
Bu kitapta geçen kişi ve kurumların tümü hayal ürünüdür.
ON YEDİ EYLÜL (III)
41. BÖLÜM: “KÖR KURŞUN”
⚖️
“Her vedada bir feda vardır.”
Varan Alp’in arabasında geçen yaklaşık beş dakikadan sonra neredeyse hiç konuşmadığımızı yeni yeni anımsıyordum çünkü aklım tamamıyla Mir Beyaz’daydı. Mayışıp uyumama ramak kala başımı hafifçe Varan Alp’e doğru çevirdim; o da dünden daha iyi görünüyordu, hastalığını atlatmış gibiydi. Ne diyeceğimi bilemeyerek en son doğruldum ve bu sabah emniyette yaşanan tatsızlığı, Varan Alp’in babasının yüz ifadesini ve Ümit Haldun İnal’ın yüzsüzlüğünü konuşmak için dudaklarımı araladım.
Fakat sustum çünkü aklıma bir şey geldi.
Acaba Varan Alp’in babasından rica etseydim duruşmada tanık olarak çıkar mıydı? Mahkeme heyetinin, tanıklığını en çok önemseyeceği kişi Beyhan Çakmak olurdu çünkü o eski hakimdi… Yangın dolayısıyla açılıp kısa bir süre sonra kapanan 17 Eylül davasına en çok hâkim olanın Beyhan Çakmak olduğu, mesleği dolayısıyla pek aşikârdı.
Söyleyeceğim cümleden vazgeçip önüme döndüğümde, Varan Alp’in telefonu arabanın içinde çok yüksek bir sesle çalmaya başladı. Ekranda çıkan aramada, Kamil Savcı’nın ismi yer alıyordu.
Bir gelişme olduğunu düşünüp heyecanla doğruldum, Varan Alp de aramayı yanıtladı.
“Efendim savcım?”
Kamil Savcı’nın sıkıntılı sesi arabada ne yazık ki şu şekilde yankılanmıştı: “Varan Alp, haberler iyi değil… 17 Eylül doğumlu Lerzan Elif Kuşçu’yu maskeli bir şahıs silahla alıkoymaya yeltenmiş.” Korkuyla tekrardan doğrulduğumda Varan Alp arabayı durdurmuştu; kaldırımın yamacındaydık. “Şüpheli şahıs Erkin Savcı tarafından kovalanmış ancak onu atlatmayı başarmış, dahası Erkin Savcı şimdi şahsın arabası olarak tahmin edilen gri bir araç tespit etmiş ve takip ediyor.”
“Savcım ne diyorsun?” Varan Alp’in şaşkınca söylediği bu cümleden sonra ne diyeceğimi şaşırdığım için bir süre daha sessiz kaldım. “Hâlâ takipte mi?”
“Emniyete canlı konum bildirildi, gerekli yerlere memur arkadaşları yerleştirdik. Yakalanacaklar gibi duruyor savcım, sen de bir gel istersen.”
Varan Alp yüzünü bana doğru çevirince başımla onayladım. “Gidelim,” dedim büyük bir stresle.
“Tamam, geliyorum,” diyen Varan Alp aramayı sonlandırıp bana doğru döndü. “Seni bugün aramadı o, değil mi?”
Kimden bahsettiğini pek anlayamadığım için “İlkhan mı?” diye sordum. Başıyla söylediğimi onaylayınca sinirle “Aramadı,” dedim.
“Muhtemelen hepimizi bir araya toplayıp öldürmek gibi bir amacı var.” Varan Alp arabayı hareketlendirince vücudum biraz sallandı, o sırada da söylediği cümleyi düşündüm.
Yoldaki trafiğe göz atarken “Koray’ın duruşmasına kadar da beni ortadan yok etmenin peşindedir kesin…” dedim sessizce ama sesim duyulmuştu. Aklıma bugünün tarihi geldi. Birkaç saate eylüle girecektik. “Hepimizi tek tek toplamak niyetinde.”
Varan Alp’in sıkıntılı nefesini duyduktan hemen sonra gözlerimi yola çevirip neler yapabileceğimi düşündüm.
Elif’i de kaçırmaya yeltendiklerini duyduğum andan beri canım epey sıkılmıştı.
YAZARIN ANLATIMIYLA
Elif’in korkulu yüz ifadesi ve alıp verdiği sayısız nefeslerle geçen araba yolculuğu, daha tehlikeli bir hale gelmişti çünkü gri araç ve içindeki her kimse, Erkin Savcı’nın onu takip ettiğini fark etmişti.
“Sen eğil,” diyen Erkin, kaybedeceği canına bile razıydı. “Eğilsene!” diye tekrarladı Erkin, Elif eğilemeyince.
Elif istemeyerek de olsa biraz eğildi ve titreyen ellerini yumruk hâline getirdi. “Bari beni yolda bir yerde bıraksaydın.” Sertçe yutkundu. “Hiç olmazsa korkudan ölmezdim.” Yüksek adrenalin kalbine pek iyi gelmemişti Elif’in. “Çünkü birazdan öleceğim.”
“Böyle korkarak hayat yaşanmaz,” diyen Erkin, hızını biraz daha artırdı. Setlerin üstünden geçerken bile yavaşlamıyordu, şerit değiştirirken sinyal vermiyordu, her şeyi göze almıştı. “Ayrıca bana lazımsın, kendine gel.”
Elif’in gözleri fal taşı gibi açıldı. “Ben mi?” diye sordu hayretle. “Sana nasıl bir yardımım dokunabilir? Doktorum ben! Polis değilim!”
“Bana en çok korkmayarak yardım edebilirsin,” diyen Erkin, gri aracı gözden kaybedince hızını biraz daha artırdı.
Elif, arabanın hızı her arttığında dudaklarını ısırarak ağlamasını daha şiddetli bir hale getiriyordu. Kendisini kontrol edememeye başlamıştı, gerçi düşündü de o zaten kendisini pek kontrol edemiyordu.
“Onları ne zamana kadar takip edeceğiz?” diye sordu Elif, yine ağlamaklı bir sesle.
“Durdukları ana kadar,” diye yanıtladı Erkin, büyük bir sinirle.
Elif’in tek düşündüğü, ona zarar gelirse kahrolacak annesi ve uğruna senelerini heba ettiği mesleğiydi. Sırf bu yüzden, korkunun ecele faydası olmayacağından, gözleriyle trafiği kontrol etti ve “Tamam,” dedi biraz daha doğrularak. “Ne yapmam lazım?”
Erkin göz ucuyla Elif’e baktıktan sonra “Ara sokaklara giriyor,” dedi ve tıpkı takip ettiği gri araç gibi direksiyonu sağa kırdı. “Zaten Mir Beyaz için arama çalışmalarını bu bölgede sınırlı tutmuştuk, onlar da bu bölgeye giriyor.”
“Seni fark ettiler mi?” diye sordu Elif, az ilerideki gri araca bakarken.
“Yüksek ihtimalle evet.”
“O zaman her an ateş edebilirler.” Tekrardan eğilip eğilmemek konusunda kararsız kaldı. “Şimdi ben eğileyim mi yoksa eğilmeyeyim mi?”
Erkin hızını biraz daha artırıp “Eğer ölmek istemiyorsan eğil,” dedi gayet sakin bir sesle.
Elif’in gözleri bir süre kapanmadı, açık bir şekilde bir yola bir Erkin’e bakarken karşılarına çıkan kamyonetten sonra tiz bir çığlıkla tutunmaya çalıştı. Erkin, karşısına çıkan kamyonete içinden büyük bir küfür savururken diğer yandan da aniden frene bastı.
“Ulan!” dedi Erkin öfkeyle kornaya basarak. “Çekil, çekil!” Kamyonetin şoförü iyice önlerine geçtiğinden ve neredeyse kaza yapacaklarından ötürü dehşet bir ifadeyle kalakalmıştı. “Yahu çekilsene kardeşim!”
Elif, elini kalbine götürdükten sonra bildiği bütün ayetleri okumaya başladı.
Erkin birkaç kez daha kornaya basıp “Hey!” diye bağırdı. Sonunda camdan kafasını çıkardı ve “Kardeşim yolun ortasından çekilsene! Önümü kapatıyorsun, takipteyim!” diye çok daha yüksek bir sesle deyim yerindeyse otobanı inletmişti.
Kamyonetin şoförü hem şaşkın hem de korkulu bir şekilde “Benim yüzümden mi oldu? Sen bu yolda kaç hızla geldiğini biliyor musun, ha?” diye karşı çıktı ve kamyonetinden indi.
Erkin öfkesinden cinnet geçirmek üzereydi.
“Yağmurdan kaçarken doluya tutulduk,” diyen Elif, elini kalbinden indirip kamyonetten inen kalıplı esmer adama bakakaldı. Erkin’in aracının farlarından yansıyan ışık kadar aydınlatma vardı bu yolda, iyice değişik bir yerdi burası, diye düşünüp daha da korktu.
Erkin araçtan inip “Ulan ben sana ne diyorum vatandaş? Duymuyor musun beni?” dedikten sonra elini havaya kaldırarak kamyoneti işaret etti. “Önümden çekil, takipteyim!”
Kamyonet şoförü “Sen bu yolda bu kadar hızlı nasıl gidersin? Hesap ver önce! Ya sizin ölümünüze sebep olaydım da hapse gireydim? Ha?” diye sorunca Erkin, burnundan soludu.
Kamyonet şoförüne yaklaşan adımları, tehdit içerikli bir cümlenin her harfi gibiydi. “Eğer geriye doğru gidip yolu bana açmazsan işte o zaman hapse girersin, haberin olsun!” diye uyardı adamı.
“Allah Allah,” dedi karşısındaki adam da dalgaya vurarak. “Yolun ortasında durmak ne zaman suç olmuş?”
Erkin, sağ eliyle yüzünü ovduktan sonra “Bana bak vatandaş, araca bin ve yok ol,” dedi. Elini ceketinin cebine sokup cüzdanını çıkardı ve her ne kadar şu an istemiyor olsa bile yapmaktan pek zevk aldığı o hareketi sonunda yaptı: “Cumhuriyet Savcısı.” Cüzdanındaki savcı kimliğini gösterir göstermez geri çekti. “Hadi, yallah şimdi. Takipteyim diyorum, hâlâ değişik değişik konuşuyorsun!”
