

Bu kitapta geçen kişi ve kurumların tümü hayal ürünüdür.
*Bu bölüm, On Yedi Eylül serisinin ikinci cildinin final bölümüdür.*
ON YEDİ EYLÜL (II)
34. BÖLÜM: “VEDA”
“Kimse seni dinlemiyorsa çığlık atacak bir yer bul; sessizliğin mezarlıkta kalsın.”
⚖️
Hayatın, sizin önünüze ne koyacağı asla belli değildir. Mutluluktan havalara uçtuğunuz bir dönemden sonra en yüksekten dibe çakıldığınız bir dönem gelir mesela… Aydınlıktasınızdır, güneş sizi rahatsız eder fakat öyle bir gecede mıhlanırsınız ki sabah gelsin diye gözyaşlarınızla bekler durursunuz.
Bir şehre bağlısınızdır; denizine, havasına, insanlarına… Fakat öyle bir kayıp yaşarsınız ki bağlı olduğunuz hiçbir etken artık sizi olduğunuz yere ait hissettirmez.
Hayatın, sizin önünüze ne engeller çıkaracağı asla belli değildir. Nefes almak gibidir çünkü hayat: Aldığınız nefesi vermeniz de gerekir.
Ağlamazsanız eğer, belki de yağmaz yağmur.
O şehre adımınızı atıp “Merhaba,” dediyseniz eğer, “Hoşça kal,” demeden çözülmez dertler.
Bu yüzden her gelen gitmelidir; şehirlerden, insanlardan, duygulardan ve dünyadan.
Ablam, saçlarımı kuruladığım esnada yüzünü bana çevirip “Daha iyi misin?” diye sorunca başımı salladım. Başım çok ağrıyordu ve hâliyle gözlerim şiştiği için hasta gibi hissediyordum ama ruhen daha iyiydim, ablamla konuşunca geçmişti sanki. “Tamam, ben kahveleri getireyim o zaman,” diyerek mutfağa doğru yürüdü.
Koltuğun üstünde ayaklarını ve ellerini durmadan hareket eden minik yeğenime doğru baktığımda gözlerini tavana dikerek tuhaf bakışlar attığını fark ettim ve gülmeye başladım. Zaman geçtikçe daha da yakışıklı oluyordu, ayrıca saçları da babasınınki gibi kıvırcık olacaktı muhtemelen; kıvırcık kumral saçları ve yeşil koca gözleriyle muhtemelen bütün kızları ileride kendisine âşık edecekti bizimki.
Rüzgar’ın karnının yamacına kafamı yasladıktan sonra yanımdaki çırpınışları ve çıkardığı garip bebek sesleri içime huzur doldurmuştu.
Geldiğini fark etmediğim ablam “Ne yapıyorsun Miray?” dedi gülerek ve başını bize doğru eğdi.
“Yeğenimi kokluyorum. Mis gibi kokuyor.”
Ablam, “Ben de altına etti zannettim, ödüm koptu,” deyince kıkırdayarak başımı kaldırdım. Baş ağrıma bir Türk kahvesi çok iyi gelirdi. “Masaya, hadi.”
“Enişteme mesaj at, gitmediyse konuşmasın, gerçekten bak…” diyerek oturma pozisyonuna geçtim, sonra da ablamın peşinden yemek masasına doğru yürüdüm.
Ablam da ısrarla “Miray konuşsun,” dedi sertçe. “Ayrıca biz Teoman’a konuşmaması gerektiğini söylediğimizde Teoman hiç mi konuşmayacak sence? Gittiği gibi tokadı yapıştırmıştır bence. Benim kocam ne yapacağını bilir.”
“Tokat mı?” dedim ve kaşlarımı çattım. “Abla rezillik! Gerçekten rezillik! Benim için Varan Alp’e tokat attıysa kendimi şuradan aşağı atarım.”
Ablam da “Hayırdır?” dedi cümlelerimi fırsat bilerek. “Utanmaya mı başladın sen? Bak, buna şaşırdım işte. Bizim arsız Miray, utangaç eşeğe dönmüş.”
Sandalyeye yerleşirken “Abla, yine de mesaj mı atsan?” dedim, aklım kalınca. “At ya!”
“Miray, sus ve kahveni iç!” dedi sertçe. “Saçlarını da düzgün kurula bir dahakine, hasta olacaksın!” Tam cevap verecektim ki işaret parmağını kaldırdı ve tekrardan konuşmaya başladı. “Ayrıca sabahtan beri sen ne yedin Miray, ha, ne yedin?” Daha da yükseltti sesini. “Kahve içtikten sonra hemen gidip kızartma yiyeceksin!”
Kafamdaki tek soruyu direkt yönelttim: “Abla anne olunca bu cümleler otomatik olarak dile mi dolanıyor? Sadece meraktan soruyorum.”
Ablam, gözlerini Rüzgar’a doğru çevirdikten sonra “Galiba,” deyip tekrardan bana döndü. Yumuşak bakışları bir anda sertleşti. “Ama beni bu sözlerle kandıramazsın Miray! Kaç yaşına gelmişsin, hâlâ ağlıyorsun!”
“Bana diyene bak!” dedim şok olarak. Ağzım beş karış açık kalmıştı. “Pardon da düğünden önceki gün sümüklerini silen dedem Muzaffer miydi? Bendim! Hatırlatayım!”
Ablam bir anda hüzünle, “Kız rahmetliyi anarken dua falan et bari,” deyip ellerini açtı. Birkaç saniye sonra ellerini yüzüne götürdükten sonra “Âmin,” deyip gözlerini üstüme dikti. “İç, hadi. Başının ağrısı geçsin. Geçmezse de yemek yiyip ağrı kesici içersin. Ha o da olmazsa hastaneye gideriz. Senin seruma bile ihtiyacın olabilir. Şu hâle bak!” Bir anda Varan Alp’e sövmeye başladı: “Pislik!” Ablamı anlamıyordum. “Hiç beklemezdim ondan! Keşke azıcık abisine çekseydi! Pis, odun!”
“Abla, tamam… Ben bu kadar sövmedim ya…”
“Bana ne?” dedi lafımı bitirmeme izin vermeden. Ardından koltuğun üstünde elini kolunu hareket ettirip etrafa değişik bakışlar atan Rüzgar’a döndü. “Anneciğim, amcan da fos çıktı ama baba tarafı genelde böyledir, sen takma kafana.”
“Abla çocuğu dolduruyor musun sen bu yaşta?”
Ablam gururla kafasını sallarken Rüzgar bir anda ağlamaya başladı. “Hhhhii! Oğlum da üzülmeye başladı! Ama ben biliyorum,” dedikten sonra koşa koşa koltuğa ilerledi. “Oğlum…” dedi sonra da daha diğer cümlesini bitirmeden. “Ben biliyorum Miray, bu çocuk da teyzesi için ağlıyor.”
Ablam sanırım delirmişti ya da yeni bir anne olduğu için değişik tepkiler veriyordu.
Kahvemden bir yudum aldığım sırada ablam Rüzgar’ı kucağına aldı ve sallaya sallaya yürümeye başladı. Rüzgar beş saniyede bir ağlayıp sustuğu için baş ağrım, şiddetle devam etti ve bu iki üç dakika boyunca sürdü.
Ablamın telefonundan dolayı masa titreyince bakışlarımı tepsinin hemen dibinde duran kırmızı kılıflı telefona doğru yönelttim, sanırım biri arıyordu.
“Miray telefonum mu çalıyor?” Rüzgar tekrar ağlamaya başladı. “Miray baksana telefona. Teoman’dır muhtemelen.”
Telefona uzandıktan sonra arayan kişinin eniştem olduğunu gördüm. “Eniştem.”
Rüzgar’ı hâlâ kucağında tutup sallayan ablam “Sen açsana,” deyince bıkkın bir nefes vererek telefonu açtım.
“Efendik?” Eniştem ve ablam sevgiliyken de telefonu açtığımda hep böyle söylerdim.
“Miray!” Eniştemin sesi pek iyi gelmiyordu, kaygılıydı. “Ya kötü bir şey oldu, daha doğrusu değişik bir gelişme.” Kaşlarım çatıldı. “Bizde toplanmamız gerek.”
Aklıma gelen ilk soruyu sordum. “Yoksa maç mı izleyeceksiniz?”
“Yahu öyle bir şey değil ama güvenli tek yer, bizim ev.” Ablam, eniştemin ne söylediğini merak ederek bana bakınca bilmediğimi belirterek elimi havaya kaldırdım. “Seray’a söyler misin? Birkaç kişi geliyoruz.”
“Birkaç kişi!” dedikten sonra gözlerimi belerterek ablama döndüm. “Tamam.”
Telefonu kapattığım an ablam “Ne? Ne olmuş?” diye sordu peş peşe.
“Anlamadım ki… Güvenli tek yer burasıymış ve birkaç kişi buraya geliyorlarmış. Hiçbir şey anlamadım. Umarım Varan Alp gelmiyordur,” dedikten sonra ayağa kalktım. “Tepsiyi falan kaldırayım bari…”
Tepsiyi elime aldığım sırada “Allah Allah…” dedi ablam da. “Neyse, anlarız birazdan.”
Birkaç dakika boyunca evin içindeki dağınıklığı kısaca toparlayıp Rüzgar’la ilgilenmeye devam ettik. Ortalığı toparladıktan sonra ablam Rüzgar’ı bana emanet edince onu kucağımda pek tutamasam da ayakta sallana sallana susturmayı başardım, ablam da çay demledi.
Meraktan delirecektim. Ne olmuştu ki?
“Geldiler galiba,” diyen ablam, kapıya doğru yürüyünce hole doğru ilerleyip bilerek kapının biraz gerisinde durdum. Ablam kapıyı açtığı an arkadan görünen kalabalığa bakarak gözlerimi kıstım. “Hoş geldiniz.” dedi ablam da tuhaf bir sesle, soru sorar gibiydi.
“Hoş bulduk.” Bu, Ceyda’nın sesiydi.
Oha!
Muhtemelen davayla alakalı bir gelişme olmuştu ama neden emniyette değil de burada toplanmışlardı, işte onu anlamamıştım.
“Merhaba, hoş bulduk.” Bu, Sarp’ın sesiydi. “Nasılsınız, iyi misiniz?”
Sarp ve Ceyda içeriye girdikten sonra eniştem ve Varan Alp peş peşe içeri girdiler ama ikisinin olduğu tarafa bakmayarak diğer gelenlere odaklandım.
Kambersiz düğün olmazdı… Erkin de gelmişti.
“Merhaba.” Mavi gözlerini üstüme diktikten sonra başını salona doğru çevirdi, sonra da salona girdi.
İçeriye en son Mir Beyaz girince beklemeden yanlarına yürüdüm, peki iyi gibi gözükmüyordu.
Ablam kapıyı kapatıp “Mir Beyaz ne oluyor ya? Az önce evime üç savcı, iki polis memuru girdi,” diye fısıldadı. Ben de anlamamıştım ki…
Mir Beyaz, öfkeli bakışlarını üstüme dikip “Miray haklıymış,” dedi sessizce. “Behzat denilen şerefsiz, Varan Alp’in evine de ses kayıt cihazı yerleştirmiş. Emniyetteki birinin de köstebek olduğunu düşünüyoruz, o yüzden buraya geldik.”
Yok artık!
Savcının evinin içine ses kaydı yerleştirmek neydi ya?
Barbie bebeğin içindeydi muhtemelen, yine Buket’i kullanarak içimize sızmıştı.
Ben alt dudağımı ısırırken ablam, “Ne?” dedi kısık bir sesle. “Hangi Behzat? Leman ablanın eşi olan Behzat mı yoksa başka birisi mi? Anlamadım. Miray, ne alaka? Sen niye haklı çıkıyorsun? Bilmediğim bir şey mi var? Heey!”
Mir Beyaz, eliyle beni işaret edip içeriye girince ablam bana döndü. “Behzat Bey’le konuşmaya gittiğimde İlkhan da oradaydı. Galiba ikisi,” dedim kısaca. Ablam gözlerini başka bir tarafa çevirip kaşlarını çattı. “İkisinin alakasını ben de bilmiyorum.”
“Miray hiçbir şey anlamadım,” diyen ablamdan hemen sonra Rüzgar, kucağımda rahatsız bir şekilde kımıldayınca ben de sallamaya devam ettim. “Behzat Bey neden Melek’i öldürsün? Adam pamuk gibi birisi… Ayrıca neden sizi öldürmek istesin? Çok saçma değil mi?”
Başımı olumsuz anlamda salladım. “Değil,” dedim kısaca. “Hadi.” Gözlerimle içeriyi işaret ettim. “Biz de salona geçelim çünkü muhtemelen bana da soru soracaklar. Yolumu gözlüyorlardır.”
Ablam kucağımda bir o yana bir bu yana rahatsız bir biçimde kıpırdayan Rüzgar’a kısa bir bakış attıktan sonra “Allah’ım yardım et,” dedi kısık bir sesle. O da tıpkı bizim gibi şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi, ben de hak verdiğim için salona doğru döndüm. “Rüzgar’ı bana ver o zaman,” diyen ablam, kollarını bana doğru uzattı.
“Tamam,” dedikten sonra Rüzgar’ı ablama teslim ettim.
İçeriye girerken Varan Alp’in evinde duran oyuncak bebeğin içerisine yerleştirilen ses kayıt cihazını düşündüğümde, Behzat denilen o şerefsiz herifin ne kadar ileriye gittiğini hesap ettim kendi içimde. Bir Cumhuriyet Savcısının evine ses kayıt cihazı yerleştirmişti, hem de kızı Buket’i kullanarak. İnkâr edebilirdi, suçu Leman Hanım’ın üstüne atabilirdi veyahut ona kurulan bir komplo olduğunu öne sürebilirdi. O şerefsizden her şeyi beklerdim, bu yüzden de içeriye girerken ağzıma geleni söylememek için kendimi çok zor tutmuştum.
Salona adımımı attığım ilk an, Sarp masanın ilerisinde duran sandalyeyi masaya doğru çektiği için gözüm ilk ona çarptı; göz göze gelmemizin hemen ardından masanın başındaki sandalyenin boş olduğunu görüp sağıma doğru döndüm, sonra da kimseye bakmadan sandalyeye geçtim. Herkes masaya geçmişti.
Mir Beyaz’ın titreyen bacaklarını fark ettiğim an Teoman, “Artık hepimiz neler olduğunun farkındayız, Sayın Savcılarım,” diyerek hem Erkin’e hem de Ceyda’ya açıklama yaparcasına ikisine doğru dönmüştü. “Varan Alp’in evindeki oyuncakta ses kayıt cihazı bulduk, bunu lehimize kullanmamız gerekiyor, siz de davanın savcısısınız,” diyerek Ceyda’yı işaret etti. “Eğer müsaade ederseniz onlara bir oyun oynayalım. Yani teknik takip yapalım…”
Ceyda’nın kafası epey karışmış gibiydi, bunu manasız bakışlarına sebep olan kısık gözlerinden anlayabiliyordum. “Şimdi siz diyorsunuz ki, katil Behzat Ali Yücesoy fakat kendisi, maktulün ölüm saatinde hastanede olduğuna dair elimize kanıt sundu.” Anlayamamıştı. “Evine gizlice ses kayıt cihazı yerleştiren kişi Leman Hanım da olabilir Behzat Bey de… Mademki Buket’in oyuncağı… Hatta ailendeki herkesi suçlayabilirler Varan Alp, evine giren herkesi…”
Gözlerimi istemsizce Varan Alp’e doğru çevirdim. O da pek beklemedi ve Ceyda’ya bakarak konuşmaya başladı. “Kim olduğunu anlayalım, itiraf ettirmesi kolay olur.”
Teoman hemen, “Ses kayıt cihazı hâlâ evde, onu kandırabiliriz,” deyip bana döndü. “Zaten Miray da Behzat’tan şüpheleniyormuş, eminmiş o olduğundan. Kendisi şikâyetçi olursa Behzat otomatikman şüpheli listemize girer, biz de teknik takip yapabiliriz.”
Ceyda kafasını aniden bana çevirdi. “Sana itiraf mı etti? Bugün ifade verdin ama… İlkhan’ın yalnız çalıştığını düşündüm ben.”
Şirkette yaşadığım kâbus dolu anları zihnimde canlandırdığımdan ötürü bir süre sessiz kaldım. “Melek’i ben öldürdüm, demedi.” Masadaki herkesin gözü benim üstümdeydi, Varan Alp hariç. “Ama eminim. İlkhan tetikçi, Behzat da azmettirici. Beraber çalışıyorlar. Bana kısa saçlı kadın teorimizi, yanıltıcı şüphe olsun diye bizzat kurguladıklarını belli ettiler. İlkhan’la aynı dönemde okudum, onu tanıyorum. Sesini inceltebiliyor…” Tiyatro kulübünü düşündüm. “Okulun tiyatro kulübündeydik, bazen komedi olsun diye İlkhan kadın rolü yapardı. Taktığı peruk kısa saçlı bir kadın peruğuydu, kendisi de zaten ikisiyle şirketteyken baş başa kaldığımda imalı bir şekilde bana bundan bahsetti. Onlar, eminim.”
“Peki İlkhan’la aynı okulda okumanız nasıl bir tesadüf?” diye sordu Mir Beyaz.
“Tesadüf değil,” dedim tatsız bir sesle. “Onunla aynı dershanedeydik. Herkes, herkesin yaptığı okul tercihlerini biliyordu. İkimiz de derece öğrencisiydik.”
“Oha!” dedi Teoman da. “Yakın mıydınız o zaman?”
Başımı olumsuz anlamda salladım. “Değildik. Üniversitede denk gelince yakın arkadaş olmuştuk.”
Sarp, “Sen o yüzden emniyetteyken İlkhan’a saldırdın…” dedi aydınlanmış bir şekilde.
Erkin’in kaşları çatıldı. “Onu dövdün mü?”
“Osmanlı tokadı attı, savcım,” diyen Sarp’a kimse gülmedi. Ardından “İyi yapmışsın,” diye eklemeyi de ihmal etmedi. Zaten ben de pişman değildim.
Ceyda, az önceki diyalogları pek önemsemeyerek “Sen şirkete neden gittin peki?” diye sorunca öylece kaldım. Söyleyip söylememek konusunda kararsızdım. “Ayrıca bahsettiğin arkadaşın ne kadardır Behzat Bey’in yanında çalışıyor? İlkhan’dan emin misin?”
“Eminim.” Önceki sorusunu es geçtim. “Behzat Bey bana şirketinde avukatlık yapmamı teklif etti, iki tane kart verdi. Ben de şirket avukatlığı yapamayacağım için İlkhan ve Emirhan’a verdim o iki kartı, onlar da görüşmeye gittiler ve işi kapmışlar. Ama ben inanmıyorum.” Kaşlarımı çattım. “Bence o kartları bana verdiğinde, birini İlkhan’a vereceğimden çok emindi. Sırf daha rahat görüşebilmek için bana oyun oynadılar.”
Ceyda bu kez bana inanmış gibiydi. “Tutarlı. İki kart vermesi çok şüphe uyandırıyor.”
“İkisinin alakası ne peki?” diye soran Erkin, dosyayla bir senedir ilgilendiği için derin düşüncelere dalmıştı muhtemelen. “Yangınla ne gibi bir bağlantıları olabilir? Düşünün. Oradan yürüyelim.”
“Zaten oyun oynayamayız ki… Nasıl yapacağız bunu?” diyen Ceyda, birkaç saniye sessiz kaldı. “Sadece katilin kim olduğundan emin oluruz, o kadar. Bu yüzden bence evdeki ses kayıt cihazını bana teslim edin ve ben de incelettireyim. Bizim lehimize olacaktır.”
Herkes ne diyeceğini şaşırmıştı, en çok da ben.
“Siz şeyi düşünün,” dedi Erkin saniyeler sonra. “Bu ikisi ne iş? Hayırdır yani?”
Ceyda sıkıntılı bir nefes verdikten sonra “Ailelerin ifadesini tekrardan almam gerekiyor. Kurumdaki hamile kadınların hepsini ifadeye alacağım,” deyince çaresiz bakışlarımız ona doğru döndü. “Yıldız simgesi, maktullerin yıldız şekliyle vurulması… Bunların bir anlamları kesinlikle var. Maalesef tek çaremiz anneler.”
“Ama onları anladığımızı bildiklerinde bütün kozlarını tekrardan kullanacaklar çünkü amaçları onların kim olduğunu bilmemizdi, cezaevine girmek değil,” dedi Teoman, Ceyda’ya itiraz ederek. “Yani savcım, bence Varan Alp’in evindeki ses kayıt cihazı dursun. Eğer bizim gördüğümüzü anlarlarsa kendilerini daha başka şekillerde kamufle edecekler. Belki suçu başkasına atacaklar ki daha önce yaptılar…” Mir Beyaz’ı işaret etti. “Bu yüzden ses kayıt cihazı bir süre daha kalsın.”
“Ne süredir evinde Varan Alp?” diye sordu Ceyda, gözlerini kısıp ona doğru dönerek. “Dava hakkında ne biliyorlar?”
