

INSTAGRAM : esmatonguc
Bu kitapta geçen kişi ve kurumların tümü hayal ürünüdür.
ON YEDİ EYLÜL (II)
33. BÖLÜM: “ADALET SAVAŞÇILARI”
⚖️
“Bir savaşın sonucunda kazanan varsa daha öncesinde mutlaka kaybetmiştir.”
Emniyetin bahçesindeki banklarda otururken içimdeki karanlığı dışarıda da aynı şekilde hayal ettiğimde, 17 Eylül gecesine doğru kısa bir yolculuğa çıktım. Zihnimdeki karmaşadan kurtulmak adına gözlerimi kapatıp gerçekleştirdiğim bu eylem, bu bankta oturup ağlarken Varan Alp’in yanıma oturup benimle konuştuğu anlardan daha geriye gidemedi. O gece kendimi dışarıya attığımda, bu banka oturduğumda ve ağladığımda dünyam başıma yıkılmıştı; şimdi de aynı şekildeydi fakat bu kez bilmeceler yoktu beynimde, çözülmüş problemler vardı.
Bir problemin sonucunu ararken mi yorulurdu insan yoksa bulduktan sonra ispatlamaya çalışırken mi, muammaydı. Dünden beri yaşadığım her şey, bana bunu epey düşündürdüğünde vardığım bir sonuç da elbette yoktu.
Kanıt bulmak zorundaydım, şüphelerle gidilebilecek en son yer mahkemeydi; eğer kanıt bulamazsam asla tutuklu yargılanma gelmezdi, sonrasında mahkûmiyet de gelmezdi, biliyordum.
Fakat bunu nasıl yapacaktım?
Göz kapaklarımı açtığımda emniyete girip çıkan tüm polis memurlarını, emniyetin önünde sallanan Türk bayrağını, emniyet binasındaki camları, bahçedeki hayvanları, hemen ilerimde olan araçları tek tek gözlemledim. Çok dalgındım ve çok sinirliydim; sinirimin yatışması için de nefes alıp vermekten ve etrafıma bakıp diğer insanlar gibi normal bir şekilde devam edebilmek için onları izlemekten başka bir şey yapamıyordum.
Melek’in üstünden, biricik arkadaşımın üstünden arabayla geçen canilerin elini kolunu sallayarak savcıların, polis memurlarının ve adliyenin etrafında dolanması öfkemi harlasa da en sonunda mantıklı düşünmek zorunda olduğumu kavrayabildim. Sonunda sakinleştiğimde, az önce bir hışımla emniyetten çıkarken sandalyenin üstünde kalan ve sonrasında dönüp almak zorunda kaldığım çantamı açmaya çalıştım. Fermuarı takıldı, tekrar denedim, açılmadı. Tekrar, tekrar ve tekrar…
Ama en sonunda açıldı; bu bana onları hak ettikleri yere, cezaevine göndereceğim anı anımsattı. Takılacaktım, uğraşacaktım, belki sinir olacaktım ama sonunda tüm gerçekler gün yüzüne çıkınca başaracaktım. Emindim.
“Abla?” Telefonumu elime alır almaz ablamı aramıştım, o da anında açmıştı. “Orada mısın?” diye sordum sesi soluğu çıkmayınca.
“Buradayım,” dediğinde aslında onu neden aradığımı bilmiyordum.
“Ben…” dedikten sonra emniyetin çıkış kapısının önünde Varan Alp’i görünce öylece kaldım. Ona ne kadar sinirlensem de merakıma yenik düşüp bakıyordum işte. “Evde misin?” diye sorunca yine sesi çıkmadı. “Alo?”
Varan Alp kendi arabasına doğru yürürken ablamdan sonunda ses geldi. “Evdeyim, gel istersen. Rüzgar’ı uyuttum, kahvaltı edeceğim şimdi.”
Koskoca iki hafta… Varan Alp ile yakınken bir o kadar da uzak kaldığım koskoca iki hafta.
“Abla sana bir şey soracağım,” dediğimde gerçekten yardıma ihtiyacım vardı. “Diyelim ki sen bir hata yaptın.” Bunları söylerken bir yandan da arabasının önünde telefon görüşmesi yapan Varan Alp’i izliyordum. “O hatayı telafi etmek istiyorsun ama kırdığın kişi seni çok kırıyor. Yani kırmıyor ama senden hemen vazgeçmiş… Yine de kendini affettirmek için çabalar mıydın?”
“Miray çok salaksın,” diyerek hafifçe kıkırdadı ablam. “Dün Varan Alp’in yanına gittin, akşam eve de dönmedin. Bak evdeki herkes ayık bu duruma, haberin olsun. Hatta annem dün babama Miray kesin Varan Alp’in yanındadır falan dedi.”
Keşke öyle olsaydı.
“Umurumda değil,” dedikten sonra arabasına yaslanıp telefonla konuşmakta olan Varan Alp’i izlemeye devam ettim. Birkaç saniye de sessiz kaldım. “Cevap vermedin. Ne yapardın?”
“Kendimi açıklardım, affetmezse de onun bileceği iş. Hele erkekse o kadar çabalamaya değmez. Erkekler düz düşünür. Ya evet ya da hayır. Onların üstüne gidip seni affetmesi için çabalarsan gerçekten suçlu olduğunu bile düşünebilirler. Beyinleri o kadar çalışıyor.” Kaşlarım çatıldı. “Varan Alp de olsa erkek sonuçta, boş ver.”
Kaşlarım daha da çatıldı. “Kendimi açıkladım,” dedim boş bulunarak. “Yani kendimi açıkladıysam ve iletişimimiz kesilsin istiyorsa bırakayım yani? Öyle mi?”
Ablam “Odun!” dedi yüksek bir sesle. “O kadar kolay mı be aşkını satmak? Bekle, o bize gelsin de ben birkaç laf sokayım.”
“Abla hayır,” dedim ve ayağa kalktım, çantam neredeyse yere düşecekti. “Sakın laf sokma.” Varan Alp’le göz göze geldiğimiz için mecburen yanına doğru yürümeye başladım. “Bir de kapatıyorum, akşam gelirim belki yanına. Eniştemin yanında pek Varan Alp’i konuşamam ama bu ara çok yalnız hissediyorum. İhtiyacım var sana.”
Varan Alp telefonunu kapatıp bana doğru baktığında ben de onun yanına yürümeye devam ettim. Öylece durup bana bakarken karşımda bir anda biri belirdi.
Ablam, “Tamam canım, görüşürüz,” deyince bu kişiyi daha önce gördüğümü fark ettim. Telefonu kapattım, çantamın içine sıkıştırdım ve bana doğru bakan açık yeşil gözlü adamın gözlerine bakıp benden ne istediğini anlamak için bekledim.
Onu dün görmüştüm, şerefsiz Behzat’ın şirketinden çıkıp sokağın ortasında yere düştüğümde.
“İyi misiniz?” diye sordu durduk yere.
“Kötü mü gözüküyorum?” diye ters bir sesle yanıt verdim ama sinirim ona değildi. “Pardon,” dedim sonra da. “Yani iyiyim, teşekkürler.”
“Dün kimden kaçıyordunuz?” diye sorduğunda Varan Alp’in arabası çalıştı.
Yanına yürüdüğümü görüp arabaya mı binmişti bu?
İnanamıyordum!
Arabası emniyetin bahçe kapısından çıktıktan sonra arkasından izlediğim için neredeyse otuz saniye boyunca karşımdaki adama cevap veremediğimi yeni fark ediyordum.
“Pardon,” diye kendimi tekrar ettim sonra. “Ne söylediğinizi duymadım. Tekrar eder misiniz?”
Dün kimliğini gösterdiğinde ismine bile bakamadığım yeşil gözlü adam, “Sizi bir yerden tanıyorum,” diyerek tebessüm etti. “Sadece dün görmedim, siz de beni sadece dün görmediniz.”
Gözlerim daha da açıldı. “Nereden Allah korusun?” diye sorduğumda gülüşü daha da büyüdü.
“Onur ben.” Sol elini uzatınca tersime gelse de ben de sol elimi uzatıp elini sıktım fakat hâlâ tanıyamamıştım. “Adın Miray, değil mi? Yanlış olmasın.”
Allah Allah ya… Kimdi bu?
“Evet ama ben sizi çıkaramadım.”
Ellerimiz ayrıldığında “Sen lise üçüncü sınıfa giderken babam senin matematik öğretmenindi,” dedi ve daha derin güldü. “Hâlâ hatırlamıyor musun?”
“Ben dün ne yediğimi hatırlamıyorum,” diye klasik bir yanıtla onu hayal kırıklığına uğrattım.
“Cemil Büyükkaya, lise üç…” Kaşlarım çatıldı çünkü yavaş yavaş hatırlamaya başlamıştım. “Ama biz seninle babamdan önce tanışıyorduk. Sen lise birinci sınıfa geçtiğinde ben lise sondaydım, okulun müzik grubundaydım. Hatırladın mı?”
“Aaa! Evet.” Şimdi hatırlamıştım. “Doğru. Arkadaştık biz. Ama çok değişmişsin, nereden hatırlayayım?” dedim sıradan bir tepki vererek. “Bir de o zamanlar çok zayıftın.”
“Ben seni hatırladım ama,” deyince ettiğim minik tebessüm anında durdu. “Sen hiç değişmemişsin.”
