

Bu kitapta geçen kişi ve kurumların tümü hayal ürünüdür.
ON YEDİ EYLÜL (III)
43. BÖLÜM: “AÇIK DEFTERLER KAPANINCA”
⚖️
“Defteri kapatman yazı yazmadığın anlamına gelmez.”
Hani derler ya… Bu iki insan, birbiri için yaratılmış, diye. Bazen düşünüyordum da bu hüzünlü ve romantik hikâyenin başrolleri biz miydik, acaba diye? Düşünmek istemesem de kafamın içini epey meşgul ediyordu bu durum: Doğum saatlerimiz, günlerimiz; okuduğumuz bölüm, mesleğimiz; ortak acılarımız… Ve aslında birçok şey.
Hani derler ya… Kapandı o defter, bitti o hikâye, diye. Bazen düşünüyordum da niçin defter bitmeden biterdi hikâyeler? O son hak edildi, diye mi yoksa? Bir mektupla son bulmuştu hikâyemiz, belki kapanmıştı defterimiz; fakat bu açılmayacağı anlamına mı gelmekteydi? Emek yok muydu orada, aşk yok muydu? O açık defterler kapanınca bitmeli miydi tüm hikâyeler, yoksa daha iyi bir son yazmak için çabalamalı mıydı insanlar? Yani… Biz.
Yaklaşık iki saattir bir mutfağa bir salona gide gele bacaklarım kopmuştu ve bulaşıklar da, Rüzgar’ın ağlaması da, Buket’in cadılıkları da bir türlü bitmiyordu. Ev resmen tımarhaneye dönmüştü ve başım şişmişti. Şu güzel pazar günümün hiçbir getirisi olmaması canımı epey sıkmıştı, böyle hayal etmemiştim.
Teoman ve ablam mutfaktaydı, ben de yanlarında çay içiyordum çünkü içeride Rüzgar devamlı olarak ağlıyordu ve babam sürekli onu güldürmeye çalışıyordu; tahmin edilmesi pek zor değildi, sesleri pek fazla çıkıyordu.
Hele Buket… Buket cadılıkta çığır açmıştı hakikaten! Saatlerdir okuma yazma bildiğini ispatlamak için anneme ve Leman Hanım’a televizyonda, haber kanallarındaki alt yazıyı okuyup alkış toplamak için elinden ne gelirse yapmıştı. En çok da onun gürültüsünden kaçmıştım.
Başımı kaldırıp kapının pervazına yasladığım an Varan Alp ile kısa bir süre göz göze geldik, ardından o bakışlarını Teo’ya çevirip “Abi,” dedi komik bir sesle. Gülmemek için çok direnmişti, ben de anlayamamıştım. Komik olan neydi ki?
Teoman, ablama Varan Alp’i işaret ettikten sonra kıkırdayınca dış kapının dış mandalı gibi hissettiğim yadsınamaz bir gerçekti.
Ablam kısık bir sesle “Bu kez ikinize de hak veriyorum çünkü başım şişti,” deyince neyden bahsettiklerini anladım. Muhtemelen ben yokken ara ara toplandıklarında da bu şekilde gürültü oluyordu ve Teoman da Varan Alp de rahatsız oluyordu.
Çayımı masaya bıraktıktan sonra Varan Alp tamamen mutfağa girerek “Ben birazdan gideceğim,” dedi. Karşımdaki sandalyeye oturup başını tıpkı benim gibi duvara yasladı. “Çay varsa alırım ama… Bir bardak daha içeyim.”
Teoman çaydanlığı kontrol ettikten sonra “Bu daha tam demlenmedi, bekle biraz,” deyip tezgâha çevirdi yüzünü. Bir süre ablamla beraber tezgâhtaki tabaklara kek dilimleri ve kurabiye yerleştirdiler.
Limonlu kek görünce de üzülemezdim ama ya! Ben bu kadar duygusal bir kadın değildim!
Çay bardağımı elime alıp zaten soğumuş olan çayı kafama diktim, bardağı masadaki çay tabağına bırakırken de epey sert bıraktığımdan ötürü yüksek desibelde bir ses yayıldı. Ablam da eniştem de buraya doğru dönünce öylece kaldım.
“Kırıldı sandım,” diyen ablama cevap vermek için başımı olumsuz anlamda salladım. Ablam anında arkasını döndü ve “Eee Varan Alp? Erkin’le konuştun mu?” diye sordu. “Onu da ziyaret etmek lazım şimdi, ne zaman eve geçer?”
“Aynen,” dedi Teoman bıkkın bir sesle.
