

Bu kitapta geçen kişi ve kurumların tümü hayal ürünüdür.
ON YEDİ EYLÜL (III)
38. BÖLÜM: “BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ”
⚖️
“Katil, intikamı aklına iyice sokmuş; bu kez masalda değil, gerçekte bir varmış bir yokmuş.”
HÂKİM BAKIŞ AÇISI
Saatler 20.27’yi gösterirken ancak eve girebilen Varan Alp’in bugünkü yorgunluğu çok başkaydı. Duygusal anlamda da fiziksel anlamda da pek çok zorluk çekmişti çünkü kendisini biraz rahatsız hissediyordu, küçük bir soğuk algınlığı geçirdiğini düşünüyordu.
Kendisine kahve yapmak için mutfağa girdi, kısa bir süre sonra da elinde koca bir bardağın içine doldurduğu zift denilebilecek sert bir kahveyle ayrıldı. Salona geçerken köpeği Ziva da onu takip etti.
Yaklaşık yarım saatlik boşluğunda sadece kahvesini içti ve düşündü. Onunla ilgilenmesini isteyen Ziva için kötü haber, 17 Eylül’ün yaklaşması ve Miray’ın İstanbul’a dönmesi sebebiyle Varan Alp’in bu aralar kafasının meşgul olacağıydı. Bir süre yüreğinde ya da kafasındaki düşüncelerde büyük hareketlenmeler olacağı kesindi.
Son günlerde başı çok ağrırdı, bu yüzden geceleri hep sert kahve hazırlardı kendisine. Aslında tatile çıkmadan önceki aylarında da bu durumda olduğu söylenilebilirdi; sadece aralık ve ocak ayları biraz sancılı geçmişti Varan Alp için ama kısa bir süre sonra atlatmıştı ta ki bugünlere kadar.
Kahvesini orta sehpaya bıraktıktan sonra ayağa kalkıp yatak odasına doğru yürüdü ve masasının üstünde duran çöp kutusunu havaya kaldırdı. Bugün, Miray’a söylediği cümleleri düşünürken yüzünde buruk ve samimi bir gülümseme peyda oldu. Mektubunu çöpe attığını söylediğinde, karşısındaki kadının girdiği hâlleri hayal edince ise gülüşü derinleşti. Evet, Varan Alp mektubu okuduktan sonra masasının üstünde duran küçük çöp kutusuna tekrardan atmıştı ama ne o çöp kutusuna bir daha çöp atabilmişti ne de çöp kutusunu büyük çöp kutusuna boşaltabilmişti. Yani onu kalbinden atmış gibi davranmıştı ama aslında gizli bir yerde saklıydı, aynı hesap değil miydi?
Derin düşüncelere daldı Varan Alp, sevdiği kadınla geçirdiği ilk ayın onca hüzne rağmen ne denli mutlu geçtiğini düşündü. Onlar daima hüzünlüydü ama birbirleriyleyken dert tasa kalmıyordu sanki. Çoğu zaman Miray’ı suçlardı bu yüzden… Her şeyi onun mahvettiğini düşünürdü ama kendisi de çok sert davrandığının farkındaydı; o psikolojideki bir kadını belki de affetmeliydi ya da ona daha kibar davranmalıydı, 17 Eylül’den önceki gibi olmayı teklif etmek aslında hiçbir şey olmasını teklif etmekten farksız değildi. İşte… Bu yüzden ara ara suçlamıştı kendini ama işleri çok yoğundu, kafası çok yoğundu, hele ki mayıs ayında yani seçimlerin olduğu ayda; bu nedenle pek üstüne düşememişti bu konunun.
*Bu paragraftan hemen sonraki paragrafta belirtilen 2028 seçimleri, Türkiye’deki 2028 seçimlerinden önce kaleme alındığından GERÇEK KİŞİ VE KURUMLARLA alakası yoktur.
*21 Mayıs 2028’de yapılan seçimlerde adaylıktan son anda vazgeçen Ümit Haldun İnal, Türkiye’nin yalnızca yüzde elli ikisinin oy kullanmasına sebep olmuştu. Büyük bir hayal kırıklığıyla siyasetten vazgeçmeyen fakat Cumhurbaşkanı olmaktan vazgeçen İnal, Türk halkını bozguna uğrattığından ötürü kimi kesimden şikâyet kimi kesimden ise destek görmüştü. Kızını kaybetmenin acısını büyük bir süre atlatamayan yaşlı adam, tüm yükü ailesinin omuzuna bırakmıştı. Kendisini bu denli suçlaması, ailenin diğer fertlerini de olumsuz anlamda etkilediğinden büyük bir hüzün dalgasında bir o yana bir bu yana savrulmasına neden olmuştu. Bu yüzden ve çok normal olarak Varan Alp de dayısıyla epey ilgilenmişti.
Aslında dayısını çok suçlamıştı; İlkhan’ın kuzeni olduğunu öğrendiği süreç Miray’ın gidişiyle beraber tüm öfkesini olduğu gibi yansıtmasına sebep olmuştu bir yandan, bu yüzden dayısının üstüne pek fazla gitmiş olabilirdi.
Ablası çok meşakkatli bir dönemden geçiyordu, onunla da ilgileniyordu hatta bir ay ablasını kendi evinde ağırlamıştı. Yeğeni Buket, ablası Leman, dayısı Ümit Haldun İnal ve tuhaf bir şekilde yangınla bir bağlantı olmamasına rağmen yine de suçladığı babası Beyhan Çakmak… Abisinin ondan gizledikleri, ablasının kızının aslında ablasının kocasından olmayışı ve bunu kendisinin de bilmesi, babasının örtmeye çalıştığı cinayet… Hepsi üst üste denk gelmişti. Kafası hep çok meşguldü.
Tuhaf bir hisle Miray’ın yazdığı satırları okurken mektubu biraz fazla sıktığını fark etti. Kamil Savcı’nın dün, piknik alanında söylediği sözleri düşününce ise sesli bir nefes verip mektubu tekrardan çöp kutusunun içine yerleştirdi. Buruşmuş olmasına rağmen bir zarar geleceğinden endişelenip nazik bir şekilde bıraktığı kâğıdı ardında bırakırken dahi sevdiği kadını özlüyordu. Ama inadı inattı. Sevmek, tekrardan beraber olmak için yeterli bir sebep miydi? Bunu düşündü. Belki biraz uzak kalmalıydı, Miray’ın neler hissettiğini anlamalıydı belki de yakınlaşmalıydı…
Tekrardan salona geçip yarım kalan kahvesini hızlı bir şekilde yudumladı ve acı tadından ötürü yüzünü biraz buruşturdu. Kahve bardağını yerleştirmek için mutfağa yürüdü, bulaşık makinesine yerleştirdi ve mutfağın ışığını kapattı. Tam o sırada kapısına biri, dört kez peş peşe hızlıca vurdu.
Muhtemelen Erkin’di çünkü güvenlik aramamıştı, sitenin içinde de bir tek Erkin vardı.
Dürbünden bakmadı bile kim olduğuna, direkt kapıyı açtı ve “Buyur,” dedi düz bir sesle. Erkin’e karşı son zamanlarda çok daha iyi davrandığı söylenilebilirdi ama önceki senelerdeki samimiyeti yoktu hâlâ.
Abisini affederdi çünkü o abisiydi, hayatındaki en değerli insandı ama Erkin… Miray’ın ve Erkin’in ondan sakladığı sır, kurduğu düzmece onu çok hayal kırıklığına uğratmıştı.
Erkin içeriye girerken biraz tavırlıydı, bu da Varan Alp’in dikkatini çekmişti. Her geldiğinde sırf onunla daha nazik konuşması için arkadaşına şaka yapıp gülümseyen Erkin, bu kez suratı beş karış bir vaziyette, ağır adımlarla girmişti arkadaşının evine üstelik salona doğru yürürken “Hoş bulduk,” bile dememişti.
Şaşkın bir ruh durumuyla arkadaşının peşinden ilerleyen Varan Alp, kaşlarını çatarak salona girdi.
Ziva’nın başını okşayan Erkin, Ziva ile ilgilenirken dahi bozuk suratlıydı.
“Hayırdır? Ne oldu?” Bu soruyu soran elbette Varan Alp’ti. “Sen bu İlkhan olayını Kamil Savcı ile konuştun mu? Konuşmaya gideceğim, gibi bir şey dedin sanki?”
Kanepeye yerleşen Varan Alp, arkadaşının konuşmasını on saniye boyunca bekledi. Buna hiç alışık değildi.
“Evet,” dedi Erkin, tavırlı bir sesle. “Konuştum.”
Varan Alp’in büyük, koyu kahve gözleriyle Erkin’in kısık, mavi gözleri birbirine henüz yeni değmişti. On saniye boyunca ikisi de konuşmadı.
“Eee?” dedi Varan Alp sonra da. “Ne dedi? Anlatmaya gelmedin mi?”
Erkin, Ziva’nın yanından kalkıp Varan Alp’in yanına oturdu ve bir süre orta sehpanın üstünde duran yuvarlak su izine bakakaldı. “Yine o kömür kahveyi mi içtin?”
Varan Alp’in kaşları çatıldı ve gözleri, orta sehpanın üstünde duran bardak izine doğru döndü. “Dedektiflik oynamayı bırak da anlat, hadi.” İkisinin de birbirine ihtiyacı vardı aslında ama bu kez kimse adım atmıyordu. “E hadi!” diyerek hafifçe sesini yükseltti Varan Alp. Haddi zatında daha sakin kalmasını bilirdi fakat bugün Miray ile arabada ettiği kavgadan ötürü siniri epey bozuk durumdaydı, bu nedenle bağırmıştı.
“Ne bağırıyorsun be? Karşında savcı var senin!” diyen Erkin’in sesi sertti.
“Ben neyim?” diye sordu Varan Alp, kendisini işaret ederek. “Basket potası mı?”
Erkin, alıngan bir ifadeyle “Yo, Kamil Savcı’nın pek yakın arkadaşısın hatta kardeşi,” diyerek iyice abartmaya başladı.