Bu cümlelerinden sonra kısa bir sessizlik çökünce bir yere yetişmem gerekiyormuş gibi “Benim bir işim vardı, acele,” diyerek emniyetin çıkışını işaret ettim.
“Öyle mi? Nereye?”
“Adliye,” dedim ama adliyede herhangi bir işim yoktu. “Hoşça kalın.”
“Bir dakika,” diyerek beni durdurunca arkamı döndüm, sadece bir adım atmıştım. “İstanbul Adliyesi ise eğer ben de oraya gidiyorum. Bir arkadaşıma uğrayacağım.” Gerisinde duran koyu yeşil aracı işaret etti. “Beraber gidelim. Boşuna yirmi dakika yürüme.”
Sırf rezil olmamak için “Peki,” diyerek onunla beraber arabasına kadar yürüdüm. En olmadı Ahmet Can Savcı’nın kalemine uğrayıp müsait olup olmadığını sorardım, belki dava hakkındaki gelişmeleri gösterirlerdi çünkü dün sabah UYAP’a girdiğimde görememiştim.
Arabayı çalıştırdığında emniyet kemerimi bağlarken “Sen avukat mı oldun?” diye sorunca kafamı sallamakla yetindim çünkü zaten bana bakıyordu. “O zamanlar Hukuk okumak istediğimi söylediğimde işkence olarak adlandırdığın için biraz garibime gitti.”
Zorla gülümsedim. “Bir kaza geçirdim,” dediğimde gözlerim istemsizce kazadan sonra haftalarca kullanamadığım bacaklarıma değdi. “Sonra büyük bir değişim geçirdim, diyelim. İnsan ergenken karakteri pek oturmuyor sonuçta, hep yanlış düşüncelere sahipmişim.”
“O zamanlar bile pek susmadığın için avukat olmana şaşırmadım. Bir de hâlâ o kadar hızlı mı konuşuyorsun sen?” diye sorduğunda istemsizce burnumdan güldüm.
“Maalesef.”
“Duruşmalarda hakim olsam yavaş konuşmanı rica edebilirdim. Bazen hiç anlaşılmıyordu ne dediğin ya… Tane tane konuşmana rağmen cümlenin başında ne söylediğini unutuyorduk.”
Üstündeki siyah takım elbiseye bakarken saç tellerinde birkaç beyaz fark edip zamanın ne kadar çabuk geçtiğini sorguladım.
“Müdafi olduğum bir duruşmada, müşteki vekili yavaş konuşmamı rica edince hakim, müşteki vekiline hak vererek ricasını tekrarlamıştı. Yaşandı bu,” diyerek az önceki cümlesine cevap verdim. O sadece güldü. “Ama çok sinirlendiğimde ya da heyecanlandığımda hızlı konuşuyorum.”
Başını hafifçe salladı. “İstanbul’da mı yaşıyorsun?”
“Karışık,” dediğimde anlam veremeyerek kısaca yüzüme baktı, sonra da önüne döndü. “Mir Beyaz vardı ya, süt kardeşim, hatırlarsın belki.”
“Evet,” dedi hemen.
“O polis, İstanbul’da bir evi var. Bir de ablam evlendi. Onların yanında kalıyorum, bazen de Gebze’de kalıyorum.” dediğimde şaşırarak gülümsedi. “Ablam da artık İstanbul’da yaşıyor eşiyle, bir de yeğenim oldu.
“Adı Seray mıydı? Sanki öyle bir şey vardı ya… İsimlerin kardeşlerinle uyumluydu.”
“Evet.”
“Yeğenin erkek mi?”
Yüzde elli şansı olduğu bir tahminde sırf doğru tahmin yaptı diye ağzımı beş karış açıp şaşıracak değildim. Tüm keyifsizliğimle “Evet, erkek,” dedim kısaca.
“Koray ne yapıyor?” diye sorduğunda sanırım arada sırada Koray’ı parka götürdüğümüz için pis pis sırıtmıştı. “Dünyanın en yaramaz çocuğuydu ya… O neydi öyle?”
Bir keresinde Koray kaydıraktan aşağıya doğru kayarken elektrik çarptı diye Onur’u yumruklamıştı ve bu daha şu an aklıma geliyordu.
Allah kahretsin.
“Seni mi yumruklamıştı?” diye sordum çünkü yanlış hatırlıyor olabilirdim. Arkadaş grubum epey kalabalık olduğundan şaşırıyor olma ihtimalim vardı.
Gururla kafasını salladı ve “Tabii ki… Zaten Koray sürekli döverdi beni,” dedi. Neyse ki gülüyordu.
“Yirmi bir yaşında ama evdeki kapılara tutunarak barfiks çekiyor hâlâ.”
Minibüslerin sarı demirlerine tutunup barfiks çektiği zamanları anımsadığımda, Onur sanki kafamın için okuyormuş gibi “Minibüsler Koray’ın gazabından kurtulduysa ne mutlu…” dedi keyifle. “Peki bizim seninle karşılaşmamız… Sence de garip değil mi? Seneler sonra karşılaşmak…”
“Garip mi? Yo… Tesadüf sadece.”
Arabayı adliyenin bahçesine park ettikten sonra yüzünü bana çevirdi. “Ankara’da görev yapmasaydım kesinlikle kader derdim ama tesadüf.”
İki kez öksürüp “A geldik mi?” dedim aydınlanır gibi sahte bir şaşkınlıkla. “O zaman ben sizi daha fazla meşgul etmeyeyim.” Arabanın kapısını açtıktan sonra teşekkür etmek için ona doğru döndüm. “Teşekkürler, hoşça kal.”
“Görüşürüz,” dedikten sonra arabasının kapısını kapattım.
Koşar adımlarla park alanından ayrılıp avukat girişinden adliyeye girdikten sonra bıkkın bir hâlde Ahmet Can Savcı’nın odasına doğru çıkmak için asansör bekledim. Normalde bu kadar kalabalıkken asla asansör beklemezdim, merdivenleri kullanırdım ama kısmen iyileşmiş de olsa hâlâ bir yaram vardı bu yüzden asansör bekledim.
Sonunda asansörle savcının odasının bulunduğu kata çıktıktan sonra bıkkın bir nefes vererek sanki hiç derdim yokmuş gibi Ahmet Can Savcı’nın odasının bulunduğu koridora yürüdüm. Neyse ki Ceyda emniyetteydi ve onunla karşılaşmayacaktım, zamanlamam harikaydı.
Ahmet Can Savcı’nın kalemini kalem odasına girdikten sonra bulunca “Pardon!” dedim odanın kapısından. Masası tam da kapının solundaydı. “Ahmet Can Savcı müsait mi?”
Kadın beni görünce gözlerini devirdi. “Bakalım,” diyerek ayağa kalktıktan sonra yanımdan geçerek savcının odasına doğru yürüdü, kapıyı tıkladıktan sonra birkaç saniye içeriye baktı. Daha sonra bana dönüp “Buyurun,” diyerek içeriyi işaret etti.
Hayret, bu kez bekletmemişti!
Kapıya iki kez tıkladığım esnada, zaten açık olduğundan ötürü direkt beni görüp içeriye buyur eden savcının makamına ilk defa sinirlenmeyerek girdiğim için mutluydum.
“Savcım ben davanın dosyasındaki gelişmeleri kontrol etmek için gelmiştim, UYAP’a yüklenmemiş.” Yine çığ gibi duran dosya yığınına değdi gözlerim, hepsi masasının üstündeydi. “Bakabilir miyim?”
Ahmet Can Savcı, “Hoş geldin, gel, otur,” dediğinde şaşkınlıkla öylece durdum.
“Nasıl yani?” diye sorduğumda gözlerimi on saniye kırpmamış olabilirdim.
“Buyur, buyur…” dedikten sonra çayından bir yudum aldı. Kalemine dönüp “Efnan Keskin’in dosyasını getirir misin? Ablasınınkini de getir. Evra Keskin,” deyince çantamı kolumdan çıkararak masasının yamacındaki siyah sandalyeye oturdum. “Çok geçmiş olsun Avukat Hanım. Yaralanmışsınız. Vallahi şaşırdım, üzüldüm. Nasıl oldu o yahu?”
Hiç beklemediğim cümlelerdi bunlar.
“17 Eylül davasını biliyorsunuzdur.” Bütün ülke hâkimdi dosyaya, muhakkak Ahmet Can Savcı da biliyordu. “Ben de mağdurlarından oldum işte.”
Ahmet Can Savcı başını geriye çekerken elinde tuttuğu çay bardağını da masaya bırakmıştı. “Vay şerefsiz namussuz… Hiç mi dur durak bilmez ya?”
“O gün tehdit edildiğim tek kişi seri katil değildi ama… Bir de kiralık katil vardı peşimde.”
Ahmet Can Savcı’nın kaşları havaya kalktı. “Teksas mübarek!” Kalem memuru istediğim dosyaları getirince Ahmet Can Savcı, “Bırak masaya, avukatın önüne, incelesin iyice,” dedi. Kalem memuru tam da savcının dediği gibi dosyaları önüme bıraktı.
“Sağ olun,” diyerek Efnan’ın dosyasını incelemekle başladım olaya.