Varan Alp’e doğru başımı çevirdim. Düşünceli bir sesle “Biraz kalır hastanede herhalde,” deyip bana döndü. “Hastanede de ziyaret edebilirsiniz, aldırırım içeri. Öyle herkesi almıyorlar.”
Aklıma İlkhan gelince “O pisliğin ifadesi alındı mı?” diye sordum.
“Erkin’e ateş eden adam yeni uyandı, daha ifadesini almadılar. İlkhan’ı da Kamil Savcı adliyeye çağırmış, orada ifadesini almış. İkisinden de bir şey çıkmadı henüz. Muhtemelen kendi üstlerine alırlar, İlkhan’ın azmettirdiğini ya da 17 Eylüllüleri alıkoyduğunu ispatlayan bir delil yok,” diye açıklayınca öfkeyle başımı salladım. “Kamil Savcı’nın ne planladığı hakkında en ufak bir fikrim bile yok ama nedense planı işe yarayacak gibi duruyor… İtiraf ettirecekmiş gibi hissediyorum.”
Ablam merakla arkasını dönüp “İlkhan mı itiraf edecekmiş?” diye sordu. Aslında yangın gecesini ya da 17 Eylül meselesini konuşmaktan pek hazzetmezdi, Rüzgar için de endişelendiğinin farkındaydım ama nedense bugün merak edesi gelmişti. “Önce babasını durdurun Varan Alp, dayınızı yani.”
Varan Alp ile göz göze geldikten hemen sonra çatık kaşlarla Teoman’a döndük.
Ellerini havaya kaldırırken “Telefonla konuşurken duydu, söylemedim ben bir şey,” deyince gözlerimi devirdim.
Demek ablam, Ümit Haldun İnal’ın İlkhan’la beraber emniyete geldiğini öğrenince merak edesi gelmişti. Şu an anlamıştım.
“Dayım, nasıl oldu, bilmiyorum ama öğrenmiş işte…” Varan Alp bıkkın bir nefes verirken aklıma geçen gün emniyetteyken Beyhan Bey’i de gördüğüm dakikalar geldi. Kısa bir düşünce faslının ardından başımı tekrardan Varan Alp’e doğru çevirdim. O sırada kendisi “Belki de Melek’in yerine koydu İlkhan’ı. Kardeş kardeşe zarar vermez diye düşünüyor olabilir… İlkhan aklına girmiştir onun,” demekle meşguldü.
Aklımdakileri tek tek söyledim: “Beyhan Bey,” dediğim an Teoman da Varan Alp de hızla bana doğru döndü. Ablam da gözlerini üstüme dikmişti. “Duruşmada lehimize beyanlarda bulunabilir.”
Teoman bir anda neredeyse tükürerek gülünce ablam esef dolu bakışının ardından Teoman’ın koluna vurdu. “Ne?” dedi eniştem, gülüşünün arasında. “Babamdan bahsediyoruz.” Başını bana doğru çevirdi. “Dünyanın en ketum, duygusuz, bencil, soğuk…” Duraksadı. “Neyse ya… İmkânsız. Babamı ikna edemezsin.”
Kaşlarım çatıldı. “Yaparım.”
“Yapamazsın,” dedi Varan Alp, tok bir sesle. “Babam ne 16 Eylül 2027 gününü anlatır ne de 17 Eylül 1998’i… Sen kendi ailene odaklan, diğer 17 Eylüllülerin ailelerini ikna et ama babam olmaz. Kendini ateşe atmaz.”
“Zaten Beyhan Bey’den sadece 1998’de olanları benim uyarladığım şekilde anlatmasını isteyeceğim. Hiçbiri yalan ifade verip devleti meşgul etmiş gibi gözükmeyecek. Zaten o gece bir suç işlenmişse dahi geçti otuz sene, zaman aşımına uğradı… Benim istediğim, ailelerimizin yalan ifade vermiş gibi gözükmemesi. Bu şekilde 17 Eylül 1998’i anlatırlarsa, o gece bir çocuk doğduğunu doğrularlarsa ve benim senaryolaştırdığım şekilde destek çıkıp tanık olurlarsa İlkhan’ın o gece doğduğunu, Behzat’ın orada olduğunu ve bilindiği üzere kardeş olduklarından dolayı cinayetleri onların işlediğini tanık beyanlarıyla daha gerçekçi bir şekilde iddia edebilirim.”
Bir süre sessiz kaldık.
“Hadi ama,” dedim, umudumu yitirmeyerek. “Sizin babanız eski hakim!” Onları gaza getirmek niyetindeydim ama ikisi de umutsuz vakaymış gibi dalıp gitmişlerdi. “Hem belki de en çok zararı Beyhan Bey gördü, neden ceza almalarını istemiyor ki? Yangın çıkmasaydı…”
Kaşlarım çatıldı.