Varan Alp, şimdi anlamıştı meseleyi; aslında piknikteyken, yemek yerken de Erkin’in kıskandığını fark etmişti ama koca adam diye konduramamıştı. Erkin tam bir ergen gibi davranıyordu.
“Ben ona sormuşsundur, onunla sohbet de etmişsindir üstüne bir de evine gelmiştir diye, bir yoklayayım dedim ama hayret!”
Varan Alp’in gülmemek için öksürdüğü, koca bir gerçekti. “Kamil Savcı’yı kıskandığını belli etmek için evime mi geldin Erkin? Ergen misin sen? Bu ne biçim bir ilişki ya?” Sağ eli hafifçe havaya kalktı. “Ben insanların tavırlarıyla uğraşmak için mi geldim bu dünyaya? Anlamadım ki! Sana ne be Kamil abiyle aramdaki ilişkiden?”
Erkin’in ağzı beş karış açık kaldı. “Abi mi? Sana yazıklar olsun Varan Alp.” Başını, sağına yani Varan Alp’in olmadığı yöne doğru çevirip kollarını göğsünde bağladı.
“Ya sen otuz yaşında adamsın,” diyerek omuzundan hafifçe dürttü Erkin’i. “Değişik değişik işler çıkarma benim başıma, gerçekten saçmalıyorsun.” Bu kez daha ciddiydi. “Buraya bana tavır yapmak için mi geldin? Hayırdır yani? Anlatsana şu meseleyi Erkin.”
Yüzünü yavaş yavaş Varan Alp’e çeviren hüzünlü adam, utanmasa ağlayacaktı ama pek onluk hareketler de değildi zaten. “İyi. Ne hâlin varsa gör. Benden iyi arkadaşı ancak ve ancak rüyanda görürsün, Alp.”
“Tamam.”
“Sen var ya, buz kalplisin!” diyen Erkin, bunu pek sert bir şekilde dile getirmese de bu şekilde düşünüyordu. “Senden yüz kere özür dilemişimdir.”
“Ben de özrünü kabul ettim.”
“Etmez olaydın,” diyen Erkin, kendince çok haklıydı ve kırgındı. “Son on ayda benimle sadece bir kez balık yemeye geldin, o da sırf doğum günüm diye.” Varan Alp bıkkın bir nefes verdi ama Erkin susmadı. “Yoksa ne balığı, benimle yumurta kırıp bile yemezdin sen… Neyse, dua et ki problemimiz büyük, gerçi dua etme, aman ya!”
Sorgulayıcı bir bakışla “Ne konuştunuz?” diye sordu Varan Alp.
“Kamil Savcı, İlkhan’ı ifadeye çağıracağını ve epey sıkıştıracağını, kendi yöntemlerini deneyerek tetikçi olduğunu itiraf ettireceğini söyledi ve bir planı da var. Bu adam biraz değişik,” diyen Erkin, bunu kötü manada söylememişti. “Gözü pek, bayağı da tuttuğunu koparır gibime geldi. Zaten geldiğinde bile adliyede yer yerinden oynadı, herkes Ankara’nın en iyi savcısı diyor. Belki de herkesin en iyi kariyeri, 17 Eylül davasına kadardır?” diyen Erkin, hafif bir tebessümle arkasına yaslandı. “Neyse, kendisiyle konuştuğumda Miray’la bu durumu konuşmak istediğini söyledi, bir de Seray ile Rüzgar yalnız gezmesin diye bir sivil polis ayarlayacak. Küçücük çocuğun canını tehlikeye atamayız neticesinde.”
“Doğru,” dedi Varan Alp sıkıntıyla. Bir yandan da çenesinde çıkan küçük yarayı kaşıdı, geçen gün tıraş olurken çenesini kanatmıştı. “Ama ben Seray’ın yanından geliyorum ve sanırım bir tehlike olduğunu sezdi, işin doğrusu ben belli etmiş olabilirim. Rüzgar’la pek dışarı çıkmamasını, 17 Eylül yaklaştığı için tüm yakınlarımızın tehlikede olduğunu söyledim. Zaten biliyorsun, beni terslemek için yer arıyor kendisi. Hemen kızmaya başladı. Rüzgar için sizi tehdit mi etti, diye bağırdı bana. Ben de öyle bir durumun olmadığını ama malum, Aykut’un öncesinde alıkonulduğu gibi onların da alıkonulabileceğini söyledim.”
Erkin, bu kez şakayla birlikte laf sokamayacak kadar berbat hissetmişti. “İlkhan’ın da Behzat’ın da çocuklara ve bebeklere zaafının olduğunu düşünüyorum,” diyerek hem kendisinin hem de arkadaşının içini rahatlatmaya çalıştı. “Mesela Buket…” Kaşları çatıldı. “Buket, Behzat’ın kızı değil ama…” Varan Alp, Erkin’e bu konuda çok telkinde bulunmuştu: Buket’in, Behzat’ın kızı olmadığını bir tek Miray, Varan Alp, Erkin ve Mir Beyaz biliyordu. Kimsenin duymasını istemiyordu. “...ama onu seviyor, ona sahip çıkıyor. Neden bir yaşındaki minik bir bebeğin canıyla tehdit etsin ki sizi?”
Bir süre Ziva’nın pati sesleri dışında salonda hiçbir ses duyulmadı, ikisi de ölüm sessizliğine bürünüp kısa bir düşünce faslıyla konuşmaya ara verdiler.
“Çünkü,” dedi Varan Alp, söyleyip söylememek arasında dilemmada kalırken. “Rüzgar da 17 Eylül’de doğdu… Evet, İlkhan ve Behzat 1998 ve Sakay Hastanesi’nde, kurum yangınından sonra doğan bebekleri tek tek öldürüyor ama Rüzgar’ın da 17 Eylül’de doğması gibi bir talihsizlik olduktan sonra, o iki şerefsizin bunu kullanmadan durabileceğine dair de pek bir inancım yok ki zaten, İlkhan…” dedi ve duraksadı. “Miray’ı bildiğin tehdit etmiş.”
Erkin başıyla onaylarken “O da bayağı kötüydü, sinir krizi geçiriyordu,” derken o anları hayal etti. Polisler, Miray’ı İlkhan’ın tepesinden alırken Erkin, merdivenlerden iniyordu ve onlara ulaşmak üzereydi o arada. “Onunla ne yaptınız? Konuştunuz mu?”
Erkin’in sorduğu soru üzerine birkaç saniye düşünen Varan Alp “Hayır,” dedi soğuk bir sesle.
“Kesin…” diye kinayeyle mırıldandı Erkin de.
“Sana anlatmak zorunda değilim, benim özelim sonuçta.”
Erkin dalga geçer gibi gülümserken “Özel bir konuşma oldu o zaman. Peki,” deyince Varan Alp hemen başını kaldırdı.
“Bunu nereden çıkardın?”
Kısık gözleriyle Varan Alp’in koca kahve gözlerine bakan Erkin, “Bakışlarından,” dedi abartılı bir tınıyla. “Birkaç aya evlenirsiniz siz. Pek dayanabileceğinizi zannetmiyorum.”
Varan Alp, “Sen,” dedikten sonra durdu. “Öyle zannetmeye devam et. Hayal dünyanı küçült Erkin.” Bugün, Miray’ın mektubuna baktığından beri ilk defa gülümsedi. “Ayrıca biriyle evlenirsem bile nikâh şâhidim sen olmayacaksın, tamam mı?” Bunu bilerek söylemişti. “O hakkını güvenimi kırarak kaybettin.”
Erkin “Zaten…” dedi kahkahasının arasında. “Senin gibi kalpsiz biriyle evlenen kadının sana olan aşkının şâhidi olmam ben.” Büyük bir özgüvenle kendisini işaret etti. “Öyle herkesin de şâhidi olmam… Hele senin! Hiç!”
Varan Alp kısa bir düşünceye kapıldı, sonra hemen gözlerini kırpıştırdı. “Dediğim gibi, o hakkını kaybettin.”
“Senin nikâh şâhidin olmak gibi büyük fantezilerim yok, Varan Alp.”
“Bir daha nikâh deme bana, Erkin.”
Ziva iki kez havladı fakat ikisi de birbirine öyle bir öfkeyle kilitlenmişti ki bakamamışlardı bile. “Zaten Varan Alp, sen düğün de yapmazsın şimdi. Ne sıkıcı adamsın ya…” Varan Alp, yamacındaki yastığı kavrayıp Erkin’in kafasına attı. Hayatının şokunu yaşayan Erkin, “Lan,” dedi dişlerinin arasından. “Eğlenceli değilsin!”
“Belki öyleyim!” diye hiddetle parladı Varan Alp de. “İnsanda azıcık sükûnet kırıntısı bırakın be! Şu hayatı azıcık stressiz yaşayayım! Bu ne ya?”
Erkin, “Miray sana ne yaptıysa iyi yapmış,” dedi çokbilmiş bir sesle.
“Erkin, git ve bir daha gelme!” dedi Varan Alp, bıkkın bir sesle. Elbette ciddi değildi.
“Zaten senin evin de senin gibi sıkıcı,” diyerek ayağa kalktı Erkin.
Varan Alp, “Eğlence anlayışın benim evimse terk etmeni öneririm,” deyip Ziva’ya döndü. Kaşları çatıldı ve ayağa kalktı. “Ziva…”
Erkin, büyük bir korkuyla Ziva’ya dönünce gördüğü görüntü karşısında morali epey bozulmuştu.
ERTESİ GÜN, MİRAY
Dün gece yine ve yine pek uyuyamadığım için uykumu alamadığım bu saatlerde, yine ve yine iş yerindeydim. Masam o kadar karışıktı ki ve o kadar toplamaya üşeniyordum ki anlatamam. Aklım fikrim tamamen dün, akşamüstü saatleri Varan Alp ile geçirdiğim dakikalardaydı. Muhtemelen son birkaç aydır sadece işime odaklandığım ve dertlerimi unutacak, daha da güçlenecek pozisyona geldiğim için aşkı hayatımdan tamamen çıkarmıştım ve kalbimdeki tek bir hareketlenmede vücudum abudik bubudik tepkiler vermeye kalkışıyordu. Bazen bu heyecan denilen duygudan tiksiniyordum çünkü hiç benlik değildi. İlk duruşmamda biraz heyecanlanmıştım, o kadar.