Kamyonet şoförü bir iki saniyeliğine donakaldı ve sonunda “Kusura bakmayın,” diyerek koşa koşa aracına doğru ilerledi.
Erkin de sonunda kendi arabasına binip iyice yerleşti. Emniyet kemerini takarken Elif’in donuk bakışlarıyla karşılaştı, iyi olmadığını düşündü ama şu an kendisini düşünecek hâli bile yoktu ki bu kadını düşünsün.
“O aracı bulmam lazım, gözünü dört aç.”
Kamyonet geriye doğru hareket edince Elif, “Adama ne gösterdin?” diye sordu. “Seni döveceğini bile düşündüm.” Sağ eli devamlı emniyet kemerini sıkıyordu Elif’in.
Erkin, arabasını henüz hareketlendirmediği için Elif’e beş on saniye kadar mana veremeyerek bakakaldı. “Ben devletin savcısıyım, bana kimse elini kaldıramaz,” dedikten sonra sinirle önüne döndü ve gaza bastı.
Elif de “Ha pardon, unutmuşum,” dedi dalgınlığına geldiği için. Erkin somurta somurta, hızla ilerlemeye devam etti. “Peki hangi yoldan gideceksin?” diye sordu Elif, ileride ayrılan yolu işaret ederek.
Oflaya oflaya yol ayrımına kadar gelen Erkin, kıstığı gözleriyle bir sağa bir de sola baktı. “Sence?” diye sorduktan sonra bir yandan da telefonunu cebinden çıkararak Mir Beyaz’ın, emniyete telefon açtığında sinyal gelen bölgenin hangi tarafta olduğuna bakıyordu.
Elif de sezgileriyle hareket edip “Bence sol,” dedi ve sakinleştiği için derin bir nefes verdi.
“O zaman sağdan gideyim,” diyen Erkin, telefonu kucağına bırakarak direksiyonu sağa kırdı.
Kaşlarını çatan Elif, daha da hırslanarak “Takip etmeyi pek beceremedin,” diyerek onu sinir etmeye çalıştı. “En iyisi…” diyecekken Erkin onu susturdu:
“En iyisi sen sus.”
Elif gözlerini devirerek yola doğru bakmaya başladı. “Burada zorla tutuluyorum ve konuşmaya hakkım var.” Erkin’e doğru döndü. “Ayrıca savcısın diye bana her istediğini yaptıramazsın.”
“Öyle bir iddiam olmamıştı,” dedi Erkin umursamaz bir tavırla. Diğer yandan da bu kadının kendisiyle flört etmeye çalıştığını düşünmüştü.
Başını hafifçe sağına doğru çevirdikten hemen sonra yola odaklanan Erkin, kısmen Elif’i süzdü. Ardından kısık bir sesle “Ayrıca ne bu korkaklık?” diyerek Elif’in ağzını aramaya çalıştı. “Her şeyden korkuyorsun.”
Elif, Erkin’in cümlesini işittiği andan beri geçmişini düşünüp derin duygularla başını salladı. “Bütün insanlar cesur mu olmak zorunda?” diye sordu sakin ve hüzünlü bir sesle. “Kimsenin geçmişi bir başkasıyla aynı değilken tüm insanları aynı duygu durumu altında birleştiremezsiniz, Sayın Savcı.”
Gözleri yolda fakat aklı Elif’in söylediğinde kalan Erkin, bir süre konuşmamayı tercih etti. Telefonundan arabaya bağladığı yol tarifiyle Ağaçdere yakınlarına doğru aracını büyük bir hızla kullanmaya devam etti.
Elif’in aklı seneler öncesine gittiğinden bir süre o da konuşmamıştı.
“Bana niye sürekli Sayın Savcı diyorsun?” diye soran Erkin, bunu yeni anımsamıştı. “Gerçekten sinir bozucu.”
“Nasıl yani?” diye sordu Elif, düşüncelerinden sıyırılıp Erkin’e döndüğünde. “Savcılara Sayın Savcı denilmiyor mu?”
Erkin, Elif’in sorusunu düşünürken “Yani,” dedi kararsız bir tınıyla. “Genelde savcım, Sayın Savcım… Ama Sayın Savcı bir tık sinir bozucu. Hani, sanki Türkiye’nin değil de atıyorum, Almanya’nın savcısı gibi…” Söylediği cümlenin saçma olduğunu düşünerek kendisinden utandı. “Neyse ya, boş ver.”
Elif ise iki saniye kadar kıkırdadı.
“Ben sana Sayın Savcım, demek istemiyorum çünkü korkutucu ve gıcıksın.” Açıkça söylemişti bunu. Erkin ise pek alınmamıştı çünkü zaten Elif’in ona karşı ne hissettiğinin farkındaydı, tepkisiz kalmıştı. “Ama mesela Kamil Savcı’ya bundan sonra Sayın Savcım, diyeceğim.”
Erkin bir anda bozuldu. “Niye?” diye sordu düz bir sesle. “O ülkenin savcısı da ben değil miyim?”
Kaşları çatılan Elif, “Bu benim hitap şeklim,” diyerek Erkin’e çok anlamadığı durumu açıklamaya çalıştı. “Ayrıca Kamil Savcı için üzüldüm çünkü karısı tam bir değişik.”
“Ne?” dedi Erkin gözlerini belirterek. “Evli miymiş?”
Elif, muhtemelen hüzünlü ve gergin olduğundan hâlâ yolculukta olduğunu unutup bir de Erkin’le beraber olduğunu büyük bir ihmal yaparak atlamış, üstüne bir de dedikodu mu yapmıştı?
Kendisinden utanarak “Ne saçmalıyorum ben acaba?” diye fısıldayan Elif’in sesi mübalağa ve hüzün doluydu.
Erkin ise bunu neden merak ettiğini düşünüp kendisine kızmıştı. Bu kadın iki dakika önce susmasını istediği biriyken şimdi onunla sohbet edesi mi tutmuştu? Bu nasıl bir tutarsızlıktı?
İkisi de bir süre kendisine kızıp yoldaki ağaçlara baktılar, tabii Erkin daha çok kaza yapmamak için cebelleşip aracını hızlı kullanıyordu.
Yaklaşık on dakika sonra Erkin, bir yerleşim alanına geldiğini fark edip oflayarak aracı kaldırımın yakınlarına park etti. Araba durduğu an Elif, nerede olduklarını anlamayarak bakınıp durdu; Erkin’e doğru başını çevirir çevirmez onun da neden burada durduklarını anlamayarak dümdüz etrafa baktığını fark etti, ilk defa da soru sormaya çekindi çünkü çenesi çok düşmüştü.
Erkin bıkkın bir nefes vererek kısık gözlerini Elif’in gözleriyle buluşturduğunda Elif, bakışlarını kaçırıp önüne döndü.
“O gerzek kamyon şoförü yolun ortasında durmasaydı,” dedi Erkin, hafifçe direksiyona vurarak. Elif başını geriye doğru hareket ettirip kendisini arabanın koltuğuna iyice yasladı. “İllaki yakalayacaktım ben o şerefsizi…”
Telefonunu eline alan Erkin, Varan Alp’in numarasını tuşlayarak telefonu kulağına götürdü.
“Erkin?” diyen Varan Alp’in sesi telaşlı geldiğinden Kamil Savcı’nın ona direkt meseleyi anlattığından emin olmuştu. “Meseleyi tam anlamadım. Sen neden doktorlasın?”
Erkin bu soruya hazırlıksız yakalanınca bir süre duraksadı ve telefondan ses gelmediğine emin olmak için gözlerini Elif’e doğru çevirdi. Elif, donuk bir biçimde sadece torpidonun olduğu noktaya bakıyordu.
“Ya şey,” dedi Erkin de sinirlenerek. Daha sonra arabadan indi, ardından kapıyı kapattı. Kaldırımın üstüne çıktıktan sonra “Bırak şimdi doktoru,” dedi geçiştirerek. “Lacivert bir maske takmıştı kovaladığım kişi. Miray’a sorsana, onu kaçırdıklarında yüzünde bir maske olduğunu söylemişti… O hangi renkti, nasıldı? Sorar mısın?”
Varan Alp iki kez öksürdükten sonra “Yanımda olduğunu nereden biliyorsun?” diye sordu ölümcül bir sesle.
Erkin de “Tahmin ettim, emniyetteydiniz ya en son,” dedi sertçe. “Yahu sorsana!”
Miray’ın tok sesi Erkin’in kulağına “Siyahtı o maske, simsiyah. Başka bir detayı da yoktu açıkçası. Dümdüz, siyah bir maskeydi,” diye yayıldı.
Erkin, “Tamam,” diyerek bu kadar yolu boşuna mı geldi, diye düşündü. “Of gerzeğin teki yolun ortasında önümü kesti, kamyonet…” diyerek kaldırımın üstündeki küçük taşa bir tekme savurdu. “Zaten böyle kritik noktalarda delinin teki gelir, savcının önünü keser, savcı da takibi bırakmak zorunda kalır. Başlayacağım böyle işin…”
“Arabayı kaçırdın mı?” diye sordu Varan Alp sinirle.
“Kaçırmadım!” diye hiddetle cevapladı Erkin. Öfkeden telefonu yere fırlatacaktı. “Kamyon çıktı önüme, hızlı gittiğim için de az kalsın kaza yapıyordum! Sen de Varan Alp,” dedi, onu görmemesine rağmen işaret parmağını havada sallayarak. “İyi misin, bir şey oldu mu, zarar geldi mi?.. Diye soracağın yerde sorduğun soruya bak! Davanın savcısı değilim, takip etme zahmetinde bulunmuşum, değil mi?”
Varan Alp’in bıkkın sesi “Tamam, geliyoruz biz de oraya. Ararız her yeri. Aracı buluruz,” diye çıkınca Erkin, telefonu kulağından çekip yüzüne kapattı.
“Zaten beni merak etse şaşarım…” diye fısıldaya fısıldaya etrafına bakındı bir süre. Araçların rengine ve plakasına kadar incelerken diğer yandan da kendisine kızmıştı. Açıkçası o kamyonet önünü kesmese şimdi katili ya da yandaşını enseleyebileceğinin farkındaydı ve bu kadar yaklaşmışken başaramamak, onu fazlaca öfkelendirmişti.