“Ne?” dedi ablam da merakla. “Devam etsene.”
Teoman, “Tamaaam! dedi uzata uzata. “Bugünlük Beyhan Çakmak dozu yetti de arttı bile! Bu yüzden keyfimiz kaçmasın, aman boş verin gitsin ya…”
Benim düşüncelerim henüz yeni yeni somutlaşmıştı. Şimdi de Beyhan Bey’in sırf eşi Ülkü Hanım öldü diye ve o geceyi örtbas etmek zorunda kaldı diye bizim acı çekmemizi izliyor ve keyif alıyor gibi hissetmiştim.
Umarım hislerimde yanılırdım. Umarım sadece vicdan azabı çektiği için bu şekilde davranıyordu aksi takdirde gerçekten Teoman’ın da dediği gibi duygusuzun teki olduğunu ve buna ek olarak insani tüm duygularını yitirdiğini düşünürdüm.
Onunla konuşmak istiyordum. Çok tuhaf bir adamdı, az ve öz konuşurdu benimle ama yine de ona durumu izah etmek istiyordum.
Ablam önüme tatlı tabağı koyduğu an gözlerimi Varan Alp’e çevirip “Hiç mi kabul etmez?” diye sordum.
Teoman çaydanlığı masanın üstüne getirip bardağımı doldururken umutsuz bir bakışla Varan Alp’e doğru döndü, Varan Alp de “Sanmam,” diye kısa bir yanıt verdi.
Bugün dilini yutmuştu herhalde… Gerçi Erkin vurulduğundan beri bu durumdaydı ama uyanmıştı adam, biraz kendine mi gelseydi acaba?
Hırs yapıp “Peki,” dedim, itiraz dolu bir tınıyla. “Ben yine de bir şansımı deneyeceğim.”
“Ne yapacaksınız kızım?” dedi eniştem, bu kez Varan Alp’e çay doldururken. “Kapısına mı dayanacaksın adamın? Öyle herkesi almaz evine…” Çaydanlığı kaldırdı. “Hele ablamla Buket gitmişken kesin başlamıştır yüz bin parçalı yapboz yapmaya.” Kaşlarım çatılırken Teoman kıkırdadı, ben de istemsizce Varan Alp’e doğru döndüm. “Kum saatini masasının üstüne koyup kendisini sınıyordur… Yanında da kimseyi istemez.”
İçimdeki şaşkınlığı muhtemelen asla tarif edemezdim.
Zaman geçtikçe Varan Alp’in hareketlerini, sessizliğini, aktivitelerini daha iyi anlamaya başlamıştım. Sanırım bu, içlerinde en mühim olandı.
Gözlerimiz buluşur buluşmaz geri çekti, çayının dumanına doğru kısa bir bakış attı ve en son masadaki tabaklara baktı.
Limonlu kek vardı.
Konuyu saptırmadan “Bana yapamazsın de,” deyip çayımdan bir yudum aldım. “Ve nasıl yapacağımı izle…”
Ablam gülümseyerek “Sen Beyhan babamla hiç diyaloğa girmedin sanırım,” diye dalga geçince çayı tabağına bırakıp gülümsedim. Teoman o sırada çaydanlıkla beraber mutfaktan çıkmıştı. “Rüzgar’ı bir kez bile… Affedersin Varan Alp,” dedikten sonra tekrardan bana döndü. “Rüzgar’ı bir kez bile öptüğünü görmedim. Gerçekten soğuk bir adam. Teoman’a ara ara sıcak davrandığına şâhit oldum ama Melek’in cenazesine bile gelmedi, düşünsene…”
Eline iki tabak alıp mutfaktan çıkınca gözlerimi tekrardan Varan Alp’e doğru çevirdim. Sadece yere bakıyordu, yüzü düşmüştü. Az önce kıkırdarken biraz da olsa durumunun iyiye gittiğini düşünsem de sessizliğinden ve hüznünden ötürü beni şüpheye düşürmüştü.
Sanırım hiç iyi değildi.
Babasından bahsederken de Erkin’i düşünürken de yüzü devamlı asılmıştı.
Ona aylardır kendi içimde yükleniyordum. Beni nasıl direkt sildiğini düşünüp deliye dönmüştüm bir ara, tabii bu kısa sürmüştü çünkü alışmıştım yokluğuna… Fakat yine de cevapsız kalan bu soru, şimdi tekrardan gündemim olmaya başlamıştı.
