
Bu kitapta geçen kişi ve kurumların tümü hayal ürünüdür.
ON YEDİ EYLÜL (III)
45. BÖLÜM: “BABALAR VE ÇOCUKLARI”
⚖️
“Sevmekten korktuğun kişiyi sevmek, olmaktan korktuğun kişiye dönüşmekle aynı acıyı hissettirir.”
Evimin bulunduğu siteye doğru yanaşmamızla kalbimdeki acının beni diriltmesi bir olmuştu.
Ambulanstan yayılan kırmızı ve mavi ışığı fark eder etmez arabadan bir hışımla indik. Ardından büyük bir korkuyla, etraftaki insanlara çarpa çarpa ambulansa doğru ilerledik.
İçimdeki korkunun tek sebebi, anneme ya da babama zarar gelmiş olma ihtimaliydi.
Adımlarım durduğu an, ambulans aracının arka kapısının önündeydim ve babamla göz göze gelmiştik.
Elimi kalbime götürdüğümde de aracın içinde annemin de olduğunu fark ettim. İkisi de sağdı, gözümün en içine bakıyorlardı ve etraftan öylesine soyutlanmıştım ki kulağımdaki uğultu nedeniyle kimseyi duyamıyor, gözlerime inen karanlıktan ötürü kimseyi göremiyordum.
Birkaç saniye sonra kekeleyerek de olsa, “Anne,” dedim ve babamın omuzundaki sargıdaki kanı fark ettim. “Baba, ne oldu? İyi misiniz?” Çenem titrediği an ambulansın önündeki sağlık personelleri güven verircesine bir bakış attı. “Omuzuna ne oldu, ha? Başka bir şeyin yok, değil mi baba? Anne, senin?”
“Kızım dert etme, iyiyim ben,” diyen babamın ne dediğini kavramam bile on saniyemi almıştı.
Ablam bir anda bağırarak “Baba!” deyince irkilerek geriye sıçradım. Eniştemin korku dolu bakışını ve ablamın beş karış açık kalan ağzını görüp bir iki adım daha attım geriye doğru.
Onları kaybetmek düşüncesi canımı öyle acıtmıştı ki kımıldayamaz hâle gelmiştim.
“Silahla yaralanma,” diye açıklayan sağlık görevlisi, ambulansın kapısını kapattı. “Önemli bir şey yok. Beyefendi, omuzundan yaralanmış. Kolluk kuvvetlerine haber verildi, merak etmeyin.”
Ablam da eniştem de tıpkı benim gibi kalakaldılar.
“Nereye?” diye sordum korkuyla. “Hangi hastaneye götüreceksiniz?”
“Caddenin sonundaki devlet hastanesine gidiyoruz.”
Silahla yaralanma mı demişti o az önce yoksa ben hayal mi görüyordum?
Eniştemle ablama doğru iki adım attıktan sonra “İlkhan,” dedim, kısık bir sesle. “Kesin o yaptı… Biliyorum, buraya gelirken bile hissettim. Geldi, annemle babamı tehdit etti. Belki de beni götürmeyi planlıyordu şerefsiz.” Dudaklarımı ısırarak yanımızdan geçen ambulans aracına bakakaldım.
Ablam ağlamasının arasında, “Hadi, gidelim peşlerinden,” dedikten sonra arabaya doğru yürümeye başladı.
Eniştemle öylece kaldık. Etraftaki kalabalığı tekrardan anımsayınca kısaca göz attım. Meraklı ve korkulu bakışların arasından hemen ayrılmak istedim.
Teoman, “Hadi Miray,” diyerek omuzuma dokununca bakışlarımı diğer insanlardan kaçırıp arabaya yönelttim. “Tamam, bir şey yok, sakin ol, hadi…” diye ısrar etti eniştem.
Sonra da yürüyüp arabaya bindik.
⚖️
Saat ikiye gelmek üzereydi. Avucumun içindeki karton bardağın içerisindeki kahvenin yarısını zor bela içmiştim, o da sırf ayakta durabilmek için. Hastane koridorunda bir oraya bir buraya yürüye yürüye meczuba dönmüştüm ve hâlâ neler yaşandığı konusunda bilgi sahibi değildim.
Anneme sakinleştirici verilmişti, babam da omuzundan yaralandığı için uyutulmuştu. İfade alacak polis memurlarıyla beraber koridorda toplam 10 kişiydik.
Teoman, koridorun sonuna telefon görüşmesi için gideli neredeyse beş dakika olmuştu fakat hâlâ bitmemişti. Sitenin güvenliğiyle ya da caddedeki diğer sitelerin kameralarıyla ilgili bir görüşme olduğunun farkındaydım. Meraktan delirmek üzereydim.
Elimdeki karton bardağı bekleme koltuğuna bıraktıktan sonra karşı koltukta oturan Mir Beyaz’a gelmesi için işaret yaptım. Bir iki saniye sonra beni görüp ayağa kalktı, ardından ağır ağır yanıma yürüdü.
Belimi tutarak ayağa kalktığımda, “Annemler kaçta çıktı sizden?” diye sordum. “Ve sen ne zaman eve döndün?”
Mir Beyaz birkaç saniye sessiz kaldı, ardından “Ben çıktıklarında evde değildim, bilmiyorum,” dedi üzgün bir sesle. “Dedim ya, bizim çocuklarla buluştum diye.” Başımla onayladım. “Annemi de uyandırmadım, sabah söyleriz.”
“İyi yaptın,” dedim bitkin bir sesle. “İlkhan’ın işi, eminiz,” derken bile öfkem öylesine harlanmıştı ki yanlış bir hareket yapmamak için yumruğumu sıkmıştım. “Bu herif nasıl güvenliği, sitenin önündeki polis memurlarını atlatıp benim evime girebiliyor ya? Bu nasıl bir iş?”
“Teoman görüşsün bakalım diğer sitelerin güvenliğiyle… O zaman anlarız artık kim girmiş, kim çıkmış…” derken bile endişeyle babamın kaldığı odaya bakıp duruyordu. “Söylediler mi sana babanın ne zaman uyanacağını?”
Bilmiyorum, dercesine omuz silktikten hemen sonra “Sadece endişelenmemem gerektiğini söyleyip durdular,” deyip gözlerimi ablama çevirdim. “Ablam da,” dedim neredeyse fısıldayarak. “Çok korktu. Bir de son günlerde Rüzgar için ekstra bir kaygı hâlinde. Muhtemelen İlkhan’ın, Rüzgar sırf 17 Eylül’de doğduğu için ona zarar vereceğini düşünüyor.”
Mir Beyaz sinir bozukluğuyla gülerken elinin tersiyle çenesini kaşıdı. “Şeytan diyor ki, boğ öldür gitsin.” İkimiz de bu cümlesinden sonra etrafımıza dönüp kısaca bakmıştık.
“Sus, tamam,” dedim ben de koluna dokunarak. “Babamla annem bir kendine gelsin, sonra göreceğiz neler olacağını.”
Ablamın kucağında uyuyakalan Rüzgar’a kısa bir bakış attıktan sonra eniştemin bana ve Mir Beyaz’a yaklaşan adımlarını fark eder etmez endişeyle gözlerimi ona doğru çevirdim. Mir Beyaz da direkt Teoman’a doğru döndü.
Üçümüz, duvar kenarında sanki bir sır paylaşıyormuş gibi üçgen oluşturduk. Teoman hemen “Sitenin güvenliğiyle konuşmuşlar, adam ifadede,” diye lafa girdi. “İfadenin içeriğine emniyete gidince ulaşacağım ama bizim çocuklar, adamı baygın bulduklarını söyledi.”
Gözlerimi yumdum, sessiz bir nefes verdim ve duvara yaslandım.
Mir Beyaz, “Tamam, güvenlik uyuyakaldı ya da bayıldı diyelim…” dedi sertçe. “İki sitenin de önünde sivil polis yok muydu? Bu nasıl bir önlem?” Sağ eli havaya kalktı. “Ne yapıyormuş bizimkiler, dizi mi izliyormuş İlkhan şerefsizi içeri girerken?”
“Ya sorma,” dedi Teoman, telefonunu ceketine sıkıştırırken. “Orası ayrı bir mesele zaten, hâlâ çözemedik. Biri sitenin ilerisindeki bakkala girmiş, öbürü de araçtaymış ama gelen giden yoktu diye zırvalıyor.”
“Yok artık,” dedim ve derin düşüncelere daldım. “Hem iki sivil polisi hem güvenliği atlatarak içeri girmesi için organize olması gerekiyor. Yine o örgütün işi, ben söyleyeyim de…”
“Doğru diyor,” dedi Mir Beyaz bana katılarak.
Teoman, başını ablamın oturduğu koltuğa doğru çevirince yanında oturan Leman Hanım’ın kısık gözlerle bizi izlediğini yeni fark ediyordum. Ablamlarda kaldığı için siren seslerini duyar duymaz o da hastaneye gelmişti, sağ olsun.
Birkaç dakika boyunca kimseden ses soluk çıkmadı, kısa bir süre sonra da babam uyandı. Birkaç doktor ve hemşire içeriye girdi kontrol için. Onları beklemeye başladık.
Doktor kapıyı araladığı an hepimiz kapının önüne doluştuk.
“Görebiliyor muyuz kendisini?” diye sordum hemen.
Doktorun cevap vermesine fırsat kalmadan ablam, “Bizim babamız,” dedi öne çıkarak.
Polis memurlarından biri “Artık ifadesini alabilir miyiz Doktor Bey?” diye sorunca doktor kafasını bir o tarafa bir bu tarafa çevirmekten yorulup elini hafifçe havaya kaldırdı.
“Hastanın durumu iyi, görebilirsiniz, ifade de alabilirsiniz,” dedikten sonra kapıyı araladı. “Fakat tabii ki hepiniz birden içeriye girmezseniz daha makul olacaktır. Dilerseniz önce siz girin.” Tabii ki memur arkadaşlara söylemişti bunu.
Kendimi de dâhil ederek “Ben de gireyim, avukatıyım,” dediğimde doktor başıyla onayladı. İki polis memuruyla beraber içeriye girdik.
Babamı yatakta, oturur pozisyonda bize bakarken gördüğüm an rahat bir nefes alabildim. Ambulansta da ayıktı, iyi durumdaydı ama böyle görünce içime su serpilmişti.
“Baba,” dedim ve birkaç adım attıktan sonra babamın öfkeli yüzüyle karşı karşıya kaldım. Bu kez bana değil, sağında duran komodine bakıyordu. “İyi misin baba? Bir şeye ihtiyacın var mı?” Polis memurlarını işaret ederken “İfadeni alacaklar şimdi, sonra bizimkiler içeriye girecek,” dedim. Yanında duran sandalyeye oturana kadar ses etmedi, ardından bana döndü.
Babam dudaklarını araladı ve memur arkadaşlara döndü. “Koray’ı cezaevinde öldürmekle tehdit etti,” dediği an başımdan aşağı kaynar sular döküldü.
“Geçmiş olsun amca,” diyen polis memuru, babamın söylediğini daha net anlamak için yatağa doğru yaklaştı. “Seni yaralayan şahsı tanıyor musun, adı ne?”
Babam bana doğru dönüp “Miray, soyadı neydi o puştun?” dedi sert bir sesle.
“İlkhan Taşkın,” dedim ve sertçe yutkundum. “Kendisi 17 Eylül davasında tutuksuz yargılanıyor.”
“İlkhan Taşkın eve geldi, seni omuzundan yaraladı. Doğru mudur?” diyerek babama soru yöneltti polis memuru.
“Doğrudur.” Babam iki kez öksürdü. “Tehdit de etti. Benim torunum, daha bir yaşını doldurmayan torunum Rüzgar’ı ona vermemi istedi. Onunla bizim çocukları tehdit edecekmiş.” Babam bunları söylerken bile tir tir titriyordu, çok sinirliydi. Burnunun kemerini sıkarken “O şerefsiz çatlak herif, Rüzgar’ı ona vermezsem cezaevindeki oğlumu şişleyeceğini söyledi. Başkasına yaptıracakmış. Salı mahkeme vardı, ona çıkartmayacakmış,” dediği an ellerimi yumruk yapıp sıktım.
Duyduklarımın verdiği sinirle beraber elimi enseme götürdüm ve gözlerimi yumdum. Birkaç saniye hiçbirimiz konuşmadık.
Polis memuru “Yanınızda başka kim vardı?” diye sorunca gözlerimi açtım ve ellerinin içindeki dosyaya çevirdim.
“Eşim vardı,” dedi babam. “O şerefsiz de evin içine tek başına gelmişti ama çıkarken telefonla konuştu, görüntüleri silmesi için biriyle görüştü, eminim.”
“Kendisiyle boğuştunuz mu, ona şiddet uyguladınız mı?”
“Yok,” dedi babam, gözlerini kısarak. “Elinde silah vardı, ateş edecek diye korktum, uzak durdum. Sonra onu kışkırtacak laflar söyledim, sırf siniri bozuldu diye ateş etti şerefsiz.” Göz ucuyla sargılı omuzuna baktı, sonra da bana. “Kızımı ya da diğer kuvöz arkadaşlarını da yaralayabilir, kaçırabilir. Şikâyetçiyim o pislikten!”
Birkaç saniye boyunca sessiz kaldık, sonra da diğer polis memuru “Tamamdır, hastaneden sonra emniyete de bekleriz. Yazılı ifade verip imzalarsınız,” dedi ve başını bana doğru çevirdi. “Geçmiş olsun tekrardan.”
“Sağ olun,” dedim ve direkt babama doğru döndüm. “Baba, çok korktunuz mu?” Koluna dokundum ve “Merak etme, annemin de ifadesini alsınlar, İlkhan’ı emniyete getirtir savcı,” diyerek dinginleşmesini sağladım. Biraz da olsa içi soğusa iyi olurdu.
Polis memurları odadan çıkar çıkmaz eniştem ve ablam içeriye girdi.
