43. Bölüm

42. KANA BULANAN DENİZ

Esma Tonguc
esmatonguc

Bu kitapta geçen kişi ve kurumların tümü hayal ürünüdür.

ON YEDİ EYLÜL (III)

42. BÖLÜM: “KANA BULANAN DENİZ”

⚖️

“Mesele güçlü olmak değil, güçlü kalabilmektir.”

Hayatın kuralı buydu: İnsan daima sevdikleriyle sınanırdı.

İster dünyanın en zengin insanı olun, ister en şanslı ve en mutlu insanı… Zamanı gelince herkes sınanırdı sevdikleriyle; kimisi kaybederdi, kimisi kaybetmekle burun buruna gelirdi.

Acı, dünyaya geldiğimizden beri ensemizi bırakmayan bir duyguydu fakat bazen katbekat fazlasını da yaşayabiliyorduk. Önce canımız yanıyordu, sonra korkuyorduk, sonra tekrar canımız yanıyordu… Kısır döngü şeklinde ilerleyerek bizi oradan oraya sürüklerken bu duygu durumu içinde belki de olgunlaşıyorduk.

Daha az gülüyorduk, daha az şaşırıyorduk, daha az korkuyorduk ve daha az üzülüyorduk.

Ne yapacağımı bilemeyerek bir süre Erkin’in beyaz gömleğinin üstündeki kırmızılığa bakarak kaşlarımı çattım, ardından yanımdaki kolona elimi bastırarak ayakta durmak için epey direndim. Mir Beyaz’ın sendeleye sendeleye Erkin’in silahını yerden aldığı anı da gördükten sonra Varan Alp’in bedenine doğru döndüm. Avuç içindeki silah elinden yavaş yavaş kayıp yere çakıldı. O ise hâlâ ayaktaydı fakat sanki burada değilmiş gibiydi, Erkin’in bedenine bakarak öylece duruyordu.

Elif bana hafifçe çarparak Erkin’in yanına yürürken oldukça kararlı görünüyordu, az önceki hâlinden eser yoktu ve ilk iş, üstündeki hırkayı çıkarıp Erkin’in göğsüne bastırmıştı.

“Ambulans gelmesi lazım yoksa ölür,” dedi Varan Alp’e doğru başını kaldırarak. “Acilen ambulans gelmesi lazım.”

Mir Beyaz yüksek bir sesle “Şu şerefsizin kollarını bağlamıştık, açmış bir şekilde,” dedikten sonra bana doğru döndü. “Miray ambulansı arasana! Adam ölecek! Hadi!”

Kendimi kaybetmiş gibiydim, yeni yeni kendime geliyordum.

“Ambulans gelecek buraya, haber vermiştik,” diyen Varan Alp, bir iki saniye sonra yere oturup Elif’e doğru döndü. “Bir şey yapamaz mısın?”

Elif başını olumsuz anlamda sallarken “Maalesef,” deyince elimi dudaklarıma götürüp bir süre gözlerimi yumdum.

Bir anda ayağa kalkıp “Tamam, dışarı çıkaralım o zaman…” dedim ne diyeceğimi bilemeyerek. “Kalkın, hadi, tamam!” Yanlarına yürüdükten sonra Erkin’in baygın bedenine bakarak bir süre duraksadım. “Varan Alp, hadi,” dedim sonra da. “Erkin’i taşıyın, dışarı çıkaralım. Ambulans gelecek zaten, iyi olacak.”

Birkaç saniye içinde Mir Beyaz ve Varan Alp, Erkin’i zor bela da olsa merdivenlerden indirdiler. Ara katlarda ya da direkt merdivenden inerken aydınlatma olmadığından ötürü de arkalarından feneri tuttum.

Hâlâ şoktaydım.

Birden fazla siren sesi tüm ilçeyi aydınlatacak kadar yüksek bir sesle yayılınca kolluğun ve ambulansın geldiğini fark ederek yola doğru koştum, Mir Beyaz da benimle birlikte geldi. Ambulans gelince önce Erkin’i, ardından içerideki iki yaralıyı taşıdılar.

Olay yeri inceleme depoya girerken emniyettekilerle kısaca görüştükten sonra Varan Alp ile beraber onun aracına doğru yürüdük, Elif ve Mir Beyaz da bizimle gelecekti.

Dördümüz arabaya bindik ve dakikalarca konuşmadık. Mir Beyaz başına buz tutuyordu, Elif burnunu çekip duruyordu ve ben sadece Erkin’in ne ara, nasıl vurulduğunu anlamaya çalışıyordum.

Silah sesi gelmeden önce Varan Alp’e dikkat etmesini söylemişti, oldukça yüksek bir sesle. Sonrasında da zaten direkt iki kez silah patlamıştı. Hiçbir şey anlamamıştım.

Varan Alp’in önüne mi geçmişti yoksa?

İstemsizce başımı sola doğru çevirip ambulansı takip eden Varan Alp’e doğru döndüm. Gözlerinin içi kıpkırmızıydı, burnu ve yanakları da aynı şekilde ama ağlamıyordu. Göğsünün titrediğine şâhit olunca istemsizce sessiz bir nefes verdim.

Beş dakika sonra en yakın hastaneye varmıştık, Erkin’i sedyeyle önce acile hemen ardından da ameliyathaneye götürmüşlerdi. Bize hiçbir bilgi verilmiyordu, ameliyathanenin önünde öylece bekliyorduk ve içeriye girdiğinden beri sadece on dakika geçmişti.

Oturmak bana iyi gelmediği için ayağa kalktım ve bir ameliyathanenin önüne bir bekleme koltuklarının yamacına bir de koridorun sonuna yürüye yürüye birkaç dakikamı geçirdim. İçimden bildiğim tüm duaları etmiştim.

Daha önce aynı hadiseyi yaşamış olduğumdan ötürü sakin kalmaya çalıştım. Gerçi ben karın boşluğumdan vurulmuştum ve çok kan kaybettiğim için hayati tehlikem vardı; Erkin’in iç organları zarar görmüş olabilirdi, onun durumu daha vahimdi.

Umutsuz geçen beş dakikanın ardından Elif’in yanına oturdum ve sessizce “Yaşar mı?” diye sordum. Ses tonum bir hayli çatallı ve solgun çıkmıştı.

Başını bana doğru çevirdiğinde ela harelerinin arkasındaki zar tabakanın oldukça kırmızı olduğunu fark ettim. Dudaklarını büzdü ve “Bilmiyorum,” dedi, tıpkı benim gibi sessiz ve solgun bir sesle. Ardından sol gözünden bir damla yaş düştü. “O kadar inatçı ve güçlü biri ki ameliyatı yapan doktorun tek yanlış hamlesinde uyanıp ‘Düzgün yap şu işini, yoksa tıkarım hapse.’ diyor bile olabilir.”

Elif’le birlikte bir süre ağlayarak gülümsedik. Sonra da “Haklısın,” diyerek omuzuna dokundum. Beni güldürmüş olmasına mı şaşırsaydım yoksa Erkin için ağladığına mı, bilemedim.

Tekrardan gözlerimizi buluşturdu ve “Bana dedi ki,” diye fısıldadı, sanki sır veriyormuş gibi. “Silahtan korkma, kurşundan kork.” Kaşlarım çatıldı. “Çünkü,” derken konuşmakta epey zorluk çekmişti. “Silahı vücudunda taşırken güvende hissedersin ama kurşun vücuduna denk geldiği an kendini kaybedersin. Bu yüzden silahlardan korkma.” Başını olumsuz anlamda sallarken tekrardan burnunu çekti. “Ama kurşunun bedeninde olmasının nedeni de o silah. Ben silahlardan da korkuyorum kurşunlardan da.” Karşımızdaki bekleme koltuğunda oturup yalnızca zemine bakan Varan Alp’i işaret etti. “Meslekleri çok tehlikeli ve bunu göze alarak seçmişler ama bak, ne hâlde…”

Varan Alp, Erkin vurulduğu andan beri hayattan kopmuş gibi davranıyordu. Sesi soluğu kesilmişti, kimseyle konuşmamıştı ve sadece boş boş bakıyordu etrafa.

“Bu iş artık meslek meselesinin çok önüne geçti, Elif. İlkhan gerçekten çok ileriye gitti.” Yanağımdaki ıslaklığı elimin tersiyle silerken “Onu gördün mü?” diye sordum.

Elif pek anlamayarak “İlkhan’ı mı?” diye sorunca başımla onayladım. Hastane çok sessizdi, daha doğrusu bu koridor; bu yüzden ikimiz de fısıldayarak konuşuyorduk. “Hayır,” dedi birkaç saniye sonra. “Beni Erkin Savcı’nın arabasından aldıkları anı hatırlayamıyorum bile çünkü direkt eter dayamışlar burnuma.” Bıkkınlıkla nefes verdim. “Sonrası karanlık, direkt depodaydım işte. Mir Beyaz’la yan yanaydık, ikimiz de bağlıydık. Sonra Mir Beyaz duvara yakın bir yerde kolunun hizasında çivi gördü, tam çakılmamıştı. Oraya gidip ellerindeki ipi çözdü, sonra da Erkin’i getirdiler…” Elif’in yüzü anlatırken dahi bembeyaz olmuştu. “Çok korkunçtu. Zaten Erkin geldikten sonra direkt ikisi de iplerini çözdüler, bir anda adamlarla boğuşmaya başladılar. Mir Beyaz’ın,” diyerek karşı koltuğumuzda oturan Mir Beyaz’ı işaret etti. “Kafasına ve boynuna çok fazla vurdular, gördüm. Hiç ateş etmediler, ellerinde silah olmasına rağmen ama Erkin birinden silahını alıp diğerlerine acımadan ateş etti.”

Neler yaşandığını az çok anladığımda bıkkınlıkla gözlerimi yumdum. “İlkhan yoktu o zaman…”

“Yoktu.”

Sinirle gözlerimi açtığımda “Bir şekilde oradaki heriflerden birkaçını konuşturmamız lazım,” dedim. “İlkhan’ı nasıl ele verebilirler?” Gözlerim ameliyathanenin kapısına ilişti.

Elif, bakışlarını tam tersi bir biçimde koridorun öbür ucuna doğru sabitlediğinde merakla ben de o yöne döndüm. Tabii ki Kamil Savcı, Korhan Amir ve peşlerinden de Teoman gelmişti. Üçü de önce Varan Alp’e doğru, sonra ameliyathane kapısına doğru bakınca başımı duvara doğru yasladım.

Varan Alp, geldiklerini görünce ağır ağır ayağa kalkıp yanlarına yürüdü; onları izlerken bir kez daha gözlerim ameliyathanenin kapısına doğru döndü. Umutsuz bir bakışın ardından merakla ayağa kalktım, sonra da Kamil Savcı ile Varan Alp’in sessizce konuştuğunu fark edip ağır adımlarla yanlarına yürüdüm.

Korhan Amir ve Teoman az geride beklediklerinden ötürü onların yanında durup Kamil Savcı’yı dinledim.

“Göğsünden vurulanı mı diyorsun?” diye soruyordu sessizce Varan Alp’e. Sağ eli, Varan Alp’in kolunu sıkıyordu. “Başka bir ameliyathanede, bekliyorlar arkadaşlar kapıda. Hafif yaralı olan, diğeri de…”

Arkasını dönünce Teoman, “O acilde, kurşunla yaralanmamış,” deyince kaşlarım çatıldı. Demek Erkin ateş etmişti ama isabet etmemişti, Elif’in az önce söylediklerinden bunu çıkarmıştım.

“Aynen, neyse sıkıntı yok, ifadesini alırız birazdan,” diye devam etti Kamil Savcı. “Tamam, sen…” İleriyi işaret etti. “Otur.”

Varan Alp sesini bile çıkarmadan Kamil Savcı’nın dediği gibi az önce oturduğu bekleme koltuğuna tekrardan oturdu. Kamil Savcı arkasını dönüp Korhan Amir’e, “Amirim vallahi Erkin uyanmazsa zor iş, onu oradan nasıl aldılar da depoya götürdüler, birkaç şahıs eksik gibi. Kaçanlar olabilir.”

Aniden aklıma gelen bilgiyi paylaşma gereği duydum: “Biz Varan Alp ile depoya girdiğimizde arkadan bir arabanın hareketlenme sesi geldi, duydum ben.”

Üçü de bana döndü, Kamil Savcı “Hadi be,” dedi üzülerek, daha sonra yine Korhan Amir’e döndü. “Yani ne çıkarsa artık amir, sende o iş.”

“Tabii savcım, biz gelen bilgileri sizinle paylaşırız. Araştırmalara başlıyoruz.”