Annesiz büyümüştü o ve şimdi anlıyordum ki babası hayattaydı fakat o da yok gibi bir şeydi. Onun hayattaki tek ailesi ablası ve abisiydi, onlarla da iş dolayısıyla sık sık görüşemediği kesindi. Sevdiklerinden uzakta büyümüştü, başka bir şehirde ve bu durum devamlı kafasını meşgul etmişti. Hatta belki de çocukluğunda bana, daha doğrusu bana olan sevgisine sığınmışken bir tekme de ben atmıştım ona. Bu yüzdendi kini, öfkesi, güvensizliği…
Onu anlıyordum.
Acımasız olmak istemiyordu ama kendisini üzmemek için başkalarını üzüyordu, sonra vicdan azabı çekip özür diliyordu.
Ablam mutfağa iki kez daha girip çıktı, eniştem ise salonda kaldı, mutfağa hiç uğramadı. Biz masanın iki ucunda Varan Alp ile sessizliği paylaşırken bir süre mutfağa kimse girmedi. Çayına dokunmadı, çok sıcakken içemezdi zaten fakat ben de dokunamamıştım. Gizliden gizliye onu izleyip anlamaya çalışıyordum, ne kadar olursa artık. Anlamak bir yana, hissetmek de istiyordum: Neler düşündüğünü, nasıl acılar içinde olduğunu ve bunları nasıl gizlediğini…
Aylar geçmişti, belki de seneler… Ben hâlâ onunla sessizliği paylaşıp anlamaya, hissetmeye çalışıyordum. Onu hâlâ merak ediyordum.
Kapanmamış bir defterimiz vardı sanki, devamlı yazı yazıp duruyordum. Ya bir mektup ya bir şiir… Ama yazıyordum işte.
O defter kapansın istemiyordum.
Dudaklarımı aralayıp lafa girmeyi düşündüğüm sırada Varan Alp’in telefonunun sesi mutfakta, çok yüksek bir sesle çalmaya başladı. Ödüm kopmuştu ama belli etmemiştim.
Eniştem mutfağa girip ikimize kısaca bakarken Varan Alp telefonunu meşgule verdi, sonra da ayağa kalktı.
“Ben çıkıyorum abi.” Bana doğru bakınca gitmesini istemediğim için biraz gerilmiştim. “Görüşürüz,” dedikten sonra mutfaktan çıktı, ben de ayağa kalktım. Asla içmediği çayına bakarken Varan Alp içeridekilerle vedalaşıyordu.
Enişteme doğru dönüp “Çayını içmemiş,” deyince sorgulayıcı gözlerini üstüme diken eniştem, zorla gülümsedi.
“Sen iç, Miray.” Yarım bıraktığım çay bardağını işaret edince tabiri caizse mal gibi kaldım. “İşi çıkmıştır onun.” Omuzuma dokunduktan sonra sahte bir gülümsemeyle kafamı salladım.
Merakıma engel olamayıp başımı mutfak kapısının pervazından çıkardım, sonra da Varan Alp’i portmantonun önünde gördüm. Ablam da dış kapıyı açmakla meşguldü.
Rüzgar sendeleye sendeleye hole doğru geldikten sonra ablamın bacaklarına tutunup başını Varan Alp’e doğru kaldırdı. Tabii Varan Alp’ın başı neredeyse tavana değdiğinden (!) çocuk başını kaldırırken epey zorlanıp kaşlarını çatmıştı.
Varan Alp sonunda Rüzgar’a doğru eğilmeyi akıl edip “Gel bakalım!” dedi ve kucağına aldı onu.
Rüzgar da dünden razıydı zaten.
Gözlerimi devirerek enişteme döndüğümde göz göze geldik.
“Ne?” dedim kısık bir sesle.
“Az bak canım,” dedi sevimsiz bir sesle.
Dişlerimin arasından “Sana ne be?” diye fısıldayınca ablam arkasını dönüp konuşmamızı duyduğunu belli edecek türden korkunç bir bakış attı.
İkisine de sinirlendiğim için aralarından geçip Varan Alp ile Rüzgar’ın yanında durdum. “Rüzgar!” dedim ve direkt kollarımı açtım. “Gel! Gel teyzene!”
Rüzgar başını bana çevirdikten sonra kollarını uzattı, ben de onu kendi kucağıma aldım.
Varan Alp, “Görüşürüz,” dedikten sonra kapıyı açtı.
Rüzgar kucağımdan inmek isteyince onu yere bıraktım, yürüye yürüye tekrardan Varan Alp’in yanına gitti. Bu çocuk da iyice amcacı çıkmıştı! Az önce kucağıma geldi diye havalara girmiştim ama favori akrabası olmam için biraz daha çabalamam gerekiyordu anlaşılan.
