
Kollarının altından geçirdiği ellerini yabancının göğsünde kenetledi. Sırtını bedenine yasladı. Adımlarını geriye doğru sürüklerken hızlı olmaya gayret etti. Ne çıplak ayaklarına batan çakıl taşları ne de bacaklarının değdiği kayaların keskin acısını hissedemedi. Genç ve cılız beden taş kadar hareketsiz bir halde öylece kollarındaydı. Geçtikleri kumlara süzülen kan kesilmemişti. Yarasının ne denli derin olduğunun işaretiydi.
Alnında biriken damlalara kesilen solukları eklendi. Bacağında yer eden ağrı büyüse de direndi ihtiyar. Evin içerisine girdiği anda ise odanın orta yerine bırakıverdi kollarındaki yabancı bedeni. Güçlükle doğruldu. Ellerini beline dayarken, ışığın altında kalan yabancının yüzünü görebilmek için eğildi. Lakin başının sol yanından akan kan öylesine yoğundu ki tenini göremedi. O an nefes almadığından şüphe etti. Elini uzatıp, dudaklarına değmeden yaklaştırdı. Cılız ve kesik nefes vurduğunda parmaklarına rahatladı. Yaşıyordu. Direniyordu emaneti. Başını kaldırıp, ilk gördüğü haline göre alevleri azalan limana baktı. Yapacaklarını birbiri ardına geçirdi aklından. Acele etmeliydi. Üstelik küçük teknesinin balıktan dönmesi de yakın sayılırdı.
"Ben gelene kadar dayan evlat." Elini yorgun atan kalbe yaslayıp tekrarladı. "Dayan."
Evinden çıkıp, telaşlı adımlarla deniz fenerine yürüdü.
**
Fener denizi yeniden aydınlatmaya başladığında sahil güvenliğe haber verdi yaşlı adam. Aşağıya inip, kanın damladığı kumları elleriyle karıştırdı. Taşları defalarca kez doldurduğu kova dolusu deniz suyuyla yıkadı. Yeniden evine girdiğinde yabancı olduğu yerde bıraktığı gibi hareketsizce yatıyordu. Eğilip, kalbine yasladı sol elini. Diğer elini dudaklarına yaklaştırdı. Nefesini dahi tutarak bekledi. Küçük bir nefes, cılız bir kalp atışı hissettiği ana dek saniyeler geçmek bilmedi.
"Aferin evlat." Dedi yerinden doğrulmadan önce. "Yaşayacaksın."
Tasa doldurduğu su ve bez parçasıyla yanına çöktü. Önce üzerindeki kan ile tenine yapışan tişortu yırttı. Islattığı bez ile sildi göğsünü. Kolunu tutup, yan çevirdi. Sırtına ve yanlarına baktı. Bir kurşun izi ya da bıçak yarası yoktu. Bacaklarında da kan olmadığını fark ettiğinde başını sardı elleriyle. Sağ tarafında bir yara yoktu. Sol yanına baktığında gördükleriyle titredi elleri. Kulağının üst kısmında olması gereken kara saçlar derisiyle birlikte sıyrılmıştı. Kurşun başına mı saplanmıştı? Anlayamadı. Ne yapacağını bilememenin çaresizliğini yaşarken açılan kapının arkasında iki adam belirdi.
**
"Kurşun sıyırmış."
Ömer tek kelime etmeden yerdeki adamı gördüğü anda yanına çöküp, yarasını incelemişti. Kan bulaşan ellerini çektiğinde, kendisini izleyen ihtiyara ne diyeceğini bilemedi.
Kısa bir zaman önce hanesine ayak basan diğer adam Asaf, onun bakışlarını cevapsız bırakmadı.
"Yaraları sarmada tecrübelidir Ömer." Başının sağ yanını kaşıdı. "Anası şifalı otları iyi bilirmiş. Ondan öğrendikleri ile beni çok kez ölümden kurtardı."
Onlara dair hiçbir bilgiye sahip olmadığını fark etti yaşlı adam. Ancak sorgulayacak zamanı yoktu. Sessizce kabul etti işittiği sözleri.
Kana bulanan bez parçalarının üstüne bir diğerini atarken dizlerinin üzerinde geri çekildi Ömer. "Yarası büyük değil. Ama epey derin. Bu yüzden çok kan kaybediyor."
Kutsal'ın yolladığı emaneti kaybedemezdi. Öte tarafta karşılaştıklarında ona nasıl anlatırdı? Genç adamın temizlenmiş yüzüne baktı. Öyle ufaktı ki... "Ne lazımsa yap." Dedi. Ömer'in ter bezeli yüzüne baktı. "Kurtar onu."