Erkin, ileride bir bakkal görünce gözlerini kısarak etraftaki insanlara kısaca göz attı. Hemen birkaç metre yanında bir bina vardı, onun arkasında da toz toprak denilebilecek bir alan. Durduğu yer ise parkın yanıydı ancak park boş ve ıssız görünüyordu.
Cıklayarak arkasını döndü ve arabasına doğru yürüdü; en iyisi ekipleri beklemekti.
Kapıyı açıp arabaya binerken “Biraz bekleyeceğiz,” dedi Elif’e açıklama yaparak. Başını sağa doğru çevirirken “Ekiplerin gelmes…” deyip duraksadı.
Yan koltuk boştu, Elif yoktu.
Kaşları çatılan Erkin, aracın arka koltuğuna doğru baktıktan hemen sonra fısıldayarak bir küfür savurdu.
Aracından indi ve direkt “Doktor!” diye seslendi. “Elif Hanım!”
Park hâlinde olan diğer araçları kontrol ederken nasıl ona çaktırmadan araçtan indiğini düşündü, sonra da eli tekrardan telefonunu çıkarmak için cebine gitti ancak bundan vazgeçti. Elif’in numarası onda kayıtlı değildi.
“Te Allah’ım ya… İki dakika sabredemedi.”
Arabasına tekrardan bindi, anahtarı yerleştirip hareket hâline geçti ve bakkala doğru sürmeye başladı. Bir yandan Elif’in neden gittiğini sorgularken diğer yandan da birinin onu alıkoyabilme ihtimalini değerlendiriyordu, bu yüzden bakkala doğru ilerlemişti.
Birkaç saniye içinde aracını bakkalın önüne park eden Erkin, içeriye doğru kısa bir bakış attıktan sonra “Bir bakabilir misiniz?” diye seslendi, bakkalın önünde dikilen adama.
“Buyurun?”
“Şurada,” diyerek ileriyi işaret etti Erkin. “Parkın yanındaki kaldırımda telefon görüşmesi yapıyordum az önce, arkamdaki araçtan birinin indiğini gördünüz mü?”
Erkin’in kısık ve mavi gözlerine bakan adam pek bir şey anlamamıştı. “Ben bir şey görmedim,” dedi bu yüzden de. “Niye? Biri mi kayboldu Allah korusun?”
Birkaç saniye bıkkın nefeslerle etrafı kontrol eden Erkin, araçtan inerken “Kardeşim senin dükkânın kamerası falan var, değil mi?” deyip başını yukarı doğru kaldırdı. Kameraları gördü, sonra da arkasındaki parka dönerek o kısmı ne kadar görüntüleyebileceğini hesap etti. “Sana zahmet bir aç da bakalım.”
Sıkıntı çıkarmadan başını sallayan adam, Erkin’den önce içeriye girip kasanın yanındaki bilgisayara doğru ilerledi.
“Kaç dakika öncesi lazım?” diye sordu adam, Erkin içeriye girer girmez.
“Beş dakika öncesine bak.”
Bakkaldan içeriye giren bir kadın “Pardon,” diyerek önce Erkin’e, sonra da kasada bilgisayarla uğraşan esnafa doğru kısa bir bakış attı. Kolunu havaya kaldırarak “Şuradaki, mavi renkliyi versene,” dedi. Sigaradan bahsetmişti. “Ne kadardı?”
“125 lira abla,” diyen adam, sigarayı kadına teslim etti.
Kadın cüzdanının içinden para çıkarırken “Ah, bunlara da zam gelmeye başladı mı durduramadık ya…” diyerek sohbet etmeye çalıştı. Başını Erkin’e doğru kaldırırken ona alıcı gözle baktığı kesindi. “Siz buralardan mısınız?”
Erkin, saçlarını tamamen sarıya boyayan bu kadının serseri gibi göründüğüne hatta direkt serseri olduğuna emindi. “Değilim,” dedi kısaca.
Kadın cüzdanından iki tane yüzlük çıkarıp “Olsaydınız fark ederdim zaten,” dedi sessizce. Elini uzatan kadın, Erkin’e doğru başını kaldırıp “Memnun oldum,” deyince Erkin de cebinde duran sağ elini çıkarıp kadının elini kısaca sıktı. “Ben pek sigara kullanmam aslında ama canım bazen çok çekiyor. Siz kullanır mısınız?”
Paranın üstünü çıkaran adam “Buyur abla, yetmiş beş lira,” diyerek kadının ellerine bıraktı.
Erkin, az önceki soruyu “Pek tercih etmem,” diye cevaplamıştı.
Sigara paketinin içini açan kadın, Erkin’e bir dal uzattı. “İkramım olsun.”
“Sağ olun,” diye reddeden Erkin, gözlerini kadının üstünden çekip bilgisayara doğru döndü. “Çıktı mı bizim kayıt?”
Reddedildiğini anlayan kadın, ağır ağır “Oldu o zaman, iyi akşamlar size,” diyerek bakkaldan çıkarken tamamen arkasını dönmüştü.
Sıkıntılı bir nefes veren Erkin’in gözü, kadının kolundaki dövmeye ilişirken kayıtlara bakan esnaf “Ooo!” dedi yüksek bir sesle. “Arabanızdan biri almış, götürmüş kadını! Baksanıza!”
Erkin, bir yandan kayıtlara bakarken diğer yandan da kapının önünde sigara içen ve kolunda yıldız simgeli dövme bulunan kadına bakıyordu.
Neler oluyordu burada?
Elif’i nasıl alıkoymuşlardı hemen?
Biri ona kesinlikle oyun oynuyordu.
“Bana bak,” dedi Erkin, adama doğru korkunç bir bakış atarak. “Buraya ekip yollayacağım, bu kaydı kaybedersen senin sonun olurum,” diye sert bir dille emir verdi. “Emniyete teslim edeceksin. Duydun mu?”
Başını sallayan adam hiçbir şey anlamamıştı fakat Erkin’in giyiminden ötürü onun önemli biri olduğunu düşünüp kabullenmişti.
Emin adımlarla bakkaldan ayrılan Erkin, kapının önünde sigara içen kadına doğru başını çevirip “Siz buralı mısınız peki?” diye sordu.
Otuzlu yaşlarda görünen kadın, Erkin’i tekrardan görünce derin bir gülümsemeyle onu baştan aşağı süzmüştü. “Sayılır,” dedikten sonra dumanı Erkin’in olduğu yöne doğru üfledi. Sarı saçlı bu kadının kolundaki dövme, Erkin’i bir hayli işkillendirmişti. Kadın, Erkin’in dalgın bakışlarını fark edince “Mesleğiniz ne?” diye sordu. Tabii, bir yandan da üstündeki takım elbiseye bakarken ceketinin üstündeki Türk bayrağı rozetini fark etmişti. “Savcı mısın yoksa?”
Erkin sert bir bakışla “Hayır,” derken ses tonu pek inandırıcı çıkmamıştı. “Oyuncuyum ben. Siz peki?”
“Ben dövmeciyim,” dedi kadın, iki kez öksürdükten sonra. “Yani… Sizin eliniz yüzünüz pek düzgün, yanlış anlamayın da… Hiç oyuncuya benzemiyorsunuz.” Şüpheli tavrı, Erkin’i daha da sinirlendirmişti.
Bir an önce Elif’i nereye götürdüklerini öğrenmeye çalışan Erkin, “Dövmeleriniz,” diyerek kadının vücudunu işaret etti. Boynunda ve kollarında ona yakın dövme vardı. “Güzelmiş.”
“Beklerim,” diyen kadın, izmariti kaldırımın üstüne atıp ayağıyla ezdi.
Erkin, öfkesine daha fazla hakim olamayacağını anlayınca keskin bir sesle “Şimdi yaptırabiliyor muyuz peki dövme?” diye sorup kadına iyice yaklaştı. “Bu arada adınızı öğrenemedim.” Gülümseyerek aracını işaret etti. “İsterseniz beraber gidelim, tanışmış da oluruz.”
“Hayhay,” diyen kadın, oldukça mutluydu çünkü karşısındaki adam hoş bir beydi. “Adım Sema.”
“Ben de,” dedi Erkin, ne uyduracağını bilemeyerek. Ardından “Kemal!” dedi yüksek bir sesle. Aklına nedense ilk bu isim gelmişti.
“Buyurun.” Havaya kaldırdığı eliyle aracını işaret etti Erkin.
Sema ise hiç sorgulamadan araca doğru ilerleyip yan koltuğa geçti. Erkin, büyük bir öfkeyle telefonunu çıkarıp ekibe haber verdi. Elif’in kaçırıldığını, bulundukları bölgeyi ve senelerdir aramakta oldukları örgütün dövmecisini bulmuş olma ihtimalini kısaca anlattı.
Şoför koltuğuna yerleşen Erkin, aracı çalıştırırken Sema’ya bakmayı ihmal etmedi. Camları kapattı, kapıları kilitledi ve arabayı hareketlendirdi.
“Neredeydi bu dövmeci?”
Sema, yolun karşısını işaret ederken “Şuradan sağ yapacaksınız, ben tarif edeceğim. Yokuş çıkacağız çünkü…” diye açıkladı.
“İyi oldu o zaman araba,” diyen Erkin, yüzünde sahte bir gülümsemeyle sağına doğru kısa bir bakış attı.
“Şuradan çıkacağız.” Kadın, sağdaki yolu işaret edince Erkin, arabayı daha yavaş kullanmaya başladı.
“Torpidoyu açar mısın?” dedi sert bir sesle.
“Açayım,” diyen Sema, elini torpidoya götürürken hiç tereddüt etmemişti.
Torpidoyu açtığı an Erkin elini hızla uzatıp silahını eline aldı. Sema, neye uğradığını şaşırarak başını geriye doğru yaslarken nefesi kesilir gibi olmuştu.
“Bana bak,” dedi Erkin, silahı tutarken. Bir yandan da arabayı oldukça hızlı kullandığı es geçilemezdi. “Tek yanlış hareketinde hapsi boylarsın, tamam mı?”
“Sen kimsin ya?” diye bağırdı kadın, iyice geriye doğru yaslanarak.