“Hatırlamıyorum. Evde tek başıma konuşmayacağıma göre, dava hakkında da pek bir şey açık etmedim. Zaten elimizde bir şey mi vardı?” diyen Varan Alp’in sesi de sıkıntılı ve çaresiz geliyordu.
Sarp, “O zaman savcım,” dedi Ceyda’ya dönerek. “Öyle bir oyun oynayalım ki kendilerini açık etsinler. Sonra ses kayıt cihazını inceleriz.”
“Cinayeti kusursuz işleyen katil, ses kayıt cihazında delil mi bırakacak? İmkânsız.” Pesimist Mir Beyaz, sonunda sesini çıkarmıştı. “Savcım, siz ne derseniz o ama bence de ses kayıt cihazı bir süre daha kalsın.”
Ceyda, Erkin’e ve Varan Alp’e tek tek baktı, fikirlerini tekrardan almak ister gibi. “Peki ya ses kayıt cihazını yok ederlerse? O zaman ne olacak?” Kollarını göğsünde bağladı. “Şöyle yapalım,” diyen Ceyda, ayaklandı. “Ben İlkhan dediğiniz kişinin ailesini araştırayım, kollukla beraber; konuştuklarımız burada kalsın ve ses kayıt cihazından kimsenin haberi olmasın. Sanki Miray gelip bana şüphelerinden bahsetmiş gibi doğal olarak araştırmaya başlayayım. Ses kayıt cihazını da bana yirmi dört saat içinde teslim edin. Aklınıza bir fikir gelirse… Yani nasıl ele verirler kendilerini, bunu kurgulayabilirseniz ve tanık bulabilirseniz ben de izni veririm.”
Erkin, “Makul,” dedi, Ceyda’nın hemen ardından.
“O zaman ben müsaadenizi isteyeyim,” diyen Ceyda, kalkmamamız için elleriyle oturmamızı işaret etti. Ablam da o sırada kapının pervazında belirdi; Rüzgar kucağında değildi, muhtemelen uyumuştu. “Görüşürüz.”
Ceyda, odadan ayrıldı.
Dış kapının kapandığını anladığımız an Teoman, “Buket’le beraber Varan Alp’in evine girip bebeği tekrar almak isteyebilir,” deyince arkama yaslandım.
“Bizim evdekini de yok ettiler zaten,” dedim sessizce.
Mir Beyaz, “İlkhan ve Behzat’ın alakasını hâlâ çözemedim. İlkhan sadece tetikçi mi sizce? Çünkü bana mesaj gönderen şerefsiz hıncını almak ister gibi dalga geçmişti. Tetikçinin gönderdiğinden de eminim, fotoğraf yollamıştı çünkü,” dediğinde düşünmeye devam ettim.
Erkin direkt “Miray sen ailesi hakkında bir şey biliyor musun bu İlkhan’ın?” diye sorunca cevaplamak için dudaklarımı araladım.
“Ya ailesini bırak şimdi,” diyen Varan Alp, abisine döndü. “Ceyda araştırır onu. Abi sen eniştemin bir arkadaşıyla maça gitmemiş miydin geçen sene? O arkadaşı kimdi? Akrabalardı sanki.”
Teo bir süre düşündü; gözleri bir yukarı bir aşağı bir sağa bir sola dönünce benim de başım döndü. “Yok ya, o işten arkadaşıydı. Ha şey! Ortak mı neydi? Öyle bir şeydiler…”
Varan Alp, ben tam konuşacakken araya girdiği için hazır dudakları aralanmışken ben de onu durdurdum. “İlkhan bana ara ara ablasından ve annesinden söz ederdi, babasından hiç söz etmemişti. Öyle…” dedim ve tırnaklarımla oynamaya başladım.
“Ha o zaman ailevi bir durum değil. Ben akrabalardır diye düşünmüştüm…” dedi Erkin de.
“Eniştem kimsesiz,” diyen Varan Alp, cümlesini bitirir bitirmez herkesin kaşları çatıldı.
“Kimsesiz mi?” Mir Beyaz beni gösterdi elleriyle. “Miray’ı o yüzden mi terk edilmiş kimsesizler yurduna çağırdı katiller?”
Büyük bir aydınlanma yaşadık.
“Savcım peki ne yapalım? İlkhan’ı ve Behzat Bey’i yakın takibe alıp bir yere mi götürtelim? Ne yapacağız?” diye sordu Sarp, merakla. “İsterseniz anonim bir numaradan İlkhan’ı tehdit edelim.”
Erkin “Yok ya… O çok klişe,” diyerek düşünmeye devam etti. “Ama yakın takibe alalım, belki bu yıldız simgeli topluluk hakkında bir şeyler öğreniriz. Katil çetesi, iki kişiden oluşuyor olabilir ama yıldız simgeli dövmeleri yapanlar belli ki şebekeden ve Behzat da buna dâhil, hatta İlkhan da…”
“Ya buraya da bir kayıt cihazı yerleştirdiyseler?” diye sordum bir anda.
Teoman kafasını olumsuz anlamda salladı. “Behzat bir kez geldi, Rüzgar’ı görmeye ama hep gözümüzün önündeydi.”
Sertçe yutkundum. “Peki Rüzgar’a hediye olarak ne getirdi?” diye sorduğum an Teoman gözlerini belertti.
Erkin, “Sakın oyuncak bebek falan deme, bak şuraya düşüp bayılacağım artık!” dedi hiddetle.
“Bir tişört aldı.” Ablamın arkadan gelen sesiyle başımı kapıya doğru çevirdim, sanırım bir süredir bizi dinliyordu. “Ve hayır, ses kayıt cihazı yerleştirmediler.”
Varan Alp, Teoman’a doğru dönüp kısık bir sesle “Abi nasıl bu kadar eminsiniz? Etrafa bakalım,” deyince Teoman da imkân vermiyormuş gibi başını yukarı kaldırdı.
“Yok Varanım ya, imkânsız. Zaten çok az kaldılar.”
Mir Beyaz, ablama doğru kısa bir bakış attıktan sonra “İnşallah öyledir,” dedi neredeyse fısıldar gibi.
“O zaman ne yapacağız? Söyleyin şimdi…” dedim ben de bıkkınlıkla.
Varan Alp, sesli bir nefes verdikten sonra “Benim aklımda bir şey var…” deyince merakla başımı ona doğru çevirdim. Onunla aynı ortamda durmak bile canımı yakıyordu, kalbim acıyordu ama durmak zorunda olmak daha da zordu benim için. Melek için her şeye katlanmak zorundaydım.
“Anlat…” dedi Teoman da.
ERTESİ GÜN
Gelmekten belki de en çok çekindiğim yerlerden birindeydim bugün: Yücesoy Holding’in tam karşısında.
Varan Alp’in planını uygulamaya geçirecektik, bu yüzden benim buraya gelmem gerekiyordu. Elimde tuttuğum sigara kutusuyla öylece haber gelmesini bekliyordum. Bana içeri girmemi söylediklerinde içeriye girecektim.
Hukuka aykırı olduğundan ötürü Behzat Ali Yücesoy’un planlarımız doğrultusunda varacağı mekân ve gördüğü tüm şov, yalnızca bize katilin gerçekten de o olduğunu kanıtlamakla yetmek zorundaydı. Onun azmettirici olduğunu ispatlamamız için delil bulmamız ve mahkemeye sunmamız gerekiyordu, bu yüzden de teknik takip yöntemini kullanacaktık. Elimdeki sigara paketi bunun içindi.
Holdinge neden benim geldiğim de apaçık belliydi: Onların seri katil olduğunu bilen tek kişi bendim, yani onlar o şekilde biliyordu ve benimle rahatça konuşabilirlerdi, belli edebilirlerdi; biz de ispatlayabilirdik.
Telefonuma gelen mesajla beraber gözlerimi fal taşı gibi açıp elimi cebime daldırdım, telefonumu çıkardığım an ekranda beliren mesajla beraber harekete geçtim:
SARP: Miray, yavaş yavaş içeriye girebilirsin.
Yönümü tamamen şirketin giriş kapısına çevirdim ve ağır adımlarla ilerlemeye başladım. Buradan kan ter içinde ayrıldığım anları düşünmemeye çalıştım, emin adımlarla şirkete giriş yaptım. Elimdeki sigara kutusunu gören güvenlikle bakıştım, sonra da gülümseyerek turnikelere doğru ilerledim.
“Merhaba,” dediğim sırada güvenlik, turnikelerin arkasından bana doğru yürüdü.
“Buyurun.”
“Emirhan’ın arkadaşıyım ben, kendisi şirketin avukatlarından.” Güvenlik arkasını döndüğü an tam da anlaştığımız gibi Emirhan buraya doğru yürüyordu, beni görmüştü. “Kendisi de geldi zaten.”
Emirhan, güvenliğe “Arkadaşım kendisi,” diyerek beni içeriye aldı. Güvenlik pek sorun çıkarmadı, ben de şirkete girebildim. “Miray, nasılsın, iyi misin?”
“İyiyim, sağ ol.” Birkaç saniye boyunca sadece yürüdük, ardından hâl hatır sormam gerektiğini fark ettim. “Sen nasılsın? Nasıl gidiyor?”
Beraber asansöre bindik. “Çok iyi. Burası harika ya…” Asansörde bizim dışımızda sadece genç bir kadın vardı, o da arkamızda duruyordu. “Sen İlkhan’a ne sürprizi yapacaksın ki?”
Zorla gülümseyerek “Hayırlı olsuna geldim, ikinize,” deyince şaşırdı.
“Ha…” Pek anlamamış gibiydi. Asansörden iner inmez “İlkhan, Behzat Bey’in odasında. Hem senin akraban oluyor, çekinmezsin, içeriye geç istersen,” deyince başımı Behzat Bey’in odasının olduğu yöne doğru çevirdim. Hemen sol tarafta asistanının masası vardı, içeriye girerken karışabilirdi.
“Ben o zaman Behzat Bey’in odasına geçeyim, sonra yanına geliriz,” dedikten sonra cevap vermesini beklemeden koridorun sonuna doğru yürüdüm.
Asistan, odaya doğru yürüdüğümü görünce kaşlarını kaldırıp ayağa kalktı fakat dudaklarını aralamasına rağmen yüzümü kapıya doğru çevirip kapıyı çalmadan açtım. Arkamdan gelen “Hanımefendi, ne yapıyorsunuz?” seslerine pek aldırmadığımda eş zamanlı olarak Behzat’ı ve İlkhan’ı kahve içerken görünce sinirim epey bozulmuştu.
Fakat asla belli etmedim.
“Ooo…” dedim abartılı bir üslupla. “Afiyet olsun. Bana yok mu?”
İlkhan önce bana, ardından arkamdan koşa koşa gelip kapının pervazında duran asistana baktı. Behzat olacak şerefsiz de “Tamam, sıkıntı yok,” diyerek asistanını gönderdi.
“Kusura bakmayın efendim,” dedikten sonra kapıyı kapatan asistana bile öfke dolu bakışlarımı esirgediğim söylenemezdi.
İlkhan, “Ben de tam bana yapıştırdığın tokattan bahsediyordum, Miray,” deyince dişlerimi sıkmaya devam ettim. Midem bulanıyordu. İkisinden de.
Sigara kutusundan gözlerini ayıramayan Behzat Bey, “Bizi zehirlemek için sigara mı getirdin?” diye sorunca dalga geçer gibi kıkırdadım. Bir süre hiç konuşmadım ve tehditkâr bakışlarımı savunmakla yetindim.
“Siz zaten zehirlenmişsiniz ve bu apaçık belli.”
Sigara kutusunu masasına fırlatınca masa sarsıldı, sonra da masanın üstünde duran bir fotoğraf karesi devrildi. Diğer elimde duran su şişesini de ilgi çekmemek için yere fırlatınca ikisi de bana tımarhane kaçkınıymışım gibi bakakalmıştı.
İlkhan, sesini hafifçe incelterek “Biz mi?” diye sordu şaşkınlıkla. “Sigaradan zehirlendiğimizi tahmin etmiş.” Behzat’a doğru döndü. “Akıllı kız.” Tam sesimi yükseltip ona haddini bildirecektim ki “Gerçi biz ona itiraf edene kadar anlamadı ama… Yine de yaşayabileceği kadar zekâsı vardır diye tahmin ediyorum,” deyip ayağa kalktı. Tam karşımda durdu. “Tabii bir sonraki 17 Eylül’e kadar…”
Daha açık konuşmaları gerekiyordu, bu yüzden onlarla konuşmaya çalıştım.
Sükunetimi korumak için ellerimi yumruk hâline getirip sıktım. “Niye?” diye sordum, gayet samimi bir şekilde. “Neden? Ne yaptım ben sana ben mesela?”
İlkhan’ın yüzündeki neşe, aniden soldu. “Ne mi yaptın?” dedi dişlerinin arasından. Öfkeli bakışları kendini belli edince ürktüm ve geriye doğru ilerlemek istedim fakat sabırlı oldum, dimdik durdum. “Hayatımı mahvettin!”
“Ben mi?” diye sordum hiddetle. “Ben doğduğum gün sana ne yapmış olabilirim İlkhan? Sen geri zekâlı mısın? Hem sen 1999 doğumlu değil miydin?” Sabrımın sonuna gelmiştim. “Sen daha dünyada bile değilken sana ne yapmış olabilirim?”
İkimizden de sakin duran Behzat, “Siz doğdunuz ama bir başkası öldü,” diye fısıldadı sessizce. Sesi duyulmuş mudur, diye düşünüp kaşlarımı çatarken kahvesinden bir yudum alınca soğukkanlılığı karşısında hayrete düştüm. Nasıl bu kadar sakin kalabiliyordu? “Sen de sakin ol,” diyen Behzat, İlkhan’a sandalyeyi işaret etti.
“Kim öldü?” diye sordum öfkeyle. “Düzgün anlatın artık şunu!”
İlkhan öfkeyle gülüp “Bilmem! Sen avukatım diye geçiniyorsun… Beynin olsaydı da anlasaydın…” deyip sandalyeye tekrardan yerleşti.
Onların kanını vücudumda taşıdığım için kendimden iğrenerek midemi tuttum, kusmama ramak kalmıştı ama sabretmek zorundaydım.
“Sizi uyarmaya geldim,” dediğimde ikisi de kısık gözleriyle bana bakmaya başladı, o an ikisinin gözlerinin ne kadar benzediğini fark ettim. Biri maviydi, diğeri kahverengi fakat o kadar benziyordu ki bakışları, kardeş olma ihtimalleri çok yüksek gelmişti.
İlkhan, “Dalga geçiyor bizimle ya…” diyerek bacağını bacağının üstüne attı. “Ne uyarısıymış? Hayırdır? 17 Eylül’de bizi esir mi alacaksın? Ne yapacan? Sen de bizi mi öldürecen?” Sesi aniden yükseldi. “Gurur duyarım! Onur duyarım! Anladın mı?”
Onlar gibi soğukkanlı durmaya çalıştım. “Hayır,” dedim ve ikisi de yüzümdeki öfkeli ifadeyi görsün diye tam karşılarında durmak için iki adım attım. “Kısasa kısas.” Onların karşısında durmak bile zorken psikopat taklidi yapmak daha da zorlamıştı beni. “Eğer suçunuzu itiraf etmezseniz ben de sizi sevdiklerinizle sınarım ve bunu hiç acımadan yaparım.”
Beklemeden kapıya doğru yürüdüm ve kapıyı aralar aralamaz “Ne?” dediğini duydum Behzat’ın. “Sen ne saçmalıyorsun?”
“Anlarsınız birazdan!” dedim öfkeyle. Ardından hiç beklemeden odadan çıktım ve kapıyı sertçe kapattım.
Kendime gizlenecek bir alan aradım. İleride bekleme koltukları vardı, hemen arkasında da dar bir koridor. Çıkış, asansörlerin olduğu diğer tarafta olduğundan ötürü dar koridora doğru ilerledim ve odadan çıkmalarını bekledim.
HÂKİM BAKIŞ AÇISI
Kapı kapanır kapanmaz gözlerini kısarak “Abi ne diyor bu?” diye soran İlkhan, pek ürkmese de gerçekten anlamadığından ötürü abisine kapıyı işaret ederek soru yöneltmişti. “Bizim bizden başka kimimiz varmış da zarar verecekmiş? Katıksız salak herhalde…”
Behzat’ın gözleri, masada duran sigara kutusuna değdiğinde az önce görmediği bir detay fark etti. “İlkhan…” dedi, kutuya bakarken.
“Ne?” diye hiddetle patlayan İlkhan, abisinin bakışlarını fark edip kendisini de o yöne doğru çevirdi. Masanın üstünde duran sigara paketinin üstünde, yıldız simgesi vardı. “Eee? Ne var bunda?”
Behzat, başını olumsuz anlamda sallarken “Anlamış mıdır sence?” diye sordu.
İlkhan, bıkkın bir nefes verdi. “Sence anlasa hâlâ aptal aptal soru yöneltir miydi bize? Miray zeki görünür ama aslında aptalın tekidir.” Küçümseyici bir bakışla kapıyı işaret etti. “Şimdi dışarı çıkmış, topukluların üstünde yürürken millet onu süzdüğünde ‘Ben mükemmelim!’ diyerek egosunu tatmin etmekle meşguldür. Üniversitede de böyleydi, hep böyleydi…”
Behzat tam dudaklarını aralayıp İlkhan’ın düşüncelerini yorumlayacaktı ki ceketinin cebinde duran telefon, titremeye başladı. “Bir saniye,” diyerek iç cebine elini götürdü, ardından telefonunu çıkardı. Bu bir arama değildi, ona bir mesaj gelmişti. “Laptop nerede?” diye sordu mesajı görür görmez.
İlkhan, çekmeceyi işaret etti. “Çekmeceye koymadın mı? Hayırdır? Varan Alp Çakmak, sonunda dava hakkında bir şeyler mi konuşmuş?” Sırıttı. “Aç da dinleyelim.”
Behzat, bir anda bu kadar ters vukuatın ardı ardına gelmesini normal bulmasa da merakından laptopu çekmeceden çıkardı ve masasının üstüne yerleştirdi. Gerekli şifreleri girdikten sonra sonunda ekran açıldı ve ses kayıt cihazının üç dakika önce kaydettiği güncel ses, oynamaya başladı.
Varan Alp’in sesiydi.
“Ya ablam enişteme ulaşamıyormuş, Buket’in kreşinde yangın çıkmış!” İlkhan da Behzat da aniden ayağa kalktılar. “Ben de oraya gidiyorum abi, ablam bekliyor. İçeriye kimseyi almıyorlarmış!”
“Abi ne oluyor?” diye soran İlkhan’ın beynine kan gitmedi. “Ne oluyor ya? Buket’e ne olmuş?”
Behzat’ın eli ayağı boşalır gibi oldu. “Bunlar ses kayıt cihazı taktığımı anlamış olmasınlar?”
İlkhan, kısa bir süre düşündükten sonra “İyi de anlasalar zaten direkt seni ifadeye çağırmazlar mıydı? Kreşi ara ya! Hadi! Ne duruyorsun?” deyince ses kayıt cihazından bir ses daha yükseldi:
“Ya abi ulaşamıyormuş işte!” diye gür bir sesle, şokla konuşan Varan Alp’in bu denli bir performans sergileyemeyeceğini düşünen ikili, göz göze geldi. “Bilmiyorum abiciğim, bilmiyorum! Ben geçiyorum kreşe, hadi!”
“Abi Buket…” diyen İlkhan’ın gözleri fal taşı gibi açıldı.
İkisinin de aklına gelen tek senaryo, Miray’ın kreşi ateşe vermiş olmasıydı.
Bir dakika içerisinde İlkhan da Behzat da Behzat’ın odasını büyük bir hızla terk etti. Miray, odanın kapısı açıldığı an başını geriye çekip ikisinin de şirketten çıkışını izledi ve bir yandan da asistanın olduğu yönü kontrol etti. Hızlı olması gerekiyordu.
İlkhan ve Behzat, asansöre bindiği an Miray koşa koşa asistanın yanına doğru ilerleyip “Pardon,” dedi gülümseyerek. “Ben içeride sigara paketimi unuttum, bana onu getirebilir misiniz ya da ben alabiliyor muyum?”
Asistan, “Ben getireyim, bir saniye,” derken diğer yandan da kaşlarını çatarak asansöre binen patronuna bakıyordu. “Bekleyin, getiriyorum.”
Bir süre daha masada oyalanan asistan, birkaç saniye sonra masasından ayrılıp Miray’ın yanına doğru yürüdü.
Miray, telefonuna gelen mesajla başını ekrana çevirdi:
SARP: Miray, dinledik hepsini.
SARP: Başlıyoruz.
Okuduğu mesajla birlikte koridordan tamamen ayrılan Miray’ın gözleri önce asistanı buldu, ardından Behzat Ali Yücesoy’un odasının kapısını. Asistan kadın hem Behzat ile İlkhan’ın arkasından far görmüş tavşan gibi bakakalırken diğer yandan da Miray’ı odanın önünde olduğundan süzmekle meşguldü.
