Bu kitapta geçen kişi ve kurumların tümü hayal ürünüdür.
ON YEDİ EYLÜL (II)
22. BÖLÜM: “OLAY YERİ”
⚖️
“Üç taş, bir yaprak ve havai fişek; oyun için beklemişler ölene dek.”
Havası dengesiz bir sonbahar akşamında bir yandan üşürken diğer yandan yanıp kavrulmak gibi hissettiriyordu bazı cümleler. Bakan gözler yakıyordu insanın içini, söylenen sözler üşütüyordu bazen. Yukarı bakıyordum, yağmur yağıyordu ama aşağıya bakıyordum, yangın yeriydi her yer.
Bizi yangın doğurduğundan mıydı bu ateşimiz yoksa zamanla mı ısınmıştık birbirimize?
Biz bir sonbahar akşamında doğduğumuzdan mı bu kadar üşüyorduk yoksa zamanla mı yağmur yağmaya başlamıştı içimize?
Ve ona söyleyebileceğim cümleleri belki de içimde tükettikten sonra sadece gözlerinin içine bakarak bana söylediği cümleyi kendi içimde hesap ediyordum. Dudaklarım aralanıp aralanıp kapanıyorsa bile çattığım kaşlarımdan belli oluyordu muhtemelen şaşkınlığım.
Onunla sanki yeni tanışıyormuş gibi hissediyordum. Bu normal miydi?
Duruşma salonlarında heyetin karşısında bir suçluyu savunurken bile dilim bu denli tutulmamıştı. Orada çenem durmazdı, burada nabzımın hızı yavaşlamıyordu… Bu nasıl bir çelişkiydi?
İki zıt kutup gibi birbirimize çekilirken evin içinde yükselen iki ayrı telefon sesi sanki aramıza bariyer girmiş gibi bizi birbirimizden ayırdı.
Az önceki sohbetin etkisinden yavaş yavaş çıkmaya başlarken beni arayan kişinin seri katil olabileceğini yeni yeni anımsıyordum.
Çizgi filmlerdeki karakterler gibi koltuktan fırlayıp telefonuma doğru koştuğum esnada Varan Alp de oturduğu yerden kalktıktan sonra yavaş yavaş yanıma doğru yürüdü. Telefonu elime aldım ve beni özel numaradan aradıklarını fark edip telefonumu şarjdan çıkardım.
“O arıyor,” dedim hızlıca. “Özel numara.”
Telefonu kaldırdığımda Varan Alp ekrana baktı, sonra da bana.
İki saniye sonra telefonu açıp “Ne var?” diye sordum sert ve mesafeli bir sesle.
“Miray…” Yine robot gibi çıkan bir kadın sesi… “Tatlım, nasılsın?”
Gözlerimi devirerek başımı başka bir yöne çevirdikten sonra “Ne istiyorsun be sen bizden?” diye sordum tüm merakımla ve tüm nefretimle. “Ne yaptık biz sana?”
“Siz mi?” diye sordu büyük bir şaşkınlıkla, ardından arkasından iki kahkaha sesi daha geldi. Muhtemelen ya iki ya da üç kişilerdi. Çete miydi bunlar? “Siz bana bir şey yapmadınız aslında, hem siz birbirinizi tanıyor muydunuz ki? Gerçi senin yakın arkadaşını öldürdük biz, değil mi?”
Kanım dondu ve sonunda içimdeki nefret, sözlerimde birkaç çirkinlik doğurdu. “Biraz daha konuşursan dilini koparırım senin.” Telefonu o kadar sıkmıştım ki sıkmayı bıraktığımda neredeyse elimden düşecekti. “Hiç canım yanmadan yaparım bunu, hiç acımadan.”
Birkaç homurdanma ve sesli nefes faslından sonra “Beni sen de dâhil olmak üzere bunu duyan kimse ben istemeden beni bulamayacak, Miray. Şimdi beni iyi dinle,” dedikten sonra keyif dolu bir kıkırdama yankılandı. “Eğer benim kim olduğumu öğrenmek istiyorsan ve savcı kankalarınla tutuklama yolunda emin adımlarla ilerlemek istiyorsan 29 Ekim 2027 Cuma, 16.00’da çiçekçi dayımızın tarlasının hemen ilerisinde bulunan terk edilmiş yurdun önüne gel. Fakat…” Varan Alp’le göz göze geldiğimizde ikimiz de söyleyeceği şartın farkındaydık. “Tek ve silahsız geleceksin. Şart bu. Eğer gelirsen yüzümü görürsün.”