Ablam tam kapıyı kapatacakken Leman Hanım’ın sesi duyuldu. “Alp dursana, dur dur!” diye bağıra bağıra yanımda durdu, sonra da Varan Alp’in yanına gidip kısık bir sesle bir şeyler söyledi. Varan Alp onu dikkatle dinlediği için konuyu epey merak etmiştim.
Ablamla göz göze gelince ikimiz de kaşlarımızı hafifçe çatmıştık.
En son Leman Hanım, Varan Alp’in yanağından öptükten sonra arkasını döndü. İki eliyle gri hırkasını saracak şekilde kendi beline sarılan Leman Hanım’ın kendisini sıktığını anladığımda, Varan Alp’in kulağına fısıldadığı cümleleri daha çok merak ettim.
Kapı kapandıktan sonra hepimiz içeriye geçtik.
Ablam, eniştem ve Leman Hanım koltuklara ve masadaki sandalyelere oturup içerideki sohbete ortak olurken ben, başımı pencereye yaslayarak Varan Alp’in apartmandan çıkmasını bekledim. Arabası bu bloğun hemen önündeydi, gözüm de arabasının üstündeydi.
“Karnım bayağı ağrıdı Seray, yok mu bir soda?”
“Var baba,” dedi ablam, daha sonra bir anda “Aaa!” dedi hiddetle. “Ya o son kalan şişeyi ben kırdım. Ama söyleyeyim hemen internetten, gelir. Bekle.”
“Zahmet etme kızım, boş ver,” diyen babam, cümlesinin ardından iki kez öksürdü.
Sohbet ilgimi çekince arkamı döndüm, ardından “Ben alayım,” dedim kısık bir sesle. Babam başını çevirip gözlerimin içine bakınca başımla onayladım.
“Yok kızım, yorulma, boş ver,” dedi fakat midesini tuttuğu için bir yandan da gitmemi istiyormuş gibi bakıyordu.
Buket bir anda zıplayarak “Miray, bana da çikolata alır mısın?” deyince Leman Hanım anında Buket’i kollarından tutup “Kızım!” dedi, bıkkın bir tınıyla.
“Tamam, tamam…” Masanın üstünde duran çantamı aldıktan sonra Buket’e döndüm. “Alacağım sana çikolata. Başka? Başka bir şey isteyen var mı? Size?” Ablamla enişteme döndüm. “Soda alayım mı? Leman Hanım, anne?”
Kimse bir şey istemeyince çantamı omuzuma asıp kapıya doğru yürüdüm. Kapıyı kapattım, ayakkabımı giydim ve hafifçe ürperdim, sanırım dışarısı biraz soğuktu.
Asansörle aşağıya indikten sonra binanın çıkışına doğru yürürken kapının önündeki hareketlenme dolayısıyla biraz ürktüm. Kendimi güvende hissetmiyordum, bundan dolayıydı; yoksa sitenin önünde hem güvenlik hem de polis memurları vardı.
Dış kapıyı araladığım an yansıyan gölgenin Varan Alp’e ait olduğunu anladım ve kaşlarımı hafifçe kaldırdım. Arkası bana dönüktü, telefonla konuşuyordu ve arabasının biraz yakınındaydı.
Çok ses çıkarmamak için kapıyı hafifçe çektim, sonra da merdivenlerden inmedim fakat telefonla ne konuştuğunu duymak için istemsizce put kesildim, korkuluk gibi kalakaldım.
“O yüzden ben de bir şey diyemedim, onların arasındaki mesele sonuçta ama…” Kaşlarımı çattığım an o da duraksadı ve hafifçe başını yukarıya kaldırdı, muhtemelen ablamların penceresine bakıyordu. Beni görmemişti. “Beni zaten pek ilgilendirmiyor, ben sadece onun yanında olmaya çalışıyorum.” Sesi çok çok kibar ve kısık çıktığından ötürü kaşlarım daha da çatıldı, ona daha da yaklaştım. Ben tırabzana tutunurken o da kısaca güldü. “Tamam, yarın görüşürüz zaten. Şu depo olayı vardı ya, onun dosyalarını diğer savcıya iletmeyi de unutma.” Bir süre duraksadı, elini cebine götürdü. Sonra da “Ha evet aynen, doğru dedin,” deyip cebinden arabasının anahtarını çıkardı. Beni görebileceği ihtimalini düşünerek hareket ettim, merdivenlerden indim, o da “İyi geceler,” deyip telefonunu kapattı.
Adım atmama fırsat bile kalmadan “Şimdi de telefon mu dinliyorsun Miray?” diye sorunca gözlerimi belerttim.
