Bu kitapta geçen kişi ve kurumların tümü hayal ürünüdür.
ON YEDİ EYLÜL (II)
23. BÖLÜM: “KAYIPLAR VE GÖZ ÖNÜNDE OLANLAR”
⚖️
“O kişi seni tanıyor, sen de o kişiyi tanıyorsun.”
Katille olan telefon görüşmelerimin üstünden neredeyse iki gün geçmişti; bugün, 28 Ekim 2027 Perşembeydi.
Dün öğlene kadar ablamda kaldıktan sonra eve dönmüştüm; aslında Sayer Hukuk’a uğrayabilirdim ki uğramam gerekiyordu fakat ne de olsa Aykut ortalarda gözükmediği için uğramamın da pek bir manası olmazdı.
Dün akşam Varan Alp bana Aykut’un bulunduğu restoranın kamera kayıtlarında Aykut’un bahçeye çıktıktan sonra restorana tekrardan giriş yapmadığını gördüklerini söylemişti. Bahçe kısmında mobese yoktu ama bir aracın Aykut bahçeye çıkmadan önce restorana doğru ilerlediği ve Aykut çıktıktan iki dakika sonra da restoranın bulunduğu sokaktan geri döndüğü saptanmış. Araç çalıntı çıkınca da hastanenin dışındaki kamera görüntülerine bakılmış; Erkin’in ablasının öldüğü gün, saat beş gibi o aracın aynısı fakat farklı plakalı versiyonu hastanenin arka sokağından ayrılmış.
Hastanedeki elektrik kesintisi dolayısıyla araca kimin bindiği asla belli değilmiş.
Yani araçlarının modelini yakalamıştık; gri ve küçük bir araç kullanıyorlardı.
Ayrıca dün, akşama doğru kuru yaprağın üstündeki kan örneği Melek’in DNA’sı ile uyuşmuş, yani suç mahalli resmî olarak tespit edilmişti. Olay yeri inceleme üçüncü kez suç mahalline giderek daha kapsamlı bir inceleme yapmıştı fakat bir delil bulamamıştı.
Bunların hepsi de dün gerçekleşmişti.
Psikopat katilimizden ise hiçbir haber yoktu… Ondan haber alamamak canımı sıkmıyordu, yanlış anlaşılmasın fakat her gün arayacağını düşündüğüm ve telefonumu sürekli yanımda bulundurup sesini açık tuttuğum için istemsizce beklentiye giriyordum. Neyse ki aramamıştı ama bu akşam ya da yarın, beni çağırdığı yere gitmeden önce tekrardan arayacağından adım gibi emindim.
Yaklaşık iki saattir önümüzdeki birkaç ayda giymeyeceğim kıyafetlerimi daracık dolabımdan çıkarırken kışın giyecek kıyafetlerimi de katlayıp dolaba yerleştirmekle meşguldüm. Daha doğrusu annem eve çok nadir geldiğimi yüzüme vurarak beni bunu yapmam için tehdit etmişti.
Kıyafetlerim de katla katla bitmiyordu.
“Miray, o ne biçim katlamak öyle ya?” dedi annem katladıklarımı hızlı hızlı düzeltirken. “Sen bu kadar kıyafete para ver, ver sonra…” Gözleri tırnaklarıma çarptı. “Sonra git ojeler al, makyaj malzemeleri, efendime söyleyeyim takı makı…”
Somurtarak “Ne yapayım anne? Biriktirip ev mi alayım?” diyerek saçlarımı arkaya attım. “Kıyafet alacağım, bakım malzemesi alacağım, takı alacağım… İhtiyaçlarımı alacağım. Zaten kendi evimde kalmadığım için ton ton para kalıyor hesabımda.”
Annem merakla “Birikmişin var yani?” diye sorup ağzımı aramaya başladı.
“Ne yapacaksın anne benim birikmişimi?” diye sordum gülerek. Annem kıyafetlerimi dolaba koyarken “Galiba ben serbest avukatlığa geçeceğim,” diye mırıldandım. Dün düşünmüştüm ve hızlıca kararlar vermiştim. “Kendime ofis kiralarım, hem orada kalırım… 2+1 ofis tutsam yeter. Gerçi 1+1 de yeter.”
Annem düşünceli bir bakış attıktan sonra “Sen bilirsin kızım,” dedi sıkıntıyla. Hanım ağamızın bugün pek keyfi yoktu. “Güvenli bir semt olsun, yeter. Serseri merseri olmasın etrafta.”
“Yani… Bakacağım artık orasına. Önce Sayer’den tamamen çıkayım, sözleşmemdeki süre de geçsin ki zaten kendi ofisimi açmamam için hiçbir madde yoktu, sonra kararımı tamamen veririm.”
“Anne!” diyen Koray’ın sesi evde yankılanmaya başladı. “Ya anne ya!” diye bağırdı annem ona cevap vermeyince. Anneme göz ucuyla bakınca sıkıntıyla kıyafetlerimi katlamaya devam ettiğini gördüm, Koray’ı duymamış gibi davranıyordu.
Koray’ın sesi daha yüksek gelmeye başladı. “Anne!”
Annem bir anda arkasını dönüp “Efendim oğlum?” dedi sessizce.
Koray odama girip etraftaki karmaşıklığa göz gezdirdikten sonra “Anne sen beni duymuyon mu ya?” diye sordu üstündeki siyah atleti işaret ederek. “Benim mor kazağım nerede?”
Annem kaşlarını çattı. “Dün üstüne ayran döktün ya Koray.”
Koray’ın gözleri kısıldı. “O sarı tişörtümdü yalnız… Hadi kazakla tişört ayrımını kafada halledemedin de sarıyla moru da karıştırmazsın ya.” 1
“Koray çık git şuradan, göz zevkimin içine ettin ya…” dedim kapıyı işaret ederek. “Hem mor kazak sana hiç yakışmaz…”
Koray yüzünü ekşiterek “Hadi ya… Kesin sen çaldın, değil mi?” diye sorup yatağımın üstüne yığdığım kıyafetlere tek tek baktı.
“Geri zekâlı, senin rezil kazağını ne yapayım ben?” diyerek yatağımın üstündeki süs yastıklarından birini kafasına fırlattım.
Annem “Eeeeh!” dedi kızarak. “Yeter, çık Koray, hadi!”
Koray büyük bir şokla “Anne Allah aşkına ben ne yaptım ya?” diye ciyaklamaya başladı. “Miray ablam malı zaten üstüme kezzap dökse benden bileceksin. Kırayyy… Kıray niyi istini kizzip dikiyisin?” Annemi taklit etti. “Korayyy!”
Annem bugün ilk defa güldü. “Oğlum lafın gelişi ya… Neyse, ben çıkayım.” Annemin az önceki taklitten sonra Koray’ı dövmediğini fark eden ben ve salak kardeşim Koray kısa bir bakışma faslı yaşadık.
“Abla…” dedi Koray, gözlerini kısarak.
Soru sorar gibi “Koray?” dedim.
“Bu terslikte sence de bir iş yok mu?” diyerek yanıma doğru yürüdü.1
Kaşlarımı çattım. “Evet, bu işte bir terslik var…” diye mırıldandım. “Annemin bu halleri hiç normal değil. Normalde hemen terliğini çıkarıp suratında şamar patlatması gerekirdi.”
Koray başını sallayarak “Bugün böyle he,” dedi sessizce. Sır verir gibi “Bence babamla işleri kesat…” deyince anlamadım.
“Ne işi? Dükkânı mı diyorsun?” Koray’ın yüzünde belirsiz bir sırıtma ifadesi peyda olunca omuzuna bir tane vurdum. “Terbiyesiz… Sana ne be onların aşk hayatından?”
Koray kafasını olumsuz anlamda salladı. “Sence onların çocuğu olduğum için beni ilgilendiriyor olabilir mi?”