Heyecan, tüm işlerimi kötü bir hale getirirdi. Belki de bu durumdan uzaklaşmam gerekiyordu.
Sosyal medyaya Zafer Bayramı paylaşımlarımı ekledikten sonra telefonumu kapatıp masamın üstüne bıraktım ve ayağa kalktım. Bir buçuk saattir sandalyemde geçirdiğim vakit dolayısıyla ayağa kalktığım an kalçam acımıştı, bundan da nefret ediyordum. Acaba spora mı yazılsaydım? Bence çok mantıklıydı.
Ekranı açık laptopumu yavaşça kapattıktan sonra odamdan çıktım ve kapının pervazında durarak koridora kısaca bakındım. Pek bir hareketlilik yoktu bugün Sayer Hukuk’ta çünkü Aykut Beyler daha teşrif edememişlerdi… Burada olsaydı şimdi odamın iki adım ilerisinde durdum diye beni yüzyılın en kötü avukatı ilan ederdi ama kendisi işine gecikince ülkenin en donanımlı avukatıydı.
Gelir gelmez onu cümlelerimle boğacak, birkaç dakikaya da dünyadan nefret etmesini sağlayacak bir hâle getirecektim.
Sıcaktan ötürü, açık duran saçlarımı havaya kaldırıp serbest bıraktım, sonra da içeriye girmek için arkamı döndüm ama Yeter’in “Miray Hanım!” diye seslendiğini duyunca kaşlarımı çatarak koridorun sonuna doğru döndüm. Hızlı adımlarla yanıma ulaşan Yeter, kızıl saçlarını iki yandan örmüştü ve bugün çok güzel görünüyordu. “Biri sizinle görüşmek istiyor.” Bakışları garipti Yeter’in. “Biraz…” dedi tereddüt edercesine. “Kötü bir durumda.”
“Kim?” diye sorarak merakla başımı öne doğru hareket ettirdim.
“Genç bir kız, ağlıyor. Sadece sizin isminizi verdi ve görüşmek istediğini söyledi.”
“Niye bekletiyorsun? Gelsin!” dedim hızlıca.
“Tamam,” diyerek koridorun sonuna ulaştı.
Birkaç saniye kapının önünde kollarımı göğsüme bağlayıp bekledim ama gelen giden olmayınca içeriye girdim. Kapıyı kapatmadan masama geçtim, sandalyeme oturdum, birkaç saniye sonra da Yeter’in bahsettiği kız geldi. Söylediği gibi, gerçekten de ağlıyordu; gözlerinin içi kıpkırmızı olmuştu, yüzü bembeyazdı ve mahcup bir ifadeyle bana bakıyordu.
İçeriye doğru bir adım atınca Yeter, arkasından “Miray Hanım bu kız,” diyerek içeriye giren kızı işaret etti. En fazla yirmi yaşında olduğunu düşünüyordum.
Ayağa kalkıp elimi uzatınca “Merhaba,” dedi boğuk sesiyle. Yüzündeki hüzne rağmen gülümsemeye çalıştığında, anlatacağı hikâyenin berbat olduğundan adım gibi emindim.
“Hoş geldin,” dedikten sonra masanın önündeki iki sandalyeyi işaret ettim. “Otursana. Bir şey içer misin?”
“Hayır,” diyen kızın elindeki su şişesine bakarken kafamı salladım, o sırada da Yeter zaten odanın kapısını kapatıp çıkmıştı. “Ben…” Genç kız, su şişesini sandalyedeki boş alana bıraktıktan sonra bir bana bir masadaki herhangi bir noktaya bakarak kekelemeye başladı. “Sizin numaranızı bulamadım.”
“Numaramı geçen sene değiştirdim,” dedikten sonra gülümsedim.
Genç kızın parmakları birbiriyle düğüm oluşturdu, benimle de bir türlü konuşamıyordu. Utanıyordu muhtemelen… Daha önce bu şekilde birkaç kişi daha gelmişti yanıma.
“Numaranızı Evra abladan aldım, benim büyük ablamın liseden arkadaşı,” deyince başımla onayladım. Boratların ikisini de hapse tıktığımız için mutluydum, gerçi ikisi de kısa bir süre içinde çıkıp başıma bela olabilirdi ama en azından içimiz soğumuştu biraz. “Aslında,” dedi kısık sesiyle. “Biz… Ailemle gelecektik ama…” Duraksayıp bana çevirdi yüzünü. “Aileme söylemeye bile çekiniyorum.”
Yine bir taciz suçu olduğundan adım kadar emin olduğum bir dava… Ablamın düğününden önceki süreçte, yaz mevsiminde bir taciz davasına daha bakmıştım fakat sanık, serbest bırakılmıştı. Kaybettiğim dava pek olmazdı ama bu konuda gerçekten görüntü kaydı ya da video kaydı olmadığı sürece kimse ceza almıyordu, çok üzgündüm.
Sesli ve bıkkın bir nefes vererek “Sorun nedir?” diye sordum. “Benden çekinmene gerek yok, daha önce her türlü ceza davasına bakmışımdır.”
Kendine gelir gibi oldu. “İki sene önce ablamı kaybettik, adı Zeliha’ydı.” Ablasının ismi ağzından çıkarken dudakları titremişti. “Sevgilisi tarafından öldürüldü ama… Daha doğrusu eski sevgilisiydi ama ablamın peşini bir türlü bırakmıyordu. Delil yetersizliği vardı, bir de sinyallere bakmışlardı ama kendisi evde gözüküyormuş, şimdi de kendisi dışarıda.” Sertçe yutkundu. “Yeniden yargılanma diye bir şey varmış sanırım, onu başlatabilir miyiz?”
Şaşırmıştım çünkü ona zarar veren bir erkek arkadaşı olduğunu düşünmüştüm.
Bildiklerimi anlatmaya başladım: “Yeniden yargılanma sürecinin başlaması için bir tanık ya da gerçekten güçlü bir delil, sebep olması gerekiyor. Bir de davayı incelemem lazım. Nasıl kapandı?”
“Ablamın cesedinin bulunduğu ormanda bir balıkçı varmış ve şu an o içeride.” Çok zorlanarak kuruyordu bu cümleleri. “Bizim davanın savcısı değişince bu adamı tutukladılar ama neden tutukladılar, bilmiyorum. Sonra… Hapse girdi. Ailem ilk başta neye uğradığını şaşırdı, ben de tam anlamadım ama sonra…” Ofladı bir süre. “Benim görüştüğüm bir çocuk var.”
Aklıma gelen ilk cümleyi söyledim: “Bu balıkçının bir yakını mı?”
“Evet, kardeşi,” deyince kaşlarım havaya kalktı. “Şu an ben… Bunu yeni öğrendiğim için,” deyince bu tesadüfe karşı ne söyleyeceğimi bir an bilemedim. Tuhaf ve rahatsız edici bir durum olduğu kesindi. “Ne yapacağımı bilemedim. Evra’ya anlattım ve iyi bir avukat bulmamı söyledi, daha doğrusu hemen sizin numaranızı verdi. Sonra ben çok aradım, numara kullanılmıyordu… İsminizi yazınca da bu adres çıktı. Benim kötü biri olduğumu mu düşünüyorsunuz?”
“Yok artık,” dedim hafifçe gülerek. “Niye öyle düşüneyim ki?”
“Yüz kızartıcı bir şekilde anlatmadım mı size? Sanki ablamın katilini bulmak için değil de sevdiğim adama kavuşmak için gelmiş gibi gözüktüm.”
Genç kız mahcup bir şekilde başını eğerken “Hiç böyle düşünmedim, inan,” dedim pek duygu içermeyen bir sesle. “Ama söylediğim gibi, bu süreç biraz meşakkatli. Bu arada ismini ve numaranı alabilir miyim? Gerçi dilekçe vermem için sanığın ailesiyle görüşmem daha uygun olur. Erkek arkadaşını alıp da gelirsin belki bir dahakine.”
“Neden? Bizim avukatımız olsanız olmaz mı?”
Sesli bir nefes verdim. “Sanığın avukatı olarak dilekçe yazıp o şekilde mahkemeye itirazda bulunmam gerekiyor, sen bunu bir düşün. Peki,” dedikten sonra kaşlarımı çattım. “Bu balıkçının yapmadığından kesinkes mi eminsin?”
Başını hızla salladı. “O adamla ablam tanışmıyordu bile! Bu tamamen bir düzmece, gerçekten, bana inanın.” Dosyayı incelemem gerekiyordu, bunun için de önce sanık müdafi sonra müşteki vekili olmam gerekiyordu. Benim için pek de tuhaf bir deneyim değildi, 17 Eylül davalarında da aynı yolda yürümüştüm.
“Dediğim gibi, önce dosyayı incelemem gerekiyor, sonra da sanığın avukatı olmam gerekiyor.” Anladığından emin olunca devam ettim. “Ayrıca bunu ailenden lütfen saklama, eminim ki onlar da çocuklarının asıl katilinin cezaevinde olmasını en az senin kadar istiyorlardır.”
“Ailem, Zeliha ablamı kaybettiğimizden beri o kadar perişan ki… Benim yaşım küçük, bir erkekle görüşmem onlar için benim ölümüm demek. On sekiz yaşındayım,” diyerek henüz adını bile paylaşmadan yaşını paylaşan kıza başımı salladım.
“Adın neydi?” diye sordum.
“Zümra. Çok memnun oldum sizinle tanıştığım için ama bahsettiklerinizden pek bir şey anlamadım.”
“Söylediğim gibi, bu balıkçı dediğin kişi ve kardeşinin ya da bir yakınının benimle görüşmesi gerekiyor. Daha sonra süreç o kadar da hızlı ilerlemez, yeni bir delil bulmam veya mahkemenin bir hatası varsa bunu dilekçeye eklemem gerekir. Sonrasında bu itirazın değerlendirilme süreci var. Var da var…” diyerek elimi havada salladım.