Arkasını döndü, göz göze geldik ve anlamıyormuş gibi yapıp güldüm. “Ya senin sıkıcı telefon görüşmeni neden dinleyeyim ben?” Terlediğim için saçlarımı geriye atarken merdivenlerden indim ve yanına yürüdüm. “Ayrıca…” Sorgulayıcı bir bakış atarken göz temasımızı hiç kesmedim. “Sen de beni kokumdan mı tanıyorsun? Nasıl anladın seni dinlediğimi?”
Bir süre düşünceli bir bakışla başını salladı, sonra da sesli bir nefes verip “Yok, ben gözlerimi kullandım,” dedi. Arabasını işaret edince başımı sağa doğru çevirdim. “Arabanın camına yansıyordun.”
Bunu nasıl akıl edemediğimi düşünürken dudaklarımı birbirine bastırarak güldüm. “Ben… Şey zannettim.” Arsız bir bakış atarak “Bizim bir davamız var, biliyorsun. E rahatsız da etmeyeyim, dedim.”
Gülümser gibi oldu ama sonra hemen ifadesini topladı.
“Sen?” Aramızda çok mesafe olmadığı için ses tonu tüylerimi diken diken etmişti. “Eve mi gideceksin?” Arabasının anahtarını kaldırıp açma tuşuna bastıktan sonra bedenini çevirdi. Ardından tekrardan dönüp “Niye çıktın ki dışarı?” diye sorunca sitenin çıkışını işaret ettim elimi kaldırarak.
“Bakkaldan soda ve çikolata alacağım.”
“Söyleseydiniz keşke. Ben alırdım.”
Sevimsiz bir gülümsemeyle yanına doğru iki adım attıktan sonra “Çıkalı beş dakika olmuştu Varan Alp, burada yalı kazığı gibi dikildiğini nereden bilelim biz? Pencereden bakıp takip mi edelim seni?” diye sordum.
“Pardon?” dedi soru sorar gibi. Sonra da güldü. “Yalı kazığı gibi?”
Kollarımı göğsümde bağlayarak dik dik bakmaya devam ettim. “Kalem memurunla da beş saat ne konuşu… Neyse.” Gitmek için arkamı döndüm.
“Sen kiminle konuştuğumu mu öğrenmeye çalışıyorsun?” diye sorup kısık gözlerle bana bakarken yanlış anladığı için şaşırıp güldüm.
“Ben?” deyip kollarımla vücudumu işaret ettim. “Hiç merak etmiyorum, biliyor musun? Ayrıca etsem bile üstüne alınma. Kronik ve genetik merak var bizde.”
İki gözümü birden kırparken “Belli,” diye bir cevap verdi. Ses tonundaki kinayeyi çözmeye çalışırken gözlerim hafifçe kısıldı. Dudaklarını aralamadan önce gözlerini kaçırdı, sonra da “Aylarca İstanbul’a gelmedin, duruşmalara geldiğinde de ruh gibiydin, hemen Ankara’ya geri döndün,” dedi. “O zaman merak etmiyordun galiba.”
Kırıldığını belli eden cümleler kurmasını beklemediğim için şaşırdım ama sonra hemen toparlayıp kaşlarımı çattım. “Neyi merak edecektim?” diye sordum ve zorla gülümsedim. “Ha şey mi? Yanına gelip ‘Merhaba,’ dediğimde nasıl laf sokacağını mı?”
Gözlerimizi tekrardan buluşturunca ne söyleyeceğini bilemedi, sonra da dudaklarını araladı ve iki saniye bekledi. “Laf sokmazdım.”
Ciddi kalmayı çok istedim ama başaramadım ve sinirle güldüm. Sonra da “Şu an dalga geçiyorsun bence,” dedim.
“Geçmiyorum.”
“Çok merak ediyorsan sen gelseydin Varan Alp,” dedikten sonra gözlerimi devirdim. “Belki laf sokmazdın ama en azından bir şeyleri zamanında ispatlardın.”
Söyleyeceklerine sinirleneceğimi bildiğim için kafamı çevirdim ve arkamı döndüm, o da “Zamanında mı?” diye sordu.
Adımlarımı oldukça hızlı tutup yürürken arkama bile dönmedim. Boş boş anlamlar yükleyip beni en kötü zamanımda terk etmesini kendi içimde aklamaya çalışıyordum, bu yüzden geri zekâlıydım ben! Başıma gelenleri de belli ki hak etmiştim! Kimse suçsuz değildi bu hikâyede ama ben de bile isteye kötülük yapmamıştım, bunu anlamadıysa da onun öküzlüğüydü.
