
Selaaaaaaammmm biz geldik, nasılsınız? Özlediniz mi beni? Çok geçmedi aslında ama olsun, gün içinde Tam Bir Fiyasko kitabıma da bölüm geldi, okuyanlar için duyurulur. Hadi koşun bölüme bebeklerim
•∆•
İlahi bakış açısı,
Yıllar önce, hiçbir şey olmamış ama çok şey ölmüşken
Küçük Zümra bu sabah uyandığında kalbinin yarısını toprağa vereceğinden habersiz anne ve babasının etrafında pervane olup heyecanla uçarken günün sonunda dört kişilik ailesinin iki kişi kalacağını bilmiyordu.
Abisi, Hazan'ın anne ve babasının etrafında böyle heyecanla dolaşmasına garip garip bakıyor ama bir şey demiyordu. Hazan bu ailenin biricik kızıydı. Tıpkı kendisi gibi. O da bu ailenin biricik oğluydu. Annesi biricikti, babası biricikti. Zümra için onlar biricikti, tekti.
Şimdi kendisi ortaokuldan abisi liseden mezun olacakken hiç kimse onun bu heyecanına dur demiyordu. Biliyorlardı çünkü, bu günler geri gelmeyecekti. Keşke Zümra da bilseydi. Ölümün bu kadar soğuk olduğunu, ıssız, yapayalnız hissettirdiği bilseydi. Bilseydi de daha fazla kıymetini bilseydi ailesinin. Mesela abisiyle kavga etmez, onun dediklerini dinlerdi. Anne ve babasıyla inatlaşmaz, her seferinde huylarına giderdi.
Sizi çok seviyorum demek için toprak olmalarını beklemeye gerek var mıydı ki? Yoktu.
Zümra üstündeki çiçekli sarı elbiseyi düzeltip annesiyle birlikte hazırladığı kahvaltı masasına oturdu. Abisi gelip yanına oturmuş, annesi onun karşısında babasıysa abisinin karşısına yerleşmişti elindeki o güne ait olduğunu bildiği gazeteyle.
Kahvaltıları neşeli geçmişti. Zümra birlikte yaptıkları son kahvaltılarının güzel geçişine şükrediyordu artık. Farkında değildi ama onları kaybetmenin yükünü bir ömür omuzlarında taşıyacaktı.
Hatırladıkça yüzünde tebessüm ettiren bir aileye sahip olmak onun için bir başka şükür sebebiydi. Yanında oturan abisine baktı. Herkes için Zümra olan kız abisi için Hazan'dı. Bu ismi ona abisi vermişti. Ve abisinden başka kimse ona Hazan demezdi, abisi izin vermezdi. Eren Hazar abisi liseye geçtiğinden beri hem oldukça uzamış hem de bütün kızları kendine aşık edecek kadar yakışıklı bir genç olmuştu. Ona bakarken kendini her zaman güvende hissetmişti. Cüssesi ona her zaman mesleği yapmak istediği askerliği hatırlatıyordu. Ne çok yakışırdı abisine askeri üniforma... En büyük korkusu onu kaybetmek, şehit olduğu haberini almaktı.
Ne yazık ki, korktuğu başına gelecekti.
Bilmiyordu.
Abisine bakarken dalmış olacak ki annesinin onu uyardığı nazik sesini duydu. Kumral saçlarını sıkıca at kuyruğu toplamış annesinin güzel yüzü iyice ortaya çıkmıştı. "Kızım, abini izlemekten kahvaltını yapamıyorsun, önüne dönüp tabağını bitir hadi."
Annesine başını sallayıp cevap verdikten sonra tabağındakileri yemeye başladı küçük Zümra. Bu sırada abisi ona doğru eğilmiş, "Biliyorum çok yakışıklıyım Hazan ama yüzüme bakarak eskitmeye çalışman bir işe yaramaz, sen de bunu bil," demişti uyuz olacağı şekilde sırıtan bir sesle. Dönüp ona bakmadı Zümra. Babasını muhatap alıp abisini kastederek, "Babacım okula geçmeden hayvanat bahçesine uğramamız gerekiyor sanırım. Evimizde maymun varmış, haberimiz yok." Dedi. "Kim bilir ne zamandır bizimle yaşıyor, doğal ortamına geri göndersek daha iyi."
Bu sözlerden sonra babası mutfağı dolduracak büyüklükte kahkaha atmış, annesi gülmekle kızmak arasında bir ifadeyle ona bakarken oğlunun egosunun zarar gördüğünü bildiğinden sesini çıkarmamıştı pek. Kıyamamıştı ilk göz ağrısına, ne yapsındı?