Zümra, kısa bir süre düşündükten sonra “Peki o zaman,” deyip ayağa kalktı. “Sizi rahatsız ettiysem üzgünüm. Ben gidip… Onlarla bu konuyu konuşayım.”
Ayağa kalktım ve el sıkıştık, daha sonra Zümra odadan ayrıldı.
Yaklaşık on dakika boyunca elimde olan diğer davaların gidişatını kontrol ettim, UYAP krizi yaşadım ve en sonunda da tekrardan beni sıcaktan bunaltan lanet odadan çıktım. Çantamı da koluma takmıştım, yukarıda teras vardı ve artık terasa çıkma zamanım gelmişti.
Neyse ki ağustos, yarın son buluyordu.
“Miray!” Koridorda yankılanan ses sebebiyle merdivenlere doğru yürürken arkamı dönmek zorunda kaldım. “Nereye?”
Aykut’un lacivert çantasına göz ucuyla baktıktan sonra “Terasa,” dedim kısaca. “Sen de yeni uyandın herhalde… İş yerine mesai saatinden beş saat sonra geleni de ilk defa görüyorum.”
“Sana gönderdiğim maillere baktın mı?”
“Halloldu onlar, Aykutçuğum.” Merdivenleri işaret ettim. “Azıcık hava almak için yüksek müsaadenle terasa çıkacağım.”
Ben bıkkınlıkla Aykut’un koca gözlerine bakarken o, gülümsüyordu. “Miraycığım, çok mutluyum. Almanya’dan teyzem geldi, annem gibi kıymetlidir benim için, bilirsin.” Otuz iki diş sırıttı. “Ve bu yüzden erken çıkabilirsin.” Yanıma biraz daha yaklaşıp fısıldadı: “Ama sadece sen.”
“Hım,” diyerek düşünceli bir biçimde yüzünü taradım. Bir art niyeti mi vardı acaba, diye düşündüm ama hayır, Aykut kötülük yapacaksa hemen yapardı. “Bana izin veriyorsun yani.”
Sırıttı. “Zaten bir saat sonra mesain bitecekti, abartma.”
“Doğru,” dedim kaşlarımı çatarak. “O zaman ben eve gideyim ya… Bu aralar yeni tarifler deniyorum, biliyor musun? Gerçi Ankara’dayken yemek konusunda kendimi oldukça geliştirdim ama hâlâ eksiklerim var. Bugün de…” Gözlerimi kıstım. “Pizza mı yapsam?”
Aykut, hiç düşünmeden “Becerebilir misin ki?” diye sordu.
“Niye beceremeyeyim?”
“Hamurunu falan?” dedi abartılı bir sesle. “Yanlışlıkla menemen yaparsın sen.” Kötü bir kıkırdamadan sonra telefonu çaldı ve şükürler olsun ki elini mor ceketinin iç cebine yöneltti. “Efendim?” Telefonunu kulağına götürdüğü an yeşil, beyaz ve ortasında da nazar boncuğu olan telefon kılıfını ne yazık ki görmüş bulundum. “Bak, Yargıtay kararlarından birini ben mahkemede sundum ama o mahkemede dava aleyhimize neticelendi…”
Kesin uyuşmayan bir Yargıtay kararıydı, Aykut hep böyleydi…
“Evet, şekerim, evet… Ben sana… Ha, evet, olur, ben sana hemen yolluyorum o hâlde. Şahane! Tamamdır tatlım, ben de seni çok özledim, canım…” Telefonu kapattıktan hemen sonra “Sevimsiz!” diyerek yüzünü buruşturdu.
“Herkese karşı böyle olmasan şaşarım zaten,” diyerek ikiyüzlü oluşunu yüzüne vurdum.
Kendisi pek etkilenmedi. “Öyleyimdir,” diyerek övündü.
“Neyse, ben çıkayım o zaman,” dedikten hemen sonra bana cevap vermesini beklemeden yürümeye koyuldum. Evde uzun zamandır temizlik de yapmıyordum, bugün yapsam iyi olurdu.
Sayer Hukuk’un kapısının önünde durup kısaca etrafıma bakındım, bu istemsizce gerçekleştirdiğim hareketime de yüklediğim pek fazla anlam vardı: 17 Eylül’ün yaklaşması, İlkhan’ın tehdidi, Boratlar ve en saçması Onur.
Neyse ki hiçbiri yoktu.
Yolda yürürken müzik dinlemek için çantama elimi daldırıp hem telefonumu hem de kulaklığımı çıkardım, çıkardım da bu hareketim dünya üzerinde yetmiş bin seneye tekabül etmişti.
Kulaklığı takar takmaz, şansıma ablam aramıştı, ben de açacağım müziği durdurmak zorunda kalmıştım.
“Efendim abla?”
“Miray, neredesin?”
Benden bir şey rica etmemesi için “İşteyim ablacığım, başka nerede olacağım?” dedim ki hâlâ işte sayılırdım ve bu, pembe bir yalandı.
“Miray, senden bir şey rica edeceğim ablacığım ya…” İşte olduğumu söylememe rağmen rica etmeye kalkıştıysa demek ki önemliydi. “Ya biliyorum, iştesin ve yoğunsun ama biz bugün Teoman’la birlikte Gebze’ye geldik, birazdan da Beyhan babamın yanına geçeceğiz ve bir sıkıntı var.”
Doğal olarak merak ettim. “Nasıl bir sıkıntı? Evde bir şey mi açıkta?” diye sordum ama kabul ediyorum ki saçma bir soruydu. Acaba ne rica edecekti?
“Ablacığım, biliyorum, sen bu konuda biraz hassassın ve tuhaf bir durum ama senden başka rica edebileceğimiz kimse yok çünkü bizim eve senden başkası da giremez. Aslında Mir Beyaz’ı aradım ama ulaşamadım, Teoman da bugün emniyete gitmediği için görememiş. Uzun lafın kısası…” Ne söyleyeceğini o kadar merak etmiştim ki kaldırımın kenarında durup beklemiştim, sırf söyleyeceği cümle için. “Ziva dün kusmuş, Varan Alp de veterinere bırakmış… Sen bizim eve gidip anahtarı alsan, sonra Ziva’yı veterinerden alıp Varan Alp’in evine götürsen olur mu?”
“Ne olmuş Ziva’ya? İyi miymiş?” diye sordum hemen çünkü Ziva’ya istemsizce çok bağlanmıştım. Varan Alp ne zaman aklıma gelse istemsizce Ziva’yı da düşünürdüm. Ona bir zarar gelsin istemezdim.
“Dün kusmuş… Ya Varan Alp’in işi uzunmuş, Silivri tarafına gidiyormuş diye duydum. Teoman’dan rica etti, Teoman da halledeceğini söyledi ama gerçekten senden başka kimseye güvenemeyiz. Savcının evi sonuçta. Kime nasıl güvenip de anahtar verelim? Ablacığım ya… O gelene kadar kalırsın, sonra da gidersin.”
Reddedeceğimi düşünen ablama “Abla tabii ki giderim. Saçmalama,” dedim hızlıca. “Zaten bugün çok yorucu değildi, öyle kendini değişik hallere sokmana gerek yok.” Sesli bir şekilde bir iki saniye kıkırdadım.
“Ay Miray nasıl rahatladım!” dedi abartılı bir sesle. “Bu Varan Alp de… Sabır! Gerçekten! Tamam, savcısın, kabul, sosyal hayatın pek olamaz ama hiç mi arkadaşın yok ya! Varsa bile savcı işte arkadaşları ama Erkin de müsait değilmiş herhalde, tam anlamadım.”
“Anladım,” dememin hemen ardından açıklamaya devam etti.
“Ha iyi, saat üçe geliyor, değil mi?” Bir saniye duraksayıp devam etti. “Ya şimdi biz Buket’e söz verdik ya… Rüzgar’ı özlemiş, Leman abla da bizi aradı, Beyhan babamda kalıyorlarmış, biz de oraya gideceğiz ama önce bir annemlere gelelim dedik. Buradan İzmit’e geçeceğiz. Eve döner miyiz, bilmiyorum. Sabah dönebiliriz, erkenden. O yüzden… Biraz sana kaldı ablacığım. Kusura bakma yine. Merak etme, Varan Alp sekizde dönerim demiş. Bizim evde, şeyde anahtar… Portmantonun ikinci çekmecesini aç, görürsün zaten. Bu Teoman’la Varan Alp’in saçma sapan bir huyları var: Her şeye Kocaeli plakası takıyorlar. O anahtar işte.”
Yüzümde buruk bir gülümsemeyle yürümeye devam ettim. “Biliyorum,” dedim kısık bir sesle. “O zaman bana şu veteriner neredeyse konumunu gönderin, olur mu?”
“Tamamdır. Zaten Varan Alp’in oturduğu sitenin karşısındaymış, görürsün de yine de atalım bakalım.”
“Oldu… Görüşürüz o zaman.”
Telefon görüşmesini sonlandırdıktan sonra önce metro yolculuğu, sonra da metrobüs yolculuğu yapıp kendi evime gittim. Çok hızlı bir duş aldım, üstümü değiştirdim ve saçlarımı şekillendirmeden direkt evden çıktım.
Önce Mir Beyaz’ın dairesine gidip kapıya tıkladım ama kapıyı açmadı, sonra da ablamların evine gidip bendeki anahtarlarıyla içeriye girdim. Söylediği gibi, portmantonun ikinci çekmecesini açtığımda, direkt karşıma çıktı Kocaeli plakalı anahtarlık.
Ayaklarıma kara sular indiği için bugün, spor ayakkabı giymiştim. Bu spor ayakkabıyı yeni aldığım için çok seviyordum, normalde spor ayakkabı pek sevmezdim, boyum pek uzun olmadığından kendimi cüce gibi hissetmeme sebep oluyorlardı ama bu güzeldi.