Bakkala uğradıktan sonra elimde küçük bir poşetle dışarıya çıktım, ardından siteye doğru yürürken sinirimin epey bozulduğunu fark ettim.
Utanmasam sinirden şu elimdeki poşeti yere fırlatıp şişeleri kıracaktım.
Siteye girdim, ablamların apartmanına doğru yürüdüm ve üşüdüğüm için adımlarımı hızlı tuttum. En iyisi bunları bırakır bırakmaz eve gidip uyumaktı, annemlerde anahtar vardı zaten, bir zahmet kendileri eve girerlerdi.
Çok yorulmuştum, bunalmıştım.
Sağa dönüp araçların arkasından dolandığım an Varan Alp’in hâlâ öylece beklediğini fark edip adımlarımı durdurdum. Benim geldiğimi görmüştü fakat yüzüme bakmıyordu, arabasına yaslanarak ileriyi izliyordu.
“Ne yapıyorsun?” diye sordum, oldukça uzatarak.
Göz teması kurar kurmaz “Soruma cevap vermeni bekliyorum,” dedi, gayet normal bir ses tonuyla.
Boştaki elimi havaya kaldırıp “Manyak mısın sen?” diye sordum. “Farkındaysan bakkala gidip döndüm, beş dakikadır yokum. Hayaletimle mi münakaşaya girdin? Bir doktora görün istersen.” Hiçbir şey söylemeden yüzüme bakmaya devam edince sinirlendim. “Soru sordum!”
“Ben de sormuştum,” dedi kısık bir sesle.
“İyi, tamam, bekle,” dedikten sonra öfkeyle merdivenleri çıktım.
Asansöre doğru yürüdüm, hemen bindim ve kata çıktım. Kapıya tıkladıktan sonra da kapının açılmasını beklerken bacaklarımı sallayıp durdum.
“Soromo covop vormono bokloyorom…” diye sesimi kalınlaştırıp taklit ettim. “Pislik. Göstereceğim ben sana ama…”
Dudaklarımı aralayıp söylenmeme kaldığım yerden devam edecekken aniden kapının açılmasıyla geriye bir adım sendeleyip ürkmüştüm.
“Miray,” dedi ablam, gözlerini kısarak. “Niye korktun? İyi misin?”
Poşeti uzattıktan sonra “Abla ben eve geçeceğim, çok yoruldum,” deyince ablam itiraz etmeden başını salladı.
Poşeti alırken de “Çeneni sıkıyorsun, belli…” dedi kısık bir sesle. “Aşağıda mı karşılaştın?”
Birkaç saniye sustum, ardından bıkkın bir nefes vererek asansörün düğmesine bastım. “Eve gideceğim, yorgunum.”
Apartmandan çıkarken birkaç kişi girdiği için onlara öncelik tanıyıp geride durdum, sonra da kendimi dışarı atıp merdivenlerden indim. Varan Alp’in karşısında durana kadar da yüzüne bakmadım.
“Sen benden ne duymak istiyorsun Varan Alp?” diye sorunca bitkin ve asık suratının ardından bir de sesli bir nefes vermesiyle iyice karamsar oldum. Göz göze geldik tekrardan, ben de “Hâlâ bir şeylerin düzelmesi için benim çabalamamı mı bekliyorsun?” diye sordum dan diye. “Çok beklersin,” dedim sertçe.
Gerildiğini allaşan yanaklarından anlarken “Niye bu kadar sinirlendin?” diye sordu. “Kötü bir şey mi söyledim?”
“Çünkü dengesizsin.”
“Miray sadece ne zamanından bahsettiğini sordum,” diye kendini savunmaya devam etti. “Kötü bir şey söylemedim.”
Hiç ciddiye almadığımı oldukça belli ederek yüzümü ekşittim ve “Ya bir git,” dedim tersleyerek. “Vicdan azabı çekmediğin anlarda beni tersleyip çok üzgünken ‘Haklıydın sen,’ demeyeceksin o zaman? Dengesizsin.”
Dalga geçercesine gülümseyip “Miray, sana sadece,” dedi tane tane. “Neyin zamanı olduğunu sordum.”
Söyleyip söylememek konusunda kararsız kalırken parmaklarımı boynuma götürüp kaşıdım, sonra da saçımı biraz arkaya attım. Gerim gerim gerilmiştim.
“Neyin zamanı, biliyor musun?” diye sordum başımı yüzüne doğru kaldırarak. “Bazı şeylerin zamanı vardır. Bir insan hata yapar, sonra özür diler. Bunun gibi mesela,” dedikten sonra gitmek için yönümü çevirdim.