Ömer, Asaf'a bakıp ondan da sessizce onay aldı. Yapacak tek çaresi vardı. Bu yüzden elini uzatıp, Asaf'ın belindeki bıçağı avucuna bırakmasını işaret etti. İstediği gerçekleştiğinde doğruldu. Kuzinenin bölmesini açıp, ucunu yasladı ateşe. Asaf'ın o sırada yaranın olduğu yerdeki saçları kestiğini gördü. Metal kırmızıya dönecek kadar ısındığında geri çekildi.
"Kollarından tutun ve ben diyene kadar bırakmayın." Yerdeki temiz bez parçalarından birini işaret etti. "Dişlerinin arasına koyun. Çok acı çekecek."
İki yanına geçip, dediğini yaptıklarında yaranın olduğu tarafa geçti. Besmele çekip, kızgın bıçağı yaraya bir hamlede bastırdı. Baygın haldeki yabancı acıyla açtı gözlerini. Haykırışı kulübeden taştı. Karşı limandaki gürültüye ulaşamadan denizde yankılandı. Şokun etkisiyle doğrulma çabaları son buldu. Hareketsiz kaldığında yaşlı adam telaşla dokundu yüzüne.
"Ne oldu? Neden kapandı gözleri?"
"Acıdan bayıldı." Bıçağı çektiğinde yaradan duman tütüyordu. Yara yanmış ve taze bir kabuk yer etmişti üzerinde. İçlerini yakacak kesif bir koku yayılmaya başlamıştı. Çökerken yere bıçağı bıraktı yanına. "Sabahı bekleyeceğiz." Dedi. "Güneş doğarken nefes alabiliyorsa yaşayacak demektir."
Dediğini yaptı yaşlı adam. Onları haber getirmeleri için gönderirken, yatağına yatırdıkları yabancının başında bekledi. Yükselen ateşini düşürebilmek için sirkeli bezlerle sardı tenini. Kan bulaşan ellerini sildi. Üzerindeki kıyafetleri keserek çıkardı. Bir çarşafın altına gizledi bedenini. Başını yasladığı duvarda uyuyakalırken güneş tepenin ardından doğmaya başlamıştı. Emanetiyse yaşıyordu.
****
Ağabeyinin dediği yerde fenerin altında inşa edilmiş o evde hayata tutundu Kenan. Onu bulan ve yaralarını saran ihtiyar ve iki genç adam sayesinde yaşadı. İlk günler taş kadar hareketsiz olan bedeni ateşler içerisinde yanmaya devam etti. Sonraki günlerde normale dönmeye başladı vücut ısısı. Gözlerini açamasa da acı dolu inlemeleri ve sayıklamalarıyla karanlıktan sıyrıldığını göstermişti. Ömer yarasına derman olurken, Asaf bilinçsiz bir halde yaralı yattığı fenerde gizlenmesini de sağlamışlardı.
Liman o gece jandarmalar ve sahil güvenlik ekibi tarafından çevrelense de her şey için çok geç kalınmıştı. Bedenlerin hepsi yanmış ve tanınmaz hale gelmişti. On üçü üzerlerindeki eşyaları ile tespit edilmiş ve ailelerine teslim edilmişti. Kumpası kimin kurduğu ise bulunamamıştı. Görevlilerin yine de pes etmeye niyetleri yoktu. Olayı gören biri ya da birilerini bulmak için yola düşen adamlar yangından yedi gün sonra deniz fenerine geldiler. İlk olarak ayaküstü sorguya aldıkları ihtiyarı bir sonraki gün karakola götürmek için geldiler. Orada kendisine gösterilen fotoğraflara sırayla bakmasını istediler. İki fotoğraf onun için çok önemliydi. Suretlerden biri kızının güzel kalbinin sahibi Kutsal'dı. Diğeri ise denizin kıyısında bulduğu ve günlerdir evinde baktığı yabancıydı.
Komutan fotoğraftakileri işaret etti.
"Kutsal ve Kenan Cesur. Büyük iş adamı ve Gaziantep'te bulunan Cesur Aşiretinin Ağası Korkut Cesur'un oğulları..."
Adının Kenan olduğunu öğrendiği yüze baktı sessizce. Kutsal'ın ona kardeşini emanet ettiğini o an anladı. Onlara bu hain saldırıyı yapan kimdi? Bir insanı öldürmek istemenin nasıl bir sebebi olabilirdi?
"Yazık. İkisi de genç yaşta hayata veda etti. Üstelik çok acı bir sonla..."
Komutanın sözünü İstanbul'dan geldiğini öğrendiği baş komiser devam ettirdi.