“Ben Yener Borat’ın alkol aldığını ispatladım,” dediği an başımı hızlıca savcıya çevirdim. “Ha bir de başka kamera görüntüleri de çıktı ortaya…” Esef edercesine sesli bir nefes verdi. “Böyle iş olmaz. Olmaz ki olmaz! Kasten öldürme var burada.”
“Evet,” dedim sevinçle. “Müthiş bir yargıydı, çok tebrik ediyorum.”
Dosyaya bakmama gerek bile kalmadı, zaten eklenen tek şey de buydu. “Adam satın aldıkları çok belli, avukat. Hele bir duruşma günü gelsin de görsünler günlerini.”
Ahmet Can Savcı’nın da Boratlar için çalıştığını düşünsem de yanıldığımı yeni fark etmiştim.
“Evra’yı yaralayanın Yasir Borat olduğunu kanıtlayamadık sanırım,” diyerek bu kez Evra’nın dosyasını elime aldım. İncelerken bir gelişme olmadığını fark ettim. “Öyleymiş.”
“Kayıtlara ulaşamadık, telefon sinyali yok. Fakat nerede olduğunu sorduğumda, bir cevap vermedi. İfadesi dosyanın içerisinde.” Dosyanın içerisine baktıktan sonra ifadesini kontrol ettim. Savcı tekrardan sövmeye başladı: “Tanığı yok, bir şeyi yok… Sinyal desen o da yok. Evra Hanım’ı tekrar ifadeye çağıracağım, gelirsiniz avukat. Belki darp edilirken yanında başka kim vardı, onların yüzünü hatırlar. Emniyette vermesin ifadesini. Bizzat ben alacağım.”
Haklıydı.
“Tamamdır savcım. En yakın ve uygun zamanınızda, duruşmadan önce mutlaka geliriz.” İfade tutanağını dosyanın içerisine bıraktıktan sonra müsaade isteyerek ayağa kalktım. “Sağ olun savcım, iyi günler.”
“İyi günler, geçmiş olsun.”
Bu adamın kafasına ya taş düşmüştü ya da masasının üstünde biriken dosyalar… Gerçi ikisi de aynı hesaba çıkıyordu ama olsun.
Koridorun sonuna doğru yürürken yüzümdeki saçma gülümsemeye mana veremiyordum ama Ahmet Can Savcı’nın sövdüğü kısımlar sanırım hoşuma gitmişti. Kabul ediyordum.
Asansöre varmadan hemen önce başka bir savcının odasının kapısı açıldı ve içeriden kahkahalarla çıkan Aykut’u gördüm. Mor bir takım elbise giymişti, içine de pembe bir gömlek. Gözlerine taktığı saçma kırmızı çerçeveli gözlük beni daha da şaşırtırken siyah ayakkabısının içinden gözüken kırmızı pembe çizgili çorabı görmemek için bayılmayı bile yeğlerdim.
“İlahı savcım…” diyen Aykut’un elindeki siyah çanta, kombinindeki en düzgün parçaydı. “Mutlaka haberim olsun, gelmezsem de Aykut Sayer değilim. Ama babamı bilemeyeceğim, kendisi kaçak.”
Savcının sesi duyuldu: “Çıkarken kapıyı kapatın!”
Aykut kısık bir sesle “Sevimsiz,” dedikten sonra kahkahalarla kapıyı kapattı. Bana doğru döndüğü an yüzü düştü ve karşısında beni görmeyi beklemiyormuş gibi kaşlarını kaldırdı. “Miray?”
“Aykut?”
Aykut “Hah…” diyerek yanıma doğru yürüdü. “İsimlerimiz de benziyormuş.”
Şu an fark ediyordum.
“Tatsız bir tesadüf,” diye yanıtladım.
“Seni de mi kaçırdılar ya?” dedi dertleşmek ister gibi. “Kusuruma bakma, yoğunluktan İzmit’e gelemedim. Zaten ben oradan korkuyorum,” deyip telefonunu çıkardı. Telefonunun kılıfı da kırmızıydı mordu. Zevksizlikte son nokta… “Ay bir müvekkilim mesaj atmıştı…”
“Hoşça kal Aykut,” diyerek yürümeye başlayınca beni durdurdu.
Bugün de beni durduran durdurana…
“Miraycığım!” Yanıma kadar yürüdükten sonra durdu. “Ceza davalarına bakan düzgün bir avukat bulamadım.” Telefonunu ceketinin cebine sıkıştırdı. “Diyorum ki… Ya şey… Sen geri mi dönsen? Ha? Artık o kadar gıcık olmadığımdan dolayı… Bir de yazık, işsiz kalmışsın. Bir iki tane duruşmaya bakıp duruyorsun. Gel, geri dön.”
Gözlerimi devirdikten sonra “Bıraktığı yere dönecek bir tip var mı sence bende?” diye sordum.
Aykut kısaca beni süzdükten sonra “Biliyor musun, tam da öyle bir tipin var,” dedi. Mimiklerini oldukça abartmıştı.
“Allah Allah!” dedim karşı çıkarak. “Yok öyle dünya Aykut Bey! Git, kendine başka bir cezacı bul, benden sana hayır gelmez. Sen bana gıcık olmuyor olabilirsin ama benim sana karşı olan duygularım hâlâ aynı.”
Aykut alınarak “Aşk olsun. O kadar kaçırıldım,” deyip saçlarının önünü düzeltti. “Ölüyordum. Bu mu hak ettiğim?”
“Abart istersen,” dedikten sonra başımı sağa doğru çevirdim ve Onur’u gördüm.
O kadar savcı katı ve koridoru varken bu tesadüf ne saçmaydı ya?
“Abartmak mı? Abartmak mı?” Daha da abartmaya başladı fakat Onur gözlerini üstüme dikerek karşısındaki adama gülümsediği için dikkatim dağılmıştı. “Sayer dünyasında böyle bir skandal görülmedi. Resmen kaçırıldım. Sana inkisar oldum, bilesin ama affetmem için geri dönmen yeterli olur. Bak, ben ne kadar değer bilen bir insanım… Gördün mü?”
Onur’un karşısındaki adam arkasını dönüp gülümseyince “Hı hı…” dedim.
Erkin gelmişti yanlarına!
“Sen de ne nankörsün… Stajını bile Sayer’de yapmışsın, hâlâ gelmiş ben bıraktığım yere dönmem naralarıyla kulaklarımı patlatıyorsun.”
Onur’un ve Erkin’in yanındaki adam kahkaha atarak soluna döndüğünde Varan Alp’i de orada gördüm. Bunlar nereden tanışıyordu acaba ya? Ankara’dan mı yoksa? Olabilir.
“Babam dedi ama… Bak, Miray’ın istifasını kabul etmeyeceksin, dedi. İstifa zaten hemen kabul edilmez ki… Ama ben sinirden ne yaptığımı mı biliyordum?” Kendisine sinirlendi bu kez. “Bak Miray, ben sinirlendiğimde beni kimse tutamaz. Ortalığı yakıp yıkarım.”
“Evet,” diye geçiştirdikten sonra daha dikkatli izlemeye başladım karşı koridorda konuşanları.
“Hem sen nereye bakıyorsun? Bakayım…” diyerek benim baktığım yöne döndü.
“Bakmıyorum bir yere ya… Ne anlatıyordun? Tam anlamadım,” diyerek bana dönmesini sağladım.
Ben tekrardan Varan Alp’e, Erkin’e ve Onur’a bakmaya başlarken Aykut hiç susmamak üzere konuşmaya devam etti:
“Bak, ben sinirlendiğimde ortalığı yıkarım Miray. Beni kimse durduramaz. Geçenlerde bir kadın büroya gelip saçıma laf etti. Neden insanların dış görünüşlerine laf ediliyor? Ayriyeten duruşmadan önce cübbemle fotoğraf çekildim diye Ağır Ceza Reisi tip tip bana baktı bana. Bir de salonda değildik henüz… Pardon da fotoğraf çekilmek suç mu Hakim Bey? Sinirlendim. İki kere ayağımı yere çarptım.”
“İyi yapmışsın,” dedim kısaca ama ne dediğini duymuyordum bile.
Onur bir anda Aykut’la bulunduğumuz yere doğru yürümeye başlayınca arkasından da Varan Alp, Erkin ve diğer adam -kuvvetle muhtemel savcı- buraya doğru yürüdüler.
Aniden Aykut’a döndüğümde “Aaa, Recep Savcım! Nasılsınız?” diye sordu Aykut. Üçünün yanındaki takım elbiseli adam, Recep Savcı’ydı sanırım.
Onur benim yanımda durup “Tekrardan selam,” deyince istemsizce Erkin’in ve Varan Alp’in olduğu yöne bakmaya başladım. Herkes yanımızda toplanmıştı resmen.
“Ay böyle de dört bir yanım savcı oldu,” diyerek kahkaha atan Aykut, gülerken koluma vurdu. “Miray bak bu çok zor görülür ha… Dört bir yanı savcı olan avukata ne denir? Ada avukatı ahahaha…”
Erkin, “Yine ne boş konuşuyorsun Aykut, çok merak ediyorum,” deyince Varan Alp’le göz göze geldik ama ben emniyetin bahçesinde, onun yanına yürüyemeden basıp gittiği için çok sinirlenmiştim, bu yüzden hemen bakışlarımı kaçırdım.
“Savcım, Miray’a ne kadar sinirli olduğumu anlatıyordum.”
