37. Bölüm
Esma Tonguc / 17 EYLÜL / 36. HER GİDİŞİN BİR DÖNÜŞÜ VARMIŞ

36. HER GİDİŞİN BİR DÖNÜŞÜ VARMIŞ

Esma Tonguc
esmatonguc

Bu kitapta geçen kişi ve kurumların tümü hayal ürünüdür.

ON YEDİ EYLÜL (III)

36. BÖLÜM: “HER GİDİŞİN BİR DÖNÜŞÜ VARMIŞ”

⚖️

“Varmış işte her gidişin bir dönüşü, her yangının bir sönüşü…”

18 EYLÜL 2028, HÂKİM BAKIŞ AÇISI

Çevredeki mobese görüntülerinin incelenme emrini veren savcının gözü hâlâ kaldırım taşına oturarak ağlamakta olan küt saçlı kadından ileriye gidemiyordu. Havai fişek, 17 Eylül ve bir 17 Eylüllünün daha ölmesi, onu asla uyanamayacağı bir kâbusun içine sürüklemiş gibiydi.

Cesedi ceset torbasına yerleştirip olay yerinden uzaklaştıran görevliler, arkada duran kriminal uzmanı ve Komiser Halegül Ulutaş, var gücüyle araştırmalarına devam ediyordu. Varan Alp Çakmak, nöbetçi savcı olduğu için baktığı bu vakadan geri çekilmesi gerektiğinin farkındaydı; tüm dengesi tekrardan altüst olmuştu ve kuzeninin yasını tutmasına fırsat bile kalamadan tekrardan böyle bir hadiseyle karşılaşması onu daha da sarsmıştı. Duygusal olmamaya çalıştıkça sürekli başına bir iş geliyordu, duyguları daha da karmaşık bir hâle bürünüyordu.

O da insandı… Onun da duyguları vardı.

“Komiser, bakar mısın?” diyerek arkasını dönen Varan Alp, Halegül Komiser’e seslenmişti.

Halegül Komiser hemen savcıya doğru yürüdü ve “Buyurun savcım?” dedi merakla.

“17 Eylül davası bildiğiniz üzere Onur Büyükkaya Savcı’da.” Halegül, bu kez 17 Eylül cinayetlerinin devam ettiğinden emin olmuştu. Karşısındaki adamın doğum günü de 17 Eylül olduğundan bu durum epey tuhafına kaçmıştı. “Siz kendisine gereken bilgileri verirsiniz. Şimdi, binadaki kamera kayıtlarına eksiksiz bakılacak.” Halegül hemen başıyla onayladı. “Kim girdi, kim çıktı… Tüm vatandaşların kimliği tek tek saptansın. Tek bir kişiyi bile atlamayın. Adli Tıp’tan bilgi gelince beni de bilgilendirirseniz sevinirim.”

Halegül Komiser, “Emir anlaşıldı savcım,” diyerek ekibini topladı.

“Çatı katından neler çıktı? Baktı mı kriminal?”

Halegül pek bir bilgi olmadığından ötürü sıkıntılı bir sesle “Savcım ne yazık ki çatı tertemiz ama diğer katlardan illaki bir delil çıkacaktır, aklınız kalmasın. Arkadaşlar hâlâ araştırıyor,” dedi.

Varan Alp, cesedin kaldırıldığı yere bakarken “Böyle olmamalıydı, engel olmalıydık…” diye fısıldadı, ardından çatıya doğru baktı. Havai fişeklerin patladığı anı hayal etti, cesedin düştüğü anı ve düştüğü bölgeyi.

Olay yeri inceleme ekibinden bir memur, “Sayın Savcım, komiserim,” diyerek delil poşetini havaya kaldırdı. “Ekibimiz çatı katındaki araştırmalarını sürdürüyor fakat buna bakmanız lazım.” Varan Alp de Halegül de kriminal uzmanına doğru yürüdü. “Merdiven arasında bir akbil bulduk.”

Varan Alp ve Halegül, delil poşetine doğru bakarlarken gördükleri isimle sertçe yutkundular.

“Akbilin üstünde…” dedi kriminal uzmanı. “Maktule ait olabilecek bir kan damlasına rastlandı.”

Halegül, başını Varan Alp’e doğru çevirdikten sonra “Yok artık…” diye mırıldandı. “Derhâl incelensin!” dedi sertçe. Kriminal uzmanı, savcıdan ve komiserden uzaklaştığında Komiser Halegül, Varan Alp’e dönüp “Siz beraber değil miydiniz?” diye sordu.

Varan Alp, Halegül’e doğru dönerken bakışlarını sert tuttu.

“Pardon savcım,” diyen Halegül Komiser, bir iki adım geriye attı. Savcıyla bu şekilde konuşması uygun değildi, hem de olay yerinde. “Savcım biz emniyete geçiyoruz o hâlde…”

Varan Alp, etrafındaki sesleri duyacak kadar kendinde olmadığından ötürü yalnızca bahçenin asfaltına bakıyordu. Bir işler dönüyordu arkada, çok emindi, bu yüzden daha dikkatli ve daha gözü kara olmalıydı; bunun da farkındaydı.

OLAY GECESİNDEN YİRMİ GÜN ÖNCE

MİRAY HİLDE LALEZAR

 

Kendimi beyaz kanepeme attığım an “Sonunda!” diyerek başımı yastığa yasladım. Topuklu ayakkabılarımı çıkarıp salonun ortasına attıktan sonra birkaç dakika boyunca sadece uzanıp tavana baktım. Düşünmeden, evet. Düşünmemek bana çok iyi geliyordu, tavana bakarken de bunu anlamıştım.

Aslında düşünmemenin bana iyi geldiğini düşünmek de düşünmek oluyordu ama neyse.

Bugün adliyede kendimi rezil etmiştim.

Zaten benim kendimi rezil etmediğim bir an, dünya üzerinde mevcut değildi ki! Gıcık oluyordum bu huyuma! Ağzıma o an ne gelirse söylemekten, insanlara dik dik bakarken çekinmemekten ve saçma düşüncelerimi dile dökerken hiç tereddüt etmeyişimden.

Başımı yastıktan kaldırarak oturacağım bir pozisyona geçtikten sonra salonumla aynı bölgede olan Amerikan mutfağıma bakıp sessizce ofladım. Bütün gün bir icra, bir adliye, bir büro, bir Varan Alp… Çok sıkılmıştım gidip gelmekten! Ayağımın tozuyla aldığım üç tane nur topu gibi ceza davası da cabası!

Kanepenin diğer köşesine fırlattığım çantamdan telefonum oldukça yüksek bir sesle çalmaya başlayınca gözlerimi kocaman açarak çantama doğru döndüm. Elimi uzattım, çantamın içine yerleştirdim ve telefonumu çıkarmaya çalıştım.

Evet, telefonumu birkaç saniye içerisinde bulup çantamdan çıkarabilmiştim ancak bu, dünya üzerinde yüz sekiz bin on altı asra tekabül ediyordu.

“Efendim ablaların en güzeli?” diyerek şeker gözükmeye çalıştığım ablama karşı bu kadar kibar olmamın sebebi, bir haftadır neredeyse hiç görüşmememizdi.

Ablamın tavırlı sesi “Güzelim, değil mi?” diye çıkarken gülümseyerek gözlerimi devirdim. “Miray, kapıyı açar mısın?”

Kaşlarımı çattım. “Hangi kapıyı?”

“Edirnekapı’yı.” Ablam daha yüksek bir sesle konuşurken arkadan Rüzgar’ın “Inni!” diye ciyakladığı sesler gelmeye başladı. “Kızım hangi kapı olacak? Binanın dış kapısını! Aile boyu olarak sana geldik, ayrıca açsındır diye de sana böööörek getirdim. Atıştırırsın, çıkarız sonra.”

“Nereye ya? Ne diyorsun?” Bir yandan ayağa kalkıp kapıya yürürken diğer yandan da “Abla ya evde olmasaydım? İnsan haber verir, değil mi? Yeni geldim bir de…” deyip kapıyı onlara açtım ama telefonu suratıma kapattı.

Kapımın hemen sağındaki asansör açıldığı an Rüzgar’ın mızmızlanarak çıkardığı ağlama seslerini duyup cinnet geçirircesine koridora bakmaya başladım. Beni görünce önce şok olmuş, sonra da şaşkın bakışlarla, sendeleyerek ve koşa koşa yürüyüp kapının önüne gelmişti.

“Miya!” diyerek beni işaret etti Rüzgar, sonra da sırıtarak annesine döndü. Sanki az önce çığlık atarak ağlamamış gibi bu kadar mutlu olması pek mantıklı gelmiyordu ama daha bebekti sonuçta.

“Geldi şeytanın art bacağı…” diyerek onu gördüğüm an kucağıma aldım.

Kucaktan nefret ediyordu, yürümeye başladığından beri sadece yürümek istiyordu ama tabii ki teyze kontenjanından onu öpmeye en çok benim hakkım vardı.

Yanaklarına kırmızı ruj bulaşmıştı ama olsun.

“Miray dışarı çıkıyoruz, hazırlan,” diyerek içeri giren ablamdan hemen sonra eniştem de içeriye girdi.

Rüzgar’ı yere bırakırken “Yine ne oldu?” diye sordum bıkkınlıkla. “Çok yorgunum ben, hayatta dışarı çıkamam.” Abartılı bir üslupla yineledim: “Şu hâlimi görmüyor musunuz ya? Sabahtan beri bir adliyede bir büroda bir yolda sürünüp durdum!”

Eniştem de “Ama mangal var,” diyerek kapıyı örttü.

“Ha tamam o zaman...” dedikten sonra ablamın elindeki poşeti aldım. Mis gibi börek kokuyordu. “Ayrıca çok açım. Siz de yiyecek misiniz?”

Eniştem anında elimdeki poşeti elimden aldı. “Pardon da bir tepsi böreği tek başına yemeyi mi düşünüyordun? Bir tane at ağzına, oraya götüreceğiz.”

Rüzgar, masanın üstündeki far paletimi eline alıp ağzına sokmaya çalışınca “Rüzgar bırak onu!” diyerek yanına doğru koştum. “Bırak, bırak, bırak…” diyerek elinden almaya çalışırken bir anda ağlamaya başladı. “Teyzeciğim o bir yemek değil, anlatabiliyor muyum? Al, bunu ye,” diyerek masada duran gofreti uzattım ona doğru.

Neyse ki hemen sustu.

Ablamla eniştem de çocuğun ağlamasına ne kadar alıştılarsa susturmaya tenezzül etmemişlerdi. İkisini ebeveynlik sınavına tabi tutsam alacakları not belliydi.

“Eee, nereye gidiyoruz? Bizim buradaki ormana mı?” Korkuyla enişteme döndüm. “Kim geliyor peki? Benden başka kim var?”

Ablam da “Ya Mir Beyaz’ı aradım, ulaşamadım,” deyip telefonu tekrardan çaldırdı.

Eniştem bıkkınlıkla duvara yaslandı. “Zaten bu mangal işi de Korhan Amir’in başının altından çıktı. Mir Beyaz ortalarda yok. Başım çatlıyor ya…”

Enişteme “E sen de emniyette değil miydin?” diye sordum. Mir Beyaz’ı görmüş olması lazımdı normal şartlarda.

“Yok, ben bütün gün dışarıdaydım. Önce olay yerine gittik, oradan adliyeye uğradım falan…” Eniştemin yorgunluğu da gözlerinden belli oluyordu. “Bu arada emniyetteki herkes varmıştır gideceğimiz yere. Araç bulamazsın diye seni almaya geldik. Hadi, hazır mısın? Çıkmamız lazım.”

Tüm yorgunluğumu boş vererek “On dakikaya hazır olurum,” dedikten sonra odama doğru yürüdüm.

Birkaç dakika içerisinde rahat kıyafetler bulup tamamen hazır olduktan sonra yanlarına geldim.

Ablamlar birkaç ay önce, tahminen mayıs gibi, Mir Beyaz’ın oturduğu sitede başka bir bloğa yerleşmişlerdi. Aslında İstanbul’a gelirken planım o sitede bir eve yerleşmekti ama ev yoktu, bulamamıştım. Bu yüzden aralarında sadece bir sokak bulunan diğer siteye yerleşmiştim, evlerimiz çok yakındı.

Ablam son aylarda Elif’le de yakındı çünkü siteye yerleştiği andan itibaren Elif’in de annesinin de ablama çok yardımı dokunmuştu. Ablamdan ve Mir Beyaz’dan uzakta olduğum için Elif bana da çok bilgi veriyordu. Morallerinin bozuk olduğunu hissettiğinde bana yazıp onlarla konuşmamı söylüyordu. Bu yüzden şimdilik kuvöz arkadaşlarımdan en yakın gördüğüm Elif’ti. Pek tanımasam da saf, zararsız ve düşünceli bir kadındı; bundan emindim.

On dakika içerisinde hazırlandım, yola çıktık.

Araba, ablamların sitesinin önünde durduğunda kucağımda rahatsızca kımıldayan Rüzgar sırf sussun diye saçma sapan şarkılar söyleyip durdum.

Bir ayda bana alışmıştı ve sürekli “Miya” diyordu, “teyze” dememesi de hoşuma gidiyordu; bu yüzden artık bana güveniyor gibiydi.

“Rüzgar, Rüzgar bak…” Çantamdan çıkardığım anahtarlığı sallamaya başladım. Anahtarlık süsüm çiçek buketiydi. “Çiçek,” dedim tekrar etmesi için. “Neymiş? Çiçek.”

Rüzgar söylemeye çalıştı ama beceremedi. “Ç…” dedi sadece.

“Benim adım ne?” dedim yeşil gözlerine doğru dönerek. Koyu kahverengi, kıvırcık saçlarını geriye attım. Zaten terden hepsi alnına yapışmıştı zavallı çocuğun. “Miray! Söyle bakayım: Miray!”

Öndeki dişlerini göstererek kıkırdadı ama yine tekrar etmedi.

“Ama annenler söyleyince tekrar ediyorsun, eşek seni!” diyerek öpmeye başladım.

Onu öpmemden nefret ediyordu, sürekli mızmızlanıp başını geriye çekiyordu. Haklıydı.

Eniştem arkasını döndüğünde ablamın yandaki koltukta olmadığını yeni fark ettim. Rüzgar ile beraber arka koltuktaydık.

“Miray, sen dün Koray’la konuştun mu? Bizi aramadı çünkü,” dediğinde başımı olumsuz anlamda salladım. “O zaman Bengü Anne’yi aramıştır…” diyen eniştem, tekrardan önüne döndü. Sonra tekrar bize doğru döndü. “Sen en son, mahkemede çıkan tanıklarla tekrardan konuşacaktın? Buldun mu onları? Yardıma ihtiyacın varsa ben halledeyim.”

“Ulaşmaya çalışıyorum ama ulaşılamıyor, hiçbiri telefonuna bakmıyor ki…” Rüzgar kucağımdan çıkıp babasına doğru gitmek isteyince engel olmadım. “İlkhan’ın üvey annesiyle üvey ablasının yanına da gittim, bana bile yalan söylüyorlar. DNA testinden sonra azıcık inanırlar, bize de acırlar dedim ama yok, hiçbir şekilde kabul etmiyorlar İlkhan’ın tetikçi olduğunu.”

Koray’ın suçsuz olduğunu ispat etmem için babamın kumar oynadığı mekândaki kamera görüntülerine bakmaya da kalkışmıştım ama yok ettikleri için babamın da Koray’ın da orada olduklarını ispat edemiyordum. HTS kayıtları da dönüş yolunda Melek’in öldürüldüğü yerde görüldüğü için ve Koray’ın, Fırat’la beraber kamera görüntüleri olduğu için, ek olarak da suç aletinde Mir Beyaz’ın dışında, tetik kısmında sadece Koray’ın parmak izi olduğu için onu kurtarmak çok zordu.

Hayat enerjisi asla eksilmeyen ve bilgisayarda oyun oynamadığı günlerde çıldırıp bana bulaşan kardeşim, cezaevinde kim bilir ne haldeydi… Bana sürekli gazetede bulmaca çözdüğünü, oradaki abilerle beraber tavla oynadığını ve çoğunlukla uyuduğunu söylüyordu. Ona kalsa rahat ve mutluydu fakat asla inandırıcı değildi. Koray’ı oradan çıkarmam gerekiyordu, bunun için de elimden geleni değil, elimden gelenin de fazlasını yapacaktım.

Eniştem, Rüzgar direksiyona doğru ilerleyip direksiyonla oynayınca onu vazgeçirmeye çalıştı ama beceremedi. En sonunda pes etti, sonra da ofladı.

“O Semih denen herif,” diyerek bana döndü eniştem. “Onu iyice sıkıştıralım.”

“Mermi ortada yok,” dedim ben de çaresizce. “İlkhan da Behzat da her ayrıntısını düşünmüş bu hikâyenin.”

Eniştem de “Semih eğer İlkhan’ı vurmadığını itiraf ederse İlkhan’ın yalanı ortaya çıkar Miray, Erkin’in silahıyla vurulduğu da anlaşılır. Ayrıca söyle bakayım, İlkhan’ın vurulduğu yerde bir arama çalışma olmuş mu? Ben baktırdım, olmamış,” dedi olayın saçmalığını vurgular gibi. “Hem İlkhan sürecin içerisinde, hâlâ tutuksuz yargılanıyor. Koray’ı da bırakacaklar, o da tutuksuz yargılanacak, emin ol.”

“Koray bana doğum günü mesajı attığında saat tam 00.00’dı enişte. O saatte de konumu Melek’in cesedinin bulunduğu yol kenarına çok yakın. Melek’in 16 Eylül tarihinde öldürülme olasılığını bile değerlendiriyor hakim. Gidip savcıyla konuştum; sadece bir cinayette havai fişek patladı diye diğer cinayetlerde neden patlasın, diyor.”

“Recep Savcı mı diyor bunu?” dedi şok olmuş bir şekilde.

“Yok, ondan önceki savcı söylemişti. Her savunmamı bir varsayım olarak algılıyorlar ama biz bunları Mir Beyaz’ın kovuşturmasında ispatladık. Sürekli aynı savunmaları yapan bir zavallı gibi hissediyorum kendimi ama başka çarem yok. Hayır, İlkhan’ın banka harcamaları zaten büyük bir skandal! Delireceğim artık ya! Bütün pisliklerini kamera kayıtlarını silerek, yalandan tanık çıkararak temizlediler resmen!”

Hak verircesine “Doğru…” derken Rüzgar direksiyona bir kez vurdu. “Oğlum yapma, gel, otur şurada…” Ablamın az önce oturduğu koltuğa bıraktı Rüzgar’ı. “Miray, İlkhan hangi güzergâhtan ilerleyip markete gitti, bunu bilemeyiz ama eğer İlkhan’ın dışarıda olduğuna dair tek bir görüntü bile bulursak Koray’ı çıkarabiliriz. Semih’e gerek kalmaz.”

“Nasıl yapacağım onu? Ayrıca silahta Koray’ın parmak izi var!”

Eniştem de “Koray neden tetiğe parmak izi bıraktı ki? Ayrıca şu Fırat da tanık olarak çıksın duruşmada, ne boklar yediyse anlatsın,” diyerek karışık karışık konuşmaya başladı.

Rüzgar bir anda “Buk!” deyip gülmeye başladı.

Eniştemle aynı anda Rüzgar’a döndük.

“Oğlum pis o kelime. Sana yasak,” diyerek kızıyormuş gibi yaptı eniştem. “Bu da yetmiş tane kelime kullansam en kötüsünü seçip söylüyor, sonra Seray’la kavga ediyoruz.”

Bir yandan Rüzgar’ın şeytani gülümsemesini izlerken diğer yandan da “Diyorum işte…” dedim gülerek. “Şeytanın art bacağı bu. Şimdi en sakin zamanları, birkaç sene sonra burnunuzdan getirecek.”

“Aman sen de ne güzel moral verdin ya,” diyerek isyan bayraklarını çekti eniştem. Rüzgar’a döndükten hemen sonra başını kaldırdı ve camdan dışarıya baktı. “Geldi ablanlar.”

Eniştem arabanın anahtarını tekrardan takıp arabayı çalıştırınca arka kapı da ön kapı da açıldı. Arka kapıyı açan kişi Elif’ti.

Elif’in geleceğini bilmiyordum, tatilden döndüğünü de.

Şaşkın bir sesle “Aaa,” dediğimde, Elif önce çantasını bıraktı, sonra da yanıma oturdu. “Sen tatilden döndün mü?” İki haftadır Antalya’daydı.

“Dönmek zorunda kaldım, diyelim,” dedikten sonra bana sarıldı. “Rüzgar nerede?” diye sordu bir iki saniye sonra.

Ablam, Rüzgar’ı kucaklayıp kucağıma doğru atınca da “Burada,” dedim ve Elif’e postaladım direkt. “Bende hiç durmuyor, sende dursun bari.”

“Elif’i kapıda gördüm, anahtarını hastanede unutmuş,” dedi ablam, eniştem arabayı hareket ettirirken.

“Ne kadar kalabalık, o kadar iyi,” dedi eniştem de. “Korhan Amir’e kalsa zaten bütün Türkiye’yi toplayacaktı ormana ama öyle de ülkede memur kalmaz.” Daha sonra duraksayıp Elif’e göz ucuyla baktı. “Ne haber Elif?”

“Ay sormayın ya…” diyen Elif, çok yorgun gözüküyordu. “Daha dün döndüm, bugün de 07.00’den beri işteydim. Tek hayalim eve gidip uyumaktı ama anahtarımı hastanede unutmuşum. Annem de karşıda, teyzesi hastanedeymiş, onun yanında. Kapıda kaldım. Dalgınlık işte…”

“Aynısı,” dedim ama hâlimden gayet memnundum. “Ama açtım ve yemek yapacak hâlim yoktu, iyi denk geldi bu mangal.”

“Aynen,” dedi Elif, bir yandan da Rüzgar’la oynamaya çalışıyordu ama afacan Rüzgar, kimsenin kucağında durmak istemiyordu. “Seray, bu çocuk durmuyor.”

Ablam bana ölümcül bir bakış attı. “Bugün teyzesi bakacak ona, ben hiç ilgilenmiyorum.”

“Ben mi?” diye sordum hemen. Elif kıkırdayarak Rüzgar’ı kucağıma bırakınca sürekli rahatsız sesler çıkaran zavallı çocuğu eğlendirmek için tekrardan anahtarlığımı çıkardım. “Ama abla, senin de alacağın olsun… O kadar yorulduk, açız falan dedik; azıcık acıman olsun ya!”

Yol yaklaşık yirmi dakika sürmüştü, yol boyunca da Elif’in anlattığı Antalya tatilinden ve ablamın yakınmalarından dolayı benim Ankara serüvenimi anlatmaya pek fırsatım kalmamıştı. Genelde Elif anlattıkça ablam, enişteme yakınarak tatile gitmek istediğini söylüyordu ama Rüzgar’la pek mümkün değildi. Tabii ben de yol boyunca Rüzgar’la ilgilendiğim için daha orman alanına girmeden pert olmuştum.

Eniştem arabayı park ederken arkada beliren Korhan Amir’i neredeyse ezecekti!

Arabadan inmemizin hemen ardından Rüzgar kucağımdan indi ve Korhan Amir de eniştemi azarlamaya başladı: “Teoman, tahtımı mı sallamaya çalışıyorsun?”

“Estağfurullah, amirim… Yanlışlıkla oldu,” diye açıklamaya çalışan eniştem, gülüyordu. Otuz iki diş sırıtarak “Ama amir olsam da afili olurdu…” deyince Korhan Amir, eniştemin sırtını sıvazlıyormuş gibi yaparak birkaç tokat attı.

Elif’le beraber alakasız bir vaziyette arabanın önünde dikilince Korhan Amir önce Elif’i gördü, daha sonra beni. “Miray!” dedi hayretle. “Sen ne zaman geldin?”

Bana doğru yürüyüp elini uzatınca “Vallahi amirim, ben geldim ama eniştem kimseye haber vermemiş. Her gören şok oluyor,” dedim. Elini sıkarken esef edercesine Teo’ya bakmıştı.

“Saçlar yakışmış ama ha… Toparlandın mı bari biraz?” Gözleriyle perçem kestirdiğim saçlarımı işaret etti.

Başımla onayladım. “Bomba gibiyim.”

Korkuyla “Aman,” dedi başını geriye çekerek. “Bak, ileride tüm emniyet piknik yapıyor neredeyse… Vallahi bomba patlasa ülkede cinayete bakacak kimse kalmaz ha!” Hepimiz aynı anda kıkırdayınca Korhan Amir bu kez Elif’e doğru döndü. “Doktor Hanım, sen de hoş geldin,” diyerek tebessüm etti. “Mir Beyaz nerede peki?”

Kaşlarımı çatıp “Buradadır diye düşündük biz…” deyince Korhan Amir tekrardan Elif’e doğru döndü.

“Ben de Doktor Hanım’la zannettim,” diyerek omuz silkti. “Neyse, gelir herhalde.”

Kaşlarımı daha da çatarak Elif’e döndüm, o sırada Korhan Amir de yanımızdan uzaklaştı. Bir yandan ileride Rüzgar’ın koşuşunu durdurmaya çalışan ablamı izlerken diğer yandan da Korhan Amir’in neden Mir Beyaz’ın Elif’le olduğuna dair bir düşünceye girdiğini merak ettim.

Elif’e döndüğüm an bakışlarını kaçırdığını ve elini çantasına daldırdığını fark ettim. Telefonunu çıkardığı anda da “Elif,” dedim sorgulayıcı bir bakış atarak. Neden, bilmiyordum fakat Mir Beyaz’la aralarında bir ilişki olduğunu düşünmüştüm. Buna ihtimal bile vermezken bu denli alakasız bir durumla karşı karşıya kalmak beni sarsmıştı. Melek’ten sonra Mir Beyaz’ın bir sene içerisinde bir ilişkiye girmesi, bana göre imkânsızdı.

Elif, titrek bir sesle “Efendim Miray?” diye sorunca gözlerim, ellerine doğru döndü. Tabii ki eli kolu, tüm vücudu titriyordu.

“Korhan Amir neden Mir Beyaz’ın seninle beraber olduğunu düşündü?” diye sordum, hiç çekinmeden.

Elif sertçe yutkunarak “Bizim aynı sitede oturduğumuzu biliyor,” dedi ve telefonunu çantasına attı. Elini ensesine götürüp kaşırken “Bir de ben bir kez emniyete gittim, ifade vermek için… Mir Beyaz’la beni arkadaş zannetti, yani evet, arkadaşız ama şey zannetti…” deyip duraksadı. “Yakın arkadaş olduğumuzu zannetti, sen ve Mir Beyaz gibi.” Ardından abartılı bir sesle “Yani siz ikiniz kardeşsiniz, o kadar da zannetmemiştir ama işte…” dediği an arkamızda bir gölge belirdi.

Sağıma döndüğüm an Erkin’in geldiğini fark ettim. Onu da çağırmışlardı muhtemelen.

“Merhaba,” diyerek yanımda duran Erkin, güneş gözlüğünü gözünden çıkarınca Elif ona ölümcül bir bakış attı. “Ne haber Miray?” diye sordu sonra da.

Bir yandan Elif’in sert bakışlarını ve çatık kaşlarını izlerken diğer yandan da Erkin’in yalnızca benimle muhatap olması daha da garibime gitmişti. Allah aşkına! Ben gittikten sonra neler yaşanmıştı bu lanet şehirde?

“İyiyim, Erkin Savcım… Siz nasılsınız?” diye sorduğumda, bıkkın bir nefes verip Elif’e döndü.

“İyiyim, sağ ol.”

Elif, kollarını göğsünde bağladıktan sonra başını diğer yöne çevirdi. “Savcılar da mı geliyordu mangala?” Erkin’e bakmadan söyledi bunu.

Umarım Varan Alp de gelmezdi!

Erkin, hin bir gülümsemeyle “Miray sence doktorluk ve polislik meslekleri mi daha yakın yoksa savcılık ve polislik meslekleri mi?” diye sorup kendi sorusunu kendi yanıtladı: “Tabii ki savcılık ve polislik…”

Elif, altta kalmayarak “Siz gidin, suçluları falan yakalayın ama lütfen İstanbul’da!” deyince merakla Erkin’e döndüm.

“Bana işimi sen mi öğreteceksiniz?” diyen Erkin’in Türkçesi iyice bozulmuştu anlaşılan.

Elif kötü bir kahkahayla “Şimdi yanlışlıkla beni falan tutuklarsın, maazallah!” dedi büyük bir sinirle. “Sayın Savcı, git buradan.”

Erkin’e döndüm. “Gitmiyorum ya! Benim ülkem, benim ormanım! Sen git, gideceksen!”

Elif’in ağzı beş karış açık kaldı. “Sen bana mülteci mi demek istiyorsunuz? İnanamıyorum! Polis yok mu burada?” Arkasına doğru döndü.

İkisini susturmak için ellerimi havaya kaldırıp konuşacaktım ki Erkin kıkırdayarak “Şimdi siz polisi çağıracaksın, sonra polis gelip savcıyı tutuklayacak…” deyip iyice dalga geçti Elif’le. Elif öfkeli bir şekilde burnundan solurken eniştem ve ablam yanımızda belirdi.

“Ne oluyor ya?” diye sordu eniştem hayretle. “Niye bağırıyorsunuz?”

Elif de “Bağırmak suç mu? Çünkü eğer suçsa bu Sayın Savcı direkt beni tutuklar da…” diye tekrardan bağırdı. “Ayrıca hepsi bu Sayın Savcı yüzünden! Olay çıkarmak için elinden her geleni yapıyor.”

“Ben? Canın sıkıldığı için tartışma başlattın be!”

Elif diklenerek “Sen başlattın, suçlu sensin,” dedi.

Erkin’in kısık ve mavi gözleri bir anda büyüdü. “Beni suçluyor ya, işe bak.” Havasını atmaya başladı. “Senin yüzünden bir suçlu dışarıda, bir de bana dediğine bak ya… Ayrıca geçen gün yaptığından da utanmıyorsunuz mu hanımefendi?”

“Ya ne oluyor?” dedim ikisine de patlayarak. “Bir sana bir ona döne döne başım döndü! Duruşmadayken bile beynim bu kadar yanmıyor benim! Bir anlatın derdinizi de çözelim…”

Erkin, Elif’i işaret ederek “Antalya’dayken kendisi ne yaptı? Anlatsın,” deyince ikisinin Antalya’da olduğu senaryonun kesişim kümesinin tatil olduğuna karar verdim. Sanırım tatilde aynı mekânda denk gelmişlerdi ya da otel. “Bilerek benim kaldığım otele gelmiş zaten.”

“Ben mi? Otelin broşürünü Mir Beyaz’ın evinde gördüm! Ne demek istiyorsun?” Ağzı beş karış açık kaldı Elif’in. “Senin yüzünüzden tatilim mahvoldu!” Az önce arabada gayet eğlendiğinden ama son gün birkaç pürüz çıktığından söz etmişti. Sanırım o pürüz, Erkin’di. “Miray!” dedi öfkeyle.

Umarım kabak benim başıma patlamazdı. “Efendim?”

“Bu adam, yani bu Sayın Savcı…” deyip Erkin’i işaret etti. “Beni operasyona dâhil etti!”

“Ney?” dedi eniştem, son harfi oldukça uzatarak. “Savcım ne yaptın ya?”

Erkin hayatının şokunu yaşıyormuş gibi bir süre bizi inceledi. “Kafasından uyduruyor, her zamanki gibi…”

“Ben her zaman kafamdan uydurmuyorum, Sayın Savcı!” Elif iyice Erkin’e yaklaşmaya başladı, ben de yanlış bir hareket yapmaması için Elif’in sağ kolunu hafifçe kavradım. Sürekli hareket ediyordu. “Bir baktım,” dedi Elif, bana derdini anlatır gibi. “Açmış mavi gözlerini, cin gibi…”

Erkin, “Bak, bana bir daha cin deme!” diyerek sert bir uyarı yaptı.

“Ne yaparsın, Sayın Savcı, tutuklar mısın?” Elif’in öfkeli hâlleri de hiç çekilmiyordu! Bir anda Erkin’e doğru yürümeye başladı. “Git, o suçluyu tutukla önce!”

“Ya Elifçiğim, biraz sakin mi olsan?” dedi ablam da destek çıkarak.

Eniştem, “Gelin siz, derdinizi oturduğumuzda anlatırsınız. Bakın, gelen herkes bizi izliyor. Olmaz böyle…” diyerek Erkin’in koluna girdi. “Gel savcım sen…” Sorgulayıcı bir bakış attı. “Ne oluyor Erkin, hayırdır?” diye fısıldadığını duydum en son.

Erkin’le eniştem mangal yapacağımız alana doğru ilerlerken üç kadın ve tabii ki annesinin kucağında uyuyakalan Rüzgar, yolun ortasında kalakaldık.

“Elif?” dedim sorgular gibi. Hâlâ huysuz ve sinirli olan Elif, Erkin’in peşinden onu öldürecekmiş gibi bakıyordu. “Az önce neler yaptığını hatırlıyor musun? Bir de savcıya…”

Elif, çokbilmiş bir ifadeyle “Oldukça farkındayım Miray,” deyip kollarını göğsünde bağladı. “Bütün tatilimi zehrettiği yetmiyormuş gibi özür dilemek bir yana, bana selam vermeyip olduğum ortamda tip tip bakmasını görüyorken benden asla sakin kalmamı beklemeyin! Bir de onun kaldığı otele bilerek rezervasyon yaptırdığımı düşünüyor, haspam.”

Ablam, gülmemek için dudaklarını birbirine bastırıp “Kaos,” diye fısıldadı.

Ablama uyarıcı bir bakış attıktan sonra Elif’e döndüm. “Elif, ne olursa olsun Erkin…” dedikten sonra biraz düşündüm. Ona ben de ilk başlarda aşırı gıcık oluyordum, Elif haklı olabilirdi. Bir anda söyleyeceğim sözü farklı bir şekilde tamamlamaya karar verdim: “Erkin gerçekten sinir bozucu olabiliyor. Benim anlamadığım, sana ne yaptı ve sen ona ne yaptın? Çünkü ikiniz de birbirinizden nefret ediyorsunuz.”

Elif, sesli bir nefes verdikten sonra “Miray,” dedi ve ablama döndü. “Seray… Bakın, ben tatildeydim, biliyorsunuz… Otelde takılırken…” Arkasını dönüp Erkin’e kısa bir bakış attı. “Havuz kenarında güneşlenirken bir baktım, üstüme su döküldü!”

Ablam kıkırdayarak “Allah Allah…” deyince ablamın bu ses tonunun oldukça tanıdık geldiğini fark ettim. Geçen sene Varan Alp ile yaşadığım her olayın sonunda bizi yakıştırıp boş boş konuşurken çıkan ses tonu… Sanırım Erkin’i ve Elif’i yakıştırmıştı.

“Evet, Seray…” diyen zavallı Elif, birazdan ablamın atacağı bombaya hazırlıksız yakalanacaktı muhtemelen. “Bilerek dökmediyse şerefsizim… Sonra da yanlışlıkla olduğunu söyleyip bana peçete verdi, yanıma oturdu. Bir baktım, bana peçete uzatırken ileride dönen sohbeti dinliyor. Bana çaktırmamam için kaş göz işareti yaparken adamları dinliyordu ya! Bir anda sevgilisiymişim gibi davranmaya başladı, ben de bozuntuya vermemek için öyle bir çaba sarf ettim ki size anlatamam! Şekilden şekle girdim resmen! Neyse, sonra da bu adamların konuştuğu şeyleri duyduktan sonra yanımdan gitti, giderken teşekkür bile etmedi. Odun. Ertesi gün ne oldu, dersiniz? Spor salonundayım, spor yapıyorum… Bir anda yanımdaki koşu bandında belirdi! Cin gibi!” Somurttu Elif ve tüm nefretiyle “Korkuyorum ben bu adamdan!” dedi. “Koşu bandının sağına baktım, yine o takip ettiği, dinlediği adamlar… Spor salonunda ne olsa beğenirsiniz? Bir anda polisler bastı, birileri rehin alındı! Zaten böyle şeyler de bir benim başıma gelir! Hayır, koşu bandında beni nasıl kullandığını size es geçtim, bakın…”

Ablam, “Elifçiğim tamam…” dedi ve omuzuna dokundu. “Sen daha fazla celallenmeden anlatmayı kes şimdilik. Başka bir zaman anlatırsın.”

Elif, “Peki,” diyerek ablamın kucağında uyuyakalan Rüzgar’a kısa bir bakış attı. “Rüzgar’ı da uyandırmayayım şimdi. Zaten ben intikamımı aldım. O güneşlenirken arkasına sandalye çektim, şu arkası bir dolu bir boş şeritli sandalyelerden. Vücudunun yarısı kırmızı yarısı ten rengi…”

Kahkaha atmamak için dudaklarımı birbirine bastırdım.

Ablam, “O yüzden tavır yapmış sana…” dediği an bıkkınlıkla mangal alanına doğru baktım. “Aaa!” dedi ablam, ileriyi işaret ederek. “Hani Varan Alp gelmeyecekti ya?”

Ablamın işaret ettiği yöne doğru döndük.

Üstüne giydiği siyah tişörte ve üstüme giydiğim siyah tişörte baktıktan sonra tekrardan bakışlarımı kaçırdım. O henüz bizi görmemişti çünkü emniyettekilerle selamlaşıyordu.

“Miray,” dedi ablam, beni uyarırcasına. “Muhatap olma. Zaten senin geldiğini söylemedik. Rüzgar’ı al sen Miray.” Rüzgar’ı kucağıma bıraktı. “Ben önden gideyim de yanımdayken seninle muhatap olmak zorunda kalmasın. Zaten kocaman orman, yan yana gelmeyin.”

Elif, bana doğru hüzünlü bir bakış atarken ablam çoktan yanımızdan ayrılmıştı bile. “Bu kadar kötü mü ki aranız?” diye soran Elif’e cevap verecek takatim yoktu.

Varan Alp’i daha bugün, öğleden sonra görmüştüm ama ablamın bundan da haberi yoktu. Karşılaşmadık zannediyorlardı.

“Aslında değil,” dedim kısaca. “Öyle çok kavgalı ayrılmadık.”

“Ablan ve Teoman biraz katı sanırım bu konuda. Sanki sizi bir araya getirmemeye çalışıyorlarmış gibi…” Elif’in olanlardan pek haberi olmasa da kısaca konuya hâkimdi. “Hadi, gidelim biz de.”

Elif’le beraber kurulumu biten sofralara doğru yürürken kucağımda Rüzgar olduğu için oldukça dikkatli yürümeye çalışıyordum. Bir yandan oldukça rahatken diğer yandan da gerilmeye başlamıştım, nedenini bilmiyordum.