Mir Beyaz, oturduğu yerden kalkınca Korhan Amir’le selamlaşıp bir süre sessizce konuştular. Kamil Savcı da tekrardan Varan Alp ile kısaca konuştuktan sonra koridordan ayrıldı. Teoman’la öylece koridorun sonunda, duvara yaslanmış bir şekilde beklerken aklım ablama gitti.

“Ablam evde yalnız mı?” diye sordum, merakla.

Teoman birkaç saniye sonra sorumu ancak kavrayabildi. “Seray mı?” dedi sonra da. “Değil, biz sitenin önüne memur yerleştirdik. 17 Eylüllülere haber gitti bu arada, onlar da güvende. Merak etme sen.”

Bir süre ağır ağır başımı salladım, sonra da gözlerimle Varan Alp’i işaret ettim. “Onunla konuşmayacak mısın?” diye sordum Teo’ya. “Galiba Erkin onun önüne geçti.”

Oldukça şaşkın bir sesle “Ne?” diye sorunca “Galiba,” diye vurguladım.

“Kendinde değil zaten şu an,” diyerek başıyla Varan Alp’i işaret ettiğinde şaşkınlığı hâlâ üstündeydi. Ardından ağzından bir şeyler geveleye geveleye Varan Alp’in yanına yürüdü, sonra da karşısında diz çöküp bir şeyler söyledi.

Uzağımda oldukları için ne konuştuklarını duyamıyordum.

Kol saatimden saati kontrol ederken bıkkın bir nefes verdim ve tekrardan Elif’in yanına yürüdüm. Oturur oturmaz “Bu ameliyatlar kaç saat sürüyor ya?” diye sordum. “Yarım saattir içeride.”

“Kurşunun nerede olduğuna bağlı değişir,” diyen Elif, bir anda başını hızla ameliyathaneye doğru çevirdi.

Kapının açıldığını fark edince hepimiz ayaklanarak doktorun yanına doğru yürüdük. Yüz ifadesinden Erkin’in yaşayıp yaşamadığını anlamaya çalışırken arkasından bir iki kişi daha çıktı.

“Savcının yakınlarsınız herhalde,” diyerek hepimize tek tek bakınca elimi kalbime götürdüm. “Kendisi biraz zor bir ameliyat geçirdi, hatta bir kez kalbi durdu ancak hayatta tutmayı başardık. Gözlerini açmasını bekleyeceğiz, geçmiş olsun hepinize.”

Hem sevinç hem de şok karışımı bir duyguyla elimi kalbime götürünce bedenen iyi olmadığımı fark edip yakınımdaki ilk duvara yaslandım ve ne olursa olsun yaşadığı için şükrettim.

Elif yanıma geldi, kolumdan tuttu ve “Miray, gel, oturalım,” dedi, bu kez az öncekilerin aksine rahat bir sesle. “Biliyordum yaşayacağını,” dedi otuz iki diş sırıtarak.

Bir an kendimi boş verip Varan Alp’e dönünce hâlâ doktorla konuştuğunu ve hiç rahatlamadığını, yüzündeki korkunun geçmediğini fark ettim.

“Sen otur,” dedim Elif’e dönüp. “Ben Varan Alp’in yanına gideyim, hiç iyi gözükmüyor.”

“Tamam.”

Dediğim gibi yaptım, ağır ağır yanlarına yürüdüm ve doktorun ne dediğini dinlemek için yanlarında durdum. Başımı hafifçe arkamı çevirip Mir Beyaz ile Korhan Amir’in ilerideki konuşmasını izlerken doktorun, “Sanmıyorum,” dediğini duydum. “Çok yüksek ihtimalle,” dedi emin konuşarak. “İki ya da üç güne uyanır, sonra normal odaya alırız kendisini.”

“Hayati tehlikesi yok yani?” diye sordu Teoman.

“Durumu stabil, ilk 24 saati atlatırsa iyileşme ihtimali yüksek,” diye açıkladı. “Kendisini dördüncü kata alacağız, yine haber verirler size.”

Teoman, “Tamamdır, sağ olun,” deyince doktor yanımdan geçip gitti. “Paşam sen de otur, hadi,” deyip Varan Alp’i az önce oturduğu yere oturtmakta kararlı olan Teoman’ın önünde durdum.

“Ya ne yapacağız burada?” dedim bir anda. Varan Alp’in kolunu hafifçe kavradıktan sonra “Biz hastanenin bahçesinde bekleriz, azıcık hava alırız,” deyince Teoman kısaca etrafa baktı. “Yoğun bakıma alacaklar zaten, neyi bekliyoruz ki?”

Teoman “Tamam,” dedi beni şaşırtarak. “Bir de bir ara, gün içinde emniyete uğrayıp ifade vermeniz gerekiyor. Elif’le Mir Beyaz’ı şimdi alayım ben hatta, sonra ben gelirim, siz gidersiniz. Kalırım Erkin’in yanında.”

Varan Alp sanki dilini kesmişler gibi asla cevap vermeyince onun yerine “Ha evet, aynen, öyle yapalım,” deyip ağır ağır yürümeye başladım.

Hastanenin çıkışına kadar tek bir kelime dahi etmeden bahçeye vardık, sonrasında da gözüm oturacak bir yer aradı. Binanın ilerisindeki yeşillik alanı görür görmez “Şurada, boşta bank var. Oturalım,” dedim. Acaba yürümek mi isterdi? Karşısında durup “İstersen yürüyebiliriz de?” diye sorduğumda bir cevap alamadım.

Şokta mıydı acaba?

Birkaç saniye boyunca cevap vermesi için gözlerinin içine baktım, tahmin ettiğim gibi gözlerimizi buluşturdu ve “Yürüyelim,” dedi sessizce.

Başımla onayladıktan sonra adımlarımı ağır tutarak yürüyünce o da bana ayak uydurdu. Hiç konuşmadığı için “Sonuçta yaşıyor,” döküldü dilimden. Bu adam konuşmazsa rahat etmezdi, emindim. Kim bilir kafasından ne düşünceler geçiyordu da susup yalnızca asfalta bakıyordu… “Hem ben de vurulmuştum, uyandığımda hiçbir şey hatırlamamıştım…” Güldüm biraz. Başımı yukarı kaldırıp yüzünü incelediğimde gülümsemediğini fark ettim.

Sesli bir nefes verip önüme döndüm.