"Tanınmaz haldeydiler. DNA testiyle kimliklerini belirleyebilirdik. Bunun için Ankara'ya gönderecektik. Ancak Gülfem Hanım eşini ve büyük oğlunu yüzüklerinden, küçük oğlunu ise yanmış saatinden tanıdı. Korkut Beyin kardeşi Kamber Bey de test yapılmasını istemediklerini ve emin olduklarını söyledikleri için ailenin onayıyla teslim ettik. Bugün toprağa verildiler."
Saatler önce hanesinde gözleriyle görmeseydi genç adamı inanabilirdi duyduğu sözlere. Zira adamlar öylesine emin konuşuyorlardı ki yaşadığı şaşkınlığı ve sakladığı büyük sırrı sezdirmemek için büyük bir çaba sarf etti. Karakoldan ayrılırken, kararını vermişti. Kenan Cesur'un yaşadığını kimse bilmeyecekti. O gözlerini açıp, kendine gelene dek bu hakikati gizleyecekti.
****
Seni bekliyorlar evlat."
Yavaşça doğruldu yerinden. Güneş batalı kısa bir süre olsa da gökyüzü kararmaya başlamıştı. Kimseye görünmeden çıkabilmesi ve uzaklaşabilmesi için doğru zamandı. Gözlerini açtığı andan beri hissizliğini fark ettiği sol kolunu diğer eliyle yavaşça sıvazladı. Gün geçtikçe hissizliğin azalacağını düşünse de aksine değişmemişti.
Yolu uzun, yükü ağırdı. Bedeni ise yorgundu. Başının sol yanındaki taze ize dokundu. Ateşle kavrulan bıçakla dağlanmış yarası kabuk tutmuştu. Adının Ömer olduğunu öğrendiği adamın sayesinde kanı durmuş, yarası kapanabilmişti. İhtiyar anlatmıştı.
Kendisini izleyen aksine baktı. O gün kendi kanıyla ağabeyinin kanının iz bıraktığı kıyafetlerini bir daha görememişti. Nerede olduklarını da sormamıştı. Görmekten korkmuştu belki de. Üzerine bol gelen, yıpranmış ancak tertemiz olan kıyafetlerine dokundu. Sabun kokusunu duyduğunda gözlerini kısacık bir an kapadı. Bu kokuyu her duyduğunda deniz fenerinin altındaki bu evi hatırlayacaktı. İhtiyarın uzattığı balıkçı beresini yarasının olduğu yere dikkat ederek, güçlükle başına geçirdi. Yarasının olduğu yerde saçları yoktu. Geçen günlerde birkaç tel dahi çıkmamıştı. Fazlasıyla zedelenmişti derisi. Kalan kısımlarını ise hazırlanmaya başlamadan önce ihtiyar düzeltilmişti. Öylece durup, izledi karşısındaki adamı. Konaktan çıkıp, yola düşen o toy delikanlıdan o kadar farklıydı ki... Bir zamanlar ışık saçan o gözleri derin bir karanlık ve uzansa dokunabileceği kadar yoğun bir acıyla kendisine bakıyordu. Merak etti. Ölümü görenler böyle mi bakardı?
"Acı insanı olgunlaştırır." Dedi arkasında duran ihtiyar. "Hele de böylesi büyük bir acı...."
Haklıydı. Büyümüştü Kenan. Nice yaşını bir günde ardında bırakmış, genç bir adam oluvermişti.
"Evlat... Yola düşmeden evvel sana anlatmam gerek..."
Elini kaldırdı Kenan. Bu hareketiyle ihtiyarın sözleri kesildi. Duymamalıydı. Gidip, tüm hakikatleri kendisi öğrenmeliydi. Aksi takdirde yolu tamamlayamaz, evine varamazdı. Atışı hızlanan kalbine yasladı elini. Ateşi yine yükseliyor olmalıydı. Gözlerini açtığından beri sıklıkla yaşar olmuştu. Dönüp, sağ yanında kalan küçük cama uzandı. Açıp, başını uzattı. Yüzüne çarpan meltem ve deniz kokusuyla derin bir nefes alsa da fayda etmedi. Ruhu acı denizinde boğuluyor, yüreğindeki ateş nefes aldığı her an harlanıyordu. O yere, ailesini kaybettiği limana bakmamak için başını çevirdi. Önce limana ardından topraklarına gizlice gitmesini sağlayacak arabaya ulaştıracak tekne, denizin kıyısında onu bekliyordu. İhtiyarın isteğiyle Ömer ve Asaf'la birlikte gidecekti.