Onur bir anda “Miray’ı geçemezsin ama,” deyince Recep Savcı da dâhil olmak üzere herkes başını hızlıca Onur’a çevirdi. Sanırım tanıştığımızı bilmiyorlardı. “Lise birdeyken tuvaletin musluğunu kırıp bir kızın üstüne atmıştı.” Bakışlarım istemsizce Varan Alp’e döndüğünde Onur’a tip tip baktığını fark ettim.
Recep Savcı anında “Oooo!” diyerek esefle bana döndü. “Ve sonra avukat mı oldunuz? İşte değişim diye ben buna derim.”
Varan Alp ve Erkin sessiz bir bakışma içerisine girince direkt Recep Savcı’ya döndüm. “Ya… Evet. Öyle oldu.”
Aykut “Ben sinirlenirsem musluk çıkarmam, suyu yüzüme çarparım. Kendimi sakinleştiren olgun bir yapım vardır. Ama bence bu konuda Erkin Savcı’nın eline kimse su dökemez. Öfke kralıdır kendisi,” diyerek trip atar gibi Erkin’e döndü.
Erkin yüzünü ekşiterek “Sen benim sinirli hâlimi gördüğünü mü sanıyorsun?” deyince Aykut, alt dudağını ısırdı. “Çok konuşma, o zaman görürsün gününü.”
“Allah muhafaza…” Aykut iki kez çantasına vurdu. “Bir daha sizin içinde olduğunuz bir davaya vekâletimi koyarsam benim adım da Aykut Sayer değil.”
Onur sohbete dâhil olarak “Erkin Savcım bu iki oldu,” dedi otuz iki diş sırıtarak. “Bak herkes senden şikâyetçi. Gönül işleri nasıl gidiyor?”
“Savcım ona vaktimiz mi var?” diye cevapladı Erkin de.
Buradan yok olmak istiyordum, değişik bir ortamdı.
Onlar aralarında konuşmaya devam ederken sanki çok meşgulmüşüm gibi “Ben bir arkadaşımı görmüştüm, müsaadenizle selam vereyim,” diyerek cevap vermelerini bile beklemeden içlerinden sıyrılıp kaçtım. İleride, duruşma salonlarının başladığı yerde, Başsavcı’nın kızı Merve vardı.
“Görüşürüz Miray!” diye arkamdan bağıran elbette Onur’du.
Ama ben arkamı dönmedim.
İleride de cübbesini giyip duruşma salonunun kapısının önünde duran Merve’ye doğru koşa koşa ilerledim. Beni görünce selamlaştık.
“Daha daha nasıl oldun?” diye soran arkadaşım başını çevirdiği gibi karşı koridorda duran savcılara doğru döndü. “Sen sevgilinin yanından mı kaçıyorsun?” diye sorunca öylece kaldım.
“Sevgilim mi?” diye sorup arkama doğru döndüm. “Yok sevgilim falan…” dedim ve zorla da olsa gülümsemeye başladım.
Bu sevgili muhabbetinden de sıkılmıştım. Herkese açıklamak zorunda kalıyordum.
Merve’nin dudakları düz bir çizgi hâlini aldı. “Nasıl sevgilin yok?” Varan Alp’e doğru baktıktan sonra tekrardan bana döndü. “Ben yanlış anlamışım o zaman. Varan Alp Savcı ile seni sevgili zannettim.”
“Neyse, senin duruşman mı var?” diyerek konuyu değiştirdim.
“Evet.” 4. Ağır Ceza Mahkemesi Duruşma Salonu önündeydik. “İstersen sen de izleyebilirsin, biraz tatsız bir…” Anında duraksadı. “Gerçi sen bıkmışsındır artık bu durumdan.”
Bir süre ofladım. “Ben her şeyden bıktım.”
Bu cümlemden sonra yüzü daha da bozuldu. “Çok haklı olarak,” dedi sonra da. “Senin yerinde kim olsa psikolojisi çoktan bozulmuştu. Seni ne iyileştirir, biliyor musun?” dediğinde merakla başımı salladım. “Başka bir şehir.”
“Yok artık…” derken gülmeye başladım. “Merve, zaten benim hayatım iki şehir arasında geçiyor ve bu bile fazla. Başka bir şehri bu bünye kaldıramaz.”
Kafasını olumsuz anlamda salladı. “Canım ben öyle mi diyorum? Direkt başka bir şehre taşın, demek istedim. Bak ben üniversiteyi İzmir’de okudum, hayatımın en güzel seneleriydi. Hem sosyalleştim hem gezdim hem okudum… Evet, biraz zor ama yalnız kalınca hayata atılmış gibi hissediyorsun.”
“Durumları biliyorsun,” diyerek hâlâ içinde olduğumuz davayı anımsattım. “Bizi öldürenler, öldürmeye çalışanlar mahkûmiyet almadan buradan gidemem ki…”
Biraz düşündükten sonra “Gerçi sen de haklısın ama ne diyeyim ki? Aklıma sadece bu geldi,” dedi sessizce. “Neyse…” Duruşması birazdan başlayacağı için içeriyi işaret etti. “Bak seyircimiz de çok, müşteki vekiliyim; istiyorsan sen de izle.”
Kafamı olumsuz anlamda salladıktan sonra ileride Erkin’le konuşan Varan Alp’e baktım. “Sen gir,” dedim hâlâ o tarafa bakarken. “Görüşürüz.”
Vedalaştıktan sonra koridorun ortasında yalnız kaldım çünkü az önceki kalabalığın tamamı duruşma salonunun içine doluşmuştu. Erkin, hararetli bir şekilde Varan Alp’e bir şeyler anlatsa da söylediklerini duymadığımdan ötürü öylece izliyordum onları. Muhtemelen tartışıyorlardı.
Bana son iki aya yakındır iyi gelen tek şey, Varan Alp’ti. Her ağladığımda yanımdaydı ve onun yanında olmak bile güvenli ve huzurlu hissetmeme yetiyordu. Benimle iletişimini keserek benden neredeyse her şeyimi almıştı.
Emin olamayarak son kez konuşmak için onlara doğru ağır ağır yürüdüğümde, Erkin’in sesi daha yüksek gelmeye başladı.
“Çocuk gibisin çünkü!” diyordu Varan Alp’e. “Aptal aptal tavırlar yapıp duruyorsun!” Beni işaret edince öylece kaldım, yanlarına daha varmamıştım bile. “Hem dostunu hem de sevdiğin kadını öyle tek kalemde siliyormuş gibi davranıyorsun ama pişman olursun Varan Alp. Bana böyle davranmaya hakkın yok senin. Hiç anlayış göstermiyorsun ki…”
Varan Alp benim geldiğimi yeni fark ederek bana doğru kısa bir bakış attı. “Siz ikiniz,” dedi sonra da bana bakmadan. “Anlayış gösterebileceğim bir şeyi benden saklamış olsaydınız anlayış gösterirdim. Sanki ben hainmişim gibi, kardeşlerinizi hapse tıkacakmışım gibi plan kurarak benim laptopumdaki görüntüleri sildiniz.”
“Ya sonra zaten öğrenecektin! Sadece biraz zaman!” Erkin’in gözlerinden ateş fışkıracak diye korkmadım değil. Kendisini o kadar sıkıyordu ki bu yüzden gerildim ve iki adım geriye yürüdüm.
“Öğrendim mi peki sonra?” diye patladı Varan Alp. Geldiğime pişman olmuştum. “Kendim öğrendim! Niye söylemediniz?”
Erkin göz ucuyla bana baktıktan sonra “Gerek kalmadı çünkü!” dedi sert bir sesle. “Öğrenseydin böyle yapacağını bilmiyor muyduk sanki? Keyfimizden gizlemedik herhalde, kaybetmekten korktuk.”
“İyi, korktuğunuz başınıza geldi o zaman,” dedi Varan Alp ve sonra hiçbir şey söylemeden merdivenlere doğru yürüdü.
Delirecektim.
“Bu ne ya?” dedi Erkin, peşinden. “Ulan bir günlük küslüğümüz oldu, anladım. İki gün oldu ki o ikinci gün ben tavır yapmıştım…” Varan Alp tamamen gözden kaybolunca kalbim acımaya başladı. Erkin hâlâ öfkeyle konuşuyordu. “Ama üç günden fazla küstüğümüz hiç olmamıştı. Bu ne şimdi ya? Bu nasıl bir dert? Çözümü de yok ki!”
“Seni affeder,” derken dudaklarım titredi. “Ama belli ki benden soğudu. Yüzüme bile bakmıyor.”
Erkin otuz iki diş sırıtarak “Ya yok öyle bir şey, dayanamaz o,” deyince anlamayarak gözlerinin içine baktım. “Sen Onur’la liseden mi tanışıyorsun?”
“Evet.” Stresten başıma ağrı girmişti. “Yani? Eee?”
“Bence seni kıskandı. Beter olsun. İnatçı keçi. İnşallah kıskançlıktan domatese dönüşür.”
Biraz düşündükten sonra “Ama beni istemiyor,” dedim kabullenir gibi. “Bunu anladım ben. Dün. Konuşmaya çalıştım ama benimle konuşmadı. Eskisi gibi olmak istedi. İnanabiliyor musun?”
