
Bu kitapta geçen kişi ve kurumların tümü hayal ürünüdür.
ON YEDİ EYLÜL (III)
37. BÖLÜM: “ASABİ AVUKAT”
⚖️
“O kadının asabi olmasının nedeni, içinde söndüremediği koca yangının tekrar alevlenmesiydi.”
Elimi ısıtan beyaz koca kupanın içerisindeki kahve, neredeyse bitecekti fakat hâlâ uykum geliyordu. Uykumun gelmesinin en büyük sebebi de tabii ki dün, gecenin üçüne hatta dördüne kadar uyuyamamamdı. Yerimi mi yadırgıyordum bir aydır, bilmiyordum ama kesinlikle kendimi her yere yabancı hissetmem gibi bir durum söz konusuydu. Kendi evime çıkmıştım, ablamın evine ve Mir Beyaz’ın evine çok yakındı üstelik lâkin yine de kendimi güvende hissetmiyordum.
17 Eylül, bunun en büyük sebebiydi.
Ölüm, sanki okyanus kenarında dururken beni alıp götürecek tsunami gibi ensemdeydi. Rüzgâr vardı, fırtına vardı, soğuk vardı ama içimizdeki yangın nedense bir türlü sönmüyordu. Ölüm korkusu ya da adaleti sağlayamama korkusu içimi yiyip bitiriyordu. Kuşkularım beni bu dünya ile diğer dünya arasında bir arafta bırakırken nefes alıp vermek bazen o kadar zor geliyordu ki… Melek geliyordu aklıma, şu an aramızda olmayan ruhu ve bedeni, toprağın altındaki hâli, mezarı… Düşündükçe kahroluyordum. Onu bazen o kadar çok özlüyordum ki kendimi bile unutuyordum.
Yine ofisteydim.
Avukatlar çok iyi bilirdi ki biz işimizi asla ofiste yapamazdık… Ya adliyede hallederdik ya bir kafede ya da evde. Buraya çalışmaya değil de oturmaya gelmiş gibi hissediyordum, başımda o kadar dosya olmasına rağmen. Aslında işim pek de masa başı sayılmazdı; bugün, şüpheli olarak görünen müvekkilimle Varan Alp’in yanına ifade vermeye gidecektik. Yine bir adliye macerasına hatta üstüne, eski sevgiliyle ifade macerasına layık görülmüştüm. Ha ama Aykut’a gereken manevi tokadımı da atmıştım, bu yüzden içim biraz da olsa rahattı. Bir davaydı sadece, fazlası değil. İş için görecektik birbirimizi, o kadar.
Laptopumun açık ekranına baktığım dakikalar boyunca düşüncelerimde boğulduğumu yeni anımsayarak sanki on senelik bir komadan kalkan hasta gibi gözlerimi yavaş yavaş kırpıştırarak doğruldum.
Sanırım uyuyakalmak üzereydim.
Ya da bayılmak.
Otuzuncu yaşıma girmeme bir iki hafta kaldı diye eski enerjimden eser mi kalmamıştı acaba?
Telefonumun ekranını açtıktan hemen sonra kameraya girip yüzümü iyice kontrol ettim. İçi boş kupama yasladığım telefonumu serbest bıraktıktan sonra kameraya bakarak dudağımdaki parlatıcıyı tazeledim. Saçlarımı da hafifçe geriye attıktan sonra gözlerimin yeşiline bakarak bir süre kendimle münakaşa ettim.
“İyi değilsin.”
Cevabı yine ben verdim: “Kendi kendine konuştuğun için tabii ki iyi değilsin.”
Telefonumun ekranını kilitleyip sandalyemden kalktım ve yatağımdan da rahat, pek pahalı sandalyeyi geriye iterek odamdan çıkmak için kapıya doğru yürüdüm. Biraz ofistekilerle konuşmak iyi gelebilirdi. Aykut, ara sıra kaytardığımı düşünüyordu ama odamda kalsam da kaytardığımdan, onu pek dikkate almıyordum.
Telefon sesleri, topuklu ayakkabının zemine çarptıktan sonra çıkardığı yankı sesleri eşliğinde kendime ilkokulda sıra arkadaşı ararcasına bakış attığım iş yerimizin merkez odasında, konuşacak kimseyi bulamadım. Acaba kavga falan mı çıkarsaydım? İlerideki sarışın kızı hiç sevmiyordum çünkü bir aydır burnumdan getirmişti. Saçma sapan nedenlerden ötürü herkesle tartışıyordu ve sırf Aykut’un bir tanıdığının torunu diye -evet, Aykut bence de yaşlı- burada çalışabiliyordu.
Torpilli çıyan.
Yüz tane işim vardı dışarıda ya! Ben neden buradaydım hâlâ?
“Miray Hanım,” diyerek omuzumdan dürten kadından ürküp bir adım geriye sendeledim.
“Ay,” dedim sesli bir nefes vererek. Elinde tuttuğu çiçek buketinin içindeki güllere bakarken kaşlarım çatıldı. “Bana mı bu?” diye sordum şaşkınlıkla.
Yeter, gülleri bana uzatırken “Evet, size gelmiş bu güller,” deyip üstündeki kartı işaret etti. “Kimden olduğuna bakmadım bu kez.”
Otuz iki diş sırıtarak “Kesin bakmamışsındır, tatlı kız seni…” dedim sevimsiz bir sesle. Kartı çıkarıp göz ucuyla baktığımda, tabii ki Onur’dan geldiğinden yüzde yüz emin olduğumdan pek garipsemedim. “Ama kimden geldiğini biliyorsun.”
“Onör Böyükkaya…” dediğinde kaşlarım çatıldı. “Şaka şaka…” Bir anda kahkaha atmaya başladı. “Şu sıralar bir romantik komedi izliyorum, bir kadın aynı bu şekilde konuşuyor. İster istemez dilime dolandı!” Ellerini birbirine çarptı. “Neyse Miray Hanım, ben gideyim.”
Bıkkınlıkla kırmızı gülleri koklarken Onur’la hiç muhatap olmak istemediğimden kısa bir teşekkür mesajı gönderdim, sonra da çiçekleri ortalıkta bir yere bırakıp stajyer avukatların neler yaptığına kısaca göz attım. Şansımıza, hepsi çok tatlı ve enerjik kişilerdi.
İki meslektaşımın konuşmasına kulak misafiri olunca yanlarına yürüdüm ve “İrem,” diyerek ela gözlerinin bana yönelmesine sebep oldum. Kâkül kestirmişti saçını. “Ay seni az önce tanıyamadım… Kâkül yakışmış.”
“Sağ olun Miray Hanım,” derken otuz iki diş sırıtıyordu. Minyon tipli, çok genç bir avukattı. Mesleğinin ilk senesi bile olabilirdi. Aramızda altı yaş olduğuna inanamıyordum… Ben yaşlanmıştım ya! “Arem de bana Anayasa Kararı almayan bir hakimle olan anısını anlatıyordu.”
Kaşlarım çatıldı. “Bireysel başvuru kararı mı bu Anayasa Kararı?”
“Evet,” diyen Arem, biraz utangaçtı. Sanırım İrem’den hoşlanıyordu.
“Bireysel başvuru kararıysa hakim zaten kabul etmez ki… O sadece somut olayı bağlayan bir karar, emsal teşkil etmez diğerlerine. Hakimlere Yargıtay kararı götürürsen ona itiraz edemezler ama icra müdürleri için aynısını söyleyemeyeceğim!” dedim kıkırdayarak.
İkisinin de keyfi gayet yerindeydi. Arem, “Haklısınız. Daha meslekte ilk senelerim, yeni yeni öğreniyorum ben de,” diyerek kibar bir şekilde İrem’e döndü.
“Miray Hanım, yeni gelen ceza dosyasına siz mi bakacaksınız?” diye heyecanla soran İrem’den sonra, Arem de bana döndü. İsimleri ne kadar da benziyordu, şimdi fark etmiştim.
Başımla onayladım. “Yarım saat sonra adliyeye geçeceğim müvekkilimiz Bedri Bey’le.”