Ablamların sitesinden çıkarken aklım Mir Beyaz’a takıldığı için telefon ettim ama ne yazık ki açmadı, çalıyordu ama açmıyordu.
“Miray!”
Başımı hızla soluma doğru çevirince Elif’i ve annesini, sitenin girişinde gördüm. “Nasılsın Elif?” diye sordum, ayaküstü konuşmak için.
“İyiyim, sen?”
Elif’in annesine dönerek “Sizler nasılsınız?” diye sordum.
En az Elif kadar kibar görünen kadın, “İyiyim kızım, çok sağ ol,” deyip beni bir güzel süzdü. “Maşallah, sen ne güzelsin öyle.”
Elif, annesinin bu söylediğiyle otuz iki diş sırıtırken “Çok teşekkür ederim, siz daha güzelsiniz,” dedim. Kadın kumraldı, gözleri de Elif’inki gibi elaydı ama daha kocamandı.
“Anne sen,” dedi Elif, sonra da elindeki poşetlerin arasından cüzdanını ve anahtarını uzattı. “Eve geç. Ben Miray’a bir şey soracaktım, onu sorayım.”
“İyi günler o zaman, Miray,” diyen kadına gülümseyerek başımı salladım.
Annesinin arkasından bakan Elif, birkaç saniye sonra ciddiyetle bana döndü. “Miray,” derken sesi endişeli çıkmıştı. “Mir Beyaz’la en son ne zaman konuştun?”
“Sanırım…” dedikten sonra duraksadım. “Pazartesi akşamı konuşmuş olmam lazım. Dün hiç konuşmadım ve aramalarıma da dönmedi,” dedim sinirle. “Az önce kapıyı çaldım, açmadı.”
Elif’in kaşları çatıldı. “Şu an emniyettedir herhalde, değil mi?”
“Olabilir.”
“Miray, aslında şey…” dedi Elif, daha sonra da bacaklarının titrediğini fark ettim. Buna şaşırmamıştım fakat garipsemiştim. “Mir Beyaz’a… Ya annem dün sarma sarmıştı, normalde Mir Beyaz’ın annesi Buse’yle buraya gelir ya, gelmedi diye annem de Mir Beyaz’a yemek götür dedi bana. Kapısını çaldım, açmadı. Mesaj attım, eve gelirken bizden tabağını al diye, mesajıma da bakmadı. Aslında mesaj iletildi ama… Neyse, sabah merak edip kapısını çaldım, açmadı.”
“Allah Allah…” dedikten sonra endişeyle sitedeki koca binalara doğru döndüm. “Benim şimdi bir yere yetişmem gerek, eğer akşam da ulaşamazsak emniyete gideriz… Ya Mir Beyaz’ın saçma sapan huyları işte, arada bir telefon detoksuna giriyor. Olabilir bunlar.”
Elif, başını olumsuz anlamda salladı. “Belki morali bozuktur. Hani benim aklıma şey geldi… Ablası ve babası hâlâ kaçak ya… Ya onlarla buluştuysa?”
“Olabilir mi?” dedim hiddetle. “Mir Beyaz nerede olduklarını bilse emniyete teslim eder, öyle bir şey yoktur.”
“Peki madem,” diyen Elif, buruk bir gülümsemeyle ileriyi işaret etti. “Biz de marketten geliyoruz.” Sargılı elini havaya kaldırdı. “Sabah kahvaltıda elimi kestim, dikiş attık. Bugün o yüzden izinliyim.”
“Çok geçmiş olsun,” derken elini inceliyordum. “Dikkat et kendine.”
“Sen de,” dedikten sonra kendi bloğuna yürümeye başladı, ben de veterinere gitmek için siteden ayrıldım.
⚖️
Saat yediyi çeyrek geçe, hasta hasta yatacağını düşündüğüm Ziva’nın epey enerjik bir şekilde salonun içinde koşturmasını izliyordum. Fosfor yeşili topunu önüme bırakıp onunla oyun oynamamı istediği için pek emin olmamakla birlikte onunla oynamaya başlamıştım ama bu bir kısır döngüye dönüşmüştü, bu yüzden topu saklamak zorunda kalmıştım.
Yaklaşık bir buçuk saattir Varan Alp’in dairesindeydim ve buraya aylar sonra ilk kez geldiğimden, evin bazı noktaları değiştiği için vaktimi genelde incelemekle geçirmiştim. Şu an mutfaktaydım, masa örtüsüne ve masanın üstünde duran peçeteliğe bakıyordum. Kısa bir süre sonra bundan sıkılıp buzdolabının üstündeki magnetlere bakmaya başladım, zaten çoğu aynıydı ama iki yeni magnet eklenmişti. Varan Alp her tatilinde olduğu gibi bu tatilde de boş durmayıp gezmişti anlaşılan.
Aslında bunu yapmam ne kadar doğruydu, bilmiyordum ama buzdolabının içini açıp baktım. Süt, karışık meyve suyu ve su şişeleri yan yana dizilmişti; üstündeki rafta ketçap ve mayonez vardı, onun üstündeki rafta da birkaç tane yumurta. Buzdolabının içindeki çoğu yiyecek, sebze veya meyvelerden oluşuyordu. Çekmecelerini açtığım buzdolabının alt tarafında da kahvaltılık tabaklar ve yiyecekler vardı, onlara da iyice baktıktan sonra kapağını kapattım.
Çok düzenliydi ve çok temizdi.
Oflayarak mutfaktaki sandalyelerden birine oturduğumda, burada geçirdiğimiz zamanları hatırlayıp bir süre tüm diyaloglarımızı arpacı kumrusu gibi düşünmüştüm.
Telefonum çalınca elimi pantolonumun cebine götürdüm ve açtım. “Efendim abla?” dedim bıkkınlıkla. “Ya doksan kez aramana gerek var mıydı gerçekten?” Buraya geldiğimden beri gerçekten yüz kez aramıştı ama gerçekten!
“Benim ben!” diyen Teoman’ın sesini duyunca bir an babam zannettiğim için korkup daha sonrasında da gülümsemiştim. “Miray,” dedi Teoman, soğuk bir sesle. “Sen istersen evden çık, karşılaşmayın boşu boşuna. Ablan burada parmaklarını kemiriyor zaten stresten.”
“Anlamadım,” dedim ve sırıttım. “Neden karşılaşmamamızı istiyorsunuz ki? Neyiz, canavar mıyız biz? Allah Allah…”
“Kız ablandan tırsıyorum bak Miray, sizin yüzünüzden yüz kez kavga ettik zaten.” Biraz daha kısık sesle konuşmaya başladı. Arkadan Rüzgar’ın mızmızlanarak ağladığı tuhaf sesler gelmeye başlayınca bıkkın bir nefes verdim. “Sen çık evden.”
“İyi, tamam,” dedikten sonra telefonu yüzüne kapattım.
Böyle davranmalarını yalnızca zekâ seviyelerine ve saçma düşüncelerine bağlıyordum. Ben onunla karşılaşmak istemesem zaten geldiği gibi evden çıkarak gerçekleştirirdim, onlara neydi ki bundan?
Yüksek derece negatiflikten dolayı ağrıyan ve patlamak üzere olan başım, evin içinde çantamı yüz kez aramama sebep olmuştu. Cıklaya cıklaya etrafa baktıktan sonra en son, kapının önüne bıraktığımı fark edip sinirle gülümsedim.
Çantamı alıp evden çıkmak için aynadan kendime bakarken dağılan saçlarımı biraz düzelttim, veterinerde Ziva’yı beklerken bahçedeki beyaz kediyi sevdiğimden ötürü tüm tişörtüme tüy bulaşmıştı. Siyah bir tişört giydiğim için de silkelesem de bir türlü çıkmıyordu tüyler.
Kolumdaki tüyleri de kendimce temizledikten sonra pantolonumun kemerini düzelttim, çıkmak için tamamen hazırdım.
Etrafa son kez bakarken Varan Alp’in yatak odasının kapısının hafif aralık olduğunu fark ettim ve gözüm istemsizce odanın içine doğru kaydı. Karanlık olduğundan ötürü pek bir şey seçemiyordum, bu yüzden adımlarım beni odaya doğru götürmüştü.
Işığı açmadan odanın içine kısaca göz gezdirdim, ne kadar görebilirsem artık. Kapının hemen yamacındaki masa mesela… Ona burada yazmıştım mektubu.
Bıkkın bir nefes verdikten sonra odadan çıkmak üzereyken elim masanın üstündeki bir cisme çarptı ve devrildiğini duydum. Endişeyle önce ışığı açtım, sonra da devrilen cisme baktım.
Çöp kutusunu devirmiştim ama Allah’tan içinde çöp yoktu… Sadece bir kâğıt vardı.
Benim ona yazdığım mektup muydu bu?
Bir hışımla masanın tam ortasında duran kâğıdı elime aldım ve hem önünü hem arkasını kontrol ettim. Biliyordum, bu yaptığım çok yanlıştı ama kendime engel olamıyordum.
Mektubu tekrar okuyunca içimdeki garip duyguyu tarif edemezdim herhalde. Özlem, hüzün, pişmanlık, mutluluk, acıma duygusu, mahkûmiyet, özgürlük… Hepsi bir aradaydı.
Neyse ki pek duygusal bir kadın değildim, bu yüzden ağlamadan ya da gözlerim dolmadan mektubu katlayıp tekrardan çöp kutusuna atmıştım. Ne yapıyorsa yapsın, umurumda değildi. Muhtemelen sırf bana mektubu çöpe attığını söylediği için çöpe atmıştı ama sakladığından emindim işte, biliyordum!
Yine de bunu yüzüne vurmayacaktım.
Işığı kapattım, odasından çıktım ve tekrar dış kapıya yöneldim. Elimi kulpa yerleştirdiğim an kilide değen anahtar sesini duyup elimi heyecanla geriye çektim. Kapı üstüme açılmasın diye de iki adım geriye çekildim.
Varan Alp beni görmediği için “Abi,” demişti kısık bir sesle. “Geldiniz mi?” İçeriye adımını atar atmaz beni görünce yüzündeki ifade bir hayli değişmişti.
“Ablamla eniştem İzmit’te,” diyerek kısa bir açıklama yaparken diğer yandan da elindeki kahverengi poşete bakıyordum. Tabii, bir yandan da onu incelemiştim ama gözlerinin altı bile yorgunluktan kıpkırmızı diye bunu hemen kesmiştim. Bir de… Teoman’a çıkacağımı söylemiştim. “Ben de şimdi çıkıyordum.”
Kapının önünde durduğu için geçemedim. “Ziva’yı sen mi getirdin?” diye sordu anlamayarak. Sonra da çıkacağımı söylememe rağmen kapıyı kapattı.
“Yok, Ziva’yı yolda gördüm, beni içeriye davet etti, kıramadım,” dedikten sonra sırıttım.
Pek rahatsız bir ifade yoktu yüzünde.
“Anahtarımı nereden buldun?” diye sorunca gözlerimi devirdim. “Abimden aldın. Abim nasıl buraya gelmene izin verdi?” diye sorarken daha çok dalga geçiyor gibi sormuştu ama benim dikkatimi çeken, dağılmış saçları ve boğuk gelen sesiydi.
“Sen hasta mısın?” diye sorduğumda eş zamanlı olarak Ziva salona gelince Varan Alp’in odağı tamamen değişmişti.
Hızlı bir hareketle köpeğine doğru eğilince Varan Alp’i izledim, muhtemelen onun için çok endişelenmişti ki haklıydı.
Kısa bir süre sonra iyi olduğunu anlayınca doğruldu ve “Grip oldum galiba,” dedi, bir dakika önce sorduğum soruya cevap vererek. “Bir de başım ağrıyor.”
“İyi,” dedikten sonra başımı önce kapıya sonra da Varan Alp’e doğru çevirdim. “O zaman sen geldiğine göre artık ben gideyim.”
Başını sallarken bir kez öksürdü. “Tamam,” dedi sonra da.
“Ağrı kesici içersin,” dediğimde üstündeki ceketi çıkarıyordu, bayağı dağılmış durumdaydı ve gözlerini hareket ettirirken bile zorluk çektiğini anlayabiliyordum. “Yemek de almışsın zaten.”
“Yedikten sonra içerim,” dedi yorgun bir sesle.
Ben onu nasıl tek başına bırakacaktım şimdi?
Koskoca adam, kalır tek başına.
Ama ya hastalıktan mahvolacak duruma gelirse, bayılırsa?
“Erkin nerede bu arada?” diye sordum dayanamayıp.
Kravatını çözerken “Cezaevine uğradı, Fırat’la görüşecekmiş,” dedi.
“Bu saatte mi?” diye sordum abartılı bir şekilde.
“Muhtemelen Koray için konuşacak, Fırat’la. Duruşmada tanık olarak çıksın diye.”
Başımı sallarken “Çok iyi olur, o gitmese ben giderdim muhtemelen,” dedim. Göz ucuyla Ziva’ya baktıktan sonra Varan Alp arkasını döndü ve hiçbir şey söylemeden odasına gitti, elindeki poşetleri de yere bırakmıştı.
Bu neydi ya şimdi? İnsan bir açıklama yapar!
Omuzuma astığım çantamla birlikte holün ortasında öylece kalmıştım.
Holdeki aynadan kendime baktıktan sonra Ziva, sıkılarak burayı terk etti. Salona doğru gitti. Ben de aynadan kendime bakarak saçımı başımı tekrardan düzelttim.
Saçlarım elektriklenip havaya uçmuştu! Harika!
Bıkkın bir şekilde çantamı yere bıraktım, sonra da saçlarımı düzeltmeye çalıştım ama tabii ki olmadı. Bir yandan yanında kalmak gelse de içimden diğer yandan gitmek istiyordum çünkü burada kalmam için tek sebep, sesinin kötü gelmesiydi. Diğer türlü burada kalmam dünyanın en saçma durumlarında ilk beşe girerdi.
Odasından art arda iki kez öksürük sesi gelince endişeyle başımı arkama çevirdim. Kıyafetlerini değiştirmişti ve odasından çıkmıştı, gözlerini kısarak bana bakıyordu.
Onunla onun evinde yalnız olmak çok tuhaftı.
“Sen iyiysen o zaman,” deyip çantamı aldım yerden. “Ben gideyim.”
Bir iki adım attım, sonra da yere bıraktığı poşetleri kaldıran Varan Alp’i izledim. “Yemek yiyip öyle git istersen. Kaç saattir buradasın?”
Burada kalacağımdan eminmiş gibi yanımdan geçip mutfağa yürüdü. Işığı açtıktan sonra içeriye girdi, ben de peşinden ilerledim.
“İki saat olmuştur herhalde.”
Arkasını döndükten sonra “İki saat ne yaptın burada?” diye sordu düz bir şekilde. Hesap sorar gibi de sormamıştı aslında ama sesi tuhaf gelmişti.
“Oturdum,” dedim kısaca.
“O kadarcık mı?” Aldığı yemekleri masanın üstüne bıraktı, sonra da iki bardak çıkardı.
“Ziva’yla da oynadım.”
“Başka bir şey yapmadın yani?” dedikten sonra buzdolabına yürüdü, içecek çıkardı. “Gazoz var mıydı ya?” diyerek buzdolabını açarken ofladım.
“Yok,” dedim ve çantamı masaya bıraktım. “Meyve suyu var sadece.”
Arkasını döner dönmez kaşlarını çatarak “Ne?” dedi, anlamamıştı.
“Meyve suyu var işt…” deyip gülümsedim. “Su içtim de… O zaman gördüm. Yani bu sıcakta,” dedim abartılı bir şekilde. “Su içmeden iki saat geçirmem mümkün değil.”
İçmemiştim.
“İçtiğin bardağı da eski müvekkilin Bedri gibi parçalayıp yok ettin herhalde,” dedi dalga geçercesine. “Nerede bardağın?”
Sırf konuyu değiştirmek için “Hiç etik değil bu söylediğin,” dedim hafif kızarak. “O bardakla bir cinayet işlendi sonuçta. Dalga mı geçiyorsun?” Duyarımı yapar yapmaz gözlerimi devirdim. “Ayıp.”
“Haklısın da insan, neredeyse her hafta farklı bir cinayet görünce…” İki bardağı da masanın üstüne bıraktı, sonra meyve suyu şişesini. “Böyle oluyor demek ki...”
Sesi o kadar yorgun geliyordu ki ve buna tezat o kadar hızlı hareket ediyordu ki hasta olup olmadığına karar verememiştim. Göz altları hafifçe kızarmıştı, çok yorgun bakışlar atıyordu ama uykusuzluktan da olabilirdi.
“Ye, hadi,” diyerek önüme koskoca bir dürüm bıraktı. “Afiyet olsun.”
Dürüme bakarken “Ben bunu bitiremem,” dedim hayretle. “Aslında açım ama bu kadar büyük bir dürüm…” Başımı olumsuz anlamda salladım. “Bıçak var mıydı?”
“Yok,” dedi dalga geçerek. “Mutfağımda hiç bıçak yok.”
Ayağa kalktıktan sonra tezgâhın üstüne baktım, sonra da elime çok büyük olmayan bir bıçak aldım. Dürümü kestikten sonra da kalan kısmını onun önüne bıraktım. Yerdi herhalde.
“Abimin burada olduğunu düşünerek ultra mega dürüm almıştım, saniyesinde bitireceğini düşünerek ama sen gelip yarıya bölünce fazla geldi.”
Bir ısırık aldıktan sonra tadının çok güzel olduğunu fark ettim, içinde değişik bir sos vardı. “Güzelmiş bu ya, sevdim ben.”
“Güzeldir,” dedi çokbilmiş bir tınıyla. “Bunu sevmeyene rastlamadım daha önce.”
Yediğim lokma neredeyse boğazımda kalacakken son anda yuttum. “Burada mı?”
“Ne burada mı?”
“Bu dürümü yapan işletme,” dediğimde başını salladı. “Erkin’le çok gittiniz galiba…” diyerek gülmeye çalıştım. Ağzını arıyordum.
“Hayır.”
Bakışlarım birkaç saniye masaya takılı kaldı. “Eniştem mi çok seviyor bunu?” diye sordum bu kez de.
“Abim de pek uğramaz buralara, bir kez yedik sadece,” deyip yemeğini yemeye devam etti. Kiminle dürüm gömmeye gitmişti bu ya? “Rüzgar doğduğundan beri zaten abim, eski abim değil. Değişik, korumacı, daha düzgün bir adam olduğu için gece evden pek çıkmıyor.”
Isırdığım lokmayı çiğnerken bir dakika geçirmiş olabilirdim.
“Sen çıkıyor musun ki?” diye sorduktan sonra bardağı elime alıp kafama diktim.
Cevap vermedi. “Turşusu güzel değil ama,” dedi gayet sakin bir şekilde. “Niye, bilmiyorum. Ben turşu sevmiyor da olabilirim.”
“Gayet güzel,” diye çıkıştım sert ve soğuk bir sesle. “Sana öyle geliyor, hastasın ya.” Dürümü tabağa bırakıp arkama yaslandım.
Başını hafifçe kaldırıp yorgun gözleriyle tuhaf bir bakış atarken de muhtemelen sesimdeki soğukluk yüzünden yanlış bir şey söyleyip söylemediğini düşünüyordu.
Önce dürüme sonra bana baktıktan sonra “Emniyetteyken biz buradan dürüm söylüyoruz, oradakiler çok seviyor,” dedi. “Hatta bir kez Mir Beyaz’la birlikte yedik.”
Gülümsememin arasında “İyi,” dedim. Sonra da dürümü elime alıp koca bir ısırık aldım.
Ben gerçekten normal değildim.
“Abim,” dedi, lokmasını yuttuktan sonra. “Akşam bana gelmiyor, demek istedim. Eskisi kadar gelmiyor yani, yalan yok. Genelde ben Rüzgar’ı görmeye gidiyorum, o da ne kadar olabilirse.”