Ablam direkt “Baba,” dedi ağlak sesiyle. Yanakları ıpıslaktı, gözleri kıpkırmızıydı. Yatağın başına oturup elini tutarken “İyi misin baba?” diye sorduğunda durumunun pek iyi olmadığını anlamak zor olmamıştı. Ne diyeceğini bilemeyerek gözlerini bana çeviren ablam, iki saniye sonra “O mu yapmış?” diye sordu.
Eniştem, babama kısık bir sesle “Geçmiş olsun,” dedi.
Babam da bıkkın bir nefes vererek “Sağ olun,” dedi ve elini, ablamın elinin altından çekti. “Oğlum, kızım, bakın,” Elinin tersiyle alnını sildi, sonra da cıkladı bir kez. “İnsan nasıl söyler, bilmiyorum ama…”
“Ne oldu?” dedi ablam merakla. “Neyi nasıl söyler?” Bana doğru dönüp kaşlarını çattı. “Miray? Ne oluyor?”
Babamın söyleyemeyeceğini anladığım an “İlkhan eve gelip babamla annemi tehdit etmiş,” diye lafa girdim. Babam sessiz kaldı, bana bıraktı. “Rüzgar’ı bana verin, demiş.”
“Ne?” dedi ablam, neredeyse çığlık atarak. Ağzı beş karış açık kaldı. “Yok artık!”
Eniştemin tepkisine bakacakken arkasına döndü, ardından bir iki adım attıktan sonra kapıyı sertçe açtı. Muhtemelen Rüzgar, Leman Hanım’la yalnız kalmasın diye yanlarına gitmişti.
“Benim oğlum daha minicik ya,” dedi ablam, elini boynuna götürerek. “Miray!” dedi, yüksek bir sesle. “Ya bir şey desene! Niye Rüzgar’ı istiyor bu şerefsiz? Ne yapacak oğluma?”
Ayağa kalktıktan sonra ablamın yanına yürümeye başladım, babam da o sırada “Kızım, ona zarar vermek için değil,” dedi teselli etmek istercesine. “Onu kullanarak 17 Eylüllü birini alacak, takas yapacak yani. Onun istediği bu.”
“Çok rahatladım, sağ ol gerçekten!” dedi ablam ve yanına vardığım an yere düştü.
Endişeyle omuzlarından tutarken “Abla iyi misin?” diye sordum. Gözlerini yumarak kaşlarını çattı, ardından kendisini tamamen yere bıraktı. “Kalk, şuradaki koltuğa otur bari. Tamam, sakin. Rüzgar’ı vermeyeceğiz ona!”
Ablamı yerden kaldırırken “Hadi be, söylemesi ne kadar kolay!” diye bağırdı bana doğru, ardından kollarını ellerimin arasından çekti. “Geberteceğim ya onu, geberteceğim! Önce Melek’i öldürdü, sonra kardeşimi hapse tıktırdı, şimdi de çocuğumu mu alacak? Gebertirim onu! Kimse de tutamaz beni!”
Bir hışımla odadan çıkınca babama doğru döndüm, sıkıntılı bir bakışla ileriyi işaret etti. “Git, git ablanın peşinden kızım.”
Son kez babamın omuzuna baktıktan sonra hızlı hızlı odadan çıktım, sonra da sağıma doğru döndüm. Ablam da eniştem de, eniştemin kucağında uyuyan Rüzgar’a bakıp duruyorlardı. Tam karşı koltukta sorgulayıcı bakışlarla beni izleyen Leman Hanım’a doğru bakınca o da ayağa kalktı, yanıma doğru yürüdü.
“Ne oldu?” diye sordu, kısık bir sesle.
Dişlerimin arasından “Rüzgar’la alakalı,” dedim, ne diyeceğimi bilemeyerek. “İlkhan babamları tehdit etmiş.”
“Rüzgar’la!” dedi Leman Hanım, kaşlarını havaya kaldırarak. “Yok artık…” Kollarını göğsünde bağladı. “Hakikaten pes. Küçücük çocuk…” Üç kez cıkladı. Elini kalbine götürdükten sonra “Hiçbir şey yapamazlar, yaparlarsa o ikisinden önce Behzat’ı da İlkhan’ı da ben öldürürüm,” deyip gözlerini tekrardan bana çevirdi. İki üç saniye kadar gözlerimin içine baktı.
“Tamam, siz de sakin olun şimdi,” dedim kısık bir sesle. “Ablamın da Teoman’ın da etrafında öfkeli insan görmeye eminim ruh hâlleri pek müsait değildir.”
Leman Hanım’ın bana olan bakışları hoş olmasa da “Doğru,” diyerek katılır gibi başını salladı. “Bu arada annen uyandı, onun da ifadesini alıyorlar. Süt kardeşin onun yanına gitti, haberin olsun.”
“Tamam,” dedikten sonra göz ucuyla babamın kaldığı odaya doğru baktım.
Leman Hanım koluma dokundu. “Sen annenin yanına git, ben burayı idare ederim.”
“Sağ olun,” dedim ve kolumu geri çektim. “Eğer babamın bir şeye ihtiyacı olursa beni ararsınız, gelirim.”
Cevap vermesini beklemeden ablamla eniştemin yanına yürüdüm, sonra da “Siz eve gidin isterseniz, ben buradayım,” diyerek korkudan ve sinirden ne yapacağını bilmeyen iki insana nasıl bakılırsa o şekilde bir bakış attım. “Ayrıca korkmayın, Rüzgar’ı falan alamaz o geri zekâlı. Onun derdi bizimle, Rüzgar’la değil.”
Ablam ağlarken “Ama gelip senin evine girebildi, benimkine de giremez mi? Ha Miray?” dediğinde bıkkın bir nefes verdim. “Ayrıca Koray’la tehdit etmiş be! O da benim kardeşim ya hani,” dedikten hemen sonra Teoman’a döndü. “Ara kardeşini. Savcı değil mi ya? Tutuklasın şunu, bir şey yapsın, emniyette tutun ama tutun!”
Teoman, Rüzgar’ı sanki gelip ondan alacaklarmış gibi daha da sıkı tutunca içim acıdı, dayanamayıp arkamı döndüm. Sonra da “Abla tamam, siz eve gidin,” dedim sertçe. “Ben savcıyla da konuşurum, İlkhan’dan şikâyetçi olduk zaten, emniyete gelip ifade verecek, onunla da konuşurum. Gerekirse ben giderim onunla ama Rüzgar’ı vermem.”
“Zaten derdi muhtemelen sensin, duruşmaya çıkıp Koray’ı savunacaksın diye acele ediyor. Daha 17 Eylül’e on gün var,” dedi eniştem, soğuk bir sesle.
Manasız bir bakış attım. “Eee? Yani?”
“Yani hiçbir halta yaramaz,” dedi sertçe. “Onu gebertmek gerekiyor.”
Eniştemin dediğine kaşlarımı çatarken Leman Hanım hemen araya girerek “Teoman!” dedi, kızgın bir tınıyla. Yanına doğru eğildikten sonra “Şöyle laflar etme insan içinde, gerçekten fena yaparım seni,” deyince ablamla göz göze geldik. “Al karınla oğlunu, eve gidin. Ben burada kalırım.”
“Abla evet, siz gidin en iyisi.” Rüzgar’ı işaret ettim gözlerimle. “Çocuk süründü resmen hastane köşelerinde, rahat uyusun,” dedim Leman Hanım’a destek çıkarak.
Ablam ayağa kalkarken “Nasıl rahat uyuyacaksa…” dedi kısık bir sesle. “Annemi de görüp gidelim Teo, hadi.”
⚖️
HAKİM BAKIŞ AÇISI, HASTANE
Hastanenin girişine henüz yeni varan Elif, telefonunu çantasından çıkarıp Mir Beyaz’a mesaj gönderdi. Nerede olduğunu sorduktan sonra hastanenin giriş katında dolandı, ardından merdivenlerin sonunda durdu. Yaklaşık bir saattir korkusundan ve endişesinden ötürü ikide bir ensesini kaşıyan Elif, sonunda Mir Beyaz’dan beklediği mesajı aldı.
MİR BEYAZ: Bekle, iniyorum ben giriş katına.
Söylediği gibi yaptı, merdivenlerin ve hemen birkaç metre ilerideki asansörlerin arasındaki boşlukta durdu Elif. Mir Beyaz da iki dakika içerisinde giriş katına ulaştı.
Elif, titreyen bedeni dolayısıyla duvara yaslanıp ellerini çantasının arkasında gizledi ve Mir Beyaz ona doğru yürürken kendisini güvende hissettiği için sonunda rahat bir nefes verdi. Buraya tek başına geldiği için ve gece vakti olduğu için epey endişeliydi.
“Keşke gelmeseydin, gerek yoktu,” diyen Mir Beyaz, Elif’in titrediğini fark edip koluna dokundu.
Elif başını olumsuz anlamda sallarken “Ama Miray, Seray, Teoman…” dedi hüzünle. “Hepsi çok kötüydü, yanlarında olmazsam ayıp olur.” Hemen merdivenleri işaret etti. “Kaçıncı kattalar? Bir görseydim onları?”
“Hepsi Bengü annemin yanında ama odada kalabalık istemiyorlar. Ben yazayım Miray’a, müsait olduğunda yukarı çıkarız,” diyerek telefonunu cebinden çıkardı.
Elif, ne diyeceğini bilemedi. “Peki ne olduğunu biliyor musun?” diye sorarken sesi titremişti.
Mir Beyaz, Miray’a mesaj gönderdikten hemen sonra ileriyi işaret etti. “Gel, oturalım şurada, anlatayım.”
Neredeyse kimsenin olmadığı kafeye doğru yürüyüp bir masaya geçtiler.
Mir Beyaz lafa girdi: “İlkhan Miray’ın evine girmiş, sonra bizimkilere silah çekmiş.”
Elif dudaklarını ısırdı, hemen sonra da “O vurmuş yani!” deyip titreyen elini dudaklarına götürdü. “Ben başkasını yollamıştır diye düşündüm… Bir de nasıl girmiş ki sitenin içine? O kadar polis kapıda bekliyor, güvenlik var…”
“Ya daha tam, kesin bir bilgiye erişemedim ben de. Sabah emniyete gidip öğreneceğim,” diye cevapladı Mir Beyaz. “Ama asıl sıkıntı,” dediği an Elif, masaya eğdiği gözlerini Mir Beyaz’ın gözlerine sabitledi. “Korkutmak için sıkmamış Adem babama.” Elif’in kaşları çatıldı, nedenini epey merak etti. Mir Beyaz öfkeyle “Rüzgar’la tehdit etmiş şerefsiz!” dediği an Elif’in ağzı beş karış açıldı.
“Rüzgar mı?” dedi hayretle. “Nasıl yani? Bizim Rüzgar, değil mi?”
“Evet.”
“İnanamıyorum! O daha bebek!” diyen Elif, çantasını yandaki sandalyeye bıraktı ve ellerini yumruk yapıp sıktı. Birkaç saniye ikisi de konuşmadı. Elif’in gözleri dolmuştu. “Peki ne yapacağız?” diye sordu sonra da. “Sonuçta silahla yaralamış Adem amcayı, tutuklanır, değil mi?”
Mir Beyaz, kararsız bir bakış atarak “Kanıtlayamazsak ve İlkhan kabul etmezse zor,” deyince Elif dayanamayarak ayağa kalktı. Hiç iyi değildi, tüm vücudu tir tir titriyordu.
“Pislik!” dedi Elif, hafif yüksek bir sesle. Bir ileri bir geri yürürken “Allah belasını versin. Şerefsiz pislik!” dediği an, karşısında önce Erkin’i, arkasında da davanın savcısı ve Halegül’ün kocası olarak tanıdığı Kamil’i gördü.
Mir Beyaz saygıda kusur etmeyerek “Savcım,” dedi ve yanlarına yürüdü. “Siz de mi geldiniz?”
Erkin’le Elif kısaca birbirlerine baktılar, ardından Erkin direkt Mir Beyaz’a döndü. Kamil Savcı, korkulu bir bakışla “Ne oldu? Kim yaralanmış? Anlamadık yahu!” dedi ve Mir Beyaz’ın omuzuna dokundu. “Anlat bakalım.”
Mir Beyaz hemen “Yaralanan şahıs, Miray’ın babası: Adem Lalezar. Bu İlkhan, Miray’ın evine giriyor ve adama ateş ediyor, sonra bir de tehdit ediyorlar… Rüzgar’la,” diye kısaca açıkladı.
Erkin sinirden gözlerini yumarken “Herif iki gün yerinde durmuyor,” dediğinde Elif, Erkin’in yaralanan bölgesine kısa bir bakış attı. Onu yaralandığı ilk gün ve ertesi gün dışında görmemişti, sadece uyandığı haberini almıştı, o kadar.
Kamil Savcı, “Adem Lalezar’ın durumu iyi mi? Görebiliyor muyuz kendisini? Bizzat ziyaret etmek istiyorum,” dedi sertçe.
“Savcım kendisi üçüncü katta kalıyor. Kolluktan geldiler, ifadesi de alındı ama görmek istiyorsanız gidelim.” Mir Beyaz, sağ elini havaya kaldırıp asansörü işaret etti.
Kamil, “Savcım sen otur burada, yorulma,” diyerek Erkin’e sandalyeleri işaret etti. “Ben kendisini görüp geleyim.”
Elif endişeyle Erkin’e doğru başını kaldırıp “Ağrınız mı var?” diye sordu ama sorusu cevapsız kaldı.
“Geleyim ben de?” dedi Erkin, soru sorarcasına fakat adım attığında bile göğsüne sancı giriyordu.
Kamil Savcı, “Yahu kal burada, deli etme insanı!” dedi sertçe.
Erkin’in kaşları çatıldı. “Tamam,” diyerek sandalyelere doğru yürüdü. “Komiser, o zaman sen Teoman’a söylersin, yanıma uğrasın. Onunla konuşayım.”
“Teoman beş dakikaya hastaneden çıkar zaten, savcım. Ben kendisine burada olduğunuzu söylerim.”