Asistan, Behzat’ın odasına girdiği an Miray, birkaç metre ileriden ona doğru yürüyen Sarp’ı görüp derin bir nefes verdi; rahatlamıştı.
“Sarp,” diye neredeyse fısıldayan Miray’ın karşısında duran Sarp, diğer yandan da Behzat’ın odasını kontrol etti. Aralık duran kapının önünde beklerken asistanın içeride olduğunu fark etti. “Asistan içeride.”
Sarp, tok bir sesle “Kreşin önündeler,” dediğinde Miray, Behzat’ın odasından çıkan asistan kadını fark etti. Asistan, sigara kutusunu Miray’a uzatınca Sarp da Miray da kısa bir süre bakıştılar, ardından hemen şirketten ayrıldılar.
KREŞ
Kreşin hemen az ilerisinde bulunan karavanın içine yerleştirilen sistemden içerideki görüntülere ulaşan Cumhuriyet Savcıları Varan Alp Çakmak ve Erkin Gümüşpala, henüz alana yeni varmışlardı. Sandalyede oturan polis memuru, görüntüleri tek tek açıklarken diğer yandan da Mir Beyaz, kreşin hemen az ilerisinde elindeki araç gereçlerle hazır bir şekilde bekliyordu. Kreş boşaltılmıştı, içeride kimse yoktu ama dışarıya duman veriliyordu. Her şey planlanmıştı.
“Sayın Savcım,” diyen polis memuru, yakınlardaki mobeseyi işaret edip siyah aracı gösterdi. “Bu, kuvvetle muhtemel beklediğimiz şahsın aracı. Yaklaşık dört dakika sonra buraya varacağını tahmin ediyoruz.”
Erkin ve Varan Alp, göz göze geldiler. Erkin direkt “Gazamız mübarek olsun o zaman. Ya herrü ya merrü…” deyip kameraları kontrol etmeye devam etti. “Sen Sarp’la konuştun mu komiser?”
“Teoman Komiserim az önce bilgilendirdi, Sayın Savcım. Sarp Komiserim ile Avukat Hanım, şirketten çıkış yapmışlar. İşleri sonlanmış. Emniyete geçiyorlar.” Polis memuru, tüm görüntüleri tekrardan kontrol etti. “Son üç dakika.” Kulağındaki kulaklığa parmağını bastırdı. “Mir Beyaz Komiser, son üç dakika.”
Varan Alp, sessizce karavanın camından dışarıyı izlerken kreşten yükselen dumanları fark etti. Daha sonra polis memuruna doğru eğilip “Araçtan gürültü sesleri açacaklar mı? Şimdiden açsınlar, sıkıntı çıkmasın,” diye uyarısını yaptı.
“Anlaşıldı savcım.” Polis memuru tekrardan işaret parmağını kulağına bastırdı. Kulaklıktan sesi yükselince araçta bekleyen Teoman ve yanında duran Umay, onu rahatlıkla duyabildiler: “Teoman Komiserim, Varan Alp Savcım sesi araçtan açsınlar, dedi.”
Teoman ve Umay, gerekli ayarları yaptıktan sonra araçtan yüksek desibelde, kalabalık insan sesleri yükselmeye başladı.
“Son bir dakika,” diyen polis memuru, Behzat’ın aracı yaklaşınca savcılara doğru döndü. “Mir Beyaz, son bir dakika. İçeriye girdikleri an harekete geçeceksin.”
Erkin, karavanın camından bakarken Varan Alp’e “Bak birazdan kelle götürür gibi içeriye girdiklerinde hepimiz katil olduklarını biliyor olacağız,” deyince kendisi de inanamıyordu. Varan Alp, Erkin’i pek dikkate almayarak dümdüz bir ifadeyle dışarıya bakmaya devam etti. “Hatta belki de ses kaydında bile itiraf etmişlerdir… Olamaz mı?”
“Sayın Savcım, geldiler,” diyen polis memuru, işaret parmağını kulaklığa bastırdı. “Mir Beyaz, otuz saniye sonra,” diye uyarısını geçti.
Varan Alp de Erkin de pürdikkat bir vaziyetle gözlerini kamera kayıtlarının olduğu bilgisayara doğru yönlendirdi. Tam da bekledikleri gibi İlkhan da Behzat da koşa koşa ses güruhunun geldiği bölgeye ve dumanların çıktığı alana hiç beklemeden girdiler.
“Tam tahmin ettiğimiz gibi, Behzat kızı Buket’i önemsiyor.” Erkin, kamera kayıtlarını işaret etti. “İlkhan da aynı şekilde… Yeğenine değer verdiği aşikâr.”
Kamera görüntüleri şu şekildeydi: Behzat da İlkhan da koşa koşa kreşe doğru ilerlemişti. Behzat, kreşin girişini bildiğinden ötürü yönünü sola doğru çevirdiğinde bunu içeriden gelen dumanlardan ötürü polis memurları da savcılar da görememişti.
Behzat, tongaya düştü ve kendisini asla yanmayan kreşe doğru attı.
Peşinden de İlkhan…
“Abi ne oluyor?” diyen İlkhan, önce içeriye sonra da abisine döndü. “Yanmıyor burası.”
Behzat hâlâ oltaya geldiklerinin farkında değildi. “Yoksa söndürdüler mi? Söndürmüşler mi?”
İlkhan, dehşet bir ifadeyle gözlerini belertirken “Siktir…” diye mırıldandı. “Has siktir…”
Behzat, İlkhan’ın döndüğü yöne kafasını çevirip duvara baktığında duvardaki yıldız simgesine bakakaldı. Oyuna geldiklerini anlayan Behzat ve İlkhan, zorla yutkundular.
“Ne oluyor?” diye sordu Behzat bir anda. “Bu ne demek şimdi İlkhan?”
İlkhan dişlerinin arasından “Hiçbir bok yapamazlar,” diye tısladı. “Hem de hiçbir bok! Hiçbir şey bildikleri yok!” Ortalığı gerçekten de yakmak istiyordu. “İspatlayamazlar. Sakin ol. B planımızı düşün. Tamam mı?”
Dışarıdan gelen siren sesleri, Behzat’ın kalbindeki ağrıyı katbekat artırdı. “Peki…” diyen Behzat, kalbine götürdü elini. “Peki bu ne demek İlkhan?”
İçeriye giren iki Cumhuriyet Savcısı da adımlarını atar atmaz İlkhan da Behzat da o yöne döndü. “Bu ne demek, biliyor musun Behzat Ali Yücesoy?” Erkin, savcı kimliğini cüzdanının şeffaf kısmını açarak havaya kaldırdı. İkilinin gözüne sokarcasına “17 Eylül davasında şüphelisiniz, demek,” dedi ve sert bir bakış attı.
İlkhan çokbilmiş bir tavırla “Hangi gerekçeyle Sayın Savcım?” diye sorup diğer yandan da ölümcül bir bakış attığı Varan Alp’e de seslenmişti aynı zamanda. “Yoksa oyun mu oynadınız bize? Pek anlayamadık. Bu ne demek?” Kollarını göğsünde bağladı.
“Yok,” dedi Varan Alp de. “Tanık beyanı neticesinde hakkınızda tutuklama talep edildi.” Behzat, Varan Alp’e bakarken gözlerini kısmıştı. “Hakkınızda tutuklama emri var, zorluk çıkarmayın. Emniyete kadar yoracağız sizi.”
Erkin, dalga geçercesine güldü “Ha bir de neydi ya?” deyip kaşlarını çattı. Parmaklarını şıklatarak “Tamam, doğru…” deyip Behzat’a döndü. “Anneniz… Anneniz Yıldız Çevik nerede?”
Polis memurları içeriye girip İlkhan’ı da Behzat’ı da kollarından tutarken “Benim annemin adı Yıldız değil!” diye bağırdı İlkhan. “Ne saçmalıyorsunuz? Bizi gizli gizli dinlediniz mi? Ne hakla?” diye ciyaklamaya devam etti.
“Ne hakla mı?” diye arkasından bağıran Varan Alp’in öfkeden gözü dönmüştü. “Bir Cumhuriyet Savcısının evine gizlice ses kayıt cihazı yerleştirmediniz mi, avukat? Bunun suçunu bilmiyor musun, ha? O hakla olmasın?”
Erkin, “Tamam, sakin,” diyerek Varan Alp’in omuzuna elini yerleştirdi. “Hadi, emniyete gidelim.”
MİRAY, EMNİYET
Sarp’ın odasında stresten tırnaklarımı kemirerek sandalyede öylece otururken büronun orta kısımlarında bir hareketlenme sezdim. Başımı direkt olarak sağ, arka tarafıma çevirdiğimde Sarp da eş zamanlı olarak ayağa kalkıp cam kapıdan dışarıyı izlemişti.
“Şimdi ne olacak?” diye sorduktan sonra ben de ayaklandım.
Behzat Ali Yücesoy’un kimlik bilgilerini kontrol ettikten sonra anne adının Yıldız olduğunu fark etmemiz çok uzun sürmemişti, bu yüzden onu ifadeye alabilecek bir bilgi vardı elimizde. Fakat azmettiriciliğini kanıtlamamız için de kimliğinin hemen ardından ofisindeki laptoptaki bilgilere ulaşabilmek için bir oyun hazırlamıştık.
Varan Alp’in evine ses kayıt cihazını yerleştiren Behzat olduğundan işimiz daha da kolay hâle gelmişti. Behzat’ı ses kayıt cihazı sayesinde yönlendirebileceğimiz acil bir vaka varmış gibi yapıp onu oyuna getirmiştik. Kaydolan sesleri dinlediği cihaz her neyse onu bulup emniyet birimlerine ulaştırmamız gerekiyordu ve bunu usule uygun yapabilmemiz için yine bir tezgâh kurmuştuk. Bundan emin olmamız için de içeriye girip bir sigara kutusu fırlatmıştım, o sigara kutusunun içinde de dinleme cihazı vardı; laptoptan dinlediğine emin olduğumuz an, harekete geçmiştik. Böylelikle planlarımız tıkır tıkır işlemişti.
Sarp, birkaç saniye sonra sorumu “Şimdi Ceyda Savcı ifadelerini alır muhtemelen,” diyerek büroyu işaret etti. “Sen de gelecek misin izleme odasına?”
“İzin varsa elbette gelirim,” diyerek Sarp’ın peşine takıldım.
Odadan ayrıldıktan sonra bürodaki hareketliliğin tam da sorgu odasının önünde olduğunu fark edip zorla yutkundum. Günlerdir hatta aylardır bu anı beklediğim için çok gerilmiştim. Eğer itiraf ederlerse bu iş bitecekti, kökünden.
“Sayın Savcım buyurun!” Korhan Amir’in sesini işittiğim gibi arkamı döndüm, Ceyda gelmişti ve onu sorgu odasına geçirmek için öndeki kalabalığı dağıtmaya çalışıyordu. “Savcı geçiyor! Açılın kızım, oğlum! Hadi!”
Ceyda sorgu odasına girdikten birkaç saniye sonra da önce Erkin izleme odasına girdi, peşinden de Varan Alp. Başımı hemen başka bir yöne çevirdim, Mir Beyaz’la bakıştık.
“Amirim ifadeye Ceyda Savcı’yla ben giriyorum,” diyen Teoman, elindeki dosyayla beraber sorgu odasının kapısının hemen önünde durdu. “Müsaade var mıdır?”
Korhan Amir içeriyi işaret etti. “Diğeri nerede?”
“İlkhan, ifade odasında bekliyor.” Mir Beyaz, ilerideki ifade odasını işaret etti. “Önce Behzat’ın ifadesi alınacak.”
Teoman beklemeden sorgu odasına girince Korhan Amir, izleme odasını işaret etti. “Hadi, siz de girin içeri.”
Korhan Amir cümlesini bitirmeden koşa koşa izleme odasına girdim. Aynanın hemen arkasında duran Behzat’ın yüzü pek solgundu, ayrıca hâlâ çok gergindim.
“Avukatım olmadan konuşmayacağım,” diyordu ben içeriye girdiğimde.
Korhan Amir izleme odasının kapısını kapattığında sandalyeye yerleşen Erkin ve Varan Alp, göz ucuyla arkasına dönüp bize bakmıştı. En sağda duran sandalyeye geçip oturduğumda yaram zonkladığı için elimle baskı yaptım.
“Avukatım dediğiniz kişi, İlkhan mı?” diye soran Ceyda, kaşlarını kaldırmıştı. “Ha yok, pardon…” dedi hızlı hızlı. “Kardeşiniz mi?”
Dünden beri herkes aynı teori üzerinde durmuştu: İlkhan ve Behzat’ın kardeş olduğu teorisi. İkisi de 0 Rh – kan verdiğinden ötürü aklımız bulanmıştı. Bunu önce Varan Alp söylemişti, Behzat Bey’in anne adının Yıldız olduğunu öğrendiğimizde de iyice emin olmuştuk. Hele bugün… Ofislerine gittiğimde ikisinin attığı bakıştan fark etmiştim aralarında bir kan bağı olduğunu. Çok kuvvetle muhtemel kardeşlerdi.
Behzat bir anda kahkaha atarak “Ne kardeşinden bahsediyorsunuz siz?” deyip sol elini havaya kaldırdı. Sağ bacağını sürekli salladığından ötürü stresli olduğunu hepimiz anlamıştık.
“Sesi titriyor, bacaklarını sallıyor, inkâr ederken gözlerini kısıp küçümsüyor yani yalan söylüyor,” dediğimde Varan Alp’le istemsizce göz göze geldik. Hemen bakışlarımı kaçırdım.
Sarp bana katılarak “Kardeşler zaten, aksini iddia edemez ki…” dediğinde başımla onayladım. “Ses kayıtlarında bile belli bu.”
Sorgu odasının kapısı açıldı ve içeriye Emirhan girdi.
“Emirhan girdi,” dedim ve Mir Beyaz’a doğru döndüm. “Avukatı oymuş.”
“İyi,” dedi Erkin öfkeyle. “Artık konuşsun bir zahmet.”
“Hayatta itiraf etmez ki…” dedi Mir Beyaz, kısık bir sesle. “İkisi de çok profesyonel ve ş…” Küfredecekken son anda kendini susturdu.
Teoman, “Geldi avukatın!” diyerek sandalyeyi sertçe çekti. “Buyur Avukat Bey, otur bakalım. Müvekkilin konuşmamakta ısrarcı!”
Emirhan, neye uğradığını şaşırır gibi önce sertçe yutkundu. Daha sonra “Konuşmama hakkı var, isterse konuşmayabilir,” dedi güven verircesine. “Behzat Bey, susma hakkınızı kullanabilirsiniz.”
Ceyda, “O zaman biz soruları soralım, isterse sussun ya da konuşsun… Onun bileceği iş,” diyerek önündeki dosyayı açtı. Teoman, sert bakışlarını Behzat’tan asla esirgemezken Behzat, Teoman’dan pek korkuyor gibi gözükmüyordu.
“Amirim ben mi girsem ifadeye?” diyen Sarp, Teoman’ı işaret etti. “Behzat pek korkmuyor gibi Teoman’dan.”
Korhan Amir ne diyeceğini bilemeyerek bekledi. Sonra da “Teoman kendisi istedi de… Neyse, biraz bekleyelim,” deyince başımı tekrardan sorgu odasına doğru çevirdim.
Ceyda soru sormaya başladı: “Behzat Bey, şirketinizde temizlik görevlisi olarak çalışan Cemile Yormaz’ın verdiği ifadeye göre, İlkhan Taşkın ile beraber Miray Hilde Lalezar’ın çantasına bir ses kayıt cihazı yerleştirmişsiniz. Doğru mudur?”
Melek’in öldürüldüğü gün beni ses kayıt cihazıyla dinlemişlerdi, emindim. Bu yüzden o yaşlı kadını ifadeye almıştık, biraz sıkıştırınca da gerçekleri ötmüştü.
“Hayır tabii ki. Neden böyle bir şey yapayım ki?” Tabii ki itiraz etmişti.
Teoman, iki elini de masaya dayadıktan sonra eniştesine doğru eğilerek “Azmettirici olduğunuz içindir belki? Ondan olmasın?” deyince Emirhan, tuhaf tuhaf bakmaya başladı.
Behzat kahkahalarla bir süre sadece tavana baktı. “Böyle bir şeyi neden yapayım?”
Ceyda direkt lafa girdi: “Anneniz Yıldız Çevik nerede? Hakkında gaiplik kararı verilmiş, seneler sonra siz başvurmuşsunuz…”
“Bilmiyorum. Ben yetimhanede büyüdüm, sayılır...” diyen Behzat’ın sesi bu kez daha öfkeliydi. Titremişti. “Sonra da annemin bir arkadaşı yapmam gerekeni söyledi, ben de yaptım. Bana annemden kalan tek miras, bir evdi. Bu yüzden gaiplik davası açtım.”
Teoman, “Onu biliyoruz, yazıyor burada!” diye bağırdı yüksek bir sesle. Emirhan Teoman’ın sesi yüksek çıktığında uyarmadığından ötürü ümitlendim, belki de artık Behzat’ı savunmazdı. “Nerede koptun? Kaç yaşında annenden ayrıldın? Anlat! Yedi sene mi, sekiz sene mi? Ne zaman? 1998 senesinde mi?”
Behzat yineledi: “Hatırlamıyorum.”
Sarp, “Konuşmayacak bu,” dedi sinirlenerek. “Amirim, izin verin, ben gireyim ifadeye…” dediğinde herkes cık cıklamaya başladı.
Ceyda bu kez daha sert bir dille “17 Eylül cinayetleriyle bir bağlantınız var mı, Behzat Ali Yücesoy?” diye sorunca Behzat tekrardan kafasını olumsuz anlamda salladı. Ceyda bıkkınlıkla geriye doğru çekilip elindeki dosya kâğıdıyla yüzüne hava yaptı. “Emrimle yapılan teknik takip sonrası ses kayıtlarında, İlkhan Taşkın ile olan samimiyetiniz kafa karıştırıcı. Bunun hakkında ne söyleyeceksiniz?”
“İyi anlaşıyorum onunla,” dedi Behzat geri zekâlısı.
Ceyda, tuhaf bir yüz ifadesiyle “İş yerinizde yeni çalışmaya başlamış bir avukatla nasıl bu kadar fazla samimiyet kurabildiniz?” diye sorunca Behzat, bilmiyorum dercesine dudaklarını büzdü. “Cümlelerinizi dinledik, oldukça şüphe uyandırıcı. Eğer konuşmazsanız adliyeye geçeceğiz, karşıma çıkacaksınız ve hakkınızda tutuklama emri isteyeceğim. Buna razıysanız eğer susun.”
Behzat, “Ben bir şey yapmadım,” diye tekrarlayınca Ceyda hemen sertçe konuştu:
“İyi.” Ayağa kalktı hiddetle. “Şahsı nezarete atın, diğer şahsı sorgu odasına alın.”
“Emir anlaşıldı,” diyerek odadan ayrılan Teoman’dan sonra izleme odasındaki herkes bir anda konuşmaya başladı. Kimin ne dediğini duymadım bile.
Oflayarak “Bizim soracak sorumuz bile yok ki…” dediğimde herkes yüzünü bana doğru çevirdi. “Adam inkâr ediyor ki zaten itiraf etmediği sürece onu daha fazla tutuklu tutamayız. Ses kaydında azmettirici olduğunu itiraf etmemiş zaten… Sadece şüpheli birkaç cümle var, onlar da işimize yarar mı yaramaz mı belli değil.”
“Diğerini içeri alsınlar, ondan bir şey çıkar belki,” diyen Korhan Amir’in bu söylediği bile yüreğime su serpmemişti. Bütün enerjim düşmüştü. “Hadi, Sarp… İlkhan’ı odaya al.”
Sarp odadan ayrılır ayrılmaz Erkin, Mir Beyaz’a doğru dönerek “Sen de Teoman’a söyle, Behzat’la muhatap olmasın. Kimse Behzat’la konuşmayacak,” dedi.
“Tamamdır savcım.” Mir Beyaz, istemeyerek de olsa ayağa kalktı, sonra da izleme odasından çıktı.
Korhan Amir, “Ses kayıt cihazından ne çıkmış? Sen dinledin mi?” diyerek bana soru yöneltti.
Başımla onayladım. “Ben çıktıktan sonra kendi aralarında konuşuyorlar. Savcının evine,” dediğim an Varan Alp’le göz göze geldik. Ona ismiyle hitap etmemiştim, savcı demiştim. “Ses kayıt cihazı yerleştirdiğini itiraf ediyor, bu işimize yarar ama cinayet itirafı yok.”
Erkin hareketlenerek sorgu odasını işaret edince İlkhan’ı, Emirhan’ı ve Sarp’ı gördüm. Üçü aynı anda sorgu odasına girmişti ve Emirhan, neye uğradığını şaşırır gibi bir İlkhan’a bakıyordu bir Sarp’a.
İzleme odasının kapısı açıldı ve içeriye bu kez Teoman girdi. Herkes bir yerlere girip çıktığı için başım dönmüştü.
Korhan Amir, “Teo, Sarp mı girecek ifadeye?” diye sorunca Teoman başıyla onayladı. “Behzat ne âlemde?”