“Sana neden dikkat etmeni söyledi, vurulmadan önce?” diye sordum artık dayanamayarak. İyi mi etmiştim yoksa kötü mü, bilemiyordum fakat artık konuşmasını istiyordum.

Gözlerimizi buluşturduğunda adımlarımız sanki yavaş değilmiş gibi daha da ağırlaştı, sonra da durduk. “Görmedin mi?” diye sordu, sanki suç işlemiş gibi mahcupça. “Benim önüme geçti. Geçmeseydi ben vurulacaktım.”

Tahminim doğru çıkınca sertçe yutkundum, sonra da başımla onayladım. “Olabilir, sende silah olmadığını düşünüp seni korumuştur belki. Karanlıktı, önümüzü göremiyorduk.”

Başını olumsuz anlamda sallarken “Direkt önüme geçti,” dedi anlam veremiyormuş gibi. “Canını tehlikeye attı benim için.”

“Sen yapmaz mıydın?” diye sordum, daha fazla kötü hissetmemesi için. “Arkadaşın sonuçta Varan Alp, hatta en yakın arkadaşın. İster istemez önüne geçmiş, sana zarar gelsin istememiş. Cesur da bir adam Erkin. Hem…” Elimi kaldırıp hastaneyi işaret ettim. “Atlattı. Yaşıyor.”

Elimi indirdiğim an “Haklıydın sen,” dedi kendisine kızıyormuş gibi. “İnsanın kini bir tek kendisine zarar veriyor. O vuruldu ama ben yaralandım.”

Bulunduğu ruh hâline üzülürken bir adım attım ona doğru. Oldukça yorgun görünen çökük vücuduna ve mahvolmuş yüz ifadesine bakarken “Ne olduysa oldu… Bir olana çare yok bir ölene,” deyip kolunu kavradım. Parmaklarıma kısaca baktıktan sonra gözlerine döndüm, kahve hareleri sanki bir çocuğun hüzünlü gözleri gibi parlıyordu ancak asla gözyaşı dökmüyordu. “Erkin iyi olacak.” Başımı onaylarcasına salladım. “Sen de daha fazla kendine yüklenme. Oldu, bitti.”

Bir kez belki de iki kez başını o kadar ağır salladı ki onaylayıp onaylamadığını anlayamadım bile. Ardından belki hiç beklemediğim belki de aylardır beklediğim o hareketi yaparak, sol kolunu boynuma dolayıp beni kendisine çekti.

Bakış açım göğsüne yaslandığım an kapkaranlık oldu, gözlerimi yumdum ve kokusunu içime çektim. Ben de ona sarıldım.

Zor bir gündü.

Eylülün ilk saatleri bile bu kadar zordu.

⚖️

2 GÜN SONRA

3 EYLÜL 2028, PAZAR

“Anne!” Boynumu kaşırken tekrardan bağırdım ama içeride, ablamla beraber yılın dedikodusunu yapan anneme yetişmek ne mümkündü! “Ya anne! Giydim elbiseyi, ne yapacaksan yap!”

Annem Gebze’den bir bavul dolusu kumaş getirmişti ve bazılarını elbise yaptığından ötürü üstümde deniyordu, dikiyordu… Saçma sapan işlerle uğraşıyordum iki gündür! Zaten dün bana geldikleri için ve annem, evimin tabiri caizse bok götürdüğünü iddia ettiği için cumartesi günüm tamamen temizlikle geçmişti… Hafta sonum mahvolmuştu resmen.

Dayanamayarak mutfağa doğru yürürken elbisenin çoğu yerinden tuta tuta kendimi defileye çıkıyormuş gibi hissettiğim doğruydu.

“Sonra kalktı bana, başladı laf etmeye: Senin oğlun cezaevinde değil mi? Yok efendim, kaç sene daha yatacak? Melek’i niye öldürdü? Öldürmediyse suçu niye Koray’ın üstüne attılar? Konuştu da konuştu… Susmadı Allah’ın cezası!” diyen annemi merakla dinleyen ablam da aynı zamanda Rüzgar’a mamasını yediriyordu. İkisi de aynı anda cıklayıp bana döndüler.

“Of!” dedi ablam, elindeki kaşığı mama kâsesinin içine bırakıp. Ayağa kalkıp beni baştan aşağı süzünce “Mavi de gerçekten yakışıyor ama sana…” demiş bulundu.

Annem göz ucuyla üstümü incelerken “Gerçi baksana, daraltmama gerek var mı Seray?” diye sorup kolumdan tuttu. Beni kendi etrafımda 360 derece döndürünce ölümcül bakışlarımı fark etmesi için yüzümü yaklaştırdım. “Kızım, ne bakıyorsun korku filmlerindeki öcüler gibi?”

“Acaba neden öyle bakıyorum anne?” dedikten sonra elbisenin eteğini bıraktım. “Anne, bak bu dördüncü elbise, diğerlerini daraltırken vücudumu deştin. Hele o boğazında, ne deniyordu ona?” diyerek bir süre düşündüm. “Neyse ne, zaten kaşınıyor her yerim… Bitti, benden bu kadar.”

Annem son kez elbiseye baktıktan sonra gözlerini bana çevirdi. “Bu da geldi otuz yaşına, almış benden bütün güzel genleri, hâlâ evlenemedi.”

Ağzım beş karış açık kalırken ablam delirmiş gibi gülmeye başladı.

“Ben gerçekten senin şu evlilik merakına asla mana yükleyemiyorum anne. Dünyaca ünlü bir yıldız olsam, hatta onu da geçiyorum, bilim insanı olsam, hatta onu da geçtim, ölümsüzlük iksirini bulsam yaranamam ben sana. Hayatım boyunca koca bul, koca bul, koca bul… Sizin inadınıza evlenmeyeceğim! Tamam mı?”

Annem benim taklidimi yaparcasına “Vır vır vır,” deyince dayanamadım ve mutfaktan çıktım. “Miray! Bana bak!”

“Ne?” diye bağırınca sesim bu kez gerçekten evde yankılanmıştı.

“Kişneme, kibar ol azıcık!” Cıkladı annem birkaç kez. “Babanla enişten marketten gelmeden o beyazlıyı da giy ya…”

Başlayacaktım şimdi babama da enişteme de ama!

Misafir odasına yürüyüp bavulun içini açtım, sonra da beyaz elbiseyi kaldırıp kısaca göz gezdirdim. “İyi de bu gelinlik gibi değil mi?” dedim başımı kapının pervazından çıkararak. “İstersen buradan nikâh dairesine gidelim anne, yoldan da bir adam çevirelim… İyice delirdin sen ama!”

Ablam meraklı bir tınıyla “Miray sana beyaz çok yakışıyor! Hem annem onun üstüne kumaş dikecek, şimdi giyin! Ben de merak ediyorum!” deyince oflayarak elimde tuttuğum bez parçasına baktım. Amma zevksizdi… Ama üstümdeki lacivert elbiseden güzel olduğu kesindi.

Ablamın henüz yeni aldığı, kahverengi çerçeveli boy aynadan kendime bakarken beyaz elbiseyi üstüme tuttum ve son kez giyinmenin umuduyla sıkılarak elbiseyi giydim. Bu kez beli üstüme pek oturmadı, boyu iyiydi ama beli kötüydü. Uzun bir elbiseydi, beyazdı ve dediğim gibi, sade de olsa gelinlik gibiydi işte. Kolu tek askılıydı, uzundu ve dizden bir yırtmacı vardı.

“Giyindim!” diyerek tekrardan mutfağa doğru yürüdüm.

Bu kez içeri girdiğimde ikisi de suskun simalarla bana bakıp gözlerini belertmişti.

Annem direkt “Şunun belini ayarlayalım,” deyince o beni iteklemeden ben, salona doğru yürüdüm. Bütün araç gereçler masanın üstündeydi.

“Anne senin de terzi olasın mı tuttu gerçekten?” dedim kaşlarımı çatıp sıkıldığımı belli ederek. “Bir tane hafta sonum vardı, hafta içindeki mesaimin beş katı daha çalışmış oldum sayende!”

Annem, kes sesini, dercesine iğneyi belime sokunca çığlık attım ama birkaç dakika önce aynısını yaşadığımdan sesimi çıkarmadım. Annem de bunu fırsat bilerek “Ay kızım pardon ya,” dedi, sanki çarpmış gibi. Klasik Bengü Lalezar. “Yanlışlıkla değdirdim.”

“Anne değdirmedin, soktun.”

“Yalancı, abartma…” dese de ses tonundan ötürü haklı olduğumu bildiğini anlamıştım. “Eee? Uyanmış mı?”

“Kim?”

“Kim olacak? Erkin Savcı,” deyince bıkkın bir nefes verdim.

“Evet, dün gece uyanmış,” dedim ben de bildiğim tek bilgiyi paylaşarak. Aslında annemlerin ne Mir Beyaz’ın kaçırıldığından ne de o gece yaşananlardan hiçbir şekilde haberleri yoktu ama ablam her zamanki gibi eniştemden ne duyarsa bir telefonla anneme anlatmıştı; sonunda da öğrenmişlerdi ve dünyayı bana otuz saattir dar etmişlerdi.

Bir kez daha sapladı iğneyi fakat bu kez sırtıma. Kendimi ileriye atınca “Bir düz dur Miray! Omurga eğriliğin mi var kızım?” diye sorup beni biraz daha kendisine doğru çekti.

Boynumu kaşırken “Of anne!” dedim kendimi geri çekerek. “Hem iki saattir vücudumu deşiyorsun hem de düz dur diyorsun!”

Birkaç saniye ikimiz de konuşmadık fakat annem oflayıp durdu. “Dön bakayım,” deyince hafifçe döndüm. Belime ve elbisenin duruşuna baktıktan sonra “Çok da bir sıkıntı yokmuş gibi ya Miray… Sen kilo mu verdin kızım? Tabii o kadar dert, tasa…” dedi peş peşe. “Ah… Allah’ım… Al şu belaları başımızdan, âmin!”

Yangın gecesini anlattıkları gün aklıma gelince tavırlı bir sesle “Herkes günahının vebalini çekmiyor mu anne? Çocuklar annelerininkini, babalarınınkini çekiyor gerçi ama…” diye söylendim. Kırgın ve kızgındım. Annemin yüzü düşünce “Neyse,” diyerek açık duran saçlarımı geriye attım. “Oldu mu şimdi bu da?”

Elim istemsizce boynuma doğru gitti, kaşımaya başladım. Annem de bozuk sesiyle “Oldu kızım,” deyip elindeki iğneyi masanın üstüne bıraktı. “Ben bir lavaboya gideyim, elimi yüzümü yıkayayım... Sen ablana yardım et, Rüzgar’a yemek yedirirken fırındaki yemeğe bakamaz o.”

Boynumu kaşırken anneme “Tamam, şunu çıkarayım,” derken annem cümlemi bitirmeden salondan çıktı. Sanırım onu kırmıştım.

Doğru mu yapıyordum yoksa yanlış mı, bilmiyordum fakat sekiz dokuz aydır ne zaman gündeme bu konu gelse anneme de babama da laf sokup tavır yapıyordum. Fakat onlar yaşlanmışlardı ve üzülüyorlardı… Üstelik annemdi, babamdı… Ne yapmam gerekiyordu ki?

İçime sıkıntı çökünce ağır adımlarla mutfağa yürüdüm, kapıyı çekip kapattıktan sonra da direkt “Abla,” dedim, soru sorarcasına. Ablam fırını kontrol ediyordu ve bana dönmemişti. Rüzgar’la göz göze gelince bana önündeki tabağı gösterip gülmeye başladı fakat buna bile gülümseyemedim.

“Efendim?” dedi ablam, yüksek bir sesle. “Oldu mu elbise? Dön, bakayım ben de.”

Üstümdeki elbiseye kısa bir bakış attıktan sonra “Sence ben annemlere gereksiz mi çıkışıyorum?” diye sordum.

Ablam pek anlamayarak yüzünü buruşturdu ve sandalyesine oturdu. “O ne alaka şimdi?”

“Yangın meselesi.”

Ablam iki elini de gereksiz bir gerilimle havaya kaldırıp geriye çekti. “Miray bana sakın yangın deme, duymak istemiyorum.”

O sürahiden bir bardak su doldurup Rüzgar’a içirirken ben de bu süre zarfında düşündüm.

“Neyse, peki…” dedim en son, ne diyeceğimi bilemeyerek.

Mutfağın kapısını açtığım sırada dış kapıdan zil sesi geldi. Ablama döndüğümde de Rüzgar’a su içiriyor olduğundan kapıya doğru yürüdüm.

Saat dört beş civarı Leman Hanım ve Buket gelecekti, birkaç gün de burada kalacaklardı. Bunu Beyhan Bey’in istediğini duymuştum ve altında bir neden aramıştım; Teoman’a sorunca da Seray ile Rüzgar’ın yalnız kalmalarını istemediği için Leman Hanım’ın da en azından duruşma gününe kadar onlarda kalmasını istediğini söylemişti.

Muhtemelen ya Leman Hanım gelmişti ya da babamlar.

Otomatik kısmını açmadığımı fark edip geri çekilecekken asansör kapısının açılma sesi geldi, ben de direkt kapıyı açtım.

Karşımda babamı ve eniştemi görmeyi beklerken önce Varan Alp’i, ardından kuvvetle muhtemel burada olduğu için çok mutlu bir şekilde zıplayarak gülümseyen Buket’i ve yanlarında bir bavulla şok içerisinde bakakalan Leman Hanım’ı gördüm.

Kıyamet!

“Miray,” dedi Leman Hanım, beni süzerken. “Ay yoksa evleniyor musun?”

Neden süzdüğüne anlam veremedim fakat az önce çıkarmayı düşündüğüm beyaz elbisenin üstümde durduğunu fark edince büyük bir aydınlanma yaşadım. Leman Hanım kahkaha attı.

Ben de aceleyle “Yok artık,” dedim bir ona bir de direkt yüzünü eğip üstümü inceleyen Varan Alp’e bakarak. “Annem,” dedim içeriyi işaret ederek. “Üstümde bir şeyler denedi de. Siz de kapıda kalmayın, içeriye geçin.” Geriye çekildim.

Buket yüksek bir sesle “Miray gelin oluyor!” diye bağırınca utançtan yerin bin kat dibine girmek istedim.

Buket beklemeden içeriye girdi ve girerken de ayakkabılarını öyle bir çıkardı ki biri Varan Alp’in dizine doğru fırladı.

Leman Hanım bavulunu çekiştirirken “Ihıhıh,” diye küçümser bir gülüşle koluma çarparak yanımdan geçti. Ben de “Hah,” diyerek arkasından baktım. “Siz yorulmasaydınız Leman Hanım ablacığım, yok, şey, teyzeciğim…” diye eklerken ölümcül bir bakış attı yüzüme doğru.

Tam bir manyaktı.

Önüme döndüğüm an Varan Alp ile kısa bir bakışma yaşadık, o da içeriye girince kapıyı örttüm.

Eskiden bir münasebetimiz olduğu için Leman Hanım kısmen görümcem sayılsa da artık onu çekmek zorunda kalmayacağım için pekâlâ bir mutluluk içerisindeydim. Gün benim günümdü!

Varan Alp ile koridorda karşı karşıya kalınca “Erkin nasıl oldu?” diye sordum dan diye. “Dün gece uyanmış ya, bana pek bir bilgi verilmiyor, malum… Merak ettim.”

“Normal odaya aldılar, iyi şimdilik,” dedi gayet sakin bir sesle. Ardından tekrar üstümdeki elbiseye bakınca kaşlarımı çattım.

Holün ortasında öylece kalmıştık ve benim artık bu saçma kıyafetten kurtulmam gerekiyordu!

“Güzel,” dediğim an yanımızda bir beden belirdi.

“Hoş geldiniz oğlum,” diyen annem o kadar sevecendi ki bir an banyoda kendisiyle terapi seansı mı yaptı, diye düşünmedim değil. “Ben de Adem’le Teoman geldi zannettim ama Buket bağırınca dedim, kesin Lemanlar geldi…”

Varan Alp, “Hoş bulduk,” deyince üçümüz de tuhaf bir bakışma içerisine girdik.

Ben niye hep böyle saçma ortamlarda kalıyordum ki? Bir Leman Hanım eksikti şu an!

“Bukeet! Kızım!” diye bağıran Leman Hanım’ı işittiğim an az önce içimden geçen düşünce için zorla gülümsedim. “Kızım bırak, bak dayının değil o, Seray ablanın.”

Annem de “E hadi içeri,” dedikten sonra üstüme bakakaldı. Varan Alp’e açıklama yapar gibi “Neyse oğlum biz içeri geçelim, Miray sen de acaba pembeliyi deneyip…” deyince ağzım beş karış açık kaldı. “Yok ya, sana o şey gelir. Zayıfsın ya…”

Varan Alp ağır ağır yürürken “Anne,” dedim kaş göz işareti yaparak. “Sonuncuydu bu. Yeter.”

“İyi, tamam, tamam.”

Büyük bir bıkkınlıkla odaya gidip üstümdeki elbiseden zar zor kurtuldum… Sırtımda iğne izi var mı diye kontrol edince ise bir iki tane kızarıklık olduğunu fark ettim, boynum daha beter durumdaydı! Bu ailede resmen kullanılıyordum, her anlamda! Yatıp uyumak, dizi izlemek istediğim pazar günüm güme gitmişti resmen!

Salona girdiğimde ablamı ve Rüzgar’ı da içeride gördüm, herkes derin bir sohbete dalmış gibi görünüyordu.

“Hayır canım, birinci sınıflar erken başlıyor ya her sene... Yarın başlayacak, İstanbul’daydı da bünyesinde olduğu okul zinciri… Dedik ki buradan devam etsin, her halükârda İstanbul’a dönecektim, bana da bahane oldu.”

Annem büyük bir ilgiyle “Yarın okula mı başlıyorsun sen Buket?” diye sorunca Buket de büyük bir sevinçle başını salladı.

Bu kıza gerçekten çok üzülüyordum. Babası diye bildiği adam babası değildi, üstüne üstlük cezaevindeydi.

“Biliyor musun Biran teyze, ben okuma yazma biliyorum,” diyen Buket’in biliyor musun soru zinciri başladığına göre benim bu ortamı terk etme zamanım gelmişti. “Aslında bu gizli bir bilgiydi ama babamla aramdaydı, o yüzden saklıyordum. Şimdi babam uzakta olduğu için saklamama gerek yok.”

Ona Behzat Bey’in bir süre yurt dışında olması gerektiğini söylemişlerdi. Görüşe de hiç gitmemişlerdi, Leman Hanım onu hayatından temelli çıkarmıştı. Ablam bana bu şekilde anlatmıştı.

Ayakta kalmaktan rahatsız olunca yanlarına yürüdüm ve annemin yanına oturdum. Ablam, Rüzgar sürekli ayakta dolanıp yere düştüğü için yerde oturuyordu; Varan Alp ile Leman Hanım da çaprazımızdaki koltuktalardı.

Ablam, “Anne sen yemeğe baksana,” derken Rüzgar olduğu yerde iki kez zıplayıp kahkaha atmıştı. Annem ayağa kalkıp mutfağa yürürken Rüzgar peşinden gitmeye çalıştı ama ablam, “Oğlum dursana! Bak, Buket geldi!” diyerek Rüzgar’ı oturttu. “Ay bu da kaç gündür manyağa bağladı!”

Leman Hanım, Rüzgar’a doğru kısa bir süre baktıktan sonra onu incelediğimi fark edip bana döndü, ben de direkt gözlerimi başka bir tarafa çevirdim.

Şansıma, bu kez de Varan Alp’e denk gelmiştim.

Leman Hanım bir anda “Teoman’ın küçüklüğü de aynı böyleydi, biliyor musun?” deyince boşluğuma geldiği için bir süre kıkırdadım.

Üçü de yüzünü bana çevirince asla duruşumu bozmadan “Yani,” diyerek Rüzgar’ı işaret ettim. “Annem de babam da Rüzgar’ı ablama benzetir.”

Leman Hanım, “Yok canım,” diyerek kendisini ve Varan Alp’i işaret etti. “Bizim tarafa daha çok benziyor.”

Ablam sessiz kalmayı tercih edince “Tabii, tabii…” dedim dalga geçercesine. “Sormayın… Mesela gözleri aynı siz!” Varan Alp’in dudaklarının arasından nefes sesi çıkınca başımı ona doğru çevirdim. Bu tartışmanın aynısını gerçekleştirdiğimizden ötürü sustuğunu varsayıyordum çünkü konuşmamayı tercih ediyordu.

Leman Hanım da “Ay sen de ne ablana benziyorsun ne Koray’a,” diyerek bana saldırmaya başladı. “Yani sizin tarafa benzese dahi sana benzemez, Miraycığım…”

Yalandan gülerek “Ay ne bu alınganlık ya, size benzemedi diye!” diyerek arkama yaslandım. “Kızınız var, malum, onunla mı ilgilenseniz acaba? Gerçi o da size benzemiyor…” dediğim an pot kırdığımı fark edip doğruldum. “Yani demek ki,” dedim toparlamak adına. Leman Hanım, kan grubu meselesini bilmiyordu fakat Varan Alp, ben cümleyi kurar kurmaz gözlerini belertmişti. Epey rahatsız olduğunu anlayınca da “Genleriniz çekinik!” diye neredeyse çığlık attım. “Mesela bakın yani, bizim genler… Ablam yeşil, ben yeşil, Koray yeşil…” Derin bir nefes verdim.

“Tamam ya,” dedi Leman Hanım, yenilgiyi kabullenerek. “Sakin ol, tamam, Miraycığım…” Saçındaki bukleyi parmaklarıyla ayırdı. “Peki, senin yok mu görüştüğün biri?”

Ablam bir anda öksürmeye başlayınca yanlış bir cümle kurmamam için bu eylemi gerçekleştirdiğinin farkındaydım. “Yok,” dedim bu yüzden, sakin kalmaya çalışarak.

“Ay ben de üstünde beyazları görünce görüştüğün biri var zannetmiştim.”

“Ne alaka?” diye sordum sinirlenerek. “Beyaz elbise giymek, görüştüğüm biri var mı anlamına geliyor? Hiç böyle bir şey duymadım.”

Buket bir anda “Anne, görüşmek demek sevgili olmak demek mi?” diye sorunca Leman Hanım başıyla onayladı. “O zaman Miray da!” diye bağırdıktan sonra Varan Alp’i işaret etti. “Dayımla sevgili olsun!”

Leman Hanım bir anda “Buket!” deyince ablam deli gibi gülmeye başladı.

Allah’ım, ne olur yer yarılsın da içine girip kamp hayatına başlayayım! Lütfen!

Utancımdan Varan Alp’in yüzüne bakamayınca ablam, “Ay kızın kafası karıştı! Öyle demek istemedi! Ne münasebet! Ahah!” dedikten sonra tekrardan güldü ama bir süre sonra sıkılıp öksürdü.

Buket de “Yo!” diye bağırdıktan sonra beni işaret etti. İşin kilit kısmı, artık annemin de salona girip sohbetin ne olduğunu anlamaya çalışmasıydı.

“Tamam Buketçiğim!” dedim yüksek bir sesle. “Yani şeye tamam, susalım artık! Sen bana şeyi anlat, Arda’yı.”

Buket düşünceli bir tınıyla “Arda mı?” dedikten hemen sonra sinirlendi. “Ben onunla küstüm çünkü o Asya ile hamur oyununda uğur böceği yaptı!”

Annem yanıma oturur oturmaz göz ucuyla Varan Alp’e doğru döndüm. Garibim, kadınların arasında kalakalmıştı ve çıtı çıkmıyordu.

“Çıkardım karnıyarığı, pilav da dinleniyor,” dedi annem, ablama doğru eğilerek. Acıktığımı fark ettim. “Eee, Buket? Gel bakalım yanıma…” diyen annem çok tehlikeli sularda yüzüyordu. “Gel, bana da anlat… Arda seni üzdü mü?”

Buket annemin yanına kadar geldikten sonra mavi gözlerini kocaman açıp “Arda gidip Asya ile arkadaş oldu, biliyor musun Bengü teyze?” dedi. Kollarını yukarı kaldırıp “Ben de onlara gününü gösterdim!” dedi. Bir anda zıpladı. “Hamurlarının rengini karıştırdım.”

Yalandan gülerek “İyi yapmışsın,” deyince Leman Hanım’ın ölümcül bakışlarına maruz kaldım. “Yani, bir daha yapma tabii…”

Buket merakla bana doğru dönüp “Miray, sen neden evlenmiyorsun?” diye sorunca dudaklarımı ısırdım.

Annem güldü. “Ah, Buket ya… Beyazlar içinde gördü, aklı gitti,” dedi Leman Hanım ile Varan Alp’e açıklayarak.

“Aynen…” diyerek konuyu kapatmak için anneme döndüm. “Ben de çok acıktım, yemeği kuralım mı?”

“Kız daha babanlar gelmedi…” dedi annem, sabret dercesine.