“Sadece bir kez duruşmaya girdim, o da boşanma davasıydı,” diyen İrem bir anda hüzünlendi. “Keşke ben de ceza davalarına bakabilseydim… Ama…”
Arem de “İstersen benim elimdeki dosyaya beraber bakarız,” diye araya girince bıyık altından gülmeye başladım.
“Gerçekten mi?” diye hayretle ve sevinçle Arem’e dönen İrem’i kendi hâline bırakmak için arkamı döndüm.
“Ben gideyim, size kolay gelsin.”
İrem, “Umarım hakime ‘hocam’ demem, en korktuğum şeydir,” deyince koridorun ortasında istemsizce kıkırdamaya başladım.
“Miray!” Bir anda tiz bir ses, koridorun ortasında mıhlanmama sebep oldu. “Sana inanamıyorum! Hâlâ burada mısın sen?” diyerek bana kızmaya başlayan Aykut sıkıntılısı, bağırırken bile detone olmuştu. İnanılmaz kötü sesi yüzünden kulaklarım adeta iç kanamaya maruz bırakılmıştı. “Sen neden adliyede değilsin pardon?”
Bıkkın bir nefes vererek “İfade bir saat sonra,” diye kısa bir açıklama yaptım. Dudaklarını büzdü, koskoca adam. “Ne diye ödümü kopardın ki? Sıkıntılı mısın ya sen? Git, stajyerlere bağır! Aaa! Ya da dur, bağırma! Ne günahı var zavallıların? Git, kendine bağır. Değişik insan.”
“Çok alındım, çok gücendim Miray.” Kollarını göğsünde bağladı. “Ne var yani, saati karıştırmış olamaz mıyım?”
Gözlerimi kırpıştırdım. “Doğru, biraz bunadın.”
“Ben yaşlı değilim.”
“Doğru, çok yaşlısın.”
Ağzı beş karış açık kaldı. “Sen de gelmişsin otuz yaşına ama hâlâ bekarsın! Tamam mı?”
“Ne alaka pardon?” Bir anda yanımdan ayrılmak için yürümeye başladı. Koridorun sonundan dönerken “Sana ne be benim aşk hayatımdan? Değişik insan! Sen sanki evlisin? Diyene bak!” dedikten sonra saçlarımı geriye attım.
Bekar oluşumu ve yaşlanıp yaşlanmadığımı sorguladığım otuzuncu yaşımı içimde hüzünlü bir şekilde hesap ederken gerçekler yüzüme iyice vurmuştu. Hiç evlilik hayali kurmamıştım, sadece başarmayı amaçladığım kariyer odaklı bir hayatım olmuştu ama yaşım ilerledikçe yalnızlık, Osmanlı tokadı gibi yüzüme çarpmaya başlamıştı. Yalnızlığı ya da mutluluğu asla evliliğe bağlayan bir kadın da değildim ama geçen sene başladığı gün biten harika ilişkim dolayısıyla aşkla barıştığımı varsayıyordum.
Sonra yine küsmüştüm işte.
Bir anlığına kendimi çok gariban hissettim ama sadece bir anlık.
Koray’ın duruşmasına on dört gün vardı ama dava için olan hazırlığım resmî olarak başlamamıştı bile. Koray’la görüşmem gerekirdi, duruşmada kendisini savunması için ona bilgi vermem gerekirdi, en önemlisi de Fırat’la konuşup onu tanık olarak çıkarmalıydım. Olay günü Koray’ı restorana götüren oydu. Evet, daha önce dilekçemde de Fırat’ın Ceyda’ya verdiği ifadesini hakime sunmuştum ama tanık olması, işimizi daha da kolay hale getirecekti.
Masada, çantamın içine girecek tüm eşyalarımı topladıktan sonra çıkmak için hazır hale geldim. Makyajımı tazeleyip saçlarımı düzelttikten hemen sonra odamdan çıktım.
Şirketten çıktığım gibi yaya geçidine doğru ilerleyecektim ki önce Onur’un arabası olduğunu bildiğim koyu yeşil, lüks aracı fark ettim; hemen sağıma döndüğümde dudaklarının arasına sigara yerleştiren ve sanki ben onu görmemişim gibi beni büyük bir aşkla süzen Onur’u gördüm.
“Bugün erken mi çıkıyorsun?”
Yanıma doğru yürürken neden İstanbul’da olduğunu sorguladım. “Hayır,” dedim mesafeli bir sesle. “Sen neden İstanbul’dasın?”
Otuz iki diş sırıttı. “Artık buralardayım, diyelim.”
“Nasıl yani?”
“Birinci bölgeye atandım. Artık İstanbul Adliyesi’ndeyim.”
Cümlesinin verdiği rahatsızlığı es geçerek “Hayırlı olsun,” dedim, öylesine bir haber vermiş gibi. Ne tepki versem elimde kalırdı, her cümlemi başka bir yöne çekmeye çok meraklıydı çünkü.
“Bu kadar mı?” diye sorunca gözlerimi devirdim.
“Ne dememi bekliyorsun ki?”
Ankara’dayken işinden fırsat buldukça benimle ilgilenmeye çalışan Onur’un ilk başlarda arkadaşça yaklaştığını söyleyebilirdim. Ev bulmamda yardımcı olmuştu, bana Ankara’yı gezdirmişti ve ben de onu bir arkadaş olarak gördüğümden içimi dökmüştüm ona.
Ankara’ya ilk geldiğimde bitik durumdaydım, ruh halim darmadağındı ve hayattan hiç zevk almıyordum. Sağ olsun, toparlanmamda çok yardımı dokunmuştu ama o kadardı. Aşk acısı çekerken bir başkasına çekilecek kadar geniş ve duygusuz bir insan değildim. Ona karşı hislerim yoktu.
Ama o, tam tersiymiş gibi davranıyordu.
Aylardır çabalıyordu. Boşuna.
“Boş ver…” dedi ve sigarasını yakınımızdaki çöp kutusuna attı. “İstersen gideceğin yere kadar bırakayım, toplu taşımada boşu boşuna canın sıkılmasın.” Koyu yeşil aracını işaret etti. “Hem kahve de içeriz… Bir aylık İstanbul serüvenini anlatırsın. Taşındın mı?”
Art arda sorduğu sorular beni boğuyor gibi hissettiğimde “İşim var,” dedim kısaca. “Adliyeye gideceğim, müvekkilimle ifade gireceğiz. Ayrıca bana bir daha lütfen gül demeti gönderme,” dedikten sonra kaşlarım çatıldı. “Yani direkt çiçek gönderme. Sürekli gül gönderdiğin için o şekilde bir cümle kurdum. Neyse…” Parmaklarımın ucunda duran çantamın kolunu, dirseğime geçirdikten sonra zorla gülümsedim. “Hoşça kal.”
“Seni adliyeye bırakayım.”
Bedenimi çevirmeme fırsat bile kalmadan pes etmediğini belirten üç kelimelik cümlesinin ardından sadece bıkkınlıkla “Niye?” diye sordum. “Sağ ol ama ben yürümek istiyorum.”
Ayağımdaki topukluları göz ucuyla süzerken “Boşu boşuna yorulma, diye,” dedi.
“Ben yorulmam.”
Zorla gülümsedi. “Ama yoruyorsun.”
“Ben, beni yoran insanlardan genelde uzak duruyorum. Bence sen de aynısını uygula. Ne dert kalıyor ne de tasa. Tavsiye ederim. Hoşça kal.”
Yirmi dakika içinde kimi zaman söve söve kimi zaman da bomboş gözlerle yürüdüğüm Mecidiyeköy sokaklarını atlattıktan sonra adliyeye giriş yaptım. Müvekkilime, savcının yani Varan Alp’in bulunduğu katı söylemiştim; odasının önünde buluşacaktık. Umarım gecikip hem beni hem de kendisini riske atmazdı, aksi takdirde kafasında Ceza Hukuku kitaplarımı tokmakla davula vurur gibi küçük gösteriler sergileyebilirdim. Eminim o da çok memnun kalırdı.
Zaten bu dosyada garip şeyler vardı… Vurmaktan hiç çekinmezdim.
Savcı koridoruna girdikten kısa bir süre sonra Varan Alp’in odasının önünde durdum. Bir iki dakika sonra da Niyazi ile karşılaştım.