Eren Hazar kardeşinin saçlarını bozup ayağa kalkmadan önce homurdandı. "Çilli bücür, bacak kadar boyun var türlü türlü huyun var."
Zümra kıkırdayarak omuz silkti sadece, saçlarını da elinden geldiğince düzeltmeyi ihmal etmemişti. Abisi onu uyuz etmeyi seviyorsa o da abisini uyuz etmeyi seviyordu.
Kahvaltılarını birbirlerine laf sokarak bitirip okula gitmek için ayağa kalktı Eren ve Zümra ikilisi. Önce karne alacaklar sonra eve geleceklerdi, akşama doğru da mezuniyet için hazırlanacaklardı. Abisi okulu dereceyle bitirdiğinden en az onun kadar mutluydu Zümra. Kendisi de takdir alıyordu ama abisinin alacağı belge kadar mutlu etmiyordu onu. Abisi ondan önce geliyordu. Ailesi ondan önce geliyordu.
Karnelerini alıp eve geldiler, kendi mezuniyetine gitmek istemiyordu. Sınıf arkadaşlarını okulun ilk gününden bu yana hiç sevmemişti zaten. Unutamıyordu yüzüne bakarak çilli diye bağırışlarını. Çillerinden kurtulamamıştı. Hem, hiç kurtulmak istememişti ki o, çillerini seviyordu. Annesiyle babası da seviyordu çillerini, abisi de. Onlar seviyorken bir başkasının sevmesine ihtiyacı yoktu üstelik. Bunu kabullenmiş, öğrenmişti.
Abisi takım elbisesinin içine girip saçlarını düzelterek odasından çıkarken elindeki tokalarla yanına giderek yanağından öptü. Bu tamamen saçlarını örmesi için rüşvetti. Yalakalık yapmak üzerinde o kadar eğreti duruyordu ki abisi kızıyordu, şımarık şımarık konuşma bir şey isterken, öp yeter, diyordu.
Zümra da öyle yapmıştı. Öpmüştü, yetmişti. Abisi isteğini anlamış salona geçip üzerindeki ceketi çıkarıp koltuğun kol kısmına koyduktan sonra oturup kız kardeşini önüne çağırmıştı. Kırlente uzanıp aldıktan sonra yere bırakmayı da unutmamıştı.
Zümra o gün saçlarını abisine son kez ördürmüştü. Bir daha uzun bir süre kendisi bile örememişti saçlarını. Ta ki, abisini de kaybettiğini idrak edinceye kadar.
Evden çıkarlarken bu sefer hep birlikteydiler. Mezuniyetin olacağı salona gidip yerlerine oturmadan önce amcası ve yengesi kucağında kendisinden oldukça küçük olan kuzeniyle içeri girmişti. Babasının ve amcasının kulağında telefon görünce birbirleriyle konuştuklarını anladı. Hiçbir şey söylemeden üzerine cüppe giymiş abisiyle yaşıt bir sürü genç arasında gözlerini gezdirip onlara sırıtarak baktı.
Bir gün o da liseden mezun olacak ve bu sefer abisiyle birlikte anne ve babası onu izlemeye gelecekti. Bunu biliyordu. Ama hayat ona insaflı davranmamış lise mezuniyetine gitmek istemeyecek şekilde kimsesiz bırakmıştı.
Tören başlamış başına taktığı keple abisinin sahneye çıkmasını izlerken gözleri mutlulukla dolmuştu. Abisi diplomasını ve belgesini alıp sahneden inmeden önce onlara bakıp gülümserken Zümra avuç içlerini acımasını umursamadan birbirine çarpıyor abisini alkışlıyordu. "Abim benim be, bravo, heyt be," diye bağırmayı da ihmal etmiyordu mahalle abisi edasıyla.
İlerleyen saatlerde tören bitip herkes dağılırken abisi amcasının arabasına binmiş kutlama yapılacak mekana geçerken, anne ve babasıyla evlerine dönüyordu Zümra. Mekan amcalarının evine yakın olduğundan yolları ayrılmıştı. İyi ki de ayrılmıştı. Eğer abisi de o gün onlarla olsaydı onu da küçücük yaşında kaybetmeyi kaldıramazdı hiç.
Karadeniz'in değişken havası sağolsun bir anda sağanak yağmur yağmaya başladı, hava zaten kapalıydı ama bu kadar şiddetli yağmur yağmasını babası da beklemiyor olacak ki sürekli söyleniyordu hava durumuna.