Mir Beyaz ile Kamil Savcı, asansöre doğru yürürlerken Mir Beyaz, Elif’i unuttuğunu fark edip arkasına döndü fakat Elif’i, Erkin’e bakarken görünce yanında biri var diye es geçip yürümeye devam etti.
Kamil Savcı ve Mir Beyaz asansöre bindiler.
Elif, asansörün kapısı kapandığı an masanın yanında dikilmekten vazgeçip Erkin’in yanına doğru iki adım attı, sonra da masadaki sandalyelerden birine oturdu.
Ağrısı olduğundan ötürü tüm ilgisi bir anda Erkin’e dönmüştü.
“İyi misiniz?” diye sordu Elif, Erkin’in huysuz bakışlarına rağmen.
“Sağ ol,” dedi Erkin sadece. Bakışlarını masaya sabitledi ve Elif’in yüzüne hiç bakmadı.
Elif, Erkin’in kaba olduğunun farkındaydı ama en azından beraber bir badire atlattıklarından ötürü onunla konuşacağını düşünmüştü. Bu kadar da soğuk olamazdı bir insan, diye düşünüp başını başka bir yöne çevirdi.
Yaklaşık bir dakika boyunca Elif’in başı, cama doğru dönükken Erkin de ara ara Elif’e bazen de masanın ortasına bakarak öylece durdu.
Elif daha fazla dayanamadı, ardından “Bu bir cevap değildi,” diyerek somurtkan bakışını Erkin’den gizlemedi.
Erkin, buz mavisi gözleriyle tüm soğukluğunu belli ederken “İyiyim, sağ olun,” dedi salağa anlatırcasına. “Ne oldu, vicdan mı yapıyorsun? Gerek yok.”
Hayret edercesine dudaklarını aralayan Elif, “Siz gerçekten saf kötüsünüz,” dedi sertçe. “Merak ediyor olamaz mıyım? Gözümün önünde vuruldunuz sonuçta.”
“Merak eden ziyaretime gelirdi ya da arayıp sorardı,” dedi Erkin de sertçe. Elif, kendisini kötü hissedince geriye yaslandı. “Öyle tesadüfen karşılaşıp, iyi olup olmadığımı sorunca merak mı etmiş oluyorsunuz?”
Elif hem kendisine hem de Erkin’in sert oluşuna öfkelenip “Fırsat olmadı,” diye açıkladı kısaca. “Ki ben hastaneye geldim, hem de iki kez. Bir,” diye açıklamaya başladı. “Siz ameliyattayken bekledim, yoğun bakım odasına alındığınızda da bekledim. İki, hafta sonu yine hastaneye uğradım ama siz uyuyordunuz.”
Erkin, başını sallarken “Zahmet etmişsiniz,” dedi ciddiyetsiz bir tınıyla. “De uyumam kadar normal bir şey olamaz sanki, ha?”
“Uyandığınızda gözleriniz beni mi aradı? Ne bu kin?” dedi Elif, yan sandalyede duran çantasını kucağına alırken. “Geldik, dedik işte.”
Erkin, Elif’in son söylediğini düşünürken birkaç saniye geçirdi. Ardından söyleyecek bir cümle bulamayınca bön bön baktı.
İki kez öksürdü ve konuyu değiştirdi direkt: “Varan Alp geldi mi, gördünüz mü?”
Elif, tavırlı bir tınıyla “Ben yeni geldim,” dedi. “Sizin arkadaşınız neticede, arayıp sorsanız mı acaba? Erkekler de hep böyle,” dediği an Erkin anlamadığı için başını hafifçe kaydırıp gözlerini kıstı.
“Nasıl?”
“Verecek cevapları yoksa saçma sapan bir soru sorup konuyu değiştirirler.”
Erkin oflayarak “Senden çektiğim tribi eski sevgilimden çekmedim be, bu nasıl bir iletişim?” dedi ve sinirle ayaklanmaya çalıştı.
Erkin yarasına tutunarak ayağa kalkarken Elif, “Terbiyesiz,” dedi ve bakışlarını başka bir tarafa çevirdi. “Mümkünse başka masaya geç.”
“Tapulu masan mı? İlk ben oturdum,” dedi Erkin, sonra da sandalyeye geri oturdu. “Sen kalk.”
Elif bu kez “Ne küstah, kaba bir adamsın sen ya!” diyerek yumruğunu masaya vurdu. “Senden önce Mir Beyaz’la beraber oturuyordum bu masada, az önce sandalyeden çantamı alırken de öküz gibi baktın, cin gözlerinle, fark etmedin mi?”
Erkin büyük bir şokla “Benimle düzgün konuş,” dediğinde ses tonu pek tehditkâr çıkmıştı. “Bir daha bana ‘cin’ demeyeceksin, demedim mi sana? Hayırdır?”
“Konuşmazsam ne olur?” İki kolunu birleştirip Erkin’e doğru uzattı. “Tutuklar mısın beni?” Sırıttı. “Çok korktum.”
Elif kollarını geri çekerken “İnşallah bir gün nasip olur,” dedi Erkin de. “İnşallah…” dedi birkaç saniye sonra tekrardan. “Zevkle yaparım.”
“Rüyanda görürsün,” dedi Elif, sertçe. “Senin gibi küstah, kaba, megaloman, öfkeli, saldırgan, kadınlarla nasıl konuşacağını bilmeyen, tuhaf ve kaba, küstah…” Bir saniye es verdi. “…bir insan olmadığım için tutuklanacağımı zannetmiyorum.”
Erkin, tüm bu kelimeleri sindirmeye çalışırken elini ensesine götürdü ve sakinleşmek için boynunu kıtlattı. Sakin kalmalıydı yoksa kalbini kıracaktı bu kadının.
Tam o sırada Erkin’in telefonu çalmaya başladı. Masanın üstünde duran telefonunu alırken Elif’in huysuz simasına bakan Erkin, cıklayarak ayağa kalktı.
“Efendim Varan Alp?” diye sinirle açtı telefonu.
“Ne oluyor? Niye sinirlisin sen?” Varan Alp, olanlardan haberdar olmadığı için şakacı bir dille konuşuyordu. “Vardınız mı Kamil abiyle eve? Ben de şimdi eve gelebildim, istersen bende kal, diyecektim.”
“Senin bir halttan haberin yok, değil mi?” diye sordu Erkin, emin olmak için.
“Neyden haberim olacak?”
Varan Alp’in meraklı sesinden ötürü “Adem Bey vurulmuş, seninkinin babası olan Adem,” diye açıklamaya başladı.
“Vurulmuş mu? Ne alaka, ne zaman?”
“İlkhan Miray’ın evine girmiş, adamı omuzundan yaralamış. O yüzden aradım bin kez, açmadın telefonunu.”
“İyi mi peki? Hangi hastanedesiniz?” diyen Varan Alp’in kalbine inecekti neredeyse. “Oğlum söylesene, hangi hastanedesiniz? Abim de yedi kez aramış, açamadım, yeni görüyorum…”
Erkin, “Rahat ol Alp, omuzundan yaralanmış, dedim ya,” diyerek arkadaşını teselli etmeye çalıştı. “Ama abinle Seray eve geçecekmiş, istiyorsan sen de direkt oraya geç. Adem Bey de pek kalmaz gibi hastanede, gerek yok buraya gelmene.”
“Erkin, olur mu öyle şey? Vurulmuş adam! Nasıl gelmeyeyim?”
“Tamam, o zaman Teoman’ı ara, o anlatsın sana…” dedi ve alnını kaşıdı. Rüzgar meselesine pek hakim olmadığından ötürü Teoman’a bırakmıştı.
Varan Alp tuhaf bir sesle “Neyi anlatacak? Bir şey daha mı var?” diye sorunca Erkin, bıkkın bir nefes verdi.
“Yok kardeşim, abine sorarsın olup biteni. Şimdi kapatıyorum,” dedi Erkin, zorda kalınca. “Hadi, görüşürüz.”
“Tamam, görüşürüz.”
Telefonu kapatır kapatmaz arkasını dönüp başka bir masaya geçen Erkin, son kez Elif’e bakmayı ihmal etmemişti. Sevimsiz bakışlarına, kısık ve tehlikeli gözlerine, sıktığı çenesine ve elektriklenen açık kumral saçlarına bakarken bıkkın bir nefes vermişti.
⚖️
YAZARIN ANLATIMIYLA, EŞ ZAMAN
Henüz soluklanmaya yeni fırsat bulan Varan Alp, yorgunluğundan ötürü belini tutarak koltuğa oturdu. Bugün, on beş on altı saat dışarıda kalmıştı ve uzun süre sonra ilk defa belinde bir ağrı hissetmişti; üstelik bu kadar saat dışarıda kalması yetmiyormuş gibi bir de şimdi hastaneye gitmesi gerekiyordu.
Telefon rehberine girip abisini aradıktan sonra hoparlöre verdi, başını koltuğun arkasına yaslayarak bir süre abisinin aramayı cevaplamasını bekledi. On saniye sonra Teoman, Varan Alp’in aramasını yanıtlamıştı.
“Oğlum neredesin sen?” Sesi bir nebze kısık fakat diğer yandan da yüksek çıkmıştı. “Neler oldu bir bilsen… Bir kıyametin kopmadığı kaldı, o da on gün sonra kopar. Hiç özletmez kendisini.”
“Abi sakin ol, biliyorum neler olduğunu,” diyen Varan Alp, doğrulduktan sonra bir iki kez öksürdü. “Erkin’le konuştum az önce, neler olduğunu anlattı.” Gözlerini ovuşturduktan sonra esnedi. “Ben de birazdan hastaneye geleceğim.”
Teoman bıkkın bir nefes verdi. “Saat iki buçuk, gelme artık, insanlar uyusun. Sabah uğrarsın, biz de eve geçiyoruz zaten. Ayrıca Erkin nereden duymuş? Hastanede mi yoksa? Onu görmedim?”
Varan Alp’in kafasını kurcalayan soru, Erkin’in niçin olayı düzgün anlatmadığından öteye gitmemişti. Bu yüzden “Ha evet, Erkin hastanedeymiş,” diye alelacele bir yanıt verdikten sonra kaşlarını çattı. “Ama bana olayı düzgün anlatmadı. Hiçbir şey anlamadım. Adem amca omuzundan yaralanmış, onu biliyorum ama neden? İlkhan niye girmiş Miray’ın evine? Erkin bunları anlatmadı, zaten çok kısa konuştuk.”
“Telefonda anlatabileceğim bir durum değil.” Teoman’ın söylemeye dili varmazken Varan Alp’in merakı epey artmıştı. “Sen en iyisi sabaha doğru uğra, zaten çıkışını verirler. Miray, Bengü annem, ablam falan burada. Onları alırsın, emniyete geçersiniz. Olur mu? Ablamı da bize bırakırsın.”
Hiç itiraz etmeden “Tamam,” dedi Varan Alp ama hâlâ arka planda ne döndüğünü merak ediyordu. “Olur, tamam.”
“İyi, hadi, görüşürüz.”
Telefonu kapattıktan sonra eliyle alnını ovuşturan Varan Alp’in gözleri kıpkırmızıydı.
Kısa bir duş alıp saçlarını kuruttu, sonra da dişlerini fırçalayıp banyosunun ışığını kapattı. Odasına geçeceği sırada ise bir anda kapısının beş kez art arda tıklandığını işitti.
İster istemez İlkhan’ın geldiğini düşündüğü için kapıya yürüdü ve öfkeyle dürbüne baktı.
Fakat gördüğü kişi, İlkhan değildi.
Gördüğü kadının yüzü, gözü yara bere içindeydi ve gözleri bir açılıp bir kapanıyordu. Bu nedenle dürbünden gözlerini çekip direkt kapıyı araladı.
Gördüğü kadın, savcı yardımcısı Öznil’di.
Büyük bir şoka uğrayan Varan Alp, Öznil’in alnından çenesine kadar akan kan damlasına bakarken istemsizce gözlerini belertmişti.
Öznil bir anda, “Savcım az önce,” dedikten sonra iki kez öksürdü. Bir gözü morarmıştı, diğer gözünün altında ise yara izi vardı. “Suç mahallinde gördüğümüz görgü tanıklarından biri beni önce tehd…” Zar zor konuşurken elini kapının pervazına yasladı. “Sonra darp etti. Ben size bunu getirecektim.” Ağlamaya başladı ve elindeki dosyayı Varan Alp’e uzattı. “Ama içindeki kâğıdı aldı, götürdü.” Hüngür hüngür ağlamaya devam ederken Varan Alp sonunda şoktan çıkıp konuşabildi.
“Hangi görgü tanığı? Sen niye buraya geldin?” diye kızmaya başladı Öznil’e. “Çabuk, önce hastane sonra emniyet.”
Öznil bir anda dehşetle “Olmaz!” diye bağırınca karnın bölgesine sancı girdi. “Olmaz ben,” Varan Alp’i hafifçe ittirip içeri girdi. “Olmaz, abimi biliyorsunuz,” Kapıyı kapattı. “Beni böyle görürse tüm kariyerim biter, köstek olur bana.”
“Bunu nasıl saklamayı düşünüyorsun?” diye yüksek bir sesle bağırdı Varan Alp. “Olmaz, ben gizleyemem bunu.”
Öznil bir anda Varan Alp’in koluna sarılıp “Lütfen!” diye yüksek bir sesle bağırdı, sonra da ağlamaya başladı. Gözyaşları yanaklarından süzülürken yaralarına değip canını yakınca ise gözlerini kırpıştırıp Varan Alp’e sarıldı. “Ne olur, lütfen, ben…” Zorla konuşmaya devam etti. “Zor ikna ettim onu savcı olmak için, çok emek verdim, hâlâ veriyorum, öğrenirse müsaade etmez. Kendimi koruyamayacağımı düşünür.”
Varan Alp, Öznil’in durumuna üzülünce bir kez cıklayıp sessiz bir nefes verdi. “Daha ilk günlerin, staj yapıyorsun, şanssızlık bu zaten.” Bir anda sinirlendi. “Kim o, hangi görgü tanığı? Hemen emniyete gidiyoruz. Ben böyle bir şeyi gizleyemem.”
Öznil kendisini Varan Alp’ten çekip “Lütfen sen hallet, bulaştırma abimi,” deyip iki omuzunu da tuttu. “İkna etmem bile kaç sene sürdü, biliyor musun?”
Varan Alp’in sabrı sınandığı için sessiz kalmayı tercih etti. Zaten yorgundu, üstüne bunu görmek epey canını sıkmıştı.
“Dosyanın içinde ne vardı?” diye sordu sert olmayan bir sesle.
Öznil, elindeki boş dosyaya bakarken “Şey,” dedi, kısık bir sesle. “Maktulün vasiyetnamesi.”
“Ne? Maktulün vasiyetnamesini nereden buldun sen?” diye hayretle bağıran Varan Alp’in öfkesi katbekat artmıştı. “Nereye gittin de buldun? Hangi görgü tanığı darp etti seni? Bir anlatır mısın şunu düzgün?”
Öznil ağlayarak “Ben maktulün eski eşiyle konuşurken senden, sizden yani, çekindiğini zannettim. Sonra gidip tekrardan konuşayım, dedim,” derken ses tonu epey titremişti. “Sonra içeride maktulün avukatını gördüm, ifadesini aldığımız ikinci görgü tanığıydı. Bana çaktırmamaya çalıştı, çantasına gizli bir belge sıkıştırdı, sonra da evden çıkmaya çalıştı. Ben oyaladım ikisini.” Sertçe yutkundu. “Gittim, tuvalete gireceğim diye mutfakta bir şey yaktım, ikisi yanımdan ayrıldıktan sonra adamın çantasını karıştırdım.”
Varan Alp gözlerini yumduktan sonra elini alnına çarptı.
“Kızdın mı?” diye sordu Öznil, belgeyi tutarken dudaklarını büzerek. “Ama buldum, maktulü kesinlikle avukatıyla eski eşi iş birliği yaparak öldürdü! Ben buldum sonuçta!”
Varan Alp, elini yüzünden çekerek kinayeyle “İyi yaptın,” dedi, kısık bir sesle. “Keşke beni arasaydın şüphelendikten sonra. Böyle olmaz.”
“Avukatın üstünü nasıl arayacaktık savcım? Çaldım ben de.” Huzursuzca kıpırdandı Öznil. “Darp olayı aramızda kalsın… Ben bir süre abime gözükmem.”
“Hadi ya,” dedi Varan Alp de Öznil’in yüzünü inceleyerek. “Affedersin ama yüzün gözün yer değiştirmiş, mosmor gözün mosmor!” dedi dehşetle. “Hastaneye gideceksin, sonra ifade vereceksin. Ben abinle arana giremem.”
Öznil somurttuktan sonra “Hak hukuk kanun, bilmiyorsun der, yollar beni. Seni de ikna eder,” deyip öfkelendi. “Ama ben biliyorum ne yapacağımı.”
“Avukatlığa daha uygunsun,” dedi Varan Alp sertçe. “Adamın çantasından belge arakladığın için değil, hırsın için söylüyorum. Sabırsızsın,” diye saymaya devam etti. “Savcı karakteri yok sende, en iyisi avukatlığa geri dön.”
Öznil, Varan Alp’in dağınık, hafif kıvrılmış saçlarına bakarken “Söyleyeceksin yani abime…” deyip sessiz bir nefes verdi. “Eğer böyle bir şey yaparsan başınıza çok fena bela olurum!”
Varan Alp anlam veremedi. “Daha fazla saçmalama,” dedi sonra da son zamanlarda hiç hazzetmediği Öznil’e acırcasına bakarken. “Dediğimi yapıyoruz.”
Öznil hâlâ ağlıyor olduğu için kendisini bir türlü ispatlayamadığı bu adama kinlendi. Ne kadar soğuk biri olduğunu düşünüp “Sen de abim de aynısınız,” dedi. “Hatta bütün erkekler aynısınız! Kadınlar bir şey mi başarıyor? Hooop, hemen köstek olalım, değil mi?”
“Ne alakası var?” diyen Varan Alp’in sinirden yüzü kıpkırmızı olmuştu.
“Çok alakası var. Abim istemezse savcı falan olamam. İşler nasıl ilerliyor bilmediğimi mi zannediyorsun? Müdahale eder, savcı mavcı yaptırmaz beni! Buna rağmen saklamayacağını söyledin. Bir de ne hikmetse senin görmediğini gördükten sonra oldu bu. Benim başarımı kıskanıyorsun.”
Elinin tersiyle alnındaki saçlarını geriye atan Varan Alp, “Birincisi, maktulün eşiyle konuştuğumda bir şeyler sakladığını ben de fark ettim,” diye yüksek bir sesle elindeki belgeyi çekiştirdi. “İkincisi, zaten kamera kayıtları çıktı, avukat başka araç kullanmış onun da PTS’si çıkacak, yani hallolacak. Üçüncüsü de sen bir savcı değilsin, sen avukat da değilsin, sen hiçbir şey değilsin. Başına buyruk iş yaptığın sürece de hukukçu falan olamazsın. Adamlar seni darp etmiş, hâlâ hırsına yenik düşüp bana saldırıyorsun. Hiçbir şey de yapamazsın. Yürü şimdi hastaneye, abini de çağırıyorum.”
Öznil tırnaklarını avuç içine bastırdıktan sonra “Benim de başka bir yerde tanıdıklarım var, göreceksiniz siz,” dedi.
⚖️
7 EYLÜL PERŞEMBE, SABAH
MİRAY HİLDE LALEZAR
Gözlerimi aralarken epey direndim, sol kolumu kaldırdım ve saati kontrol etmek için gözlerimi tamamen açtım. Çatık kaşlarımı indirdiğimde, yavaşça doğrulup hasta yatağında uyuyan babamı kısaca kontrol ettim.
Sabahın yedisiydi, üç saatlik uykuyla duruyordum ve sürekli tetik hâlinde olduğumdan ötürü iyi uyku uyuyamamıştım.
Cebimden telefonumu çıkardım ve Aykut’u bilgilendirmek için rehberime girip onu birkaç kez peş peşe aradım, tabii ki hiçbirini cevaplamadı. Zaten onun bu saatte uyanacağını bana düşündürten neyse… Delirmiş olmalıydım. Aykut işe bile geç gelirdi, yani uyumayı severdi. Yedide uyanacak bir insan asla değildi.
Sırtımdaki ağrıya rağmen ayağa kalktım ve koridora çıkmak için bir iki adım attım. Ayağımdaki topuklular yüzünden babamın uyanacağından endişelenip daha ağır adımlarla yürüdüm ve sonunda kapıyı açıp kendimi koridora attım.
Gördüğüm ilk manzara, Leman Hanım ve Varan Alp’in bedeniydi. Koridorun sonundalardı ve hararetli bir sohbet içerisindelerdi. Henüz beni görmemişlerdi.
Varan Alp ne zaman gelmişti, bilmiyordum. Saat üçten beri babamın yanındaydım, dörtten beri de uyuyordum. Gelip gittiyse bile haberim yoktu.
Yine ağır adımlarla yanlarına yürüdüm, yaklaştığımda ikisi de beni fark etti ve konuşmayı bıraktı.
Leman Hanım ben gelir gelmez, “Ben aşağıdayım,” dedi kısık bir sesle. Hastane o kadar sessizdi ki o da istemsizce kısık bir sesle konuşma ihtiyacı duymuştu muhtemelen. “Annenin yanına gideyim,” dedi bana doğru.
Başımla onaylarken Leman Hanım da Varan Alp’in koluna bir iki kez vurup merdivenlere doğru yöneldi. İkimiz yalnız kaldık.
“Geçmiş olsun,” dedi kısık bir sesle.
Açıkçası o kadar bitkin hissediyordum ki yanıtlayacak takati kendimde bulamadım ve başımı sallamakla yetindim. Göz teması kurmadan yanımızdaki bekleme koltuklarından birine oturdum ve tekrardan telefonumun rehberine girdim, Aykut’un numarasını tuşladım; bu süre zarfında Varan Alp önce ayakta dikilip beni izlemiş, sonra da yanıma oturmuştu.
Aykut bu kez beni şaşırtarak telefonu açtı: “Sabah şeriflerin hayrolsun.” Sesi ağzından değil de başka bir tarafından çıkıyor gibiydi. “Kusura bakma ama beni bu saatte aramanın nedenini öğrenebilir miyim? Rüyanda mı gördün kız beni?”
Kulağımın zarını patlattığından ötürü telefonu hafifçe geriye çektim ve “Sana da günaydın Aykut,” dedim somurta somurta. “Ben bugün işe gelmeyeceğim, onu haber vereyim de sonra ortalığı karıştırma. Hadi görüşü…”
Lafımı bölerek “Bir dakika, bir dakika!” dedi dehşet bir sesle. “Pardon da bugün hafta içi, Miraycığım…” Bir anda enerji patlaması yaşar gibi kıkırdadı. “Ne gerekçeyle işe gelmediğini öğrenebilir miyim?”
“Babam vuruldu Aykut,” dedikten sonra bir süre cevap vermesini bekledim ama sesi soluğu çıkmadı. “İlkhan gelmiş, evime kadar girmiş, babamı omuzundan yaralamış. Emniyete gideceğim, oradan da…” Gizlice Varan Alp’e doğru kısa bir bakış attım, beni izlediğini fark edince ise “İşim var sonra da…” dedim kısık bir sesle.
“Miray…” Sesi bir anda hüzün doldu. “Çok üzgünüm… Bidon beyinli İlkhan niçin babanı omuzundan yaralamış?”
“Aykut ben nereden bileyim?” diye patladım en sonunda. “Kapatıyorum.”
“Dur, dur, dur!” Ses tonu oldukça yüksek çıkınca telefonu tekrardan kulağımdan uzaklaştırmıştım. “Dün seni aradım ama ulaşamadım, sonra mesaj attım ama görmedin… Üst üste kötü haber almanı istemem ama Ümit Haldun manyağı, dün akşam bize azilnameyi soktu affedersin.”
Pek şaşırmadığım için “Tamam, zaten anlamıştık Sayer Hukuk’tan vazgeçtiğini. İlkhan’ın bir arkadaşı savunacakmış Melek’i, falan filan… Öyle şeyler zırvaladı bana. Sen en iyisi avukatı öğren, sonra bana haber ver. Tamam mı?” dedikten sonra arkama yaslandım. Sırtım hâlâ ağrıyordu, aynı şekilde başım da.
“Tamamdır, bay…”
Telefonu kapattıktan sonra cebime sıkıştırdım, sonra da Varan Alp’e döndüm. Yüzüme suçlu bir ifadeyle baktığı için kaşlarımı çattım ve yorgun gözlerinin içine baktım.
Dudaklarımı araladığım sırada “Dün gelecektim,” dedi, açıklama yapar gibi. “Geç haberim oldu.” Duruşunu dikleştirirken buraya gelmediğinden ötürü kendisini suçladığını anlayıp hafifçe gülümsedim, tabii bu bir saniye sürmüştü. “Akşam işim çıktı, gece de öyle. Gelemedim.”
Onur’un gösterdiği fotoğraf aklıma gelince hemen bakışlarımı çevirdim, sonra da “Gece buraya gelmen farz değildi,” dedim tavırlı bir sesle. “İster gel ister gelme, zorunda değilsin sonuçta. Önemli, özel işlerin vardır.”
“Geç haberim olmasaydı hemen hastaneye geçerdim ama eve dönmüştüm,” diye kendisini açıklamaya devam etti. Yüzüme bakmaya çalıştıkça gözlerimi kaçırdığımdan dolayı kendimi güçsüz hissettim ve bu saçmalığa son verip gözlerimi gözlerine diktim.
“İyi yaptın,” dedim, ne yumuşak ne sert bir sesle. “Babam uyuyor.”
Başıyla onayladı. “Uyansın, sizi emniyete ben götürürüm.”
“Gerek yok, sağ ol.”
“Annenle de konuştum az önce, onun da haberi var,” dediğinde annemle pek konuşamadığımı anımsayıp yorgun bir nefes verdim. Kadının da psikolojisi mahvolmuştu. “Bu arada Koray meselesini sabaha karşı hallettik, Kamil Savcı’yla. Onu hücreye alacaklar, koğuşta kalmayacak. Yüksek güvenlikle korunacak, cezaevi savcısıyla da görüştük. Aklınız kalmasın yani. Annene de söyledim.”
İçim rahatladığı için “Gerçekten ya,” dedim heyecanla. “Dün Kamil Savcı’yı gördüm, konuştuk onunla. O yüzden aklım kalmadı Koray’da. Resmen tehdit etmiş şerefsiz İlkhan!”
“Rüzgar meselesini de yeni öğrendim.” Göz altının kıpkırmızı olduğunu yeni fark etmiştim.
Başımla onaylarken “Takas için Rüzgar’ı kullanacak kadar pis, şerefsiz, kötü biri işte,” deyip kollarımı göğsümde bağladım. Varan Alp esnedikten sonra gözlerini kırpıştırdı, ayakta zar zor durduğunu anlayınca “Gerçekten kalmana gerek yok, babam uyuyor zaten,” diye tekrarladım. “Uyumadın mı dün gece?”
Gözlerimiz buluşunca “Uyumadım,” dedi.
“Dışarıda mıydın?” diye sordum merakla. “Yirmi dört saat mesai yapan savcı görmedim demem. Şaşırdım.” Hafifçe gülümsedim.
“Çoğunlukla dışarıdaydım,” dedi kısık bir sesle. Gözlerini kaçırıp “Sen de yorgun gibisin,” dediğinde yine aklıma dünkü fotoğraf geldi.
Sabrım sınanıyordu, gerçekten. Bu kadar derdin tasanın arasında kalbim illaki acımak mı zorundaydı? Arkadaşımı, süt kardeşimi, öz kardeşimi sırasıyla benden alan hayat sevdiğim adamı da almak zorunda mıydı? Delirecektim şimdi…
“Uyudun mu?” diye sorunca başımı çevirdim.
Hiç çekinmeden “Senin görüştüğün biri mi var?” diye sordum. Keskin ve sert çıkan sesimin ardındaki kırılganlık da kendini epey belli etmişti, o da hissetmişti bunu.
“Ne?” dedi sanki soruyu tekrardan duymak istiyormuş gibi.
“Diyorum ki,” dedim, bedenimi tamamen ona doğru çevirerek. “Senin görüştüğün biri mi var? Sevdiğin bir kadın mı var? Varsa söyle,” dedim, olursa üzülmezmişim gibi.
Dalgın bakışları bir anda kayboldu, yerini de öfke dolu bakışlar esir aldı. “Ne alaka şu an?” diye sordu, hesap sorar gibi. “Derdimiz bu mu?”
“Senin gelgitlerine uğraşamam ben Varan Alp, tamam mı?” dedim tavrımı sertçe belli ederek. “Varsa söyle, bileyim. Devlet sırrı mı bu? Gizlemeni gerektirecek bir ilişki mi?” Gözlerini gözlerimden asla ayırmadı. “Birinden mi saklıyorsun? Ne bu?”
Sağ elim istemsizce havaya kalkınca gözleri elime kaydı, sonra da cıklayıp “Böyle saçma sorular sorduğuna inanamıyorum,” dedi, hemen ardından ayağa kalktı. “Olabilir mi böyle bir şey? Sen söyle.”
Hırsla ayağa kalkıp “Sana sormak lazım, senin bileceğin iş,” diye cevapladım.
“Bir şeyi mi ima ediyorsun? Sen de açık konuş, sen de net ol o zaman…”
Kararsız bir tınıyla “Hayır,” dedim, ses tonum çok ciddiyetsiz çıkmıştı. İkna olmadığını belli eden bir bakış atınca “Evet,” dedim ben de. “Birinden duydum.”
Kaşları havaya kalktı. “Hadi ya… Olmayan ilişkimi kimden duydun acaba? Çok merak ettim.”
Dürüstlüğüne güvenerek “Neyse, tamam,” dedim ve içeriyi işaret ettim. “Babama bakayım ben.”
“Hop hop,” dedi tam yürüyeceğim sırada. “Cevabını aldın, tatmin oldun, sıra bende. Cevapla,” dedi ve yolumu kesip karşımda durdu. “Hayırdır? Kim benim hakkımda atıp tutuyor sana? Söyle.”
Pek umursamadığım için “Onur,” dedim ve yolumdan çekilmesi için koluna dokunarak ileriye yürüdüm ama beni kolumdan tutarak durdurdu.
“Bildiğimiz Onur.”
“Bilmediğimiz Onur mu var?” dedim sessiz bir çığlık atarak. “Bırakır mısın kolumu?” Kolumu bırakırken rezil olup olmadığımızı kontrol etmek için etrafı gözetledim, neyse ki kimse yoktu. “Biz seninle,” dedim başımı ona doğru kaldırarak. Öfkeden tek bir noktaya odakladığı gözlerini bana çevirdi. “Bir kere insan gibi konuşamayacak mıyız? Her seferinde sinir ediyorsun beni. Gıcıksın.”
Bir süre duraksadı ve “Sen çok sakin, asla olay çıkarmayan bir tip olduğun için gıcık olan benim tabii…” dedi ciddiyetsiz bir sesle. “Dalga mı geçiyorsun Miray? Bir anda sinirlendin, kızmaya başladın. Niye? Gereksizin teki hakkımda atıp tutmuş… Sonra suçlu ben mi oluyorum? Niye insan gibi konuşamıyoruz acaba?”
Bunun da dili çözülünce dur durak bilmiyordu…
“Gerek yok zaten…” dedim çokbilmiş bir sesle.
“Gerek var,” deyince itiraz edercesine bıkkın bir nefes verdim.
Ardından hiddetle “Ben gerek duymuyorum artık,” dedim. “Aklım başıma geldi çünkü!”
Daha cümlem bitmeden “Ben gerek duyuyorum artık,” dedim. “Çünkü benim de aklım başıma geldi.”
Babamın odasının kapısı açıldığı an ikimiz de şokla o tarafa doğru döndük.
Kaşlarını çatarak bize bakan babam, gözlerini devirince ne yapacağımı bilemedim.
Tam da Varan Alp’e daha çok bekleyeceğini söyleyecektim.
“Baba!” dedim ve hızlı adımlarla yanına ulaştım. “Niye ayağa kalktın? Doktor kontrol etmedi daha.”
Babamın yorgun bakışları Varan Alp’e değdi, sonra da bana döndü. “Kızım sesine uyandım, bağırıyordun,” dedi kısık bir sesle. “Hem iyiyim, iyiyim ben…”
Omuzuna doğru bakıp “Baba doktor baksaydı…” desem de ne fayda, umurunda bile olmadı.
Babam Varan Alp’in yanına doğru yürüyünce olduğum yerde kaldım. Karşı karşıya geldiler, Varan Alp bir şey söyledi ama duymadım; bir süre ikisini de uzaktan izledim.
İstemeyerek de olsa yanlarına yürüdüm, babamın yanında durdum. O sırada, “Daha iyiyim, sağ ol, zahmet etmeseydin. Asıl benim kafamı kurcalayan mesele torunumun ve oğlumun güvenliği,” diyordu babam. “Omuzum iyi, ben iyiyim. O manyak var ya…” Abartılı bir sesle, ne kadar jest ve mimik varsa kullanarak “Hele bir torunuma ya da oğluma zarar versin, yemin ederim tutamazsınız beni. Bu nasıl bir psikopatlıktır, ha?” dedi hızlı hızlı. Tıpkı benim gibi konuşmuştu.
“İkisiyle de ilgilendik, merak etme,” dedi Varan Alp, babamın aksine sakin bir tınıyla. “Emniyete gidelim, İlkhan’ı da getirtirler birazdan. Kamil Savcı da gelir.” Kısaca babamın omuzuna göz attı, sonra bana. “Doktor kontrol etsin, çıkarız.”
⚖️
İnce belli çay bardağı avucumun içinde öylece beklerken sıkıntıdan patlamak üzereydim. Bir saattir emniyetteydik; babamla annem eniştemin odasındaydı, ben de Halegül’e olan biteni anlatmak için odasına gelmiştim ama Kamil Savcı gelmediği için ifade de alamıyorduk, İlkhan pisliği gelmediği için hesap da soramıyorduk. Öylece duruyordum.
“Sıkıntıdan patlayacağım,” dedikten sonra elimdeki bardağı çay altlığına sertçe bıraktım. Çantamı kucağıma aldıktan sonra “Kalkayım ben artık. Emniyette işim yok,” dedim sinirle.
Halegül zaten ayakta olduğundan “Otur, otur,” dedi omuzumu tutarak. “Bir de seni kaçırmasın şimdi…” Üç kez art arda cıkladı. “Hiç öyle bakma,” dedi sert bir üslupla. “Yanında biri olmadan dışarı çıkamazsın Miray, izin yok.”
Oldukça tok bir sesle sarf ettiği bu cümlelerden sonra bıkkınlıkla “Ne yapayım? Beş gün boyunca emniyette mi yatıp kalkayım? Sitenin kapısına sivil diktik, güvenlikle beraber bayıldı adamlar…” diye yakınmaya başladım. “Evime girdi ya, arkadaşımın katili benim evime girdi.”
Halegül’ün kapısına iki kez tıklandı, “Gel!” dedi o da.
Kamil Savcı’yı, arkasından da Varan Alp’in geldiğini görüp gözlerimi devirdim. “Şükür savcım,” dedim Kamil Savcı’ya doğru. “İlkhan’ı getireceğiz herhalde artık…” dediğimde, Varan Alp kapıyı kapatmıştı.
Kamil Savcı, “Kendisinin iş yerine de evine de memur arkadaşları gitmesi için görevlendirdim. Haber gelir birazdan,” derken bir yandan da Halegül’ü süzmüştü ama bizimki asla pas vermeden masasının başına geçmişti.
“Siz neden geldiniz?” diye sordu Halegül, tavırlı bir sesle. “Bir sorun mu var?”
Varan Alp’e doğru başımı kaldırdığımda, “Var, evet,” dedi. “Erkin’le beraber arabaya binen, depoya götüren şahsı bulduk.”
Bu iyi haberdi. “Burada mı şu an?” diye sordum telaşla ayağa kalkarak.
Kamil Savcı, “Direkt emniyete gelip bana ifade verecek kendisi,” diye açıkladı. “Biliyorsunuz, dava iyice hallaç pamuğuna döndü. Organizeye devredilebilir.”
“Neyse ne,” dedim ve çantamı omuzuma alıp kapıya doğru döndüm. “İlkhan buraya mı gelecek peki? Kadının adı neydi, Sema mıydı?”
Kamil Savcı, boynunu kaşırken “Evet,” dedi kısık bir sesle. “İki soruna da evet, yani.”
“Miray, biz çıkalım mı?” dedi Varan Alp, kapıyı açıp aralarken. “Konuşmamız lazım.”
“Tamam,” dedim pek anlamayarak ama Kamil Savcı’da da Varan Alp’te de bir hâller vardı. İkisi de oldukça tuhaftı.
Halegül’ün odasından çıktıktan sonra cinayet büronun merkezine doğru yürürken koridorda bir anda durdum. Annem ve babam, Teoman’ın odasında bekledikleri için adımlarımı durdurdum ve iki kez öksürdüm.
Durduğumu fark edip başını çevirdi, sonra o da durdu. “Ne oldu?” diye sordu bedenime bakarken.
“Ne konuşacağız?” diye sordum, bir iki adım yaklaşıp.
“Bir şey konuşmayacağız, Kamil Savcım rica etti Halegül Komiser’le yalnız kalmak için. Ben de seni odadan konuşmak çıkarıyormuş gibi yapmak durumunda kaldım,” diye açıklayınca gözlerimi devirdim. Yüzüme bakarken “Hayırdır?” diye sordu. “Rahatsız mı oldun?”
Halegül’ün odasının kapısına kısaca baktıktan sonra “Evet. Halegül boşanmak istiyor. Kamil Savcı neden aylardır kadının peşini bırakmıyor? İstemiyorsa istemiyordur işte,” dedim sertçe. “Ne bu ısrar? Senin bir bilgin var mı?”
Sessiz kaldı bir süre. Sonra da “Halegül Komiser, Kamil Savcı’yı sevmiyor olsa evlenir miydi onunla?” diye sordu, kelimeleri sindire sindire beynime işlerken. “Evlenmezdi, evet,” dedi beynimin için okuyormuş gibi, çokbilmiş bir tınıyla. “Aylar sonra nedensiz bir şekilde boşanmak istemiş, hâlâ bir nedeni yok yani… Adam üzülüyor, hâlâ âşık. Tavsiye vermek gibi olmasın ama bence sen de o kadına uyup avukatı olma.”
“Belki bir nedeni vardır,” dedim ki kafası iyice karışsın. Tam da istediğim gibi kaşlarını çattı. “Ki var, gibi görünüyor. Yakında bana söyleyecek, ben de gerekeni yapacağım.”
Sırf inadıma “Çekişmeli boşanma davaları kaç ay, şey aman, sene sürüyordu?” diye sordu. Sinir bozukluğuyla gülerken başımı eğdim. “Sen de boşuna kendini yoracaksın ama…”
Başımı kaldırıp gözlerimi gözlerine diktim. “Anlaşamayacağımız aşikâr, farkındayım.” Birkaç saniye birbirimize baktık. “Ama sen kafanı yorma şimdi, işi bilene bırak. Kamil Savcı’ya da söyle, eğer o kadını üzdüyse ve kendini affettiremeyecekse şimdiden korkmaya başlayabilir.”
Cümlemi bitirene kadar pürdikkat dinledi, ardından “Üzmüşse bile affettirir, seviyor çünkü…” dedi kısık bir sesle. İmalı ses tonu ve bana dikkatle baktığı gözleri sertçe yutkunmama sebep olmuştu.
Pek umursamadığımı düşünmesi için geçiştirircesine kafamı salladım, sonra da konu ikimize gelmesin diye kafamı çevirdim.
Onu gerimde bırakarak koridorun sonuna kadar ilerledim, sonra da çay ocağının yanından geçerek büronun ortasına kadar yürüdüm. Teo’nun odasına baktığımda annemin de babamın da hâlâ orada beklediğini fark ettim.
Aslında bugün, öğleden sonra Koray’la görüşmem gerekiyordu. Gidip gitmemek konusunda ikilemdeydim; sonuçta Halegül’ün de dediği gibi tek başıma dışarı çıkmam doğru olmazdı. Acaba Mir Beyaz’dan rica etsem benimle gelir miydi?
En iyisi İlkhan’ın ifadesi alınırken burada olmaktı.
Mir Beyaz’ın masasının önünde durup emniyete kısaca göz gezdirdim. Her zamanki gibi karışıktı, neticede cinayet büroydu ama baka baka başım dönmüştü, şimdiden çok sıkılmıştım.
Telefonumu çıkarıp sosyal medyada gezindim, haberleri okudum ve on dakika kadar oyalanıp ülke gündemine beş yüzüncü kez sinirlendim.
Hem öfkeli hem de bıkkın olduğumdan ötürü telefonu çantama sıkıştırıp ayağa kalktım. Başımı sağa doğru çevirdiğimde Kamil Savcı’yı ve Varan Alp’i hararetli bir sohbet içerisindeyken yakaladım ama yanlarına gitmedim. Kamil Savcı’yı ilk defa bu kadar öfkeli görmüştüm. Yanakları kıpkırmızıydı ve sürekli elini kaldırıp indirerek Varan Alp’e kızıyordu ya da başkasına kızıyordu ama bunu bana Varan Alp’e anlatıyordu. Sanırım Halegül ile tartışmışlardı, anladığım buydu.