Gülümseyerek selam verdi.
“Miray Hanım…” Önümdeki bedenle gözlerimi telefonumdan çektiğimde kısık ve kahve gözlü, kırklı yaşlarda bir adamla karşılaştım. “Sizsiniz, değil mi?”
Başımla onaylayıp “Merhaba, hoş geldiniz. Beş dakikaya içeriye gireriz muhtemelen,” diye kısaca bilgi verdim. “Buyurun, oturun. Sizinle daha önce konuşmamıştık.”
“Bedri Uzungöl ben, iş adamıyım,” dediğinde dalga geçer gibi gülümsedim.
“Hakkınızda bu tür bilgilere sahibim. Sizden istediğim tek şey, neden olay yerinde parmak izinizin bulunduğunu bana anlatmanız. Bir tek sizin parmak izinize rastlanmış. Bunu anlatırsanız yardımcı olabilirim.”
“Şimdi şöyle…” Biraz utana sıkıla anlatıyordu bunu bana. “Biliyorsunuzdur, benim bir saygınlığım var.” Göz ucuyla koridorun sonuna baktığında ben de istemsizce başımı çevirdim. Takım elbiseli birkaç adam, buraya doğru bakıyordu. “Daha önce de emniyette soruldu, cevapladım, Aykut Bey yanımdaydı… Niye tekrar çağırıldığım konusunda bir fikrim yok.”
Varan Alp’in isminin asılı olduğu kapıyı işaret ederken “Savcı ne zaman isterse sizi tekrardan ifadeye çağırıp sorgulama hakkına sahiptir,” diye kısa bir açıklama yaptım. “Aykut Bey pek sorgulamamış olabilir, o dönem bu olay biraz üstte kalmış ama ben sorgularım. Eğer cinayeti siz işlediyseniz bana itiraf edin ki işimiz kolaylaşsın.”
Cinayeti Bedri Bey işlediyse davayı direkt Aykut’a iade edecektim; bir katili savunmak istemiyordum, özellikle geçen seneden sonra.
Kaşları çatıldı. “Elbette hayır!”
“O zaman tanımadığınız bir kadının evinde niçin parmak iziniz var?”
“Bakın,” dedi neredeyse fısıldayarak. “Beni yargılamayacaksanız eğer bazı geceler…”
Gözlerimi yumduktan sonra “Peki,” deyip anladığımı belli edercesine elimi susması için işaret ettim, yeterli der gibi. Onu susturmam pek hoşuna gitmiş gibi durmuyordu, gözlerini daha da kısıp bana öfkeli bir bakış atmıştı. “18 Ağustos gecesi neredeydiniz? İfadenizde evde olduğunuzu söylemişsiniz ama HTS kaydınız bir barda gözüküyor. Savcı da muhtemelen bunun için çağırdı sizi.”
“O ne demek?” diye sorunca bir süre göz temasımızı kesmeyerek dümdüz baktım. “Ha, telefon sinyalimi diyorsunuz siz…”
Gözlerimi devirerek “Evet. Neden yalan söylediniz?” diye sordum.
“Eşim sıkıntı çıkarmasın diye evde olduğumu söyledim ama evet, bardaydım. Telefonumu orada unutmuşum, daha sonra adamlarımdan biri bara uğrayıp geri getirdi.”
Girdiği barın kamera görüntülerine ulaştıklarını düşünüp “Peki, tamamdır,” dedim rahatlıkla. “İfadede kesinlikle yalan söylemeyin. Eğer bir bilgiyi paylaşmak istemiyorsanız benimle göz teması kurun, cevapsız bırakın. Eğer bir yalan uydurursanız devamını getirmek zorunda kalabilirsiniz, bu sizi çelişkiye sokar.”
Belli ki kaçamak niyetine girdiği evde cinayet işlenmişti ve üstüne kalacaktı.
Genelde böyle hikâyelerde aldatılan taraf bunu öğrendikten sonra diğer kadını öldürürdü ama her şey olabilirdi, herkesten her şey beklenirdi.
Bunu bizzat yaşayarak öğrenmiştim. Artık kimseye güvenmiyordum.
Kırklarındaki bu adamın, henüz yirmi yaşında olan kadının öğrenci evinde ne yaptığını bilmeden onunla beraber ifadeye girdiğim için Aykut’a hâlâ kızgındım. Böyle değişik insanları savunmayı pek sevmezdim ama işim dolayısıyla bazen mecbur kalabiliyordum.
Niyazi, Varan Alp’in odasının kapısının pervazından başını çıkararak “Buyurun,” dedi. Bedri Bey’e kalkmasını işaret ettikten sonra bıkkın bir nefes vererek Varan Alp’in odasının kapısına iki kez hızlıca tıkladım.
Önce bana sonra da arkamdan gelen adama baktı. Tabii ki bana bakması daha uzun sürmüştü.
Niyazi, bilgisayarın başına geçince Bedri Bey, “Savcım selam,” deyip gülümsedi. Varan Alp’in bakışları sert ve sorgulayıcıydı, tabii ki Bedri’ye bakıyordu. “Ben aslında daha önce emniyete ifad…”
“Tamam mısın Niyazi?” diye soran Varan Alp, Bedri Bey’i pek dinlemediğini cümlesini keserek iyice belli etmişti. Ardından bize döndü. Müvekkilime direkt “Alanur Ceyhan’ı neden öldürdün?” diye sorunca donakaldım.
Sesli bir nefes verircesine saniyelik güldüm. “Savcım, bu biraz iddialı oldu.”
Bedri Bey, “Hayır…” dedi ve ikna etmek istercesine dışarıyı işaret etti. “Yani ben o an evdeydim, telefonumun barda kaldığını fark etmemiştim…”
“Olay yerinde parmak izinize rastlandı,” diyen Varan Alp, daha çok soru soruyordu. “Alanur Ceyhan’ın evine neden girdiniz?”
İki kez öksürerek ona dönmemi sağlayan Bedri Bey’e umursamaz bir bakış attım. “Müvekkilim bu soru için susma hakkını kullanacak. Sizinle paylaşmak istemiyor.”
“Öyle mi?” diyerek dalga geçer gibi gülüp Bedri Bey’e döndü Varan Alp. “Onu tutuklamamı istiyor yani?”
Bedri Bey “Ne?” diyerek oturduğu yerde hareket etmeye başladı. “Ama orada parmak izime rastlanması benim katil olduğumu mu işaret ediyor? Yani… İspatlar mı?” Birkaç kez öksürdü. “Avukat Hanım!” dedi uyarırcasına.
“Hayır, ispatlamaz,” dedim rahatlıkla.
Rahatça nefes veren adam, “Bakın, Sayın Savcım, benim ülkede bir saygınlığım var. Çok ünlü bir iş adamıyım ben. Hakkımda ton ton haber çıkacak, itibarım sarsılacak. Gerek yok böyle şeylere…” diyerek onu ikna etmeye çalıştı.
“Buna gerek var mı, yok mu, biz karar veririz. Şimdi, o evde neden parmak izinizin olduğunu açıklayacak mısınız yoksa ben gerekeni yapayım mı?”
Varan Alp’e dönerek “Müvekkilimin hangi tarihte olay yerinde olduğu saptanmamış, HTS kaydı bir barda gözüküyor, kendisi evde olduğunu söylüyor ve tanığı…” diyerek Bedri’ye döndüm. “Tanığınız var mı?”
“Tanık…” deyip birkaç saniye düşündü. “Korumalarım! Ahmet ve Mehmet!” dedi hızlıca. “Evde olduğumu biliyorlardı. Eşim uyuyordu, belki haberi yoktur.”
Varan Alp, dalga geçer gibi gülümseyerek “Kızla yattın, sonra da onu öldürdün mü?” diye sorunca hayretle ikisine de tek tek baktım.
Bedri Bey, çaresizce bana dönünce “Müvekkilim, maktulü kendisinin öldürmediğini size az önce söyledi zaten. Soruyu başka şekillerde sormak, sadece zaman kaybı,” dedim.