Veda etme vakti gelmişti. Geri çekilip, onu izleyen adama döndü. "Hakkını ödeyemem İhtiyar." Ona istediği gibi hitap etmişti. Uzattığı elini tuttu. Öpmek için eğilse de ihtiyar izin vermedi. Doğrulup yüzüne baktı. "Benimle gel. Ben sana misafir oldum. Sende gel bana yoldaş ol." Dedi.
Yaşlı adam uzattığı elini çekip, omzunu sıvazladı. "Yapamam evlat." Dedi beresinin yanından başını kaşırken. "Evimi bırakamam."
Kenan, çaresizce kabul etti. O an aklına hiç unutamadığı o söz geldi.
"Ağabeyim." Boğazı düğümlendi. Gözlerini kırpıştırıp, başını kaldırdı. Güçlü görünmeye çabaladı. "O gün... Ne demek istedi?"
Sarsak adımlarla uzaklaştı ihtiyar. Kenan cevap alamayacağını düşünürken, yaşlı adam küçük kulübede farkına varamadığı köşedeki duran çerçeveyi çıkarttı. "Bülbül ağabeyin idi." Dedi kendisine yaklaşırken. "Gül ise benim can parem..."
Uzatılan fotoğrafa baktığında şaşkınlıkla aralandı Kenan'ın dudakları. Ağabeyinin omuzlarına tutunmuş, başını ağabeyinin kısacık kestirmeden önce alnına düşecek kadar uzun olan saçlarına yaslamıştı. Gülümseyişi ile çekik gözleri kısılmıştı. Ağabeyi ise onun kadar mutlu görünüyordu. Başını çevirmiş, genç kıza bakıyordu. Üzerinde salaş bir tişort vardı. Her zamankinin aksine tenini sakalları gölgeliyordu. Sanki başka bir adamdı gördüğü.
"Mehlika... Gül kokardı. O yüzden Gül'üm derdim ona. Doğuştan kalp hastaydı. İlaçlar fayda etmez olduğunda doktorlar kalp nakli gerektiğini söylediler. Nereye gitsem çare bulamadım."
Bakışları dalgınca elindeki fotoğrafta geziniyordu yaşlı adamın.
"Öylesine yorulmuştu ki hastanelerden, yemin ettirdi bana. Kalan zamanını benim yanımda, deniz fenerinin gölgesinde, doğduğu bu evde geçirmek istedi. Kıyamadım. O günlerde ağabeyinin yolu tesadüfen buraya düştüğünde gördüler birbirlerini. Ama kara bir sevdaydı onlarınki. Kızımın kalbi onların sevdasına gölgeydi. Karşı durdum. Ona kızımdan uzak durmasını söyledim. Ama dinlemedi beni. Bırakmadı Gül'ümü. Solmaya başlayan yaprakları yeniden can buldu sayesinde."
Fotoğraftaki kızın yüzünü okşadı titrek parmakları.
"Şimdi düşünüyorum da... İyi ki dinlemedi sözümü. İyi ki gitmedi. Son günlerinde Gül'ümün yüzünü güldürdü. Kızıma hastalığını unutturdu." Derin bir iç çekti. "Bir gün çıkıp geldi. Babası ile konuşacağını, Gül'ümü tedavi için yurt dışındaki bir hastaneye götüreceğini söyledi. Umut verdi bana. Lakin olmadı. Dayanamadı can parem. Küçücük yüreği o gece duruverdi. Ne doktor yetişebildi ne de bu genç adam..."
Yaşananları bilmiyor, bir yabancıya aitmiş gibi ağabeyinin dinliyordu. Acısını görememiş olmak, derman olamamak katladı yüreğindeki ateşi. Dolan gözlerini kapatırken sıkıca iki damla yaş peş peşe süzüldü yanaklarından.
"Can paremi toprağa verdiğimiz gün ağabeyin dedi ki, "Bülbül bir gün güle kavuşacak. O gün benim ölümüm değil düğünüm olacak."
O gece duyduğu söz ihtiyarın cümleleriyle anlam buldu. Ağabeyinin dudaklarından dökülen sözler ona vedasıydı aslında. Kendisinin ise kurtuluşu olmuştu. İhtiyarın bu sözle ona kucak açacağını biliyordu.
"Bu fotoğraf..." dedi gözlerini aralarken. "Bende kalabilir mi?"
Sessizce kabul etti ihtiyar. Ansızın ve sessizce sarıldı Kenan, ihtiyara. Bu veda değil aksine uzun yıllar sürecek bir dostluğun başlangıcı olacaktı.
Otuz beş gün önce girdiği kulübeden gizlice çıkarılırken, avucunda ağabeyi ve sevdiği kızın fotoğrafı, yüreğinde ise koca bir har vardı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |