elleri havalandı. Dudaklarını büzerken devam etti: "Az önce öyle hitap ediyordun, bence yakıştı."1

"Neyse ne," dedim onu geçiştirerek. "Görkem'in iş yapmak isteyip durduğu adamsın sen. Sana az ulaşmaya çalışmamıştım. Aylardır senin gelmeni bekliyorduk. Neredeydin sen, Ankara mı?"

Kısa bir anlığına sustu. Bir şeyler düşünüyor gibiydi. Saniyeler sonra kaşları hafifçe çatıldığında bir şeyleri anlamış gibi konuşmak için dudaklarını araladı. "Görkem Soykan mı?"

"Ta kendisi," diye mırıldandım.

"Onun sır gibi sakladığı kadın sen miydin?" Sorusuna sadece kafamı salladım.

Görkem evleneceği kadını bugüne kadar magazine göstermemişti. Yani beni. Yan yana iş toplantıları dışında halk arasında baş başa bir şekilde görünmezdik. Her zaman ikimize özel yerlere giderdik. Evleneceğimiz zaman bile çoğu kişi evleneceği kişinin nasıl biri olduğunu bilmiyordu. Düğünde öğreneceklerdi. İş yerindekiler bile bilmezdi, sadece tahmin ederlerdi. Bazıları ilişkimiz olduğuna emin olsa da Görkem'in korkusundan, en çok da benden korktuklarından bir şey diyemezlerdi. Çok saçmaydı belki ama o an böyle istemiştik. Onun yanında çalışırken diğer türlü rahat olamıyordum. Üzerimde onun torpiliyle bir yere geldim gözleri görmek istemiyordum. Ben tırnaklarımı kazıya kazıya bir şeyleri başarmıştım. Şu an ise düğünümüz iptal olması tüm çalışmalarımı bir anda hiç etmişti, buna şahit olmak bende sadece kahkaha atma isteği uyandırıyordu. Hayat böyleydi işte. Her şeyi bir çırpıda silerdi.

"Ankara'dan buraya taşınalı birkaç hafta oldu," dedi sorduğum soruya dönerken. Düğün hazırlıklarıyla uğraşmamdan bunu bilmiyor olmam normaldi. Yoksa onu araştırır, hemen Görkem için bir toplantı ayarlamak için uğraşırdım. Merakla kaşları havalandı. "Sen onun bütün işlerini takip ediyor musun böyle?"

Yüzüme sahte bir tebessüm yerleşince kendimi işaret ettim. "Kişisel asistanıydım.

"Fazla klişe," dedi birden. Ona anlamamış gibi baktım. "İlişkiniz," diye devam ettiğinde kaşlarım çatıldı.

"Klişe olan ne tam olarak?" Hayretle ona bakıyordum. Hem ortada ilişki mi kalmıştı? Aloo!!! Terk edilmiştim ben. Hem de düğün günümde. Düşündükçe delireceğimi bildiğimde düşünmemeye çalışıyordum.

"Patron asistan ilişkisi mi gerçekten?" derken kafasını ümitsizce iki yana salladı. "Fazla klişe hem de. Üçüncü sınıf yaz dizisi gibi."

Sinirlerim bozulduğundan kısa bir kahkaha attım. "Çok yaz dizisi izliyorsun galiba." Kafamı iki yana salladım, bezmiş bir suratla ona bakmaya devam ediyordum. "Farkındaysan ben düğün günümde terk edildim. Şu bahsettiğin dizilerin sonu mutlu biter. Sence ortada mutlu bitecek bir şey kaldı mı?"

"Niye terk etti?" Sorusuna hazırlıksız yakalandığım için dudaklarımı birbirine bastırdım. Buna verecek bir cevabım yoktu. Ben de nedenini bilmiyordum. Bildiğim tek şey kafamın içinde dolanıp duran "Pişmanım," sözleriydi.

"Tuvalete gideceğim ben," dedim sorusunu es geçerek. Bu konuyu konuşmak istemiyordum. Bu tepkimle seni ilgilendirmeyen noktadayız demek istiyordum. Demek istediğimi anlamış gibi kafasını sallayıp yanıma yaklaştı. Yataktan kalkarken kollarımı tuttu. Normalde olsa yardımını asla istemezdim, kendim giderim derdim ama bebeğim için bazı şeylere tolerans göstermek zorundaydım. Ondan ses etmedim. Uzattığı ellerine tutunarak ayaklandım.

Üzerimde mavi bir hastane kıyafeti vardı. Eteklerimi dizlerimin altına kadar uzanıyordu. Bir elim Poyraz'ın elinde, diğeri tekerlekli serum askısında olacak şekilde ilerlemeye çalıştıkça bacaklarımda keskin bir sızı hissettim. Uzandığımdan çok fazla ağrı hissi yoktu ama hareket edince bütün ağrı sanki başımdan aşağı dökülmüş gibi tüm bedenime yayılmıştı.

Başımı yere doğru eğdim, bakışlarım istemsiz olarak ayaklarıma doğru kaydı. Her iki bacağımda da sargı görmek kaşlarımın şaşkınlıkla çatışmasına sebep oldu. Kaza geçirince yaralamış olmalıydım. Yüzümün halini görmeye korkuyordum.