“Pardon,” dedi Varan Alp de ama pek özür diliyor gibi gözükmüyordu. “Maktulün tırnak arasında bir erkek genotipine rastlandı, sizin DNA’nızla uyuşuyor. Bunu nasıl açıklayacaksınız?” diye sertçe sorunca öylece kalakaldım. Bundan haberim yoktu. “Yoksa onu elde edemediğiniz için mi öldürdünüz?”
Bedri bir anda elini kalbine götürdü. “Bakın, ben yapmadım… Gerçekten. Barda bir kavga çıktı, belki o zaman olmuştur. Herkes boğuştu, oradan ayrılırken de… Olmuştur işte bir şekilde. Alkollüydüm. Sonra ben…”
“Yani maktulle aynı bardaydınız,” dedi Varan Alp. Beynime kan gitmedi.
Bedri bir anda “Evet. Evine de gittim,” diye kabul etmeye başladı. “Ama onu ben öldürmedim.”
“Kendi evinizde olduğunuzu söylemiştiniz.”
Geri zekâlıya yalan söylememesi gerektiğini koridorda söylemiştim.
“Bir şey yaşamadık. Hemen eve döndüm,” diyerek sesli bir nefes verdi. “Eğer o kızın evine gittiğimi söylersem beni tutuklayacağınız için endişelenmiştim. Kendisi bir anda uyuyakaldı, ben de eve döndüm. Gitmeden önce de su içeyim dedim, o yüzden sürahide parmak izim falan çıktı muhtemelen. Yani onu ben öldürmedim.”
Varan Alp’in gülüşü derinleşti. “Suyu hangi bardaktan içtiniz?”
Allah kahretsin!
Bedri, köşeye sıkışmış gibi bana bakınca “Geri zekâlı,” dedim ve çantamı koluma takarak ayağa kalktım. “Bardağı kırıp kızı büyük parçasıyla öldürmüşsün! Pis şerefsiz!” deyip tam karşısında durdum.
“Ben mi? İftira!” diyerek ayağa kalktı, sonra da karşımda durdu. “Avukat değil misin be sen?” diye fısıldadı dişlerinin arasından. Fısıldamıştı. “Gerekeni yap yoksa yerini kaydırırım!”
Niyazi ayaklanıp gerzek herifi önümden çekerken Varan Alp de “Hey hey!” diye bağırdı sertçe. “Savcı makamında kimi tehdit ediyorsun sen?”
Bedri’nin kolunu tutan Niyazi’nin hemen ardından Varan Alp, yakasını tuttu ve kapıdan dışarıya baktı. “Bana birini gönderin, gözaltı kararı yazalım hemen,” deyince anlık bir şoka girdiğimi fark ettim.
Resmen bir katili savunacaktım! İlkhan gibi birisini… Böyle bir şey olabilir miydi?
“İfade esnasında yalan beyanları ispatlandı, nezarete alalım.”
Niyazi bir yandan “Avukat Hanım,” derken diğer yandan da sırıtıyordu. “Böyle bir ifadeye ilk defa rastlıyorum. Kendi kendisini ele verdi resmen. Bu zekâ ile olay yerini nasıl temizlediği muamma.”
“Tam bir gerzek,” dedikten sonra sustum. “Yanlış anlaşılmasın, ben özellikle kadın cinayetlerinde müdafi olmamaya özen gösteririm, tamamen Aykut’un işleri!” Bu söylediklerimi Varan Alp de duymuştu, sonra kapıyı kapatmıştı. “Kafasında şu vazoyu kırmadığıma,” derken vazodaki laleleri yeni fark ediyordum. Ağzım beş karış açık kalmıştı. “Dua etsin,” diye devam ettim.
Varan Alp, “Siz de çıkabilirsiniz,” diyerek sandalyesine yerleştiğinde Niyazi, odadan çıkmak için yürümeye başladı.
Ben hâlâ vazonun içindeki lalelere bakıyordum.
İki kez öksüren Niyazi, “Avukat Hanım, buyurun,” diyerek kapı açıkken elini hafifçe kaldırıp geçmem için müsaade etti. “Çıkabilirsiniz, dedi savcım.”
Vazoya bakmayı kesip Varan Alp’e döndüğümde bana bakmadığı için pek şaşırmadım. Odanın ortasında şaşkın ördek yavrusu gibi kalakalmıştım.
Akşamüstü gibi Gebze’ye uğramam gerekiyordu, bu yüzden buradan çıkmam lazımdı ama kalıp Varan Alp’e ve vazodaki sarı lalelere bakmak istiyordum. O bana bakmasa bile bakmak istiyordum.
Kaşlarım çatıldı ve düşüncelerimi gözden geçirdim.
Ne saçmalıyordum ya ben?
Başını hafifçe kaldıran Varan Alp’le göz göze geldiğimizde, gözlerindeki boş bakışı fark edip hafifçe kaşlarımı çattım ve başımı kapıya doğru çevirdim. Sanırım gerçekten odadan çıkmam gerekiyordu.
İki kısa adımdan hemen sonra kapının önündeydim, çıkmak üzereydim. Gariptir ki ayaklarım geri geri gidiyordu, bu odadan çıkmak istemiyordum.
Saçma sapan bir his, geri dönmeme ve “Şey,” dememe sebep oldu. Ne söyleyeceğimi bile bilmiyordum. Niyazi’ye dönüp “Şey,” dedim tekrardan. “Ben savcıya bir şey sormayı unuttum da…” Sırıttım. Sanki az önce kısmen cinayet itirafı duymamış gibi gülmem de pek hayra alamet değildi. “Sen çık, ben sonra çıkayım Niyazi.”
“Tamamdır,” deyince otuz iki diş sırıtarak Varan Alp’e döndüm. Kapı kapanınca yalnız kaldık.
“Ne soracaksınız?” diyerek sizli dilden asla caymayan Varan Alp’e doğru iki adım attım.
Masanın karşısında durduktan sonra “Acaba…” dedim ve ne diyeceğimi bilmeyerek bir süre bekledim. Davayı bahane ederek “Acaba diyorum, cinayeti Bedri Bey işlememiş olmasın?” diye sorarken abarta abarta sordum. “Çünkü,” dedim ve tekrardan masanın yamacındaki sandalyeye oturdum. Bana deliymişim gibi bakıyordu. “Çünkü bunun korumaları olacak Ahmet ve Mehmet de çok korkunç adamlar! Az önce gördüm, bayağı ürkütücülerdi.”
Varan Alp, gülümsemese de yüzündeki ciddiyetsiz ifade gülümsüyormuş gibi gözükmesine sebep olmuştu. “Bu adam sence cinayeti Ahmet ve Mehmet korumaları işlese dışarı attığımızda itiraf etmez miydi, avukatı?”
Sırf onunla daha çok konuşabilmek için “Belki korumaları olan adamlar…” dedim ve birkaç saniye bekledim. “Onu da öldürmekle tehdit ediyorlardır!” Sesim esrarengiz bir filmdeki suçlu kadınlar gibi fısıltılı çıkmıştı.
“Siz çok film izlemişsiniz,” diyerek olayı kapatmaya çalıştı Varan Alp. “Müvekkilinizi hapse tıkacağım.” Söylerken o kadar havalı gelmişti ki gülümsemeden edememiştim. “O yüzden ya gidip vekâletinizi iptal edin ya da indirim için güzel bir savunma hazırlayın.”
Gözlerimi devirerek “Tabii ki onun avukatı olmayacağım. Daha neler?” deyince az önce incelediği belgeye doğru döndü gözleri. Sonra bana, sonra tekrar belgeye, sonra tekrar bana. “Bir de,” dedim, çıkmamı istememesi için. “Suyu sürahiden içme olasılığı kaç mesela?”
Kaşları çatıldı. “Niye bardak varken sürahiden içsin suyu? Zaten bir cam parçasıyla öldürülmüş kız!” dedi hiddetle. “Yani hâlâ mı onu aklamaya çalışıyorsun?”
