Bu kitapta geçen kişi ve kurumların tümü hayal ürünüdür.
*Bu bölüm, On Yedi Eylül serisinin ilk cildinin final bölümüdür.*
ON YEDİ EYLÜL
17. BÖLÜM: “AŞKTA KAYBETMEK”
“Ve zafer naraları, gözyaşlarıyla dolu çığlıklara dönüşür.”
⚖️
Aralık bıraktığım kapının pervazında kalakalıp ardımdaki koridora dönmek istememin tek sebebi, Koray’ın gözyaşlarıyla dolu simasının bende yarattığı korkuydu. Erkin’in buz mavisi gözleri içimdeki korkuyu daha da artırıp, bir açılıp bir kapanırken tamamen odanın içine girdim.2
“Koray, ablacığım,” diyerek, sandalyeye oturup kambur bir şekilde ağlamaya devam eden kardeşimin yanına yürüdüm. Masasının hemen arkasında ayakta dikilen Erkin’e göz ucuyla baktıktan sonra “Bir soru sordum, cevap versene… Başına bir şey mi geldi ablacığım?” diyerek sorularımı yineledim.
Erkin bir hışımla masasının arkasından çıkıp kapıya doğru yürüdükten sonra kapıyı sertçe kapattı. Yüzümdeki dehşet ifadesi, Koray her konuşmadığında da daha da büyürken “Otur Miray.” dedi Erkin, Koray’ın oturduğu sandalyenin karşısındaki sandalyeyi işaret ederek.
Kafamı olumsuz anlamda salladıktan sonra “Oturmayacağım.” diyerek kaşlarımı çatmaya devam ettim. “Ablacığım senin bir derdin mi var? Ne söylemedin Erkin Savcı’ya? Buse ile alakalı bir durum mu bu? Açıklar mısın artık? Bak, endişeleniyorum Koray.”
Koray’ın yüzü zemine döndükten sonra “Abla…” dedi titreyerek. O sırada Erkin ikimizin de karşısında durup iki kez öksürdü. “Abla ben…”
Erkin, kardeşimin lafını bölerek “Demek ki artık senin de öğrenme vaktin gelmişti.” diyerek gülümsemeye başladı. “Koray bir işe bulaştı ablası…” Erkin, tam karşımızda duran sandalyeye oturduktan sonra Koray’a büyük bir esefle baktı. “Ve benim üvey kardeşim Fırat da o işe bulaştı, daha doğrusu Koray’ı da Fırat bulaştırmış.”1
“Ne?” Anlamamıştım. “Ne alaka ya? Benim kardeşim ve senin kardeşin nasıl tanışıyor? Anlamadım. Baştan anlat.”
Erkin’in hafif kızaran yüzünden anladığım kadarıyla bu iş basit bir iş değildi. “Abla,” dedi Koray bana yalvarır gibi. “Yemin ederim ben yapmadım, Allah çarpsın. Bak, zaten sana ben tam on ikide doğum günü mesajı atmıştım. Telefonum da çekiyordu, yani bazen… Telefonumun sinyaline ulaşılamaz mı? Biz çiçekçiye çıktığımızda telefonum çekmemişti ama ben Fırat’tan kaçtıktan sonra bir otobana geçtim, sonra eve girdim…”
“Çiçekçi…” dediğim an ayakta zar zor duruyordum. “Çiçekçiye sen mi girdin Koray?” Koray’ın yarım kollu tişörtünü inceledikten sonra yıldızlı dövmeyi aradı gözlerim, yoktu. Erkin’e döndüm. “Koray bir şey yapmaz, yapmadı da… Onun hiçbir şeyden haberi yoktur.”
Koray titreyerek “Evet, evet bak!” dedikten sonra ayağa kalktı. “Ben söyledim sana ablam beni korur diye!” Koray bir anda koluma yapıştı. “Kardeşinin yediği haltı ben sırf onunla beraber gittiğim için üstlenmeyeceğim! Yeter ya…”
Gözlerim dolunca “Koray’ın yüzü gözükmüyor zaten…” dedim zorla da olsa. “Ayrıca çok istiyorsan HTS kaydı istersin, Melek’in ölüm saati olarak tahmin edilen saatlerde Koray muhtemelen çoktan eve dönmüştü.”
Erkin bir bana bir Koray’a baktıktan sonra “Melek’in sana gönderdiği mesaj saat kaçta geldi?” diye sorunca büyük bir korkuyla Koray’a çevirdim yüzümü. “He ablası? Eğer yanlış hatırlamıyorsam on ikiden sonra gelmişti… Melek’in öldürüldüğü yer, yani suç mahalli belli mi?” Ellerini havaya kaldırıp indirdi. “Eğer benim kardeşim silah taşıdığı için ceza alırsa senin kardeşin de cinayet şüphelisi olarak gözaltına alınır.”
Koray neredeyse büyük bir çığlıkla “Abla!” deyip kolumu daha sıkı tuttu. “Abla yemin ederim sana mesajı gönderdiğimde orada değildim ben!”
Erkin kafasını olumsuz anlamda salladı. “Sonra evden çıkmışsındır belki, olamaz mı?”
“Yeter!” diyerek Koray’ın elini kolumdan çektim. Erkin’e ciddiyetle “Benim kardeşim kimseye dokunmaz, tamam mı?” dedikten sonra dişlerimi sıkmaya başladım. “Üvey kardeşin midir nedir, ne yaptıysa cezasını mecbur çekecek hatta gidip savcılığa suç duyurusunda bulunacağım. Sen savcısın, devletin savcısısın. Değil üvey kardeşine, kendine bile torpil geçmeye hakkın yok. Tamam mı?”
Erkin sesli bir nefes verdikten sonra “Hepimiz yanarız…” deyip telefonunu eline aldı. “Koray sen çık, ablanla konuşacağım.”
“Ben seninle konuşmak istiyor muyum sence?” dedim büyük bir nefretle. “Ya sen ne biçim bir savcısın ya? Davayı çözdüğün yok, kardeşini kayırıyorsun, arkadaşının kuzeninin katilini bulmasına bir yandan engel oluyorsun! Senin dosyan bayağı kabarıkmış ya, Erkin Savcı. En iyisi ben bu kabarıklığı bir yerden patlatmaya başlayayım, kimse yorulmamış olur!”
Erkin telefonunu masaya bırakıp “Çok iyi, o zaman suç aleti ortaya çıkarsa ve Koray’ın parmak izinin silahın üstünde olduğu kriminaldeki memur arkadaşlarımız tarafından onaylanırsa ben de davanın savcısı olarak kovuşturmaya başlarım.” dedi. Yüzündeki keyifsiz ifadenin ortasına bir tane çakmak istiyordum. “Çık Koray, ablanla konuşacağım.”
Koray, “Abla…” dedi yalvarır gibi. “Abla bak bu adam savcı…” Gözleri ve dudakları titriyordu kardeşimin ve canım çok yanıyordu. “Allah aşkına dinle bak, çok korkuyorum ben.”
Büyük bir öfkeyle dişlerimin arasından “Çık Koray buradan.” dediğimde gözümden bir damla yaş süzülmüştü.
“Abla yalvarırım bak, lütfen…” Zorla yutkundu. Kapıdan açarken “Abla söz ver.” deyip burnunu çekti. “Söz vermezsen çıkmam.”
“Koray çık git yoksa bütün adliyeyi buraya toplayacak bir çığlık atıp ikinizi de…” dedikten sonra dümdüz oturup bizi televizyon izler gibi izleyen Erkin’e döndüm. “Neyse. Çık tamam, söz. Koruyacağım seni.”1
Çıkmadan önce bana sarıldı ve birkaç saniye içinde odadan çıktı, kapıyı kapattı.
“Anlat.” dedim Koray çıkar çıkmaz.
“Olaylar çok karışık ve sana davanın savcısı olarak anlatabileceğim gelişmeler kısıtlı.”
Gözlerim kısılınca “Sen davadaki gelişmeleri gizli gizli takip edip bir de sanık müdafisinden sakladın mı?” deyince gözleri devrildi. “Sen ne biçim bir…” İyice iğrenmiştim. “Aklım almıyor yani… Varan Alp seninle nasıl bu kadar yakın arkadaş olabilir ya?”
“Bana bak,” Bu kez büyük bir sinirle ayağa kalktı. “Birazdan sana anlatacağım hiçbir detayı Varan Alp hiçbir şekilde duymayacak. Ha duydu diyelim… Bak ortalık yangın yeri olur. Sen, kardeşin, Teoman, Sarp, ben…” Hayretle kendisini işaret etti. “Hepimizi yakar.”
Muhtemelen sadece kendi adıma şaşırınca “Sen zaten biliyorsun, şu gözlere bak ya…” deyip sandalyesine doğru yürüdü. Masanın arkasından dolanırken “Zaten o geri zekâlılar bir haltı saklamayı becerse şaşırırdım.” deyince duyduklarıma inanamadım. Ses kaydında Erkin’in de adı geçmişti ama bu kadarını beklemiyordum.
“Allah belanı versin, tamam mı?” Bu odadan çıkmak istiyordum. “Çabuk söyle. Kim öldürdü Melek’i?” Kalbim, göğüs kafesimden çıkacakmış gibi atıyordu ve sakin kalamıyordum. “Melek’i kim öldürdü, biliyorsun, değil mi? Bilmemene imkân yok zaten!”
Erkin’in gözleri kısıldı. “Saçmalama!” dedi yüksek bir sesle. “Bak, ben sadece…” Sandalyeyi gösterdi. “Şuraya oturup beni insan gibi dinleyeceksen sana bildiklerimi anlatacağım ama ayakta durup bana beddua okumaya devam edersen hiç yol katedemeyiz.”
“Bir yolumuz yok çünkü… Ondan olmasın? Sen kardeşini nasıl kayırırsın ya?”
“Bu kayırmak değil, cinayeti kardeşim zaten işlemedi! Ne alaka ya?” Elini havaya kaldırdı. Saçlarını geriye doğru atarken alnında biriken terleri görüp sandalyeye oturdum. “Bak, benim kardeşim geri zekâlı. Tamam mı? Katıksız bir salak. Zaten aramız iyi de değil, saçma sapan ailevi mevzularımız var. Ablam kanser hastası benim…” deyince kaşlarımı çattım. “Ölmek üzere.” diye devam etti. “Ve Fırat’a çok değer veriyor, Fırat da ona. Onlar öz kardeşler zaten…” Anlatırken bile eli ayağına dolandı, düzgün telaffuz edemedi. “Fırat bir adama çalışıyor. Silah taşımacılığı yapıyorlar, hap taşıyorlar, para taşıyorlar… Artık aklına ne gelirse.”
“Tamam da benim kardeşimin böyle şeylerle işi olmaz! Doğru dürüst dışarıya çıkan biri de değil hele İstanbul’a neredeyse hiç uğramaz. Genelde Gebze’de arkadaş grubu var, onlarla dolaşır, gezer…” Erkin’in cümlelerini yok saydım. “Bak, ablan için üzüldüm ama bunun çaresi kardeşini kayırmak değil.”
Erkin yüzünü masaya eğerek “Bak, ablamın sayılı günü kaldı…” dedikten sonra tekrar gözlerimiz buluştu. “Ben onu son günlerinde mutlu etmek istiyorum, bu yüzden bu durumu erteledim.” Son kelimesini altını çizercesine söylemişti. “Normalde kimseyi kayırmam, söylediğin gibi, kendimi bile… Ama insanın ailesi söz konusu olunca… Bilmiyormuş gibi yapacağım, sonra da Fırat’ı kendi ellerimle bir savcının önüne atacağım. Elimde kanıtlar da var, hemen tutuklanır muhtemelen ama altını çizerek söylüyorum, erteledim.”
Ne söyleyeceğimi bilemedim. “Peki… Tamam… Diyelim ki kardeşin silahı taşıdı, Koray’ı da kendisiyle zorla çiçekçiye kadar götürdü. Yani bunlar kimden aldı bu silahı?” diyerek ellerimi saçlarıma daldırdım. “Kafayı yiyeceğim! Teoman neden senin kardeşine silahı versin?” Erkin dudaklarını araladığı an “Koray’ı nerede gördü senin kardeşin? Eniştem ne alaka? Anlat bunları bana!” diye çemkirdim.
“Miray olaylar epey karışık…” Kafasını olumsuz anlamda salladı. “Sonu katile çıkmıyor, zaten suç aleti de kayıp…”
“Anlat bana o zaman. Tamam, Varan Alp’e söylemeyeceğim. Ama bana anlat ki artık ben de kafamdaki soru işaretlerinden kurtulabileyim!”
Erkin sorgular gibi yüzüme baktıktan sonra “Şimdi Teoman’la konuştuğum kadarını biliyorum, gerisini de anlattırmadı Beyhan amca.” deyince kaşlarım çatıldı. “Sana anlatayım da…” Yüzünü ekşitti. “Dilim damağım kurudu, su içmem lazım.”
Yanındaki sürahiye ve bardağa uzanırken hayretle izledim onu. “Sen gerçekten korkunç bir adamsın.” Tüm bardağı üç saniyede içti. “Bu olaylar patladığında da Varan Alp’i kaybedeceğini biliyorsun, değil mi? Çünkü gerçeklerin bir gün ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu var ya…”
Erkin kafasını olumsuz anlamda salladı. “Varan Alp benimle ilişkisini bitirmez.” Beni işaret etti. “Ama senin için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.” Esefle kınar gibi beni izlerken bardağı önünden kaldırıp sürahinin yanına koydu. “Üzüp duruyorsun arkadaşımı…”1
Dişlerimin arasından “Sana ne ya Varan Alp’le benim aramdaki meselelerden?” dedikten sonra tam dibimde duran yazıyla göz göze geldim.
CUMHURİYET SAVCISI ERKİN GÜMÜŞPALA
“Neyse, tamam…” dedim ve tekrardan Erkin’e çevirdim gözlerimi. “Anlat, hadi.”
“Kısaca anlatmak gerekirse Teoman, Mir Beyaz’a silahını vermesi için Sarp’ı aramış çünkü Sarp aşağıya inecekmiş. Sarp silahı almış, aşağıya inmiş ve koridorda bekleyen Teoman’a silahı verecekken elektrikler kesilmiş. Tabii kamera kaydı yok, zaten etraf karanlık… Muhtemelen elektriklerin kesilmesini sen ve Varan Alp, emniyetteki bir köstebeğe bağladınız ama silah Teoman’da kaldı, yani köstebek yok. Neden? Çünkü Mir Beyaz Beyefendi sevgilisi korkuyor diye silahını yanına almamış ama gel gör ki kız o silahla vuruldu… Ha diyebilirsin, böyle şansın ta ortasına… Ben de dedim, ben de çıldırdım, Fırat’ı patakladım ama yok, sonu katile çıkmıyor. Olay zincirleme kaza gibi; biri silahı alınca yüz kişi dokunmuş ve işin saçma yanı silah ortada yok.”
Buraya kadar anlattığı olay akışı mantık çerçevesindeydi ancak benim sorum başkaydı. “Teoman’dan mı çalmış silahı Fırat? Anlamadım.”
Erkin sesli bir nefes verdi. “O da şöyle… Bir olay yeri var, kolluk ekipleri daha intikal etmemiş çünkü olay yerinde bir savcı var ve bu savcı, Varan Alp’in babası Beyhan amcanın yakın arkadaşı.” Arkasına yaslanarak büyük bir derde düşmüş gibi efkâra büründü. “Varan Alp dört bir yandan kazık yedi, bunları kaldıramaz o yüzden susacaksın.”
“Susmayacağım.” dedim tok bir sesle. “Ümit Haldun amca var ya… Şimdi gidip müşteki avukatı olmayı teklif edeceğim ona, davadan çekilmeyeceğim, dosyaya yeniden vekâletimi koyacağım.” Tehdit eder gibi gülümsedim. “Ve işin kötü yanı maalesef anlattıklarına ikna olmadım.”
Erkin otuz iki diş gülmeye başladı. “Sen Ümit Haldun İnal’ın avukatı mı olacaksın?” Söylediği cümleyi küçümseyerek söylemediğini anlayınca dikkatle dinlemeye devam ettim. “Bu bahsettiğim savcı, olay yerinin hemen karşı dairesinde oturan bir savcı… Devlet sırrı dediğimiz sırlar var ya Miray, hani benim bile ulaşamadığım sırlar… Beyhan amca, Ümit Haldun İnal ve bu savcı adam olay yerine bir polisin geldiğini ortaya atmak için Teoman’ı çağırıyorlar, Teoman’ı…”
Duyduklarıma inanamayarak “Babası…” dedim şaşkınlıkla. “Babası Teoman’ı yakacak mıydı yani? Anlamadım.”
“Aslında bu ilk başta o şekilde olmayacaktı. Olay yerine bir polis memurunun geldiğini, duvara kurşun sıkarak emniyet güçlerine ait bir silahla memurun ateş ettiği süsünü vereceklerdi. Savcı kendisini yakmak istemedi…” Yüzünü bana yaklaştırdı. “Neyse, velhasıl Teoman’ı çağırmışlar.”
“Kafam karıştı…” dedim yutkunduktan sonra. “Savcı birini mi öldürmüş?”
“Beyhan amcaya sorduğum ve cevabını alamadığım tek soru bu. Yani bir olay yeri var da savcı kaçmaması için kurşun mu sıkmış yoksa savcı, direkt kurşunu bir şey yaşanmadan mı sıkmış… Meçhul.”
“Sonra?” dedim öfkeyle. “Bunu gizlemek için Teoman’ı mı ateşe atıyor Varan Alp’in babası olacak adam? Delireceğim ya!”
Erkin sesli bir nefes verdi. “Olay yerine bir polis memurunun geldiğini ve duvara ateş ettikten sonra, ki bu uyarı ateşi, adamın kolundan yaraladığını; daha sonra da savcının o adamı bacağından yaralarken adamın tam kaçacağı esnada göğsüne denk geldiğinin imajını çizmek için olay yerine gitmişler. Polis memuru her türlü yırtardı çünkü öldürücü darbe savcıdan ama uyarı ateşi olmadığından ötürü iş biraz muallaktaydı. Şimdi diyeceksin ki savcının silahından duvara ateş edilseydi de aynı şeydi ama bir tanık yoktu, bu nedenle olay yerine bir polis memurunun gelmesini uygun bulmuşlar.”
Kafamı olumsuz anlamda sallarken “Savcı öldürmüş yani…” dedim öfkeyle. “Sen?” Yüzüne bakarken onun da öfkeli olduğunu gördüm. “Bunu bilip yine sustun, değil mi?”
“Susmadım Miray.” Kendisini işaret etti. “Ya tamam, ablam için bir süre kardeşimin hapis cezasını erteletmiş olabilirim ama göz göre göre de eski bir hakimin, neredeyse cumhurbaşkanı olacak adamın ve bir savcının bunu yapmış olduğu gerçeğini bilip susamam. Susmadım da…”
“O savcı dışarıda mı şimdi?” diye sordum sertçe yutkunarak. “Nasıl olmasın ki? Nasıl olmasın? İspatlanamamıştır…”
Erkin ofladıktan sonra “Merak etme, tutuklu.” dediği an duyduğum cümleye inanamadım. “Çünkü Teoman olay yerine gidiyor, babası ve dayısı yanında iki silah olduğunu ve birinin Mir Beyaz’a ait olduğunu öğreniyor; bunu öğrendikleri an savcının öldürdüğü adamın akrabası ki bu da Fırat’ın patronu oluyor, silahı aldırtıyor. Yani Fırat, ölen kişinin akrabası tarafından olay yeri değiştirilmesin diye silahları almaya gidiyor. Zaten ekipler de Fırat’tan on dakika sonra olay yerine intikal ediyorlar ve savcı, itiraf etmek zorunda kalıyor. Benim bile kafam tam almadı…”
“Bir dakika… Koray peki? O da mı Teoman’la?”
Erkin kafasını salladı. “Koray İstanbul’a gelmiş sabah, sonra Teoman babasına uğrarken Koray’ı almış. Beyhan amcanın yanına uğradıktan sonra Seray’ın yanına gideceklermiş, eve… Sonra Fırat apartmanın önüne gelmiş. Fırat polis aracını görür görmez Koray’ı rehin almış, onu polis zannetmiş; arabadaki silah da polis memuruna ait olduğu için binmiş, sürmüş arabayı… Teoman’ın arabasıyla Koray’ı rehin alıp patronunun yanına götürmüş Fırat. Buraya kadar tamam mısın?” Kafamı salladım. “Teoman’ı tehdit etmişler, Teoman bana öyle söyledi; Ümit Haldun Bey, Mir Beyaz’ın silahının aşağıda olduğunu öğrenince silahı istemiş. Teoman aşağıya bir inmiş, Mir Beyaz’ın silahıyla şu savcının evi var ya, tam penceresine ateş etmişler.”
Beynim algılamıyordu. “Fırat ateş etmiş yani?”
“Evet. Fırat eldivenle ateş ettikten sonra arabayı patronunun yanına kadar sürmüş, şeyi, Teoman’ın arabasından bahsediyorum, sonra da Koray’la beraber çiçekçiye gitmişler.”
“Tamam,” dedim umutlanarak. “Çiçekçiye gönderen patron seri katil tarafından mı görevlendirilmiş? Yoksa nereden bilecek Mir Beyaz’ın o restoranda olduğunu?”
Erkin kafasını olumsuz anlamda salladı.
“Bak Miray, hiçbir şekilde katile ulaşılmıyor bu anlattığım hikâye… Çünkü Fırat, çiçekçiye gittikten sonra yaptırdığı buketin içine bırakmış silahı. Bu da bir görev sanırım… Patronlarının kimliği belirsiz. Mir Beyaz’ın aracı takip edilmiş, önünü kesmişler; sonra da Mir Beyaz bir yerden taksiye atlamış, oradan takip edip restoranı bulmuş bu herifler…”
“Nasıl bir topluluk bu ya? Mafya mı bunlar?”
Erkin ofladı. “Bilmiyorum. Bilmiyorum, Allah kahretsin ki… Bir çözebilsem herkesi aydınlatacağım ama olmuyor.”
“Erkin, çiçekçiye Fırat’ı gönderen kişi seri katil olabilir? Çünkü silahı almış, sonra o silahla öldürmüş arkadaşımı!” Gözlerim doldu.
Erkin büyük bir sıkıntıyla “Miray adam ortada yok…” dedikten sonra ayağa kalktı. “Bu kadar biliyorum, bu kadar aldı kafam zaten Fırat’ın lafına da güven olmaz.” 1
“Güven yok madem o zaman Fırat öldürdü.” dedim tehdit edercesine. “Nasıl bu kadar eminsin öldürmediğinden? Ha?”
Erkin’in elleri yumruk hâlini aldı. “Yanımdaydı çünkü Miray.” Yüzü düştü. “Allah kahretsin ki üvey de olsa kardeşim, ne yapayım? O gün, 17 Eylül’e bir saat kala, saat 23.00 gibi emniyete geçtim, kimse ölmesin, kimseye zarar gelmesin diye ama hastaneden aradılar. Ablam yatıyor ya… Fırat’ı aradım, ablam ölecek zannettim…” Elini alnına götürdü. “Fırat’a ilk başta ulaşılamadı, sonra saat 23.50 gibi telefonuna ulaştım, on dakika içerisinde de hastaneye geldi. On dakika içerisinde hastaneye gelmesi için çiçekçiden ya da o restoranın olduğu bölgeden çok çok uzakta bir yerde olmalıydı Miray.”
“Beynim almadı benim…” Elimi iki kez şakağıma vurdum. “Çiçekçiye kim göndermiş bu çocuğu ya?”2
Sesli bir nefes verdi ve “Bilmiyorum, patronuna ulaşamıyor Fırat. Zaten her anını takip ediyorum, peşinde sivil polis var.” dedi öfkeyle. “Mir Beyaz’ın arabasını kim aldı asıl? Ona yönelmem lazım…” diyen Erkin iki elini havaya kaldırdı. “Fırat, patronunun aldırmadığını söyledi.”
“Hani Fırat’ın dediğine güven olmazdı?”
Karşımdaki sandalyeye geçti. “Bilmiyorum Miray… Fırat ve Koray yapmadı ama silahta parmak izleri var. Restoranın adresi de belli bu arada, gittim ben.”
“Al işte…” diyerek yalancılık profesörü Erkin’i işaret ettim. “Yalancı… Nerede o restoran?”
“Restoranın kamera kaydı yok, etraf zaten dağ taş…” Erkin son söylediğime bozuldu. “Miray, başıma ilk defa böyle kördüğüm oluşturmuş saçma salak bir olay geliyor. Ne yapayım?”
“Allah hepinizin belasını versin…” dedim büyük bir öfkeyle. “Hele o Beyhan Çakmak…” Adama sinir olmuştum. “Teoman’ı ateşe atmış, bak bak bak… Ümit Haldun İnal da olayı örtbas etmek için benim kardeşimi atmak istemiş tehlikeye. Olan Mir Beyaz’a ve Melek’e oldu…” Kendimi tutamadım ve ağlamaya devam ettim. Ağlamaklı bir sesle “Fırat’ı çiçekçiye kimin gönderdiğini öğrenmemiz lazım…” dedikten sonra ayağa kalktım.
Erkin de benimle beraber kalktı. “Varan Alp bir müddet bilmeyecek, ayrıca o salak patronu Fırat’la iletişime geçerse anında haberim olacak; Fırat’ın telefon trafiğini takip ediyorum.”
“İşin içinde Koray olmasa hepinizi patlatırdım, bir de hasta ablan… Ama dua et ki onlar var.” dedikten sonra son kez Erkin’e bakarak “Yazıklar olsun sana da…” deyip arkamı döndüm.1
⚖️
ERTESİ GÜN
“Dün haberleri gördüm tabii,” diyordu Biran teyze; cezaevinin kapısının önündeydik. “Hâlâ oğlumun suçlu olduğunu söylüyorlar, nefret ediyorlar oğlumdan…” Buse ile Koray taş kâğıt makas oynarken onları izliyordum ve sadece iç çekiyordum.
Babam esefle kınar gibi “Ya bu Emrah nerede?” diye sordu Biran teyzeye bakarak. “Bak, acımız var diye soramadım kaçtır ama Emrah neden kızını saklıyor? Ya da bu kızın babası nerede, ha, Asım nerede?”
Annem sıkıntıyla Biran teyzeye döndü. Biran teyze ise “Bilmiyorum Adem, bilmiyorum dedim zaten önceden Bengü’ye.” deyip annemi işaret etti. “Bengü bana beş kere sormuştur en az… Tamam, sizin de oğlunuz gibi Mir Beyaz, Bengü’nün süt oğlu, biliyorum ama benim de öz oğlum.” Gözleri dolunca Buse’ye döndü. “Zaten torunum mahvolmuş oradan oraya… Allah razı olsun, Miray buldu getirdi…” Bana döndükten sonra gülümsedi, ben de ona gülümsedim.
Babam beni gözleriyle işaret ederken “Seray nerede?” diye sordu anneme. “Miray sen konuşmadın mı ablanla?”
“Baba konuştum da Rüzgar’ı çıkarmaktan korkuyormuş, gelememiş. Bir kez çıkardı ya önceden...” İzmit’e kadar getirmişti çocuğu, sırf cenaze var diye. “Ha bir de Teoman da hastalanmış.”
“Nesi varmış?” diye sordu annem bana dönerek.
“Ne bileyim… Soğuk algınlığıdır herhalde.” Eniştemin bu olanlarda çok suçu yoktu ama yine de gizlediği için çok kırgındım, tıpkı Erkin’e ve Koray’a kırgın olduğum gibi. Sarp korkusundan susmuştu da bunlar basbayağı arkamdan iş çevirmişti.
Babam sıkıntılı bir nefesle cezaevinin kapısına döndü. “Ne zaman çıkacak bu oğlan yahu? Piştim vallahi sıcaktan…” Bugün hava ekim ayına göre çok sıcaktı gerçekten.
“Gelecek şimdi.” diye cevapladım.
Buse’nin yanıma koştuğunu fark ettiğim an kollarımı açtım, tabii ki üstüme atladı ve bana sarıldı. “Miray abla,” dedi yüzünü geri çektiğinde. “Hani otobüse binmeden tost yemiştik ya…” deyince kafamı salladım.
“Evet? Canın mı istedi yoksa? Eve gidince hemen yapalım sana…”
“Oley!” dedikten sonra Biran teyzenin yanına oturdu. “Anneanne, dayım çıktıktan sonra Miray ablalara kahvaltıya gidelim, tost yapacakmış. Ama o çift kaşarlı seviyor, ben sucuklu.” Endişeyle bana döndü. “Bana sucuk koyarsın değil mi?”
Babamın kahkahasını işittiğim an cevap veremeden yüzümü ona çevirdim. “Miray düzgün tost yapamaz kızım, ben yaparım sana…”
Ağzımı beş karış açtıktan sonra “Sen daha tost makinesini fişe takamıyorsun baba…” deyip anneme döndüm. “Anne bir şey desene!”
Koray keyifsiz bir tınıyla “Ben hepinizden iyi yapıyorum da… Neyse…” dediği an göz göze geldik. Onun da çok suçu yoktu ama kızgındım… Gördüğümde beynime iğneler saplanıyordu…
“Sen geçen gün alüminyum folyoyu yaktın be!” dedi babam Koray’ın ensesini tutarak. “Az kalsın evi yakıyordun, davul dilli!”
Annem, Biran teyzeye dönüp “Koray geçen kalkmış sabah, bize sürpriz yapacakmış kahvaltı için. Baktım uyandığımda burnuma bir yanık kokusu geliyor. Zaten travmam var…” dedikten sonra elini kalbine götürdü. “Aha dedim bittik… Aşağıya bir indim ev duruyor ama böyle garip garip siyah şeyler var mermerin üstünde. Çocuk gitmiş elini de yakmış.”
“Koray abi ben bile yakmazdım alüminyum folyoyu…” diyen Buse’ye dönerken cezaevinin kapısı açıldı. İçeriden çıkan Mir Beyaz’ı gördüğüm an endişeyle ayağa kalktım.
Buse hiç beklemeden dayısına doğru koşunca en geride ben kalmıştım, herkes Mir Beyaz’ın yanına yürümüştü.
Bir iki dakika içinde herkesle sarıldı, selamlaştı ve en son beni gördü. O kadar keyifsiz ve ruhsuzdu ki aklında sadece Melek’in olduğundan emindim ve böyle olmakta bir yandan haklıydı da.
Ona o kadar kızgın değildim ama kafamda hâlâ soru işaretleri vardı, bu yüzden onunla yalnız konuşmalıydım.
Yine çıtı çıkmıyordu, sesi soluğu kesilmişti sanki…
Arabaya binmeden önce iki saniye sarıldım fakat yüzüme bile bakmadığı için konuşamadım. Mir Beyaz böyleydi işte… İçine atardı.
Yarım saat içinde Gebze’ye vardık, eve girdik ve Buse’ye tost hazırladık. Hiçbirimizin iştahı olmadığından dolayı sadece Buse yemek yedi, Mir Beyaz sadece su içti. İki üç kilo verdiğinden adım kadar emindim, çok belli etmiyordu ama yüzü bile çökmüştü çocuğun.
Buse kahvaltı ettikten sonra Biran teyze eve gitmek istedi; Mir Beyaz’la konuşacağım için onlar çıkarken ben de ceketimi aldım, onlarla beraber kapıya çıktım.
Dışarı adımımızı attığımız an Biran teyze Mir Beyaz’a dönüp “Baban nerede?” diye sordu. Biran teyzenin sesinde öfke de vardı. “Yemin billah bilmiyorum Miray.” Yüzünü bana çevirince kahverengi kısık gözleri yansıyan güneşten ötürü daha da kısılmıştı. “Anlatmadılar bana…” Gözleri doldu kadının ama Buse’yi fark edince toparladı.
Mir Beyaz konuşmuyordu… Çok suskundu.
“Biran teyze,” dedim omuzuna dokunarak. “Siz eve gidin, ben Mir Beyaz’la konuşayım…”
Biran teyze tereddüt ederek Mir Beyaz’a baktıktan sonra “Şu zamana kadar sesimi çıkarmadım Mir Beyaz ama yemin olsun ki eve geldiğinde benimle tek kelam konuşmazsan hakkımı helal etmem.” deyip Buse’ye döndü. “Anneannem parka gidelim mi biz? Salıncakta sallarım seni.”
Buse büyük bir keyifle “Anneanne hava da sıcak, bana dondurma alsan?” deyince büyük bir hüzünle Mir Beyaz’a döndüm.
“Tamam bebeğim, kuzum…” derken arkalarına bile bakmadan yürümeye başladılar. Buse çok mutluydu, zıplayıp duruyordu…
Mir Beyaz’la yalnız kaldığımız an koluna girdim ve “Hadi,” dedim caddeye doğru yürüyerek. İstemeyerek de olsa yürümeye başladı. “Nereye gidelim? Nerede konuşabilirsin?”
Mir Beyaz sertçe yutkunduktan sonra “Miray,” dedi yolun ortasında durarak. “Mezarlığa gidebilir miyiz?”
Bazen bir cümle bile ağlatabilirdi insanı; o cümlede toprak varsa, kefen varsa, kan varsa hele tek bir cümle bile ağlatabilirdi insanı. Yakardı, yıkardı…
“Gidelim.” dedikten sonra arkamı dönüp bizim arabayı işaret ettim. “Yürüyerek gidemeyiz, araba kullanabilir misin?” Mir Beyaz kafasını salladıktan sonra iki gözünden de iki damla yaş düştü yere. “Tamam, o zaman anahtarı alıp geliyorum ben.”
İçeriye girdikten sonra babamdan anahtarı almak için salona geçtim.
“Kızım,” diyen babamın elinde hâlâ okuduğu İnce Memed 3 kitabı vardı. “Mir Beyaz’ı sahile falan götürmeyecek miydin sen? Konuşmayacak mıydın? Niye geri geldin?” Gözlerini kıstı. “Yoksa istemedi mi?”
Sesli bir nefes verdim. “Baba mezarlığa gideceğiz de arabanın anahtarını alabilir miyim?”
Babamın yüzü bozuldu, sonra elini cebine götürdü ve anahtarı uzattı. “O mu istedi?” diye sorarken arkamı dönmüş, yürümek üzereydim.
Babama dönüp “Evet. Neyse, sağ ol baba…” dedim ve hızlı hızlı evden çıktım.
Ben dışarı çıktığımda Mir Beyaz kaldırımın üstünde oturuyordu ve sağ eli zemindeydi. Çok güçsüz kalmıştı; hem ruhen hem bedenen.
“Kalk hadi,” Omuzuna dokunduktan sonra arabanın kilidini açtım ve anahtarı Mir Beyaz’a uzattım. Yüzü gözü kıpkırmızıydı, dudakları şişmişti.
Arabaya biner binmez emniyet kemerimi bağladım, o ise anahtarı takar takmaz gaza bastı. “Mir Beyaz, yavaş süreceksin ve şu emniyet kemerini bağla önce.” dedim despotça. “Hadi.”
Mir Beyaz yavaşlarken diğer yandan da emniyet kemerini çekip taktı. “Annesinin yanında, değil mi? Bağçeşme.” Mezarlıktan bahsetmişti.
“Evet.” dedikten sonra ağlamamak için avuç içime tırnaklarımı bastırdığımı fark ettim. Son günlerde bunu çok yapıyordum.
Sürekli burnunu çekip duruyordu. “Cenazesine bile katılamadım,” dediği an başımı ona doğru çevirdim. “Üstüne toprak bile atamadım Miray.”
“Mir Beyaz neden sustun?” diye sordum aklıma gelen ilk cümleyi kurarak. “Niye yani? Acından mı yoksa sinirinden mi? Neden?”
Gözlerini kırpıştırdı. “Miray benim içim kanıyor iki haftadır.” Kafasını hafifçe bana çevirdi, sonra yola geri döndü. “Ölmek istiyorum.”
“Konuşma şöyle!” dedim ellerimi sıkmaya devam ederken. “Bak,” Kendimi gösterdim. “Cenazede ağladım, Melek öldüğünde ağladım, Melek’in cesedini gördüğümde ağladım ama şimdi bak bir bana.” Bakamadı. “Mir Beyaz bizim canımız öldü, değil mi? Ama onu öldüren adam ya da kadın, neyse, şu an dışarıda…” Mir Beyaz’ın direksiyonu tutan elleri sıkılaştı; hâlâ ona laf anlatıyordum… “Sen de önce sevgilisi, sonra da bir polis memuru olarak bana yardım etmelisin. Ve bana yardım etmek istiyorsan Mir Beyaz, önce bana o gece neler yaşandığını anlat.”
“Miray beş on dakika konuşmasak…” Sesi çok kısık ve titrek çıkıyordu. “Sonra anlatacağım, söz.”
“Bugün anlatacaksın çünkü daha fazla vakit kaybetmek istemiyorum. Kaç haftadır senin suskunluğun başıma yeterince bela açtı zaten, daha fazlasını kaldıramam.”
Kafasını salladı. “Tamam… Tamam, peki.”
Söylediği gibi mezarlığa gidene kadar hiç konuşmadık, arabayı yavaş kullandığından ötürü de yarım saat civarı yol gittik. Çok az trafik vardı.
Mezarlığın yakınlarına geldiğimizde de arabayı park etti ve anahtarı çıkarıp bana uzattı. “Al.”
Arabadan indikten sonra ilk iş büyük kapının arkasındaki mezar taşlarını gördükten sonra o yöne doğru yürüdük ancak Mir Beyaz yolun ortasında durunca ben de durmak zorunda kaldım.
“Ne oluyor?” diye sordum arabanın anahtarını ceketimin cebine yerleştirirken.
Mir Beyaz’ın gözleri kıpkırmızıydı. “Miray, sence o bana kırgın mıdır?” Dudakları titredi konuşurken. “Onu yalnız bıraktım, öncesinde de suçladım… Falan…”
“Nasıl suçladın? Ne dedin ki ona?” diye sordum korkuyla. “Mir Beyaz umarım kavga etmemişsinizdir…” Artık mezar taşlarını gördüğümden midir yoksa Mir Beyaz’ı böyle görmeye dayanamadığımdan mıdır, gözyaşlarım dökülmeye başladı. “En ağırıma giden de ne, biliyor musun?” Biraz daha yaklaştım ona. “Hah…” Sinirle güldüm. “Adamlar dalga geçer gibi doğum günlerimizde öldürüyor ya…”
Mir Beyaz’ın başı yukarı kalktı, göğe. Derin bir nefes alırken bile kendisini tutamıyordu, sürekli ağlıyordu. “Miray ben yapamayacağım galiba…” Elini kalbine götürdü. “Olmuyor, kalbim sıkışıyor… Sanki ölmemiş gibi hissediyordum, inanamıyordum, konduramıyordum… Siz söylerken bile bir yerlerde saklandı, bizi kandırıyor zannediyordum… Ama şimdi…” Kafasını olumsuz anlamda salladı. “Yok, yapamam, olmaz…”
Elini tuttuktan sonra “Olur.” dedim ve burnumu çektim. İyice sümüklü olmuştuk. “O sadece bizden önce gitti, bizden önce terk etti bu dünyayı. Biz de peşinden gideceğiz zamanı gelince…” Onu kendime doğru çekerken mezarlığın kapısıyla bakıştı. “Ve eminim giden biz olsak o, bizi bu dünyadan götüren caniden hesap sorardı…” İçimdeki nefret katbekat arttı. “Ve sen onun gidişiyle yüzleşmeden onu götürenlere bu denli sinirlenemeyeceksin Mir Beyaz. Bu yüzden hadi.” Emin adımlarla yürümeye başladım. “Gidiyoruz.”
Mir Beyaz bu söylediklerimden sonra hafif hafif toparlanır gibi oldu, daha sonra da benimle beraber adımlarını büyük büyük atarak yürümeye başladı.
Mezarlığa girdikten sonra etraftaki mezar taşlarına bakarak içimden Fatiha okudum, Melek’in mezarının önüne gidene kadar da dua ettim.
İki dakika sonra sonunda Melek’in mezarının karşısındaydık.
Mir Beyaz’ın yaptığı ilk hareket, dizlerinin üstüne çökerek çenesini Melek’in mezarının mermerine yaslamasıydı. Yüzü kıpkırmızıydı ve sanki nefes alamıyor gibiydi, ben de ondan farksızdım; ben sadece göstermiyordum.
Elimi alnıma götürdüğüm an vücudumun yandığını fark ettim ve gözlerimi hemen başka bir yöne çevirdim. Ama şu mezarlıklar yok muydu… İnsan sevdiğinin mezar taşına bakamayıp arkasını çevirdiğinde bile toprağın altında yatan bedenlerin adıyla yüzleşiyordu; yine canı yanıyordu.
Mir Beyaz maalesef yaklaşık dört beş dakika aralıksız bir şekilde sesini yükselterek ağlamıştı ve elimden hiçbir şey gelmiyordu.
“Meleğim…” dedi nefesi kesilince. “Allah benim belamı versin.” Taze toprağa dokunarak avucunun içine aldı. Toprağın çoğu kısmına çiçek ekiliydi. “Sevdiğim kadını bile koruyamadım. Benim yüzümden oldu,” dedi kesik kesik seslerle. Ağladığı için cümlelerinin çoğunu algılayamıyordum. “Benim yüzümden gitti oradan, yalnız gitti…”
Sonunda kendimi toparlayıp Mir Beyaz’ın yanına kadar yürüdüm ve “Sen yeğenini korumuşsun çünkü Mir Beyaz… Küçücüktü daha…” diyerek koluna dokundum.
“Galiba onu da koruyamadım.” deyip yüzünü bana çevirdi. Sanırım bu kez neler olduğunu anlatacaktı.
OLAY GECESİ
“Geçmez şimdi kızarıklık!” diyerek yanaklarına dokunan Melek dudaklarını bile dişleyerek kaşıyordu. “Mir Beyaz inşallah ıtır çiçeğini sen koymamışsındır yoksa yemin ederim ayrılırım senden!” Saçlarını da kaşımaya başladı.
“Aşkım yemin ederim haberim yoktu diyorum ya, anlamıyor musun?” Mir Beyaz, Melek’in koluna dokundu. “Ben de kaşıyayım mı? Neren kaşınıyor?”
Melek somurtarak “Bu aptal restoran sahibi niye ıtır çiçeği koydurmuş bukete?” dedikten sonra kolunu ve boynunu kaşıdı. “Mir Beyaz hastaneye mi gitsem?”
“Aşkım o kadar da değildir ama ya…” diyen Mir Beyaz bıyık altından sevgilisinin düştüğü hale gülüyordu. Azıcık gülse fena olmazdı sonuçta ve Melek çok komikti. “Abarttın sen de.”
Melek sağ elini kaldırarak “Tokat gelecek suratına şimdi, sus!” dedikten sonra kaldırdığı eliyle boynunu kaşıdı. “Allah’ım suçum ne benim ya?” Fuları çıkardıktan sonra cebine koydu. “Sen de anca gül zaten… İyice sıkıldım ya…”
Mir Beyaz bozularak “Aşkım ayıp ediyorsun ama…” deyip romantikçe süslediği masayı işaret etti. “Kuru gül yaprağı bile döktüm masaya, daha ne istiyorsun yani? Bu adam daha neler yapsın?”
“Hiçbir şey yapma Mir Beyaz, sadece sus.” diyen Melek hâlâ boynunu ve burnunu kaşıyordu. “Burnumun kaşınmasından zaten nefret ediyorum.”
Mir Beyaz cebinde fazlalık gibi duran tektaşı artık çıkarmak istiyordu. “Melek.” dedi Mir Beyaz kendisini işaret ederek.
“Ne var Allah’ın cezası?” diyen Melek bir yandan da gülüyordu. “Bir de sanki dünyanın en ciddi adamıymış gibi Melek!” diyerek sevgilisinin ses tonunu taklit etti. “Ne yapacaksın Mir Beyaz Bey, evlenme teklifi mi edeceksin?”
Mir Beyaz’ın yüzü bozuldu. “Ulan nereden anladın?”
Melek bir anda kendisini kaşımayı bıraktı. “Yemin et!”
Melek’in badem gözleri fal taşı gibi açıldı. “Yalancı.”
“Kuran dedik… Yok artık Melek.” Cebinden tektaş yüzüğü çıkardıktan sonra sevdiği kadının önünde diz çöktü. “Benimle evlenir misin?” Melek’in ağzı beş karış açık kaldı, mutluluktan kaşındığını bile unutmuştu. “Yani bence evlenirsin…” diyen Mir Beyaz’ın şebekliğine otuz iki diş sırıtan Melek iki kez zıpladı.
“Ya evlenirim tabii!” Sevgilisinin yanaklarını sıkası gelmişti. “Evet.” dedi sonra ciddiyetle, ardından sağ elini uzattı. “Yüzüğü takabilirsiniz Damat Bey.”
Mir Beyaz’ın heyecanı gitmişti. “Tabii, Gelin Hanım, hemen!” Parmağına yüzüğü geçirdiği an birbirlerine sarıldıktan birkaç saniye sonra da Mir Beyaz büyük bir aşkla sevgilisinin dudaklarını kendi dudaklarıyla buluşturdu.
“Ayyy Mir Beyaz!” dedi Melek, sevgilisini bir o yana bir bu yana çekiştirmeye çalışarak fakat minyon olduğundan dolayı pek mümkün değildi. “Miray’a söylemem lazım!”
Melek koşarak masanın üstünde duran telefonuna yönelince Mir Beyaz, “Hayır, dur!” deyip dışarıyı gösterdi. “Önce ablamların yanına gidelim, sonra Gebze’ye geçtiğimizde Miraylara gideriz. Bizimkiler uyumamıştır, kutlarlar doğum gününü.”
“Miray evde mi ki?” diye sordu Melek telefonundan kamerayı açarak. Önce sevgilisini çekti, ardından yanına koşarak özçekim almak için elini kaldırdı.
Mir Beyaz “Bilmiyorum, sorarız ama sakın söyleme, sürpriz olsun. Giderken pasta da alırız.” deyince Melek, poz vererek telefonu daha da havaya kaldırdı.
Ve fotoğrafı çeker çekmez sevgilisinin kızacağını bilmesine rağmen en yakın arkadaşına gönderdi.
MELEK:
EVET, DEDİM! EVET! Benden sakladığınıza inanamıyorum ya! Mir Beyaz beraber söyleriz dedi, kalkıp size geleceğiz. Uyumadın, değil mi? Sakın önce benim söylediğimi söyleme, üzüntüden ölür. Bu arada pasta kapıp geliyoruz, doğum günün kutlu olsun çiçeğim, tavşan suratlım!
“Sen mesaj mı attın Miray’a?” diye soran Mir Beyaz’ı duyan Melek, anında telefonunu kilitledi.
Kafasını olumsuz anlamda salladı. “Yok yok, doğum gününü kutladım.” Ardından bugünün hâlâ 16 Eylül olduğunu görünce kaşları çatıldı. “Ay daha 16 Eylül…”
“Bravo aşkım, ilk sen kutlamışsındır, kendini alkışla…” diyen Mir Beyaz tekrardan heyecanlandı. “Sen bana az önce Damat Bey mi dedin?” Sevgilisinin yanına yaklaşıp burnundan öptü. “Burnun da kıpkırmızı olmuş…”
Melek heyecanla “Fark ettim ama umurumda değil. Dünyanın en mutlu insanıyım şu an…” derken yerinde bile duramıyordu. “Heh, ablanlar da şurada, değil mi? Gördüm…” Pencereden bakarak parkı işaret etti. “Busecik de mi geldi?”
“Ya ablam tek gelsin isterdim ama eniştem gereksizi ve Buse bıcırığı ablamsız iki dakika duramadığından mecbur, onları da çağırdım. Pasta da var…”
Melek kapıya doğru yürürken “Tamam…” deyip sevgilisinin elini tuttu. “Gidelim bakalım. Düğün pastamızı kesmek de nasip olur inşallah… Ama 17 Eylül’de evlenmek yasak Mir Beyaz. Bir kutlama daha kaldıramam. Her sene dört tane pasta üflüyorum zaten…”
Mir Beyaz kıkırdayarak “Yok bence biz buradan çıkar çıkmaz nikâh günü alalım.” deyince Melek gözlerini fal taşı gibi açtı.
“Aşkım imkânsız. Daha bunun istemesi var, nişanı var, kınası var, düğünü var… Var da var.”
Restorandan çıkıp parka doğru inmeye başladılar.
Mir Beyaz, istemeyi duyar duymaz “Yalnız baban o yüzüğü parmağında görünce kalp krizi geçirmesin?” diye sordu. Aklına gelen ilk şey, Ümit Haldun İnal’ın vereceği tepkiydi.
Melek de bozuldu ve “Babam kahrından diğer dünyaya gitmese iyi…” demekle yetindi. “Ama aşkım bunları konuşmayalım, sonra kavga ediyoruz.”
“Babanı mı konuşmayalım?” Parka neredeyse girmişlerdi. “Olur, bana uyar.”
Melek, Mir Beyaz’ın koluna vurduktan sonra “Pislik…” dedi gülerek. “Merhabalar!” dedi ardından ve Melek selam verir vermez Pembe, eşi Asım ve kızı Buse arkalarını döndüler.
“Ne zaman geldiniz ya?” diye soran Pembe şoktan küçük dilini yutmuştu. “E…” dedi Mir Beyaz’ın sürprizini anımsayınca. “Şeyi ne yapacağız?”
Melek sağ elini kaldırıp yüzüğünü gösterince Buse “Aaaa!” diye bağırıp dayısına doğru koştu.
Pembe de Asım da sürprizleri güme gitti diye bir süre bu durumdan yakındılar ancak pasta kestikten sonra herkes gayet normal bir şekilde sohbet etmeye devam etti.
Melek, telefonunu eline aldıktan sonra “Ya burada da telefon hiç çekmiyor. Mesaj atıyorum, gitmiyor…” diyerek Asım’a ve Pembe’ye döndü.
Pembe, Asım’ın telefonunun ekranını açtıktan sonra “Asım’ınki çekiyor tatlım. Benimkiyle de Buse bayağı oynadı ama…” diyerek Asım’ın telefonunu açtı.
Buse hemencecik “Anne oyunlar internetsiz…” diyerek giyinme oyununu gösterdi. “Bak, internetli olsa sürekli reklam çıkardı.”
Melek, “Bakayım…” dedikten sonra telefonunu havaya kaldırdı.
“Pembe benim telefon restoranın internetine bağlı,” diyen Asım büyük bir iştahla pastasını yiyordu. Mir Beyaz da aynı şekilde durmadan pasta yiyordu. “O yüzden belki mesaj geliyordur.”
“Ha…” diyen Pembe, telefonu masanın üstüne bıraktı. “Şu uygulamadan iki tane mesaj gelmiş.”
“Çekiyor galiba şimdi…” diyen Melek tam emin olamamıştı. “Neyse, biz fotoğraf mı çeksek ya?” Ayağa kalktı Melek ve herkese tek tek baktı.
Tam o sırada Asım’ın telefonuna bir mesaj geldi ve Pembe, gelen mesajı okuduğu an beynine kan gitmedi.
Asım kalkar kalkmaz Melek’e tebessümle bakarak “Olur canım çekilelim…” dedikten sonra kayınbiraderine döndü. “Mir Beyaz Sultan, teşrif mi etsen acaba?”
Mir Beyaz ayağa kalkarken peçeteyle dudağının kenarını sildi. “Durun, geliyorum.”
Pembe, Asım ile Melek’e bakarken gözü döndü ve donuk bir şekilde ayağa kalktı. Melek, elindeki telefonu kaldırdıktan sonra Asım Melek’in beline dokunduğu an Pembe masadaki tabaklardan birini kaldırıp yere attı.
“Abla!” diyen Mir Beyaz diğer yandan da Buse’ye dönmüştü. “Abla iyi misin? Niye attın tabağı yere?”
Melek ve Asım da arkasını dönüp Pembe’ye tuhaf bakışlar savurdu.
Pembe büyük bir öfkeyle, kıpkırmızı gözlerle Asım’a bakmaya devam etti. “Allah belanızı versin…” Asım’ın kolunu tuttu ve tırnaklarıyla çizmeye başladı. Melek, korkuyla geriye çekilirken “Gel, gel kaçma!” diye çemkirdi Pembe. Daha sonra Melek’in üstüne yürüdü ve onun da kollarını çizdi.
Melek, büyük çığlıklarla geri geri sendelerken sandalyeye takılıp yere düştü.
“Abla!” diye bağırdı Mir Beyaz, yutkunduktan sonra. “Ne yapıyorsun ya?”
Pembe ağlayarak hem Buse’yi kontrol etti hem de şerefsiz Asım’ı. “Mir Beyaz bu Melek eniştene ne yazmış, bak…” deyip Asım’ın telefonunu havaya kaldırdı.
Mir Beyaz, Melek’i kaldırdıktan sonra “Ne yazmış, ne?” diyerek öfkeyle ablasına yürüdü. “Bu ne?” Telefonu eline alır almaz gördüğü mesajla Melek’e döndü. “Bu ne ya?” deyip telefonu Melek’e gösterdi.
Asım gözlerini belerterek “Aşkım o…” dedikten sonra elini çenesine götürdü. Aslında aldattığı kadının adı Melek’ti ama Melek İnal değildi, Melek Sezen’di. “Ya o şeyden…” Melek’e döndü. “Kardeşçe yazmıştır ya…”1
Melek büyük bir şokla “Hayır…” dedikten sonra Mir Beyaz’a döndü. “Benim Miray’a attığım mesaj bile gitmedi, telefonum çekmiyor.”
“Yalancı!” diye çemkiren Pembe, Melek’in kolunu tırnaklarıyla delercesine çizdi. “Az önce telefonunun çektiğini söyledin.”
Melek’in canı çok yanınca Pembe’yi çekiştirdi ancak asla ona şiddet uygulamadı.
Mir Beyaz’ın kafası karışınca “Sen niye benim sevgilimi Meleğim diye kaydediyorsun?” diye sordu Asım’a bakarak.
“Mir Beyaz ben göndermedim!” diye bağırdı Melek, Mir Beyaz’a doğru. Mir Beyaz yanlış bir cümle kurduğunu anlayarak açıklama yapacaktı ki Melek parmağındaki yüzüğü çıkardı. Hem ağlıyordu hem de canı yanıyordu. “Allah belanızı versin…” diyerek çantasını da aldıktan sonra parkı terk etmek için koştu.
Pembe, Melek gider gitmez eline masadaki bıçağı aldı ve havaya kaldırdı. “Gel lan buraya!” diyerek Asım’a doğru yöneltti ancak Mir Beyaz engel oldu.
Asım korkuyla “Ya o değildi be…” diyerek elini havaya kaldırdı. “Geri zekalı, niye kendimden on yaş küçük kızla sevgili olayım ben?”
Pembe bu kez daha büyük bir öfkeyle “Şerefsiz köpek!” diyerek bıçağı Mir Beyaz’dan almaya çalıştı.
Asım kızını işaret etti. “Ulan kızını düşün bari be!” diye inledi Buse’yi göstererek. “Anneliğine tüküreyim senin… Psikopat ruh hastası.”
Mir Beyaz bu kelimeyi duyar duymaz Asım’ın suratına sert bir yumruk indirdi. Pembe, bu kez ağlayarak masanın altına eğildi ve “Kızım… Oyun oynadık biz…” diyerek gülmeye başladı.
Buse ağlıyordu. “Yalan söylüyorsun anne.”
“Hayır kızım bak…” dedikten sonra telefonu alıp ekranı gösterdi. “Mesaj yoook…” dedi büyük bir sevinçle.
Buse telefonu görür görmez “A evet yok…” dese de pek inanamamıştı. “Ama çok korktum.”
“Korkma bebeğim…” Mir Beyaz’a ve Asım’a döndü Pembe. “Bak, babanla dayın…” derken nefreti tazelenir gibi oldu. “Sen gelsene buraya Asım.” diyen Pembe, masanın altından çıktı. Buse’yi unutmuştu yine… Bıçağı eline alarak Asım’a doğru yürüyünce Asım koşarak kaçmaya başladı.
Mir Beyaz hem Melek’i merak ettiğinden hem de ablasının yapacağı delilikten endişelendiğinden ötürü nereye koşmak istediğine bir türlü karar veremedi. “Abla!” diye bağırdıktan sonra ise sessizlik çöktü, sonra da masanın altında yalnız kalan Buse’yi anımsadı o da. “Dayıcığım… Canım…”
Buse masanın altından çıktıktan sonra dayısına koştu ve bacağına sarıldı. “Dayı ben üşüyorum ve korkuyorum.”
“Bebeğim gel, gel restorana gidelim. Orası sıcak. Gel,” Buse’yi kucağına aldı. “Hem annenler gitti…” derken bile Pembe’nin elindeki bıçak geldi aklına. Asım umarım kendisini korurdu ya da ablasına bir şey yapmazdı.
Buse ile Mir Beyaz restorana ulaştılar, Buse biraz ısındı ancak parkın aşağı kısımlarında bulunan kayalıktaki ailesi, pek ısınamamıştı…
O gece Pembe, Asım’ı kovaladıktan sonra bacağından yaralamıştı ve Asım, sendeleyerek uçurumdan yuvarlanmıştı. Denize düşen Asım’dan sonra Pembe, elindeki kanlı bıçağa bakarak bayılmıştı.
Mir Beyaz, yeğenini sakinleştirmek ve kafasını dağıtmak için gülümseyip dışarıdaki deniz manzarasını işaret ederken eniştesinin yüksek miktarda kan kaybedip denize düştüğünden bihaberdi.
Ve… Bir anda havai fişekler patladı.
Mir Beyaz, restoranın internetine zar zor bağlandıktan sonra Melek’e mesaj atmak için mesajlar kısmına girdi ancak tanınmayan bir numaradan gelen video kaydı, onu dehşete düşürdü.
Videoda önce ablasının eniştesini yaraladığı ve uçurumdan attığı kısım kaydı vardı, ardından Melek’e beş kez peş peşe ateş edilen kısım…
Mir Beyaz’ın boğazındaki damarlar birbirine düğüm oldu sanki… Nefessiz kaldı.
Elimdeki silah sana ait ve bu silahla sevgilini öldürdüm.
Tam 17 Eylül’ün ilk dakikalarında…
Eğer cinayeti üstlenirsen ve susarsan ablanı ele vermeyiz.
Ha bu mesajları gösterdin diyelim.
O zaman seneye seni gebertiriz.
Çünkü siz 17 Eylüllüler bunu hak ettiniz.
Baygınlık geçirmek üzere olan Mir Beyaz, arabasının önünü kesen herifleri hatırladı; buraya gelmeden bir saat önce arabasını çevirip ondan çalmışlardı.
Bir terslik olduğunu sezse de vazgeçmişti.
Çünkü Melek’e âşıktı ve onunla evlenmek istiyordu, ertelememek istiyordu.
Fakat evlilik teklifi yaptığı gün, ona zehrolmuştu.
Ve evet… Mir Beyaz Küfe gerçekten de mecazen ölmüştü.
GÜNÜMÜZ, MİRAY HİLDE LALEZAR
“Şerefsiz haysiyetsizler!” derken gözlerimden dökülen tüm yaşların hesabını sormak için ayaklandım. “Bak, sana ve Melek’e yemin ediyorum ki o mesajı atan elleri bulduğum an keseceğim!”
Mir Beyaz hâlâ ağlıyordu. “Sildi sonra mesajları…”
“Numarasına ulaşamadım.” diye ekledi Mir Beyaz.
“Kalk Mir Beyaz, kalk…” dedikten sonra aklıma Erkin geldi. “Bunları sen Erkin’e anlat, Erkin Savcı’ya… Sonra numara aransın, belki bir konum bilgisine ulaşılır.” Mir Beyaz zar zor ayağa kalktıktan sonra mezara son kez bakıp hüzünle gülümsedi. Kolunu çekiştirerek “Sonra da suç mahalline ulaşırız, hadi.” deyip mezarlıktan çıkmak için yürümeye başladım.
⚖️
Artık olaylara daha da hakim olduğumdan ötürü az da olsa rahatlamıştım ancak önümde uzun bir yol vardı, sanırım yeni başlıyordum.
Varan Alp’in yaşadığı sitenin önündeydim ve güvenliğe doğru yavaş yavaş yürüyordum. Aslında buraya Erkin’le konuşmak için gelmiştim ama Varan Alp’e de uğramam gerekiyordu. Arabayla buraya gelirken hep onu üzdüğümü düşünmüştüm, şimdi mutlu etmek için olanları anlatabilirdim. Araya da bir özür sıkıştırırdım, iyi olurdu.
Güvenliğin önünde durduğum an güvenlik kafasını bana çevirdi. “Ya hangi blokta oturduğunu bilmiyorum ama Erkin Savcı’ya geldim ben, tanıyor musunuz?”
Güvenlik kafasını salladıktan sonra “Fakat kendisi evde değil.” deyip telefonu kaldırdı. “Gözümden kaçmaz ama yine de arıyorum evini.”
Varan Alp’in dairesini söyleyecektim ama adam Erkin’in evini arayınca telefonum titremeye başladı.
Telefonumu çıkardığım an güvenlik, “Açmıyor hanımefendi.” deyince kafamı sallamakla yetindim. Ekranda da bir numara vardı, tanımıyordum.
“Buyurun?” diyerek açtım telefonu ve güvenlikten iki adım uzağa yürüdüm.
“Miray, Erkin ben!” Erkin’in ses tonu beni iyice korkutmuştu çünkü telefonu açar açmaz endişeyle nefesler vermişti. “Miray, beni iyi dinle! Varan Alp’i ara, bir yere çağır, çabuk!”
Korkuyla “Niye?” diye sorunca ofladı.
“Ya bu Mir Beyaz serbest kalınca bana bir kargo geldi, bugün açtım.” Kaşlarım çatıldı. “Emniyette inceledik, ne olur ne olmaz diye ama karşımda koca bir yazı: Aynısı Varan Alp Çakmak’a da ulaştı.” Birkaç saniye sessiz kaldı. “Sarp’la baktık görüntülere… Koray’la Fırat’ın silahla görüntüsü var, restorana girmeden önce.”
“Ne?” Elimi kalbime götürdüm. “Yüzleri gözüküyor mu?”
“Miray soru sorma… Varan Alp az önce eve gitmek istediğini ve uyumak istediğini söyledi ama paket ona da gitmiş. Açması an meselesi!”
Güvenliğe döndüm. “Erkin ben sizin sitenin önündeyim!”
“O zaman eve gir, oyala… Geliyorum ben de.”
Korkuyla güvenliğe döndükten sonra telefonu kaldırıp numarayı gösterdim. “Erkin Savcı’nın numarası, kontrol edebilirsiniz. Evine girmem lazım da…” dedim endişeyle. Aslında Varan Alp’i de aratabilirdim ama aklıma ilk bu geldi.
“Bakayım…” Adam telefonu kulağına aldı, diğer yandan da bilgisayardan Erkin’in numarasını kontrol etti sanırım. “Tabii ki Sayın Savcım. Hemen!” Sanırım Erkin’i sesinden tanımıştı. Telefonu uzatır uzatmaz bana sitenin kapısını açtı. “Buyurun.”
Siteye girdiğim andan o kadar korkuyordum ki ve diğer yandan o kadar kötü hissediyordum ki… Bir gün de olsa ondan bunları saklamak üstümdeki yükü katbekat artırmıştı.
Ve diğer yandan da Koray için endişeleniyordum…
Varan Alp’in bloğuna girdiğim gibi telefonunu çaldırdım ama açmadı… İlkinde meşgule verdi, ikincisinde açmadı bile…
“Allah’ım yardım et…” diyerek asansörün düğmesine peş peşe yedi kez bastım. “Allah’ım ne olur üstünü başını falan değiştiriyor olsun ya da yemek yiyor olsun… Ne olur paketi hemen açmamış olsun! Yalvarırım ya!”
Erkin beni tekrar arayınca hemen açtım.
Hemen konuşmaya başladı: “Miray en fazla beş altı dakikaya oradayım. Neredesin?”
“Asansör bekliyorum. Ne yapmam lazım?”
“Bak, eğer laptopunda bir klasör açtıysa videoların yüklenmesi bir iki dakika sürer. Klasörün içerisinde bir klasör daha var. Oraya girince Fırat ve Koray yazan videoyu ya sil ya da Varan Alp’i oyala, ben gelip sileyim. Hatta şöyle yapalım, onu oyala. Ben kapıyı çalarken videoyu sil.”
Korkuyla asansöre bindim. “Başka ne var o paketin içinde?”
Erkin hemen “Ya tehdit mehdit var…” dedikten sonra sesi kesildi. Sanırım asansöre bindiğimden telefon çekmemeye başlamıştı. “Nereden geldiğini araştıracağım ama Varan Alp’in en azından bugünlerde görmemesi lazım. Çabuk ol.”
Aramayı sonlandırıp telefonumu çantamın içine yerleştirdim, sonra da asansör durduğu gibi Varan Alp’in dairesine doğru koşmaya başladım. Topuklu ayakkabılarım yüzünden az kalsın düşecektim ama son anda kapısına doğru tutundum.
Üç dört kez zile basarken kalbim o kadar hızlı çarpıyordu ki bir an öleceğim zannettim. Gözlerim titriyordu, bakış açım bulanıklaşmıştı.
On saniye kadar sonra kapı ağır ağır açıldı. Varan Alp’in beyaz tişörtünü gördüm, daha sonra da bulanık gören gözlerimi hafifçe kaldırarak yüzünü gördüm.
“Miray,” Sesi şaşkın çıkmıştı ve sanırım henüz videoyu izlememişti. Kaşları hafifçe çatılınca rahat bir nefes verdim. “Nasıl içeri girdin sen? Siteye yani.” Kapıyı biraz daha açtı.
Kendimi hemen içeriye attım. “Ben şey için geldim,” dedim hole tamamen girince. Varan Alp sorgular gibi arkasını dönüp baktıktan sonra kapıyı kapattı. “Bir şey söyleyeceğim, o yüzden…”
“Mir Beyaz bir şey mi anlattı?” diye sorunca kafamı salladım hemen.
“Evet, evet…” dedim gözlerimi belerterek. “Oturalım mı?” Hemen içeriye doğru yürüdüm, o da muhtemelen çok tuhaf bir insan olduğumu düşünüp arkamdan yürüdü.
Kanepeye geçtiğim an Ziva’yı fark ettim, koşarak yanıma geldikten sonra kafasını kucağıma koydu. Varan Alp, haklı olarak tavırlı bir sesle “Anlat o zaman.” deyip yanıma geçti.
Masanın üstüne bakana kadar kendimi dinginleştirmiştim ancak açık laptopu ve yanında duran karton kutuyu görür görmez elimi kalbime götürdüm.
“Miray,” Varan Alp’e döndüm. “Ne oldu?”
“Şey…” Mir Beyaz, ablasını ele vermemi istemediğinden ötürü ne yazık ki Asım’ın denize düştüğü anı anlatamazdım, bu yüzden öncesini anlattım. “Şey olmuş Varan Alp… Mir Beyaz’ın ablası, Pembe abla, Melek ile Asım’ın bir ilişkisinin olduğunu düşünmüş.”
Varan Alp kafasını salladı. Yine soğuk bir sesle “Biliyorum.” deyince kaşlarım çatıldı.
“Nereden biliyorsun?” Şaşırmıştım.
“Melek Sezen evinde ölü bulununca isimlerin aynı olması tesadüf değildir diye düşündüm. Aldatma hikâyesi geldi aklıma ama o an Pembe, Melek’i öldürdü zannettim. Yani Mir Beyaz’ın silahıyla vurmuştur, sonra yol kenarına bırakmıştır, bir araba da yanlışlıkla üstünden geçmiştir… Ama öyle değil sanırım.”
Kafamı hızlıca olumsuz anlamda salladım. “Değil. Asım kaçmış… Hatta…” derken kelimelerimi seçmeye özen gösterdim. “Biri Mir Beyaz’ı tehdit etmiş.”
Varan Alp onu kandırdığımı anlayınca “Saklamana gerek yok, Asım’ın öldüğü zaten belli…” deyip kafasını başka bir yöne çevirdi. “Pembe Asım’ı öldürdü, muhtemelen bir yere attı… Denize.” Gözlerim doldu; hem korkudan hem üzüntüden. “Sonra Mir Beyaz’ı bununla tehdit ettiler.”
“Muhtemelen.” deyip Ziva’nın başını okşamaya devam ettim.
“Biliyorum zaten. Bu yüzden mi geldin evime?” diye sorunca zorla yutkundum.
“İstemiyor musun gelmemi? Rahatsız mı oluyorsun?” diye sorunca gözlerindeki kırgınlık yüzüme sert bir tokat indirdi.
Varan Alp bir şey söylemeden ayağa kalktı. “Benim bakmam gereken bir USB var, tam açmıştım sen geldin.” Salonun kapısını işaret etti. “Söyleyeceklerin bittiyse istiyorsan git, istiyorsan da kal ama incelemem lazım. Önemli olabilir.”
Bilerek ben de ayağa kalktım. “Benden nefret mi ediyorsun?” diye sordum ve önünde durdum. Göz ucuyla bilgisayarını kontrol edince klasörü açtığını bile gördüm ama videonun içinde olduğu klasör açılmamıştı.
Varan Alp, “Ne alakası var?” diye sordu sesini yumuşatarak. “İstiyorsan git, dedim. Çık evimden, demedim herhalde…” Laptopuna doğru bir adım attı. “Ben şuna bakayım da yine konuşuruz.”
Tekrardan önünde durup “Bir şey daha söyleyecektim…” dedim ve bilgisayarın tam yanında durdum. Yüreğim ağzıma gelmişti…
“Ne?” diye sorunca tekrardan gözlerimizi buluşturdum.
Uyduracak bir şey bulamadığım için “Özür dilesem çok mu saçma olur?” diye sorup masanın yanından uzaklaşması için bir adım attım ona doğru. Bedenlerimiz çok yakın duruyordu.
“Gerek yok.” dedi mütevazılık ederek ama tekrardan laptopa dönünce kayışlar koptu. “Miray ben bir şu USB’ye baksam? Gerçekten önemli olabilir.”
Önemli ama bakmaman gerekiyor…
Çekilemedim. “Bir şey daha mı var? Belli… İyi değilsin sen.” diyerek yüzüme doğru eğilip gözlerimin içine baktı. Bir yandan Erkin’in gelmesi için içimden dua ederken diğer yandan da bayılmamak için ediyordum. Delirecektim.
“Varan Alp şey…” Masaya yapıştırdım bedenimi. “Bir şey daha söylesem… Bakmasan laptopa?” Daha da yaklaşıp “Bayağıdır söylemem lazım…” dedim yalandan.
Varan Alp anlamsız bir bakış attı. “Ne?”
“Otursak…” Koltuğu işaret ettim. Ziva o sırada salonu terk edince “Aaa!” dedim ve Ziva’yı işaret ettim. “Ziva bacağını kaldırarak mı yürüdü?”
Varan Alp tuhaf hallerime anlam veremezcesine yüzüme bakmaya devam etti. Gözlerimin içine öyle dikkatli bakıyordu ki bir an aklımı yitirdiğimi düşünüyor zannettim.
“Miray, Ziva gayet sağlıklı… Normal bir şekilde yürüyerek muhtemelen mamasını yemeye gitti.” Salonun kapısını işaret etti. “Ayrıca o söyleyemediğin, anlatamadığın şey her neyse şu klasörleri açtıktan sonra söyle. Çünkü meraktan delireceğim.”
Konuştukça nefesi yüzüme yüzüme çarpıyordu.
“Geçebilir miyim?” diyerek sandalyeyi işaret etti.
Sanırım onu ikna edemeyecektim…
Sandalyeye elini uzattığı kolunu tuttum, bedenimi ona doğru yaklaştırdım ve aklıma ilk gelen hareketi yaparak sağ elimle ensesini tutup yüzünü yüzüme doğru yaklaştırdım. Bir yandan hayatımın en saçma hareketiydi ama diğer yandan da o kadar gerilmiştim ve kalbim o kadar hızlı çarpıyordu ki iyi olmadığımdan mantıklı da gelmişti.
Varan Alp’in gözleri ilk kez bu kadar üstümdeydi.
Yine ani bir cesaretle dudaklarımı dudaklarına doğru yaklaştırdım, sonra da onu öpmeye başladım. Sol elimi kolundan çekip, iki elimle benden uzaklaşmaması için ensesinden tutup yüzünü yüzüme dayarken bedenlerimiz birbirine tamamen yapışmıştı.3
Dudaklarını benden ayırmak bir yana dursun onu çekerken bile o kadar savunmasızdı ki sanki bu anı bekliyormuş gibi kendisini asla geri çekmemişti.
Böyle durumlarda pişman mı olurdu insan?
Hiç pişman değildim.1
DEVAM EDECEK…2
İkinci cilt yayınlanma tarihi: 31 OCAK
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
8.75k Okunma |
1k Oy |
0 Takip |
32 Bölümlü Kitap |