Tuvalet kapısının önüne geldiğimizde Poyraz, "Burada bekliyorum," dedi kapıyı açarken. "Bir sıkıntı olursa hemen seslen. İçerde hemşire çağrı cihazı da var. Seslenemezsen ona bas." Kafamı salladım, onu onayladıktan sonra açtığı kapıdan içeri girdim.

Kapıyı arkamdan kapattıktan sonra alışkanlıktan mı yoksa farkında olmadan mı bilmiyorum ama kilidi çevirdim. Tuttuğum serum askısıyla ağır adımlar atarak aynaya doğru yaklaşmaya başladım. Kendimi görmeye korkuyordum. Bu korku görüntümle alakalı bir durum değildi. Bu korku, bir şeylerle yüzleşecek olmamdandı. En son kendimi dünyanın en güzel kızı olarak gördüğüm düğün görüntümden sonra terk edilmiş görüntümü görmeye hiç hazır değildim.

Aynayla karşı karşıya geldiğim an gözlerimi kapattım. Hazır olduğumda açacaktım. Biraz bekledim. Derin derin nefesler alırken boştaki elim de destek almak ister gibi karnıma sarıldı. Bebeğim bana güç veriyordu.

Gözlerim yavaş yavaş aralandığında bakışlarım ilk önce alnımdaki pansumanı buldu. Gülmek istedim. Sadece gülmek. Sonra biraz daha aşağıya baktım. Yüzümde kesikler vardı. Dudağımın kenarını kaza sırasında yere sürtmüş olmalıydım ki morluklar oluşmuştu. Tam anlamıyla korkunç bir haldeydim.

Gözümden önce bir iki damla yaş aktığını fark ettim. Sonra dudaklarımın kenarı kıvrıldı. Kısa bir kahkaha atarken dişlerimi göstermeye başlamıştım. Yanaklarım da gözyaşlarımla ıslanmaya devam ediyordu. Yüzümde makyaj olmadığından fazla olmayan çillerim biraz daha belirgindi. Sırtımda salınan bakır saçlarım darmadağınıktı. Ellerimle saçlarımı üçe ayırdım.

"Saçlarımızı örelim mi bebeğim? Ben küçükken anneannen üzüldüğümde örerdi." Kısa bir kahkaha attım. "Gerçi baban saçlarımı çok severdi, onları kesmeli miyim?" Biraz daha güldüm. "Bence kâkül de yapalım. Bize çok yakışır." Biraz daha güldüm. Sonra kahkaha atmaya başladım. Aynaya bakarken dudaklarımın güldüğünü, gözlerimin de deli gibi yaşlar akıttığını görüyordum.

Poyraz haklıydı. Kesinlikle delirmiştim.

Yüzümdeki gülümseme yavaş yavaş solarken dudaklarımın titrediğini hissettim. Boğazımda sonu olmayan bir ağlama birikmişti. Karnımı tuttuğum elimi boğazıma sardım, sakinleşmeye çalıştım ama başaramadım. Ağlamamalıydım, daha fazla ağlamamalıydım. Bebeğim için güçlü olmalıydım ama olmuyordu, yapamıyordum. Güçlü olamıyordum. Terk edildiğim ânı gözümün önünden silemiyordum. Bana baktığı soğuk bakışları kabul edemiyordum. Hâlâ kâbus görüyormuşum gibi hissediyordum. Sanki birazdan uyanacaktım, Görkem de hemen çıkıp gelecekti.

Ama o gitmişti.

Tıpkı herkes gibi.

Adımın birkaç kez seslenildiğini, kapının defalarca vurulduğunu işitiyor gibiydim ama algılayamıyordum. Dünyam kararıyor gibiydi. Gözümün önündeki karartıyla birlikte karnımda hafif bir sızı hissetmek, bedenimi panik hissiyle kapladı. Lavabonun kenarlarından destek alarak çağrı cihazı denen şeye basmak için hareket etmeye çalışıyordum. Konuşmak için ağzımı açacak halim bile yoktu.

Bir elim dönmeye başlayan başıma, diğeri lavabo kenarına gittiğinde sonunda çağrı cihazının olduğu yeri kestirebilmiştim. Lavabonun kenarına koyduğum elimi kaldırıp yavaşça serum askısına sardım. Derin derin nefes almaya çalıştım. Bir iki adım atmak için çabaladım ama her şey o kadar bulanık gibiydi ki hareket etmekte zorlanıyordum. "Bebeğim," diye sayıklayıp duruyordum. Zorlukla bir iki adım atım. Sonunda çağrı ziline ulaştığımda yüzüme hafif bir tebessüm yerleşti. Lakin çok kısa sürdü. Ona dokunmamla yere düşmem bir oldu. Bir şeylerin öttüğünü işittim. Fazla yüksek sesliydi. Alarm gibiydi. Ses kafamın içinde çalıyordu sanki. Saniyeler sonra kapının sert bir şekilde açıldı, sanırım kırılmıştı. İçeriye giren kimin olduğunu algılayamadığım bedenle gözümün tamamen kapanması bir oldu. Gerisi tamamen karanlıktı.1

BÖLÜM SONU...

***

İlk bölümü nasıl buldunuz?

Karakterleri yavaş yavaş tanıyacağız. Onları yazmak için oldukça heyecanlıyım açıkçası. Değişik bir deneyim olacak benim için.

Sonraki bölümlerde görüşelim, yorumlarını benimle olsun...

Bölüm : 10.12.2024 23:49 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...