Sinirlendiğini anlayınca “Yok ya, sürünsün hapiste. Bana ne?” dedim umursamaz bir tavırla. Bir yandan da saçımdaki buklelerle oynadığımdan gözleri ara ara parmaklarıma kayıyordu. “Yani bana ne derken,” dediğimde göz temasımızı hiç kesmediği için heyecanlanmıştım. “Tüm olasılıkları değerlendirelim ki emin olalım, değil mi? Mesela kesinlikle Ahmet ve Mehmet’in ifadesi alınacak!” diyerek boş boş konuşmaya başladım. “Onlar cinayetin üstünü kapattığı için ooo!” dedim elimi sallayarak. “Ceza falan alacaklar.”
“Yani?” dedi Varan Alp de. “Eee?”
Bakışları dolayısıyla pişmek üzereyken ellerimle yüzüme hava yaptım. “Siz klimaya baktırmadınız, değil mi savcım? Bu odada nasıl dayanıyorsunuz? Bir de çok yoğun bir iş.” Üstündeki kıyafetleri incelerken “Bir de takım elbiseyle,” dediğimde birkaç saniye duraksamıştım. Siyah takım elbisesinin içine lacivert kravat. “Zor,” dedim ve sertçe yutkundum.
“Odadan çık o zaman,” dediğinde mesafeli ve sert değildi. Aksine, sanki sırf konuşmak için kaldığımı anlamıştı ve beni sınıyordu, dalga geçiyordu. “Klima da çalışıyor gerçi ama…”
“Ben çıkarım, orası kolay da…” Sarı laleleri işaret ettim. “Bu çiçekler burada kurur.”
Varan Alp’in gözleri vazoya doğru döndüğü gibi kaşları çatıldı, sanki burada olduğunu unutmuş gibi başını hızla bana çevirdi. Ben o sırada gülümsüyordum.
Hazır onu hazırlıksız yakalamışken “Güzelmiş ya, kim aldı?” diye sordum ve vazodaki çiçeklere dokunmaya başladım.
“Hiç,” dediğinde yüzümdeki gülümseme öylece kaldı.
Birkaç saniye ikimiz de sessiz kaldık. O gece mektubu yazarken dökülen çoğu gözyaşım, kâğıdı neredeyse yırtacağından ötürü gözlerimde tutsak kalmıştı. O gözyaşlarını Melek’in mezarına gittiğimde, hatta çok daha fazlasını, akıtıp durmuştum.
Kol saatimi kaldırıp saati kontrol ettiğimde dört buçuğa geldiğini görüp ayağa kalktım. Hiçbir şey söylemeden çıktım odasından.
Aslında bir tavır sergilediğim de yoktu, sadece söyleyecek söz bulamamıştım. Onun kurduğu tüm cümleler, sanki beni incitmek için yazılmış bir şiirin dizesi gibiydi. Daha fazla kalbimin kırılmasını istemediğim için de o şiirin yazıldığı defteri kapatma zamanı gelmişti.
Belki de hayatında biri vardı ve o yüzden bu kadar sakindi benim karşımda, o yüzden beni umursamıyordu, o yüzden odasına girdiğim ve aylar sonra karşılaştığımız ilk gün yaptığım şakalara karşılık vermemişti…
Asansörden indim, adliyeden çıktım ve merdivenleri indikten hemen sonra ilerideki banklardan birine oturdum. İşim vardı, çıkmam gerekiyordu ama hayatı sorguladığım, saçma ve duygusal anlarımdan biri daha işlerimi aksatmama sebep olmuştu işte.
On dakikaya yakın bir süre sadece oturup asfalta baktım ve bir senedir yaşadığım her şeyi düşünmeye başladım.
Yanıma oturan bedene doğru başımı hafifçe çevirdiğimde bir adamın oturduğunu ve telefonla ilgilendiğini fark ettim fakat bir anda başımı tekrar çevirince bu kişinin İlkhan olduğunu anladım.
Aylar sonra onu ilk kez gördüğüm için ayağa kalktım ve sendeleyerek “Yaklaşma!” diye bağırdım. Sağ elimi karın hizama kadar kaldırıp ileriye hareket ettirdim, kendimi savunmaya çalıştım; daha sonra da İlkhan’ın korkunç gözleri, gözlerimle buluştu.
Sırıtarak “Korktun mu?” diye sordu. Ardından vücudumun her köşesini tek tek inceleyip “Sen yaş aldıkça daha mı güzelleşiyorsun? Anlamadım gitti,” deyince midem bulandı. Kusmak istedim. “Yoksa benim ve ağabeyimin kanını taşıdığın için yüzün mü canlandı? Maşallah.”
“Adi şerefsiz,” dedim dişlerimin arasından. “Uzak dur be bizden! Hiç acımam, vururum seni!”
Hiç şaşırmadı söylediklerime. “Ama neden öyle söyledin ki? Cuma günü eylüle giriyoruz. Eylül…” Bacağını bacağının üstüne attıktan sonra sırıttı. “Eylül ne güzel bir ay öyle…” Gözlerim dolduğu için onu bulanık görmeye başladım. “Ölmek için çok güzel bir ay ama doğmak için çok erken.” Sol gözümden damlayan gözyaşını bizzat takip ettiğinde ben, donakalmış bir vaziyette sadece söylediklerini anlamaya çalışıyordum. Kollarını bankın arkasına atarak “Acaba bu sene kim ölecek?” diye sordu. “Bizi kim öldürüyor, bilmiyorum ama ben de endişeliyim bu konu için. Umarım sen ölmezsin ya da o çok sevdiğin Mir Beyaz Komiser.” Adliyeyi işaret etti gözleriyle. “Ya da âşık olduğun Varan Alp…” İğrenir gibi yüzünü buruşturdu. “Birbirinize pek uymuyorsunuz, Miray ama ablan ve onun abisi çok uyumlu bir çift. Onları uzaktan izliyorum bazen, öyle bir ev kurmanın hayaliyle yanıp tutuşuyorum. Rüzgar gibi tatlı bir oğlum olsa…”
Rüzgar’ın adını geçirdiği an “Sakın yeğenime bulaşma!” dedim hiddetle. Yüzümdeki tüm kaslar felç olmuş gibiydi, vücudum tir tir titriyordu ama korkum geçmişti sanki. “O daha çocuk be!” dedim gür bir sesle. “Adını da ağzına almayacaksın. Duydun mu?”
“Ama…” dedi tuhaf bir sesle. “O da 17 Eylül doğumlu değil mi?”
Üstüne yürüdükten hemen sonra ne yapacağımı bilemediğinden yakasını tuttum ve onu sarsmaya başladım. “Seni hapse tıkacağım, sonra da orada çürüyüşünü bizzat izleyeceğim, keyifle!” Onu sarsmam, keyiflendirmiş gibi otuz iki diş sırıttı. “17 Eylül gelmeden ya öleceksin ya da hapse gireceksin! Geri zekâlı pislik!”
Kıkırdayarak “Rüzgar’a iyi bakmışlar,” deyince dayanamadım ve saçından tutarak onu banka yasladım. Konuşmaya “Gözleri yemyeşil, tıpkı annesi ve teyzesi hatta hapislerde çürüyen…” derken kahkaha attı. Çenesine ve saçına bizzat baskı uygularken tuhaf çıkan sesiyle “Ahahah… Zavallı Koray dayısı… Aman Tanrım, dayısı hapiste bu çocuğun!” diye konuşmak için olan ısrarına devam etti.
“Ne oluyor? Hey, hey!” Bir polis memuru beni geriye çektiğinde tir tir titrediğimden kendimi hayal âleminde zannetmiştim. “Ne yapıyorsunuz, hanımefendi? Kendinize…” Gözlerini belertti. “İyi misiniz?”
Dudaklarım, ellerim, aslında tüm vücudum tir tir titriyordu.
Nefesim tıkanır gibi olunca diğer polis memurlarının İlkhan’ı buradan uzaklaştırdığını fark ettim ve kendimi, sol kolumu tutan polis memurundan uzaklaştırdım.
Çaresizce İlkhan’ı işaret ederken “Küçük bir çocukla bile…” dedim zorla olsa. “Onunla bile…”
“Miray!” Erkin’in sesi gelince başımı arkama doğru çevirdim. “Ne yaptı o?”
Bir süre konuşamadım, zaten Erkin’in varlığını bile yeni yeni fark etmiştim.
Sertçe yutkunurken “Rüzgar’dan bahsetti bana,” dedim zorla olsa. Erkin, ileride duran İlkhan’a doğru öfkeli bir bakış attıktan sonra bana döndü. “O da 17 Eylül’de doğmuşmuş…” Hıçkırarak ağladığımı yeni fark ediyordum. “Bu niye dışarıda ya?” dedim sonra da çıldırır gibi. Sinir krizi geçirecektim! “Neden biz içeri tıkamadık bu şerefsizi?” diye bağırırken dudaklarım titredi.
“Tamam, sakin ol.” Erkin, iki omuzumdan tutarak banka oturtmaya çalışırken kendimi geriye çektim.
Sıçrıyormuş gibi iki adım sendelerken “Iy,” dedim banka doğru. “Az önce orada oturuyordu, pislik, iğrenç şey!”
Polis memuruna dönen Erkin, “Sen git,” dedi kısaca.
“Tamamdır savcım.”
“Miray, Rüzgar’a zarar falan veremez o,” dedikten sonra yeni yeni kendime geldiğimi fark ettim. Sanırım az önce sinir krizi geçirmiştim. “Hem gerek var mı böyle şeylere? Adliyenin önündesin, herkes size bakıyor. Sakin kalmaya çalış. Üstünden aylar geçti, biliyorum, ispat edemediğimiz her an inan ben de çok yoruldum. Bir kaşık suda boğasım geliyor bu şerefsizi ama sabrediyorum, adalet için.”
“Haklısın ama bir yaşını bile henüz doldurmayan yeğenimin adını ağzına almasına katlanamadım en son.” Derin bir nefes alıp verdim. “Bir de Koray’a zavallı dedi,” diyerek nerede olduğunu görmek için başımı kaldırdım, sanırım gitmişti. “Asıl zavallı kendisi! Haberi yok!” diye bağırdım hiddetle. Etraftaki herkesin bakışları benim üzerimdeydi.
Erkin, cebinden telefonunu çıkarırken “Çok haklısın,” dedi sessizce. “Bu arada sana bir haber vereyim, en azından bunu bil.” Telefonunu kapatıp cebine yerleştirdi. “Artık 17 Eylül davasına Kamil Kavakcı bakacak. Varan Alp’in yakın arkadaşıymış, abisi gibi işte… İpler yine bizim elimize geçecek, çok iyi bir savcıymış. O gerzeği de hak ettiği yere göndereceğiz.”
O kadar sinirlenmiştim ki sevinemedim bile. “Tanıyorum,” dediğimde sesimin hâlâ titrediğini fark ettim. “Elinden gelenin fazlasını yapacağına eminim. Çok iyi olmuş.”
“Ankara’dan mı tanıyorsun?”
Başımla onayladım. “İyidir Kamil Savcı. Adildir, bilgilidir, anlayışlıdır… Üstesinden gelir umarım.”
“Bu dava kaç savcı değiştirdi…” dedi bıkkınlıkla. “Umarım Kamil işi bitirir.”
Bir an önce buradan gitmek istediğim için “Erkin ben gideyim,” diyerek yere doğru çevirdim başımı. Çantamı yere düşürmüş olmalıydım… “Burada daha fazla kalırsam zemin alevlenecek diye korkuyorum. Gideyim en iyisi. Gerçi Gebze’ye gidecektim sözde ama… Bu aptal yüzünden gidesim kaçtı! Yarına kaldı her şey!”
Çantamı elime aldıktan sonra “İlkhan’ın ailesiyle mi görüşecektin?” diye sordu.
“Evet, bir kez görüşmüştüm, tekrar şansımı deneyeceğim.” Doğruldum.
“İkna etmek için mi?”
Oflayarak “Belki hâlime acırlar da İlkhan’ın o gün evde olmadığını itiraf ederler,” dedim. “Umut, fakirin ekmeği, Erkin Savcım.” Merdivenlerden inen Varan Alp’i görünce de “Sen mi çağırdın onu?” diye sordum. “Savcı otoparkından çıkar normalde.”
Erkin arkasını döndükten hemen sonra “Seni en iyi o anlar. Rüzgar ikinizin de yeğeni,” deyip gülümsedi.
“Şu durumda bile çöpçatanlık peşinde misin gerçekten?”
“Aşk olsun.” Sol gözünü kırptı. “Öyle bir şey yok.”
Varan Alp yanımıza geldiğinde diğer yandan da etrafını kontrol ediyordu. “Gitti mi? Nerede? Ne dedi? Ne demiş Rüzgar’a?”
“Üstü kapalı bir şekilde Rüzgar’ı da öldürebileceğini söylemiş Miray’a,” diyen Erkin, cümlesini kurarken biraz zorlanmıştı. “Tehdit mevzusunu Kamil Savcı ile konuşacağım. Hadi görüşürüz.” İlerlerken arkasını dönüp “Dikkat edin!” diye seslendi, özellikle benimle göz teması kurmuştu.
Erkin, ağır bir şekilde arkasını döndükten sonra adliyenin merdivenlerini çıkmaya başladı, biz de Varan Alp ile yalnız kaldık. Gözlerimin içine bakarken korku dolu bir bakış atan Varan Alp’i bile pek takacak takatim kalmamıştı.
Hani tarihin tekerrür ettiğini söylerler ya hep… Bu an, o an gibiydi. Bir kaybımız yoktu, kan ve vahşet yoktu ama aynı bakışlardı. Yolun ortasındaki cesedin Melek’e ait olduğunu anladığımda böyle bakmıştı bana. İnkâr edecekken inkâr etmeye korkan bir adam gibi ya da inanmak istemeyip hisleri dolayısıyla yanıldığını anlayan bir adam gibi.
Tek fark, henüz bir kaybımızın olmamasıydı.
Ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Ona bir açıklama mı yapmalıydım? Bana kurduğu cümleleri hatırlamak bile istemiyorken anlatacak bir ruh haline sahip olmadığımı anlardı bence. Kimseye derdimi anlatacak değildim, hele o İlkhan geri zekâlısının ağzından çıkan hiçbir kelimeyi kullanmak istemiyorken!
“Konuşmak istemiyorum,” dedim ve onu arkamda bırakarak yürümeye başladım. İlkhan’ın gittiği yönün tam tersine yürüdüm ki bir daha o aptal suratını görmeyeyim. Belki de vücudumda kanı olduğu için bu kadar midem bulanmıştı ama artık dayanamıyordum, kusmak istiyordum.
Adliyeyi geçtikten sonra metroya doğru yürürken az önceki iğrenç olayın üstünden üç dört dakika geçmişti. Biraz rahatlamıştım, daha iyi gibiydim.
Yürüyen merdivene adımımı atmadan “Miray,” deyip kolumdan tutan Varan Alp’i İlkhan zannettiğim için gerildim ama o olduğunu anladığımda sesli bir nefes verdim. Korkmuştum. “Sesleniyorum, dursana.”
“Duymadım,” dediğim an elim kalbime gitti. “Ayrıca tamam, duymadım ama kolumu çok sert kavradın. İlkhan zannettim.”
İnenlere müsaade etmek için kenara doğru iki adım attı, ben de yanına doğru yürüdüm.
Ne söyleyeceğini merakla beklerken “Ben de onun için geldim, tek başına gitme,” dedikten sonra ileriyi işaret etti. “Bırakayım seni.”
Bir metroya bir Varan Alp’e baktıktan sonra “Ben eve gitmeyeceğim,” diyerek küçük bir yalan uydurdum. Varan Alp beni çok geriyordu, kafamı çok karıştırıyordu, bu yüzden yalan uydurmak zorunda kaldım. “İşim var. Şeye gideceğim…” Kafamı kaşıdım. “Şeye, sahile.”
“Tamam, o zaman oraya bırakırım,” dedi sakin bir sesle. “Hadi.”
“Senin evine çok ters ya,” dedim yüzümü ekşiterek. “Gerek yok.”
“Hadi dedim,” diye ısrar edince ofladım.
“Belki ben metro kullanmak istiyorum…”
Biraz ileriyi işaret edip “Her şeyi yapabilir, biliyorsun, değil mi?” diye sordu. Göz göze gelmek istemediğim için bıkkın bir ifadeyle başımı salladım. “Gel, hadi. Şurada zaten araba.”