“Amirim bilmiyorum.” Teoman da kendisine tekerlekli sandalyelerden birini çekti ve sorgu odasına bakmaya başladı. “Şimdi bizim elde ettiğimiz ses kaydında açık bir şekilde katil olduklarını belli eden herhangi bir cümle kurmuyorlar. Avukatları çıkarır bunları. Yani çok zor…”
“Öyle kolay mı ya?” diye çıkıştı Erkin, bir yandan bize diğer yandan da sorgu odasına yerleşen İlkhan’a bakarak. “Ses kayıt cihazı yerleştirdiğine dair sesler var… Ulan bu insanlar keyfine mi Varan Alp’in evine ses kayıt cihazı taktı? Olmaz öyle şey!”
Sıkıntılı bir bakışla onlara doğru döndüğümde, “Suç aleti ortada yokken mahkûmiyet almaları bana pek olağan gelmiyor,” diyerek içimdeki sıkıntıyı dile getirdim. Aslında kurduğum cümle, hepimizin bildiği bir şeydi ama gerçekçi olmak zorundaydım; en azından içimizden biri gerçekçi olursa işimiz daha da kolaylaşırdı.
“Mahkûmiyet gelmez ama tutuklu yargılanır, süreç de epey uzar,” dedi Varan Alp de.
Burada değilmiş gibi davrandım ve sorgu odasına tekrardan döndüm. Tam İlkhan’ın pişkin suratına odaklanmıştım ki içeriye Ceyda girdi. Sarp’la beraber ifade almaya başladılar.
“İlkhan Taşkın…” Ceyda, İlkhan’ın karşısına oturdu. “Anlat bakalım İlkhan, 16 Eylül 2027’de neredeydin? Miray Hilde Lalezar’ın çantasına neden ses kayıt cihazı yerleştirdin? Behzat Ali Yücesoy’la işin ne?” Ceyda tüm soruları tek tek sıralarken İlkhan pek dinlemiyor gibiydi.
Sarp yüksek bir sesle “Lan konuş!” diyerek masaya vurdu. “Bu pişkinlik ne, alooo?”
İlkhan, gözlüğünü düzeltirken burnunun kemerini sıktı. “Pişkinlik derken?”
Sarp, İlkhan’ın onunla dalga geçtiğini anlayarak “Hapislerde sürünmemek için ifade vermen gerekiyor ama sen lisansını hukuk üzerine değil de tiyatro üzerine yapmış gibisin, diyorum,” dediğinde bugün ilk defa gülümsedim.
Ceyda, daha da üstüne giderek “Sorularımı cevaplamamak tabii ki bir seçenek, susma hakkınızın olduğunu bir avukat olarak biliyor olmanız hoş,” deyip dalga geçti onunla. “Fakat karnınızdaki kurşun yarası, 16 Eylül’ü 17 Eylül’e bağlayan gece boyunca sinyalinizin evinizde gözükmesi ancak buna tezat bir şekilde banka kartınızda Gebze taraflarında saat on bir gibi yapılan bir alışveriş gözükmesi benim nezdimde pek iyi haberler getirmeyecek, gibi görünüyor. Şayet susarsanız iddianamemde aleyhinize kullanabileceğim çok fazla…”
“Pardon…” diyerek savcının sözünü kesen İlkhan, dalga geçer gibi güldü. “Benim kartımdan alışveriş yapan kişinin ben olduğumu nereden çıkardınız?” Gözleri kısıldı, kollarını göğsümde bağladı. “Benim içim çok rahat, Ceyda Savcım… Çiğ yemedim ki karnım ağrısın…”
Sarp, “Senin kartından alışveriş yapan kişi dedem mi lan o zaman?” dedikten sonra İlkhan’a doğru eğildi. “Bana bak avukat, karşında savcı var, düzgün konuş…”
Emirhan, “Komiserim siz de biraz daha nazik olursanız daha iyi olur,” dediğinde Erkin’in oflama seslerini işittim. Birazdan içeriye dalıp İlkhan’ı pataklayacakmış gibi hissediyordum.
“HTS kaydım evde olduğumu kanıtlıyor bence,” diyen İlkhan iki gözünü birden kırptı. “Yolda saldırıya uğradığımı, karnımın o şekilde yaralandığını da size belirtmiştim, Sayın Savcım.” Yüzünü tamamen Ceyda’ya çevirdi.
Ceyda bıkkın bir nefes vererek “O hâlde ses kayıtlarını nasıl açıklayacaksın, İlkhan? Kabul et, yolun sonuna geldin. Cinayeti itiraf et artık…” dediğinde İlkhan diliyle dudağını yalayıp bir süre sırıttı. Yüzünü ekşiten Ceyda, “Senin yerinde olsam ağlardım,” diyerek ayağa kalktı. “Çünkü gülümseyerek güçlü göründüğünü zannederken…” Duraksadı. “Neyse, ifade sonlanmıştır. Şahsı nezarete atın. Derdini mahkemede anlatır artık, tabii konuşacak yüzü olursa.”
Sarp, Ceyda’nın arkasından bakakaldı.
“Ya bu kadın niye ifadeyi kısa kesip duruyor?” diye patladı Erkin, sonra da ayağa kalktı. “Daha sorulacak çok soru var.”
Korhan Amir, “Savcım herifler belli ki konuşmayacak…” diyerek oturduğu yerden kalktı. Teoman, ayağa kalkıp Varan Alp’in tam karşısında durunca görüş açım tamamen kapandı. Sadece Varan Alp ile Teoman’ı görebiliyordum.
Erkin, “Ben gidiyorum ya,” diyerek ceketini giyinmeye başladı. “Şimdi tebelleş olurum, başımı belaya sokarım…”
“Buyurun Sayın Savcım,” diyen Korhan Amir, Erkin’le beraber izleme odasından çıktı.
Teoman, Varan Alp’e kaş göz işareti yapınca ayağa kalktım. “Enişte geliyor musun?” diye sordum toparlanırken. Çantamı masanın üstünden alıp omuzuma taktım. “Size gidiyorum.”
Teo, “Ben bugün buradayım, akşam yine ifadeye alırım bunları,” deyip parmağını şıklattı. “Gece yani. Ötmezlerse de Ceyda Savcı hemen Sulh Ceza’ya çıkarır.”
“Tamam, haber verirsin,” dedikten sonra yürümeye başlayacakken eniştem kolumdan tuttu. “Ne?” dedim ben de kolumu tutan koluna bakarak. Tam o sırada da Varan Alp ayağa kalktı ama suratına bakmadım.
Eniştem, kolumu bıraktıktan sonra Varan Alp’e dönüp “Siz beraber gidin şimdi şey…” deyince kaşlarımı çattım.
“Niye?” diye sordum sertçe. “Ben tek başıma gidemiyor muyum?”
Teo, bu denli çıkışmamı beklemediğinden başını geriye doğru hareket ettirdi. “Ya kızım kurşunlanmadın mı sen?” Bahane uyduruyor gibiydi. “Varan Alp seni bıraksın işte…”
“İstemez, kalsın,” diyerek izleme odasından çıktığımda, peşimden seslense de dönmedim.
Oldu!
Dünden sonra o meseleyi kapatmıştım ben ama sanırım eniştemin ya da Varan Alp’in bundan haberi yoktu.
Bir polis memuru koşuştura koşuştura yanımdan geçip tam bir iki metre ilerimde duran Korhan Amir’in yanına ilerledi ve “Amirim,” dedi nefes nefese. “Cinayet var.”
“Hayda!” diyen Korhan Amir, iki elini de birbirine çarptı. Gözleri muhtemelen Sarp’ı ya da Teoman’ı aradı, bir ara göz göze geldik. “Teoman ilgilensin, haber ver komiserine,” diyerek ileriyi işaret etti.
“Emir anlaşıldı amirim,” diyen genç kadın, yanımdan koşarak ayrıldı.
Korhan Amir’in elindeki belgelere bakarken “Cinayet mi var yine?” diye sordum ifadesiz bir şekilde.
“İstanbul durmaz Miray…” diyen Korhan Amir, bıkkın bir nefes verdi. Biraz ileride duran masaya doğru dönerek “Şu ifade tutanağını götür Behzat’a, savcıya ulaştıracağım, imzalasın,” deyince ben de etrafa bakındım. Başkasının eline tutuşturdu belgeyi. Ardından “Sen çıkıyor musun Miray?” diye sordu Korhan Amir.
“Evet, hoşça kalın. Bir gelişme olursa bana haber verirsiniz…” dedim ve yanından ayrıldım.
Gözüm bir yandan Mir Beyaz’ı ararken diğer yandan da büronun çıkışına doğru ilerliyordum. Neyse, o da muhtemelen büroda kalırdı. Eve gideceğini sanmıyordum.
Hissizmişim gibi hissediyordum.
Emniyetin bahçesine çıkıp merdivenlerden inerken burnuma gelen yağmur kokusu, az da olsa nefes almamı sağlamıştı. Şu an yağmur yağmıyordu ama belli ki biz içerideyken hafif de olsa çiselemişti.
Bazen gerçekten nereye gideceğimi bilmiyordum. Mesela şu an… Bahçede kalıp beklesem mi yoksa ablamın yanına mı gitsem diye telaş ediyordum. Ait olduğum hiçbir yer yoktu ya da vardı fakat kaybetmiştim. Ve ben gerçekten artık bir şeyleri kaybetmekten çok yorulmuştum.
Merdivenler sonunda bitti, bahçeye ilk adımımı attım. Etraftaki araçlara, koşuşturan polis memurlarına, birkaç vatandaşa ve yerde yürüyen beyaz kedi yavrusuna bakarken kendimi bu şehre kaçıncı kez yabancı hissedişim, sayamadım.
Çok yorulmuştum.
Beyaz kedi yavrusuna doğru eğilecekken yakınlarımdan gelen bir koku bayağı tanıdık geldi. Adımları ağır, gölgesi silik, kendisi ikilemdeymiş gibiydi… Aslında arkamı dönmeme gerek yoktu çünkü kimin geldiğini biliyordum.
Tam da yanımda durmuştu bedeni ama yüzüne bakmamıştım.
Onunla konuşmayacağımı sert bir dille belirtmiştim oysaki.
Gözlerimiz ilk kesiştiğinde sert bakmaya çalıştım fakat kalbimdeki kırıklık dolayısıyla pek de o şekilde bakabildiğimi düşünmüyordum.
Gitmek istiyordum.
Bedenimi tamamen onun bulunduğu tarafın tam tersine çevirip yürümeye başladığımda arkamdan seslenmesini bekledim ama seslenmedi. On adım attım, seslenmedi; yirmi adım attım, seslenmedi… Emniyetin bahçesinden tamamen çıktım ama seslenmedi, ta ki yaya geçidinden karşıya doğru geçecekken arabayla yolumu kesene kadar.
Neye uğradığımı şaşırmıştım.
“Arabaya biner misin?” Arabanın içinden söylemişti bunu.
Anlam veremeyerek “Hayır,” dedikten sonra başka bir taraftan yürümeye karar verdim. Harekete geçmeme fırsat bile kalmadan iki kez kornaya bastı. “Niye biniyormuşum?” diye sordum, cama doğru yaklaşarak. Hareketlerine anlam veremiyordum.
“Konuşalım,” diyerek eliyle yanındaki koltuğu işaret etti.
“Biz dün konuşmadık mı zaten?” diye sorduğumda ne oldu da sessizlik yeminini tekrardan bozdu, bir yandan da onu düşünüyordum. “Seninle konuşmak istemiyorum.”
Kolunu karşımdaki kapıya doğru uzatıp içeriden kapıyı açtı. “Sen istersen konuşmazsın ama benim konuşmam gereken şeyler var.”
“Seni duymak da istemiyorum,” diyerek zorla gülümsedim. “Görmek de istemiyorum,” diye ekleyerek arabanın kapısını sertçe kapattım. “Konuşmak da istemiyorum. Yani kısaca beni rahat bırakırsan çok memnun olurum çünkü artık rahatsız oluyorum.”
Kısasa kısas.
Bu kez de arabadan indi; tam yaya geçidinin ortasında durduğumuzdan bazı araçlar şikâyet ede ede geçiyordu yoldan ama umurumda değildi.
Yanıma kadar yürüdükten sonra arabanın kapısını tekrar açtı. “Tamam, çok kısa görürsün, sonra da görmezsin,” diyerek arabanın içini işaret etti. “Ama seninle konuşmazsam vicdanım rahatlamayacak. O yüzden arabaya bin.”
Bu adamın sükuneti ve kurduğu gerzek cümleler beni bir gün sinir hastası edecekti.
“Ha sadece vicdanını rahatlatmak için yani!” diyerek açtığı kapıyı tekrardan sertçe kapattım. “Ya sen ne bencil bir insansın ya! He? Eniştene selam da söyleyeyim mi?” Emniyeti işaret ettim. “Ne yaptı Teoman? Kızdı sana, değil mi?” Aslında konuşmayacaktım, yüzüne bile bakmayacaktım ama gerçekten çok sinirlenmiştim. “O da mana verememiştir bu çocukça hareketlerine…”
Sıkıntılı bir nefes verdi. “Hem suçlusun hem güçlü,” dedi sessizce.
Sakin olmam lazım.
Sakin olmam lazım.
Elimdeki çantayı daha sert sıkarak “Binmiyorum arabana! Tamam mı? Vicdan azabınla sana iyi geceler hatta uzun bir ömür diliyorum!” dedikten sonra etrafımı kontrol ettim. Nerede olduğumu unutmuştum resmen. Yürümeye başladım ama sözleri adımlarımı yavaşlattırdı.
“Ben seni zaten affetmedim ki…” Tekrardan karşımda durduğunda önce ne söylediğini tam kavrayamadım. “Sadece kusura bakma, diyecektim. İnsan gibi…” Arabasına baktı kısaca, sonra tekrardan bana döndü. “Bu kadar.”
“Biraz daha konuşursan gerçekten saldıracağım sana, tamam mı? Git buradan!” diyerek iki adım geriye yürüdüm.
“Niye?” Bilerek iki adım daha attı bana doğru. “Ben mi suçluyum?”
Elim ayağım boşalır gibi oldu sinirden. “Ben mi suçluyum?” diye tekrarladım onu.
“Evet,” dedi tok bir sesle. “Sen ne yaptığının farkında değilsin galiba hâlâ?”
Şaşırıyormuş gibi yaptım. “Sen bunu çok sorgulamıştın hani? Ha? Hani daha fazla düşünmemeye karar vermiştin? Hani beni anlıyordun?” Kendisiyle çeliştiği için biraz da olsa sakinleşmiştim. “Sen vicdan mahkemeni yaparken yargısız infaz uyguladığını da unutma. Tamam mı? Ha bir de kendi mahkemeni yaparken bir zahmet savunmalarımı da eklemeyi unutma. Müşteki: ben.”
Kaşları havaya kalktı. “Sen?” dedi sorgular gibi. “Suçu işleyen ne zaman müşteki olmuş?”
Birkaç saniye sonra “Suçu işleyen değil, suçtan zarar gören…” dediğimde gözlerini yumdu.
“Senin suçun kalp kırmak.”
“Ama senin vicdan mahkemendeyiz, unutma.”
Konuşmamaya yemin ettikten sonra aptal aptal konuşmama gerçekten on üzerinden on puan verdim.
“Ben gidiyorum,” diyerek nereye gideceğimi düşündüm ama kafama düşen su damlacıkları sebebiyle bir süre yukarıya bakmak zorunda kaldım.
Varan Alp ise öylece duruyordu.
“Ne duruyorsun ya yalı kazığı gibi?” diye sorunca tekrardan arabanın kapısını açtı. “Binmiyorum!” diye yineledim az önceki cümlemi. “Binmiyorum ya, anlamıyorsun herhalde!”
Sokaktan geçenler buraya doğru bakarken açıkçası kimse umurumda değildi.
“Yağmurda yürüme, ben bırakırım.”
“Sana ne ya benim yürüyüşümden?” diye çıkıştım tekrardan ama pek işe yaramış gibi gözükmüyordu bu çıkışmalarım. Dümdüz bakıyordu suratıma. Yağmur iyice bastırınca kaşlarımı çatıp etrafıma iğrenircesine baktım.
Bir ihtimal biner miyim diye öylece durmaya devam etti ama binmedim.
O gece onu arkamda bıraktıktan sonra yağmurun altında dakikalarca yürüdüm.
⚖️
DURUŞMA GÜNÜ
Avukat girişinden az önce girdiğimiz adliyede, bugün yoğun bir kalabalık mevcuttu. Dışarıdaki haber kanallarının oluşturduğu güruhu asla saymamakla birlikte içerisinin de pek bir farkı yoktu anlaşılan. Yine kalabalık ve şaşırtıcı bir duruşma yaşayacağımızdan emindim.
Ümit Haldun İnal ile neredeyse üç gün boyunca görüşmeye çalışmış, sonunda ona ulaştığımda ise bana vekâlet vermesini istemiştim. Melek için savaşmak, onu korumak ve artık davada müşteki vekili olmak istiyordum. Bunu da Melek’in en yakın arkadaşı olduğumdan ötürü benden iyi yapabilecek hiçbir meslektaşım yoktu.
İşin saçma ve tuhaf olan kısmı, Aykut’a gönderilen herhangi bir azilnamenin bulunmamasıydı. Ümit Haldun İnal, davayı Sayer Hukuk’tan almak istemediği için Aykut’la beraber girecektik davaya. Sırf bunun için Aykut’a iki gün boyunca maruz kalmıştım. Dilekçeye ekleyebileceğimiz çok fazla Yargıtay kararı varken Aykut gidip en yakın olmayan Yargıtay kararını buluyordu ve bu karar nasıl alınmış, diye sorgulayıp duruyordu.
“Miray.” Bu sesten gerçekten çok sıkılmıştım. “Yahu Miray!”
Gözlerimi belerterek “Ne var Aykut? Yine ne var?” diye sorunca adliyenin ortasında kalakaldık. “Lütfen dava dışında benimle muhatap olma bak, yüz defa söyledim sana.”
Her sert cümlemde bozularak kendi egosunu maksimum seviyeye ulaştırmak için sırıtan Aykut, bu kez kahkaha attı. “Kız geçenlerde Yargıtay ne kararı verdi, gördün mü?”
“Aykut sen icra müdürü müsün, Yargıtay kararını sorguluyorsun?” Asansörlerin yanına doğru yürümeye başladığımda peşime takıldı. “Ayrıca ne? Davayla bağlantısı var mı?”
Aykut, beni şaşırtmayarak “Ay yok ya!” dedi büyük bir hevesle. “Eşlerine kahvaltı hazırlamayan eşler, boşanmada kusurlu sayılıyormuş…” dediği an kaşlarım çatıldı.
“Şahane,” dedim dalga geçercesine. “Peki sabah sabah bunu neden bana söyleme gereği duyduğunu sana sorabilir miyim? Çeneni kapaman konusunda geçen gün konuşup anlaştığımızı varsayıyordum. Bak, sakın duruşmada da ben konuşurken lafımı bölüp…”
Lafımı böldü: “Ben öyle bir avukat mıyım? Ha? Bak bir bana…” Kendi etrafında üç yüz altmış derece döndüğünde, koridorda yakınımızda bulunan ve bizi izleyen birkaç meslektaşıma rezil olduğum doğruydu. “Sayer Hukuk benim. Bana ait. Yani ben bulunamaz bir nimetim… Sen de kendini fazla önemseme, zaten…” Yüzünü ekşitti. “Gözlerinin altı morarmış. Git, makyajını tazele.”
Asansöre bindiğimizde etrafımızdaki insanlardan çekinerek “Tamam Aykut,” dedim ve avukat odasının olduğu kata bastım.
Aykut tabii ki susmak bilmiyordu: “Aaah, Recep Savcım!” Savcıya doğru döndü. “Savcım siz de mi buradaydınız? Günaydın.” Daha erkeksi bir sesle “Biz de duruşmaya geldik işte… İnşallah mahkûmiyeti…” dediği an öksürerek susturdum onu.
Recep Savcı, “Bilmez olur muyum? Bizzat gelip seyredeceğim. Başarılar,” dedikten sonra ikinci katta indi.
“Sağ olun,” dedi Aykut da. “İlkhan’ın ailesi gelmiş,” diye eklediği an başımı hızla Aykut’a doğru çevirdim. Emniyete de gelmişlerdi fakat Gebze’de olduğum için onlarla konuşamamıştım. “Bak,” diyen Aykut, telefonunu havaya kaldırdı. “Duruşma salonunun önünde kuyruk oluşmuş resmen.”
“Acaba tanıklık yapacaklar mı?” diye sorduğumda gözlerini devirdi Aykut.
“Tabii ki yapacaklar Miraycığım, emniyetteki ifadelerinde de İlkhan’ın yanlarında olduğunu söylemişler. Ablası ve annesi…” Düşünür gibi birkaç saniye mırıltılar çıkardı. “Babasını araştırmadım.”
Asansör durunca asansörden indik. “Ben araştırdım. İlkhan’ın babası, yani kimlikteki babası, anne ile boşanınca başka bir şehre taşınmış ve kendisine yeni bir aile kurmuş. Kendisine ulaşmaya çalıştım ama ulaşamadım.”
Aykut pek önemsemedi. “Ondan bir cacık çıkmaz zaten. Miraycığım, bana bakar mısın?” Koridorun ortasında durduk. Saçlarını işaret ederek “Saçım bozuk mu?” diye sorunca bıkkınlıkla arkamı döndüm.
“Aykut yürü ve sus.”
“Bari savcı arkadaşların nerede, onu söyle,” dediğinde tekrardan ofladım.
“Ya Aykut, adı üstünde!” dedim dişlerimin arasından. “Savcı!” Aykut, savcının tanımını yeni öğreniyormuş gibi dikkatle dinlemeye başladı. Tam bir dengesizdi. “Onların da işleri var, yeter. Bir savcı görmeden de yapamıyorsun, kızıyorum sana ama! Yeter ama ya!”
“Zaten ben Varan Alp’ten pek hazzetmiyorum, beni tartaklamıştı.”
Konuşmama hakkımı kullandım.
“Polis arkadaşların ve kardeşin nerede, bari onu söyle,” diyen Aykut, düz yolda ayağına takıldı ve birkaç adım ileriye sendeledi. “Allah!” dedi yüksek bir sesle.
Olduğum yerde kalakaldım ve ayağımdaki topuklularla bakıştım.
“Aykut ben topuklularla yürüyüp takılmıyorum da sen düz yolda nasıl takılıyorsun acaba?” diye azarladım bu kez de. Bıkmıştım bu adamdan ve aptallıklarından.
Açıklama yapmasına fırsat olmadan ileriki koridorun solundan bize doğru yürüyen Teoman’ı ve Sarp’ı görünce fırsat bu fırsat, direkt yanlarına doğru yürüdüm. Koridorun ortasında karşı karşıya gelene kadar yürüdük, Aykut’tan kurtulduğum için de derin bir nefes verdim.
“Kız yavaş,” dedi Teoman, arkamdan gelen Aykut’u işaret ederken. “Düşeceksin sen de bunun gibi.”
Sarp ve Teoman kıkırdarken Aykut bir anda yanımda belirdi ve “Biraz bacağım acıdı, o kadar,” diye kısa bir açıklama yaptı. Sarp’ı ve Teo’yu kıkırdarken görünce ise bozulup “Bunlar niye mal görmüş mağribi gibi kişniyorlar?” deyince ciddiyetimi kaybettim ve gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım.
“Pardon?” diyen Sarp, sağ elini Aykut’un omuzuna yerleştirdi. “Kişnemek?”
Aykut, memnuniyetsiz bir tavırla “Anırmanın kibarcası, benim sözlüğümde,” deyince Sarp, umursamaz bir tavırla elini geri çekti.
Teoman da “Senin hayvanlar sözlüğün mü var, Avukat Bey? Hayırdır?” diyerek Aykut’a takılmaya devam etti. “Anlaşabiliyor musun bari?”
Aykut altta kalmayarak “Sizinle olan iletişimimi varsayarsak olumsuz, komiserim,” deyince Teoman’a bakarak kıkırdamaya başladım.
Eniştem bozularak “Miray gülme,” deyince gerçekten de gülmemem gerektiğini fark ettim. Ama böyle zamanlarda sinirim çok bozuluyordu.
“Neyse, hadi bakalım…” Çantama asılı duran cübbemi işaret ettim gözlerimle. “Sizce duruşmanın sonucu ne olacak? Hâkim ne der, nasıl bir karar verir? Kestiremiyorum.”
“Ertelenir,” diyen Aykut, çokbilmiş bir tavırla cübbesinin yakasını düzeltti.
Üçümüz de aynı anda “Hadi canım!” dediğimizde tekrardan bozuldu.
“Yani…” dedi Teoman da sesli bir nefes verdikten sonra. “Duruşma bitmeden anlayamayacağız, asla… Ne demişler? Karaman’ın koyunu, sonra çıkar oyunu…”
Sarp da “Yok canım siz de…” diyerek cebinden telefonunu çıkardı. “Tutuklu yargılanacaklar ikisi de. Hele zaten Behzat’ın, savcının evine ses kaydı yerleştirdiği konuşmaları var… O kesin.”
“Önemli olan ses kayıt cihazını taktığı için ceza alması değil ki… Önemli olan azmettirici olarak ceza alması.” Teoman’ın sesi biraz tuhaf gelmişti, uzun süredir pek konuşamadığımız için onunla sohbet edememiştim zaten… Eniştesinin azmettirici olması hâlâ garibine gidiyor olmalıydı. “Umarım da alır,” diye ekledi en son.
Aykut, “Siz merak etmeyin. Adalet bizim elimizde,” diyerek tekrardan kendisini övdü.
“Vay adaletin hâline o zaman,” diyen Sarp, Aykut ona cevap vermeden birkaç kez öksürüp konuyu dağıttı: “Ha şey, Miray’la şey yapacaktık ya…”
Teoman, “Ha evet…” dediğinde kaşlarım çatıldı.
“Ne ya? Ne oluyor?” Eniştem bir anda kaş göz işareti yaparak koridorun sonunu işaret edince anlamayarak arkamı döndüm.
Aykut da “Ne oluyor? Ben de müşteki vekiliyim, bana da söyleyin!” diye mızmızlanmaya başladı.
Sarp, “Özel bir mesele birader, seni pek alakadar etmiyor. Sen avukat odasına git, azıcık dinlen. Hadi, sağlıcakla…” dedikten sonra yürümeye başladı.
Teoman’a dönüp “Enişte ne oluyor?” diye sordum kısık bir sesle. Yürümeye başladık. “Hayır, aksiyon içeren bir hususta benim tansiyonumun düşme olasılığını göz ardı etmenizi pek istemem. Duruşmadan önce beni dinç tutmanız lazım.”
“Ya kızım herif başımızı şişirdi, aşağıya inelim,” diyerek daha hızlı yürüdü.
Sarp arkasını dönerek “Biz kişnercesine mi gülüyoruz Teoman ya?” diye sorunca ikisi de gülmeye başladı.
“Aykut’u günahım kadar sevmiyorum zaten,” diye ekledi eniştem de.
“İlkhan’ın annesi ve ablası tanığı ya hani,” dediğimde ikisi de durdu ve bana döndü. “Sizce bu sorun olur mu? Tanık olunca direkt tutuksuz yargılanma veriyorlar, aklım karıştı.”
Eniştem bir süre düşündükten sonra “Miray yolumuza bakacağız, tamam mı?” dedi beni sakinleştirmek istercesine. “Senin savunman sadece bir araç, kendini o kadar da ip üstüne hissetme. İnsanın psikolojisi bozulur!”
Sarp, “Kredi kartı ekstresinden yola çıkıyoruz,” deyince aklıma alışveriş yaptığı marketin görüntülerinin olmayışı geldi.
“Görüntü yok. İnkâr edecek,” dedim sinir bozukluğuyla.
“Sen tanıksın,” dedi eniştem, sanki kralsın der gibi. “Sana itiraf ettiler, seni kaçırdılar, onları gördün ya da kokularını aldın,” dedi çok alakasız bir şekilde. “Ağzına geleni söyle Miray…”
“Bunlar delil niteliği taşısa keşke…” diye dertlendim yine.
Tam dudaklarımı aralayacaktım ki Sarp, “Ver çantanı,” deyip çantamı kolumdan çekti.
“Hah, evet!” diyen eniştem, çantamın üstünde duran cübbemi tutmaya başladı. “Giy şu cübbeyi! Giy!”
İstemsizce sırıtırken “İyi, giyeyim!” diyerek eniştemin havaya kaldırdığı cübbeme kollarımı geçirdim. Bir anda sanki ilk defa cübbemi giyinmişim gibi büyük bir tepki verdiklerinde kıkırdamadan duramadım. Koridordaki herkes bizi izliyordu. “Ya tamam, yeter, şovu kesin.”
Sarp, bir iki kez ıslık çalınca “Lan tamam, dur…” dedi Teoman da ilerideki 17. Asliye Ceza Mahkemesi Duruşma Salonu kapısını işaret ederek. “Millet içeride duruşmada, biz ne hâldeyiz?”
“Bizim hâlimiz daha beter, enişte,” dediğimde bir süre düşündükten sonra başıyla onayladı. “Peki şey,” diyerek yüzümü işaret ettim. “Göz altlarım çok mu mor?”
Sarp, midesini tutarak “Bana sakın gözaltı deme,” deyince eniştem de bir bana bir Sarp’a bakarak bizi anlamaya çalışıyordu.
“Yo, mor değil,” diye yanıtladı eniştem. “Oğlum kız, gözünün altından bahsediyor.” Sarp’ın omuzuna elini yerleştirdi. “Sen de diyorsun ki: gözaltı.”
İkisini de anlamıyordum.
“Yani yüzüm düzgün, uykusuz ya da yorgun görünmüyorum, değil mi?”
Sarp, “Tekrardan mı ıslık çalalım? Bak, gaza geliyoruz sonra,” dediğinde içime garip bir heyecan doldu. “Tutuklu yargılanmayı kapalım, şu yıldız simgeli örgütü de patlatalım… Tamamdır bu iş.”
“Yalnız örgüt çıkmasa iyi… Çete olsalar direkt organizeye verir Müdür, dosyayı,” dedi eniştem de. “Vermesin organizeye.”
“Versin. Ne olacak?” dedim tekdüze bir sesle. “Bu arada Leman Hanım nerede? Hâlâ Beyhan Bey’in yanında mı kalıyor?”
Teoman başıyla onayladı. “Buket ne olduğunu sorup duruyor ve nasıl açıklayacağımızı bilmiyoruz.” Tam üzüldüğümü dile getirecektim ki Teoman’ın telefonu çaldı. Açar açmaz “He?” deyince Sarp’la komik bir bakışma yaşadık. Eniştem genellikle öküzdü. “Tamam, geliyoruz o zaman.”
Sarp “Ne oldu?” diye sorunca Teoman asansörü işaret etti.
“Bizden birini emniyete istiyor Korhan Amir. Dünkü cinayet vakasıyla ilgili. Kimlik tespiti yapıldığı için yakınlarıyla görüşmemiz gerekiyormuş.”
Sarp, “İyi, tamam, ben gideyim o zaman. Yetişirsem duruşmaya da gelirim ama sanmıyorum,” dedikten sonra hemen beni işaret etti. “Sakın demoralize olma, tamam mı?”
Başımı sallayarak gülümsedim. “Olmam.”
Sarp, asansöre doğru yürüyünce eniştemle yalnız kaldık. Kol saatime bakarken “Ay saat de geçmek bilmedi enişte, midem bulanıyor heyecandan,” dediğimde tuhaf bir bakış attı.
“Senin?” Bunu söylerken kıvırcık saçları epey sallanmıştı. “Senin heyecandan miden mi bulanıyor?”
“Evet. Ne var bunda?” diye sorduktan sonra çantamı omuzuma geçirdim.
Eniştem, “İlginç,” diyerek şaşkınlığını sürdürdü. “Neyse, Sarp emniyete gittiğine göre kafam artık orada da değil, tamamen davaya odaklanayım.” Birkaç saniye düşündü. “Şimdi senin ezberler tam mı?”
Gözlerimi devirdim. “Ne ezberi enişte ya? Ezber yapmıyorum ki ben…”
“Hadi canım…” dedi şaşkınlıkla. “O söylediğin her cümleyi kafandan mı uyduruyorsun saniyesinde?”
Cıkladım. “Enişteciğim çok pardon ama savcı ya da karşı taraf aleyhimize beyanlarda bulunduğunda nasıl cevap veriyorum o zaman? Avukatlar sadece ezber yapıyor sanki…”
“Tamam be, sus,” dedikten sonra merdivenleri işaret etti. “Hadi, benim biraderin yanına gidelim, gel,” dediğinde kaşlarım hafifçe çatıldı.
“Birader mi? Kim? Varan Alp mi?” diye sordum peş peşe.
Teoman sanki aydınlanır gibi gözlerini belertince ben de bakışlarımı kaçırdım. Duvardaki yazılara bakmaya başladım. “Siz küs müsünüz ya?” dedi sırıtarak.
“Sanki bilmiyorsun,” deyince gülüşü bir anda durdu. “Anladık yani… Gidip bir de benden özür dilemesi için onu azarladın mı enişte? Hayır yani, zorla özür dileyecekse hiç dilemesin, daha iyi. Zaten var ya,” dedim bir anda öfkelenerek. “Senin kardeşin özür dilemeyi hiç beceremiyor! Kusura bakma ama bu konuda ciddi bir sıkıntısı var! Bu nasıl bir sükûnet ya? Ona saldıracağımı söylüyorum, bana arabasına binmemi söylüyor!” Birkaç kez cıkladım ve elimle yüzüme, boynuma hava yaptım.
“Tamam,” dedi kısık bir sesle. “O ne kadar sakinse sen bir o kadar sinirlisin ya, birbirinizi dengeliyorsunuz. Tam tersi olsaydı, ortalık muhtemelen…”
Sanırım eniştemin pek bir suçu yoktu. Üstüne pek gitmemek için “Neyse ya, önemsiz bir konu sonuçta,” diyerek konuyu kapatmaya çalıştım. “Duruşma var, kafamı bulandırmayayım durduk yere. Duruşma salonunun olduğu kata ineceğim ben. Hoşça kal.”
“Dikkatli in,” diyerek topuklu ayakkabılarıma kısaca göz attı. “Sen de Aykut gibi düşme.”
Bir anda koridorda “Duydum Teoman Komiser!” diye bir ses yankılandı. Bu cırtlak sesin sahibi, Aykut’tu. “Miraycığım ayrıca beni niçin beklemiyorsun? Bütün belgeler sende, kontrol etmem gerekiyor!”
“İyi, tamam, durdum!” dedim peş peşe, büyük bir sinirle. Yanıma ulaşınca da beraber aşağıya indik, sanırım avukat odasındaki işini halletmişti bizimki.
Bana akıl verir gibi “Bak, sinirlenince tane tane konuşursan hakim seni daha net anlayacaktır. Biraz toy olduğundan beni dinle, ağabeyin sayılırım,” deyince suratına bir tane çakmamak için çok zor durdum. “Pardon, erkek kardeşin sayılırım, demek istemiştim. Senden genç gözüküyorum sonuçta.” Saçlarını düzeltir gibi yaptı.
“Aykut artık susacak mısın yoksa şu kolumdaki çantayı kafanın kel kısmına yapıştırayım mı?”
Ağzı beş karış açıldı. “Benim alnım geniş Miray! Kafamın kel olduğunu da nereden çıkardın?”
Merdivenler sonunda bittiğinde “Tamam Aykut,” diyerek susması için içimden dua ettim. Duruşma salonuna doğru yürürken de karşımıza bir anda önce Ceyda, daha sonra da arkasından Varan Alp çıktı. Dip dibe durduğumuzdan ötürü dördümüz de durmak zorunda kaldık.
“Ah, Ceyda Savcım, günaydın!” diyen Aykut, ilk defa yanımda olduğu için mutluydum. “Biz de duruşma salonuna doğru yürüyorduk, bizden önceki duruşmanın detaylarını okudum, pek uzun sürmez. Sonuçta tanık yok… Ne kadar uzun sürebilir ki?”
“Günaydın, Avukat Bey.” Ceyda yüzünü bana çevirdi. “Günaydın,” dedi gözlerimin içine bakarak. “Ben de odama uğrayayım, cübbemi giyip geleyim. Hepimiz için sıkıntısız geçer umarım.”
Aykut kısa bir cevap verdikten sonra bu kez Varan Alp’e döndü. “Umarım savcım, bu duruşmadan sonra da beni tartaklamaz.”
Gözlerimi belertip üçüne de tek tek baktığımda Varan Alp, “Avukat, boş boş konuşmazsan attırmam nezarete,” dedi sertçe.
“Hıım…” diye yanıtlayan Aykut, Ceyda’ya dedikodu yapar gibi olayı anlattı: “Ya ben Miray’ı tehdit etmedim ama Varan Alp Savcım tehdit zannetti.” Yüzünü ekşitti. “Sonra da beni yakamdan tutup sanık kürsüsüne fırlattı.” Ceyda kaşlarını çattı.
Varan Alp’in telefonu çalınca ceketinin iç cebinden çıkardı ve arkasını dönerek “Efendim abi?” deyip yürümeye başladı. Teoman muhtemelen odasında göremeyince nerede olduğunu sormak için aramış olmalıydı.
Yanımızdan ayrılıp koridorun sonunda durdu.
Ceyda, “Müsaade edin, geçeyim,” deyince Aykut hemen geriye çekildi.
Aykut, Ceyda yanımızdan ayrılır ayrılmaz “Tez gidin, tez gelin Sayın Savcım!” dedi sevecenlikle. Hemen ardından gülen yüzü bir anda soldu, dudakları düz bir çizgi hâlini aldı. “Ay sevimsiz…” dedi fısıldar gibi.
Kaşlarım çatıldı. “Kim? Ben mi?”
Aykut, varlığımı yeniden anımsıyormuş gibi bir süre beni inceledi. “Yok ya, sen az da olsa sempatiksin,” deyince Ceyda’ya söylediğini anladım.
Bıkkın bir nefes verdim. “Sen böyle hep savcıların yanında onlarla güzel güzel sohbetler edip arkalarından konuşan o tip avukatlardansın, değil mi?” diye sorunca gururla başını salladı.
“Ama beni herhangi bir tiplemenin içerisine eklemezsen sevinirim, Miraycığım. Ben eşsizim.”
Çok iddialı konuştuğu için hayretle kaşlarımı kaldırdım. “Tamam Aykut,” dedim uzatmaması için. “Biz bekleme koltuklarına geçelim, mahkemeye daha on beş dakika var.” Sol kolumu kaldırarak kol saatimi kontrol ettiğimde, Aykut ileriye doğru yürümeye başladı. Ben de peşine takıldım.
17 EYLÜL DAVASI
3. DURUŞMA
Aykut ile beraber müşteki avukat masasına doğru yürüdük, kısa bir süre içerisinde de masaya yerleştik. Önümüze yığdığımız, gözümüzün önünde olmasını istediğimiz belgeleri kısaca kontrol etmemizin hemen ardından müdafi olan arkadaşım Emirhan geldi; karşımızdaki masaya geçtiklerinde ise mahkeme salonu neredeyse dolmak üzereydi.
Mir Beyaz yargılandığında da hüzünlüydüm, gergindim fakat şimdi içimde tuhaf bir huzursuzluk hâli mevcuttu.
İzleyici kısmında annemi, babamı ve Koray’ı gördüğümde geçen gece onlara gelişmeleri anlatırkenki ifadeleri geldi gözümün önüne. Annem çok tuhaftı, ağlayıp durmuştu; babam her zamanki gibi sessizdi ama bir yandan şikâyetçiydi de… Koray çok şaşkındı; Behzat Bey’in azmettirici olduğuna bir türlü inanamamıştı. Gerçi biz bile zor sindirmiştik, diğerlerini düşünemiyordum.
İzleyici kısmının diğer tarafında İlkhan’ın ailesi en önde oturuyordu; annesi, ablası ve yakını olduğu anladığım birkaç akraba ya da arkadaş… Mübaşir kısa bir süre sonra gelip onları en arkaya almıştı.
Yeşim hemen arka taraftaydı, o da şok olmuştu; diğer tarafında Merve vardı, Merve’nin yanında Teoman, Varan Alp ve Erkin yan yana oturmuşlardı. Beyhan Bey de gelmişti duruşmaya… Nedense cenazeye bile gelmemişti ama duruşmalara hep geliyordu. Kendisinin yanında duran Ümit Haldun İnal’la sıkı bir şekilde fısıldaşıp durması da garip gelmişti. İkisinin de keyfi yerindeymiş gibi gözüküyordu, şaşırmıştım.
Ve Leman Hanım… En arkadaydı, yanında birkaç yakın dostu vardı ve ona destek veriyorlardı. Mahvolmuş durumdaydı, belki de beklemediği içindi ya da tamamen kızı için. Kestiremiyordum Leman Hanım’ın hislerini çünkü ilginç bir kadındı. Yine de kız kardeşi olarak gördüğü Melek’in ölüm emrini kocasının verdiğini düşünürsek bu çok normaldi.
Mahkeme salonuna bu kez Mir Beyaz geldi, peşinden de Han Hazar Başsavcı… Bu dava için gelen herkesi almıyorlardı zaten ve mahkeme salonu az çok bu kadardı. Bir de birkaç 17 Eylüllü kuvöz arkadaşım gelmişti, onlar en arkada duruyordu: Menderes, Elif ve Jack. Dava onları da ilgilendirdiği için içeriye girebilmişlerdi.
Aykut’a doğru dönerken gözlerim Emirhan’ın, yani sanık müdafi olan arkadaşımın gözlerine değdi. Yüzündeki mahcubiyet ve çaresizlik bana direkt olarak geçmişti. Belki cinayeti İlkhan’ın işlediğine inanmıyordu belki de arkadaşına yine de yardımcı olmak istemişti, Emirhan’la konuşmadığım için bilmiyordum. Duruşmada görecektim onun gerçek yüzünü.