Dişlerimin arasından “Niye böyle bir şey yapayım? Geri zekâlı mıyım ben?” diye sordum ve telefonu kapatmak için parmağımı kapama tuşuna yönelttim.
“Gelmezsen tabii sen bilirsin ama çevrenizden bir başkasını daha öldürmek zorunda kalırım.” Parmağım havada kaldı.
Psikopat olduğundan zaten emindim ama bu kadarını da beklemiyordum. Sırf onun yanına gelmem için beni birini öldürmekle tehdit etmişti. Korkunçtu.
Varan Alp telefonu elimden alıp “Tek gelemez, şartları gevşet!” deyince donakaldım.
“Oooo…” Konuşan kişinin bir kadın olduğundan emindim, ses tonu çok ince ve neşeliydi. “Sesinden hemen tanıdım Varan Alp ama maalesef sadece Miray ile konuşacağım.” 1
Telefonu elime tekrardan aldım. “Ben gelirsem beni öldüreceksin, gelmezsem çevremdekileri… Doğru mu anladım?”
Birkaç kez cıkladı. “Yok… Ben 17 Eylüllüleri bir tek 17 Eylül’de öldürürüm.” Güldükten sonra arkadan birkaç öksürük sesi geldi ve bu öksürük sesleri hiç normal olmadığı konusunda Varan Alp ile hemfikir gibiydik.
Şeye benziyordu: Sigara içen bir insanın öksürük sesi gibiydi, hasta biri de olabilirdi, emin olamamıştım.1
“Bunu niye yapıyorsun? Sadece onu söyle,” dedim sertçe. “Niye arkadaşımı öldürdün? Benim arkadaşım sana ne yaptı? Niye Mir Beyaz’ı tehdit ettin? Neden ya?” Çıldıracaktım. “Kimsin ya sen? Psikopat! Git, tedavi ol!”
Tam telefonu kapatacaktım ki “Patronundan haber alabiliyor musun?” diye sorup beni tekrardan durdurmayı başardı. “Aykut Sayer’den. Bak, eğer cuma 16.00’da terk edilmiş yurdun önüne gelmezsen ve geldiğinde etrafta polis, savcı, eş, dost, manita, kanka… Bunlar gelmesin lütfen. Hah, ne diyordum? Aykut’u beyninden beş kez vururum.”
Kanım dondu. “Aykut ne alaka geri zekalı?” diye patladım en sonunda. Kafayı yiyecektim! “O benim değer verdiğim biri bile değil ki…”
Gözlerimi devirerek “Niye doğum günlerimizde öldürüyorsun bizi?” diye sordum ki günlerdir aklıma yalnızca bu geliyordu. “Niye mesela hepimizi tek seferde değil de tek tek her sene öldürüyorsun? Ve bu tarihler bizim doğum günlerimizi gösteriyor… Neyi ispatlamaya ya da anlatmaya çalışıyorsun? Kim olduğunu sormuyorum. Tek merak ettiğim, bunu bize neden doğum günümüzde yapıyorsun?”
“17 Eylül’ün bir doğum günü değil, ölüm günü olmasını istediğim için. Siz doğdunuz diye değil, bir başkası öldü diye siz de ölüyorsunuz. Mum üflemek için nefesiniz yetiyor… Fakat yangını söndürmek için kaç kez üflemeniz gerekiyor? Biliyor musunuz?”
Ses iyice duyulamamaya başladı, kimin konuştuğunu bile anlayamıyordum.
Kesinlikle o yangın yüzündendi… Artık kanıtlanmıştı.
“Biz o yangın çıktığında yoktuk,” dedim tüm nefretimle. “Kimimiz hayata tutunamadık, kimimiz öldük, kimimiz yaşadık, kimimiz annemizi kaybettik, kimimiz sütümüzden olduk… Biz doğduğumuz gün bile ölüm tehlikesiyle doğmuşken bizim hayatımızı neden böyle zehretmek niyetindesin? Ya da niyetindesiniz? Artık etrafında kaç kişi var, meçhul…”
Varan Alp kendi telefonunun ekranına odaklanıp “Kaydettim tüm konuşmayı,” deyince bunu fark etmediğimden ötürü fark ettiğim an akıl edebildiği için şükredip gülümsedim. “Manyak bu…” dedi öfkeyle. “Gerçekten manyak.”
“Sizi 17 Eylül gelmeden öldürmem, diyor. O derece manyak…” Telefonumu tekrardan şarja taktım. “Bir şey diyeceğim…” Telefonunu işaret ettim Varan Alp’e. “Bence emniyete gidelim, bu kaydı öz sesine dönüştürebilirler. En azından sesi hakkında bir fikrimiz olur.”
Varan Alp “Biliyorum. Şimdi ne olur ne olmaz sana ve Erkin’e de göndereceğim şimdi sesi,” deyip telefonuyla ilgilenmeye devam etti. “Beni abim aradı bu arada, açmayınca da mesaj atmış. Olay yerini çok büyük ihtimalle bulduklarını yazmış. Sonra da ‘galiba’ diye eklemiş.”
Kaskatı kesildim. “Nasıl? Ne bulmuşlar ki?”
“Sormadım,” dedi kısaca. Ardından telefonunu kulağına götürdü, Teoman’ı aradığını düşünerek öylece kalakaldım. Birkaç saniye sonra “Abi ne buldunuz?” diye sordu Varan Alp, sonra da koltuğa oturdu.
Hâlâ ayakta dikiliyordum çünkü bugün gerçekten iyi değildim, korkmuştum ve bu nedenle yerimde duramıyordum.
Varan Alp yaklaşık yarım dakika sonra gözlerini bana çevirdi, bu bakış yüzünden gözlerimi kaçırdım.
Bir dakika sonra telefonu kapattığında merakla gözlerimi gözlerine diktim.
“Bir karton parçası bulmuşlar, dağlık taşlık alanda,” dediğinde yanına doğru yürüyüp oturdum. “Galiba havai fişeğin fişeklenen kısmı için koparılan bölge. Öyle olduğunu düşünüyorlarmış.”
Önüme döndüm, gözlerim zemine çakıldı. “Başka?”
“O alanı araştırıyorlar, kartondan da eğer parmak izi vesaire çıkarsa diye acilen emniyete götürülüyor. Bir de şey dedi…” Tekrardan yüzüne doğru döndüm. “Yağmur yağdığı için zor… Ama etrafla uyuşmayan üç tane büyük taş, bir ağacın önüne doğru atılmış. Muhtemelen havai fişek patlarken o üç taşın arasına sabitlendi, diyorlar. Kriminal hâlâ bakıyormuş.”
“Etrafta kan…” dedim soru sorar gibi. “Yok muymuş?”
“Hâlâ inceleniyormuş. Muhtemelen dağlık taşlık alansa etraftaki kuru otlarda hafif yanık izleri bulunabilir ki bu direkt havai fişeğin o bölgede fişeklendiğini ispatlar. Ama Melek’in orada öldüğünü ispatlamamız için kan ya da ne bileyim, saç teli… Bunların bulunması lazım.”
“Orada öldüğünü hepimiz biliyoruz,” dedim sessizce. “Zaten saat on iki civarı ölmüş, dendi.” Kafamı olumsuz anlamda salladım. “Havai fişek on ikiyi beş geçe patlatıldığına göre, on ikiyi beş geçe öldü Melek de.”
Varan Alp’in de yüzü düştü. “Evet. Olay yerinde de bir delil çıkmazsa yani gerçekten o kadar profesyonelse işimiz bu kez daha zor çünkü seni nereye davet etti? Ayrıca Aykut…” İkimiz de aydınlanmış gibi birbirimize döndük.
“Aykut…” dedikten sonra ayağa kalkıp hemen telefonuma doğru yürüdüm. “Eğer ulaşamazsam kesinlikle alıkonuldu…” Hemen Aykut’un numarasını tuşladım fakat ulaşılamayınca büyük bir sinirle Varan Alp’e döndüm. “Tabii ki ulaşılamıyor!”
Varan Alp, “Hemen emniyete gitmemiz lazım,” deyince telefonumu şarjdan çıkardım ve çantama doğru ilerledim. “Onlar gelene kadar ben de Aykut’un HTS kaydına baktırayım, sinyal en son nereden gelmiş diye.”
OLAY YERİ / HÂKİM BAKIŞ AÇISI
Etraf oldukça karanlık ve ıssızdı, cinayet mahalli olmak için uygun ve ürkünçtü. Ağaçların birbirinden uzak olduğu bu noktalarda havai fişeği yangın çıkarmayacağı, ağaçların en nadir bulunduğu alana doğru ilerlenmişti. Melek İnal’ın restorandan çıkıp bu bölgeye kadar yürüdükten sonra öldürülmesi senaryosu, saatlerle uyuşmaktaydı.
Cumhuriyet Savcısı Erkin Gümüşpala, suç mahalli olarak düşündüğü bölgenin tamamını ekiplere aratırken kendisi de boş durmuyordu. Otopsi raporunda belirtilen bütün detayları kafasında canlandırarak suç mahallinin neresi olabileceğini düşünüyordu.
Az önce bulunan karton parçasından sonra etrafı daha da büyük bir incelemeyle polis memurlarına aratırken kriminal ekibinden Umay, savcının yanına yürüyerek adını seslendi:
“Erkin Savcım buraya bakmanız lazım…”
Erkin Gümüşpala, kriminal ekibinin yoğunlaştığı bölgeye doğru yürüdü. “Sayın Savcım,” dedi içlerinden biri. Delil poşetini kaldırarak “Burada bir küpe bulundu. İçerisinde yıldız simgesi olan, altın bir küpe.” deyince Erkin, bu küpenin Melek’in üstünde olup olamayacağını düşündü.
“Maktulün üstünde var mıydı küpe? Sadece bir küpe mi var?” diye sordu Erkin de.
Umay kafasını olumsuz anlamda salladı. “Hayır Sayın Savcım. Melek İnal’ın kulağında iki küpe vardı, ayrıca iki kulağında da tek delik var yani muhtemelen Melek İnal’a ait değil. Katile ait olabilir.”
Erkin kaşlarını çatarak “Yıldız simgesi mi dedin?” diye sorup delil poşetine doğru baktı. “Hemen alalım, çabuk… İncelensin.” Aklına Fırat’ın kolundaki yıldız simgeli dövme gelmişti.
“Emir anlaşıldı Sayın Savcım.”
Umay ekledi: “Savcım, Melek’in üstünde toprak izi yoktu bu nedenle Melek’in şu kısımda,” diyerek ağaçların ilerisini işaret etti. “Asfalt bölgede öldürülmüş olma ihtimali, toprak alana göre daha fazla. Hem havai fişek şayet buradan patlatılsa ormanın alev alma ihtimali var, biliyorsunuz. Bu nedenle taşların fırlatıldığı ağacın birkaç metre ilerisinde bulunan asfalt bölge, suç mahalli olmaya uygundur.”
“Peki bir kan örneği, saç teli…” dedi Erkin, Umay ile o alana doğru yürürken. “Çünkü Mir Beyaz’ın ifadesini aldığımda, dün, arka planı karanlıktan seçemediğini ama kesinlikle Melek’in kanının yerde olduğunu söyledi. Ona gönderilen mesajda bu şekilde görmüş.”
Umay kafasını salladı. “Savcım biliyorsunuz, bu bölgede yağmur yağışları çok fazla. Hele ki sonbahar aylarında İstanbul – Kocaeli yolu çok yağış alır. Bu nedenle işimiz biraz zor. Fakat suç mahalli bu bölgeyse illaki anlaşılır. Asfalttaki kanı temizlemek için kullanılan kimyasalları tespit edebiliriz.”
“Şu üç taşın arasına konuldu büyük ihtimalle havai fişek…” dedi Erkin, Umay’a soru sorar gibi.
Umay kafasını sallarken “Kuvvetle muhtemel. Hatta söylediğiniz gibi Mir Beyaz eğer arka planı karanlıktan hatırlayamadığını söylüyorsa gördüğünüz gibi burada aydınlatma için herhangi bir ışık yok,” diyerek etrafı işaret etti. “Fakat restoran ile bu bölge arasında bol bol aydınlatma mevcut. Muhtemelen maktul buraya inerken katille karşılaştı, daha sonra karanlık olduğundan ötürü katil yakın mesafeden vuruş yaptı. Zaten belirttiğimiz gibi maktulün kıyafetlerinin üstünde barut izi vardı, yani yakın mesafeden vurulduğunu ispatlamıştık. Etrafın karanlık olduğu bölgeler ve mobese kayıtlarının olmadığı bölgeler kısıtlı. Yani savcım, Melek İnal muhtemelen burada öldürüldü.”
Erkin etrafı incelemeye devam ederken “O karton parçasının zaten rüzgârla uçma ihtimali çok yüksek. Katil Hanım ya da Katil Bey de karton parçası uçunca arayıp bulamamıştır karanlıkta. O gün hava biraz rüzgârlıydı,” dedi Umay’a etrafı işaret ederek. “Ormanda tek bir saç teli bile kalmayacak, bütün ipuçları delil poşetlerine. Maktulün DNA’sı ile uyum gösterirse resmî olarak suç mahallinin burası olduğunu kanıtlamış oluruz. Ha bir de o küpe…”
“Komiserim, savcım!” diye seslendi bir polis memuru. “Savcım taşların atlında bulunan kuru yaprağın üstünde bir kan örneği tespit ettik!”
Erkin ve Umay, olay yeri incelemenin yanına hızlı adımlarla ulaştı. Sarp, kuru yapraktan alınan kan örneğini izlerken “Erkin Savcım üst üste dört yaprak vardı taşların altında, kan tespit edildi,” deyince Erkin rahat bir nefes verdi. “Muhtemelen havai fişeği patlattıktan sonra taşları bu ağacın altına attı, sonra da yağmurdur rüzgârdır yapraklar kımıldayamadı taşın altında.”
Erkin, elindeki feneri toprağa tutarken dudaklarının arasından sessiz bir küfür savurdu. “Burası toprak değildi ki…” diye mırıldandıktan sonra herkes diğer toprakla bu toprağın arasında ne kadar fark olduğunu yeni fark etmişti. “Suç mahalli burası. Buraya sonradan toprak eklenmiş, suç mahalli temizlenmiş. Melek İnal burada öldürüldü.”
EMNİYET / MİRAY HİLDE LALEZAR
“Sayın Savcım, Aykut Sayer’den son sinyal bu restoranın etrafında görülmüş işte…” diye açıklayan polis memuru restoranın konumunu gösterdi. “Aracı da aynı şekilde, restoranın önünde. Hâlâ son konumu o şekilde gözüküyor.”
Varan Alp konuma baktıktan sonra “Siz restorana girin, kamera görüntülerini alıp emniyete getirin. Erkin Savcı bakacak. Bir de mobese odasına söyleyin restoranı ve çevresini gösteren tüm mobeseleri açsın,” dedi polis memuruna. “Ona da Erkin Savcı bakacak.”
“Emir anlaşıldı Sayın Savcım.”
İkimiz Teoman’ın odasında yalnız kaldık; ben ayaktaydım, Varan Alp de sandalyede oturarak masanın üstündeki kâğıda bir şeyler yazıyordu.
“Ne yazıyorsun?” diye sorarak masaya doğru eğildim.
“Konuşmalarınızı kâğıda döküyorum.”
Gözlerimi kısarak “O psikopatla olan konuşmalarımızı…” deyip kâğıttaki diyalogları kontrol ettim. “Varan Alp fark ettin mi? Arkadan bir öksürük sesi geldi… Sanki sigara tüketen ya da herhangi bir tütün kullanan birine ait bir öksürük gibi. Benim amcam da çok sigara içerdi, öksürüğü bire bir aynı.”1
Varan Alp, “Evet, fark ettim. Bir de kesinlikle üç kişiler. Hatta cinayetleri bölüşmüş bile olabilirler. Belki de bir azmettirici var, iki de tetikçi. Bunları düşünmemiz lazım…” diyerek konuşmalarımızı yazmaya devam etti.
“Bizimle konuşan kişi bir kadındı,” dedim tok bir sesle. Odanın içinde yürümeye başladım. “Ama sanki ses bir ara bozuldu, katılaşmaya başladı. Sanki bana durumu açıklayan kişi bir erkekti. Enerjik bir sesten sonra o kadar dingin bir ses duymayı beklemiyordum. Belki de dengesiz bir psikopattır, sesini değiştirmiştir.”
Korhan Amir cam kapının arkasından belirdikten sonra kapıya iki kez tıklayıp içeriye girdi. İçeri girer girmez “Miray,” dedi bana bakarak. Sonra da Varan Alp’e döndü. “Savcım müsait misiniz?”
“Tabii Korhan Amir, gel.” Varan Alp konuşmaları yazmayı bitirmişti sanırım. “Ses kayıtlarına baktırdınız mı?”
Korhan Amir ağır adımlarla odanın içine girdikten sonra konuşmaya başladı. “Maalesef gerçek seslerine erişemedik.” Sıkıntıyla başımı başka bir yöne çevirdik. “İki kez mi oynadılar sesle, artık zaten öyle mi konuştular… Vallahi beklenir o psikopatlardan. Ha ama kaç ayrı ses geldiğini tespit ettiler. Siz zaten sayı fazla demiştiniz… Üç ayrı ses tespit edildi.”
Varan Alp ile birbirimize baktık. Sonra o, “Zaten belli… Beni sesimden tanıdılar, Miray’ı zaten çok büyük ihtimalle tanıyorlar hatta belki de Miray da onları çok yakından tanıyor,” deyip masaya döndü. “Ama neden Miray? Mesela neden ben değilim, niye Mir beyaz değil, neden diğer 17 Eylüllüler değil de Miray?”
Korhan Amir, “Avukat diye diyeceğim ama… Sizin meslekler pek uzak değil,” diyerek Teoman’ın masasındaki koltuğa oturdu. “Savcım inanın bana, bu kişiler hepinizi bile tanıyordur. Bunca cinayeti plansız işlemek hayatta mümkün değil, ihtimal vermem. Uzağınızda ama yakınınızdalar. Bir şekilde sizi dinliyorlar, izliyorlar… Ve üç kişiden fazla da olabilirler.”
Kapı bir anda, tıklanmadan hunharca açılınca hafifçe irkilerek içeriye giren kişilere doğru baktım. Erkin, büyük bir şey bulmuş gibi önce Varan Alp’in gözlerinin içine baktı sonra da arkasından Sarp içeriye girip kapıyı kapattı.
“Küpe, kan örneği, iki saç teli, havai fişeğin kutusunun karton parçası ve suç mahalli tespit edildi,” dediği an kalbime bir ağrı saplandı. “Olay yerini değiştirmişler… Geri zekâlılar, bir de taşları fırlatmışlar ağacın kenarına… Altındaki yapraklar bakmamışlar bile!”
Çoğul konuştuğundan ötürü “Birden fazla kişinin orada olduğunu mu düşünüyorsun?” diye sorup korkuyla Sarp’a döndüm.
Erkin, “Belki de. Artık kadın mı erkek mi? Vallahi beynim ambale oldu ya… Bu nasıl bir iş?” diyerek yakınmaya devam etti. “Sizin kaydı da dinledim, o tarafta telefon çekmiyor ya, yolda geldi mesaj.” Erkin, Varan Alp’in karşısına oturduktan sonra önünde duran beyaz kâğıdı aldı. “Bu ne? Mesajları kâğıda mı döktün?” Varan Alp’e sormuştu bunu.
“Evet, kaçırdığımız bir detay olmasın diye kelimesi kelimesine yazdım.”
Erkin son mesajı seslendirdi. “Baybay Miray… Ulan ben senin gevşekliğine…” Kâğıdı sertçe masaya bıraktı. “Niye Miray’ı arıyor, niye Miray’ı çağırıyor ayrıca bu Aykut Sayer midir nedir…” Erkin dayanamayıp ayağa kalktı. “O avukatı alı mı koymuş?”
“Evet,” dedim bıkkınlıkla. “Telefonuna ulaşamadık.”
Erkin düşünceli bir ifadeyle yüzüme bakarken “Sen gitmezsen öldürecek,” dedi. “Yani bence…”
Varan Alp “Önce bir Aykut ortadan nasıl kayboldu, ona bakalım. Sonra başka çaremiz kalmazsa tekrardan düşünürüz...” dedikten sonra kâğıdı eline aldı.
Sarp masaya geçip “Savcım biz Miray’ın görüştüğü, konuştuğu insanları tek tek tahtaya yazıp hepsinin HTS kaydına mı baksak?” diye sorunca Erkin neredeyse çığlık atacaktı.
Sarp’a dönerek “Sarp, hayır ya… Benim tanıyor olma ihtimalim çok düşük!” dedim sinirle.
Varan Alp, “Yo,” dedi bana karşı çıkarak. Yüzümü ona doğru çevirdiğimde gözlerimin içine bakarak “Senin kesinlikle tanıştığın birisi…” deyince kaşlarımı çattım.
“Ne yapacağız, o zaman? Ben bu yaşıma kadar kim bilir kaç kişiyle tanıştı?.. Say say bitmez.” deyip herkesin yüzüne tek tek baktım. “Ama Varan Alp’i de sesinden tanıdığını söyledi. Demek Varan Alp’i de tanıyor.”
Erkin sesli bir nefes verdikten sonra “Akrabanız falan olabilir mi, diyeceğim ama ne alaka ya?” dedi sinirle.
Varan Alp “Biz akraba mıyız savcım, ne alaka?” diye sorunca kaşlarımı çatarak Erkin’e döndüm.
“Doğru, sizin tek bir ortak akrabanız vardı...” diye mırıldandı.
Sarp, “E kim peki? Belki odur!” deyince neredeyse kahkaha atarak güldüm. “Ha, şey ya…” dedi sonradan. “Bebek, yani şey, yeğeniniz.” Varan Alp’e döndü. “Pardon savcım.”
Erkin saniyeler sonra “Mecbur o zaman Miray’ı göndereceğiz. Şahsen ben Miray’ı öldürmeyeceğine ikna oldum.” dedikten sonra tahtaya beyaz tahtaya bir yazı yazdı:
Ardından takım elbisesinin ceketini çıkarıp hemen yanındaki boş sandalyeye astı. Korhan Amir’e döndüğümde neredeyse uyuyacakmış gibi baktığı için üzülüp tekrardan Erkin’e döndüm. Erkin, beyaz gömleğinin ilk düğmesini açtı. Sanırım biraz bunalmıştı.
“Niye terk edilmiş yurt mesela? Ölüm derken kimin ölümünü kastediyor bu psikopat?” diye sorduktan sonra kalemi kapatıp masanın üstüne koydu. “Önce benim bunları çözmem lazım.” Yorgun bir bakışla masaya oturdu. “Şimdi siz, iki davasız…” deyip Varan Alp’i ve beni işaret etti. “Buradan gidiyorsunuz, malum, davaya dâhil değilsiniz. Ben ve Sarp Komiser de bunları araştırıyoruz. Aykut Sayer vakası kayıp büroya görünsün, bana gelsin, sonra sizi de bilgilendireceğim. Sayın Başsavcım, artık beni kıtır kıtır doğrama aşamasına geldi de… Az önce beni arayıp davayı Ceyda Savcı’ya devredebileceğimi söyledi.”
Öfkeyle “Ne alaka Ceyda Savcı?” diye sorup ayağa kalktım. “Ya o kadın oturduğu yerden dava yürütüyor…”
Erkin oflayarak “Miray ne yapayım? Başsavcı’yı zar zor ikna ettim. Ablam öldü ya hani… Diyor ki, birkaç gün izin yaparsın!” deyince aynı öfkeyle Varan Alp’e döndüm.
Varan Alp gözlerini bana çevirerek “Niye bana öyle bakıyorsun?” diye sorunca gözlerimi yumup bu sefer Sarp’a döndüm.
Sarp’ın kaşları havaya kalktı. “Peki bana niye öyle bakıyorsun?” diye sordu.
“Bakmıyorum! Bulalım artık şunları kimse! Başka bir savcıya gitmeden bulalım!” Çantamı masadan aldıktan sonra Erkin’e döndüm. “Savcım bir zahmet adliyenin arşivine mi gidiyorsunuz, yangın için dosya mı karıştırıyorsunuz… Ne gerekiyorsa yapın da bulalım şunları!”
O cevap vermeden kapıyı çarpıp çıktım.
Ceyda Savcı’ya dava vermek neydi ya? O kadın takıktı resmen! Menderes dışında bir şüpheli bulamamıştı, olay yerine bile polis arkadaşımın dediğine göre bir kez gidip üç dakika kalıp geri dönmüştü. Han Hazar Başsavcı ile konuşup davayı ya başka savcıya devretmesi için ikna etmem lazımdı ya da Başsavcı başka bir savcıya davayı devretmeden Erkin’in artık katili bulması lazımdı.
Han Hazar Başsavcı’yı az çok tanırdım. Üniversitedeyken adliyede savcıydı, Başsavcı olmak üzereydi ve staj için kısa bir süre onunla görev yapmıştım. Hem de lisedeyken Merve’nin babası olduğu için birkaç kez konuşma fırsatım olmuştu. Savcıydı, havalı geliyordu; sadece benimle değil, sınıftaki herkesle tanışmıştı neredeyse. Sevecen ama sert bir insandı. Beni de severdi. Rica etsem beni kırmayacağından emindim.
Büronun çıkışına doğru ilerlerken düşüncelerimden sıyrılmamı sağlayan bir hareketle neredeyse yüz seksen derece döndüm. “Ne oluyor ya?” dedim korkuyla. Varan Alp’in kolumu tuttuğunu yeni anlamıştım.
“Sen beni duymazdan mı geliyorsun?” diye sordu yüzüme doğru eğilerek.
Kafamı olumsuz anlamda sallarken kolumu hafifçe bıraktı. “Yok yani ne alaka?” dedim konuşamayarak. Daha sonra kendimi toparlayarak “Niye duymazdan geleyim? Hayır…” dedim tok bir sesle.
Kaşlarım çatıldı. “Duymamışım. Kendi kendime konuşuyor da olabilirim. Var benim öyle huylarım.”
Anlıyormuş gibi kafasını salladı bir müddet. “Başka nasıl huyların var?” diye sorunca duygusal anlamdaki geri zekâlılığım tetiklendi. Ne söylediğini anlamak bir yana dursun bakışlarını çözmek çok zordu. Arkasını kontrol ettikten sonra “Miray,” dedi dirseğime hafifçe dokunarak. Etrafta kimse yoktu ve koridorun ışığı bir yanıp bir sönüyordu. “Dava Ceyda’ya gitse bile yine içine dâhil olabiliriz, aynı şekilde ilerler, merak etme.”
Tekrardan öfkelenerek “O kadın mesleğini düzgün yapmıyor Varan Alp,” dedikten sonra kolumu elinin arasından çektim. “Ayrıca sakın onu kıskandığımı düşünerek beni ikna etmeye çalışma çünkü ben işimle duygularımı karıştırmam.”
Işık, bu hareketimizle tekrardan yanınca “Tamam. O yüzden söylemedim zaten,” deyip anlam veremeyerek yüzüme bakmaya devam etti. “Ama çok sinirlendin.”
“Daha tecrübeli bir savcıya gidecek dava. Bunun için de Başsavcı ile ben konuşacağım.”
Kaşlarını havaya kaldırdı. “Başsavcı ile sen konuşacaksın…” diyerek beni tekrar etti. “Tamam, biz ne kadar zor bir dava olduğunu iletiriz Başsavcı’ya. Sen sakin ol da…”
“Aykut’tan haber gelirse beni ararsınız,” dedikten sonra merdivenlere doğru bir adım attım ama tekrardan beni kolumdan tuttu. Merakla yüzüne bakmadan önce “Varan Alp ikide bir kolumu tutman hiç hoşuma gitmiyor,” deyip kolumu çektim. Kollarımı göğsüme bağladıktan sonra da “Söyle…” dedim biraz sakinleşerek.
Sanırım ciddiyeti bozuldu ve güldü. “Durman için tuttum kolunu,” dedi ve gülmeyi kesti. “Sen eve gidemezsin bu saatte.” Doğru, Gebze’ye arabasız yol yoktu bu saatte. “Abimlere mi gideceksin?”
Bilerek “Sana mı geleyim?” diye sorduktan sonra iki gözümü de kırptım. Daha sonra da “İyi geceler.” dedim. Merdivenlere yönelirken bilerek kollarımı yukarıya doğru kaldırdım ki tutamasın.
“Kapım açık. İstediğin zaman gelirsin!” derken merdivenleri bitirmek üzereydim.
Arkamı dönüp “Belki…” dedim naza çekerek. “Bir ara gelirim.”
“Görüşelim.”4
-
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
8.76k Okunma |
1k Oy |
0 Takip |
32 Bölümlü Kitap |