Yağmurlu havaları hem çok sever hemde nefret ederlerdi ailecek. Yine öyle bir gündü onlar için, yolda olmasalar çok sevecekleri bu havayı yolda olduklarından hiç sevmiyorlardı.
Işıklarda duran arabaları yağış yüzünden duramayıp arkadan onlara çarpan araçla öne sürüklenmiş, sol taraftan gelen tırla da şiddetli bir çarpışma sonucu takla atarak trafiği kilitlemişti. Olay yerinde bayılan Zümra gözlerini hastanede açmıştı ama yanında kimse yoktu. Her yeri ağrıyordu, bacağında bir sargı vardı sadece ama alçı olmaması ve ağrısının dayanılmaz derecede olmaması kırık olmadığının bir kanıtı gibiydi. Gözlerini bir süre beyaz tavanda gezdirip neler olduğunu hatırlamaya çalıştı yattığı yerde. Bakışlarını tavandan çekip perdeyle ayrılmış, diğer tarafında başka bir hastanın yattığını bildiği odanın içerisinde gezdirdi. Bedeni ağrıyla kasılırken yerinden kalkması, ailesini bulması gerektiğini biliyordu.
Odadan çıktı yavaşça, önüne çıkan hemşirelere sora sora ameliyathanenin önüne geldiğinde abisini ve amcası dahil birkaç akrabasını beklerken görmüştü. Abisinin okuldan yakın arkadaşlarını da hayal meyal gördüğünü hatırlıyordu Zümra. Yaşadıkları o an aklına gelince anne ve babasına bir şey oldu korkusuyla hıçkırdı. Gözleri abisinin gözleriyle keşişince onunda kendisinden bir farkı olmadığını gördü.
Oturduğu yerden kalkıp sarsak adımlarla yanına gelen abisi kollarının arasına aldı titreyen bedenini. Takım elbisesinin gömleği bel kısmından çıkmış darmadağınık duruyordu. Tıpkı kendisi gibi. Başını göğsüne yaslayıp ağladı bir süre. Daha sonrasında abisi onu bekleme salonunda boş bir sandalyeye oturtup yanına oturarak kendine çekip sarılmıştı. Ameliyathanenin kapısı açılıp içerden doktorlar çıkana kadar ağladılar birbirlerine sarılıp abi kardeş. Diğer herkes ağzını bıçak açmayacak şekilde susuyordu.
Doktor çıkıp o iğrenç cümleyi kurduğundan beri ikisi de yarım kalmıştı artık.
"Elimizden geleni yaptık ikisi içinde ama maalesef buraya geldiklerinde durumlarının hiç umudu yoktu. İç kanamalarını durdurmak mümkün olmadı. Başınız sağolsun, hastaları kaybettik."
•∆•
Karşımdaki adam bana kimsesizliğimin en büyük kanıtıydı. Ailemden sonra abimi de kaybettiğimi onun ağzından duymuştum. Bu yüzdendir ki yüreğim sevdiğim birini daha kaybedeceğim korkusuyla çırpınıyordu. Abimi özlemiştim. Annemi, babamı, çekirdek ailemizi köpek gibi özlemiştim.
Onlar yokken hiçtim. Perişandım, paramparçaydım. Yolumu kaybetmiş, kaybolmuştum.
Ağzımı açıp, "Hoş geldiniz," diye mırıldanmaktan başka bir şey diyememiştim. Merih'e ihtiyacım vardı. Merih'e şu an her şeyden çok ihtiyacım vardı. Şimdi geçmişi düşünüp dağılırsam beni ondan başkasının toparlayamayacağını biliyordum. Kimsem yoktu. Gerçekten ondan başka kimsen yoktu.
Bu, beni çaresizce inim inim inleten korkunç bir gerçekti.
Ona bu kadar erken kör kütük bağlanmam gibi korkunçtu. Ne yapacaktım? Pusat'ı buraya çağırırken hissedeceklerimi hiç düşünmemiştim ki ben. Tek düşündüğüm diğerlerinin, çocukların, Feryal'in, benim bir an önce Barbaros belasından kurtulmamız için son çaremizin o olmasıydı.
Hayatımın en büyük kaybını bana söyleyen adam yüzüme dostunu özleyen bir adamın hasretiyle, aynı zamanda dostunun emanetini koruyamamış olmanın düşüncesiyle pişmanlıkla bakıyordu.
Ben ona nasıl baktığımdan bihaberdim.
Feryal ve Dinçer ayakkabılarını çıkarıp içeriye geçerken hoş bulduk falan demişlerdi sanırım, kulağımdaki uğultu yüzünden doğru duyup duymadığımdan emin olamıyordum.