“Elif,” dedim, masanın tam önünde durunca. “Biz burada oturalım. Şimdilik selam vermeyelim. Rüzgar kucağımda ya, korkuyorum düşüreceğim diye. Ağırlaşmaya başladı.”

Elif, beni onaylayarak en baştaki masaya geçti, ben de gizlenir gibi Elif’in yanına oturdum. Bu açıdan kimseyi görmüyordum.

Ablam da eniştem de Varan Alp’in ve Erkin’in yanındaydı.

Yüzünü bana doğru çeviren Elif, “Bir aydır görmediniz mi birbirinizi hiç?” diye sordu.

Bir yandan Varan Alp’i gizlice süzerken diğer yandan da “O tatildeydi sanırım,” dedim çokbilmiş bir şekilde. “Adli tatil bitince geri döndü işte, bugün gördük birbirimizi.”

“Bugün mü?” Elif bunu fısıldayarak sormuştu. “Peki ne yaptınız?”

Kaşlarımı çatarak Elif’e döndüğümde “Sence?” diye fısıldadım. “Hiçbir şey yapmadık tabii ki.”

“Konuşmadınız mı?”

“Konuştuk.”

Daha kısık bir sesle “Ay,” dedi. Hafif bir heyecanla “Ne konuştunuz?” diye sorunca sırıttım.

“Dava dosyasını.”

Elif, beklediği aksiyonu alamayınca ofladı. “Hiç mi böyle… Nasıl desem? Nasılsın, iyi misin? Bunları konuşmadınız mı?”

Sanırım bizim ilişkimiz hep anormaldi, bu yüzden pek garipsemeyerek “Genelde bunu birbirimize sormazdık,” diye cevapladım. “17 Eylül’den sonra sormaya başladık.”

“Siz biraz garipmişsiniz,” dedi Elif fısıldayarak.

Başımla onayladım. “Sen ve Erkin’den garip değiliz.” Konuyu değiştirmeye çalıştım ki daha fazla Varan Alp’i konuşmayalım.

Elif anında savunmaya geçti: “Ben ve ne? Ne? Ben ve Erkin? Sayın Savcı…” Abartılı bir şekilde gülmeye başladı. “Biz? Ne… Miray!” Ses tonu sertleşti. “Böyle bir yakıştırma sakın…”

Titreyen ellerini işaret ettim gözlerimle. “İkiniz de birbirinize çok abartılı tepkiler veriyorsunuz, bence bir şeyler olacak.”

Elif bir anda öksürmeye başladı. “Allah yazdıysa bozsun. Tamam mı?” Başını Erkin’e doğru çevirdi. “Ben bununla bir günde yaşlanırım be! Gıcık savcı! Neyse.” Ayağa kalkıp ileriyi işaret etti. “Ben su alacağım şuradan.”

Hafif bir tebessümle Elif’e kınayıcı bir bakış attım, sonra konuşmama fırsat bile kalmadan Rüzgar ağlamaya başladı. Aslında ilk on saniyede susturabileceğime dair inancım vardı fakat on birinci saniyeden itibaren daha şiddetli ağlayınca korkarak oturduğum yerden kalktım.

Ama ablam yoktu!

“Hayda!” dedim ve Rüzgar’ı oturağın üstüne yerleştirdim. “Teyzeciğim, bak!” Çantamdan hızlıca anahtarlığımı çıkarıp sallarken “Bak!” dedim abartılı bir şekilde. “Çiçek! Neydi adı? Çiçek!”

Rüzgar birkaç saniye durdu. “Anne!” diyerek daha büyük bir çığlıkla ağlayınca gözlerim ablamla Teoman’ı aradı ama yoklardı. İleride Varan Alp vardı, Korhan Amir ve yanlarında da öğlen karşılaştığım komiser kadın vardı, hepsi buraya dönmüştü.

“Rüzgar,” dedim yukarıyı işaret ettim. “Bak! Yukarıda ne var?” Rüzgar duraksayıp yukarıya baktı, sonra da tekrardan ağlayacak gibi olup dudaklarını büzdü. “Teyzeciğim sen benim kanımdansın ama! Niye bu kadar yabancısın ki?” Birkaç kez cıkladım.

Tekrardan kucağıma aldığım an, Rüzgar sonunda sustu ama arkamı dönüp oturağa oturduğum an tepemde Varan Alp’in suratını gördüğüm için ürktüm.

Korkudan sıçramıştım.

Ama oturuyordum da.

Garip bir andı.

“Bana ver istersen,” diyerek elini uzatan Varan Alp’e hipnoz olmuş gibi bakıyordum. Sabahki bakışmanın tam tersi yaşanıyordu şu an.

Bana doğru yavaşça eğildi, Rüzgar’ı kucağımdan almadan hemen önce yanağından öpünce saçları, burnuma değdi ve o kadar saçma bir an yaşandı ki cümlelerle anlatmaya kalksam başaramazdım herhalde.

Rüzgar, hiç zorluk çıkarmadan amcasının kucağına gitti.

Normal şartlarda hayatta yeğenimi kucağımdan almasına izin vermezdim de!

“Sana yabancıdır şimdi,” diyen Varan Alp’e doğru başımı kaldırınca gözlerimin içine bir hayal kırıklığıymışım gibi baktığını fark ettim. “Bırakıp gittin sonuçta.”

Son cümlesinin ağırlığını kalbimin en derininde hissetmişim.

Bedenini gitmek için mangalın olduğu yöne doğru ağır ağır çevirirken diğer yandan da Rüzgar’ın saçlarını düzeltiyordu.

“Ama bana alışacak, ben onun teyzesiyim,” diyerek ayağa kalktım. Tam karşılarında durunca benden biraz daha yukarıda duran Rüzgar, işaret parmağını burnuma değdirdi.

Varan Alp de “Çocuklar kin tutmaz, doğru,” deyince gözlerimi devirdim.

“Tam tersi aslında… Kin tutmak çocukçadır.”

Dudaklarını aralayıp cevap vermesine fırsat kalmadan, ablam aramıza girip “Oğlum!” diyerek Rüzgar’ı, Varan Alp’in kucağından aldı, sonra da eniştem bir anda Varan Alp’in koluna girip onu benden uzaklaştırmaya çalıştı.

İkisinin IQ seviyesi ülkemizin ortalamasının çok çok altındaydı, emindim.

Çocuk muamelesi görüyorduk resmen!

Ablam, “Miray!” dedi dehşet bir ifadeyle. “Ne yapıyorsun?”

“Ne yapmışım?”

Eniştem ve Varan Alp, Korhan Amir’in olduğu tarafa doğru ilerlerken az önceki sohbeti aklımdan çıkaramayıp arkalarından bakmaya devam ettim. O sırada ablam çocukça hareketlerine devam ederek “Yine tartıştınız, değil mi?” diye sormaya başladı. “Bekleseydin geliyordum zaten, azıcık ilerideydim. Teo’nun akademiden arkadaşına selam verdik.”

Geçiştirerek “Tamam,” dediğim sırada bugün adliyede karşılaştığım komiserin buraya doğru yürüdüğünü görüp bir süre onu izledim. Çok kısa olmayan sarı, dalgalı saçlarını topuz yapmış, koca mavi gözleriyle bana doğru bakıyordu.

Yanımıza vardığında önce ablama, sonra bana bakıp “Hoş geldiniz!” dedi ve azıcık arkamızda oturan Elif’e gözlerini kırparak selam verdi. Pek hoşgörülü ve sosyal bir insana benzemeyen bu kadın, samimi görünüyordu. Muhtemelen kırkına merdiven dayamıştı. “Seninle tanışmıştık, değil mi? Adın Seray’dı.”

Bir anda ablamla sohbet etmeye başladılar.

“Evet,” diyen ablam, pek ısınmışa benziyordu. “Siz de Halegül Komiser. Hatırlıyorum. Bir ay önce emniyette karşılaşmıştık.”

Halegül Komiser bir yandan arkasını kontrol eder gibi yaparken diğer yandan da zorla gülümsemekle meşguldü. Bir anda yamacımızdaki masanın oturağına geçti ve “Bu süslü de senin kız kardeşinmiş,” diyerek gözleriyle beni işaret etti. “Bugün adliyede karşılaştık.”

Süslü mü?

Ablama zoraki bir tebessümle geçiştirircesine kısa bir bakış attıktan sonra “Öyle oldu,” diyerek oldukça kibar kalmaya çalıştım. “Rahatına düşkün komiserle, adliyede karşılaştık.”

Masanın üstündeki salatalıklardan birini ağzına atan Halegül Komiser, “Varan Alp Savcı’nın odasının önündeydi, kendisine torpil geçmeye çalıştı da ben izin vermem,” dedikten sonra otuz iki diş sırıttı. “Sahi, hallettin mi işini? Bir anda odaya daldın ya, merak ettim.” Salatalığı çiğnerken ona ölümcül bir bakış attım.

Ablam da “Miray sana inanamıyorum,” dedi kısık bir sesle.

Halegül Komiser mavi gözlerini üstüme dikip “Yoksa pot mu kırdım?” diye sorunca sesli ve bıkkın bir nefes verdim. Etrafımdaki bir kişi de normal çıksaydı şaşırırdım vallahi! Herkes bir anormal, herkes bir dengesiz! “Şaka şaka,” dedi sonra bana takılır gibi koluma vurarak. “Eski sevgilin olduğunu anladım zaten ben.”

Ablamla aynı anda “Ne?” diye sessiz bir çığlık atınca Halegül Komiser çokbilmiş insan gülüşüyle etrafa neşe saçıyordu.

“Tamam. Bu konu burada kapansın o zaman,” dedim ve ellerimi birbirine çarptım. “Nasıl anladığınızı hiç sormayacağım, dedektif sayılırsınız sonuçta.”

Halegül “Yani… Cinayet bürodayız neticesinde,” diyerek mavi gözlerini ablama yöneltti, daha sonra Rüzgar’a. “Oğlunun adı Rüzgar mıydı?” Ses tonu yumuşak çıkmıştı.

“Evet,” dedi ablam da. “Oğlum bak, bak ablaya…” Rüzgar’ı kucağından indirip yere bıraktığında Rüzgar, ablamın bacağına sarıldı. Sanırım uyandığından beri etraf yabancı geldiğinden ötürü biraz ürkmüştü.

Halegül Komiser ile Rüzgar’ın tanışma faslını inceledikten hemen sonra gözlerim, kahkahalarıyla piknik alanımızı neşelendiren ekibe doğru döndü. Korhan Amir, pişmek üzere olan eti yellerken yanında duran Teoman, omuzuna masaj yapıyordu fakat görüntü o kadar komikti ki insan gülmeden edemiyordu.

Hemen sol tarafında duran kişiyi gördüğüm an ağzım beş karış açıldı.

“Aaa!” dedim ileriyi işaret ederek. “Kamil Savcı nasıl burada olabilir ya?”

Ablam da Halegül Komiser de başını benim işaret ettiğim yöne doğru çevirince otuz iki diş sırıtmaya devam ettim.

Kamil Savcı ile hikâyemiz aslında geçen sene, Varan Alp’in evinde araştırma yaparken başlasa da Ankara’ya gittiğimde aldığım ilk dosyada karşıma Kamil Savcı’nın çıkacağından habersizdim tabii… Dünyanın en iyi insanı olabilirdi Kamil Savcı çünkü hem çok komikti hem de çok bilgili. Çok adil bir insandı, yardımsever bir insandı… En son dört ay önce görmüştüm onu çünkü Ankara’da devamlı aynı adliyede olmuyordu duruşmalarım. Özlemiştim onu!

Şimdi buradaydı!

“Kendisini nereden tanıyorsun?” diye soran Halegül Komiser’e dönüp ona Ankara’daki davadan bahsettim. Gerçi her ayrıntısıyla anlatmasam da ablam ve Elif de merakına yenik düşüp beni dinlemeye başlamışlardı:

Birkaç dakika içinde Halegül Komiser’i sanki yüz senedir tanıyormuş gibi bağrımıza basmıştık ama bu nasıl olmuştu, hiç anlamamıştık. Söylediğim her cümleye o kadar komik cevaplar veriyordu ki uzun zamandır bu kadar gülmediğimi, bu kadının yanında yeni fark ediyordum.

Bir süre sonra, yani on dakika sonra konu direkt erkeklere gelmişti:

“Erkekler her şeyi yaparlar, hiçbir şey yapmamış gibi davranırlar. Sonra hiçbir şey yapmazlar, birçok bedel ödemiş gibi övünüp dururlar. Ben…” diyerek kendisini işaret eden Halegül, somurttu. “Neredeyse kırk yaşıma geleceğim hanımlar ama tek bir düzgün adam görmedim hayatım boyunca. Herkes çocuk gibi. Bu nedir ya? Biz sizin bakıcınız mıyız? Azıcık büyüyün!”

“Katılıyorum,” diyerek ilerideki erkek tayfasına ölümcül bir bakış attım. “Çok çocukça davranıyorlar, hiç olgun değiller.”

Elif de “Tıp okumasam erkeklerin beyninin olmadığını iddia edebilirdim,” dedi kısa ama değişik bir cümle kurarak. Hak verdim.

“Yok ya, beyinleri var aslında,” diyen Halegül, ileriyi işaret etti. “Bak bu adamlar cinayet çözüyor, falan fıstık… Beyin, cinsiyet ayrımında bir rol oynamaz bence. Kalp… Kalp ve düşünce. Mesela çok zeki insanlar geri zekâlıdır.”

“Ne?” dedi ablam kaşlarını çatarak.

“Evet evet,” dedi Halegül hemen. “Çok zeki insanlar genelde duygusal anlamda aptal oluyorlar. İletişim özürlüsü gibi düşünebilirsiniz.” Kapağını açtığı pet şişeden su içerken başımı sallamıştım. “Bu yüzden zekâ tek başına etkileyici bir özellik olamaz, iletişim de gerekiyor… Mesela bilgisayar mühendisi, hacker dediğimiz türden bir eleman yakaladık biz,” dedi çok sıradan bir şey söyler gibi. “Kafasına dayadım silahı, içeri attım. Geri zekâlı işte… Bir türlü elimizden kurtulamadı yani, hapiste şu an. Eee? Demek ki neymiş? Zeki de olsan, aptal olduğun müddetçe bu hayatta bir yerin yokmuş.”

“Bir müvekkilim eşini dört sene boyunca aldatmıştı, daha birkaç ay önce boşadım onları,” diyerek ben de anlatmaya başladım. “Dört sene boyunca aldatmaya beyni yetmiş, gerçekten bakın, iyi idare etmiş ama benden kaçamadı işte. Gördüğüm an aldatan erkek profili olduğunu hemen anladım.”

Halegül, “Nasıl anladın?” diye sorunca tüm maddeleri saymaya başladım.

“İlişkileri çok mükemmeldi, bir.” Hepsi sırıttı. “Akşam yemeklerine bazen gelmiyormuş, iş yemeği varmış paşanın. Aman Allah’ım…” diyerek büyük bir sinirle anlatmaya devam ettim. “Telefonundaki mesajların hepsini siliyormuş. Bunu laptopunu karıştırırken fark ettim. Bir de… Erkek ismiyle kaydettiği bir numara ama bu kişiyi, karısı tanımıyor… Ha bir de… Ben kadınla görüşmeye gittiğimde adam, çiftliğe gittim diye eşini kandırmış ama gelin görün ki ayakkabısında tek bir çamur, toprak, efendime söyleyeyim toz, hiçbir şey yoktu. Hemen emniyetten bir arkadaş aracılığıyla nereye gittiğini buldum ve hop, görüntüler elimde. Aslında cezacıyım ben,” diyerek Halegül’e alanımı açıkladım. “Ama arada boşamak beni gaza getiriyor.”

Ablam esefle kınar gibi “Miray ya…” deyip gülümsedi.

Halegül bir anda “Beni de boşar mısın?” diye sorunca üçümüz de mavi gözlerine kilitlendik.

“Sen evli misin?” diye sordum şaşkınlıkla.

“Maalesef. Boşanamadık bir türlü…”

“Peki neden boşanmak istiyorsun ki?” diye sordu Elif, hüzünle. “Yoksa o da seni mi aldattı?”

Halegül büyük bir egoyla “Ya beni aldatacak erkeğin anasını ağlatırım zaten ben de!” dedikten hemen sonra saçlarındaki topuzu bozdu. “Öyle bir şey yok. Yani aslında bir neden yok.”

“Bir neden yoksa neden boşayayım ki sizi?” dediğimde Halegül Komiser, başını sola doğru çevirdi.

“Bak, orada,” diyerek ileriyi işaret etti. “Kamil Savcı.”

Gözlerimi belerterek “Ne?” diye neredeyse çığlık attım. “Yok artık!”

“Kendisini sürekli tehlikeye atıyor, tam bir duygusal gerzek,” dediği an hayretle onu dinlemeye devam ettim. “İstanbul’a geldim diye tayinini buraya istedi, kabul edilmiş. Ben de bugün gördüm, üf ya…”

Elif de “Ama yazık değil mi adama? Sana âşıkmış!” deyince Halegül, Elif’e ölümcül bir bakış attı.

“Aşk diye bir şey yoktur, Elifçiğim. Duygusal gerzeklerin oluşturduğu saçma sapan, üç harfli, anlamı olmayan bir kelime işte…” diyen komiser, cebinden silahını çıkardı. “Ben mesleğimle evliyim, silahıma âşığım, ailem de vatanım. Nokta.”

Ablamla birkaç saniye bakıştık. Tabii ki evli, mutlu ve çocuklu bir şekilde yaşamından gayet memnun olan ablam, “Bence aşk diye bir şey var,” diyerek Halegül’e baktı. “Bak, bu da aşk meyvesi.” Rüzgar, az önce babasının getirdiği et parçasını kemirirken çok mutlu görünüyordu. “Evet, yani, dediğiniz gibi… Teoman da çok çocuk, çok duygusal ama çok eğlenceli çünkü ben de onun gibiyim. Bence kendinle benzeyen bir insanla evlendiğin zaman sana o kadar da işkence gibi gelmez ilişki ya da evlilik. Benim tek korkum, onun belindeki silah…”

Halegül de “Sizinki sevgi, anlayış falan cart curt…” diyerek ablamı pek dinlemediğini belli etti.

“O zaman neden evlendin onunla?” diye sordum ben de. “Madem aşkın olmadığına inanıyordun… O zaman neden evet dedin ona?”

Halegül Komiser, bir yandan Kamil Savcı’nın olduğu yöne bakarken diğer yandan da “Çünkü beni mutlu edebileceğine inandım,” dedi kısık bir sesle. “O da on ay sürdü zaten.”

EŞ ZAMAN, HÂKİM BAKIŞ AÇISI

Korhan Amir, etleri yellerken “Oooh!” dedi abartılı bir sesle. “Eşek sıpaları, buraya bakın.” Cinayet bürodaki çoğu polis memuru buradaydı. “Komiserinizin elleri yorulmuş masaj yaparken, hele biraz da siz yapın.”

“Emir anlaşıldı amirim!” diyerek Korhan Amir’in tepesine çıkmak üzere arkasında duran polis memuru, neredeyse ateşin içine düşecekti.

“Lan!” dedi Korhan Amir korkuyla. “Oğlum o nasıl bir atlayış? Sanırsın katilin üstüne atlıyor!” Elindeki yelpazeyi kaldırıp bir tane vurdu koluna. Etraftakiler gülmeye devam etti. “Teo, al bir tane daha götür kerataya,” diyerek küçük bir et parçası uzattı. “Bitirmiş, bak.” Gözleriyle Rüzgar’ı işaret etti.

Teoman et parçasını eline alırken “Sağ olun amirim,” dedi.

Teoman’ın gittiği yöne doğru bakan Kamil Savcı, “O burada diye geldim be Varan Alp…” diyerek derdini anlatmaya devam etti. “Dünyanın en mutlu adamıydım, bir anda depresyon örneğine dönüştüm. Filmimi çekseler gençler geleceğinden şüphe eder. Aşk insanı mahvediyor…”

Erkin, ileriden Kamil Savcı’yı ve Varan Alp’i izlerken onları az biraz kıskanmıştı. Kamil geldiğinden beri Varan Alp sadece onunla konuşuyordu. Bu hiç hoşuna gitmemişti.

“Ne demiş Cemal Süreya… Okyanusta boğulmaz da insan, gider bir kaşık sevdada boğulur. Bizimki de o hesaptı yengenle…” Sırtını sıvazladı. “Aman sen sakın böyle olma,” diyerek akıl vermeye devam etti Kamil. Varan Alp bıkkınlıkla dinliyordu. “Senin o bakışını çok iyi bilirim ha! Aman, aşkını zeval etme de ne yapıyorsan yap!”

Sesli bir nefes veren Varan Alp, “Bizim hevesimizi de bir kaşık yalanda boğdular o zaman,” diyerek gereken cevabı vermişti. Kamil Savcı kaşlarını kaldırmasının hemen ardından gülümsedi. “Her kalbimizin çarptığında aşk diye ölseydik yüzüncü hayatımızdaydık, Kamil Savcım.”

“Sen istifa et görevden, git şair ol,” diyen Kamil Savcı, şakasına takılıyordu elbette. “Yahu Varan Alp, ben sana demedim mi? Ha, demedim mi? Dönecek, dedim. Sen inanmadın.” Miray’dan bahsediyordu.

İkisi de Miray’ın olduğu yöne doğru döndüğünde hararetli ve sinirli bir şekilde bir şeyler anlatan genç kadına bakakalmışlardı.

“Ben de sana dedim ki: İstanbul’a döner ama bana dönmez.” Varan Alp, yüzünü Kamil Savcı’ya çevirdi. “Bir şehirden gitmek, bir insandan gitmektir ama bir şehre dönmek, o insana dönmek demek değildir.”

Yüzünü ekşiten Kamil, “Sen öyle zannet…” diyerek karşısındaki genci iş çok uzamadan gaza getirmeye niyetlenmişti. “Ne demiş Orhan Veli? Ama benim için güzel şehir, çirkin şehir diye bir şey yok… Sadece senin bulunduğun şehir, senin bulunmadığın şehir diye bir şey var… Şu söze bak! İnsanlar şehirlerden gitmez, insanlar şehirlere dönmez be! İnsanlar insanlardan gider, insanlar insanlara döner. Sen de aynısını yapmadın mı?”

“Yapmadım,” diyerek yalana başvurdu Varan Alp.

“Dürüst adamsın sen ama bırak, kalbin de dürüst olsun. Aşk için öl doksan dokuz kez, sonra diril doksan dokuzuncu kez. Ne olabilir ki en fazla? Bu hayat daha ne kadar böyle gidecek yahu?” Birkaç kez cıkladı. “Unutma.”

“Neyi?” diyerek son kez bıkkınlıkla Kamil Savcı’ya döndü Varan Alp.

“Sen onun resmini buruşturdun ama yırtmadın.” Gülümsedi. “Yırtsaydın sana mektup yazamazdı, aşkınız başlamadan biterdi. Sen o kâğıdı yırtmadın diye aşkınız bitmedi be! Azıcık mantıklı ol. Bu hayata bir kez geliyoruz.”

 

INSTAGRAM - esmatonguc

 

Bölüm : 17.09.2025 20:35 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...