Aracı sertçe durduran Erkin, frene bastığında Sema’nın kafası cama çarpmıştı. “Bak şimdi…” Kendisini tamamen Sema’ya doğru çevirdi. “O kolundaki dövmeyi kimler için yapıyorsun, canın tehlikede mi bilemem! Az önce aracımdan kadın kaçırdınız!” diye bağırdığında sesi arabada yankılanmıştı. “Sen de dâhil tüm o örgüt üyelerini tek tek cezaevine tıkarım. Duydun mu? Söyle şimdi! Nereye götürdünüz Elif’i? Söyle!”
Neye uğradığını şaşıran kadın, kolundaki yıldız simgeli dövmeye bakmıştı. “Ne söyleyeyim?” diye sordu titrek bir sesle.
“Nerede saklıyorsunuz onları?”
“Kimi?” diye fısıldadı.
“17 Eylüllüleri!” Silahı Sema’ya doğru doğrulttu Erkin. “Söylesene!”
“O ne ya?” diye sordu kadın, salağa yatarak. “O ne demek? Anlamadım.”
Dalga geçercesine sırıtan Erkin, “Ha öyle mi? Sen masum musun?” dedikten sonra cıklayarak arkasına yaslandı. “Tüh ya… Yanlış kişiye mi hesap soruyorum ben yoksa?” Bir anda ciddileşip “Kimi kandırıyorsun vatandaş sen?” diye sordu kısık bir sesle. Kendisini daha da yaklaştırdı adının Sema olduğunu öğrendiği bu değişik kadına doğru. “Muhtemelen bilerek bakkala girdin, değil mi? Elif’le beni aynı anda alıkoyamazdınız, etraf da müsait değildi…” Silahın namlusuyla çenesini kaşıdı. “Sonra seni gönderdiler, seni takip edeceğimi düşünüp beni de alıkoyacaklardı, sözde.”
Sema, Erkin’in söylediklerini “Hayır,” diyerek reddetti. “Ben hiçbir şey bilmiyorum, bırakın beni lütfen.”
“Belki beni öldüreceklerdi, araçlarını gördüm sonuçta çıplak gözle.” Üç kez cıkladı. “Eğer beni onlara götürmezsen seni bizzat ben, devletin savcısı olarak…” Takım elbisesindeki Türk bayrağı rozetini işaret etti gözleriyle. “Emniyete teslim ederim. Bu arada oyuncuyum, dedim ama sen benden daha iyi oyuncusun ha… Ama gözyaşı eksik.” Erkin, Sema’nın gözlerini işaret etti. “Onu beceremedin. Oradan kırdım notunu.”
“Sizi oraya götürürsem ölürüm,” diyen kadın, sonunda itiraf etmişti.
“Gizli tanık olursan ve örgütü çökertmemize yardımcı olursan biz de sana yardımcı oluruz, seni gizleriz.” Erkin gayet ciddiydi. “Ha ama sen ısrarla onların tarafında olmayı tercih edersen ya ölürsün ya tutuklanırsın, sonun başka olmaz senin.”
Sema birkaç saniye düşündükten sonra “Şile’den ayrıldılar,” dedi ölümcül bir sesle. “İleriden gideceksin, sağ yap.”
MİRAY HİLDE LALEZAR
Kararsız geçen birkaç dakikanın ardından “Onunla aranız hâlâ limoni mi?” diye sordum, Varan Alp’e doğru dönerek.
“Kiminle, Erkin’le mi?”
Başımı sallarken “Evet. Sana trip atıyormuş gibi geldi de az önce…” diyerek içimde tuttuğum tüm sözleri dökmek için hazırladım kendimi. “Erkin sırf ablası, Fırat’ı o şekilde görmesin diye senden ve herkesten o gerçeği sakladı Varan Alp.” Sertçe yutkundum. “Sonra ablası öldürüldü, yetmedi sen öğrendin, ona küstün… Bu davaya dâhil olan herkes 17 Eylül’den nasibini almıştı zaten, artık ona kötü davranmasan mı? Yani tabii,” diyerek taramalı tüfeğe bağladım. “Sonuçta siz iki yakın dostsunuz, sizin ilişkinizi ben kurtaracak değilim ve benim dediklerimi yapmak zorunda da değilsin ama sadece tavsiye ya da ne bileyim… Bence doğru olan bu.”
“Ben bunların farkındaydım zaten Miray,” dediği an kaşlarımı kaldırıp indirdim. Elimin tersiyle çenemi kaşırken gülümsedim, o da “Güvenimi kırdığı için, bunu benden gizleyip bana, anlayışsız bir insanmışım gibi hissettirdiği için çok kırıldım ona,” diye devam etti. “Bir de işin içinde sen de vardın ya, o daha da karıştırdı meseleyi.”
Çaktırmadan ona bakarken sıkıntılı göründüğünü fark edip zorla gülümsedim. “Sen çok kindarsın,” dedim, enerjik ama bir o kadar da hâlsiz bir sesle. Aklım hâlâ Mir Beyaz’daydı, konuşarak kafamı dağıtmaya çalışıyordum.
“Öyle diyorsan,” dedi sakin bir sesle. “Öyledir.”
“Bak bana,” dedim ve aniden doğruldum. “Geçen seneye rağmen kin tutmamışım, insan gibi konuşabiliyorum seninle. Böyle yalnız kalırsın ya,” diyerek iç çektim. “Gerçekten…”
“Nasıl yani?” diye sordu Varan Alp de.
“İnsanlar kötüdür, insanlar kalp kırarlar, insanlar bencildir… Herkes böyledir yani. Hele konu aileyse…” dedim ve elimi havada salladım. “O zaman gerçekten tüm tabular yıkılıyor, herkes nereden geldiyse o tarafa gidiyor. Ben de ailem için senden sır sakladım, Erkin de… Şimdi sen de aynısını yapmıyor musun?” diye sordum aklıma ilk geleni söyleyerek. “Buket Behzat’ın kızı değil ama bunu herkesten saklıyorsun. 17 Eylül’de kazayla o Yıldız denilen kadını yakmışlar, belli ki işin içine devlet de girmiş çünkü senin baban hakimdi. Bir şekilde örtbas edilmiş üstü.”
Varan Alp iki kez öksürerek “Ablam konusunda haklısın, babamı da karıştırma,” dedi tok bir sesle. “Onun hiçbir şeyiyle ilgilenmiyorum.”
“17 Eylül’de neler olduğunu biliyorsun ama susuyorsun. Ne fark eder?”
Varan Alp sıkıntılı bir şekilde başını geriye yaslarken ışıklarda durmak zorunda kaldık. Önümüzde bir sürü araç vardı.
“Susmadım ama kanıtlayabileceğim bir…” Konuşamadı, yüzünü bana çevirdi ve cümlesini yarıda kesti. “Eğer o geceyle alakalı elimde tek bir delil olursa hiç çekinmem, gerçekleri açığa çıkarırım. Ama yok. Sır gibi günmüş, biz de bebekmişiz.”
“Anlıyorum,” derken pek anladığımı söyleyemezdim. İlerideki trafiğe bakarken “Of,” dedim sıkıntıyla. “Keşke motorum olsa da şuradan geçsem. Burada emniyet şeridi de yok…”
Varan Alp de “Keşke gittiğimiz yerde de Mir Beyaz’ın olduğundan emin olsaydık, emin de değiliz…” diye sıkıntıyla söylendi.
Bir anda gözüm yanmaya başlayınca iki kez kırptım, sanırım kirpik kaçmıştı. Ya da… “Gözüme sinek mi girdi?” diye ciyakladıktan sonra sol elimi direkt Varan Alp’e doğru uzatıp kolunu sıktım. “Çabuk bak, bak, üfle!” Yüzümü yaklaştırırken daha çok yanmaya başladı gözüm. “Açık tutamıyorum.”
“Dur, dur bir sakin ol,” dedi başımı ellerinin arasına alarak. “Aç şimdi gözünü.”
“Açamıyorum,” dedikten sonra bunun bir çözüm olmadığının farkına vararak ağır bir hareketle açtım ancak öyle bir yandı ki kapatmak zorunda kaldım.
“Aç, hemen üfleyeceğim.”
İki gözümü de birden açınca üfledi ama geçmedi. “Ya ne biçim üflüyorsun?” dediğimde canım o kadar yanmıştı ki az kalsın kafa atacaktım.
“Kirpik batmıştır,” diyerek başparmağını göz altıma bastırıp tekrardan üfledi. Gözümü açtığımda da “Kirpiğin batmış, bak,” diyerek parmağının üstünde durak kirpiğimi gösterdi. Gözüm hâlâ yanıyordu.
“İyice baksaydın,” diyerek yüzümü daha da yaklaştırdım yüzüne. “Hâlâ yanıyor.”
Sağ gözüme baktığı sırada sürekli göz göze geldiğimiz için gözlerimi yukarıya doğru hareket ettirmeye çalıştım. İstemsizce gerilmiştim.
“Birazdan geçer,” dediği an gözlerimi ona doğru çevirdim. Tekrardan göz göze gelince sanki beni seneler sonra ilk kez görüyormuş gibi bakakalmıştı. Gözlerini gözlerimden ayırmayarak dudaklarını araladığında aylar sonra ilk defa bu şekilde yakınlaştığımız için nasıl davranacağımı bilemiyordum, öylece bakıyordum ona.
Verdiği kısa nefes dudaklarıma doğru ulaştığında gözlerimi kaçırdım ve hâlâ boynumda duran sağ eline doğru kısa bir bakış attım. Ezbere bildiğim kokusunu es geçemezken ayların verdiği özlem duygusuyla başa çıkmak bir hayli zorlaştı. Eminim ki o da aynı duygu durumu içerisinde, bizzat benim kokumla baş etmek için bakıyordu bana. Belki çok sevdiği yeşil gözlerime, ince saçlarıma ve pek hazzetmediği makyajıma bakarak geçen ayları düşünüyordu. Belki de… Pişmandı. Olamaz mıydı?
Birkaç korna sesi işitince trafiğin biraz açıldığını fark ettim ve başımı ağır bir hareketle geriye doğru çektim. Varan Alp’e bakmadan, kısık ve sakin bir sesle “Yol açıldı,” dedim. Başparmağımı gözümün altına götürüp iyice bastırdıktan sonra hâlâ yanmakta olan gözüme elimle hava yaptım.
Yaklaşık beş on dakika boyunca ikimizden de ses seda çıkmadı; o arabayı kullanıyordu ben de ya yola bakıyordum ya da telefondan mesaj gelip gelmediğini kontrol ediyordum. Erkin’in konumuna ulaşmamıza on beş dakika kadar bir zaman vardı ve ben hem Varan Alp ile beraber olduğumdan ötürü gergindim hem de Mir Beyaz alıkonulduğu için.
Arabanın ekranında Kamil Savcı’nın araması belirince Varan Alp direkt yanıtladı:
“Neredesiniz?” diye hevesle soru soran Kamil Savcı’nın ses tonuna mana yükleyememiştim.
“Savcım, Erkin’in konumundan on beş dakika gerideyiz. Siz neredesiniz? Ekipler ulaşmış mı?” dedi Varan Alp de peş peşe.
Kamil Savcı, “Bomba bir gelişme meydana geldi, savcım. Ekipler konuma intikal edince sizi bilgilendireceğim. Erkin’in konumu hareketli, değil mi?” diye peş peşe konuşunca yine bir şey anlamadım.
“Evet?” Varan Alp de sanırsam pek bir şey anlayamamıştı. “Ne gelişmesi oldu?”
“Elif Hanım alıkonulmuş.”
“Ne?” diye yüksek bir sesle bağırdıktan sonra Varan Alp’e döndüm. Kalbime tarif edilemez bir acı yayılmıştı, üstelik çok sinirlenmiştim.
“Erkin Savcı da kolunda yıldız dövmesi olan birini bulmuş, anlayamadım pek fakat örgütten olduğunu kabul ettiğini söyledi. Bir kadınmış, hani bu… Fırat Gümüşpala’nın ifadesindeki dövmeci. Hatırlıyor musunuz?”
Başımla onaylayıp “Evet!” dedikten sonra Varan Alp’e döndüm, şaşkın ve korkulu görünüyordu.
“Dövmeciyi bulduğumuzu düşünüyoruz,” diye devam etti Kamil Savcı. “Şimdi yoğunum, kapatmam gerek. Bir gelişme olursa tekrar telefon açarım.”
Sıkıntıyla “Tamam,” diyen Varan Alp, aramayı sonlandırmadan hemen önce “Sağ olun savcım,” dedi.
“İnanamıyorum ya,” dediğim sırada sağ elim istemsizce alnıma değip ufak bir ses çıkarmıştı. “O İlkhan’ı gördüğüm yerde suratına şamarı patlatacağım. Şerefsiz herif… Biliyor tabii 17 Eylül’de bize zarar veremeyeceğini, gün gelmeden herkesi tek tek toplamak niyetinde. Ama ben ona ne yapacağımı çok iyi biliyorum. Gördüğüm ilk yerde…”
“Miray!” diye sertçe beni uyardı Varan Alp ama lafımı kestiği için öfkemi harladığından bihaberdi.
“Ne var ya?” diye patladım ona da.
“Ne mi var?” diye cevaplamasını ben de beklemiyordum. “Şu an zaten burada olmaman lazım, niye getirdim ki ben seni?” diyerek kendisine kızmaya başladı.
Gözlerimi devirdikten hemen sonra “Sen de 17 Eylül’de doğdun,” diyerek kendimi savunmaya geçtim. “Üstelik ben davada sanık müdafiyim, sen? Sen davada sadece mağdursun. Şimdi benim gitmem mi mantıklı yoksa senin mi?”
“Davada müdafi olman gram umurumda değil. Senin kardeşin alıkoyulan kişi ve gelmemen gerekiyordu,” diyerek kısaca gözlerimizi buluşturdu, sonra da önüne döndü. “Burada mağdur taraf sensin yani… İkisini birbiriyle karıştırma.” Boş boş konuşuyordu. “Ayrıca gittiğimiz yerde tehlike sezersek arabada kalacaksın, inmeyeceksin.”
Kaşlarımı çatarak “Pardon da sana ne? Kimsin de karışıyorsun?” diye sorarken cinnet geçirmek üzere olduğum sugötürmez bir gerçekti. Ellerimi havaya kaldırıp indirdikten sonra öfkeyle gülerek başımı koltuğa yasladım.
“Şu an benim arabamdasın, seni oraya ben götürüyorum ve başına bir iş gelmesini istemiyorum. Şu sinirlerine de hâkim ol,” derken acaba onu öldürecekmiş gibi baktığımı fark etmiş miydi?
Öfkeyle bir iki saniye sırıttıktan sonra “Senin pis arabana pek de meraklı değilim Varan Alp. İstesem inerim, kendim de gidebilirim. Biliyorsun bunu herhalde?” diyerek onunla tersleşmeye devam ettim. “Anam mısın yoksa babam mısın ya emir veriyorsun bana?” Başımı direkt cama çevirdim.
“Tamam,” dedi bir anda, ikna olmuş gibi. “Anan baban karar verecekse, o zaman onları arayalım.”
“Ne?”
“Dedin ya…” Anlam veremeyerek tuhaf bir bakış attığımda gözlerimiz buluşur gibi oldu ama hemen yola döndü. Araba kullandığı için garipsemedim ancak iyice delirmişti bu adam, ne dediğini bilmiyordu. “Annen ya da baban değilmişim, emir veremezmişim… Ki emir de vermiyorum, senin iyiliğini düşünüyorum.” Devam etmemesi için dudaklarımı aralayarak susmasını söyleyecektim ki “O zaman Adem amcayı arayalım, o karar versin,” deyince ofladım.
Bıkkın bir nefes vererek “Benim zoruma ne gidiyor, biliyor musun?” diye sordum.
“Ne gidiyor?” diye sordu pek meraksız sesiyle.
“Niye sen araçtan inip ekiplerle benim kardeşimin nerede olduğu konusunda münakaşa ederken ben, bana zarar gelmesin diye figüran gibi arabanın içinde bekliyorum?” Cümleyi epey hızlı kurmuş olmam, gerildiğim ve sinirlendiğim anlamına geliyordu; bunu o da fark etmişti. “Süs olsun diye bindik sanki arabana! Çok sinir ettin beni.”
Oldukça sıkıldığını belli eden bir nefes verdi. “İyi, sen bilirsin,” dedi sonra da.
“Ayrıca bak, iki dakika gösteriyor,” diyerek arabanın ekranını işaret ettim. “Sanırım gelmek üzereyiz hatta varmış bile olabiliriz.”
Varan Alp sesini çıkarmadan arabayı sürmeye devam ederken ben de etrafı incelemeye başladım, kolluktan gelenlerin aracını arıyordum.
Yaklaşık yarım dakika sonra ileriyi işaret ederek “Oradalar,” diye fısıldadım. Korhan Amir’i görünce direkt tanımıştım, bir binanın önünde duruyordu ve araca yaslanmış, bize doğru bakıyordu. “Acaba neler oldu?”
Meraktan delirmek üzereyken Varan Alp arabayı park etti.
Tabii ki onu dinlemeyerek önce emniyet kemerimi çözdüm, sonra da esefle kınar gibi gözlerimin içine bakan kahve gözlerine gülen gözlerimle yanıt verdim. İçimden bir ses, Mir Beyaz’a sağ salim ulaşacağımızı söylüyordu, hatta ulaşmış bile olabilirdik!
Araçtan iner inmez ilk iş “Amirim!” diye fısıldayarak Korhan Amir’in yanına doğru yürüdüm.
Tabii ki kınayıcı bakışlarla beni işaret eden Korhan Amir, “Al işte,” dedi arkasında duran Kamil Savcı’ya doğru. Kolluktan iki memurla hararetli bir sohbette olan Kamil Savcı’yı es geçip Korhan Amir’den iyi bir haber duymak ümidiyle tabii ki de yanına yürüyüp meraklı gözlerimi üstüne diktim. O ise “Miray,” dedi iki kez cıkladıktan sonra. “Sen arabaya geç, hadi.”
“Hayda!” dedim kaşlarımı çatarak.
“Miray.” Sert bir kadın sesi işittiğimde, başımı istemsizce sağıma doğru çevirmiştim. “Hayırdır süslü? Sen ne yapıyorsun bakayım burada?” Tabii ki Halegül’dü. “Güvenli bir yerde bekle, içeriye dalacağız.”
İmdat ya! İmdat oğlu imdat!
Oflayarak ikisine de ölümcül bakışlar atarken “Zaten sizinle beraber çatışmaya girmek niyetinde değilim, canım komiserlerim…” demeyi de ihmal etmedim. Ne zannediyorlardı acaba beni ya? Silah tutmayı sevmezdim ben! “Ayrıca bir gelişme var mı, diye geldik herhalde. Benim kardeşim içeride olabilir.”
Korhan Amir arkasını dönüp binayı incelerken rahat kadın Halegül, “Canım, bulursak zaten seni haberdar edeceğiz. Sen var ya…” diyerek işaret parmağıyla beni işaret etti. “Sen çok manipülasyon yapıyorsun.” Ardından sanki bana laf atmamış gibi Kamil Savcı’nın yanına yürüdü.
“Ne alaka be?” diye sordum peşinden bakarak fakat cevap vermedi.
Korhan Amir anında ciddiyetle arkama bakarken “Savcım,” dedi ve eliyle buyur etti. “Buyurun, Kamil Savcı ileride, kolluk da içeriye girmek üzere.”
Gözlerimi devirerek geri çekildiğimde, Varan Alp yanımda durup “Erkin’le konuştunuz mu? İçeride kaç kişi varmış ya da alıkoyulan 17 Eylüllüler nasılmış? Bilgi aldınız, değil mi?” diye sorunca merakla Korhan Amir’e çevirdim gözlerimi.
“Kendisi bize bu binaya girdiğini mesaj olarak iletti, aracı da ileride fakat aradığımızda dönmedi.” Korhan Amir’in bu söylediğiyle içime bir kurt düşmüştü. “Zaten içeride bir konuşma hâlindelerse telefonunu çıkarabileceğini zannetmiyoruz.”
Kamil Savcı’nın “İçeri girin!” dediğini işitir işitmez Varan Alp bana arabasını işaret etti.
“Miray, arabaya bin.”
İstemeyerek de olsa dışarıda durduğumda bir işe yaramayacağımı bildiğimden arabaya geçtim, sonra da direkt telefonumu çıkarıp saati kontrol ettim.
Eylüle girmiştik.
Saat tam 00.00’dı.
1 Eylül 2028.
Meraklı bakışlarla bir binaya bakıp bir de telefonumu kontrol ederken içimdeki huzursuzluk katbekat artmıştı. Geçen seneden beri yakamı bırakmayan hüzün ve korku, bu gece iyice ensemdeydi ve beni sarıp sarmalamıştı. Zaten meraklı bir kadındım, bu durumda da sakin kalmam beklenemezdi elbet.
Bir anda yüksek bir ses arabanın içinde yayılınca zıplarcasına geriye çekildim, bu sesin kucağımdaki telefondan geldiğini anlamam da birkaç saniyemi aldı. İyice antenlerimle oynamıştı bu şerefsiz İlkhan! Telefonumun zil sesinden bile ürker hâle gelmiştim resmen!
Babam arıyordu.
Göz ucuyla ilerimizde duran binaya ve on beş yirmi metre önümde duran polis memurlarına kısaca baktıktan sonra bir hareketlilik görmediğimden ötürü telefonu elime alıp aramayı cevapladım. Babam beni pek aramazdı; hatta son bir ayda en fazla iki kez konuşmuştuk, onda da Koray’ın duruşması için soru sormuştu bana.
“Efendim baba?”
“Kızım, nasılsın?” diye sorunca sesli bir nefes verip tekrardan etrafı kontrol ettim.
“İyiyim. Sen nasılsın, annem nasıl?”
Bir iki saniye telefondan kıpırdanma sesleri geldi. Sonra da “İyiyiz kızım, iyiyiz!” diyen annemin biraz uzaktan gelen sesini işittim. “Kızım sen müsait misin? Meşgul etmedik, değil mi?”
Normalde asla meşguliyetimle ilgilenmezlerdi lâkin son sekiz dokuz ayda şehir dışında olduğumdan ötürü ve malum, yangın meselesini de bildiğimden ötürü bana daha kibar davranıyorlardı.
“Pek sayılmaz,” dedim ben de dürüst olarak. “Uzun konuşacaksak ben sizi eve geçtiğimde arayayım.”
Babam anormal bir merakla “Neredesin ki kızım? Saat geç olmuş,” deyince gözlerimi devirerek bıkkın bir nefes verdim. Tabii bunların daha Mir Beyaz’ın kaçırıldığından haberleri bile yoktu ya da İlkhan’ı gördüğümden. Yüksek ihtimalle tek düşündükleri on bir gece sonraki duruşmaydı. “Saat on ikiyi geçiyor.”
“Dışarıda değilim zaten,” diye yalan söylemek durumunda kaldım çünkü durumu izah edemezdim. “Sitenin içindeyim ben. Ablamdan şey aldım,” dedikten sonra alnımı kaşıdım. “Tuz.”
Annemin kendinden emin sesi “Külahıma anlat,” derken bir yandan da esef dolu olduğunu inkâr edemezdim. “Neyse biz sana şey diyecektik,” diyerek konuyu kapatması merakımı artırmıştı. Neticesinde annemdi bu, gece dışarda olmam pek ilgilendiği bir mesele olurdu, tabii normalde. “Biz yarın, yarın dediğim de cumartesi sabah, İstanbul’a gelelim dedik.”
Kaşlarım havaya kalktı. “E haftaya gelecektiniz hani?” diye sordum beklemediğim için.
“Yahu Rüzgar’ı özledik be!” Babam da annem de bir süre kıkırdayınca bir bit yeniği arayacakken son anda vazgeçtim. Her olayın altından başka bir şey çıkınca istemsizce bu düşünce algoritmasına yönelmişti beynim, ne yapayım? “Sende kalırız.”
“Hı hı, olur,” diyerek bir iki dakikadır bakmadığım binaya doğru çevirdim gözlerimi. “O zaman kapatayım ben, cumartesi konuşuruz. Tamam mı?”
“Tamam kızım, görüşürüz,” dedi babam. Annem de “Hadi dikkat et, eve de geç gitme,” deyince direkt telefonu kapattım ve telefonumu çantamın içine attım.
Ekranı kapatırken gördüğüm 1 EYLÜL 2028 CUMA yazısına bakarak bir süre somurttum. Bıkkın bir nefes verdikten sonra da Melek’i gördüğüm son anın görüntüleri kafamda canlanınca istemsizce gözlerimi yumup başımı eğdim.
Özellikle yalnız kaldığım zamanlarda anımsadığım bir husus vardı ki Melek öbür dünyaya göçüp gitmek zorunda kaldırıldığı günden beri aslında ruhsal olarak hep yalnızdım. Fiziksel yalnızlık o kadar da fazla gelmemişti ruhuma. Melek gittiğinde, Mir Beyaz’ı da ruhen yanında götürdüğünde ben zaten çok yalnız kalmıştım.
Saçlarımın bir kısmı yüzüme yapışınca geriye çekerek gözlerimi açtım, tam o sırada da kapının önünde bir hareketlilik meydana geldi. Merakla başımı ön cama doğru yaklaştırıp neler olduğuna bakacaktım ki arabanın kilidi açıldı, sonra da Varan Alp’in koşar adımlarla buraya yürüdüğünü görüp kaşlarımı çattım.
Sol elimi havaya kaldırdığım sırada arabaya bindi, koltuğa geçti ve emniyet kemerini bağladı. Açıklama yapmadığı için de “Ne oluyor?” diye sordum. Elim havada kalmıştı, indirdim. “Bir şey söylesene.”
Yüzünü bana çevirir çevirmez “Kumpas kurmuşlar,” deyip arabayı çalıştırdı.
“Ne?”
“Kumpas kurmuşlar işte. Kimse yok. Muhtemelen Erkin’i de Elif’i alıp Mir Beyaz’ın yanına götürdüler.” Büyük bir şokla geriye doğru yaslanıp hareket hâlinde olan arabadan ötürü bir süre sarsıldım.
Üstümdeki şok hâli geçince ise “Varan Alp dursana,” diyerek gerimizi işaret ettim. “Belki…” Duraksadım. “Ya ekipler bölgeyi aramayacak mı? Burada bir yerlerdedirler! Çok uzaklaşmış olamazlar. Erkin’in konumu burayı gösteriyorsa zaten yakınlarda bir yerdedirler. Nereye gidiyoruz?”
“İçeride Erkin’in mesajını inceledik, mesaj gönderirken kelimelerin ortasında, sonunda falan büyük harfler vardı. Birleştirince DEPO oluyordu. Civardaki bütün depolara bakmamız lazım.”
Bir süre sessiz kaldım, sonra da “Tamam,” dedim hemen uyum sağlayarak. “Ben de bakayım… Da buralar,” diyerek ne kadar karanlık olduğunu anlatmaya çalıştım. “Işıklandırma yok, bir şey yok… Mobese desen imkânsız.”
“Bir de şey var.” Sesi hafifçe titremişti. “Emniyeti ileride, merkez bir yerde bulunan bakkala yönlendirmiş. Oradaki esnaf da bir görüntü kaydı teslim etmiş, Elif’i kaçırdıkları an gözüküyor. İşte, o yöndeki mobeselere bakılacak. Ama ben duramam böyle,” dediğinde başımı hafifçe Varan Alp’e doğru çevirdim. Korkuyordu. “Yine de bakalım etrafa, bir şey görürsek haber veririz, gelip bakarlar.”
Düşüncelerini içinde tutamayan bir boşboğaz olduğumdan “Erkin için mi endişeleniyorsun?” diye sordum. Tabii ki cevap vermedi. İçimdeki sesin verdiği güvene dayanarak “Erkin şeytana pabucunu ters giydirir be, baksana, kriz hâlindeyken bile size gizli mesaj göndermiş,” deyiverdim güven verecek şekilde. “Hem üçü yan yanaysa eğer bir çaresini bulurlar.” Buna da kendimi inandırmaya çalıştım.
“Umarım öyle olur.”
“Yani endişeleniyorsun?”
“Miray, şu an zamanı değil,” dediğinde başımla onayladım. “Ve evet, korkuyorum bir şey olacak diye. Merak ettiğin buysa evet, doğru.”
Bir yandan etraftaki -varsa- binaları incelerken diğer yandan da kaçırıldığım günü anımsadım. Başından sonuna kadar her anı beynimin içinde kötü bir sesle yankılanırken istemsizce çenemi sıktım.
Başımı Varan Alp’e çevirir çevirmez “Benim için de endişelenmiş miydin?” diye sordum. “Ben kaçırıldığımda yani.” Sertçe yutkunurken duygularımı gizlemek için hafifçe gülümsedim. Fakat sesim titrediğinden “Gerçekten öleceğim zannetmiştim ki son sözüm olduğunu düşünerek seninle vedalaşmaya çalışmıştım bir de…” dediğim an duygularım da iyice açığa çıktı.
“Korkmuştum,” dedi kısaca. “Duygusuz muyum ben? Böyle bir durumda korkmayıp hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam edemezdim. Çok saçma.” Başını bana çevirirken “Yani sorduğun soru,” diye devam etti. “Saçma.”
Dalga geçer gibi gülümserken “Söylediklerine bakılırsa asıl saçma olan iyileşme sürecimde de bana, benim için korktuğunu bayağı belli etmiş (!) olman,” diye tarizle söylenip durdum. Buna elbette hakkım vardı.
O susunca ben de bir süre sessiz kalmayı tercih ettim. Arabayı da nereye sürdüğü belli değildi, farklı yollara sapıp duruyordu ama yine de bakınıyordum işte etrafa.
“Buraya gelmeden önce bana neden ‘Yalnız kalacaksın.’ dedin?” diye sordu bir dakika sonra.
Hafif çatık kaşlarımla başımı Varan Alp’e doğru çevirdiğimde bana sorduğu soruyu birkaç saniye anlayamamıştım. Ardından henüz konuma ulaşmadan önce ona kurduğum cümleyi yeni anımsamıştım.
“Söyledim ya,” dedim sonra da. Bir süre cevabımı hatırlamaya çalıştım. “İnsanlar kötüdür, dedim. Cevap vermiştim yani.”
Hatırlamaya çalışırken dudakları tatminsizlikle büzüldü, sonra da “Hayır,” dedi. “İnsanlar kötüyse ben de kötüyümdür o zaman. Neden yalnız kalayım ki?”
“Ha yok, ben bizim durumumuzu, yani Erkin’e karşı takındığın tavrı ele alarak öyle bir cümle kurdum. Herkes hata yapar, demeye getirdim.” Varan Alp’in tek hatası gereksiz tavır yapmaktı sanırım. “Sen,” deyip duraksadım. “En yakın arkadaşını,” dememin hemen ardından kesik kesik cümle kurduğum için şaşkındım. “Ve sevgilini…”
Koca bir arsanın içinde depo görür görmez Varan Alp’in buraya yanaştığını fark ettim.
Ben yine en kritik anda saçma sapan konuşmaya başlamıştım!
Gıcık oluyordum kendime!
Arabayı durdurdu, sağımda bulunan depoya baktı ve “Evet?” diye sordu.
“Belki buradalardır?” Sadece sokak lambasının ışığının yansıdığı sokağa bakmamın hemen ardından Varan Alp’e dönüp “Bakacak mıyız?” diye sordum.
Başını olumsuz anlamda salladı. “Burada araç yok, kapıda kimse beklemiyor…” Deponun girişini işaret etti. “Çok göz önünde bir yer. Sanmıyorum. Ama birazdan arka kapı var mı, diye bakacağım.”
“Birazdan mı?” diye sorup etrafı kontrol ettim.
“Yalnız olsam bakardım da sen varsın. Tehlikeye atmış olurum. Kolluktan birkaç kişi gelip baksın.” Cebinden telefonunu çıkarınca başımla onayladım. Muhtemelen Kamil Savcı’ya ya da görevli komiserlere mesaj gönderirken “Eee?” dedi gözlerimin içine bakarak. “Seni dinliyorum.”
Anlamayarak yüzünün her bir zerresini, aydınlatmanın müsaade ettiği kadarıyla bir süre inceledim. Ardından yarım kalan cümlemi anımsayarak “Şey işte ya,” dedim, önemsiz bir meseleymiş gibi. Oldukça rahat bir şekilde “Çok değer verdiğin iki insanı bir anda silip atarsan işin zor, hayatının ilerleyen dönemlerinde de çoğu kez yanıldığını fark edeceksin çünkü,” diye açıkça söyledim. “Kimsenin hata yapma lüksü yokmuş gibi davranamazsın.” İçimde kalan diğer cümleleri de söyledim: “Ayrıca kibar gibi görünüyorsun ama kinci ve gaddarsın. Demek ki sana da güvenmemek gerekiyor… Bir insanı en zor zamanında yarı yolda bırakıp ona sanki hiç söz vermemiş gibi, hiçbir şey yaşamamış gibi, onu hiç tanımıyormuş gibi terk edemezsin. Edersen de yalnız kalırsın.”
İçimi döktüğüm için mutluydum.
Kısa günün kârı, tabirini kullanmak isterdim fakat bu, uzun günün zararıydı.
“Çünkü herkes hata yapar, hatta en çok da sevdiğin insanlar hata yapar,” diyerek gözlerimizi buluşturduğumda, anlamı anlamlı bakıyordu gözlerime. Söylediklerimden ders çıkarmış gibiydi.
“Herkesin hayatı farklı.” Bir süre konuşmadı, sonra da “Sen pek kalabalık olmasa da bir ailede büyümüşsün mesela,” diye devam etti. Birazdan söyleyeceklerini az çok tahmin ettiğimden içim acıdı. “Sence çocukluğundan beri babasını hayatından silmek için çabalayan ve çoğu zaman bunu başaran adam, başkalarına karşı hemen affedici olur mu?”
“Sen de abine çok bağlısın,” dediğimde başını salladı.
“Abime de ablama bağlıyım ama benim bir yanım hep eksik büyüdü, o eksikliği tamamlamaya çalıştıkça da hep yanıldığımı fark ettim.”
Ses tonu pek hüzünlü çıkmasa da kalbinin içindeki yangını az çok anlayabiliyordum. Ve söylediği cümlelerin her birinde bana olan kırgınlığını dile getirdiğini de fark edebiliyordum.
“Sana güvenmemem kadar doğal bir şey yok bu arada.” Kalbimdeki acı bütün göğsüme yayılınca bendeki etkisini fark edip rahatsız olarak göz temasımızı kestim. “Çünkü küçükken de belli ki birine bağlanmışım, ona sevgi beslemişim ama beni hayal kırıklığına uğratmış. Ona rağmen tekrardan böyle bir işe kalkıştığımda içimdeki tüm güvensizliğimi çocukluğumuza yorup sana güvendim ama bu, ikinci şansı vermediğim anlamına mı geliyor?”
Soru sorduğu için istemsizce gözlerimizi buluşturdum, sonra hemen önüme döndüm.
“Sana anlatmıştım,” dedim kucağımın üstündeki parmaklarımla oynayarak. “Bildiğin gibi değilmiş demek ki. Yanılmışsın. Ayrıca çocukluk bambaşka, karakterin tam oturmuyor bile, ne dediğini bilmiyorsun ki çocukken...” Birkaç saniye sonra tekrardan başımı ona doğru çevirdim. “Belki bu da öyleydi, yani senden sakladığım sır da aynı şekilde, iznim olmaksızın gelişen bir durumdan kaynaklanıyordu? Kendimi açıklamama hiç izin vermedin. Beni dinlemeni isterdim.”
Bir süre onaylarcasına başını salladı, sonra da “Seni affetmek istemiyordum,” dedi bir anda. Bu cümlesine şaşırmıştım. “Çok kararlıydım, çok düşünmüştüm…”
Bu ay dünyadaki otuzuncu senem bitecekti ve sanırım hiç ne diyeceğimi şaşırdığım bir ân olmamıştı. Elbette sorgulardan ve mahkemelerden bahsetmiyordum, ikili ilişkilerimden bahsediyordum.
Çatır çatır konuşurdum, illaki verecek bir cevabım olurdu ama şu an yoktu.
Kendime gelmek için iki kez öksürdüm ve aylar geçmesine rağmen fikirlerinde kararlı olan Varan Alp’e depoyu işaret ettim.
“Niye gelmediler?” diye sordum sonra da.
“Gelirler şimdi.”
Kafamın içindeki düşünceleri susturamadığımdan dolayı başımı çevirmeden “Hâlâ aynı fikirde misin peki?” diye sordum.
“Gelecekler, mesaj attım,” deyince gözlerimi devirerek güldüm.
“Ona mı dedik ya?” diye sorarken sinirlerimin bozulduğunu fark ettim. “Hâlâ kararlı mısın, çok düşünmüşsün ya…”
Aydınlanır gibi “Ha onu diyorsun,” deyince büyük bir gerginlikle ne hissettiğini anlamaya çalıştım. Muhtemelen o da ne hissettiğini anlamaya çalışarak bakıyordu gözlerimin içine, emindim.
“Evet?” dedim cevap vermesi için. “Geçmiş zaman kipi kullanınca sanki eskiden öyleymiş de şu an değilmiş, gibi bir anlama geliyor ya hani?”
Varan Alp asla yanıtlamayarak arkasına yaslandı ve tam bana dönüp cevap verecekken gözleri başka bir noktaya kaydı, kaşlarını çattı.
Arkamı döndüğüm an deponun üst katındaki bölgede, camın önünde iki kişinin boğuştuğunu fark ettim. Gözlerime inanamayarak başımı tekrardan Varan Alp’e çevirdiğimde böyle bir tesadüf gerçekleştiği için epey şaşkın ve korkuluydum.
“Gördün, değil mi?” diye sorunca başımı salladım. “Ben gideyim, bakayım.”
Elini torpidoya uzattığı an silahını çıkaracağını anlayıp “Hayır,” dedim öfkeyle.
“Ne yapıyorsun?” diye sorduğunda çoktan kolunu tutup torpidoyu kapatmıştım bile.
Yüzündeki şaşkınlığa bakarak “Tek başına gitmen tehlikeli olur,” dedim zorla da olsa. “Zaten gelecekler, haber vermedin mi?”
“Tamam da boğuşuyorlar,” dedi kısık ve sinirli bir sesle. “Ya birine zarar gelirse?”
Torpidoya uzandı ama müsaade etmedim. “Hayır ya!” dedim sertçe.
“Silahla gideceğim.” dedi vurgulayarak.
“Hayır!”
“Miray, kolumu bırakır mısın?”
“Hayır dedim!” diye bağırınca hafifçe geriye çekildi.
“Ya önden gidip ne olduğuna bakacağım.” Kolunu benden çekip ceketini düzeltti, sonra da gözlerimin içine baktı. Cevap ya da onay bekliyor gibiydi ama ne diyeceğimi şaşırmıştım. “Müsaade edersen silahımı alayım.”
Birkaç saniye daha düşündükten sonra “Seni de alırlarsa ne olacak?” diye sorup depoya kısaca baktım. “Hem bak, boğuşmuyorlar, kimse yok orada.”
Varan Alp sabrını sınıyormuşum gibi “Arabada bekle, geleceğim,” deyince istemsizce gerilip arkama yaslandım. Torpidoya uzandı, silahını aldı ve arabanın anahtarını çekip aramızdaki boşluğa fırlattıktan sonra araçtan inmek için kapıyı açtı. “Şu anahtarı al, arabayı kilitle. Ben gelene kadar da açma.”
Kapıyı kapatıp dikkatlice yürümeye başladı fakat bir süre sonra ona bakamadım, çok korkuyordum.
Ya biri depoya girmeden onu görüp ateş ederse?
Ya etrafı kolaçan eden biri varsa?
Arabanın anahtarını alıp kilit tuşuna bastıktan sonra gözlerimi kapatıp buradan sağ salim çıktığımız anın hayalini kurup kendimi sakinleştirdim.
Kendime engel olamayıp tekrardan kilit tuşuna bastım, bu kez kapılar açıldı. Arabadan indim, etrafa kısaca baktıktan sonra da koşar adımlarla Varan Alp’in arka tarafa yürürken kullandığı yola doğru yürüdüm.
Ölüm sessizliği vardı burada.
Tenime çarpan soğuk rüzgârla beraber topuklu ayakkabılarım dolayısıyla pek koşamadığım bu toz toprak alan yüzünden az kalsın yere düşünüyordum. Eskimiş, kahverengi deponun arka tarafına doğru koşa koşa ilerlerken bir anda Varan Alp’le burun buruna geldik.
“Hhi!” dedim çok normal olarak korktuğumda.
“Ne yapıyorsun Miray burada?”
Cinnet geçirir gibi gözlerime bakınca etrafı işaret ettim.
“Şey yapıyorum...”
“Arabada bekle demedim mi?” diye sordu büyük bir sinirle. “Niye dinlemiyorsun beni?”
Oflayarak “Niye içeri girmedin?” diye sorduğumda bana ve sözlerime mana veremiyormuş gibi öfkeyle bakıyordu hâlâ.
İşaret parmağıyla topuklu ayakkabılarımı gösterirken “Şunların sesi gelince giremedim içeri, malum,” dedi. Bu kez beni gösterdi silahı tutmadığı eliyle. “Çabuk arabaya yürü Miray.”
Korkuyla yutkunduktan sonra “Ama korkuyorum,” dedim haklı olarak. “Tek yürüyemem ben o yolu.”
“Buraya nasıl y…” derken muhtemelen o kadar sinirlenmişti ki cümle kuramamıştı. “Tamam, beraber gidelim arabaya. Ben dönerim tekrardan.”
Tam cevap verecektim ki deponun içinden silah sesi geldi.
İkimiz de büyük bir şokla önce depoya, sonra birbirimize baktık.
Birkaç saniye ikimiz de konuşmadık, sonra Varan Alp koşar adımlarla deponun arka kapısına doğru yürüdü.
Peşinden korka korka yürürken bu kez kendim için değil, içeriden birine zarar verildiyse diyeydi tüm korkum. Üçüne de zarar gelsin istemezdim. Elif de Erkin de Mir Beyaz da değer verdiğim insanlardı.
İçeri girdiğimiz an girişteki koridorun ışığının sürekli yanıp söndüğünü fark ettim, Varan Alp’in peşinden asla ayrılmadım ve birkaç saniyeliğine ne yaşadığımı sorguladım.
Sağa ve sola yol ayrımı olduğu için Varan Alp arkasını dönüp “Gel,” diye fısıldadı. Sol taraftan geçip yukarıya doğru çıkmaya başladık. Sesin nereden geldiğini anlayamasam da ikinci kattaki boğuşma dolayısıyla benim de aklıma sol taraf gelmişti.
Ağır adımlarla seslerin geldiği yönü anlamaya çalışırken bir anda bir kadın sesi işittik, ağlıyordu.
“Duydun mu?” diye fısıldayınca Varan Alp başını salladı.
Dışarıdan gelen birkaç ses vardı ama biz daha çok içeriye odaklanmıştık. O kadar korkuyordum ki tüm algılarımı yitirmiştim.
“Sakin ol, sakin!” diye yüksek bir ses işitince bu sesin Erkin’e ait olduğunu anlamamız kısa sürmüştü. “Doktor, bana bak.”
Sese yaklaşmıştık.
Deponun ikinci katına çıktığımızı varsayarak durduğumuzda, ilerideki pencerelere bakarak teyit ettim. Başımı soluma doğru çevirdiğim an Erkin bağırarak “Orada kal!” deyip silahını bize doğrulttu.
“Biziz!” dedim hemen.
“Miray? Sen misin?”
Aydınlatma olmadığı için birbirimizi pek göremiyorduk. Deponun önündeki sokak lambası aydınlatıyordu sadece. Etraf karanlıktı.
“Varan Alp?” dedi Erkin bu kez. “Siz misiniz?”
Varan Alp bir iki saniye sonra “Biziz evet,” deyince ileride, Elif’in kollarının ve ayaklarının bağlı olduğunu gördüm.
“Kaçtılar,” dedi Erkin, yanımıza yaklaşırken. “Mir Beyaz da baygın, şurada, ileride ama iyi…” deyince rahat bir nefes verdim. “İçeridekileri vurmak zorunda kaldım, bayağı boğuştular benimle.” dedi nefes nefese. “Ambulansı arayın da… Kolluk nerede? Niye sadece siz geldiniz?”
Telefonumu çıkarmaya çalışırken “Biz önden geldik, civarda depo var mı diye baktık,” dedim.
“Erkin siz iyi misiniz?” diye sordu Varan Alp ama o kadar karanlıktı ki verdiği hiçbir tepkiyi görememiştim. Ses tonu titrek çıkmıştı.
“İyiyiz ya, bir şey yok.” Elif’e doğru dönerek “Ama doktor ağlıyor, bir çözsek iyi olur,” deyince ben de Elif’in varlığını tekrardan anımsamış oldum.
Telefonumun fenerini yaktıktan sonra direkt Erkin ile Elif’in olduğu yöne doğru yürüdüm. “Varan Alp sen de çıkar telefonunu, ışık vardır belki. Ara, bul,” dedim ki önümüzü görebilelim. Merdivenlerden çıkarken bile zar zor çıkmıştık.
Elif burnunu çektikten sonra titreyen sesiyle “Mir Beyaz’ın baygın durduğu yerde vardı,” dedi. Kurduğu cümleyi zar zor anlamıştık.
“Alp duydun mu?” dedi Erkin, yüksek bir sesle.
“Duydum da Mir Beyaz hangi tarafta? Göremiyorum.”
Erkin, Elif’in bacaklarına bağlanan ipi çözerken “Sola doğru yürü, geliyorum ben de,” deyip bana döndü. “Miray, sen çöz, korkmayın.” Ayağa kalktı. “Kimse kalmadı burada. Alp sen de ambulansı ara, bir de şu telefonunun fenerini aç, hadi!” Ellerini birbirine çarptı. “Mir Beyaz Sultan, yetmedi mi uyku? Heey!”
İpleri çözerken “Tamam Elif, bitti, polisler geliyor, sakin ol…” diye peş peşe bütün iyi gelişmeleri sıraladım. “Herkes iyi, herkes yaşıyor.”
Elif başını sallarken “Evet, yaşıyor,” dedi. Çenesi o kadar titriyordu ki kurduğu cümleleri zar zor anlamıştım.
Tüm düğümleri çözer çözmez ayağa kalktı ve bana sarıldı.
İlkhan’a içimden beş bininci defa sövdüm.
Şerefsiz herif… Bize bunu yapmaya hakkı yoktu!
Çok güçlü olmayan sapsarı bir ışıkla etraf aydınlanınca Elif benden ayrılıp direkt Mir Beyaz’ın olduğu yöne doğru döndü. Kafamı çevirdiğim an Varan Alp ile Erkin’in sarıldığını, Mir Beyaz’ın da sırtı duvara yaslanmış şekilde gözlerini bir açıp bir kapadığını fark ettim.
Elif’le aynı anda yürüyüp birkaç saniye içinde Mir Beyaz’a ulaştık.
Yere çömeldiğim an Elif de karşıma geçip Mir Beyaz’ın yüzünü ellerinin arasına aldı. Gözlerini açıp kontrol ederken “Ben gördüm, kafasına vurdu biri,” dedi endişeyle. İki gözüne de baktıktan sonra “Mir Beyaz, iyi misin? Bir şeyin yok gibi görünüyor…” diye açıkladı.
Elif’in söylediği cümlenin ardından içime su serpildi.
Mir Beyaz zorla da olsa doğrulduktan sonra “O şerefsizin,” dedi ve elini kafasının arkasına götürdü. Kanıyordu. “Sülalesine kadar bela olacağım,” diye fısıldadı sessizce.
Erkin bu tarafa doğru dönüp “Komiser, iyi misin?” diye sorunca Mir Beyaz başını sallamakla yetindi.
Bana bakıp gözlerimizi buluşturduğunda da ona sarılmaktan başka çare bırakmadı bana. Kaç saattir, hatta kaç gündür meraktan doğru düzgün uyuyamamıştım. Onu sağ salim görmek kadar güzel bir şey yoktu.
Mir Beyaz’dan ayrıldıktan sonra “Of Mir Beyaz ya…” dedim, ağlamaklı bir sesle.
“Bir şeyim yok, tamam.” Elif’e döndü bu kez. “Ya yok bir şeyim! Ağlamasanıza!”
“Tamam, hadi, kalkın,” dedi Varan Alp, hâlâ yerde oturduğumuz için anlamsız bakışlar atarak. “Çıkalım buradan.”
Üçümüz de zar zor ayaklanırken Erkin, “Harbiden kolluk nerede kaldı? Bir saattir sizi bekliyorum yahu!” diye sordu peş peşe. “Şu şeyden… Bakkaldan görüntüler alınmış mı? İpucu olabilir içinde.”
“Evet, almışlar,” dedi Varan Alp, etrafa göz atmaya devam ederken.
Erkin başını salladıktan sonra “Güzel, güzel…” diyerek silahını cebinden çıkardı. “Hadi, arkamızdan gelin yavaş yavaş, çıkalım buradan.”
Elif tamamen ayaklanınca ben de Mir Beyaz’ın koluna girerek söyledikleri gibi ayaklandım.
“Miray siz iyi misiniz?” diye sordu Mir Beyaz, kıstığı gözleriyle. Gözlerinin içi kıpkırmızıydı. “Dediklerini yapmadın, değil mi?”
Başımı olumsuz anlamda sallarken “Bir kez aradı zaten…” dedim.
Erkin bir anda silahı havaya kaldırıp sıkarken “Alp dikkat et!” deyince Mir Beyaz beni ve Elif’i bir anda yanımızda bulunan kolona doğru çekti.
“Ne oldu? Biri mi var? Polis mi? Kim gelmiş?” diye sorup başımı çevirince bir silah daha patladı.
En son gelen silah sesiyle vücudum tamamen irkildi.
Gördüğüm son sahne, Varan Alp’in tuttuğu silahın karşısındaki cüsseli adamın göğsünde patladığı ve Erkin’in yerde yatan kanlı bedeniydi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 44.09k Okunma |
2.92k Oy |
0 Takip |
46 Bölümlü Kitap |