Yolun karşısını işaret etti.
Bir metroya bir Varan Alp’e baktıktan sonra “İyi,” dedim ve ağır adımlarla ilerlemeye başladım.
Vücudum hâlâ zangır zangır titriyordu.
Arabaya yerleştikten sonra “Nereye gidiyordun?” diye sordu gözlerini kısarak. Emniyet kemerini bağlamadan önce ceketini çıkardı ve arka koltuğa bıraktı, sonra da kravatını aynı şekilde… Hipnoz olmuş gibi onu izlerken ilk iki düğmesini çözdü ve bana döndü. “Hangi sahil? Neresiydi? Bilmiyorum yolu.”
“Eve gideceğim,” dedim dürüst olarak.
Birkaç saniye göz temasımızı kesmeden sadece birbirimize baktık. “Yalan mı söyledin?”
“Evet,” dedim tekrardan dürüst olarak. “Çünkü seni görmek istemiyorum.”
Ama bu doğru değildi. Az önce odasından çıkarken hissettiklerimi düşünüp bir de üstüne İlkhan anormalinin kafasını patlatmadığımı fark ettiğimde ister istemez sinir bozucu biri olmak istemiştim.
Kavga etmek istiyordum.
Biriyle kavga etmek ve belki de dövüşmek.
“Neden?” diye sorunca düşüncelerimden sıyrılıp gözlerimizi tekrardan buluşturdum. “Ne yaptım ki ben sana?”
Cevabını bildiği bir soruyu sormak… Savcılığın şanındandır bu.
Bizim şu an göz göze gelmemiz bile felakete işaretti, benim burada olmamam gerekiyordu.
Az önce taktığım emniyet kemerimi çözüp arabadan ayrılmama ramak kala kapıyı kilitleyince başımı hızla çevirerek “Ne yapıyorsun?” dedim.
Hayretle elimi kilidi açmak için düğmeye götürecekken de elimi tutup geri çekti.
“Bu ne şimdi?” diye sordum. Şok olmuştum.
“Tamam. Soru sormayacağım.”
Arabayı çalıştırdı, gaza bastı ve bir süre hiç konuşmadı. Ben de arabadan uyarı sesleri gelince emniyet kemerimi tekrardan taktım.
“Evin nerede?” diye sordu.
“Bilmiyor musun gerçekten?” derken dalga geçer gibi sırıtmıştım.
“Bilmiyorum.”
“Bizimkilerin oturduğu sitenin hemen yanındaki sitede,” dedikten sonra kafamı cama doğru çevirdim. Ona bakınca tüm duygularımı anlayacağından endişeleniyordum. Zaten derdim başımdan aşkındı…
Trafik yüzünden durdu, sanırım ileride ışıklar vardı.
Bu senaryo bir yerden çok ama çok tanıdık geldi.
Geçen senenin hıncını alır gibi beni sıkan emniyet kemerini çözdüm ve sağa doğru sertçe ittirdim. Kollarımı göğsümde bağlayıp olabildiğince Varan Alp’ten uzak bir noktaya baktım.
“Emniyet kemerini tak,” diye sakince söylenen Varan Alp’i duymuyormuş gibi yaptığımda bu çocukça hareketleri neden sergilediğimi anlayabiliyordum. Özellikle şu an, çok asabiydim, çok tehlikeliydim ve o, bunu bilmesine rağmen beni evime bırakıyordu.
Trafiğe sinirlenirken “Metrobüsle gitsem oradaydım şimdi!” diye çemkirmeye başladım. “Vardır bir bildiğim, değil mi? Kalabalık falan bu saatlerde, biliyoruz onu ama en azından hızlı gidiyor! Kendi yolu var! Benim de kendi yolum var,” diyerek saçmalamaya devam ettim.
“Anlamıyorum seni.”
Başımı hızlıca ona çevirdiğim gibi göz göze geldik. “Anlamadın zaten daha öncesinde de o yüzden hiç şaşırmadım!” Daha fazla çemkirmemek için dudaklarımı birbirine bastırıp önüme döndüm. Yüzüne bakınca kendimi geri zekâlı gibi hissediyordum.
Sıkıntılı bir nefes vermesi saniyeler sürmüştü. “Anlamıyorum çünkü beni görmek için saçma sapan sebepler uydurarak odamda kalmak istiyorsun ama ben bunu istediğimde kaçmaya çalışıyorsun.”
İçimdeki kızgınlık tamamen geçmese de sevinç kırıntıları sanki aylardır yokmuşçasına kalbimi okşadı. Başımı sakince Varan Alp’e doğru çevirdim.
“Beni görmek mi istiyorsun?” diye sorunca şansıma, trafik açıldı ve gözlerini yola çevirmek zorunda kaldı.
Direkt emniyet kemerimi bağladım.
Birkaç saniye sonra “Cevap vermeyecek misin?” diye sordum merak ederek. Bu kez başımı koltuğun kafasına yaslamış, bedenimi tamamen ona doğru çevirmiştim.
“Hayır,” dedi tavırla. “Önüne döner misin?” diye ekledi sonra da.
Kaşlarım çatılınca aylar önceki araba yolculuklarımızdan birini anımsadım.
“Tamam, tamam ben sustum.” demiştim ona.
“Hareket de etme mümkünse.”
“Yuh… Korkuluk muyum ben Varan Alp?”
“Hayır. Sadece çok güzelsin.”
Az önce söylediği için değil de düşünmek ve eski zamanlarımızı hatırlamak için önüme dönüp başımı cama yaslamıştım. Aslında cam alnıma çarptığı için beynimden vurulmuşa dönüyordum, dizilerdeki gibi romantizmi yakalayamamıştım pek ama düşündüklerim sayesinde yüzüm gülüyordu.
Gülümserken yanlışlıkla dudaklarımın arasından keyifli bir kıkırdama çıkınca kaşlarım çatıldı çünkü bunu kasıtlı olarak yapmamıştım.
Varan Alp’e doğru kısa bir bakış attığımda, gözleri önce bana sonra yola değdi; kıkırtımı duymamış gibi yaptığını fark ettim.
Trafik yüzünden yirmi beş dakika süren yolculuğumuz, şu andan itibaren sonlanmıştı. Yol boyunca elbette konuşmamıştık çünkü aylar sonra ilk defa hislerimizin bayatlamadığını, taptaze durduğunu fark etmiştik.
Daha doğrusu ben fark etmiştim, o ise fark etmişti ama pek emin değildi.
Çok saçmalıyordum bazen… Kendimle konuşurken bile.
Sitenin önünde durdu, arabayı park etti.
İkimiz de emniyet kemerlerimizi çözdük ama arabanın kilidi hâlâ kapalı olduğundan kapıyı açamadım.
“Açsana,” dedim ve kapıyı işaret ettim.
Gözlerimizi buluşturduğunda birkaç saniye duraksadık. “Az önce söylediğimi unut,” dedi sonra da kısık ve sakin bir sesle.
Emin olmak ister gibi gözlerimin içine bakarken “Hangisini?” diye sordum.
“Hepsini unutabilirsin, sıkıntı yok,” derken gözleri kısılmıştı.
Arabanın içindeki garip hava, tüylerimi ürpertirken “Unutmuşum. Ne söyledin ki?” diye sordum. Zaten sesim uykulu gibi çıkıyordu. Dudaklarını aralamasına fırsat vermeden “Ha, şey mi?” diye sordum bilerek. “Enişteme selam söylersin.” Önce sırıttım, sonra da sinir bozukluğuyla kahkaha atmaya başladım. “Ya da…” dedim gülüşümün arasında. “Favorim: Sen gül güzeli değilsin çünkü…” Hatırlamaya çalıştım. “…çünkü gülden de… Çünkü sen gülden de güzelsin.”
“Bugün söylediğim cümlelerden bahsetmiştim.” Her zamanki gibi çok sakindi. Hiç sinirlenmemesine bile ben sinirleniyordum, yani kısacası onun sinirlenmemesine sinirleniyordum. “Bir anda ağzımdan çıktı. Gerçek değildi.”