Çok da umurumda değildi açıkçası. Başımda bu kadar dert varken başkasının negatifliğini de üstüme alamazdım.
“Pişt!” Korkarak arkamı döndüğümde Mir Beyaz’ın geldiğini yeni fark etmiştim. “Nereye bakıyorsun öyle aval aval?”
Masasına geçince ben de sandalyeye oturdum, sonra da “Canım sıkıldı ya…” dedim.
“Hastaneden emniyete geldin; birazdan savcı, İlkhan şerefsizinin ifadesini alacak ve canın mı sıkılıyor?” Kaşlarını kaldırırken elindeki dosyaları masaya çarpa çarpa düzeltti. “Seni bazen anlamıyorum Miray.”
Ben de kendimi bazen anlamıyordum. “Yani sıkkın derken…” Arkama yaslandım ve ofladım. “Beklemekten yoruldum, üç saatlik uykuylayım ve söylemekten çekinsem de dışarı çıkarken korkuyorum.”
“Ha doğru,” dedi o da muhtemelen aklına yeni geldiği için. “Bugün Koray’a gidecektin sen.”
“Evet ama muhtemelen gidemeyeceğim.”
Mir Beyaz gözleriyle Varan Alp’i işaret etti. “Bıraksın seni.”
Bilerek “Kim?” diye sorup başımı hâlâ Kamil Savcı ile tartışan -ya da benim o şekilde anladığım- Varan Alp’e dönük tuttum. “Varan Alp mi?”
“Ta kendisi.”
Cıkladım. “Hafta içi, işi vardır, adliyeye gider.” Saçlarımla oynarken göz ucuyla annemler hâlâ odada mı diye kontrol ettim. “Zaten annemle babam bu hâldeyken onları yalnız bırakmak istemiyorum. Duruşmaya da beş gün kaldı, toparlanmam lazım Mir Beyaz. Ama ne yapacağım, bilmiyorum. Kafam o kadar karıştı ki…”
“Önce bir toparlan, gerçekten toparlan ama…” dedi yüzünü bana doğru yaklaştırarak. “Bu herifin duracağı yok, Miray. Az kaldı 17 Eylül’e.” Sesini daha kısık tuttu. “Ben onu öldürmeden içeriye tık şu herifi.”
Sertçe yutkunduktan sonra “Yalan söyleyen tanık ikna olmadı… Zaten o tanık Selim midir, Semih midir, neyse artık; o olmasaydı karnındaki yara izini açıklayamazdı şerefsiz İlkhan,” diye yakındım kendimce. “Koray’la babamın karıştığı işten de aylarca bir şey çıkmadı zaten, biliyorsun… İlkhan’ın o gece dışarıda olduğunu kaydeden bir kamera mevcut değil. İspatlayamıyorum, Mir Beyaz… Elimden hiçbir şey gelmiyor. Sadece DNA raporu var, Behzat ile İlkhan’ın arasındaki ilişkiyi açıklayan ama o da bir halta yaramıyor.”
“Fırat Gümüşpala?” dedi sinirle. “O geri zekâlı tanık olarak çıkacak mı?”
Başımla onayladım. “Onu hallettik.”
“Tamam…” Düşünür gibi tavana baktı bir süre. “Benim aklımda bir fikir var aslında.”
Merakla başımı sallarken “Bir fikrin var… Ne peki?” diye sordum.
“Sen olay yerine gittin mi?” diye sorunca beklemediğim bir soru olduğundan ötürü birkaç saniye donakaldım. Çenemi sıkarken “Oraya git,” dedi, ürkünç bir sesle. “Koray’ın bulunduğu herhangi bir kamera görüntüsü tespit edersek oradan…” Konuşması güçleşti. “…oradan şey, ölüm saatinden önce çıktığını ispatlamış oluruz.”
Bazen bu gerçekle yüzleşmek beni tekrar tekrar derinden yaralıyordu.
Benim arkadaşım ölmüştü.
Benim arkadaşım öldürülmüştü.
Nefes alırken zorluk çektikten sonra “Herhangi bir görüntüye erişemedim, Mir Beyaz. Boşu boşuna da o…” dedim ve ayağa kalktım. “Oraya gitmek istemem.”
“Koray oradan ayrılınca taksiye mi binmişti?” diye sorunca başımla onayladım. “O taksiyle nereye gittiğini söylesin sana, sen de çıkış saatini hesaplamış olursun.”
“17 Eylül gece yarısında, otobanda sinyali var bu çocuğun, Mir Beyaz. HTS kayıtlarını mı yalanlayacağım?” diye sordum sinirle. “Oraya gitmek istemiyorum, dedim sana.”
O da ayağa kalktı ve “Suç mahalli tespit edildi. Taksiye bindiği saati trafik yoğunluğunu göz önüne alarak hesaplayabilirsin. Restorandan aşağıya inene kadar, o yokuşta zaten yürüme mesafesi var. Taksiyle otobandan geçip babanın yanına ulaşmış olabilir. Gebze’ye yakın bir semtteydik sonuçta,” diye devam etti. Karşımda durduktan sonra “O şerefsiz İlkhan’ı mutlu edersen, mutluluğunu kursağında bırakıp gebertirim onu. Bu sefer mahkemede susmam, öldürdüğümü direkt söylerim, hiç çekinmeden,” diye devam etti. “Zor ama denemeye değer.”
Koluma dokunup yanımdan ayrıldı, bürodan çıkana kadar onu izledim.
Suç mahalline gidersem düşüp bayılırdım, aklım çalışmazdı orada ama ya dediği gibi Koray’ı ancak bu şekilde kurtarabilmek gibi bir seçeneğim varsa?
Kamil Savcı yanımdan gölge gibi geçerken arkamı dönüp Varan Alp’in nerede olduğunu kontrol ettim. Aynı yerde duruyordu ve o da tıpkı benim gibi Kamil Savcı’nın hızla yürüyen bedenine bakakalmıştı.
Hızla yanına doğru yürüdüm, iki adım kala beni gördü. Göz göze gelir gelmez “Beni Pendik’e götürür müsün?” diye sordum. “Suç mahalline. Oradan Gebze’ye.” Kaşları çatıldı. “Oradan da babanın yanına.”
“Bir dakika.” Gözleri kısıldı. “Pendik, Gebze, tamam ama babam ne alaka?”
“Götürür müsün yoksa kendim mi gideyim?” Israr ettim. “Cevap bekliyorum.”
“Şimdi mi?”
“Evet.”
Büroya kısaca göz gezdirdi. “Daha İlkhan’ın ifadesi alınmadı. İzlemek istemiyor musun?”
“Daha fazla zaman kaybedemem Varan Alp. Duruşmaya kadar delil toplamam lazım. Geçen sene aleyhimize ifadede bulunan hiçbir tanık lafından dönmüyor. Herkes bir yalanın peşinden sürükleniyor, kardeşim cezaevinde çürüyor, tehdit alıyoruz.” Mir Beyaz aklıma gelince titrek bir nefes verdim. “Mir Beyaz bana İlkhan’ı öldürmekten söz ediyor, sabrı kalmadı.” Bir adım daha attım ona doğru. “Benim de hiçbir şeye sabrım kalmadı artık.”
Pek üstelemeyerek “Tamam, gidelim,” dedi ve kolundaki saati kontrol etti.
“E adliye?” dedim ve aval aval baktım yüzüne. “Unutmuşum, hafta içi bugün.” Az önce aklımdaydı ama Mir Beyaz konuşunca kafam allak bullak olmuştu, dolayısıyla hemen unutmuştum.
Yürümeye başladık. “Bir gün izin aldım dün.” Pek belli etmiyordu ama bence bir derdi vardı.
“Nasıl yani? Mazeret izni mi? Bir şey mi oldu yoksa?” diye peş peşe sordum.
Kaşları çatıldı, sonra da “Anlatırım sonra,” dedi ama asla inandırıcı gelmedi.
Bir anda önümüzde babam belirdi.
Gözleri önce Varan Alp’e sonra bana doğru döndü. Kısa bir sessizliğin ardındansa “Annen içeride,” dedi, muhtemelen onu aradığımı düşünerek. “Teoman’ın yanında.”
Ayakta olduğunu anımsayıp “Sen nereye?” diye sorunca tekrardan Varan Alp’e döndü.
“Hiç. Sana baktım.” Babam bana dönüp içeriyi işaret etti. “Hadi.”
“Ben sizi aramıyordum baba,” deyince kaşları çatıldı. “Dışarı çıkacağım, işim var.”
“Kızım sen delirdin mi? Ne dışarısı? Herif evine kadar girdi, anneni babanı tehdit etti. Ne yapacaksın dışarıda?”
Başımla onaylarken “Babacığım sakin ol, Varan Alp de benimle gelecek,” dedim ve yaralı olmayan omuzuna dokundum. Babam ikna olmamış gibi başını kaldırıp Varan Alp’e bakınca “Duruşma için bir yere uğramam lazım, o yüzden çıkacağım,” diyerek bana dönmesini sağladım. “Tamam mı?”
Sıkıntıyla “Günler torbaya mı girdi? Bari bugün evinde dur,” diye devam edince Varan Alp araya girdi:
“Ben yanında olacağım, merak etme. İşimiz hallolunca da yanınıza bırakırım.”
Babam somurtarak “İyi,” dedikten sonra arkasını döndü, sonra tekrardan bize dönüp “Dikkat edin,” dedi, yürümeye devam etti.
Babam gözden kaybolunca yürümeye başladık, yarı ciddiyetsiz bir şekilde “Menderes bile daha çok güven verirdi Varan Alp,” diyerek onunla dalga geçtim.
“Ne demişim, Allah Allah?” diye kızdı bana ama o da alaya alır gibiydi. “Mafya mı güven verecekti babana? Beni tanıyor.” İyice havalara girince çaktırmadan güldüm. Merdivenlerden inmeye başlayınca “Küçükken de severdi beni,” dedi kısık bir sesle.
Pek anlamayarak bir iki saniye düşündüm. “Küçükken derken? Babam seni küçükken ne zaman gördü?”
“Parkta.” Sesi keyifli gelmeye başladı bir anda.
“Parkta…” diyerek tekrar ettim onu. Sonunda emniyetten çıktık, bahçede yürümeye başladık. “Ben niye hatırlamıyorum acaba?”
Kaşlarını kaldırıp indirdi. “Demek ki hafızana kazınacak anılar bırakmamışım sende.”
Tavırlı cümlesine takılmadan sırf merak ettiğim için “Ciddi misin ya?” diye sordum. Arabasına yaklaşınca bir iki saniye sessiz kaldık, binene kadar da konuşmadık. Ben tabii ki emniyet kemerimi takar takmaz “Ben senin hafızanda kazınacak anılar bırakmışım demek ki…” diyerek az önceki cümlesine gönderme yaptım. “Ama normalde hatırlardım… Çünkü ilkokul anılarımı hatırlıyorum, en azından çoğunu.”
Arabayı çalıştırdı ve emniyetten çıkana kadar konuşmadı.
“Şimdi bunu konuşmayalım.” İki kez öksürdü. “Sen suç mahallinde ne yapacaksın, onu anlat.”
İki saniyelik mutluluğum tek bir cümleyle yerle bir olunca “Of,” dedim ve başımı yola doğru çevirdim. “Koray taksiyle oradan ayrılıp babamın yanına gitti ya hani…” Başını salladı. “Şimdi zaten suç mahallinde sinyal yoktu, yoldayken saptandı sinyali; biz de Melek’in ölüm saatinde Koray’ın araca binmesi için restorandan yola kadar olan kısmı hesaplayacağız.”
“Hiçbir şey anlamadım,” dedi ve tekrar etmem için başını bana çevirdi.
“Nesini anlamadın Varan Alp? Koray, Fırat’tan ayrılıp yola doğru ilerledi, sonra taksiye bindi. Taksi ilerledi, sonra telefonu çekmeye başladı, sinyal verdi. Aşağıya kaç dakikada indi, onu hesaplayacağız.”
Bir süre sessiz kaldı. “Tamam da hakim sormaz mı sana, bu çocuk on ikiyi beş geçe ormanda olsa daha sonrasında taksiye binmek için koşup aşağıya inmiş olamaz mı?” dediğinde kaşlarım çatıldı.
“Benim de beynimi yaktın, dur…” Düşünürken gözlerimi yumdum. Göz kapaklarımı araladığım an, “Saat 00.05’te havai fişek patladı, bunda hemfikiriz. Cinayetler BAM’da birleştirildi, iddianame 17 Eylül Davası kapsamında yazıldı, tek bir tetikçi olduğu konusunda büyük deliller sunuldu… Yani buna itiraz etmeleri abes kaçar. O zaman Melek’in ölümü en erken saat 00.00’da olmak zorunda…” Konuşurken zorlanınca iki kez öksürdüm. “Koray’ın taksiye binip otobanda sinyal vermesi için diyelim ki, yirmi dakika gerekiyor; o zaman saate yirmi dakika ekleyeceğiz. Eğer HTS’deki saatlerle uyuşmuyorsa mantık çerçevesinde değerlendirilemez.”
Başıyla onayladı. “Tamam, anladım,” dedi ama hâlâ pek aklına yatmamıştı. “Ama bir savcı olarak fikrimi soracak olursan pek geçerliliği olmaz, gibime geliyor. Arada gerçekten saat farkı olması gerekiyor ya da Koray’ın herhangi bir kamera kaydı. Onu bulabilir miyiz, bilmiyorum.”
“Babamların bahsettiği mekâna vardıkları anın kamera kaydı bile yok, babamın tanıklığıyla ne kadar gerçekçi durabilir kanılarımız, bir fikrim yok… Ama denemekten zarar gelir mi?”
Kararsız bir bakışla kısaca yüzüme baktı. “Fiziken olmasa da ruhen gelebilir.” Duraksayıp tekrardan yüzüme baktı. “Orayı görmeye hazır mısın, pek sanmıyorum.”
Hemen konuyu değiştirdim. “Ayrıca Koray bana tam 00.00’da mesaj göndermişti. Hatırlıyor musun?”
“Hatırladım,” dedi kısık bir sesle.
“Bunu delil olarak sunmaya çalıştım ama davanın o zamanki savcısı kabul etmedi. Havai fişeğin patladığı an, saat on ikiyi beş geçiyordu. Koray’ın on ikide sinyal verdiği noktadan Melek’in ce…” Nefesim tıkandı. “Camı açar mısın?” Varan Alp hemen camı açtı, ben de başımı sağa çevirip nefes alıp verdim. Böyle cümleler kurmak kalbimi hâlâ zedeliyordu.
Trafikten ötürü yavaşladı, sonra da omuzuma dokunup “Tamam, konuşmana gerek yok, anladım seni,” dedi peş peşe. “İşe yaramayacağını düşünüyorum çünkü Melek’in bulunduğu alandan Koray, 00.00’da, en azından çok yakınından geçmiş.”
Oflayarak “İşte ben de bundan bahsediyorum Varan Alp. Suç mahalli belli, havai fişek belli, bunların hepsi tesadüfmüş gibi davranılıyor…” dedim. Elini omuzumdan çekti ve tekrardan yola döndü.
“Bunu ancak tanıklarla çözebiliriz.”
“Ama çözemiyoruz,” dedim sertçe. “Keşke dokunmasaydı o silaha… Bunlarla uğraşmak zorunda kalmayacaktık.” Tekrardan nefes alıp verdim ve aklımdakileri ona döktüm. “Koray koşa koşa Fırat’ın yanından ayrıldı, yokuş indi ve yola çıktı. Taksiye bindi, bir yerde durdu ve sonra babam aldı onu.” Biraz daha düşündüm. “Asıl odak noktamız, Koray’ın geri dönüp silahı alırsa…”
“Miray tamam.” Varan Alp’e doğru döndüğümde bana acır gibi baktığını fark edip hemen bakışlarımı kaçırdım. “Sen bu işi bana bırak, bugün oraya gitmeyelim.”
Sorgulayıcı bir bakışla “Bir dakika, bir dakika…” dedim hayretle. “Hâlâ şeyi söylemedin…”
Göz göze gelir gelmez kaşları hafiften çatıldı. “Neyi?”
“Senin adliyede olman lazım. İzin meselesi de dünya saçmasıydı… Evlendin mi, yakının mı öldü, hastalandın mı? Öyle hemen nasıl izin aldın Sayın Savcı?”
“Kısmen,” dedi yorgun bir sesle.
Vücudunun her köşesine dikkatle baktım ama görünürde bir yara fark edemedim. “Varan Alp bir şey mi oldu?” Korkuyla incelemeye devam ettim. “Kesin bir şey oldu.”
“Oldu da şu an sırası değil, sonra konuşuruz.”
Gerilerek “Hayır, şimdi,” dedim ve bedenimi tamamen ona çevirdim. “Yaralandın mı yoksa?” Gerçekten yaralanmış gibi gözükmüyordu. “Evlendin mi?”
Kaşları çatıldı. “Allah’ım ya…” dedi ve sabır çekercesine başını yana yatırarak yola bakmaya devam etti.
“Ne oldu o zaman?” diye sordum sinirle. “Dün gece dışarıdaydım, evdeydim falan dedin. İşim vardı da dedin.” Kendi kendime durumu çözmeye çalışırken beynim daha da yandı. “Yoksa başın mı belada?”
Bıkkınlıkla sesli bir nefes verdi. “Baktığım bir dosyada şüpheliler tarafından savcı yardımcısı saldırıya maruz kaldı, biz de bunu Başsavcı’ya bilirdik,” diye açıklayınca elimi kalbime götürdüm. “Dosyayı benden aldı sabaha karşı, bayağı zor ve uzun bir geceydi.”
“Sen peki? İyi misin? Bir şeyin yok, değil mi?”
Başını yukarı kaldırdı ve hemen indirdi. “Benim bir şeyim yok.”
“Niye izin kullanıyorsun o zaman?” diye sordum hâliyle.
“Refakatçi olarak. Başsavcı biraz dinlememi uygun gördü, kibarca bana ‘Toparlan, kendine gel.’ dedi.” Sıkıntılı bir nefes verdi. “Tartıştık gibi oldu… Savcı yardımcısı benim sorumluluğumdaydı, Başsavcı da… Neyse, öyle işte.”
Sıkıntıyla başımı önüme doğru çevirdim. “O kızın yanında mıydın? Hastanede.”
“Evet.”
“O yüzden gelemedin yani,” dedim ve parmaklarımla oynamaya devam ettim. “Nesi vardı? Çok kötü müydü durumu?”
“Evet,” dedi kısaca. “Yüzü gözü şişmişti.”
Başımla onayladım. “Kalsaydın yanında, madem refakatçisisin.”
“Gün içinde uğrarım ya da yarın.”
Bacaklarımı sallamaya başladım. “Ona saldırırlarken sen neredeydin?” Tüm detayları öğrenmek istiyordum. “Yoksa sen de mi tehlikedeydin?”
Cıkladı bir kez. “Evdeydim ben.”
“Ha sonra yanına gittin yani…” dediğim an başını bana çevirdi. Sorgular gibi bakınca “Nasıl ulaştıysa… Teoman seni aradı ama ulaşamadı,” dedim peş peşe.
Ne cevap vereceğini bilemedi. En son “Yok, şey oldu,” dedikten sonra kırmızı ışıkta durduk. Bana doğru dönüp dudaklarını araladı. “Yanıma geldi, eve. Ben de onu emniyete götürdüm.”
“Çok saçma,” dedikten sonra istemsizce gülmeye başladım. “Neden hastaneye gitmedi? Sen doktor musun ki senin yanına geliyor? Bir de evine gelmiş.” Bir yandan da üzülmüştüm. “Keşke öyle olmasaydı tabii de… Hani, yaralanmış sonuçta.” Saçımdan bir tutam alıp oynamaya başladım. “Dünya saçması,” diye ekledim.
Hiçbir şey söylemeyerek arabayı kullanmaya devam etti.
Kafam şu an aşure çorbasından bile daha çok karışıktı. Tüm bilgiler, hatta tüm duygularım birbirine karışınca başıma ağrı girmişti. Gerçi sabah da ağrıyla uyanmıştım ama… Bu kadar keskin bir ağrı yoktu.
“Şu an İzmit’e mi gidiyoruz?” diye sorduğunda düşüncelerimden sıyrılarak başımı Varan Alp’e doğru çevirdim. Kafam allak bullak olduğundan ne diyeceğimi şaşırdım. “Babamla ne konuşacaksın, çok merak ediyorum ama seni dışarıda bekleyeceğim. Görüşmek istemiyorum.”
Yutkunduktan sonra “Aynen, oraya gidelim,” deyip başımı tekrardan yola çevirdim.
“Seni kovabilir,” dedi sıradan bir şey söylüyormuş gibi.
Cevap vermeyince konuşmaya devam etti:
“Yalnız kalmayı tercih ediyor bazen. Sanırım şimdi de öyle bir dönemde. Ablamla Buket bayağıdır yanında… Şimdi abimlere geçtiler, babam da mümkün mertebe yalnız kalmayı tercih eder.”
“Tamam,” dedim keyifsiz bir sesle.
Kafamdaki düşünceleri susturamıyordum.
“Boşuna gidebiliriz yani,” dedi daha açık konuşarak. “Yol yakınken de dönebiliriz…”
Bütün negatifliğimle ona doğru dönüp “Daha önemli işlerin mi vardı?” dedim ve zorla nefes aldım. “Daraldım zaten. Kolonya falan yok mu?”
“Torpidoyu aç, bak. Kolonyalı mendil vardı diye hatırlıyorum.”
Torpidoyu açınca önce silahını gördüm, ardından biraz karıştırınca da çiçekli bir toka. Tokayı elime alıp kaldırdım, “Buket’in mi?” diye sordum.
Yola dönüktü, bu yüzden “Ne Buket’in mi?” diye sordu. Çenesini kaşırken de gözü elimdeki tokaya ilişti. “Buket’indir herhalde,” dedikten sonra sırıttı. “Öznil’in mi zannettin?”
Bilerek mi yapıyordu yoksa ben mi psikolojim bozulduğu için kendi içimde oldukça fazla tepki veriyordum?
Tokayı aramızdaki boşluğa sertçe bıraktım, sonra da kolonyalı mendil çıkarıp enseme sürdüm. Delirecektim şimdi.
Göz göze gelince torpidoyu sertçe kapattım, sonra da başımı cama doğru çevirdim. “Camı kapatır mısın?” diye sordum sertçe. “Üşüdüm.”
“Kolonyalı mendil sürdün ya ensene, o yüzden üşümüşsündür. Hava sıcak.”
Camı kapatırken bedenimi ona çevirdim. “Nedenini mi sordum? Biliyoruz herhalde, aklımızı yitirmedik.” Aramızdaki boşlukta duran toka, canımı epey sıkarken “Bir yerde dursan mı?” dedim sinirle.
“Biraz daha zamanımız var.” Sesindeki keyif sinirimi daha da bozdu. “Bir yer göstereceğim sana.”
Başımı sallayıp “İyi,” dedim ve kollarımı göğsümde bağladım.
***
“Gelmek üzereyiz.”
Kafamı telefondan kaldırırken umursamaz bir tavır takındım. “Gebze’yi geçtik, değil mi? Yola bakmadım.”
“Tanımıyor musun buraları?” Yola odaklandım ama pek tanıdık gelmedi. Biraz daha dikkatli bakınca ilerideki markete aşina olduğumu anımsadım. Bunun üstüne Varan Alp, “Sen bir kere bakkalın önünde düşüp cips reyonunu devirmiştin. Az kalsın ablamla beraber altında kalıyorduk,” deyince kaşlarım çatıldı.
“Aaa, okulun arka sokağı burası!” dedim ve bir anda otuz iki diş sırıtarak etrafa bakındım. “Ama ben bayağıdır uğramıyorum buraya. Her yer nasıl da değişiyor…”
Arabayı park etti ve “Tamam, hadi, inelim,” dedi. Muhtemelen söylediği parkın yanında durmuştuk. Erken saatlerdi, bu nedenle parkta kimse yoktu.
Arabadan inip parka yürürken “Ne dedin sen az önce?” diye sordum. “Cips reyonunu üstünüze mi devirmişim? Of ya… Leman Hanım o yüzden bana kin tuttu senelerce demek…”
Bir banka doğru eğildi ve oturdu, ben de yanına oturdum. “Bu parktan bahsediyordum işte,” dedi kısık bir sesle. Gülümseyerek ilerideki salıncaklara baktım. “Tabii salıncaklar değişmiş biraz. Arkasında yaslanacağın bir korkuluk yoktu, sen korkardın binmeye.”
“Evet,” diyerek onu onayladım. “Korkardım.”
“Ama kaydıraktan korkmazdın,” deyince kıkırdadım. “Elektrik çarpmıştı bir kere, sen kaydırağa vurmuştun.”
Koluna hafifçe vurarak “Sus yoksa gülmekten bayılacağım,” dedim. “Koray bana çekmiş demek ki…”
“Hatırlıyor musun?” diyerek umutla bana doğru döndü. “Kışın okul çıkışı eve dönerken baban gecikmişti, sen de ağlayarak parka gelmiştin.” Kaşlarımı çattım ve hatırlamaya çalıştım. “Boyun kadar kar vardı, ben de peşinden koşmuştum, parka gelmiştim.”
Gülümseyerek “Galiba,” dedim ve etrafa biraz daha bakındım. “Ne olmuştu o gün?”
“Ne bileyim? Yirmi sene geçti üstünden.”
Kahkaha atmamak için çok direniyordum, karnıma ağrı girmişti. “Varan Alp korktuğum, korkmadığım her detayı hatırlayıp bunu mu hatırlamıyorsun gerçekten? Komiksin.”
“Eve kendin gitmeye çalışmıştın, dayım izin vermemişti,” deyince gülüşüm kesildi. “Aşırı küçük de değildik ya, ilkokul sondaydık.” Göz temasımızı asla kesmeden “Burada oturduk, babanı bekledik,” deyince oturduğumuz banka kısaca bakıp başımla onayladım. “Sen tabii sabredemedin o kadar, hemen kalkıp oyun oynamaya çalıştın.”
“Üf…” dedim olabildiğince uzatarak. “Sen de ne salladın ya… Ben kar kış sevmem o kadar. Oynamam yani.”
“Hıı,” dedikten sonra yüzünü işaret etti. “İki dakika arkamı döndüm, kafam kadar kar toplamışsın eline…” dedi abarta abarta. “Yüzüme öyle bir yapıştırdın ki sana olan aşkımı sorguladım.”
Bu sefer kendimi tutamayıp kahkaha attım ve kasıla kasıla güldüm. “Amma salladın,” dedim sonra da. “Eee, sonra?”
“Salladım mı? Emin misin?” Saçımın teline dokunduktan sonra “Kafanda mor bir şapka vardı, montun da pembeydi. Hatta montunun şurasında,” diyerek omuzuma dokundu. “Çiçekler vardı.”
İnanmıyormuş gibi “Laledir kesin şimdi o da…”
Takılarak gülümserken omuzumun üstünde duran parmağına doğru kısa bir bakış attım. Ardından gerilerek kendimi biraz yana doğru çektim. O da parmağını geri çekti.
“Niye böyle şeyler uydurayım ki şimdi?” diye sorup somurttu. “Küçükken haddimi bilerek severdim seni,” deyip ayağa kalktı. “O zamanlar pek yansıtmamışımdır ama çok severdim.”
Ayağa kalkıp “Severdin,” dedim bastıra bastıra. “Ne oldu? Zaman geçtikçe haddini mi aştın yoksa sevgini mi yitirdin?”
“Galiba,” dediği sırada onu çok dikkatli dinlediğimin de farkındaydı. Bir süre duraksadı, ardından “Neyse...” deyip arkasını döndü. “Yeter mi mola bu kadar?”