“Bazı şeylerin de zamanı yoktur.”
Bıkkınlıkla ona doğru döndüm, sonra da sakince “Mesela?” diye sordum.
“Aşk mesela.”
Kendisini savunmasını, haklı olduğunu bas bas bağırarak laf sokmasını beklerken duyduğum cümlenin gerçekliği konusunda zihnimle kalbim epey münakaşa etti.
Sertçe yutkundum, sonra da “Onun da zamanı var,” dedim, yelkenleri suya indirmeyerek. “Mesela 17 Eylül. Ne 17 Eylül’den öncesi ne de sonrası,” derken aylar öncesine, beni terk ettiği güne gönderme yaptım.
Cevap verecekken duraksadı.
Konuşmasına fırsat vermeden bana ne yaptıysa aynısını yaptım:
“Ne 17 Eylül’den öncesi ne de sonrası… Bizden hiçbir şey olmaz.”
⚖️
YAZARIN ANLATIMIYLA
Perdenin ardından dışarıyı izleyen Elif, Miray’ın da siteden çıktığını görünce hüzünle arkasını döndü. Buse ve Biran Hanım televizyonun karşısında neredeyse uyuyakalınca kendisini kötü hissedip Mir Beyaz’ın omuzunu dürttü.
“Pişt,” dedi sessizce. Mir Beyaz, başını kaldırıp Elif’e bakınca “Miray gitti, Varan Alp put gibi duruyor hâlâ… Yüzünden düşen bin parça,” diye fısıldadı Elif. “Donakaldı adam resmen dışarıda. Sen Miray’a yazdın mı mesaj?”
Mir Beyaz başını sallarken “Yazdım yazdım,” dedi kısık bir sesle. “Buradan bir çıkalım mı?”
Elif, perdeyi çekip Mir Beyaz’ın peşine takıldı. Mutfağa geçtiler, Mir Beyaz kendisine su doldururken Elif de tabureye oturmuştu.
“Sence onların aşkı bitti mi?” diye sordu Elif, tüm saflığıyla.
Mir Beyaz’ın içtiği su neredeyse boğazında kalacaktı. “Bilmem,” dedi, bardağı tezgâha bırakıp. Elif’in karşısındaki tabureye oturup ela gözlerine baktı. “Aşk hemen bitecek bir duygu değil, hâlâ derinlerinde bir yerde saklıdır belki.”
Elif’in gözleri, buzdolabındaki magnete doğru döndü. Mir Beyaz’ın ve Melek’in beraber çekildiği fotoğrafı asmıştı Mir Beyaz.
Hüzünle başını yere eğen Elif, göz teması kuramadan “Başkalarına âşık olurlarsa peki?” diye sordu, titreyen sesiyle. Elleri ve bacakları da titriyordu elbette.
Mir Beyaz, masanın herhangi bir noktasına dalıp giderken “İnsan eğer sevdiğini hemen unutuyorsa,” dedi ve yutkundu. “Onu o kadar çok sevmemiş demektir. Ha eğer sevdiyse zaten unutmaz hemen. Yani birini severken bir başkasını sevemezsin ki…”
Elif büyük bir yıkımla Mir Beyaz’ın kıvırcık saçlarına bakarken “Ne zaman biter o sevgi?” diye sordu.
Mir Beyaz düşünceli bir tınıyla “Sevgi bitmez,” dedi. Gözlerini Elif’inkilerle buluşturduğu an “Ama aşk bitebilir herhalde, onun da nasıl bir süresi olsun ki?” diye sorup kaşlarını çattı. “Bana bak.” Sırıttı biraz. “Sen birine âşık oldun da benden tüyo mu alıyorsun?”
Zorla gülümsedi Elif. “Yok, hayır.” Saçlarını kulaklarının arkasına sıkıştırdı. “Miray için sordum.” Ayağa kalktı. “Neyse ben gideyim, Buse de uyumuş zaten.”
“Sağ ol kek için,” diyen Mir Beyaz, Elif’i geçirmek için ayağa kalktı.
Mutfaktan çıkacaklarken Elif son kez buzdolabında gördüğü fotoğrafa baktı. Fotoğrafa bakarken içi o kadar acıdı ve kendisinden o kadar nefret etti ki hemen gözlerini başka bir noktaya çevirdi.
Mir Beyaz’ın arkasından bakakalınca ise dişlerini sıkarak elini kalbine götürdü.
Az önce soru yağmuruna tuttuğu adama âşık olduğunu asla itiraf edemeyecek olmak, onu hüzne boğdu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 44.09k Okunma |
2.92k Oy |
0 Takip |
46 Bölümlü Kitap |