“Aaa!” dedim aklıma gelince. “En gıcık kaptığım o değildi ama…” dedim söylediklerine dikkat etmeyerek. “En gıcık kaptığım… Eskisi gibi olalım.” Sesimi tıpkı onunki gibi sakin ve sessiz tutmaya özen gösterdim. “17 Eylül’den önceki gibi.”
“Tamam, yeterli,” dedikten sonra arabasının anahtarını havaya kaldırarak kilidi açma tuşuna bastı ama elinden alıp kapıyı tekrardan kilitledim.
Şaşırmamış gibi elimdeki anahtara bakarken “Niye ya?” diye sordum sinirle. “Niye dediğini unutacakmışım? Bu nasıl bir dengesizlik, anlamadım ben. Her şeyi söyle ama hiçbir şey söylememiş gibi davran!” Piknikteyken yeni konuşmuştuk bu meseleyi, erkekler hakkında konuşurken ne kadar dengesiz olduklarından bahsetmiştik. Aklıma geldi. “Zaten hepiniz böylesiniz!” dedim o klişe cümleyi kurarak.
“Tamam,” dedi ve anahtarı vermem için elini uzattı.
Beni umursamamış mıydı yoksa umursamıyormuş gibi mi yapmıştı, pek çözememiştim. Bu yüzden anahtarı verip vermemek konusunda da kararsız kalmıştım.
“Keşke,” dedim sinirlenmesi için. “Hiç gelmeseydin İstanbul’a.”
Varan Alp’in sabrı sınanır gibi oldu ama yine kendisini tutmayı başardı. “Anahtarı alabilir miyim?”
Bir kez onunla bağıra çağıra kavga etsem onsuz geçirdiğim dokuz ay, içimde tuttuğum tüm çığlıklardan kurtulmamı sağlayabilirdi. Bu yüzden “Biliyor musun, ben seni sevmiyordum bence,” diyerek damarına basmaya çalıştım. Gözlerini kaçırdı ve yüzünü yere doğru çevirdi. “Küçükken de sevmemiştim zaten.”
Elinin tersini alnına götürdükten hemen sonra bana döndü. “Şu anahtarı ver artık.”
Söylediğim yalan yüzünden kendimi suçlu hissetsem de “Sen ayrılmasaydın ben ayrılacaktım,” derken buldum kendimi. Sabrının son deminde olduğunu fark ettiğim için “Sevgiliyken terk etmektense sevgili değilken terk etmek daha basit oldu benim için,” dedim soğukkanlı bir sesle. “Bu arada Ankara çok güzel.” Gözlerini yumdu. “Ankara’da âşık olunuyor bence.”
Gözlerini araladığı an “Dalga mı geçiyorsun benimle?” dedi sesini hafifçe yükselterek. Yüzü kızarmıştı, iyice sinirlenmişti. “Ver şu anahtarı artık.”
“Vermiyorum.” Elimle sıkıca sardım anahtarı. “Gerçekleri duymak zoruna mı gidiyor?”
“Aynen, kesin gerçektir.” Anahtarı almak için elini uzattığında bedenlerimiz de istemsizce yaklaşmıştı.
“İnanmıyor musun?” diye sordum.
“Tamam, inanıyorum ama şu anahtarı ver artık!” Sesi daha da yükseldi. “Versene şunu!”
Ondan korkmadığımdan adı gibi emindi ama yine de bağırmıştı işte. Bana bağırınca sinirleniyormuş gibi yapıp “Niye bağırıyorsun bana?” dediğimde sesim biraz fazla yüksek çıkmıştı.
Adamın dengeleriyle oynamıştım bir de soruyor muydum bunu?
“Benimle kavga mı etmek istiyorsun?” diye sordu açık açık. “Böyle aptal saçma cümleler kurmana gerek yok.” Hâlâ o cümlelerin gerçekliği hakkında yorum yaparken benim onaylamamı istediğini biliyordum.
“Aptal saçma mı?” dedim gülerek. “Gerçekti onlar ama sen onları unut. Az önce arabada söylediklerimi unut.” Kısasa kısas.
“Gerçek olmadığını biliyorum zaten,” dedi öfkeyle.
“Allah Allah…” diyerek dalga geçtim. “Nereden biliyorsun?”
“Mektup bıraktın ya giderken,” deyince beynime bir anlığına kan gitmedi. Ben onu aklımdan tamamen çıkarmıştım. “Okudum.”
Bozuntuya vermedim. “Hatırlamıyorum bile… Boşluğuma denk gelmiştir,” diyerek sırıttım. “Belki kafam güzeldir.”
“Yo, gayet de yerindeydi kafan.”
“Sen de benim resmimi çizmişsin!” diye bağırdım sinirlenerek. “Niye benden izinsiz resmimi çiziyorsun? Bir de buruşturup çöpe atmışsın!”
Söylediklerime pek mana veremedi. “Sana ne?”
Onunla kavga edeceğim için heyecanlandım ve “Bana mı ne? Benim yüzümü benden izinsiz çizemezsin!” diye tekrardan ve tekrardan bağırdım.
“Öyle bir madde mi var TCK’da?” diye sorunca öylece kaldım. “Ama anahtarımı alıp vermemen konusunda kısa bir madde olacaktı, sonuçta aracımı çalıp götürebilirsin ve parmak izin var.”
Kendime itiraf etmek istemesem de onu geri istiyordum.
“İstersen havanın kararmasını bekleyelim,” diyerek anahtarı vermeyeceğimi belli ettim. “Suçum yarı oranda artırılır, sen de rahat edersin ben de.”
“Sen benden ne istiyorsun? Söyle,” diyerek başını salladı. “Söyle, gerçekten bak. Kavga etmek istiyorsan bunu bileyim, ona göre bağıracağım.”
Anahtar elimde gevşemeye başladı ama fark edip daha da sıktım. “Söylemeyeceğim.”
“Söyle,” dedi sakin kalmaya çalışarak.
“Söylemeyeceğim.”
İkimiz de bir anda yumuşamıştık.
“Ayrıca mektubumu…” Konuşamadım çünkü dilim sürçtü. “Mektubumu,” dedim bastıra bastıra. “Geri ver bana.”
“Attım ben onu,” deyince kaşlarım çatıldı.
“Ne yaptın?”
“Attım.”
Sertçe yutkunduktan sonra sesli bir nefes verdim. “Yalan söyleme. Nereye attın?”
“Çöpe geri attım.” Üzülerek gözlerimi kaçırınca gerçekten de attığına inanmıştım. Çok ciddiydi. “Zaten yazın kargacık burgacık… Birkaç cümle okudum, attım hemen.”
Oflayarak az önceki sözlerimi tekrar ettim: “Keşke İstanbul’a gelmeseydin.”
Artık pek umursuyor gibi görünmüyordu. “Eee, sonra?”
“Keşke…” dedikten sonra da arabasını işaret ettim. “Pis arabana hiç binmeseydim.”
“Yalnız arabanın bir suçu yok, ne diyeceksen bana de lütfen.”
“Neyse… Ben eniştemi arayayım en iyisi,” dedikten sonra çantamdan telefonumu çıkarmak için elimi çantama götürdüm. “Varan Alp beni arabada zorla tutuyor, diyeyim.”
“Arama,” diyen Varan Alp’e dönerek sırıttım. “Ya da ara! Ben seni zorla tutmadım ki! Sen tuttun!”
“Ama şu an arabanın anahtarı senin elinde ya…”
Arabanın kilidini açtı, ben de dışarıya çıktım. Benimle beraber o da arabadan çıkınca göz göze geldik.
“Sen nereye?” diye sordum.
“Rüzgar’ı göreceğim,” diyerek kaldırımın üstüne çıktı. Bir yandan da benim kaldığım sitenin ismine bakmıştı ama çaktırmadığını düşünmüştü. “Görüşürüz.”
Kıkırdadıktan hemen sonra “Varan Alp,” dedim ve az sonra söyleyeceğim cümleye vereceği tepkiyi yakından görmek için ona doğru iki adım attım. “Görüşürüz, enişteme selam söylersin.”
-
INSTAGRAM : esmatonguc
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 44.09k Okunma |
2.92k Oy |
0 Takip |
46 Bölümlü Kitap |