“Geri zekâlı çünkü!” dedi büyük bir sinirle. “Neyse Miray, beynimden duman çıkacak şimdi sinirden. Düdüklü tencere gibi bir patlayacağım!” Sesi biraz yükselince ürktüm. “Gideyim en iyisi. Görüşürüz.”
Arkasına bile bakmadan yürüyünce başımı Varan Alp’in gittiği yöne doğru çevirdim.
Koridorun ortasında kalakalmıştım.
Erkin’in az önceki varsayımlarının verdiği cesaretle kendime engel olamayıp merdivenlere doğru ilerledim. Bir kat çıktıktan sonra elimi kurşun yarasına doğru götürdüm istemsizce çünkü biraz canım yanmıştı, bu yüzden olduğum yerde bir dakika kadar bekledim. Sonunda iyi olduğumu anlayıp Varan Alp’in odasına doğru yürüdüm, koridora girdiğimde de kalem memurunu görüp yanında durdum.
“Pardon?” İçeriyi işaret ettim. “Savcı içeride mi?”
Kalem memuru bana gülümsedikten sonra “Varan Alp Savcımı mı diyorsunuz?” diye sordu.
“Evet,” dedim sadece.
“Yani siz bana sormadan da girebilirsiniz bence,” deyip sırıttığında gözlerimi belerttim.
Bu adam nereden biliyordu ya bizim aramızda yaşananları?
“Ha…” dedim aydınlanır gibi. Boratlar beni tam da burada tehdit ettiğinde kalem memuru da buradaydı, sanırım Varan Alp elimi tutunca aramızdaki ilişkiyi anlamıştı. “Doğru diyorsun ama ben içeride biri var mı, demek istemiştim. Müsait mi?”
Başıyla onayladı. “Evet evet,” dedi hızlıca. “İçeride sadece savcım var, yeni çıktım yanından. Buyurun, girebilirsiniz.”
İçimdeki gerginlik asla bitmese de sıkıntılı bir nefes vererek kapının önüne kadar ilerledim ve iki kez tıkladım. İçeriye girdiğimde masada göremedim onu, başımı hafifçe sağa çevirdiğimde askılığın önünde olduğunu fark ettim. Sanki geleceğimi bekliyormuş gibi beni görünce ceketinin cebinde bir şey arıyormuş gibi kafasını tekrardan o tarafa doğru çevirmişti.
Birkaç saniye boyunca konuşmasını bekledim, konuşmayınca da içeriye girip kapıyı kapattım. Hâlâ ceketinin cebinde bir şey arıyordu ve hâlâ yüzüme bakmıyordu.
Ceketinin iç ceplerini de karıştırdıktan sonra telefonunu çıkardı, sonra da bana döndü.
“Evet?” deyip tam önümde durunca daha da gerildim.
Birkaç hafta önce konuşmak için bizzat getirdiği odasında kendimi ilk defa bu kadar yabancı hissediyordum.
“İkinci duruşmadan sonra öğrendim,” diye başlayarak ona anlatmak istedim ama beni durdurdu.
“Ben bununla ilgilenmiyorum artık.”
Ablamın söyledikleri aklıma geldi ama bu söylediğiyle sinirlendiğim için “Neyle ilgileniyorsun peki?” diye sordum. Az önceki gergin sesimden eser yoktu. “Bu kadar tavır yapmaya gerek var mı sence? Çok çocukça davranıyorsun.”
“Çocukça davranmıyorum,” dedi sakince.
Umarım Erkin’in dediği gibi domatese dönüşürdü.
“Sence ben,” dedim ve bir adım attım ona doğru. “O görüntüleri neden silmiş olabilirim?”
“Keşke sadece silseydin,” dediğinde gerçekten de onu öperek oyalamış olmama takıldığını fark ettim. “Keşke,” diye tekrar etti. “Ayrıca ben konuşmak istemiyorum artık.” Ses tonu oldukça yorgun ve bıkkın çıktığı için daha fazla üstelemek istemedim.
“Tamam,” dedikten sonra ona söylemediğim bir detay kaldı mı diye düşündüm. “Ne yapıyorsan onu yaparsın Varan Alp ama ben seni kandırmadım, tamam mı? O kadar geniş bir insan değilim. Bunu bilerek davranırsan sevinirim. Düşmanın değilim ben senin.”
“Düşmanımsın, demedim.” Gözlerini kaçırdıktan sonra “En iyisi dava dışında konuşmayalım,” deyip arkasını döndü. “Gerçi dava hakkında da direkt Ceyda ile iletişime geçersin… Bir şey gizlemen gerekir falan, sonra yine suç işlersin.”
Bunları söylemesini beklemediğim için önce şaşırdım, sonra da sinirle gülmeye başladım. Üstüne yürüyüp onu ittirmemek için kendimi çok zor tuttum, o da başım belaya girmesin diye.
“Beni,” dedim bastıra bastıra. “En başında Erkin zorladı buna! Tamam mı? Aklın basıyor mu? Ayrıca Erkin’de kopyaları vardı, yani delil yok etmedim! Suç işlemedim!”
Çantam kolumda fazlalık yapınca yere sertçe bıraktım.
“Miray ben bunları düşündüm, kafam da basıyor,” dedi sakin bir sesle. “Ve bir karar verdim. Bu kadar.” Ellerini birbirine çarparak “Bitti,” dedikten sonra yere fırlattığım çantaya baktı.
“Yine başladı ya,” dediğimde o kadar hızlı bir şekilde nefes alıp veriyordum ki beynime kan gitmiyordu. “Tamam.” Çantamı yerden aldıktan sonra kapıya doğru yürüdüm ama son kez arkamı döndüğümde dilimden dökülen hiçbir söze engel olamadım: “Bugünden itibaren ne eskisi gibi seni sinir etmek için seninle muhatap olurum ne de şimdiki gibi sana açıklama yaparım! Ne 17 Eylül’den öncesi ne de sonrası, o iki Miray’ı da görmezsin!”
Suratı kıpkırmızı oldu, boynunu kaşırken de “Tamam, sakin,” dedi. Sesim fazla yüksek çıkmıştı.
“Beni sürekli görmek zorunda kalacaksın, sürekli aynı ortamlarda olacağız! Bir kere bile ne gözünün içine bakacağım ne de iletişime geçeceğim! İkisi de olmayacak! Eskisi gibi uzaktan izlersin, başkasıyla görünce de az önceki gibi çaktırmadığını zannederek öküz öküz bakarsın peşimden!”
İyice çirkefleştiğimi fark edince biraz fazla mı oldu diye düşündüm ama Varan Alp sadece bundan anlıyordu.
Ağlamaya başladım. “Ölümden döndüm,” dediğimde sesim titremişti. “Bir kere bile gelip bana sarılmadın! Sana sarılınca geçiştirdin!”
“Geçiştirmek ne demek?” diye sordu merakla. “Ne yapmamı bekliyordun? Hastaneye kaç kez ziyarete geldim?” diye sorunca gözlerimi yumdum.
“Hepsinde yüz kişi vardı odada! Konuşmadın bile neredeyse!”
“Neden konuşmadım acaba?” Sesi benimkine nazaran kısıktı. “Bak,” derken iyice gerildiğini görünce içimden oh çektim. Dünden beri neler çektirmişti bana ya! “Ben seni anladım. Kardeşini korumak istedin, videoyu sildin… Sonra da söylemedin. Buraya kadar tamam. Ama senin o kayıtları silmek için beni öpmüş olman,” dedi tane tane. “Seni affetmem için çok büyük bir engel.”
Tüm vücudum sinirden zangır zangır titrediği için başımla onayladım.
“Çok pişman olacaksın.”
Daha fazla çirkinleşmemek için kapıyı sonuna kadar açıp odasından çıktım, çıktıktan sonra da kapatmadım.
Aradan bir saat geçtiğinde, sahilin önünde simit kemiriyordum.
Sonra bir saat daha geçti, simidim bitti ama denize dalışlarım bitmedi.
Bir saati daha devirdim, oturduğum banktan belki de onlarca insan oturup kalktı, ben sadece denizi izledim.
Bir saat daha geçti, banktan sonunda kalktım ama sahil boyunca ağır ağır yürüdüm.
Bir saatim de yürüyerek geçti, sokaklarda ve sahilde. Metronun dibinde çiçek satan kadına baktığımda sarı lale gördüm ama kafamı hemen başka bir yöne çevirdim.
Bir saat daha geçti, artık saate bakmaya bile mecalim kalmadı. Sadece yürüdüm.
Metroya yürüdüm, metrobüse yürüdüm, oradan taksiye bindim ve en sonunda ablamın apartmanının önüne geldiğimde saat muhtemelen yedi sekiz civarındaydı.
Apartmana girdiğimde asansörün düğmesini gördüğüm an nedense ağlamaya başladım, oysaki adliyeden çıkarken durmuştu gözyaşlarım. Sanki son iki ayın patlamasını bugün yaşamıştım ve her duyguyla…
Ablamın evinin kapısının önünde durduğumda zile basacakken içeriden gelen sesler yüzünden durakladım ve bir süre elim havada bekledim.
“Seray bu ne biçim patates, Allah aşkına? Bir de sen niye sürekli patates kızartıyorsun?” diyen eniştemi duyunca nedense ağlamam daha da derinleşti. “Rüzgar’ın altını değiştirme bahanesiyle mutfaktan kaçtın, yarım saattir neredesin? Aloooo? Seray?”