Rüzgar’dan bahsettiği an “Sence de çok erken konuşmaya başlamadı mı? Bence çok zeki bir çocuk,” diyerek içimdekileri dökmeye başladım. “Bana ‘Miya’ diyor mesela…”
“Bana bir şey demiyor,” derkenki ses tonu öylesine komik gelmişti ki boşluğuma geldiğinden ötürü elimle yüzümü kapatarak sessizce gülmeye başlamıştım. “Ama yakında ‘amca’ demeye de başlar. Bana çekmiş,” dediğinde elimi yüzümden çekip gözlerimi kısarak yüzüne baktım. “Ben de erken konuşmaya başlamışım.”
“Pardon da,” diyerek kendimi işaret ettim. “Ben on aylıkken dört kelimelik cümle kurmuşum.”
Dalga geçer gibi “Bir sene sonra da dilekçe yazmayı öğrendin herhalde,” deyince bozularak gözlerimi devirdim. “Sadece gözlerinizin yeşil olması gibi bir benzerliğiniz var sizin. Erkek sonuçta. Bana benziyor işte.”
Ağzım beş karış açık kaldı. “Erkek olması sana benzeyeceği anlamına mı geliyor? Birine benzeyecekse dayısına benzer, Koray’a. Koray bebekken aynı Rüzgar gibiydi.”
“Saçları kıvırcık,” dedi itiraz ederek. “Bizim tarafa benziyor.”
Dağılmış saçlarını incelerken “Senin saçların kıvırcık değil,” dedim ve dürümden koca bir ısırık aldım. Sinirden yemeye başladığım bir ana merhaba, dedim yani.
“Bizim tarafa dedim. Abimin saçları kıvırcık, hem ben işim dolayısıyla her gün şekil verdiğim için böyle. Benimki de kıvırcığa daha yakın.”
Oflayarak “Burnu benziyor sadece,” dediğimde söylediğim cümleyi pek dikkate almadığını belirterek başını salladı. “Ayrıca bütün hareketleri aynı ben…” Dürümü tabağa bırakıp tek tek saymaya başladım: “Konuşmaya erken başladı mesela. Ağlarken…” dedikten sonra duraksadım.
Varan Alp, cümlemin devamını getiremeyince “Gözyaşları akıyor falan… Bir de ağlarken gözleri yeşil, o kısmı benziyor olabilir,” diye dalga geçti benimle.
“Kötüsün,” deyip tekrardan arkama yaslandım. “Bizim tarafa daha çok benziyor, gözleri de yeşil zaten.”
“Gözlerinin yeşil olması dışında hiçbir benzerliğin yok benim yeğenimle.”
Artık sadece sinirleniyordum. “Benim de yeğenim ya hani,” dedim hatırlatmak ister gibi. “Teyzesi oluyorum falan, hani, ablam doğurdu.”
Yorgun gözlerini kıstıktan sonra dürümünü tabağa bıraktı ve bir kez öksürdü. “Ben daha fazla yersem kusacağım.” Midesini tuttu.
Tam da beklediğim gibi, dümdüz hastaydı işte bu adam.
“Hastasın sen.”
Kaşları gevşedi, “Yok iyiyim,” dedi geçiştirir gibi. Ama içten içe canının yandığının farkındaydım, çok halsizdi ve belli etmek istemiyordu. “Ağrı kesici içerim bir tane, doydum zaten.” Ayağa kalkıp tezgâhın yamacına yürüdü, sonra da ağrı kesici içti.
“O zaman ben gideyim, sen de uyursun,” dedim ki daha fazla ayakta durmak zorunda kalmasın.
Masanın üstündeki peçetelikten kendime peçete çıkardım, sonra da dudağımın kenarını sildim. Yavaş yavaş toparlanırken bir yandan da gözüm Varan Alp’in üstündeydi. Az önce de sesi kötü geliyordu, benimle konuşurken çok hâlsizdi ve soğuk davranacak kadar zinde bile değildi belli ki. Zaten ağrı kesici içmesinin hemen ardından sandalyeye oturup sadece masaya bakması bile beni endişelendirmek için yetmişti.
Göz altındaki kızarıklığı işaret ederek “Dün uyuyamadın mı?” diye sordum, sonra da yarım ağız güldüm. “Gözlerinin altı kıpkırmızı.”
“Ziva’yı veterinere götürdüm, eve geldiğimde de saat iki falandı.”
Artık konuşamayacak kadar yorgun olduğunu düşününce üzülerek onu incelemeye devam ettim.
Çantam hemen sandalyenin arkasında, yerdeydi ama almak için eğilmedim ve tekrardan sandalyeye oturdum. Durumu gittikçe kötüleşiyor gibi hissediyordum.
“Acaba kendini de hastaneye mi götürsen Varan Alp? Her an bayılacakmışsın gibi hissediyorum.”
Yüzünü bana doğru kaldırıp kıstığı gözleriyle gözlerimi buluşturdu. “Hastaneye gerek yok. O kadar da kötü değilim, hâlsizim sadece.” Birkaç saniye sustuk. “Sen gidebilirsin istersen.”
Başını tekrardan masaya doğru çevirdi, daha doğrusu başı masaya doğru eğiliyordu her çevirdiğinde. Midesi mi bulanıyordu, ki az önce öyle söylemişti. Acaba bir şey içse iyi gelir miydi?
Tek başımayken bir iki kez hasta olmuştum ve o günleri düşününce pek dahiyane olmayan bir fikirle heyecanla doğrulmuştum.
“Ben en son hasta olduğumda,” dedim heyecanla. “Kendime ıhlamur kaynatmıştım, çok iyi gelmişti.” Dahiyane bir fikir olarak sunduğum sıradan fikre hiçbir tepki vermedi. “Hatta sen git, git, uzan. Ben sana yaparım.”
“O kadar kötü değilim ve gerek yok, sağ ol.”
Oflayarak “Kalkar mısın?” diye bağırdığımda bu kadar çıkışmamı beklemediği için şaşırarak yüzüme doğru bakmaya başladı. “Yalanın da böylesi ya! Salona gider misin?”
“Sakin ol,” diyerek ağır ağır ayağa kalktı. “Tamam, gidiyorum.”
Yürürken bile kapının pervazına tutunmuştu ve hâlâ hasta olmadığını iddia ediyordu. Sinirlenmiştim!
Masanın üstünde duran tabakları kaldırdıktan sonra iki kulplu bardak çıkarıp tezgâhın üstüne bıraktım. Su ısıtıcısında su kaynatırken diğer yandan da evde meyve ya da ıhlamur, ne varsa çıkarıp tezgâhın üstüne koydum. Ihlamuru kaynatırken içine meyve de kesip attım, sonra da biraz bekledim. İçeriden ses seda yoktu. Ne Varan Alp’in sesi geliyordu ne de Ziva’nın.
Burada kalmam ne kadar doğruydu ya da ne kadar yanlıştı, düşünecek durumda değildim. Sadece hasta bir insanı evde yalnız bırakmak istemiyordum, özellikle yalnız yaşadığım son dokuz on aydır iki kez ayağa kalkamayacak kadar hasta olmuştum ve hastaneye giderken bile kendimi o kadar yalnız hissetmiştim ki… Yalnız yaşamanın en kötü noktası buydu, emindim. Empati kurmuştum işte.
Kendime de ona da kaynattığım karışımı doldurup içeriye götürdüm ama salona girdiğimde gördüğüm manzara, başını koltuğun kol kısmına yaslayıp uyuyakalan Varan Alp’ten ve ilerideki koltuğa yayılmış Ziva’dan ibaretti.
Ihlamurları orta sehpaya bıraktıktan sonra çok tuhaf hissettim çünkü onu bu şekilde uyurken terk etmiştim, şimdi tekrardan aynı sahnenin içindeymiş ama farklı bir karar vermiş gibi hissettiğimden içimdeki garip heyecana ya da gerginliğe engel olamamıştım.
Huzursuz bir nefes verdikten sonra da sinirlenerek birkaç kez uyarırcasına öksürdüm, tabii ki hemen gözünü açıp başını kaldırdı ve nerede olduğunu anlayamadı.
Ziva asla uyanmamıştı.
“Bunu iç, öyle uyu bari…” deyip bardağı ona doğru uzattım.
“Teşekkür ederim.”
Zar zor içtiği ve her içtiğinde de zar zor içtiğini belli ettiği bakışlarından anladığım, gerçekten kötü durumda oluşuydu. Daha birkaç yudum içmişti ama hemen bardağı bırakmak, muhtemelen de yatıp uzanmak istiyordu.
“Bitireceksin,” dedim ve onu izlemeye başladım.
Korku dolu bir bakış atarken “Midem bulanıyor,” dedi çaresiz bir sesle. “Yarısını içeyim.”
“Hayır,” dedim tok bir sesle. “Bitirmezsen zorla içiririm.”
Gözlerini gözlerimden ayırdıktan sonra bardağa doğru korku dolu bir bakış attı. Elinde tuttuğu cismin bardak olduğunu umarım algılayabilirdi aksi takdirde elinde canlı bomba tuttuğunu zannettiğini düşünebilirdim.
“Çok sıcak, biraz beklesin,” deyince asıl derdinin bardakta değil de içindeki sıcak içecekten ötürü türediğini fark ettim. “Ben çok sıcakken içemiyorum ya hani,” dedi hatırlatmak ister gibi. “Biraz beklesin, sonra içerim.”
Bardağı orta sehpaya bırakmak için doğrulurken “Onu sıcakken içmezsen yemin ederim ki ambulansı ararım,” dedim sinirlenerek.
Aynı korkulu gözlerle bana dönüp “Midem bulanıyor,” dedi çaresizce.
“İç!”
Sanırım biraz tuhaf bir durumda olduğum için nasıl davranacağımı kestiremiyordum. O da aynı şekilde.
“Çok sıcak,” diyerek tekrardan itiraz etti.