“Bana bak,” dedim konuyu değiştirerek. “Sen annemi babamı bırak da anlat bana. Sen saat tam on ikide evde miydin?”
Koray sesli bir nefes verdikten sonra “Abla evdeydim ya…” dedi kızgın bir sesle. Gözlerini kaçırdı. “Bu konuyu da kapatalım artık abla, moralim bozuluyor.”
“Şuna bak ya… Morali bozuluyormuş!” Sesim incelterek “Prenses…” dedikten sonra avuçlarımı yüzüme doğru çevirerek dua etmeye başladım: “Allah’ım ne olur Koray’ın morali bozulmasın.”
Koray yüzünü eğdi. “Abla korktum ama ben…”
Korktuğunu biliyordum ama benden saklaması da hiç hoşuma gitmemişti. Herkes saklardı kendi çıkarını gözettiğinden ama kardeşim benden saklayamazdı.
“Biliyor musun, o gece uyuyamadım… Sana mesaj atarken korktum abla, uyuyamadığımı düşünmeni istedim ama gerçekten uyuyamadım. İki dakika gözüm kapandı, on beş dakika kâbus gördüm. O çocuk çok korkunçtu…”
Yüreğim el vermeyince “Tamam…” dedim biraz sakinleşerek. “Bak Koray, bu çok ciddi bir mesele. Evet, belki cinayet şüphesiyle yargılanmayabilirsin ama Erkin Savcı seni ve Fırat’ı ele verirse eğer o silahı alıp neredeyse suç mahalline kadar götürdüğün için ceza yiyebilirsin. Tamam, ben ablan olarak yanında olurum; seni alıkoyduklarını ispatlayabiliriz, eniştem de tanıklık eder ama bunu keşke bana anlatsaydın.”
Koray kabullenemeyerek “Abla nasıl anlatayım? Affedersin ama ağzıma sıçarsın sen, ben sana bunu anlatsam. Okula gitmeyince bile tepeme biniyorsun. Korkuyorum senden,” deyince kaşlarım havaya kalktı. “Ne bakıyorsun öyle? Yalan mı?”
“Allah Allah…” dedim sinirle. “Kızsam da bağırsam da seni sevdiğimden ve düşündüğümden yapıyorum Koray. Bunu sakın unutma.” Saçlarını karıştırıp yataktan kalktım. “Şimdi git, bana soğuk kahve yap. Şunları katlayacağım.”
Koray’ın kaşları çatıldı. “Abla Allah aşkına soğuk kahve ne alaka ya?”
Havayı gösterdim. “Bugün hava oldukça sıcak Koraycığım…” Gülümsedim. “Ve sen evin küçük çocuğu olarak ablana hizmet etmek zorundasın.”
Koray birkaç kez daha ısrar etti ama onu ikna etmeyi pek iyi bildiğimden ötürü sonuç olarak mutfağa ikimize de kahve yapması için göndermiştim.
Birkaç dakika içinde kalan kıyafetlerimi katlayıp dolabıma yerleştirdikten sonra yatağımı düzelttim, sonra da yüzüme biraz nemlendirici sürüp aşağıya indim.
Koray kahvelerimizi hazırlamıştı, annem de buzluğu karıştırıyordu. “Miray bugün tantuni mi yapsak?” diye sordu buzluktan çıkardığı tavuğu havaya kaldırarak. “Yoksa fırında tavuk mu kızartsam ya?” Koray tam dudaklarını aralayıp fikrini söyleyecekti ki annem sertçe buzluğu kapattı. “Ben en iyisi ıspanak çorbası, mantar ve…” Sanırım daha sağlıklı ne var diye düşündü. “Mantar, ıspanak çorbası ve şehriyeli bulgur yapayım.”
Koray öğürür gibi yaptı. “Anne tavuktan ve tantuniden vegan öğüne nasıl geçtin ya?” Annem Koray’ı iplemedi, bense gülümseyerek kahvemden bir yudum aldım. Koray çaresizce “Canım anam, garip anam, çilekeş anam…” diyerek sanırım bir repliği canlandırdı ama hangi replik olduğunu anlayamadım. Kendisini oldukça gariban göstermek için elini yüreğine koyup “Üh…” dedi ağlar gibi. “Anne Allah rızası için vegan etme bizi ya…”
“Anne, Koray’a nadiren hak verdiğim anlardan birisi…” dediğimde annem mutfakta tencere çanak ne varsa mermerin üstüne dizmeye başladı. “Anne sen iyi misin?” diye sorduğumda arkasını döndü.
Garip bir bakış attı ikimize de. “Miray git, televizyonun etrafının tozunu al.” Koray’a döndü. “Koray sen de koridora bıraktığım çerçeveyi duvara yeniden as.”1
Annemin bu hallerine mana veremediğimden ötürü önce Koray’a baktım, sonra tekrardan anneme döndüm. “Anne…” Bardağımı tezgâha bırakıp yüzümü anneme çevirdim. “Sen iyi misin? Bizimle bugün hiç sohbet etmedin. Biraz dalgın gördüm seni.”
Annemin gözleri doldu. “Kızım…” Kafasını olumsuz anlamda salladı. “Dün benim izlediğim günlük dizi var ya…” Yüzü kıpkırmızı oldu. “Bitti.”
“Ney?” dedi Koray yüksek bir sesle. “Kaç bölüm sürmüştü o?”
Annem ağlamasının arasında “1071,” dediğinde Koray ayağa kalktı.
“Malazgirt!” Asker selamı verdi. “Anadolu’nun kapıları Türklere açıldı!”
Annemin gözyaşları iki gözünden de şiddetli yağmur misali akarken Koray’ın da annemin de normal olmadığını düşünerek mutfağı terk ettim. “Allah’ım ya…” dedim salona doğru giderken. “Ben de isterdim normal bir ailem olsun ama yok…” Masanın üstünde gördüğüm yeşil bezi elime alıp televizyona doğru ilerliyordum ki kapı çaldı.
Zil iki kez üst üste çalınca odanın ortasında kalakaldım, sonra da üstümü başımı kontrol edip kapıya doğru yürüdüm. Annem ve Koray da arkamdan geliyordu.
“Kim o?” diyerek dürbünden baktım.
“Miraycığım…” diyen ses bir yerden tanıdık geliyordu. “Biz geldik…” Buket’in simli, gümüş rengi şapkalı tokasını gördükten hemen sonra mavi gözlerini fark edip kapıyı tamamen açtım; Varan Alp’in ve Teoman’ın ablası, Leman Hanım gelmişti. 1
Elinde tuttuğu çiçek buketini ve kucağında tuttuğu kızı Buket’i gördüğüm an kaşlarım daha da çatıldı. Hemen arkasında eşi Behzat Bey kızının oyuncak bebeklerini tutarken bana selam verdi, sonra da kafasını diğer binalara doğru çevirdi.
“Iııı,” diyerek kapının önünde şaşkınca üçüne de baktım. “Hoş geldiniz.”
Leman Hanım muhtemelen bana sert çıkıştığından ötürü özür çiçeği vermişti ama eşi Behzat Bey’in bunu ona zorladığından emindim.
Aslında Leman Hanım’ı da severdim, sonuçta bir nevi akrabam sayılırdı ama bana söylediği sözlerden sonra gözümde bitmişti.
Çok kin tutardım, bir kez soğuduysam bir daha da ısınmazdım.1
Yine de çiçekleri elime alıp “Sağ olun,” dedim dümdüz.
Annem araya girerek “Buyurun, içeri buyurun…” deyince beş yaşındaki kızları Buket, kafasındaki gümüş şapkalı tokayı çıkararak bana uzattı.
“Miray bak,” deyince elime tutuşturduğu tokayı inceledim. “Bunu annemle babam bana İzmit’teki çarşıdan aldı.”
Zoraki bir tebessümle “Aaa, ne kadar güzel…” dedim abartarak. “Sana çok yakışmış.”
Buket, annesinin kucağından indikten sonra babasının elindeki diğer oyuncakları da almaya başladı. “Kızım dur, dur düşecek…” dedi Behzat Bey, endişeyle. “Bu Miray ablanındı, al…”
“Miray bak,” dedi Buket, sarışın manken oyuncak bebeği bana uzatarak. “Bunu sana aldık, biliyor musun? Hani sen bana doğum günü hediyesiiii…” dedi kekeleyerek. “Almıştın ya! Ben de sana doğum günü hediyesi aldım.”
Buket’in şirinliği yüzünden dudaklarım büzülse de bir süre doğum günü tamlamasını duymak istemediğim kesindi. Yine de bir çocuğun ağzından duymak o kadar da üzmemişti.
Annem tekrarladı. “Buyurun içeriye, Leman Hanım, Behzat Bey…” Buket’e doğru eğildi. “Buketçik… Sen ne kadar büyümüşsün ya iki ayda? Saçlarını ne zaman kestin?”
“Saçlarımı geçen hafta kestirdik! Annemle aynı olduk!”2
Buket beklemeden içeriye girince Leman Hanım da eşi de içeriye girdiler. O sırada karşı evimizde bulunan cerrah kişisi kapının önünden bana el sallamıştı.
Behzat Bey, o tarafa dönük olduğu için kaşları çatıldı. Herkes içeriye girince ve Behzat Bey’le kapının önünde kalınca kafasını bana çevirdi.
“Miray, o sana mı el salladı yoksa bana mı?” diye sordu merakla.
“Bir tanıdık ya, bana el sallamıştır…” dedim ama açıklamaktan aşırı rahatsız olmuştum.
Behzat Bey ona uzattığımız terliği giydikten sonra “Hiç gözüm tutmadı. Tekinsiz biri mi?” diye sordu.
Leman Hanım arkasını döndükten sonra “Kim?” diye sordu.
Behzat Bey de “Karşı binadaki bir adam ya… Öyle hissettim canım.” deyince annemin kaşları çatıldı.
“Kimi diyorsunuz? Yoksa doktor oğlumdan mı bahsettiniz?” Annemin yüzünde bir anda güller açtı. Sanki az önce ağlayan o değilmiş gibi kıkırdadı. “Yahu dünya iyisidir o! Miray’la arasını yapmaya çalışıyorum, inşallah…”
Ağzım beş karış açık kaldı. “Anne ne diyorsun ya?” derken elimde tuttuğum çiçek ve oyuncak bebeklerle beraber Buket’e bakakaldım. Daha kibar olmaya çalışarak “Yani anneciğim… O ne demek öyle?” diye sordum.
Buket, babasına doğru kafasını kaldırarak “Baba,” dedi yavaşça. “Arasını yapmak ne demek?”
Behzat Bey’in yüzü bozuldu. “Yani kızım… Hani iki insan sevgili olur, sonra evlenir ya…” derken bile sesi titreyince gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. “Arasını yapmak, onları birleştirmek demek.”
Buket’in kaşları havaya kalktı. “Birleştirmek mi? Yapboz gibi mi?”
“Yok kızım, boş veer…” diyerek kızını kucağına aldı Behzat Bey.
Koray, misafir geldiği gibi yukarıya yani odasına kaçmak gibi bir huya sahip olduğundan salona geçtiğimizde tabii ki Koray’ı göremedim.
Leman Hanım’ın yüzüme tükürecekmiş gibi baktığı duruşma merasimlerinden sonra elinde çiçekle kapımda durması dediğim gibi, garip gelmişti ama salona geçtiğimizde suratsız suratsız oturunca Behzat Bey’in özür dilemesi için getirdiğini anlamıştım.
“Ben size kahve yapayım,” dedi annem ayağa kalkarak, sonra da nasıl içeceğimizi sordu. Hepimiz sade istedik.
Annem salondan çıkınca Buket, babasının kucağından inip yanıma doğru yürüdü. Babasının elindeki diğer bebeği unuttuğunu anlayınca koşa koşa babasına yürüdü, sonra da bebeği alıp bana geri döndü.
“Miray bak,” dedi kendi bebeğini havaya kaldırarak. “Buna babamla beraber ‘Dönek’ ismini koyduk çünkü saçları dönüyor…” Kaşlarımı çatarak Behzat Bey’e baktığımda tıpkı Varan Alp gibi bıyık altından güldüğünü fark ettim. “Bir de bu kızın bizim evde bir tane evi var, o evin adı da…” Düşündü. “Baba neydi?”
“Sevgi apartmanı koydun ya kızım,” dedi Behzat Bey de. Koskoca adamı ne hale sokmuştu bu Buket ya… “Kızım sen bana gel, annenle Miray ablan bir şey konuşacakmış.”
Buket kaşlarını çatarak “Ya hayır!” dedi öfkeyle. “Miray!” Daha sonra yanıma oturup elimdeki çiçekleri gösterdi. “Bunu babam yolda bir tane ablaya yaptırdı, abla dükkânın içinde ağlıyordu,” deyince kaşlarımı çatarak bu kez Leman Hanım’a döndüm.
Leman Hanım, “Sevgilisinden ayrılmış,” dedi mesafeli bir sesle. “Dükkânın ortasında ağlıyordu.”
Buket de “Evet, ben de duydum Miray,” diyerek benim bebeğimi işaret etti. “Beraber bebek oyunu oynayalım mı? Seninki sevgilisinden ayrılsın, ağlasın.” Ardından babasına döndü. “Baba, sevgililer neler yapar?” diye sordu.
Behzat Bey ne diyeceğini şaşırarak “Buluşurlar, konuşurlar, birbirlerini severler ama büyüyünce sevgili olunur kızım, küçükken değil,” diyerek toparladı cümlelerini. “Hem bana da oyuncak minik köpek almadık mı Buket? Gel, biz seninle şu koltuğa oyuncak bebeğinle oyuncak köpeğimi koyalım.”
Buket tatmin olmayarak koca gözleriyle bana döndü; gözleri tıpkı babasının gözleri gibi masmaviydi. “Miray, biliyor musun, benim Varan Alp dayımın köpeği var. Adı Ziva.”
Bilmiyormuş gibi “Aaa…” dedim sahte bir şaşkınlıkla. Buket başıyla onaylarken tepeden topladığı açık kumral saçları sallandı. “Nasıl bir köpek peki? Hangi renk mesela?”
Buket birkaç saniye düşündü. “Beyaz ve kahverengi, gözleri de kahverengi. Varan Alp dayımın evinin içinde yaşıyor, biliyor musun? Hatta onun oyuncakları bile var. Ben bir kez dayımın evine gittim ama dayım Ankara’dayken iki kez daha gittim. Annemle beraber dayımın evinde kaldık. Ziva’yla oynarken de bak,” diyerek kolunu işaret etti. “Kolum kesildi.”
Kolundaki yara izine bakarak “Geçmiş olsun Buketciğim,” dedim. “Nasıl kesildi kolun?”
Buket’in gözleri kısıldı. “Annem Ziva’yla beni ayırırken yanlışlıkla kolumu Ziva’nın oyuncaklarından birine şey yaptım, süttüm.”
“Sürttün yani…” dedikten sonra minik kolundaki yara izini okşadım.
Leman Hanım sıkıntılı bir nefes vererek “Buket, babanın yanına, hadi…” deyip kolundan çekiştirdi. Manyak mıydı neydi bu kadın ya!
Buket biraz ağlasa da sonunda babasının yanında sakinleşti, annem de o sırada kahveleri getirdi. Ortalık biraz karıştığından ötürü bir iki dakika boyunca tek kelam edemedik.
“Miraycığım,” dedi Leman Hanım, mesafeli ve gıcık bir sesle. Az önce Buket’i çekiştirirken ağzına patlatacaktım ama Varan Alp’in ablası diye kendimi tutmuştum. “Ben duruşma sonrası sinirlenip sana biraz laf atmışım sanırım, kusura bakma.” Kahvesinden bir yudum aldı. “Hatırlamıyorum pek… İlaç alıyorum bazen, sakinleştirici… Yan etki işte.”
Annem “Biraz öyle oldu ama sıkıntı yok,” deyince elimdeki çiçekleri sehpanın üstüne koydum.
“Ben gayet sükunetli bir insanımdır, son zamanlarda haddimi aştıysam özür dilerim.” Leman Hanım kahvesinden bir yudum daha aldı. “Bir de sizi sergime davet etmek istiyorum, özür olarak. Teoman da gelecek zaten, bir hafta sonra. Onunla beraber siz de gelirseniz çok mutlu olurum.”
“Maşallah bu sene içinde ikinci serginiz,” dedim hayretle. “Çok üretken bir sanatçısınız.”
Leman Hanım başıyla onayladı. “Şu sıralar hüznümü tuvallere yansıtmaktan başka çarem pek kalmadı. Bazen de insanlara çatıyorum işte… Bu sergi de Melek’imin anısına…” Kaşları havaya kalktı. “Melek’in öldüğü gece Behzat ile uğraşıyordum, hastanedeydik. Varan Alp aradı…” Nefesi tıkanır gibi oldu Leman Hanım’ın. “Melek ölmüş, dedi.” Kalbine dokundu. “Şu kalbim var ya…” Anneme de bana da bakıp kafasını olumsuz anlamda salladı. “Şu kalbime bıçak saplasalar daha az acırdı.”1
Melek ile Leman abla da abla kardeş gibiydiler, hele ki Melek’in annesi öldükten sonra.
Behzat Bey, Buket’e oyun alanı kurduğu için sohbete pek dâhil olamasa da “Leman’ı toparlamak biraz zor oldu, ben de o sıralar biraz hasta olduğumdan pek ilgilenemedim, hep ilaç kullanmış…” diye mahcupça açıkladı. Bir yandan da Leman Hanım’dan nefret ettiğini düşünüyordum. “İlaç kullanınca da sana biraz sinirlendi sanırım Miray. Ama sen iyi bir avukatsın, görevini yaptın, kardeşini çıkardın. Ne yapacaktın başka? Leman da üzgün, tatsızlık olmasın diye geldik… Affedersin umarım.”
Buket, köpekle ve bebekleriyle sesli bir şekilde oynamaya devam etti.
“Teşekkür ederim,” dedim ben de kısaca.
Annem kahvesinden bir yudum aldıktan sonra “İşten çıktı sırf Melek için… Yapmadığı şey kalmadı kızımın. Kızımı pek övmem ama bu konuda övülmeyi hak etti,” deyip biraz böbürlendi.
Behzat Bey, “İşten mi çıktın?” diye sordu sinirlenerek. “O niye yahu? Melek’i savunduğun için kovdular mı seni?”
Leman Hanım araya girdi. “Melek’i savunmadı, Mir Beyaz’ı savundu.”
Behzat Bey toparlamaya çalışarak “Eeevet…” dedi, ardından karısına ölümcül bir bakış attı. “Miray şimdi ben pek anlamam ama bizim şirketin avukat ekibi var, eğer istersen son çare…” Ceketinin cebini karıştırdı, iki adet kart çıkardı. “Al ikisini de.” Kartları sırf Behzat Bey’i kırmamak için elime aldım.
“Ben şirket avukatlığı…” dedim yüzümü ekşiterek.
“Son çare artık, olmazsa şirkete bu kartları vermen ve benimle görüşmek istediğini söylemen yeterli. Her türlü hallolur.” dedi rahatlatmak ister gibi.
Leman Hanım, elimdeki kartları yırtmak ister gibi bakınca sırf ona inat olsun diye “Olabilir,” dedim gülümseyerek. “Sağ olun.”
Bunalmış gibi zaten kısacık duran saçlarını geriye atmaya çalışan zavallı Leman Hanım’a bir kez daha acıdım. Bu kadar egolu olmak insan sağlığına zararlı geliyordu demek.
Buket bir anda oyunundan sıkılıp “Baba!” dedi hiddetle. “Neden kendine siyah köpek aldın?”
Behzat Bey kaşlarını çatarak “Başka renk yoktu kızım. Hem siyah renk köpekler güzel değil mi?” diye sordu.
Buket sinirle “Hayır, Varan Alp dayımın köpeği gibi istiyorum ben!” diyerek kolunu koltuğa vurdu. “Onun yanına da gidelim! Gidelim, gidelim!” Sanırım bu kızı biraz şımartmışlardı, daha doğrusu Behzat Bey şımartmıştı. “Gidelim baba!”
Behzat Bey de “Ama dayın bu akşam başka bir yere davetliymiş ya,” deyince kaşlarım çatıldı ve onları dinlemeye devam ettim. “Ama yarın, işten çıktığımda gidebiliriz.”
Aklıma yarınki katil buluşmamız gelince araya girmek istedim ama Leman Hanım yanlış anlamasın diye sustum. Bu kadının görümceliği de fenaydı… Ablamdan biliyordum.
“Hayır!” Buket kollarını göğsünde bağladı. “Varan Alp dayımın evine gidelim!”
Leman Hanım oflayarak “Kızım dayın yemeğe gidecekmiş ama… Sussana artık. Yüz defa dedim Buket, başkalarının evinde bağırma, diye.” dediğinde annemle göz göze geldik. Annem de Leman Hanım’dan nefret etmeye başlamıştı zannımca.
“Kiminle yemeğe gidecekmiş?” diye sordu annem, lafı ağzımdan alıp.
Merakla Leman Hanım’a döndüğümde “Yani genç adam, sevgilisiyle falandır herhalde,” diyerek sözde bana laf çakmaya başladı. “Yani artık onun da evlenme zamanı geldi, sıra onda.” Kahvesinden bir yudum aldı. “Artık zamanında reddedenler çatlıyordur herhalde.”
Otuz iki diş sırıtarak “On üç yaşında aşk mı olur Leman Hanım? Behzat Bey’in de dediği gibi, insanlar büyüyünce sevgili olurlar,” deyip keyifle arkama yaslandım. Leman Hanım muhtemelen Varan Alp ile aramda ufak tefek gelişmeler olduğunu fark ettiği için bozuldu. Yüzümü ona yaklaştırarak “Sosyal medyada şey diyorlar hep… İngilizce bilir misiniz?” deyince kafasını olumlu anlamda salladı. “Exten next…” Daha derin gülümsedim. Annem de Behzat Bey de fısıltılarımı duymamıştı.
Leman Hanım bir anda deli gibi öksürmeye başlayınca Behzat Bey korkuyla bu tarafa döndü. “Leman? Ne oldu?”
Leman Hanım su bardağını kafasına dikti. Ardından bana dönüp “Birdiniz, iki oldunuz.” diye fısıldadı. “Yok bir şey hayatım!” dedikten sonra ayağa kalktı. Sanırım az önceki lafı bana ve ablama ithaf etmişti. Gurur duyardım.
Behzat Bey ayağa kalktıktan sonra gözleri cama çarptı. “Miray,” dedi yanına çağırarak. “Şu adamı gözüm hiç tutmadı.” Yanına yürüdükten sonra camdan dışarıya baktığımda gördüm ki cerrahı işaret ediyordu.
“Niye ki?” diye sordum cerraha kısa bir bakış attıktan sonra.
Kafasını olumsuz anlamda salladı. “Buraya arabayla aynı anda girdik. Yüz tane küfretti bana… Annen dedi ya, aralarını yapmaya çalışıyorum diye… Yine de sen tekrar düşün.” Yüzünü ekşiterek cerraha baktı. “Bir de sen kapıyı açtığından beri sapık gibi baktı sana.” Cerrah kişisinden hiç küfür duymadığımdan ötürü garibime gitti.
“Aşkım hadi!” dedi Leman Hanım, bize dönerek. “Sohbetinize son verseniz de gitsek mi? Daha babama uğrayacağız! Sonra dayıma…” Biraz daha sinirlendi. “Behzat, hadi!”
“Tamam,” dedi Behzat Bey de ceketini kontrol ettikten sonra. “Telefonumu arabaya mı bırakmıştım ben Leman?” diye sorduktan sonra kaşları havaya kalktı. “Hah buradaymış ya… Tamam, çıkalım.”
Leman Hanım’ı, eşini ve kızını sonunda uğurladıktan sonra kapıyı kapatır kapatmaz annemle öyle bir bakıştık ki anlatamam. Sanırım ikimiz de içimizden Leman Hanım’a küfrediyorduk.
Annem dişlerinin arasından “Şeytan karı…” diye mırıldandı.
“Yuh anne, o kadar da değil…” deyince yüzünü ekşitti. “Ne? Varan Alp’in ablası o,” dediğim an annem daha da şaşırdı. “Yani Teoman’ın da ablası. İkisinin de ablası. Hem çok tatlı bir kızı var…”
Annem sesli bir nefes verdikten sonra “Kızı da hiç şımarık değil,” deyiverdi. “Kızım, bu Leman var ya… Kocasının beyninin içine etmiş, net bilgi.”
“Anne tamam ya…” dedikten sonra gülmeye başladım. “Bir de zorla özür dilemeye getirtmiş ya kadını.” Kahkaha attım.
Annem de “Kadın kendi akıl edemiyor, edemez. Bir de bizi sergisine çağırıyor, aklım almıyor Miray ya! Teoman geçen sergiye gitti ablasının zoruyla ama Seray’ı içeri almadılar. Gider miyim ben o sergiye? Kapıda bırakır kesin beni,” diyerek içini dökmeye devam etti. “Hamile kadını dışarıda bıraktı psikopat Leman.”
“Anne Leman Hanım bırakmadı, kapıda yanlışlık oldu,” dedim ona açıklamaya çalışarak. “Tamam, ben de sevmiyorum ama yeğeninin annesini soğukta bırakacak kadar da vicdansız bir kadın değil. Değildir herhalde…”
Aklıma Varan Alp’in akşam yemeğe gideceği geldiğinde beynimde şimşekler çakmaya başladı. Annem kendi kendine konuşurken sert adımlarla yukarıya, odama doğru çıktım.
Yatağımın üstünde duran telefonu elime aldıktan hemen sonra Varan Alp’i aradım. Bakalım kiminle yemeğe çıkacaktı?
“Alo?” Sesi gayet sakin çıkmıştı. “Efendim?”
Tüm şeytanlığımla “Nasılsın?” diye sordum tatlı bir kız gibi. “Ne yapıyorsun?”
Birkaç saniye bekledikten sonra “Adliyedeyim, ifade alıyordum,” deyince kaşlarım havaya kalktı. “Sen?”
“Ablanlar geldi işte bize de…” dedim ve büyük bir oyunculuk sergilemeye başladım. “Buket de tutturdu, Varan Alp dayımın yanına gidelim diye…” Sesi soluğu çıkmadı. “Ben de dedim ki bekleyin, ben de geleyim. Akşam yanına geliyoruz.”
Birkaç saniye duraksadı. “Akşam?” dedi soru sorar gibi. “Akşam benim bir işim var.”
“Erkin’in morali bozuk, balık ekmek yemeye götüreceğim,” deyince şaşkınlıkla doğruldum. Konuşmaya devam etti: “Kendisini acısından o kadar işe verdi ki dün gece ağlayarak kapıma dayandı. İçine çok atıyor. Ben de bu akşam içini döksün diye ayarladım öyle…”
Bir yandan Erkin’e üzülürken diğer yandan sırıtıyordum. “Bayağı iyi bir dostsun galiba…” dedim ve arkama yaslandım. “Herkese mi böylesiniz Sayın Savcım?”
Yine birkaç saniye bekledi. “Dost olarak mı soruyorsun yoksa başka bir şeyi mi soruyorsun?”
Biraz düşündüm. “E ikisi de lazım şimdi…”
“İkisini de tam zamanlı yaparız tabii,” dediği an nabzım hızlanmaya başladı. Keşke mesaj atsaydım, tekrardan okurdum cümlelerini. “Ablam özür diledi mi senden?”
Doğruyu söylemek istemedim. “Affetmemek ne mümkün, çok kibar bir kadın ablan.” Yalan Makinesi Mühendisliği Fakültesi mezunu gibi devam ettim. “Hele Buket… Sanırım Ziva’yı çok seviyor, sürekli oraya gelmek için tutturdu. Seni de çok seviyor herhalde.”
“Dayısıyım, tabii ki sevecek.” Yarı zamanlı ego çalışanı Varan Alp devam etti. “Sen seviyor musun peki?”
Bilerek “Dayımı mı?” diye sordum. “Benim dayım yok.”
Birkaç saniye bekledim. “Sen benim dayım mısın? Sevmem mi lazım?” diye sordum.
“Aslında sevsen fena olmaz.” Yastıklarımdan birini alıp yüzüme vurdum.2
Yastığı çeker çekmez “Denerim o zaman. Beğenirsem devam ederim,” deyince muhtemelen telefonun arkasında yüzü düştü. “O zaman sana iyi savcılıklar…” dediğimde kurduğum cümlenin saçmalığı yüzünden kendime somurttum. “Bol bol iddianame yazarsın, bol bol insan tutuklarsın umarım…”
“Sana da iyi günler. Bol bol seversin umarım…” dedi sesimi taklit ederek. “Sevgi şart çünkü.”
“Tamam. Anlatırsın şartlarını, konuşuruz.”
Utanmasam mutluluktan telefonu yiyecektim. “Görüşürüz,” dedim daha fazla delirmemek için.
Telefonu dan diye kapattım, sonra da elimi kalbime götürdüm. “Ay insan mutluluktan kalp krizi geçirir mi acaba ya?” Elimi kalbime bastırarak nabzımı kontrol ettim. “Yok canım, öyle hemen kalp krizi geçirilmez. Biraz yaşlanırım, belki sonra ama o zaman da Varan Alp’le devam edersem evlenmiş olurum yani…” Cıkladım birkaç kez. “Ay çüş!” dedim dudağıma çarparak.
Yarın psikopat bir katil tarafından terk edilmiş bir yurda çağırılan Ağır Ceza Reisi’ydi sanki… Bendim ben!
“Allah’ım ben acaba kafayı mı yedim ya?” Bir psikoloğa görünüp görünmemek konusunda kararsız kaldım. “En iyi gideyim ben psikoloğa… Ya da ablama çaya mı gitsem? Aynı hesap sonuçta.” Aklıma Leman Hanım geldi. “Görümce dedikodusu da ablamla iyi giderdi.”
“Miray!” diyerek neredeyse çığlık atan annemin sesine doğru döndüm. “Kızım sen kendi kendine mi konuşuyorsun?”
Elimdeki telefonu havaya kaldırdım. “Yok artık anne… Bir arkadaşıma sesli mesaj gönderdim.”
Annem rahatlayarak “Heh, ben de dedim bu kız delirdi mi, ne yaptı? Psikoloğa görün, diyecektim. Neyse, boş ver o zaman…” dediği an yüzümü ekşittim. Sanırım gerçekten psikoloğa görünmem gerekiyordu.
⚖️
29 EKİM CUMA, 14.00
Yaklaşık bir saattir buradaydım ve önümdeki tartışmaları dinliyordum. Bu tartışmanın başrolünde de Mir Beyaz vardı; devamlı olarak bana bir tuzak kurulduğunu ve oraya gitmemem gerektiğini hatta Aykut Sayer’in bile o çetenin içinde olabileceğini söyleyip duruyordu. Kavgalarını dinlerken beynim patlamıştı.
“Ben de diyorum ki savcım: Eğer Miray gidecekse ben de yanında olayım. Niye tek başına Miray’ı istiyor? Miray’a yüzünü gösterse ne olur? Bu herif oradan nasıl çıkacak? Savcım olmaz ya! Bomba falan yerleştirmiştir! Kardeşimi niye ne idüğü belirsiz psikopatın yanına göndereyim ben ya? Olmaz öyle şey.”
Erkin’in yüzü kıpkırmızı olmuştu. “Herif belli ki gösteriş yapacak komiser! 17 Eylül’de doğanları 17 Eylül gelmeden öldürmem, diyor. Hem sence Miray’ı öldürecek olsa ayağına neden çağırsın! Profesyonel bir katilden bahsediyoruz! Belli ki ipucu verecek elimize! Onu bulmamızı istiyor!”
“Ya savcım onu bulmamızı neden istesin?” Mir Beyaz’ın sesi büroda yankılandı.
Erkin’in siniri katbekat artmıştı, gözlerinden belli oluyordu. “Çünkü belli ki kaybettiği bir yakınının intikamını alıyor. O yangında ölen kimse onun ölümünü sizin doğumunuza bağlıyor, bu yüzden ailelerinizi ifadeye çağırdım işte!” Teoman’ın odasındaydık ve şimdilik üç kişiydik; Varan Alp adliyedeydi, birazdan burada olurdu herhalde.
“Beni çağırdı yani benim fikrim geçerli.” diyerek ikisine de susturmak adına bir başlangıç yaptım. “Ben de enayi değilim Mir Beyaz, canımı tehlikeye atmak istemem ama nedense beni öldürmeyeceğine inanıyorum.” Ellerimi yukarı indirip kaldırdım. “İstese hiç konuşmazdı, sonra da başka bir zaman kıstırıp öldürürdü.”
Mir Beyaz yüzünü ellerinin arasına aldıktan sonra boğuk bir sesle “Allah’ım sabır ver ya…” dedi. Tekrardan gözlerimiz buluştuğunda ise “Aramadı mı o dangalak?” diye sorup yanıma kadar yürüdü.
Elimde tuttuğum telefonu görebileceği kadar yükselttim. “Hayır.”
Erkin sandalyeye yerleştikten sonra “Sana çelik yelek giydireceğiz, ne olur ne olmaz. Biliyorsun diğer rahmetlileri hep göğsünden yaraladı. Toplam beş kez.” Gözleri kısıldı. “Bunu da not almak lazım. Neden 5 mesela?”
Mir Beyaz’la göz göze gelince “Havai fişek beş kez patlamış olmasın?” diye sordum.
Mir Beyaz kafasını salladı. “Çok mantıklı. Beş atışlık.”
“Beş atışlık havai fişek var mıdır?” diye soran Erkin’den sonra biraz düşündüm. “Bana bak,” dedi Mir Beyaz’a doğru. “Sen hiç havai fişek patlattın mı, komiser?”
Mir Beyaz bir süre düşündü. “Yok savcım, benim ne işim olur havai fişekle? Ama bizim düğünlerde Osman diye bir arkadaş var, o havai fişek patlatır.”
Erkin’e döndüğümde kaşlarını çattığını ve manasız bir bakış attığını fark ettim. “Nerede patlatıyor havai fişeği?”
“Yok savcım, Osman yapmaz.” dedim araya girerek. “Osman zaten yurt dışına taşındı, üç senedir yok buralarda.”
Erkin’in gözleri kısıldı. “3 senedir yok…”
Hayretle “Ya Erkin Savcım, onun bu olayla bir alakası yok, Osman’ı kafanızdan çıkarın ve asıl meselemize geri dönün lütfen.” deyip karşısındaki sandalyeye oturdum. “Ben çelik yelek giyeceğim, tamam, sonra?”
Erkin şüpheli bakışlarından sıyrılıp normal haline şükürler olsun ki geri döndü. “Sonrasını bana bırak, hepsini düşündüm ve kurguladım.”
Mir Beyaz asla kabullenemeyecekmiş gibi ofladı. “Olmaz. Ben de geleceğim.”
Odanın kapısı ağır bir hareketle açıldığında üçümüz de kafamızı o yöne doğru çevirdik. Varan Alp’i siyahlar içinde görünce iki gündür görüşemediğimiz için onu özlediğimi fark ettim ve gülümsedim.
Kapıyı kapattıktan sonra “Ne yaptınız?” diye sorarak yanımıza doğru yürüdü. “Aradı mı anonim?” Göz göze geldikten hemen sonra yanımdaki sandalyeye geçti.
“Aramadı anonim ya…” dedi Erkin de.
“Arıyor sanırım anonim…” Ekranı kendime doğru çevirdiğimde özel numaranın aradığını görüp hazırda bekleyen bilişimdeki polis memurunu içeriye aldık. Neredeyse kapanmak üzereydi ama sonunda açtım.
Telefonumu cihaza bağlamıştık.
“Efendim?” dedim soğukkanlı bir sesle. “Ne oldu?”
“Miraycığım, bugün bana uğrayacaktın. Geliyor musun?”
Odanın içerisinde beş kişiydik, beşimizde de aynı bakış peyda olmuştu: Sabır fısıltısı dolu tehditkâr bakışlar.
“Beni öldürmeyeceğini nereden bileceğim?” diye sorduğumda aslında niyetim onu oyalamaktı. Bir iki dakika onunla konuşursam konumunu tespit edebilirdik.
Anonim psikopat konuştu: “Sana bunu daha önce açıklamıştım, Avukat Hanım. 17 Eylül gelmeden hiçbirinizin canına kıyamam ben. O kadar psikopat olmadığımı belirtmiştim.”
Erkin bir anda konuşmaya başladı: “Ulan şerefsiz! Benim ablamı niye öldürdün?”
Birkaç saniye sessizlik hâkim oldu. Sonra psikopat katilimiz tekrardan lafa girdi: “Zaten ölecek birini öldürdüğüm için dua mı etsen savcı? Belki sırada diğer kardeşin vardır… Ama ondan önce Aykut Sayer var, yani Miray’ın patronu.”
Herkesin ruh hali bir anda darmadağın oldu ama bilişim uzmanı hâlâ konumu tespit edemediği için “Aykut orada mı?” diye sordum. “Yoksa başka bir yerde mi?”
“Aykut Sayer, eğer sen terk edilmiş yurda gelirsen serbest bırakılacak Avukat Hanım ama eğer gelmezsen maalesef cesedini bir otobanda bulmanız an meselesi olur. Kim bilir… Belki de bulamayacağınız bir yere hapsederim.”
Bu sefer gerçekten merak ettiğim için sordum: “Seni yakalayacağımızı hiç düşünmedin mi? Oradan nasıl kaçacaksın? Ben oradan çıksam bile sen çıkamazsın ki…”
“Gölgeler insanlardan daha hızlıdır, avukat.”
Kaşlarımı çatarak odadakilere tek tek baktım. “O ne demek?”
Bilişim uzmanı sessizce bilgisayarı işaret edince umutla doğruldum ama telefondan yükselen ses yüzünden tepetaklak oldum: “Hattımı çıkarıp attığımda yalnızca hattımı bulacak bir yığın adalet çalışanını geride bırakıp terk edilmiş yurda gelmen ve buluşmak dileğiyle, Miray. Hoşça kal.”
“Kesinlikle bir kadın!” diyerek telefonumu işaret etti Mir Beyaz. “Kısa saçlı bir kadın ve sigara içen bir adam arıyoruz!”1
Erkin ayağa kalktı. “Biliyor konumuna baktırdığımızı.”
“Bilecek tabii,” dedi Varan Alp de. “Bence yurtta kimse yok ve her şeyi bir iki ay önceden planladı. Sen yurda bakmaları için bir ekip gönderdin mi Erkin?”
Erkin kafasını sallamakla yetindi. “Yurt boş Varan Alp. İçinde insan da gösteri namına eşyalar da yok. Bomboş bir yurt.”
Az önceki konuşmayı hatırlayarak “Gölge ne demek? Gölge falan dedi…” deyince bilişim uzmanı sıkıntıyla odayı terk etmek için yürümeye başladı. “Gölge oyunu falan yapmasın?”
İki polis memuru kapıya tıkladı, ellerinde iki kutuyla. “Ha gelin, gelin…” diyerek masanın üstünü işaret etti Erkin. “Koyun onları masaya.”
Erkin, polis memurları odadan çıkar çıkmaz “Bu gözlüğü takacaksın.” deyip kutunun içindeki şeffaf gözlüğü işaret etti. “Hem kamera hem de mikrofon var. Ayrıca yurdun çevresine sivil yerleştirdim, kimse çakmaz polis olduklarını, onlar seni koruyacaklar.”
“Orada ev var mı?” diye sorunca kafasını olumsuz anlamda salladı.
“Çiçekçinin üst katında hazırda bekliyor olacak biri. Diğerini de biraz daha ileriye, bir evin çatısına yerleştirdim. Başka birisi de yakınlarda yürüyor olacak.”
Kafamı olumsuz anlamda salladım. “Bence içeride kimse yok, kimse de içeriye girmeyecek.” Gözlüğü gözüme yerleştirdikten sonra diğer kutuyu kurcaladım, içinde çelik yelek vardı. “Ve bana silah getirmeyeceksin, dedi.” Beynimden duman çıkmasına çok az kalmıştı.
Erkin de tıpkı benim gibi beyni yanmışçasına “Yeter, tamam…” dedi hızlı hareket etmemiz gerekiyormuş gibi. “Taktın mı gözlüğü?” Yüzüme baktı. “Tamam, taktın, hadi.”
“Erkin dur ya,” dedi Varan Alp, ben hüzünle Mir Beyaz’a bakarken; zavallı kardeşimin ödü kopuyordu bana bir şey olacak diye. “Daha iki saat var, saatin dört olmasına.”
Erkin kolundaki saati kontrol etti. “Mesela neden saat dördü seçti?” diye sordu kolunu indirdikten sonra. “Neden saat beşi değil ya da neden öğle saatlerini değil?”
“Belki cuma namazına yetişecektir savcım.” dedi Mir Beyaz, dünyanın en saçma varsayımını sunarak.
“Oğlum ne cumasından bahsediyorsun? Kadınlar cuma namazı mı kılar?” diye sordu Erkin de.
Mir Beyaz’ın gözleri kısıldı. “Belki gaydir ya ne bileyim…”
“Komiser, gay neden cuma namazı kılsın?” diyerek büyük bir isyan daha etti Erkin. Sesli bir nefes verdikten sonra “Zaten beynim ambale olmuştu, iyice aşure çorbasına çevirdiniz…” dedikten sonra odadan çıktı ve gitti.
Mir Beyaz’a dönerek “Sen ne diyorsun Mir Beyaz?” diye sordum ve gözlüğümü çıkardım. “Ne alaka yani ya?”
Varan Alp sadece masaya bakarak “Bence gitme Miray.” deyince öylece kaldık.
“Hah, sonunda!” Mir Beyaz ani bir hareketle ayağa kalktı. “Aykut da… Of!” O da çaresiz kalmıştı. “En azından şu anonim psikopata diyeydin, kardeşim de benimle gelsin.”
“Gerek yok.” dedikten sonra gözlüğü elime aldım ve sandalyeden kalktım. “Aykut da olsa Allah’ın verdiği can sonuçta, ne yapayım? Adamı öldürsünler mi? Ki yaparlar, biliyorsunuz!”
İkisi de suskun kaldı bir süre, sonra ben de odadan çıktım.
Büronun içinde fare gibi gezindikten sonra sonunda Erkin’i buldum, Sarp’ın odasındaydı ve konuşuyorlardı. İki kez kapıya tıkladıktan sonra içeriye girdim.
“Şimdi gerçek planını anlatır mısın Erkin Savcı?” diye sorup kapıyı kapattım. “Belli yani, senin planladığın başka bir şey de var.”
Erkin önce Sarp’a sonra bana gözlerini çevirdi. “İçeriye kamera taktırdım.” dediğinde kaşlarımı çattım. “Sarp’la onu kontrol ediyorduk.”
“Tamam, mantıklı.” Masanın üstündeki bilgisayara çarptı gözüm. “Peki şu an ne var içeride?”
Erkin de sanki içini dökmek ister gibi “Ben de onu diyorum işte Miray, hiçbir şey yok! Hâlâ yok. Niye ortada bir şey yokken seni oraya çağırıyorlar, anlamadım. Katilin gerçekten oraya gideceğini düşünmüyorsun herhalde…” diye anlatmaya başladı. “Sen oraya gidince ne olacak?”
“O yüzden gidince anlayacağız.”
Sarp bana güven vermek ister gibi “Merak etme, onun kendine göre bir stili var ve seni tuzağa düşürerek öldürmek niyetinde değil. Muhtemelen kim olduğunu bulmamızı istiyor.” diyerek iki gözünü de kırptı.
“Ben de öyle düşünüyorum Sarp ama insan arkadaşının katilinin yanına giderken de rahat olamıyor işte,” Gözlüğü gözüme geçirdim. “Ve artık sabredemiyorum. Yol da uzun. En fazla yarım saate çıkmam gerekiyor.”
“Çiçekçinin arkasındaki binalar var ya, oraya kadar seninle geleceğiz. Sonra sen yürüyeceksin.” dedi Erkin. “Muhtemelen seninle geldiğimizi anlayacaklar ama onun istediği senin terk edilmiş yurda tek başına girmen.”
“Tamam.” dedim kafamı sallayarak. “Yapacağım.”
15.50
Geniş arabanın içerisinde benim dışımda Varan Alp, Erkin, Mir Beyaz ve birkaç polis memuru daha vardı. Arkada bir araba daha vardı ve çevre bölgelere de sivil polis yerleştirilmişti. Çelik yeleğimi giymiştim, gözlüğümü takmıştım ve şu andan itibaren yürürsem en fazla on dakikaya terk edilmiş yurdun önünde olurdum.
“Arıyor.” diyerek telefonu havaya kaldırdım. Mir Beyaz telefonunun ses kaydını açtı, ben de aramayı cevapladım. “Ne var?” diye sordum. Bu kez öncekiler kadar cesur değildim, biraz korkuyordum.
“Sadece sen.” diye tekrarladı robota benzeyen kadın sesi. “Senin dışında kimse gelmeyecek.”
“Madem içeride değilsin, o zaman neden sadece benim gelmemi istiyorsun?” diye sorunca gülmeye başladı.
“İçeride olmadığımı nereden biliyorsun?” Yüzümü çabucak Erkin’e çevirdiğimde dehşete kapıldığını fark ettim. Kamera taktırmıştı resmen! Nasıl bilmezdi bunu? “Savcı arkadaşın bir yere baktırmayı unuttu sanırım.”
Bizimle dalga geçiyordu. “Eğer içerideysen nasıl kaçmayı planlıyorsun acaba?”
“Kaçmak bana göre değil, avukat. Kaçmak size göre.”
Arabadan çıkmak için kapıya dokundum. “Tamam.” dedikten sonra herkese tek tek baktım. “Gidiyorum.”
Gözlüğüm takılı olduğundan dolayı hem sesimizi duyabileceklerdi hem de gördüklerimi görebileceklerdi, bu yüzden kendimi yalnız hissetmiyordum.
Kapıyı açıp arabadan inerken “Dikkat et,” dedi Varan Alp. Sonra da Mir Beyaz, “Miray sakın canını tehlikeye atacak bir şey yapma.” diye ekledi.
“Tamam, bir şey olmayacak.” dedikten sonra arabanın kapısını kapattım. “Artık tek başımayım, konuş.”
Artık sadece önümdeki yola odaklanmam gerekiyordu ve kulağıma yayılacak sese.
“Yukarıdaki yoldan yürüyeceksin ve terk edilmiş yurda değil, ilerideki kulübeye doğru yürüyeceksin.” dediği an taşlar yerine teker teker oturmaya başladı. Şükürler olsun ki beni duyuyorlardı. “Etrafta sivil polis görmeyeceğim, görürsem Aykut ölür. Biliyorsun, sizi öldürmek için daha yaklaşık bir senem var.”
“Kes sesini, anladık, tamam.” Hızlı hızlı yürümeye devam ettim. “Kulübenin içinde misin?” diye sordum sonra.
“Sen nerede olduğunu bilmeyecek kadar geri zekâlı mısın?” diye sordum bütün öfkemle. “Cevap versene!”
“Biraz sakin ol… Hem o kadar geri zekâlı olsam beni, yani bizi bulurdunuz herhalde…”
Artık sabredecek takatim kalmadığı için daha büyük adımlar attım. “Bekle sen… Geliyorum, dur.” dedim tehditkâr bir sesle. Önümdeki bozuk yollardan topuklu ayakkabıyla zar zor geçsem de hızlı hızlı ilerliyordum.
“Orada dur.” deyince aniden durdum. Tam da yurdun önündeydim. “Beş adım attıktan sonra en sağdaki camın üstünde duran taşı kaldır. Taş var orada.”
Söylediği gibi terk edilmiş yurdun önündeydim ve o cama doğru ilerlemiştim. Fazla bir taş vardı camın üstünde ama o benim nerede durduğumu nereden biliyordu, emin olamamıştım.
“Çıkardım. Gerçi sen görmüşsündür…” Anahtarı elime aldım. “Eee, şimdi?” dedikten sonra saçlarımı geriye attım. Rüzgârdan dolayı dudaklarımdaki parlatıcıya yapışmıştı saçlarım.
İki dakika sonra kulübenin önündeydim. “Geldim. Kapıyı ben mi açacağım?”2
“Kapıyı sana açacak kadar misafirperver değilim.”
Gözlerimi devirerek anahtarı kapının kilidine soktum, sonra da bir kez çevirdim, kapı hemen açıldı. Çok eski bir kulübeydi, kapı açıldığı an kokusundan anlamıştım.
“Sağa dön hemen, ilk odaya gir.”
İçimi sebepsiz bir korku sardığı için önce durakladım ama sonra aklıma Melek gelince adımlarımı hızlandırıp odaya girdim. Odanın içi bomboştu ama duvarlarında bir ton yazı vardı. Sanki bunu o değil de başka başka insanlar yazmıştı, burası senelerdir var gibiydi, yani bu duvar.
“Şimdi ne yapacağım?” diye sorarken sesim titremişti. “Söylesene!”
Bir anda pencerenin kenarında yanan bir ışık fark ettim; cihaz tavana yansımaya başladı, ben de tavana bakmaya başladım.
Fakat kulübenin içinden adım sesleri gelince kalbim yerinden çıkacak gibi oldu. Beni kendisine gerçekten de gösterecek miydi bu manyak?
Elimi kalbime götürdüm ve kendimi duvara yasladım; bir yandan kimin geldiğini görmek için kapıya bakıyordum, diğer yandan da tavana yansıtılan cihaza.
“Korktun mu?” Ses telefonumdan gelmişti. “Tavana bak. Sadece tavana bak.”
Telefon kapanınca daha da ürkmeye başladım ama dediği gibi sadece tavana baktım.
Tavanda üç tane maskeli insan vardı ve muhtemelen görüntülü arama gibi bir şey deniyorlardı. Görüntü arada bir gidip geliyordu ve kalbim yerinden çıkmak üzereydi.
Ses tıpkı telefondaki gibi geldi: “Merhaba Miray.” En önde kısa saçlı bir kadın vardı, yüzünde de simsiyah bir maske. Gözleri asla belli olmuyordu. “Seni buraya sadece Aykut’u kurtar diye çağırmadık tahmin edersin ki…”
Arkasında da muhtemelen iki tane adam duruyordu.
“Aynı zamanda bizi gör istedik.”
Kimin konuştuğunu bile anlayamıyordum, hepsi kımıldıyordu ve hepsi tek tek konuşuyormuş gibi geliyordu.
“Bunu onlara anlatacağını biliyoruz, belki de üstüne kamera yerleştirmişlerdir, bilemeyiz.” Çenemi sıkmaktan başıma ağrı girmişti ve bu kulübe gittikçe daha korkunç olmaya başlamıştı. “Biz üç kişiyiz Miray, muhtemelen kaç kişi olduğumuzu çözmüşsünüzdür. Yaşlarımızı ve cinsiyetlerimizi tam olarak anlamadığınızı varsayıyorum.”
“Beni neden buraya getirdiniz?” diye bağırdım tavana doğru. Delirmiş gibi hissediyordum! “Niye silahsız gelmemi istediniz? Neden tek gelmemi istediniz?”
“Burada olduğumuzu düşün istedik.” Hangisinin konuştuğunu yine anlamamıştım ve biraz geç cevap vermişlerdi. “Bizim her dediğimizi bir kez daha düşün.”
“Beni öldürecek misiniz? Bomba falan mı patlatacaksınız? Ne bu?” diye sordum nefes nefese.
“Ölüm hakkında pek yalan konuşmayız. Ama sana izleteceğimiz bir görüntü var… Şimdi sol taraftaki duvara doğru bak.”
Yüzümü sola doğru çevirdiğimde duvara bir ışık yansıdı. Bunlar her yere başka bir cihaz yerleştirmişlerdi muhtemelen.
Işığın ardından oynatılan görüntü, bana aitti; daha doğrusu seneler öncesindeki doğum günüme.
Kırmızı bir kamyon, bisiklet süren ben ve karşı şeride hızla geçmemin ardından bana çarpan arabanın görüntüleriydi bunlar.
“Bunu da siz yaptınız…” dedim neredeyse fısıldayarak. Zaten Melek’ten sonra günlerce aklımı kurcalamıştı bu olay. “Niye ya?” diye bağırdığımda sesim kulübede yankılandı. “Neden?”
“Şimdi bizi iyi dinle,” Solumdaki duvara yansıtılan görüntü bir anda yok oldu, ben de tavana bakmaya devam ettim. “Bizi bulman işimize gelir Miray ve bizi bir tek sen bulabilirsin.” Kaşlarım daha da çatıldı, anlam veremedim. Sadece ben mi tanıyordum bu kişileri? “Aslında biz herkese baktık, herkesi duyduk ve herkes bize baktı, herkes bizi duydu ama bizi sen dinledin ve sen gördün. Biz sizin çok yakınınızdayız Miray. Eğer bir gün bizi bulursan ancak sen bulursun.”
Yaklaşık on saniye sonra “Başka?” diye sordum. “Sadece bunun için miydi?”
Bacaklarım zangır zangır titriyordu fakat buna rağmen sadece Melek’i düşünerek koşar adımlarla karşıdaki odaya doğru yürüdüm. Duvarda kocaman bir yıldız simgesi vardı. Bu çok tanıdık gelmişti.
Ve sesleri kesildikten sonra dizlerimin üstüne çöküp gri duvarın üstüne çizilen kırmızı yıldıza bakakaldım.
Aklıma Erkin’in emniyetteki sorusu geldi:
“Biliyorsun diğer rahmetlileri hep göğsünden yaraladı. Toplam beş kez. Bunu da not almak lazım. Neden 5 mesela?” demişti Erkin.
Yıldızın beş köşesine de teker teker baktıktan sonra aklıma Fırat’ın kolundaki dövme geldi.5
-
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
8.78k Okunma |
1.01k Oy |
0 Takip |
32 Bölümlü Kitap |