Gözlerimi kocaman açıp “Sana inanamıyorum!” diye bağırdım. “Hadi.” Karşısında durdum. “Söyle.”
“Ya bir memleket havası aldırmadın sen de…” dedi alay dolu bir tınıyla. “Kaç saattir darlıyorsun…” Üç kez cıkladı.
Suçsuzdum ama yine de “Ne yaptım tam olarak?” diye sordum üzülerek.
“Tokadan girdin, hastaneden çıktın, Başsavcı’ya kadar dedikodu yaptırdın, şimdi de babamın yanına gideceğiz… Bana yetti bu kadar,” diye kendince yakınınca gözlerimi devirdim. “Devirme öyle gözlerini,” diyerek arabayı işaret etti. “Ha bir de sen sabah kahvaltı da etmedin. Cips reyonunu üstüme devirmeyeceğine söz verirsen bakkala uğrayabiliriz.”
Sinirle “Sus,” dedim ve yanından geçtim. “Bakkaldan ne alacağız ayrıca? Acıktım ben. Bir şeyler yiyelim.”
“Babamın sana kahvaltı sofrası hazırlayacağını düşünüyorsan şimdiden hayal kurmayı bırak.”
Ağzım beş karış açık kaldı. “Bak, sana öyle bir kahvaltı sofrası hazırlarım ki Varan Alp,” dedim tehditkâr bir sesle. “Görürsün cips reyonunu da, kadın tokasını da!”
Etrafa kısaca göz gezdirdikten sonra yüzüne şeytani bir gülümseme yayıldı. İleriyi işaret edip “Şurada pastane var,” deyince gözlerimi kısıp o yöne döndüm. “Böööörek yer miyiz?”
Şiddetten hiç hoşlanmazdım ama bugün dayak yemeyi hak etmişti.
“Sen dayak ye, ben böööörek…” dedim oldukça uzatarak. “Olur mu?”
“Tamam. Ben akşam babamda kalayım, sen de nezaret.”
Dişlerimin arasından “Gıcık,” dedikten sonra yanından geçerek arabaya doğru ilerledim. “İştahımı kaçırdın.”
⚖️
Varan Alp aracı park ettikten sonra göz ucuyla Beyhan Bey’in kaldığı apartmana bakıp tekrardan soluma doğru döndüm.
“Ya,” dedim kararsız kalarak. “Sen de benimle gelsen?”
Tatlı gülüşüm pek işe yaramadı. “Söyledim sana Miray, görmek istemiyorum onu.”
Bıkkın bir nefes verirken emniyet kemerimi çözdüm. “İyi,” dedikten sonra çantamı omuzuma alıp kapıyı açtım. “Beş dakika bekle, geleceğim.”
Başıyla onaylayınca arabadan indim ve eve kısaca göz gezdirdim.
Ses tonumu ayarlamak için adına iki kez öksürdüm ve apartmandan içeriye girdim. İkinci kata çıktıktan sonra da kapıya art arda iki kez tıkladım. Tekrardan iki kez öksürdüm ve sesli bir nefes verdim.
Sonunda Beyhan Bey kapıyı açma zahmetinde bulundu.
Beni görür görmez kaşları havaya kalktı, ardından kapıyı tamamen aralayıp “Buyurun,” dedi.
“Beni tanıdınız umarım?” dedikten sonra elimi ona doğru uzattım.
Elimi sıkıp “Unutkan değilim, hasta da değilim,” deyince ben de başımla onayladım. “Gel, içeri geç.”
Beni içeri davet edince şaşırdım ama belli etmedim, tek bir yüz ifadesiyle “Duruşmada tanık olmanızı istiyorum,” dedim.
Tok çıkan sesime karşı yüzünü ekşitmişti. “Ne duruşması, ne tanıklığı?”
“Unutkanlığınızın olmadığından emin misiniz? Kısa yoldan şu şekilde aktarayım: Torununuzun dayısı haksız yere cezaevinde.” Dudakları büzüldü. “Bu sizin için bir şey ifade etmiyor mu?”
Ağır ağır yürürken “Benim için hüzün ifade eden en mühim konu, eşimin ölüm yıl dönümünün yaklaşıyor oluşu,” deyince Ülkü Hanım’a takıntılı olduğunu daha net kavrayabildim. Bu adamın ciddi sorunları vardı. “Aynı zamanda öfke, pişmanlık…”
Daha öncesinde de fark etmiştim ki ses tonu Varan Alp’inkiyle pek benzerdi.
“İlkhan’ın Seka’daki kurumda doğduğunu biliyorsunuz, sonrasını mahkemeye tanık olarak anlatmak isterseniz…”
Lafımı bölüp “Miray,” dedi, tereddüt edercesine. “Adın Miray’dı sanırım.” Kafamı sallamakla yetindim. “Ben birçok şeyi biliyorum zaten. Kardeşin Koray, Melek’i öldürmüş olamaz zira kendisinin bir sebebi yok. Duruşma için ise…” Odaya girince peşinden ilerledim, Beyhan Bey’in çalışma odasıydı sanırım burası; masanın üstündeki yapbozu ve kum saatini fark edip kaşlarımı çattım. “Otuz senedir suskun kaldığım lanet günün davasında, yine sessiz kalmayı tercih ederim.”
“Niye?” diye sordum sertçe. “Susmak bazen ileride size pişmanlıklar doğurabilir.”
“Alp seninle geldi, değil mi?” diye sorduktan sonra masanın üstünde duran gözlüğünü parmaklarının arasına aldı. Gözlüğü yüzüne yaklaştırırken gözlerini bir saniye olsun gözlerimden ayırmadı.
Bir şeyi de bilmese olmazdı…
“Olamaz mı?” diye sordum gülümsemeye çalışarak. “Geldi ya da gelmedi, ne fark eder? Neticede buraya kadar gelmişken babasının yanına gelip onu görmek istemedi. Aslında bu birçok şeyi izah ediyor. Susmasaydınız,” diyerek masaya doğru bir adım attım. “Belki de koşa koşa çıkacaktı o merdivenleri. Oğlunuzu susarak kaybetmişsiniz. Zamanında konuşsaydınız peki?”
Müsaade istercesine elini göğsünün hizasına getirip “Bu söylediklerini annene ve babana da bu tınıyla ifade edebiliyor musun?” diye sordu. “Zira onlar da tıpkı benim gibi konuşmaktansa senelerce susmayı münasip gördüler. Onların cezası, oğullarından uzak kalmak… Benim cezam…” Pencerenin kenarında durup dışarıya baktı. “Oğlumdan uzak durmak.”
“Zaten bildiğim tespitlerinizi dinlemeye gelmedim,” dediğim an başını hızla bana çevirdi. “Evet, anneme ve babama da size takındığım tavrın aynısından sergiledim ama siz onlardan daha çok bilgi sahibisiniz. Sizin arkadaşlarınız olayın üstünü kapattı ya hani… Bize o günü anlatın. Eşiniz de bunu istemez miydi?”
Gözlerini yumduktan sonra “Ülkü bunlara müsaade etmeyecek kadar yumuşak kalpliydi. Eminim caminin avlusuna bıraktığımız o psikopatı kendi eliyle yetiştirip meleğe dönüştürürdü. Ama yoktu işte…” diyerek sertçe yutkundu. “Sizler doğdunuz ama bizim ruhumuz öldü. O gün, o gece… 17 Eylül 1998’de. Bu semtte.” Başını olumsuz anlamda salladı. “O lanet gün keşke hiç yaşanmasaydı.”
“Üstünü kapattığınız lanet gün,” diye düzelttim.
Sinir bozukluğuyla gülümsedi. “Haklısın,” dedi sessizce, ardından camdan dışarıya bakmaya devam etti. “Duruşmada tanık olarak çıkarsam,” dedi ve sol gözünü kırptı. “Kazancım ne olacak?”
Anlayamadığım için yüzümü buruşturdum. “Bu yaştan sonra servet peşinde koştuğunuzu mu düşünmem gerekiyor? Anlamadım.”
“Manevi açıdan söylemiştim, Avukat Hanım…”
“Ha,” dedikten sonra dudaklarımı büzdüm. “Ben size manevi açıdan nasıl yardımcı olabilirim ki Beyhan Bey? Affedersiniz ama minicik torununuz var, gidip ruhunuzu onunla mı doyursanız? Üstelik bir tane de değil, iki taneler!” Başımı olumsuz anlamda salladım. “Ne yazık ki ruhunuz ölünce içinizde beslenen sevgi de aç kalmış, manevi açıdan kaybolmuşsunuz. Sizi ben mi bulayım? Ne alaka?”
Gözlerimin içine bakarken “Vay be,” deyip başını olumlu anlamda salladı. Hemen göz temasımızı kesti. “Bana rest çektin.”
Bunu daha yeni anlaması komikti.
“Nasıl anlarsanız,” dedim ve gülümsedim. “Bir ricada bulundum, sizden tanıklık dilenmedim. Bunu da söylemiş olayım.”
Sesli bir nefes verdikten sonra eline aldığı yapboz parçasını orta noktaya getirip hemen yerleştirdi. Bu hareketi tabii ki çok tanıdık geldi.
“Bu kum saatleri neden var?” diye sordum, merak ederek. “Saat tutamıyor musunuz? Yoksa yaşlandığınız için matematiğiniz mi yetmiyor?”
Beni çok sinir etmişti bu bunak adam.
Hafifçe kıkırdadı. “Alp’in sana neden âşık olduğunu anladım.”
Bunu duymayı beklemediğim için gerildim ve “Neden?” diye sordum. “Yani bunu nereden çıkardınız? Anlayamıyorum sizi.”
“O da benim gibi, bana benziyor ama kabul etmiyor.” Kaşlarımı çattım. “İstese tüm yapboz parçalarını beş dakika, on dakikada, çok zorlayıcıysa yarım saatte bitirir ama çözmek istiyor.” Gözlerini bana çevirdi. “Karşısına zor bir problem çıkınca da hemen kendini kaptırıveriyor.” Kum saatini havaya kaldırdı. “Onun için rakamlar bir önem ifade etmiyor, varsa yoksa kafası meşgul olsun, zaman geçsin… Saatler değil de zaman…”
Kum saatine bakarken ters çevirdi. Ben de daha fazla bu cümlelere maruz kalmamak için “Ben en iyisi gideyim,” dedim.
Arkamı dönüp gidecekken “Sana bir şartla yardımcı olurum, Avukat Hanım,” deyip beni durdurmayı başardı. “Uzun süredir ne düşünüyorum, biliyor musun? Acaba dediğin gibi, susmasaydım ve konuşsaydım oğlumun yakınında olabilir miydim?” Cevap vermeyi tercih etmedim, konuşmasını bekledim. “Bak mesela, sen hiç susmuyorsun, devamlı konuşuyorsun ve net konuşuyorsun. Ya ben? Ben sevmem konuşmayı.” Kum saatindeki kumların çoğu döküldü.
Başımla onayladım. “Muhtemelen evet,” dedim yalnızca.
“Onunla aram düzelsin istiyorum.”
Bu söylediğine o kadar şaşırdım ki olduğum yerde başım döner gibi oldu.
Bozuntuya vermemek için, “Varan Alp’i size ben mi kazandıracağım? Komiksiniz,” diyerek gülümsedim, dalga geçtiğimi anladı ama asla somurtmadı, sadece beni izledi. “Otuz yaşında bir adam o. Senelerce babasından uzak kalmış, ruhen ve bedenen. Sizin emek vermeniz gerekiyor.”
Hızla salladı başını. “Farkındayım ama takdir edersin ki kendisi benimle aynı ortamlarda bulunmuyor.”
“Ne yapayım yani? Sizi bir araya ben mi getireceğim? Kızınız ve diğer oğlunuz bunu beceremiyor mu? Niye benden istiyorsunuz ve tam olarak ne istiyorsunuz?”
Bir süre sessiz kaldı. “Dediğim gibi, sana âşık. Abisi ya da ablası yeterince uğraştı bu meseleyle, bu duruma Alp de alıştı.” Yanıma yürüdükten sonra karşımda durdu. “Ama sen müdahale edersen ölen ruhumda çürüyen sevgi tekrardan beslenir. Bir senedir, hakikaten bir senedir çok uğraşıyorum ama olmuyor, benden nefret ediyor.”
“Onun babasısınız, illaki seviyordur,” dedikten sonra sesli bir nefes verdim. “Duruşmada tanık olarak çıkın, o geceyi bize kimsenin başının belaya girmeyeceği şekilde açıklayın. Sonrasını sonra konuşuruz. Başımda tonla bela var. Sizin dünürünüz omuzundan vuruldu, belki haberiniz yoktur.”
“Var,” dedi sakince.
“İyi,” dedim ben de hafif bir sinirle. “Şimdilik bu konu hakkında yorum yapmayacağım, daha uygun bir zamanda rica ederseniz, neden olmasın. Hoşça kalın.” Arkamı döndüğüm sırada sehpanın üstünde gördüğüm sarı laleler beni dumura uğrattı. Arkamı döndüm ve Beyhan Bey’e ileriyi işaret ettim. “Bu laleleri kim aldı?”
“Ben,” dedi sessizce. “Ülkü’yle bizim çiçeğimizdi, buradan eksik olmaz.”
Ne tepki vereceğimi bilemeyerek çenemi sıktım. “Peki Varan Alp’in bundan haberi var mıydı?”
Aklımdan geçenleri okuyormuş gibi başını salladığında içim bir kötü oldu. “Bazı erkekler,” dedi Beyhan Bey, lalelerin içinde bulunduğu vazoya dokunarak. “Annesiz büyüyen erkekler bir kadına âşık olduğunda…” Konuşması güç hâle geldi. “İçlerindeki boş sevgi vazosunu sarı lalelerle doldururlar, o çözülmesi güç kadınlarla yani.”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 44.09k Okunma |
2.92k Oy |
0 Takip |
46 Bölümlü Kitap |