“Oğlumu süsledim! Bugün maç var ya!” diyen ablamın canını sıkmak istemediğim an havada kalan elimle bakıştım. “Babası da formasını giymiş, bak!”
“Oyyy!” Tam da kapının önünden geliyordu sesleri. Çok netti. “Minik kartalım benim! Şuna bak ya! Yeniyor muyuz aslan kesilen kedicikleri? Oğlumun ilk derbisi!”
Ablam kıkırdayarak “Karnımdayken de gol olmadan önce tekme atmıştı ya,” diye hatırlattı enişteme.
Eniştem, “Oğlum!” diyerek birkaç kez Rüzgar’ı öptü sanırım.
Onları mutsuz etmemeliydim.
Gitmeye karar vererek arkamı döndüğüm an tam da zilin yamacındaki ayakkabılığa takılıp kapıya doğru düştüm. Çıkardığım ses zilden de yüksek bir ses olduğu için ve ağlamamı asla durduramadığım için kendimden nefret ettim.
Kapının pervazına tutunarak yarama doğru baktığımda bedenimi bugün zorladığım için canımın acıdığını fark ettim, tam da o sırada kapı açıldı.
“Miray!” dedi ablam sevinerek ama yüzümü gördüğü an gözlerini belertti. Yüzü bir anda bembeyaz oldu.
Eniştem beni görünce şok oldu, tıpkı ablam gibi.
“Ablacığım…” Ablam üstüme doğru eğildi ve “Canın mı acıyor? Kıpkırmızı olmuş yüzün,” dedi.
İçeriye girmek istemediğim için “Ben burada bir dosyamı unutmuş olabilir miyim?” diye sordum. İkisi de inanmıyormuş gibi yüzüme dehşet bir ifadeyle bakmaya devam etti. “Onu almaya geldim. Eve gideceğim.”
Eniştemin şoktan sesi soluğu çıkmazken ablam “Miray…” dedi hüzünle. “İçeri gir.” Muhtemelen yüzüm gözüm şişmişti.
Kendimi bugün fazlasıyla rezil etmiştim.
Ayakkabılarımı çıkarırken bile gözlerim ağlamaktan bulanık görünce biraz sendeleyerek de olsa içeriye girdim, yaram gerçekten de acımaya başlamıştı.
“Düştün mü sen az önce?” Ablam koluma girdi, beni salona kadar yürüttü.
Artık kendimi çok fazla tuttuğumu düşünerek “Abla boğuluyorum sanki,” deyip ablamın kolunu bıraktım ama bir anda salonun ortasına düştüm. Eniştem de salonun kapısından bize bakıyordu, sanırım ne diyeceğini şaşırmıştı.
“Miray, koltuğa otur,” dedi ablam ama yerden kalkamadım.
“Sabahtan beri dışarıdayım,” dedim sessiz konuşmaya çalışarak. “Kimse bana inanmıyor, kendimi deli gibi hissetmeye başladım.” Hıçkırarak ağlamaya devam edince ablam da yanıma çömeldi. “Varan Alp yüzüme bile bakmıyor. Beni bugün nezarete attı, biliyor musun?”
Ne kadar fısıldamaya çalışsam da eniştemin duyduğundan emindim.
Ablamın da istemsizce gözü dolunca kafasını enişteme doğru çevirdi, sonra da bana sarılıp “Miray boş ver onu,” dedi sessizce. “Bak o kadar şey geldi başına, onu da dert etme şimdi. Hayatına giren hangi erkekten hayır geldi ki zaten? Hepsini de unuttun.”
Ablam başımı kendisine gömdüğü için sesim boğuk çıksa da “Abla bana,” dedim zorla. “O kadar iyi ve farklı geliyordu ki…” Ablamın hareketlendiğini hissettim, çok sinirlenmişti. “Biraz da olsun Melek’in ölümünü unutturuyordu, iyi hissettiriyordu.”
Bir süre sadece ağladım ama içim rahatlamıştı.
Başımı geri çektiğimde dış kapı sertçe kapandı, ablam da şaşırarak cıklamaya başladı. “Kesin konuşmaya gitti Teoman.”
“Hayır, konuşmasın,” diyerek ayağa kalkmaya çalıştım. “Söyle, konuşmasın, istemiyorum.”
Ablam iki kolumdan da tutarak “Kızsın ya biraz!” dedi sertçe. “Kaç gündür kafayı yedin Varan Alp de Varan Alp diye! Biraz acısaydı şu hâline de erteleseydi meşhur ayrılık konuşmasını!” Ablam benden de çok sinirlenmişti sanırım. “Bu ne ya? Yüz yüze bakacaksınız siz! Azıcık insaf…”
“Sana bir şey söylemem lazım,” diyerek yerde bağdaş kurdum. “Koray hani babam kumara karıştığında yanına gitmiş ya, o gece…” deyince kafasını salladı. “Koray ondan önce Melek’le Mir Beyaz’ın yemek yediği restorana gitmiş.”
“Ne?” dedi çığlık atarak. Eliyle dudaklarını kapattı.
“Ve bunun video kaydı vardı.” Burnumu çekmekten başıma ağrı girmişti. “Erkin Savcı’nın kardeşi de vardı görüntülerde ama Koray da Fırat da saat on iki gibi orada değillerdi.”
Ablam hâlâ şoktaydı. “Sen de görüntüleri mi sakladın ondan?”
“Görüntüleri izleyecekken öptüm onu.”
“Koray ne yapıyormuş ki orada?” diye sordu anlam veremeyerek. “Sıkıntı yok, değil mi?”
Başımı olumsuz anlamda salladım. “Koray babamın yanındaymış zaten, bir sıkıntı çıkmaz. Ama… Of! İşte görüntüleri…”
Ablamın kaşları havaya kalktı, ne diyeceğini bilemedi. “Sonra sildin herhalde, o da haklı olarak tavır yaptı.” Durumu hemen anlamıştı.
“Sonra da ben kaçırıldım,” dedim ve bu kez ayağa kalkıp koltuğun üstüne oturdum. “Bir daha da eskisi gibi olamadık.”
Ablam kararsız bir tınıyla “Muhtemelen duygularıyla oynadığını düşünmüştür,” diyerek gözlerini kıstı. “Ama sen söylemedin mi? Sana karşı boş değildim, demedin mi? Yoksa bence anlayışla karşılardı ama işin içine aşk girince gururu kırıldı muhtemelen.”
Başımla onayladım. “Tam olarak öyle oldu.”
“Ama yine de seni bu kadar ağlatabilene daha önce rastlamadığım için Teoman kızsın ona, kızsın…” diyerek bana hak verdi. “Bir kulağını çeksin ya… Sıradan biri değilsin, benim kardeşimsin sen.”
“Sağ ol ya… Tek vasfım o zaten,” dediğimde ikimiz de sinir bozukluğuyla kahkaha atmaya başladık.
“Öyle mi demek istiyorum sence Miray? Aranızda bir şey yaşanıyorsa ikiniz de dikkat etmek zorundasınız.” Haklıydı. “Çünkü ben senin ablanım, Teoman da Varan Alp’in abisi. Bunu bilerek aşk yaşadınız herhalde, bunu bilerek de sakin sakin bitirmesi gerekiyordu. Nezarete atmak ne demek ya? Tamam, anladık, savcısın! En büyük sensin!”
Beni gülümsetmeyi başardığı için “Teşekkür ederim,” dedim ve kıkırdadım. “Herhalde senden başka kimse güldüremezdi beni şu hâldeyken.”
Ablam elini kalbine götürdü. “Miray ödüm koptu ya… Salonun ortasına çöktün resmen! Hele kapının önünde! Ölüyorsun falan zannettim! Kıpkırmızı olmuş suratın.”
“Çok mu kötü gözüküyorum?”
“Evet. Çok çirkinsin şu an. Kalk, yüzünü yıka.”
İstemeyerek de olsa ayağa kalktım ve banyoya doğru yürüdüm.
⚖️
YAZARIN ANLATIMIYLA, YARIM SAAT SONRASI
Henüz eve gelmeye yeni fırsatı olmuş Varan Alp’i güvenlik arayınca kapıya doğru yürüdü, sonra da kapıdaki cihaza tıklayıp “Efendim?” dedi. Ruh hâli darmadağındı ve herkese çok sinirliydi.
“Abiniz Teoman Çakmak,” dedi güvenlik. “Kimse gelmesin dediniz kapıda ama kendisi polis memuru olduğunu söyledi savcım, ben de siteye girmesine izin vermek zorunda kaldım.”
Varan Alp, “Neyse tamam, bir şey olmaz,” diyerek cihazın düğmesine tekrardan tıkladı. Abisi bugün ona maç izleyeceği için evde olacağını söylemişti ama demek ki maçı beraber izlemek istiyordu, diye düşündü. Zaten televizyonu açmıştı, maç yarım saat sonra başlayacaktı.
Zile iki kez basan Teoman, kardeşine belki de hayatında ilk defa bu kadar sinirlenmişti. Öfkesinden dolayı kalbi çok hızlı atıyordu.
Varan Alp kapıyı açar açmaz “Abi?” dedi gülümsemeye çalışarak. “Açtım maçı, gel.”
Teoman’ın yüz ifadesi şimdilik normaldi. “Varan Alp sana bir şey soracağım,” deyip kapıyı sertçe kapattı. Bunu beklemeyen kardeşi, abisinin hâlinde bir tuhaflık sezdi. “Dürüst ol.”
“Ne?” dedi Varan Alp korkarak. “Birine bir şey mi oldu? Niye böylesin sen? Babam falan mı yoksa?”
“Babam değil!” dedi Teoman yüksek bir sesle. “Bir şey soracağım, dürüst olacaksın.”
Varan Alp iyice işkillenmeye başladı. Acaba katil hakkında bir gelişme olmuştu da gerçekten Miray’ın dediği gibi Behzat Bey mi azmettiriciydi?
“Tamam, içeri geç,” dedi Varan Alp, sessizce. “Konuşalım. Korkuttun beni.”
Teoman büyük adımlarla salona doğru geçtiğinde Varan Alp’in köpeğini kanepede gördüğü için diğer kanepeye doğru yürüdü ama öfkesinden ötürü hareket etmeden duramadığı için ayakta kalmayı tercih etti.
“Anlat şimdi,” dedi Varan Alp de. “Bir şey olmuş, belli. Söz, doğruyu söyleyeceğim.”
“Sen Miray’la bir şeyler yaşadın mı?” derken bile eli kolu titriyordu Teoman’ın.
Varan Alp, konunun Miray olduğunu anladığı an gözlerini yumdu. Birkaç saniye sonra da “Evet,” dedi sessizce.
“Ve bana anlatmadın mı?” diyerek kardeşini ittirdi Teoman. “Sen kafayı mı yedin? Lan madem bir şeyler yaşadın…” Öfkeden gözü sürekli evin başka köşelerine doğru dönünce Varan Alp de sessiz kalmıştı. “O kız niye ağlıyor Varan Alp? Ne yaptın da ağlıyor? Söylesene!”
Varan Alp, “Bir şey yapmadım,” diyerek kendisini açıklayacaktı ki Teoman sözünü kesti:
“Lan madem bir şey yapmadın, niye ağlıyordu az önce? Senelerdir tanıyorum, onu ilk defa öyle gördüm!” Kardeşini bir kez daha ittirdi. “Kız hâlâ yaralı, senin yüzünden ağlıyor! Sakin kalamıyorum ben! Bir şey desene!”
Varan Alp sabahtan beri kendisini suçladığı için pek iyi durumda değildi. Her geriye sendelediğinde yüzüne tokat gibi çarpıyordu sanki her şey.
Miray’ın delil yok ettiğini söylememek için “Bizim aramızdaki bir mesele o, boş ver,” diye yanıtladı yalnızca. İki saniye bekleyen Teoman gözlerini belertip bir kez daha ittirdi Varan Alp’i. “Ya abi ittirip durmasana!” diye patladı Varan Alp de.
“Sen delirdin mi Varan Alp? Seray’ın kardeşi o!” Suratında yumruk patlatmamak için kendini zor tutuyordu. “Onu üzemezsin!”
Varan Alp, “Ne diye yakıştırıp duruyordun o zaman?” diye karşılık verdi. “Git, kendisine sor ne soracaksan! O isterse anlatır.”
“Ya Varan Alp ne diyorsun?” Elini alnına götürüp terini sildi Teoman. “Ulan kız eve geldi, geldiği gibi ağlayarak salonun ortasına düştü! Yürüyemedi bile! Hâlâ yaralı! Odun musun sen? Madem sevgili oldunuz niye kız daha iyileşmeden canını sıkıyorsun? Biz seni böyle mi yetiştirdik ya?”
Vicdan azabı çekmesine rağmen sesini çıkarmayıp sessiz kalan Varan Alp, abisine çevirdiği gözlerini bir saniyeliğine yumdu. Sonra da “Daha kaçırılmadan önce olan olmuştu zaten,” dedi sessizce. “Ne bileyim ben… Konuşmak için İstanbul’a gelince iyidir diye düşündüm.”
Teoman sinirden elini yumruk hâline getirip “Ne yapmış olabilir Miray ya?” dedi hızlı hızlı. “Oğlum bak…” Ne söyleyeceğini bilemedi. “Git, gönlünü al. Kız kaçırıldı, vuruldu… İki ay önce arkadaşı öldü. Bir de son darbeyi de senden almış! Gidip özür dileyeceksin! Hatta şimdi!”
Varan Alp’i iteklemeye çalışan Teoman, ne yazık ki başaramadı.
Laf anlatamayacağını fark eden Varan Alp, “Bak abi,” dedi sertçe. “Şurayı görüyor musun?” Ahşap yemek masasını işaret etti. “Orada delil yok etti senin baldızın,” dedi bastıra bastıra. “Peki ben görmeyeyim diye ne yaptı? Öptü beni!”
Teoman’ın kaşları çatıldı. “Ne delili yok etti? Niye yapsın böyle bir şey?”
“Çünkü kardeşi de dokunmuş silaha, hani en yakın arkadaşı öldü dedin ya! Benim kuzenimden de bahsediyorsun aynı zamanda…”
“Koray mı?” dedi Teoman, korkuyla. Miray bunu nereden biliyordu ki? “Koray mı silaha dokunmuş?”
“Evet, Koray…” dedi Varan Alp, sonra da sinirden başını kaldırıp tavana baktı. Teoman, kendisini suçlayarak zemine bakmaya başladı. “Erkin Miray’dan farksız mı peki? Değil! Anlaşmışlar! Sen Varan Alp’i oyala, zaten seni görünce deliriyor, kafayı yiyor! Erkin böyle söylemiş! Miray da geldi, öptü beni!”
Teoman’dan ses seda çıkmıyordu.
“O meseleden önce ne oldu peki?” Abisi gözlerinin içine baksın diye göğsüne bir kez vurdu. “Gitti, o doktorla randevuya çıktı.”
Teoman oflayarak “Yahu ne alaka ya, ne randevusu? Annesi zorlamıştır,” dedi. “Neyse…”
“Sence sıkıntı bu mu? O gün biz de buluşacaktık.” Evinin içini işaret etti. “Sırf onu göreceğim diye işimin gücümün arasında kalktım, dayımın evine gittim, Melek’in günlüklerini falan fistan topladım ama hanımefendi beni unutmuş…” İçine attığı tüm dertleri abisine dökmeye başladı. “Benim salaklığım, dedim. Yine kaç sene önce ne yaşandıysa aynısı yaşanır, dedim. Sonra geldi, beni öptü.”
Teoman böyle bir hikâye beklemediği için sertçe yutkundu.
“Yok abi, özür falan yok. Yaralandığında yanındaydım, hastaneye de gittim, ziyaret de ettim ama sırf hatırı var diye. Aşkımdan değil yani.” Öfkesinden ötürü ateş basmıştı vücudunu. “Daha dün dedim ki, eskisi gibi olalım, sakince… Evime geldi, beraber Buket’i kreşe bıraktık, sonra konuştuk. Anladığını düşündüm ama yok, anlamamış. Bugün daha sert konuştum, daha doğrusu daha net konuştum, tavrımı belli ettim ama kendisi her zamanki gibi müthiş bir şekilde öfkeyle ton ton cümle saydı… Yok efendim hep birbirimizi görecekmişiz, ben onu uzaktan izleyecekmişim, kıskanacakmışım… Çirkinleşen ben değilim ki, çirkinleşen o!”
Teoman oflayarak kendisini kanepeye bıraktı.
“Zor şeyler yaşadı Miray, azıcık anlayış mı gösterseydin? Seray’a ‘Beni nezarete attı.’ falan dedi. Niye nezarete atıyorsun oğlum kızı?”
Varan Alp, “Abi beni sinir ettiği için mi attım sence?” dedi daha da sinirlenerek. “Arkadaşına saldırdı, tokat falan attı. Azıcık sakinleşsin diye nezarete gönderdim, zaten toplasan on dakika anca kaldı.”
“Kime saldırdı?” diye sordu Teoman gözlerini kısarak.
Varan Alp hemen “Anlatacağım sana o meseleyi, oturalım da…” dedi.
Teoman sonunda ikna oldu. “Tamam,” dedi sakinleşerek. “Peki bu ne zaman oldu?”
“Ne?” dedi Varan Alp de. Anlamamıştı.
Teoman koltuğa oturdu. “Yani seni ne zaman öptü? Tarih olarak…”
Mana veremeyen Varan Alp, “Mir Beyaz’ın cezaevinden çıktığı gündü işte… 23 Ekim,” dedikten sonra abisinin yanına oturdu. “Niye sordun?”
“Bak şimdi, sakin ol,” deyip bedenini tamamen Varan Alp’e çevirdi Teoman. “Eğer sırf senden bir şey sakladı diye herkesi hayatından çıkaracaksan beni, babamı, dayımı da çıkarman gerek.”
Dudakları aralanır aralanmaz dalga geçercesine güldü Varan Alp. “Harika.”
“Dalga geçme.”
“Abi zaten biz siz eksiktiniz! Tamam mı?” Sakinleşmeye çalıştı. “Neyse… Ne sakladınız? Anlat.”
Teoman ofladı. “Babama yardım eden savcı var ya…”
“Ne savcısı?” dedi Varan Alp, ellerini başının arasına alarak. “Bir şeyi örtbas mı ettiniz?”
“Yahu dur!” dedi Teoman, sinirlenerek. “Babamla dayım bir olay yerini değiştirmek için savcının karşısındaki daireye gitmişler. Aslında Koray o gün benimleydi, benim arabamdaydı.”