“Çok sıcakken içmen gerekiyor zaten Varan Alp. Ihlamuru ben boşuna mı kaynattım?” diye bir anda söylenmeye başladım. “Hayır yani, sıcakken içmezsen ne anlamı kalır ki? Sıcak içeceksin ki hastayken daha iyi olasın! Mantıken!” Kendime doldurduğum ıhlamuru sehpanın üstünden aldıktan sonra koklamaya başladım. “Bundan iyisini de sana kimse yapamaz bu arada.” Bir yudum alınca tadının gerçekten güzel olduğunu fark ettim. “Bu ne naz ya? Sıcak içecek içemiyor, beyefendi.”
Zorla yutkunduktan sonra o da bardağı dudaklarına götürdü ve içmeye başladı. Her içtiğinde yüzünü buruşturuyordu.
“Değişik bir şey mi var bunun içinde?” dedikten sonra bir yudum daha aldı.
Artık sinirden kahkaha atmaya başlamıştım. “Evet, var.” Kendi bardağımı orta sehpaya bıraktım. “İçine karabiber koydum, bol bol.”
Varan Alp, bu dediğimden sonra yüzünü buruşturup bardağını orta sehpaya bıraktı. Bir süre sadece zemine baktı, ardından “Midem bulanırken o şeyin adını söylememen gerektiğini bilmiyor musun?” diye sordu hafif bir sinirle. “Senin derdin ne benimle? Öldürmeye mi çalışıyorsun beni?” Birkaç kez öksürdükten sonra başını tuttu.
“Seni öldürmek istesem bunu geçen sene denerdim,” dediken sonra elimi alnına doğru götürdüm. Büyük bir şokla ayağa kalkıp “Ateşin de var!” deyince başını olumsuz anlamda salladı.
“Senin elin buz gibi.”
Gözlerimi devirerek “Alnına ıslak bir havlu mu şey yapsam?” deyip koşa koşa banyoya ilerledim.
Küçük bir havlu bulur bulmaz ıslattım ve lavaboya doğru sıktım. Sonra da Varan Alp’in yanına gidip arkasından kuyusunu kazar gibi ensesine havluyu bastırdım.
Kendisini aniden geriye çekerek “Miray ne yapıyorsun?” diye sordu ama bunu sorarken bile gözlerini gözlerimle buluşturamamıştı.
“Ya hastaneye gideceksin ya da ben ne yaparsam kabul edeceksin Varan Alp,” dedikten sonra havluyu alnına bıraktım. “Ateşin var, ayyaş gibisin ve hasta olmadığını iddia ediyorsun. Bir de yetmiyormuş gibi miden bulanıyor!”
“Senin yüzünden oldu o,” dedi ters bir sesle.
Hayret edercesine omuzumu silkip “Ben sana iyilik yapıyorum,” dediğimde dudakları iki yana kıvrıldı. Benimle alay ediyordu muhtemelen. Havluyu alnından çekip bu kez boynuna bıraktığımda az önceki tepkiyi vermedi ama yüzünü buruşturdu. “Sen de benimle anca dalga geç.”
“Tamam, biraz daha bağırma bak…” Zar zor kaldırdığı ellerine döndüğümde işaret parmağıyla Ziva’yı işaret ettiğini fark ettim. “Sesin ayyuka çıktı, hayvancağızın ödü koptu.”
Onu taklit edercesine yüzümü buruşturup “Sen de iç o zaman şunu,” deyip bardağı tekrardan eline tutuşturdum. “Hadi.” Kollarımı göğsümde bağladım.
“Çocukmuşum gibi davranma, iyiyim,” dedikten sonra bir yudum aldı ıhlamurdan. Yüzünü buruşturdu. “Çok limon koymuşsun.”
“Hadi canım…” Sırıttım. “Neden limon koydum acaba? Bir düşüneyim… İyi geleceği için olabilir mi Varan Alp? Ya sen ne değer bilmez bir adam çıktın ya! Şunu ağır aksak içme, çabuk iç!”
Söylediğimi yapıp bardağın yarısından fazlasını bitirdi ama bir yandan da ölümcül bakışlar atarak bakışlarını üstümden eksik etmedi. Boynunda duran havluyla ve içtiği ıhlamurla pek zararsız görünürken ne kadar katı yürekli olduğunu anlatmama gerek yoktu herhalde…
İşte, insanlar göründüğü gibi olmuyordu.
“Bu kadar yeter mi?” Kusuyormuş gibi öksürdü iki kez. “Daha fazla içemeyeceğim.”
“İçeceksin,” dedikten sonra şeytani bir gülümsemeyle koltuğa yaslandım.
Bakışları bir anda değişti ve az önce kıstığı masum gözlerinin yerini başka bir bakış aldı. Daha dikkatli, daha güçlü bir bakış… Pek anlayamamıştım.
“İki öksürdük diye ortalığı birbirine kattın,” dedi kısık bir sesle.
Söylediği cümleyi düşünürken göz temasımızı kesmedim. “Geldiğimden beri yedi kez öksürdün,” dedim çokbilmiş bir şekilde. “Ayrıca hastaneye gitseydin ortalığı birbirine katmazdım, ayrıca ortalığı da birbirine katmadım. Abartıyorsun.”
Ihlamuru iki saniye içinde bitirip boş kalan bardağı orta sehpaya bıraktı, sonra da arkasına yaslandı. “Ara ara böyle olurum, ertesi gün geçer,” dedi pek gür olmayan bir sesle. Daha çok dertleşiyormuş gibiydi. “Son on beş senem yalnız geçtiği için alışığım.”
“Yalnız kalmak pek de kötü değil, amma duyar kastın,” dedim abartmaması için.
Başını hızlıca bana döndürüp “Sen çok memnundun herhalde,” deyince başımla onayladım. “Ankara’nın ayazına da öyle herkes alışık değildir, kaç kere hasta oldun?”
“İki kez hasta oldum, ikisi de şubat ayının içinde gerçekleşti,” deyip sessizce güldüm. “Ama ben hastaneye gittim, benim canım kıymetli,” diyerek sorumsuzluğunu yüzüne vurdum. “Bir iki günde iyileşmek varken beş altı gün halsizlik çekmeye ne gerek var ya?”
Bana dönüp söylediği ilk cümle, “Senin hazırladığın ıhlamur kadar iyi gelemezdi oradaki hiçbir iğne ya da yazdıkları hiçbir ilaç,” olmuştu.
Yüzümü hemen başka bir tarafa çevirdim ve heyecanlandığımı belli etmemek için “Bence de,” dedim. “O zaman,” diyerek başımı ona doğru çevirdim. Boynundaki havluyu elime aldıktan sonra ayaklanıp ileriyi işaret ettim. “Ben şunu ıslatıp tekrar getireyim, sonra çıkayım. Kötü olursan eğer hastaneye git, tamam mı? Ya da Erkin’i ararsın, o seni götürür.”
Banyoya geçene kadar saydığım cümlelerin hiçbirine cevap vermedi. Ayrıca resmen ondan kaçar gibi banyoya girmiştim! Ne oluyordu bana ya?
Sesli bir nefes vererek aynadan kendime bakınca yanaklarımın kızardığını fark ettim. “Allah’ım ben acaba otuz yaş sendromu mu yaşıyorum?” diyerek yukarı bakmaya başladım istemsizce. Sonra da el mahkûm, küçük havluyu iyice ıslatıp tekrardan sıktım.
Mecbur, yanına gitmek zorundaydım.
Salona girdiğimde sağ elinde tuttuğu telefonuna baktığını fark ettim ve rahat bir nefes verdim. Havluyu alnına nasıl koyacaktım şimdi? Yine geçen seferki gibi kendisine gelsin diye ensesine şap diye atsa mıydım? Yok ya…
Kendisine gelmişti zaten.
Telefonundan kaldırdığı başını bana doğru çevirip “Abimler, ablamın yanına mı gittiler yoksa annenlere mi?” diye sordu.
“İkisine de,” dedikten sonra mecburen ona doğru eğilip havluyu alnına bastırdım.
“Niye hafta sonu gitmemişler ki?”
“Bilmem.”
Koltuğun üstüne duran çantama doğru eğilip telefonumu elime aldım, o sırada Varan Alp de “Böyle saçma sapan huyları var onların, canları sıkıldığında gidiyorlar,” diyerek küçük bir isyanda bulundu.
Telefonumu çantamdan çıkardığım an çalmaya başlayınca Varan Alp de başını hızlıca bana doğru çevirmişti. Arayan kişinin numarası görünmüyordu.
“Eskiden olsa,” dedim sırıtarak. “Behzat ve İlkhan’ın aradığını düşünürdüm de…”
“Bilinmeyen numara mı arıyor?” diye sorunca başımla onayladım. “Açma. Dolandırıcıdır.”
“Şansa bak ki benim yanımda da savcı var.” Sırf meraktan telefonu açıp hoparlöre verdim. “Alo?” dedim keyifli bir sesle.
“Miray.” Bu ses, aniden kaşlarımın çatılmasına sebep oldu. Aylar öncesinde bıraktığımı zannettiğim o tuhaf, korku hissi tekrardan vücuduma doldu ve gözlerimi belerterek Varan Alp’e döndüm. “Bizi özledin mi?”
İkimiz de sessiz kaldık.
Neydi bu şimdi? İlkhan mıydı?
“Bak, sana birinin selamı var.”
Bir anlığına beynime kan gitmedi, dişlerimi sıktım ekrana bakakaldım.
“Miray!” diyen tanıdık sesten sonra telefonu koltuğun üstüne bırakıp yüzümü ellerimin arasına aldım. “Sakın bu şerefsizleri dinleme, sakın!”
Telefondan yükselen öfkeli ses, Mir Beyaz’a aitti.
“O zaman… Ne diyorduk?” Ellerimi serbest bıraktıktan sonra doğrulup Varan Alp’e doğru döndüğümde en az benim kadar şaşkın olduğunu fark ettim. “Geri sayım başlasın! Eylülün on yedisine… Son…” Telefondan yükselen havai fişek sesleri yüzünden gözlerimi yumdum ve titrek bir nefes verdim. “On yedi gün!”
-
INSTAGRAM - esmatonguc
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 44.09k Okunma |
2.92k Oy |
0 Takip |
46 Bölümlü Kitap |