Mahkeme heyeti salona giriş yaptı; önce Ceyda, daha sonra da hakim ve heyetteki diğer kişiler sandalyelerine geçtiler.
İki dakika dolmadan hakim sonunda duruşmayı başlattı: “Sanıkları içeri alalım,” deyince gözlerim hemen solumuzdaki kapıya doğru döndü. Kapı açıldı, içeriye İlkhan ve Behzat, gayet pişkin ya da düz, gerçi düz olması bile pişkin olduklarını gösterirdi, ifadelerle girdiler; sanık kürsüsüne geçtiler ve yan yana oturtturuldular.
“Sanıklar Behzat Ali Yücesoy ve İlkhan Taşkın, bağsız olarak huzura alındı. Müşteki vekilleri Aykut Sayer ve Miray Hilde Lalezar’ın; sanık müdafi Emirhan Çatan’ın geldikleri görüldü. İddianame ve kabullü kararı okundu, hüviyet tespitine geçildi.”
Hüviyet tespitinden kısa bir süre sonra hakim sıra sıra üzerine atılı suçları sanıklara bildirdi. Bu, birkaç dakika sürmüştü, biz de o sırada bulunduğu ruh hâllerini izleyip duruşmanın ileriki aşamaları için tahminde bulunmuştuk; en azından ben öyle yapmıştım.
Hakim, sanıkların sessiz kalacağını söylemesinden hemen sonra sanık müdafi Emirhan’a doğru döndü ve savunması için eliyle kendisini işaret etti. “Buyurun, avukat.”
Emirhan, boğazını temizlemek için öksürdükten sonra ayağa kalktı; direkt sanıkların olduğu bölgeye doğru dikti gözlerini. “Sayın Hakim, öncelikle müvekkillerime atılı suçlamaların tümünü reddediyorum. Müvekkilim İlkhan Taşkın’ın tetikçi olduğu öne sürülse de kendisinin HTS kaydında görülmüş olduğu üzre sinyali tamamen Üsküdar’da gözükmektedir. Müvekkilim İlkhan Taşkın, 16 Eylül 2027 gününde banka kartını kaybetmiştir ve size sunduğumuz belgelerde de gördünüz üzere, banka kartını kapattırmıştır. Kendisinin Kocaeli ili, Gebze ilçesi içerisinde yapmış olduğu herhangi bir alışveriş yoktur; bu beyanımızı destekleyen banka işlemleri mevcuttur ve herhangi bir kamera kaydı olmadığından ötürü de müvekkilimin 17 Eylül davası sınırlarında, tutuksuz yargılanmasını ediyorum.”
Aykut’la bakıştık ve konuşmam için iki gözünü birden kırptı, ben de ayağa kalktım. “Sayın Hakim!” Hakim yüzünü bana çevirdiği an Emirhan sandalyesine tekrardan oturdu. Ben de az önceki beyanları karalamak için konuşmaya başladım: “İfade tutanaklarında da belirtildiği gibi Sanık İlkhan Taşkın’ın HTS kaydının mahkeme heyeti için pek bir önem arz etmemesi gerekmektedir çünkü bizim şikâyet ettiğimiz bir diğer husus, 17 Eylül cinayetlerinin tetikçisinin ya da azmettiricisinin, ki sanıklar olduğu konusunda şüphemiz oldukça yüksek ve desteklenmiştir, özellikle benim telefonlarımı sık sık arayıp iletişime geçmesidir. Bu hadisenin birçok tanığı bulunmaktadır, üstelik bu bir kez olmamıştır; katiller benimle defalarca kez iletişime geçmiştir ve detayları önünüzdeki belgelerde bulunmaktadır. 17 Eylül davası özelinde, biz de müşteki vekilleri olarak İlkhan Taşkın’ın gerekli suç aleti ya da diğer somut deliller bulunana kadar tutuklu yargılanmasını talep ediyoruz.”
Emirhan tekrardan ayağa kalktı ve “Sayın Başkanım, müsaadenizle müvekkilim İlkhan Taşkın’ın kendi evinde olduğuna dair beyan verecek tanığı, ablası İlayda Taşkın’ın dinlenmesini talep ediyorum,” dediğinde oldukça endişeli olduğunu fark ettim. Çoğunlukla titrek bir sesle savunmasını yapıyordu, muhtemelen önceden çoğunlukla boşanma davalarına baktığı içindi. Ceza davası ağır gelmiş olabilirdi.
“Tanığı kürsüye alalım,” diyerek kürsüyü işaret etti hakim.
İlkhan’ın ablası -muhtemelen üvey- kürsüye doğru ilerledi, ardından kürsünün önünde durdu. Ayağa kalktık, yemin faslı yaşandı ve kısa bir süre sonra Emirhan, ona sorularını yöneltmeye başladı: “İlayda Hanım, İlkhan Taşkın’ın 16 Eylül 2027 günü akşam saatlerinde ve 17 Eylül gece vaktinde, saat 00.00 ila 00.30 aralığında yanınızda olduğunu söylemişsiniz. Doğru mudur?”
Tabii ki büyük bir yalan söyleyerek başıyla onayladı. “Evet, evdeydi.”
“Peki kendisi gün içerisinde size banka kartını kaybettiğine dair bir cümle kurmuş muydu? Hatırlıyor musunuz?” Bu kez soruyu Ceyda Savcı sormuştu.
İlayda tekrardan başıyla onayladı. “Evet. O gün perşembeydi, boşanma davasından çıkmıştı ve eve saat sekiz civarı gelmişti, hatırlıyorum. Yemek yedik, dizi izledik ve uyuduk. Gününün nasıl geçtiğini anlatırken de banka kartını kaybettiğini söyledi, sonra bankayla konuşup kartını bloke ettirdi. Ertesi gün duyduğumuz haberlerden dolayı önceki gün neler yaşandığını çok net hatırlıyorum. Kardeşim evdeydi ve kendisi suçsuz.”
Aykut’a umutsuz bir bakışla döndüğümde, İlayda’ya ölümcül bir bakış attığını fark ettim. Ayağa kalkan Aykut, hakimden söz istedi. “Sayın Hakim, tanık beyanlarını reddediyoruz çünkü…” Önündeki belgeyi bir anda havaya kaldırdı. “Şu kart ekstresine bakmanızı talep ediyorum, acilen!”
Herkes şaşırmıştı.
“Kart ekstresini incelerseniz eğer Gebze’de sürekli gittiği bir markete ait olduğunu görebilirsiniz. Market çalışanlarıyla görüştüm,” Bundan haberim olmadığı için şaşkındım ama diğer yandan da mutluydum. Aykut yapmıştı Aykutluğunu… “Avukat olduğumu ve mahkemede delil olarak sunacağımı söylediğimde, bana tüm alışverişlerinin içeriğini verdiler, sağ olsunlar. Gönderdiğim belgede hepsi yazıyor. Çoğunlukla sigara ve tek bir çikolata markasından çikolata alıyormuş ve tesadüfe bakın ki banka kartı bir başkasının eline geçince de yine sigara ve yine aynı marka çikolatayı almış oluyor. Bu kombinasyonu bir başkasının gerçekleştirme olasılığını dilerseniz bir matematikçiye sorabilirsiniz. İmkânsıza yakındır.”
Bir anda herkes kendi arasında konuşmaya başlayınca Aykut’a doğru döndüm, kendisi sinirden terlemişti. “Aykut,” dedim şaşkınlıkla. “Sana inanamıyorum.”
Hakim, “Sessiz!” diyerek tokmağını masaya vurdu.
Aykut büyük bir egoyla “Bana inanan herkes daima kazanır, Miraycığım. Bunu unutma. Ben eşsizim,” deyince gülümseyerek önümdeki dosyaları inceledim. Arkamdan iş de çevirmişti… Vay be…
Ceyda, bir yandan Aykut’a hayretle bakarken diğer yandan da önündeki belgeleri inceliyordu. Bu, gerçekten de tesadüf olamayacak kadar büyük bir gelişmeydi.
Hakim, “Evet, siz yerinize geçebilirsiniz,” diyerek İlayda’yı tanık kürsüsünün önünden ayrılması için izleyici bölgesini işaret etti. İlayda yerine geçti.
Ceyda, birkaç saniye sonra “Müsaadenizle sanık İlkhan Taşkın’a bir sorum var,” dediğinde hakim, başıyla onayladı. “İlkhan Taşkın, kalk ayağa.” İlkhan, ağır ağır ayağa kalktı. “Niçin Miray Hilde Lalezar’ın çantasına ses kayıt cihazı yerleştirdiniz? Tesadüfe bakın ki tam da Melek İnal ile görüştüğü saatte, Melek İnal’ın dışarı çıkacağını öğrendiği saatte bir böcek ile telefon konuşmasını dinlemişsiniz. Üstelik, Cemile Yormaz tanık. Bunu nasıl açıklayacaksınız?”
İlkhan, büyük bir oyunculukla “Yani Sayın Savcım, ben Cemile Yormaz’ı hiç görmedim. Kendisi adliyenin girişinde tokasını düşürünce yerden kaldırıp kendisine uzattım, doğru ama yaşamım boyunca onu ilk defa orada görmüştüm,” dedi mahcup mahcup. “Kendisine bir ses kayıt cihazı teslim ettiğim kesinlikle bir iftiradır. Miray Hilde Lalezar’ı dinlemedim, o yaşlı kadın da muhtemelen başkasından emir aldı ama benimle karıştırmıştır. Kendisi zaten yüzümü görünce benim olmadığımı anlayacaktır.”
Ceyda, “O hâlde Cemile Yormaz’ın tanık olarak dinlenmesini talep ediyorum,” dedi sertçe.
Hakim, “Tanığı salona alalım,” dedi ve beklemeye başladık.
Aykut bir anda fısır fısır konuşmaya başladı: “Miray bu teyze kişisi, Cemile midir nedir, kesin lehimize beyanda bulunacak, değil mi?”
“Evet,” dedim kısaca.
“O zaman tutuklu yargılanacak bu gözlüklü bidon,” dediğinde hayretle Aykut’a döndüm. “Ne? Bidon gibi zaten! Ha, vücudundan bahsetmişken, bir darbe de karnındaki yarayla vururuz, olur biter. Unutma sakın.”
“Sus artık.” Cemile Yormaz’ı işaret ettim. “Bak, işte bu kadın…”
Hakim ayağa kalktıktan sonra “Ayağa kalkalım,” dedi. “Bildiğini dosdoğru söyleyeceğine namusun ve şerefin üstüne yemin ediyor musun?”
“Ediyorum,” dedi Cemile Hanım da.
Oturduk.
Ceyda tanığa bakarak “Cemile Yormaz, şuradaki şahsı yani İlkhan Taşkın’ı ya da yanında bulunan şahıs Behzat Ali Yücesoy’u daha önce gördünüz mü?” diye sorunca yaşlı kadın, gözlerini kısarak ikiliye bakmaya başladı.
“Gözlüklü çocuğu adliyede gördüm, kamera kayıtlarında da var,” diyen kadından sonra sesli bir nefes verdim. Fakat bir anda konuşması değişti: “Ama onun dışında hiç görmedim.”
“Nasıl?” dedim bir anda ama hakim beni susturdu.
“Aramızda konuşmayalım!” dedi sertçe. Aykut’a döndüğümde dehşet verici bir ifadeyle yaşlı kadına bakakaldığını fark ettim. “Peki Cemile Hanım, emniyete gidip ifade vermişsiniz, bu ne demek oluyor? Kendisinin size ses kayıt cihazı verdiğini ve Miray Hilde Lalezar’ı tarif ederek çantasına bırakmasını istediğini söylemişsiniz. Bu ifadeleri siz vermediniz mi?”
Yaşlı kadın, “Biri öyle bir şey yaptırdı bana, evet,” deyince elimi yüzüme doğru götürüp yüzümü kapattım. Kadını muhtemelen satın almışlardı. “Ama bu çocukcağız değildi. Hakkını yemeyeyim.”
“Yalancı…” diye fısıldadıktan sonra elimi yüzümden çektim. Resmen iki tanık da bizim aleyhimize beyanlarda bulunmuştu ve bu hiç hoş değildi!
Aykut bir anda bana doğru döndü ve “Cemile çıkar çıkmaz söz al,” diye fısıldadı. Başımla onayladım. “Bak unutma, söyleyecek yüz tane şeyin var.”
“Tamam,” dedim bıkkınlıkla. “Hatırlıyorum zaten.”
“Peki Cemile Hanım,” diyerek çıkış yönünü işaret etti hakim. “Salondan çıkabilirsiniz.”
Cemile Hanım hareketlenir hareketlenmez ayağa kalktım ve “Sayın Hakim, ben tanık olmasam da size bir şeyler söylemek istiyorum izninizle,” deyince mahkeme heyetindeki herkesin yüzü bana çevrildi. “Biliyorsunuz ki 17 Eylül davasında yalnızca cinayet işlenmedi, bir kaçırılma vakası var ve müştekisi benim; yaralandım ve beni yaralayan kişinin vücudunu az çok gördüm. Üstelik varsayım dahi bile olsa fikirlerim bizzat ben alıkonulduğumdan ötürü önem teşkil eder. İzninizle açıklamak isterim.”
“Buyurun, tabii…” dedi hakim de.
“Öncelikle bir erkek tarafından alıkonuldum; boyu, kilosu ve parfümünün kokusu bile İlkhan Taşkın’la bire bir uyuşmaktadır. Alıkonulduğum için ve bu eylem 17 Eylül tetikçisi tarafından gerçekleştiği için kesinlikle kendisinden şikâyetçiyim üstelik tam da karın bölgemden yaralandım, ölüm tehlikesi atlattım. Yaralanma hususunun üstünde durduğumuzda da sanık İlkhan Taşkın’ın tam olarak meslektaşım Aykut Sayer’in kaçırıldığı gün içinde onu alıkoyan şahıs ile bire bir uyuşan bölgeden kurşunlandığının altını çizmek isterim. Sanık İlkhan Taşkın’ın o gün içerisindeki HTS kaydında, tıpkı 16 Eylül’ü 17 Eylül’e bağlayan gece olduğu gibi tüm gününü evde geçirmiş olması bir tesadüf değildir. Bu bir oyundur. İlkhan Taşkın, çoğu zaman kendi telefonunu kullanmamaktadır. Kendisi, kullan at hatları taktığı başka telefonlarla benimle iletişime geçmiştir.”
Birkaç saniye duraksadım, herkes pürdikkat beni dinliyordu.
“İletişim kısmının üstünde durduğumuzda, tıpkı az önce belirttiğim gibi önünüzde ispatlı belgeler var ve birçok da tanığı bulunuyor, seri katil benimle defalarca iletişime geçmişti. Her iletişime geçtiğinde, tüm saatler de orada yazılı olarak bulunuyor, İlkhan Taşkın’ın telefon sinyali devamlı olarak evini göstermektedir. Bu kadar tesadüfün bir arada bulunması hepimizi tek bir çıkış noktasına doğru götürüyor: O da İlkhan Taşkın’ın telefonunu evde bırakıp katil kimliğine geri dönmesidir. Kendisi ve Behzat Ali Yücesoy’la baş başa kaldığım dakikalarda, henüz katil olduklarını düşünmediğim bir zaman diliminde, direkt olarak katil olduklarını bana laubali bir dille, dalga geçerek itiraf etmişlerdir. İlkhan Taşkın -telefon konuşmalarında çokça yapıyor- bana sesini incelterek ismimle hitap etmiştir. Kendisi üniversite yıllarımdan beri dostum olduğundan, pardon…” Bu sefer ben dalga geçerek gülümsedim. “Kendisini dostum zannettiğimden ve o zamanlardan kalan bir yakınlığımız mevcut olduğundan tiyatro zamanı oldukça vakit geçirmiştik. Seri katilin Feyza Gümüşpala’yı kasten öldürdüğü dakikalarda, hastane hemşiresinin verdiği ifadeye göre kısa saçlı bir kadın kapının önünde beklemekteymiş; bu bize direkt kısa saçlı olduğu için katilin bir kadın olduğunu düşündürtmek için kurdukları bir oyundu. Tiyatro kulübü zamanlarımızdan kalan ses inceltme, kısa saçlı bir kadın rolüne bürünme tamamen İlkhan Taşkın’ın marifetleridir. Kendisinin bu şekilde çokça görüntüsü mevcuttur ve dosyalara da eklenmiştir. Bu kadar tesadüfün bir araya gelmesi, cinayet azmettiricisinin Behzat Ali Yücesoy, tetikçinin ise İlkhan Taşkın olduğunu açıkça belli etmektedir. Kendilerinin en üst sınırdan cezalandırılmalarını talep ediyorum.”
Yerime oturduktan sonra masanın üstünde duran su şişesini açıp birkaç yudum aldım, yorulmuştum.
Heyet bir süre kendi arasında konuştu, biz de sadece bekledik.
Ceyda kısa bir süre sonra “İddia makamı olarak sanıkların üç ayrı suçtan cezalandırılmasını talep ediyoruz, Sayın Hakim,” dedi tok bir sesle.
Bu gibi zincirleme davalar yüzünden karar verme aşaması epey zor ve karmaşık bir hâl alıyordu.
“Sanık müdafi, söylemek istediğiniz bir şey var mı?” diye sordu hakim.
Emirhan ayağa kalktı ve gergin bir ifadeyle kekeleyerek konuşmaya başladı. “Sayın Başkanım, ben,” İlkhan’a ve Behzat’a doğru döndü. “Müvekkilimin evde olduğuna dair tanıklarımız çıktılar, karşı tarafın tanığı bile bizim lehimize bir karar verdi, bu nedenle müvekkilim İlkhan Taşkın’ın tutuksuz yargılanmasını talep ediyorum. Kendisini yaralayan şahıs, dilerseniz tanık olarak bize yardımcı olsun, kendisi de adliyededir. Karnındaki yara bir sokak kavgasında başına gelmiştir.”
Ayağa kalktım. “Sayın Hakim, tanıkların yalan söylediği aşikârdır. Az önce meslektaşım Aykut Sayer, alışveriş içeriğini öne sürerek müthiş bir çıkarımda bulunmuştur. Sanığın tutuksuz yargılanması, benim ve diğer 17 Eylül doğumlu kuvöz arkadaşlarımın yaşam güvenliği bakımından olumsuz sorunlar doğurabileceğinden sanıkların kesinlikle tutuklu yargılanmasını talep ediyorum.”
Emirhan da ben de sandalyelerimize oturduk.
Hakim bıkkın gözleriyle kapıyı işaret etti. “O halde önce İlkhan Taşkın’ı yaralayan tanıkla konuşalım.” Mübaşire doğru döndü. “Siz tanığı içeri alın.” Hakim bu kez İlkhan’a doğru döndü. “Peki İlkhan Taşkın, niçin sizi yaralayandan şikâyetçi olmadınız?”
İlkhan ayağa kalktıktan sonra “Kendisi yanlışlıkla ateş aldığını belirtti, ben de affettim,” deyip yerine oturdu.
“Biz de yedik!” dedim sertçe.
Hakim iki kez masasına vurdu. “Kendi aramızda konuşmuyoruz Avukat Hanım!”
Aykut bana doğru dönüp “Kızım aptal aptal hareketler yapmasana,” diye fısıldadı. “Hakim birazdan kafana tokmak atacak.” Gözlerimi devirdim. “Halka verir talkını, kendi yutar salkımı: Miray Hilde Lalezar.”
Aykut’u umursamayarak ayağa kalktım ve “Sayın Hakim, kendisi mademki bir sokak kavgası esnasında yaralandı; o hâlde yaralandığı kurşunun balistik tarafından incelenmesini ve vurulduğu silahın kime ait olduğunun saptanmasını talep ediyoruz. Şayet kurşun, Cumhuriyet Savcısı Erkin Gümüşpala’nın ruhsatlı silahına aitse şahsın direkt mahkûmiyetini talep ediyoruz!” diye tekrardan çıkıştım.
Gerçekten hakim, kafama tokmak atacakmış gibi bakıyordu.
Beni pek iplemeyerek kapıya doğru dönen hakim, “Tanık kürsüsüne geçebilirsiniz,” diyerek gelen tanığı yönlendirdi.
Yeminden sonra kısa bir sessizlik oluştu.
Bu kez Ceyda soru sormaya başladı: “Semih Bey, İlkhan Taşkın’ı yaralamışsınız, doğru mudur?”
“Doğrudur,” dedi genç adam. “Yanlışlıkla ateş ettim.”
Aykut oflayarak “Bütün tanıklar bu meczupların lehine beyan verince bizdeki özgüvensizlik şaka gibi olmadı mı Miraycığım?” diye fısıldayarak olmayan enerjimi daha da düşürdü.
Gözlerimi devirerek Aykut’a döndüm. “Yalan beyanlar mutlaka bir gün ortaya çıkar, Aykutçuğum. Bunu asla unutma.”
“Sen de Bera Emin’i tanık olarak çıkarmıştın,” diye fısıldayınca gözlerimi devirdim. “Yalan beyanın ortaya çıkmıştı, ahah…”
Aykut’u pataklamamak için direnirken tanığa sorulan diğer soru ilgimi çekti: “O günkü sinyalleriniz Kadıköy sınırları içerisindeyken İlkhan Taşkın’ı neden Mecidiyeköy’deki A. R. Hastanesi’ne götürdünüz peki?”
Ceyda’ya tam da şu an ısınıyor gibiydim.
Tanık bir süre kekeledi. “Şey…” Önüne doğru eğildi. “Aslında ben Kadıköy’deki hastanelere götürecektim ama… Benim A. R. Hastanesi’nde bir tanıdığım vardı, başım belaya girmesin diye o hastaneye götüreyim, dedim.”
“Başınız belaya girmesin diye yaralı bir adamı başka bir kıtaya götürdünüz. Şahane!” dedikten sonra dalga geçercesine alkış tuttum.
Aykut üç kez öksürdü. “Miray, kafana tokmak geliyor, sus artık…” dedi fısıldayarak.
Hakimle göz göze gelince zorla gülümsedim. Ceyda da “Peki oradaki tanıdığınızın ismini öğrenebilir miyiz Semih Bey?” diye sordu tanığa.
Tanık Semih Bey, tekrardan kekeledi: “Yani şey, orada çalışmıyormuş…”
“Peki bu doktor tanıdığınızın adını öğrenebilir miyiz Semih Bey?” diyerek tanığı iyice sıkıştırdı Ceyda.
Tanık, “Zeynep Yılmaz,” dediği an gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Türkiye’de en çok konulan isim ve soy ismi seçmesi ne kadar tesadüftü Allah aşkına?
Hakim dalga geçercesine gülerken “Zeynep Yılmaz…” diye mırıldandı. “Peki Semih Bey, salondan çıkabilirsiniz. İfadeniz tekrardan Savcı Hanım tarafından alınır. Buyurun.”
Semih, mahkeme salonundan ayrılırken Aykut bir anda kıkırdamaya başladı ama sesini sadece ben işittim. “Zeynep Yılmaz amma orijinal… Türkiye’nin yarısı Zeynep Yılmaz’dır zaten.”
“Bari Mehmet Demir falan deseydi…” dedim ben de.
Aykut kısa bir süre düşündü. “Şey de olabilir: Ahmet Özdemir.”
“Peki, müşteki vekilleri…” Hakim bize doğru döndü. “Eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?”
Bu kez Aykut ayağa kalktı ve “Sayın Hakim, gerçekten mantıklı düşünüldüğünde vardığımız sonuç apaçık ortadadır,” diyerek kibar bir dille anlatmaya başladı. “Zaten mahkeme sürecince Behzat Ali Yücesoy’un, Cumhuriyet Savcısı Varan Alp Çakmak’ın evine yerleştirdiği ses kayıt cihazını yalanlayan hiçbir beyan olmadı. İki kişinin bağlantısının da kardeşlik olduğunu düşünüyoruz Sayın Hakim. Yani 17 Eylül cinayetlerini abi-kardeş beraber işliyorlar. Gerekli DNA testlerinin yapılmasını talep ediyoruz ve bu süreçte de sanıkların tutuklu yargılanmasını talep ediyoruz. Zaten dava hakkında bilgi almaya çalıştıkları apaçık belli. Savcının evine ses kayıt cihazı yerleştirmek de neyin nesidir yahu? Hem 17 Eylül doğumlu hem de bir Cumhuriyet Savcısı. Lütfen gereken yapılsın.”
Aykut yerine oturduktan sonra elimizden geleni yaptığımıza emindim.
Hakim çok kararsız gözüküyordu ve sürekli heyetle arasında fısır fısır konuşmaya başlamıştı. Beklerken ağaç olacaktım, ağaç… Ah bu avukatlık yok muydu, avukatlık?.. Beklemek demekti bence sözlük anlamı!
“Sanıklara soralım o hâlde…” Hakim, Behzat’a ve İlkhan’a döndü. “Öncelikle Behzat Ali Yücesoy, Varan Alp Çakmak’ın evine bir ses kayıt cihazı yerleştirdiğinizi, teknik takip sayesinde kanıtlamış olduk. Bu konuda ne söylemek istersiniz?”
Behzat, ayağa kalktı ve “Bunu yapmamın sebebi, ablasının beni aldatıp aldatmadığını öğrenmekti, Sayın Hakim,” dediğinde yüzümü ekşittim. Bu nasıl bir yalandı ya? “Kendisinin ses kayıtlarını paylaşmayacaktım kimseyle, kesinlikle.”
“Fakat bu bir suç, Behzat Bey,” diyerek araya girdi Ceyda. “Özellikle bir savcının konutuna girip gizlice ses kayıt cihazı yerleştirmeniz çok şüphe uyandırıyor, 17 Eylül cinayetleri için. Tüm konuşmalarınız kayıt altına alındı. Hâlâ yalan söylemeye çalışıyorsunuz ama bizi burada neci sanıyorsunuz, muamma.”
Behzat büyük bir pişmanlık duyarcasına “Kendisi benim akrabam, sorun olmaz diye düşünmüştüm, yanılmışım,” dediğinde kusacak gibi oldum.
“Doğru, Savcı Hanım… Gelelim ses kayıtlarına,” dedi Hakim Bey bu kez de. “Ses kayıtları da pek şüpheli. Neler söyleyeceksiniz?”
Sanık müdafi Emirhan ayağa kalkarak “Ses kayıtlarında sanıkların itiraf ettiği bir suç bulunmamaktadır Sayın Hakim. Şüphe daima olağandır, adaletin aradığı ise somut delillerdir; bu nedenle iki müvekkilimin de 17 Eylül cinayetleri için tutuksuz yargılanmasını talep ediyorum,” deyince bıkkınlıkla nefes verdim.
Hakim, “Peki İlkhan Taşkın, senin eklemek istediğin bir şey var mı?” diye sordu.
İlkhan ayağa kalkınca Behzat oturdu. “Sayın Başkanım, bir avukat olarak böyle bir suçlanmaya maruz kaldığım için epey hüzünlü olduğumu belirtmek isterim. Ailem perperişan, ben zaten mahvolmuş durumdayım.” Ayağa kalkıp onu boğmamak için kendimi çok zor tuttum. “Üstümde çok büyük bir baskı var zaten… Suçlamaları reddediyorum.”
“Peki,” diyen hakim, tekrardan heyete döndü. Birkaç saniye sonra ise başını bize doğru çevirdi. “Karar:” Herkes ayağa kalktı. “Sanık Behzat Ali Yücesoy’un, Cumhuriyet Savcısı Varan Alp Çakmak’ın evine yerleştirdiği 4Gbt mikro hafızaya sahip B24 model bir adet dijital ses kayıt cihazı, Cumhuriyet Savcısı Varan Alp Çakmak’ı yakından alakadar etmekte olan 17 Eylül davaları hakkında bilgi almak amacıyla yerleştirdiği; CMK 140. maddesinde belirtilen teknik takip cihazıyla izlenilen yolda Cumhuriyet Savcısı Ceyda Sayan’ın ve ilgili polis memurlarının belirttiğine göre kanıtlanmış olup sanığın TCK 133/1 maddesi uyarınca beş sene hapis cezası ile cezalandırılmasına; sanığın üstüne atılı suçta maktuller: 17 Eylül 2025 İnan Erkoç, 17 Eylül 2026 Turgay Işık ve 17 Eylül 2027 Melek İnal; cinayete azmettirme suçu için kuvvetli şüphe bulundurması sebebiyle tutuklu yargılanmasına, duruşmanın 21 Aralık 2027 tarihine ertelenmesine…” Derin bir nefes verdim ama sıra İlkhan’daydı. “Sanık İlkhan Taşkın’ın üstüne atılı suçta maktuller: 17 Eylül 2025 İnan Erkoç, 17 Eylül 2026 Turgay Işık ve 17 Eylül 2027 Melek İnal; kasten öldürme suçu üstüne atılı olduğundan…”
Mahkeme salonunun kapısı bir anda açılınca herkesin gözü o yöne doğru döndü. “Sayın Hakim!” Bir polis memuru, elindeki belgeyle beraber içeriye girdi. “Buna bakılması gerek.”
Hakimin kararı yarıda kalınca Emirhan, polis memurunu işaret ederek “Sayın Hakim, sanırım suç aleti bulundu ve üstündeki parmak izleri tespit edildi!” deyince dudaklarım aralandı.
Kalp atışlarım oldukça hızlanınca sertçe yutkundum ve gözlerimi direkt Ceyda’ya çevirdim. Bundan haberinin olmaması imkânsızdı ve bize söylememişti.
“Bakalım.” Hakim, dosyayı eline alıp incelerken gözlerim, istemsizce kardeşime doğru döndü: Koray’a.
Babam ve Koray birbirlerine bakarken elimi kalbime doğru götürdüm, istemsizce gözlerim doldu.
“Miray,” diyen Aykut, vücudumu biraz sarstı. “İyi misin?” Bakışlarımı ona doğru çevirdiğimde yüzümdeki ifadeyi fark etti ve “Aman Allah’ım…” dedi hayretle. “Kız sakin ol…”
Dudaklarım titrerken “O silahın üstünde,” dedim kısık bir sesle. “Koray’ın da parmak izi olabilir.”
Aykut izleyici kısmında duran Koray’a doğru bakarken “Ay senin kardeşin olan Koray mı? İşte şimdi bittik!” diyerek elini omuzumdan çekti.
Hakimin kaşları çatıldı ve Ceyda’yla beraber konuşmaya başladılar. “Karara devam ediliyor,” diyen hakimin sesi sertti. “…sanık İlkhan Taşkın’ın tutuksuz yargılanmasına karar verilmiştir. Duruşma sırasında elde edilen bilgiye göre 17 Eylül davasının baş şüphelisi, suç aletinin üstünde Komiser Mir Beyaz Küfe’nin dışında, tetik kısmında parmak izi olan tek şahıs, Koray Lalezar’dır, Savcı Hanım.” Belgeyi teslim etti. “Gerekeni yaparsınız.”
Ceyda’nın gözleri sadece kardeşim Koray’ın üstündeyken kendimi sandalyeye bıraktım.
O andan sonraki yirmi dakikada neler olduğunu anlayamadım. Kafamın içinde annemin bağırış sesleri yankılanırken sanıklar duruşma salonundan çıkarılana kadar gelen kavga seslerini duyamıyordum bile. Aykut yanımdan ayrılmıştı, çoğu kişi bana seslenmişti ama sanki dünyadan soyutlanmış gibi hissediyordum.
Ayağa kalkarak duruşma salonundan çıkacakken kimsenin olmadığını yeni fark ediyordum. Adımlarımı oldukça hızlı tuttum, duruşma salonundan çıktım ve Ceyda’yı, Erkin’i ve Varan Alp’i yan yana gördüm; tam karşılarında Teoman ve Mir Beyaz duruyordu.
“Ama bunu bizden saklamanız pek hoş olmadı Teoman Komiser,” diyen Ceyda’nın elinde sallanan belgeyi görünce öfkeyle yanlarına yürüdüm.
“Siz peki?” diye sordum sertçe. “Dava hakkındaki en büyük gelişmeyi müşteki vekilinden nasıl gizlersiniz? Pek anlamış değilim!” Elindeki dosyayı işaret ettim. “Benim kardeşim saat tam on ikide doğum günümü kutladı ve babamla beraberlerdi, evdelerdi…”
Eniştem sürekli sallanan kolumu tutarken “Tamam Miray, ortaya çıkacak zaten, gel…” deyince kollarımı geri çektim.
“Ya bırak ya! Koray’ın parmak izi çıktı diye hakim İlkhan gerzeğini, asıl katili salmadı mı?” diye bağırdım öfkeyle. “Annemler nerede ayrıca? Nerede? Gördün mü?”
Ceyda altta kalmayarak “Ne yapsaydım? Göz ardı mı etseydim kardeşinizin parmak izinin bulunmasına? Savcıyım ben, gereken neyse onu yaparım. Haddinizi aşmayın isterseniz,” deyince Erkin de Ceyda’nın kolundan tuttu. “Zaten Fırat’la ifadeye girdiğinizde de anlamıştım bir şeyler gizlediğini, Avukat Hanım. Çaktırmadığını mı zannettin? Benim gözümden pek kaçmaz.”
“Aman sizin gözünüzden gerçekten hiç kaçmaz! Adaleti sağladığınızı mı düşünüyorsunuz?” İşaret parmağımı tehdit pozisyonunda sallayarak “Senin gibi savcılar yüzünden katiller dışarıda ama masumlar hep içeride!” diye bağırınca ortalık iyice kızıştı.
“Miray sus!” dedi eniştem beni daha da geriye çekerek. “Sus HTS’den her şey çıkacak zaten kızım, başını belaya mı sokmak istiyorsun?”
“Sana soruşturma başlatacağım, bekle!” diye bağıran Ceyda’yı geriye çekmeye çalışan Erkin ve tam ortamızda durup ikimize de bakan Mir Beyaz’ı fark ettim sadece. “Bir savcıyla böyle mi konuşulur? Bu nasıl bir hadsizlik? Terbiyesiz!”
Mir Beyaz yanıma kadar gelip “Miray, sakin ol,” deyip beni oturttu. “Al şu suyu, iç.”
Şişeyi itekledikten sonra “Ayrıca kardeşinin telefon sinyalleri on iki civarında evde gözükmüyor!” diye bağıran Ceyda, başımdan aşağı kaynar sular dökülmesine sebep olmuştu. “En doğru olanı yaptım ben! Tamam mı? Gelip baksaydın, görürdün!” diye bağırmaya devam etti. “Sanki senden gizledik mi biz gelişmeleri? Takip etmiyorsun doğru dürüst!” Sesleri daha kısık gelmeye başladı.
“Ne dedi o ya?” diyen Mir Beyaz, Teoman’la bakışırken elimi tekrardan kalbime götürdüm.
“Neredeymiş ki sinyali? Anlamadım,” dedi eniştem de. “Varan Alp, gelsene buraya bir dakika.” Birkaç saniye sonra Varan Alp de yanımıza geldi. “Sen gördün mü? Neredeymiş sinyali?”
Başımı kaldırıp Varan Alp’e baktığımda, göz göze gelişimizin hemen ardından “Pendik yolunda alınan bir sinyal var,” deyince içimde kopan kıyametin haddi hesabı yoktu. “Bir mekânda durmuşlar, sonra da 00.00 civarı Melek’in bulunduğu otobanda sinyalleri var.”
Mir Beyaz iki elini birbirine çarpıp “Neden saklamış ki bunu?” diye sorunca ağlamam daha da derinleşti.
“Babam kumara mı ne bulaşmış yine,” dediğimde üçü de bana döndü. “Muhtemelen başlarına bir iş geldi, benden de sakladılar.”
Teoman, “Koray o yüzden senin kaçırıldığın gün deli gibi babanı arıyordu,” deyince başımla onayladım. “Ne yapacağız oğlum biz şimdi?”
“Kamera kaydı, tanık…” Aklıma gelenleri saymaya başladım. Ağlamaktan konuşamıyordum. “Fırat,” dedim sonra da. “Fırat tanık olabilir, zaten ifade tutanağında her şey yazılmıştı. Onunla konuşuruz.”
Mir Beyaz, telefonunu havaya kaldırdı. “Teo cinayet varmış,” deyince Teoman’ın ağzı beş karış açıldı. “Bugün için iki oldu. Gitmemiz lazım.” Mir Beyaz bana doğru eğilip “Sen buradan direkt Seray ablaya geçiyorsun, annemleri de al,” deyince başımı olumsuz anlamda salladım. “Miray bak, gitmem lazım, aklım kalacak sende.”
Teoman da bana doğru eğilip “Hadi ben bırakayım seni,” deyince ellerimin titrediğini fark ettim.
“Gidin siz.” Gözyaşlarımı sildim. “Biraz toparlanayım, çıkarım ben de.”
“Tamam,” diyen Mir Beyaz, belindeki silahı kabzasına daha sıkı yerleştirip doğruldu. “Haber ver bana.”
Eniştem ve Teoman gittikten kısa bir süre Varan Alp hâlâ karşımda dikildiği için başımı kaldırıp tekrardan ona baktım.
Yanıma oturdu.
Stresten ve birkaç gözyaşından sonra hemen ağrıyan başım dolayısıyla parmaklarımı şakaklarıma doğru götürdüğümde, hafif kambur oturuyordum. Gözlerim asla yanımda oturan Varan Alp’e değmediği için bakışlarını göremiyordum, neden oturduğunu da bilmiyordum ama şu an düşünmem gereken şey bu değildi. Ben Koray’ı nasıl çıkaracaktım bu işin içinden?
Bir iki dakika sonra tekrardan gelen bir ağlama krizi yüzünden tüm çenem, gözlerim ve başım sinyal gönderir gibi şiddetli bir şekilde ağrımaya başladı. Kafamı kaldırmaya korkarken bir anda başımı Varan Alp’e doğru çevirdim. Göz göze geldiğimizde ise ona daha önce bu olayları neden anlatmadığımı sorgular gibi bakınca kambur üstüne kambur yaşadım. Suçluluk duygusu, dengesizlik, fevrilik… Kaç gündür sadece yaşıyormuşum meğer; belki de ne insanları anlamaya özen gösteriyordum ne de düşünebiliyordum. Ben kaç gündür sadece ağlıyordum ya da korkuyordum.
Duruşum dikleşince sanki sağ gözümden akan son gözyaşı da aktı, kucağıma düştü.
Tam oturduğum yerden kalkıp gidecektim ki Varan Alp’in elini belimde hissetmemle büyük bir şok yaşayarak oturduğum yerde mıhlandım. Sol koluyla beni tamamen bedenine doğru çekince artık daha fazla dayanamadım ve başımı boynuna doğru gömüp ağlamaya başladım. Ellerimi sırtına doğru götürdüm, ona sarıldım. Sanki sarılınca her şey çözülecekmiş, tüm dertlerim bitecekmiş gibi gelince birkaç saniye boyunca başımı boynundan çekmedim.
Sağ elini de belime yerleştirip beni tamamen sıkıca sarınca günler sonra ilk kez nefes alıyormuş gibi hissettim. Birkaç saniye sonra baş ağrım geçiyormuş gibi hissettiğim an, dudaklarını alnıma bastırdı; günler sonra ilk kez nefes aldım.
⚖️
Akşamüstü yeni yeni toparlanabilmiştim; kalbimdeki çiçeklerin çoğu solsa da yeni çiçekler ekilmiş gibiydi, bu yüzden bugün için ilk kez umutluydum. Çökmüştüm ama en dibe varınca da yükselmekten başka çare kalmazdı sonuçta, toparlanmak zorundaydım.
Hava kararmak üzereyken ev epey karışıktı. Ablamın yanındaydık; annemle babam sürekli tartıştığı için yeni yeni sakinleşmeye başlamıştı ev, zaten susmalarının sebebi de Rüzgar’ın devamlı ağlama krizine girmesiydi. Yeni ağrı kesici içtiğim için başımdaki ağrı geçmişti ama ruh hâlim darmadağındı. Bir iyiydim bir kötü fakat umudumu asla yitirmemeye özen gösteriyordum.
Mir Beyaz da buradaydı, yeni gelmişti; cinayetle Teoman ilgileniyordu.
“Kapı mı çaldı?” diye soran Mir Beyaz, ben telefonda yazılan gönderileri ve haberleri okurken kapıya doğru yürüdü. Pimi çekilmiş bomba gibi bir öyle bir böyle konuşan Mir Beyaz’ın neden sakin kalabildiğini anlayamıyordum; genelde benden çok onun sinirlenmesi gerekiyordu çünkü tutuksuz yargılanma verilmişti şerefsiz İlkhan’a.
Ablam da “Çalmadı kapı falan,” dedi Rüzgar’ı sallarken.
Annemle babam o kadar bitkin ve saçma bir haldeydi ki Koray emniyete geçtiğinden beri kavga etmekten başka bir şey yapmamışlardı.
Babam büyük bir öfkeyle “Kapı falan çalmadı!” dedi bu kez de.
“Benim oğullarımın günahı neydi ya?” Annem tekrardan yakınmaya başlayınca Mir Beyaz’la göz göze geldik. “Benim oğullarımın günahı ne yani?”
Annemin artık susması gerekiyordu. “Anne sabahtan beri konuşup duruyorsun ama konu ne zaman 1998’e gelse lâl kesiliyorsun,” diye sertçe uyardım. “Eğer olanları anlatacak cesaretin yoksa sus artık.”
Babam oflayarak “Annene göre zaten bütün suç benim! Tamam mı? Bütün suç!” deyince gözlerimi devirdim.
“Ne yaptınız o gün?” Ayağa kalktığımda ablam, korkuyla bana doğru döndü.
“Miray…” dedi uyarırcasına. “Zamanı değil şu an.”
“Abla biliyor musun? Tam zamanı,” dedim kararlı bir sesle. “O gün ne yaptıysanız bana anlatacaksınız. Ben de bu meseleyi kimse zarar görmeden kapatacağım. Tamam mı?”
Babam, “Bütün suçu sırf kumara bulaştım diye bana yıkıyorsun ama yangın neden çıktı, anlatmıyorsun,” deyince Mir Beyaz bir anda ayaklandı. Sanırım konuşacaklardı.