Buket benim yanıma geldikten sonra meraklı gözlerini üstüme dikti. “Miray, biliyor musun?” diyerek Varan Alp’i işaret etti. Çığlık atmama ramak kala ablamla göz göze geldik. “Eğer sen Varan Alp dayımla…”

Buket’in ağzını kapattıktan sonra “Aaa!” dedim korkuyla. Kız neye uğradığını şaşırmıştı. “Sen bana Arda’yla Asya’nın hamur oyununda, aman oyun hamurunda ne yaptığını söylemedin!” Şok olmuş gibi yüzümü yaklaştırdım. Fısıldayarak “Buket,” dedim ve kulağına doğru eğildim. “Küpen çok güzelmiş, nereden aldın?”

Buket kulağındaki küpeleri göremediğinden “Hangisiydi ki?” diye sordu.

“Pembe çiçekli.”

“Aaa evet, hatırladım!” diyerek Varan Alp’e döndü. “Varan Alp dayım aldı bunu bana! Sana da alsın, hem belki sevgili olursunuz!”

Aman Allah’ım…

Annem bir anda “Ne?” diye bağırarak gülünce pes edercesine arkama yaslandım. Vallahi elimden geleni yapmıştım ama bu kadarı gelmişti, dahası yoktu bende, o yeteneğe henüz erişememiştim demek ki... “Ay bu kız da gerçekten fena!” Yüzünü bana yaklaştıran annem sadece benim duyabileceğim şekilde “Senin bulamadığını altı yaşındaki bebe buluyor Miray…” diye fısıldadı.

“Aman ne güzel…” dedim tam anlaşılmayacak şekilde.

“Buketçiğim, bir yanıma gelir misin?” diyen Varan Alp muhtemelen artık şu cadı kızı uyaracaktı. Aksi takdirde babamın ve eniştemin yanında bu sohbetin geçtiğini düşündüğümde cinnet geçiriyordum. Hayali bile hayal değildi, kâbustu adeta.

Buket koşarak dayısının yanına ilerledi ve yanına oturdu, Varan Alp de ona doğru eğilerek muhtemelen toplu ortamlarda bu şekilde cümleler kurmaması gerektiğini güzel bir dille anlattı.

İkisini incelerken Varan Alp’e biraz fazla bakınca Leman Hanım’la göz göze geldik. Yüzünü buruşturup gülümseyince ben de tıpkı onun gibi sevimsiz bir gülümsemeyle karşılık verdim.

Birkaç saniye sonra Rüzgar ayağa kalkıp dizime tutununca başta derdini anlamadım ama yanımda duran kumandayı alınca ısırmak istediğini anlayıp geri çektim. Vermeyince ağladı, ağlayınca verdim. Kısır döngü.

“Teyzeciğim o yemek değil…” desem de beni anlamadı. “Rüzgar, sana şeker getireyim mi?”

Ablam bu tarafa doğru dönüp “Oğlum onu ısırma! Ver bana!” deyince ortalık iyice karıştı.

Hem Rüzgar ağlıyordu hem Buket ile Varan Alp konuşuyordu hem de koridordan tıkırtı sesleri geliyordu.

Muhtemelen babamla eniştem gelmişti.

“Biz geldik ahali!” diye seslendi eniştem holden. Poşet seslerinin ardından başımı biraz kaldırıp kapıya doğru döndüm.

Eniştem içeriye girer girmez elindeki poşetleri masanın üstüne bıraktı ve “Ooo!” dedi yüksek bir sesle. Ablasını görünce sevinmişti. “Hoş geldiniz!”

Babam ve eniştem, herkesle kısa bir selamlaşma faslı yaşadıktan sonra ayağa kalktım ve masanın yanında durdum. Ortam daha kalabalık olduğu için gerginliğim de orantılı bir biçimde artmıştı.

“Yemek de güzel kokmuş… Acıktım bayağı,” diyen eniştem aynı zamanda ceketinin cebinden telefonunu çıkarmıştı. “Bu arada baktım, dediğin deterjandan bulamadım.”

Ablam da “Tamam, boş ver onu,” deyip Rüzgar’ı eniştemin kucağına attı. “Al, oğluna bak.”

Leman Hanım bir anda esefle “Ay böylesi de görülmedi,” deyince babamla annem aynı anda Leman Hanım’a döndü. Anında söylediği laftan dönen pişkin ressamımız “Ayol Rüzgar’a dedim!” diye mırıldandı. “İki dakika yerinde duramıyor.”

Annem yanımda durduğu için “Bu kadın kafayı tırtlatmış, haberin olsun,” diye fısıldadı.

“Zaten öyleydi,” dedim ben de.

Leman Hanım bize doğru yürüyüp “Yardıma ihtiyaç var mı?” diye sorunca annem anında itiraz etti:

“Yok, biz hallederiz.”

“Olur mu canım öyle? Ben misafir sayılmam, siz sayılırsınız ama...” diyen Leman Hanım’ın söylediklerine mana veremiyordum. “Seraycığım, ben sana yardım edeyim mutfakta istersen?”

Aslında işime gelirdi ama direkt araya girdim: “Yok canım, ne münasebet!” Koluna hafifçe çarptıktan sonra ablamın yanında durdum. “Tabii ki, ablamın kardeşi, yani canından, kanından bir vatandaş olarak ben ona yardım ederim.”

Teoman az ilerimizden ve oturduğu yerden “Ortalık karışıyore!” dedi ama kimse gülmedi. Hatta Varan Alp, abisine esef dolu bir bakış atmıştı.

“Ben de Teoman’ın kardeşiyim, ablasıyım yani…”

“Aay, tamam!” dedi ablam yüksek bir sesle. “Biz sofrayı kuralım, Leman abla!” Bana döndü. “Miray sen de iki dakika keki çırparsın, fırına atarsın, tamam mı? Biz sofrayı kurarken halledersin.”

“Tamam,” dedim fakat pek tatmin olamamıştım.

Leman Hanım ve annem mutfağa doğru gidince babam “Ya canım da tatlı istemişti tam,” diyerek koltuğa yerleşti. “Neyli kek yapacaksın kızım?”

Ablam masadaki örtüyü kaldırırken “Limonlu kek!” diye bağırdı.

Az önce babamın üstünde olan gözüm Varan Alp’e doğru dönünce bir süre ikimiz de öylece baktık birbirimize. Hatırlayıp hatırlamadığını düşünürken gözlerimi kaçırdım ve sesli bir nefes verdim.

Bölüm : 08.11.2025 12:23 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...