“Niye olay yerini değiştirecekler? Anlamadım.” Varan Alp’in beti benzi attı. “Niye böyle bir şey yaptılar?”
“Erkin anlatmadı mı sana?”
Varan Alp öfkeyle yutkundu. “Tamam, kısmen biliyorum o meseleyi.” Sonra da “Eee?” dedi yüksek bir sesle.
“Fırat da Koray’ı polis zannedip Mir Beyaz’ın silahıyla binaya ateş etmiş, sonra da kaçmış. Daha doğrusu öyleymiş, demek doğru değil. Ben bizzat şâhit oldum buna.”
Varan Alp kendisini sakinleştirmeye çalıştı ama başaramadı. “Her haltın arkasından, bütün kötülüklerin arkasından babam çıkıyor.” Saçlarını sıkmaya başlayınca Teoman, engel olmaya çalıştı ama Varan Alp kendisine dokunmasını istemedi. “Bundan da çıkmasa şaşırırdım zaten.”
“Ben de senden sakladım bunu. Silahın Fırat’ta ve Koray’da olduğunu biliyordum ama susmak zorunda kaldım,” dedi Teoman, sonra da ayağa kalktı. “İnsanlar sen savcısın diye senden bir şeyler gizliyor Varan Alp, unutma bunu. Sen adalete karşı dürüst olmak zorundasın ve herkesi yakabilirsin. Miray da Erkin de bu yüzden gizlemiş senden. Ha evet, duygularını kullanmış gibi hissetmiş olabilirsin ama kız eve geldiğinde yüzü gözü şişikti. Senin için bu kadar ağlayan bir kadın nasıl sana karşı bir şey hissetmeyebilir? Bunu bir düşün istersen.”
Varan Alp abisine tekrardan döndü. “Tamam.”
“En yakın zamanda da özür dile, en azından yüz yüze gelebilin. Bak, anası babası fark ederse canını yakarlar.” Teoman, salondan çıkmak için arkasını döndü. “İşin içine insanın ailesi gerince nasıl da bütün tabular yıkılıyor ama…”
Herkes çok yıpranmıştı ve gerilmişti.
“Seray’dan da özür dilersin,” dedi Teoman. “Ha ama eğer senden bunu gizlediğim için benimle de görüşmeyi keseceksen etrafta kimsen kalmaz, haberin olsun.”
Varan Alp’in yüzüne tokat gibi çarpan bu gerçek, ablasının gizlediği sırrı anımsayınca daha acıttı canını. Gerçekten de öyleydi… Mesela o da Buket’in durumunu anlatmamıştı kimseye.
“Öyle şey mi olur?” dedi Varan Alp, abisine bakarken. “Seninle görüşmeyi nasıl keseyim?”
Teoman, kafasını bir aşağı bir yukarı salladı. “Miray da benim ailem, hatta kız kardeşim. O yüzden nasıl davranacağına artık dikkat et Varan Alp. Tamam. Kız, kavga et, kırıl ama sakın bir daha evime ağlayarak gelmesin. Bozuşurum seninle.”
“Ona da aynısını söyleyecek misin?” diyerek ayağa kalktı Varan Alp de. “Hiçbirini keyfim istediği için yapmadım.”
Teoman göz ucuyla kardeşine baktıktan sonra “Niye yaptın o zaman?” diye sordu. “Hiç mi üzülmedin kıza? Gidip nezarete atmışsın.”
“Sinir krizi geçiriyordu,” dedi Varan Alp, kelimeleri vurgulayarak. “Ayrıca iyiydi… Yani iyi görünüyordu. Canının acıdığını bilseydim atmazdım.”
“Ya bir git,” dedi Teoman, gitmekten vazgeçip tekrardan koltuğa otururken. “İntikam alıyorsun aklınca.”
Varan Alp gözlerini kısarak “Niye böyle bir intikam alayım abi Allah aşkına…” dedi sessizce. “Şeye saldırdı işte…” diyerek İlkhan’dan bahsetmek için lafa girdi.
Fakat Teoman anında “He he aynen…” diyerek ayağa kalktı. “Ben anlamam. Sana böyle davranmak yakışmıyor. En azından gidip özür dile.”
“Abi sen beni duymadın mı? Esip gürledi, saldıracaktı bana az kalsın…” diyen Varan Alp, Ziva’ya doğru baktıktan hemen sonra abisine doğru kaldırdı kafasını. “Yanına bir metreden fazla yaklaşırsam kafamı kıracakmış gibi bakıyor.”
“Yapar da…” diyen Teoman, Varan Alp’i korkutmayı başarmıştı. “Oğlum sen sana karşı hata yapan herkesi hayatından çıkarınca cenneti yaşayacağını mı düşünüyorsun?”
Varan Alp, duvarlar üstüne üstüne geliyormuş gibi hissedince “İsteyerek yapmıyorum, diyorum sana. Keyfimden yapmıyorum. Güvenim kırılınca uzaklaşıyorum,” diye patladı en son.
“Haklısın zaten ama dört dörtlük bir insan yok bu dünyada, tamam mı?” diyerek kendisini işaret etti Teoman. “Ben de kirliyim, babam da kirli… Kim bilir belki ablam da kirlidir! Aileni de çıkar, sevdiğin herkesi çıkar hayatından… Yalnızlık çok yarayacak sanki sana…”
Varan Alp kısa bir süre sessiz kaldıktan sonra “Olmaz artık bu iş,” dedi sessizce.
Teoman elini alnına yapıştırdı, sonra da omuzuna sertçe dokunup kardeşinin ona dönmesini sağladı. “Oğlum tamam, ne yaparsan yap… Git, barış, demiyorum… Ama üzmüşsün, bir özür dile.”
“Konuştuk sadece,” diyen Varan Alp, adliyedeki konuşmaları düşünürken kaşlarını çattı. “Yani bağırmadım da… Kötü bir şey de söylemedim.”
Teoman “O zaman sana âşık olmuş,” deyip elini omuzundan çekti. “Yoksa niye ağlasın ki?”
Varan Alp, zemine çivilenen gözlerini bir anda abisine doğru çevirdi. “Bana mı?”
Teoman kaşlarını çatıp “Yok, Korhan Amir’e!” dedi. “Sen gittikçe zekânı mı kaybediyorsun?” Koltuktaki yastığı alıp Varan Alp’in kucağına sertçe fırlattı.
Yastığı alıp koltuğun kenarına bırakan Varan Alp, “Tamam,” dedi sessizce.
“Sonunda…” diye dalgaya vuran Teoman, arkasına yaslandı. “Sen gidip özrünü dile, sonra ne yapıyorsanız yapın… Başımıza bela aldık ya…”
“Yok ya, ben konuşamam,” diyen Varan Alp, cebinden telefonunu çıkardı. “Mesaj atayım.”
Teoman gözlerini belertip “Ne mesajı oğlum? Kız ağlıyor!” diye bağırdı ve telefonunu alıp koltuğa koydu.
“Versene şu telefonu,” deyip geri aldı Varan Alp de.
“Lan!” diyen Teoman, telefonu alıp diğer koltuğa fırlattı. “Niye gidip konuşmayacaksın da mesaj atacaksın?”
Bıkkın bir nefes veren Varan Alp, “Çünkü bana bakınca affedesim geliyor!” diye patladı en son. “Tamam mı?”
Teoman bıyık altından gülüp “Oha…” dedi sessizce.
Ziva bir anda dört kez peş peşe havladı ve ağzına, koltuğun üstünde duran Barbie bebeği alıp Varan Alp’in önüne attı.
“Ama telefon…” Ziva beş kez havlayınca Teoman’ın lafı yarım kaldı. “En azından mesajla olmaz,” diye devam etti Teoman. “Bu hayvan niye ötüyor? Hayırdır?”
Varan Alp, telefonunu almak için kalktığında, Ziva’nın ayağının önüne attığı Barbie bebeğe bakarken aklına Miray’ın kurduğu cümle geldi.
“Enişten Buket’i kullanarak bana Barbie bebek aldı, içine de ses kayıt cihazı taktı. Evden çıktığımı o ses kayıt cihazı sayesinde biliyorlardı.”
Ziva birkaç kez daha havlayınca Varan Alp’in beynine bir anlığına kan gitmedi.
İşaret parmağını dudaklarına götürerek abisine susmasını işaret ettiğinde, Teoman anlamayarak bebeğe bakmaya başladı ve ikisi de sessizliğe gömüldü.
Varan Alp ünite çekmecesinin içinde duran maket bıçağını almak için geriye doğru yürüdü, ardından oyuncak bebeği kesti.
Teoman kardeşinin bu yaptığına bir anlam veremeyerek kaşlarını çattı. Tam ne yaptığını soracaktı ki Varan Alp’in eline alıp havaya kaldırdığı küçük cihazı fark etmesiyle gözlerini belertti.
İkisi de sertçe yutkundu.
Buket’in unuttuğu Barbie bebeğin içinde bir ses kayıt cihazı vardı, Varan Alp’in evi dinleniyordu ve bunu yapabilecek tek kişi, Miray’ın söylediği gibi Behzat Ali Yücesoy’du.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 44.09k Okunma |
2.92k Oy |
0 Takip |
46 Bölümlü Kitap |