“Neden çıktı yangın?” diye sordu Mir Beyaz. “Allah aşkına söyleyin artık! Bu herifler bizden ne istiyor? Anneciğim…” Anneme doğru eğildi. “Bak, anlatırsan zaten siz zarar görmezsiniz. Kapanmış gitmiş bir dava… Yeter artık. Anlatın şunu.”
Babam, alnındaki teri silerken “Biz karılarımız için kendi hayatımızı riske attık, birçok şeyi feda ettik,” deyince anlamaya çalıştım ama çok üstü kapalı konuşuyordu.
“Tamam, yangında ne yaptınız? Yıldız diye birisi vardı ve o mu öldü? Kim öldürdü onu?” diye sorunca ablam korkuyla annemlere bakmaya başladı.
Annem titrek bir sesle “Benim yüzümden…” diye fısıldadı.
Aklıma gelen ilk senaryoyu söyledim: “Yıldız denilen kadını öldürdünüz, onun oğlu da Behzat. Peki İlkhan? O bizden büyük mü? Doğmuş muydu?”
Babam bir anda “Bunlar kadını…” deyip sustu. Dudakları tekrardan aralandı. “Kadın doğum yapmış oracıkta.” Gözlerimi belerttim. Ne yani? İlkhan da mı 17 Eylül 1998 doğumluydu? “Biz gittik, küçücük bebeği caminin avlusuna bıraktık.” Babam ağlamaya başladı. “Anası biz içeri girdiğimizde yanmıştı, yanarak ölmüş. Şu kutlamada patlatılacak havai fişeklerle ikinci kez çıkmış yangın. Hepsini yok ettik. Kadını gittik, gömdük. Oğlu da Behzat’mış. Biz orada olduğunu bilmiyorduk ki…”
Bütün iğrenç cümleleri peş peşe sıralayan babam, midemin bulanmasına sebep oldu.
“Küçücük bebeği caminin avlusuna mı bıraktınız baba?” diye soran ablam ağlamaya başladı. Kucağında duran Rüzgar’a bakarken sesli bir nefes verdim.
“Biz…” dedi babam, ayaklanarak. “Sadece bebeklerimiz sağlıklı doğsun, anasız babasız kalmasın diye uğraştık. Ne yapalım… Davanın savcısı da Teoman’ın babasının arkadaşıydı, yangın çıkınca o da gelmişti.” Sertçe yutkundu. “Üstünü kapattılar bir şekilde, oraları tam bilmiyorum.”
“Tamam da neden?” diye sordum yüksek bir sesle. “Siz yangını çıkarmadıysanız niye gidip kadını gömdünüz? Biz bunları neden yaşıyoruz ya?”
Annem, “Kızım…” dedi titreyen sesiyle. “Biz hesap edemedik. Yangını ben havlu çıkarırken ocaktaki şeye…” Konuşamadı. “Bir yandan da benim yüzümden çıktı o yangın. Havai fişek fitillendi, bir şeyler oldu… Vallahi hatırlamak bile istemiyorum Miray. Hamileydik kızım, hepimiz hamileydik. Kilitli kalmıştık, çaresizdik.”
“Ve Ümit Haldun İnal bile bunu bile bile sustu, öyle mi? Bravo!” demekle yetindim.
Babam, “Of…” diyerek koltuğa oturdu. “Kızım o bebek de…” Korkudan alt dudağını ısırdı. “Yani İlkhan…” Taksit taksit söylediği için gözlerim kısıldı, daha da odaklandım söyleyeceği cümleye. “Yıldız işte, Ümit Haldun’un… Ümit Haldun’un bebeğiydi İlkhan.”
“Ne?” diye neredeyse çığlık attım.
“Siz şaka mısınız ya?” diye bağırdı Mir Beyaz öfkeyle. “Ulan bu nasıl bir iş? Bunu niye daha önce anlatmadınız? Bizim ölmemizi mi beklediniz, Melek’in ölmesini mi beklediniz?”
Annem ağlamasının arasında “Korktuk oğlum,” dedi sessizce.
“Bir dakika,” dedim ve geriye çekildim. “Ümit Haldun İnal’ın bir oğlu mu var şimdi? O da İlkhan mı? İlkhan,” dedikten sonra elimi alnıma doğru götürdüm. “Kardeşini öldürmüş. Melek’le İlkhan kardeş miydi?”
Burada daha fazla duramazdım.
“Gidiyorum ben,” dedi Mir Beyaz ve hole doğru yürüdü.
“Ben de geliyorum,” dedikten sonra telefonumu masanın üstünden alıp peşine takıldım.
Mir Beyaz’la beraber apartmanın çıkışına kadar indiğimizde ikimiz de delirmek üzereydik. Nereye gideceğimizi bilmiyorduk, ne yapacağımızı bilmiyorduk…
Bir ileri bir geri yürüye yürüye deliye dönmüştük.
“Sence bile bile mi kardeşini öldürmüştür?” diye sordum ve kollarımı göğsümde bağladım.
Dudakları büzüldü Mir Beyaz’ın. “Benim Melek’im gitti, sırf o… Aptal gece yüzünden!” diye çığlık attı neredeyse. Sesi tüm mahallede yankılanmıştı. “Neymiş anasını satayım? 17 Eylül’müş! O günü var ya dünya üzerinden silmek istiyorum Miray!”
“Bunu bile bile sustular.” Anneme, babama, Ümit Haldun İnal’a, Varan Alp’in babasına, Mir Beyaz’ın annesi Biran teyzeye… Kimseye inanamıyordum. Hepsinden iğreniyordum. “Eğer 2026’da çözülseydi…” Ağlamaya başladım. “Melek ölmeyecekti.”
Sokaktan geçenler bir anda Yenilikçi Halk Partisi’nin müziğiyle dolaşmaya başladılar. Partinin seçim müziği olacak bu müziğin konuşmamızın üstüne denk gelmesi harikaydı (!).
“Pardon!” diyen Mir Beyaz, ilerideki araca doğru yürüyüp kimliğini gösterdi. “Kapat kardeşim.”
“Komiserim…” Aracın içindeki genç adam müziğin sesini kıstı. “Birazdan Ümit Haldun İnal, başkanlığını açıklayacak. Üç partinin Cumhurbaşkanı adayı, Ümit Haldun İnal’mış.”
Yanlarına doğru yürüdüğümde Mir Beyaz, “Kıs kardeşim müziği!” diye yineledi. “Yukarıda bebek var, uyuyor!” Ablamların evini gösterdi.
“Ümit Haldun İnal, başkanlığını nerede açıklayacak?” diye sorup arabaya doğru eğildim.
Genç adam neye uğradığını şaşırdı. “Şu an İstanbul’daki Yenilikçi Halk Partisi binasında toplantı yapıyorlar. Yemek yedikten sonra da halka açıklama yapacaklar. Bakın.” Haberleri gösterdi. “Biz de şimdiden partimizin müziğini açalım, dedik. Eee, Cumhurbaşkanımız olacak ne de olsa!”
“Oraya mı gidiyorsun?” diye sorduğumda ciddiyetim dolayısıyla yüzü biraz bozulmuştu.
“Miray,” diye uyardı Mir Beyaz beni.
“Sen dur Mir Beyaz. Oraya mı gidiyorsun kardeşim sen?” diye sorunca başıyla onayladı. “Beni de götür oraya.”
Mir Beyaz arkamdan “Miray yanlış bir şey yapacaksın!” diye bağırdı ama ben araca binince o da binmek zorunda kaldı.
⚖️
3 SAAT SONRA
“Ya sana inanamıyorum kızım!” Teoman’ın sesi beynimin içinde yankılanırken gözlerim kapanmak üzereydi. Uykum o kadar geliyordu ki bayılacaktım. Tabii bir yandan da Varan Alp’in evinde olduğumuz için uyumamaya çalışıyordum. “Sen deli misin ya? Bak Miray, ciddi soruyorum! Deli misin?”
Ofladım. “Enişte sus artık. Bak, bugün için ikinci kez ağrı kesici kullanmak istemiyorum. Başım zonkluyor. Ayrıca sana mı kaldı ya beni azarlamak?” Göz ucuyla Varan Alp’e baktığımda ellerinin arasına aldığı başı yüzünden yüzünü doğru düzgün göremiyordum.
“Ulan kim azarlayacak başka? Ananı babanı dinlediğin mi var? Ya dört siyasi partinin başkanının masasını devirmek ne demek ya? Ha bir de yanına Mir Beyaz’ı da almışsın süs gibi! Kızım kadının üstüne şehriyeli çorba dökmüşsün! Şaka mısın sen? Ya ben orada olmasaydım? O zaman ne olacaktı? Emniyete geçecektin, tutuklanacaktın belki! Bir dur artık Miray ya! Sabah savcıya neredeyse hakaret, duruşmada hakimden izinsiz konuşma, akşamında siyasetçilerin üstüne yemek dökme!.. Say say bitmiyor!”
Varan Alp de “Abi tamam, sus artık. Benim de başım ağrıdı…” dedi garip bir sesle. “…da ama…” Gözlerini üstüme çevirdi. “Sen niye delirdin de gittin parti binasını bastın? Ben onu anlamadım? Dayım bir şey mi dedi sana? Yoksa sadece duruşmanın akşamında aday olacağını açıklayacağı için sinirlendin mi?”
“İkisi de değil,” derken gözlerim kapanmak üzereydi. “İlkhan ile Melek kardeşmiş, o yüzden.”
“Neyyyy?” Teoman bir anda aydınlandı. “Şaka yapıyorum, der misin bana?”
“Şaka yapmıyorum enişte.” Tamamen arkama yaslandım. “İlkhan’ın babası, Ümit Haldun İnal’mış.”
“Ne?” dedi eniştem elini başına doğru götürüp. “Miray!” Sinirden konuşamıyordu. “Ne saçmalıyorsun sen?”
Oflayarak Varan Alp’e döndüm. “Evet.”
“Yıldız’ı kim öldürmüş? Onu da anlattılar mı?” diye sordu Varan Alp, hemen kabullenerek.
“Bir dakika…” dedi eniştem hayretle. “Sen ne karnı geniş çıktın? Dur bi’… Biz şimdi bu herifle kuzeniz, öyle mi?” Başımla onayladım. “Ve bu geri zekâlı, kendi kardeşini mi öldürdü?”
Sıkıntıyla “Sus artık Teo, yeterli bugünlük,” deyip öylece durdum. “Ben gidiyorum,” deyip ayağa kalktığım an başım döndü, tekrardan koltuğa oturdum. “Sağ olun beni tutuklanmaktan kurtardığınız için,” dedim keyifsiz bir fısıltıyla.
Eniştem, “Miray,” dedikten sonra yanıma oturdu. “Anlatmayacak mısın? Yangını kim çıkarmış?”
Onların da bilmeye hakkı vardı, bu yüzden kısaca anlattım: “Yıldız dediğimiz kadın, İlkhan’ı o gün doğurmuş, kurumda. Sonra havlu ısıtacakken herhalde annem havluyu yakmış, havlu da yere düşmüş. Herkes kaçmış, kadın da yerden kalkamamış. Sonrasını tam anlamadım. Mutfakta havai fişek varmış, patlamış falan…”
“O yüzden her cinayetten sonra havai fişek patlattılar…” diye ekledi Varan Alp de.
“Peki Koray?” diye sordu eniştem, merakla. “Onu da anlattılar mı?”
“Kumarhanede bir olay olmuş, babamın başı belaya girmiş. Hem borca bulaşmış hem de… Görmemesi gereken bir şey görmüş. Koray da onunla berabermiş, bu yüzden bana yalan söylemişler. Eve vardıklarında saat bire geliyormuş herhalde, tam anlamadım. Nasıl ispat edeceğiz, bilmiyorum.”
Eniştem ayağa kalkıp “Ben tekrar emniyete geçeyim o zaman,” dedikten sonra kol saatinden saati kontrol etti. “Sonra eve geçerim. Ev yanmadıysa…”
Varan Alp ayağa kalkıp abisiyle beraber hole yürüyünce neden burada olduğumu sorgulamaya başladım. Annemle babam desen, yok; ablamla Teoman’a daha ne kadar yük olacaktım? Mir Beyaz desen… Emniyetteydi, evi de uzaktaydı.
Ofladım.
Benim kalacak bir sürü evim varken neden bir yuvam yoktu? Niye kendimi hiçbir yere ait hissetmiyordum ki?
Gözlerim kapanmaya başlayınca kendime engel olamadım ve uyumak için başımı yastığa bıraktım. Bugün çok yorulmuştum.
⚖️
Işıklar hâlâ açıktı, evden ses çıkmıyordu ve uykuyla uyanıklık arasındaydım. Kolumu kaldırıp gözlerimi araladığımda, saatin biri geçtiğini fark ettim ve başımı hafifçe kaldırdım. Gözlerimi ovduktan hemen sonra, karşıdaki kanepede kolunun üstüne başını yerleştirip uyuyakalan Varan Alp’i görünce nerede olduğumu tekrardan sorguladım. Onun evindeydim.
Günlerdir düşündüğüm tek şey, iyileşmek için çabalamaktı.
Aslında hayatım boyunca düşündüğüm ve bulamadığım tek soru buydu: Ne zaman kendimi bir yere ait hissedeceğim?
Meslek hayatıma atıldığımdan beri hatta üniversite zamanlarımdan beri bir İstanbul’daydım bir Gebze’de. Yıllarımı yollarla geçirmiştim belki de… Bir ay öncesi sorulsa Varan Alp ile beraberken mutlu olduğum için yuva olarak onun yanını söylerdim kendime ama bir ay sonraki Miray, yanıldığını çok da iyi biliyordu.
Yuva insanı terk eder miydi hiç?
Etmezdi.
Belki de Varan Alp’in seneler önce yaptığını yapıp buradan gitmem gerekirdi. Kendim için… Ailemden uzak, sevdiklerimden uzak kalırsam belki artık onlara yük olmazdım ya da ne bileyim… Acaba beni her gördüklerinde bıkıyorlar mıydı? Bunları düşünmezdim.
Bıkkın bir nefes verdiğim gibi ayağa kalktım.
O gece çok düşündüm, hem de çok…
Salondan ayrılıp Varan Alp’in odasının içine girdim. Bu eve ilk girişim değildi ama yatak odasına ilk defa giriyordum, tuhaf gelmişti. İçeri girdiğim an kapının yamacındaki masaya ve masanın üstünde duran dosyalara değdi gözüm; masasına oturdum ve dosyaları kenara çektim.
Kendime boş bir kâğıt ararken çöp kutusunun içine sıkıştırılmış bir kâğıt gördüm, ağır hareketlerle elimi kâğıda doğru götürdüğümde ve kâğıdı açtığımda, içi boş zannetmiştim fakat benim resmim vardı, portrem...
Benim resmimi çizmişti.
Kaşlarım çatıldı.
Benim resmimi çizip, buruşturup sonra da çöpe atmıştı.
Masadaki pilot kalemi elime alıp resmimin arka tarafına, buruşmuş olan kâğıda yazmaya başladım.
İnsanlar düz bir kâğıda yazarlar mektuplarını ama ben buruşmuş bir kâğıda yazıyorum. Aslında bu bir mektup değil, Varan Alp. Bu bir dilekçe değil, bu bir tutanak değil, bu bir cinayet dosyası değil… Bu kâğıt, kâğıdın arkasındaki kadın ve yazdığım taraftaki bütün yazılar tıpkı kâğıt gibi buruşmuş, daha doğrusu epey yıpranmış. Sen resmimi çizdiğinde dümdüzdü bu kâğıt, ben yazdığımda buruşuk; aradaki farkı anlayabiliyor musun?
Sen yokken de böyleydi… Aslında hep böyleydi. Yıpranmıştım. Gitmeye cesaret edemeyen bir kadındım ben, sanırım alışkanlıklarımı bir türlü bırakamıyordum. Sen gelene kadar olduğum yerde durmak çok sıkıcıydı, sen gittikten sonra da beni direkt yıprattı Varan Alp. Bu kez şehri terk etmedin, biliyorum; bu kez beni terk ettin. İstanbul’u ardında bırakmadın ama beni bıraktın. Ne kadar suçlu olsam da ben de kalbi kırık bir kadındım; yaralanmış, üzülmüş, bunalmış… Herkesten ve her şeyden. Bu yaşımda, evet. Neredeyse otuz yaşındayım ama belki de ilk defa fark ediyorum gitmenin, daha doğrusu gidebilmenin ne kadar büyük bir cesaret olduğunu. İki kıta arasında debelenip duruyormuşum meğer, ömrüm yollarda geçiyormuş benim. Mevsimler değişiyormuş, ben yine bir yere ait hissedemiyormuşum…
Sanırım sana kadar, seni tanıyana kadar, daha doğrusu seni sevene kadar gidip döndüğüm o tüm yolları, ait hissetmediğim her anı boşuna yaşıyormuş gibi hissediyordum. Mutluymuşum gibiydi, gülümsüyordum… İşim vardı, avukattım ben… Ailem vardı, onlarla beraberdim… Aslında dışarıdan bakıldığında ben her şeye sahiptim, değil mi? O zaman niye kendimi bir yere ait hissetmiyordum?
Yapma Miray… Mir Beyaz’ın evi var, ablanın evi var, ailenin evi var… Gidersin, kalırsın; bir oraya bir buraya. Bir İstanbul, bir Kocaeli… Köprüler denizin üstünde, geç oradan Miray; bak, bas akbilini, geç turnikeden… Ne kadar kolay, değil mi?
Hepsi kaybıma kadardı. Dostumu kaybedene kadardı. Seni tanıyana, sana âşık olana kadardı. Sanki bir milat vardı, o günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Sırlar, yalanlar, kalp kırıklıkları, tehditler, ölümler…
17 EYLÜL.
Biz doğduğumuz gün ölseydik bu kadar acı çeker miydik sence? Neden bir günah, binlerce günaha sebep olurdu Varan Alp? Biz adaleti sağlarız belki ama bak, mutlu olamayız. Dengesiziz ikimiz de… Ben sana sarılırım, sen beni öpersin ama farklı bakarız her şeye. Sen yağmur yağdı diye sevinirsin, ben pencereden bakarken üzülürüm mesela… Sen susarsın, ben çok konuşurum. Ben seni çok mu üzerim, yoksa sen beni üzdüğün için mi üzülürsün?
Her türlü hüzünle sonuçlanan tuhaf bir duygu karmaşası değil mi bu?
Ben kararımı verdim, Varan Alp. Ben senin sözlerini dava edeceğim, sonra da kalbimdeki mahkemede sözlerinin cezasını vereceğim. Sonra ne yapacağım, biliyor musun? Ben buradan gideceğim, Varan Alp. Veda mektuplarının sonu gibi… Bak, tam da öyle olmadı mı zaten? Kâğıtta yer kalmadı, tıpkı artık bünyemin bu denli bir acıyı kaldıramadığı gibi.
Solmak da istemiyorum.
Gülden de güzeldim ben gerçi…
Ama bak, laleler de soluyormuş, gözyaşlarıyla sulansa bile.
Solacağını bildiğin bir çiçeği toprağa ekmek ne kadar zor, değil mi?
Artık kaybetmek istemiyorum Varan Alp.
Ama kazanmak da istemiyorum.
Kaybedeceğimi bildiğim bir aşkı.
DEVAM EDECEK…
Herkese selam. Instagram’dan takip edenler bilir ki geçtiğimiz günlerde maalesef kuzenim bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. Kendimi toparlayamadım ve bölümleri düzenleyemedim. Şimdi bölüm geciktiği için on gün erkenden sizlerle ikinci cildin finaliyle beraber iki bölüm yayınlamış oldum.
Soranlar olacaktır, önden söylemiş olayım. Kitap dört ciltten oluşuyor ve biz kitabı bu bölümle beraber yarılamış olduk. Yeni bölüm ne zaman, diye de soranlar olacaktır: 17 Eylül’de tekrardan Wattpad’de olacağız. Yani dizilerin sezon arası vermesi gibi bir durum olacak. Ben de bu süreçte üç ve dördüncü cilt üstündeki düzenlemelerimi yapacağım.
Wattpad kapanalı neredeyse bir sene olacak fakat biz buna rağmen bu kadar kısa süre içerisinde neredeyse yüz bin okunmaya ulaştık. Nicelerine… 17 Eylül gelene kadar çook çok artmak dileğiyle…
17 Eylül benim için çok kıymetli ama aynı zamanda meşakkatli de… Ondan yana umudumu hiç kaybetmeyeceğim ama sizin yorumlarınıza da çok ihtiyacım var, biliyorsunuz. Çünkü zor bir süreç. İyi dileklerinize, belki bir kalbinize arada ihtiyacım olur ve buraya uğrar bakarım. Bu satırın altına o yorumu bekliyorum iştee…
Şimdilik hoşça kalın ve beni Instagram hesabımdan (tüm platformlarda @esmatonguc) takip etmeyi unutmayın. Seviliyorsunuz.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 44.09k Okunma |
2.92k Oy |
0 Takip |
46 Bölümlü Kitap |