Pusat'ta diğerleri gibi ayakkabılarını çıkarıp içeri geçerken gözlerini üzerimden ayırmamıştı. Bakışları bedenimde hasar var mı diye dört dönerken sol yanağımda iyice silikleşen bıçak izine birkaç saniye fazladan bakıyordu. Sormak istiyordu, görüyordum. Ama direkt sormanın canımı sıkacağını düşünüyor olacak ki benim anlatmamı beklemeye karar vermişti. Sadece susuyordu.
İçeriye giren uzun bedenin kolları iki yana açıldı. Onu abimden ayırmadığımdan abime olan özlemimle sıkıca sarıldım. Sarılmayı kısa tutup önden ben olmak üzere sırayla salona geçtik. Biraz daha sarılsaydım eğer abime olan özlemle çığlık çığlığa bağırıp kan kusana kadar ağlardım. Kendimi biliyordum. Feryal ve Dinçer ikili koltukta aralarına mesafe bırakacak şekilde oturmuş, ortalarına aldıkları kediyi seviyorlardı. Bakışları birbirine değmiyordu. Ayrılıp ayrılmadıklarını merak ettim bir an.
Konuşmuşlar mıydı bizden sonra? Ne konuşmuşlardı? Merak ediyordum. Telefonumu dün Merih'e geldiğim an bir kenara bırakmış hiç bakmamıştım. Aklımı tamamen Merih'le doldurup geri kalan her şeyi kapının dışına itelemiştim. Şimdiyse hem Merih yanımda yoktu. Hem de onlar burdaydı.
Kendimi hiç olmadığım kadar savunmasız hissediyordum.
Pusat'a döndüm. Abimle aynı yaştaydı. Sonradan öğrenmiştim lisede de birlikte olduklarını. Hatta kazanın olduğu mezuniyet günü hastaneye abimle birlikte gelmişlerdi. Dostlukları eskiye dayanıyordu.
"Seni buraya kadar yorduğum için özür dilerim Pusat. Nasılsın, iyisin değil mi?"
"Beni boş ver şimdi Hazan, asıl sen nasılsın? Mevzu ne, anlat bir baştan."
Bana abimi kaybettikten sonra abi bildiğim bu adamdan başka kimse Hazan dememişti. Abim dedirtmezdi zaten, ondan başkasının bana Hazan demesini hiç izin vermemişti. Bir yakın arkadaşına gıcık olsa da çok üstelemezdi. Pusat'ta lise zamanında ve birlikte askerlik yaptıkları dönem abimden Hazan ismini duyduğundan Hazan derdi bana hep, Zümra hiç dememişti. Unutmuştum hatta biliyor musunuz? İkinci bir ismim olduğunu. İnsan sevdiği herkes gidince bir süre sonra kendini de unutuyordu. Bundandır ki koltukta oturan ikili anlamsız surat ifadeleriyle Pusat'ı süzüp bana göz atıyordu. Evet, Feryal de bilmiyordu ikinci bir ismim olduğunu. Konusu geçmemişti aramızda hiçbir zaman.
Merih'le de konuşmamıştık bu konuyu, o da bilmiyordu adımın Zümra Hazan Didar olduğunu.
Zümra Hazan Didar.
Kimsesiz.
Bir başına yaşamaya çalışan, nefesi boğazında düğüm olan kadın.
Pusat'ın sorusuna hemen cevap veremedim. Ona ne diyeceğimi, ne kadarını anlatabileceğimi kestiremiyordum şu an. Ama biliyordum, her şeyi anlatacaktım. Buraya, Ankara'ya geliş nedenimi de bilmiyordu ama onu en sona bırakıyordum. Önce Merih'in öğrenmesini istediğim bir mevzuydu o kısım.
Derin bir nefes alıp hâlâ ayakta duran adama, "Otur lütfen," diyerek tekli koltuklardan birini gösterdim. Diğerine de kendim geçip oturmadan önce birbirlerine kaçamak bakışlar atan ikiliye göz ucuyla bakmıştım. Pusat oturduktan sonra yönünü bana çevirdi. Uzun boylu ve yapılı bir adamdı. Yılların verdiği tecrübeyle vücudu epey gelişmişti. Koltuğa sığması Merih'in de yapılı olmasından dolayı zor olmamıştı. Evdeki çoğu eşya kendi cüssesine göre alınmış gibiydi.
"Ne kadar zamanın var, bilmiyorum. Nerden başlasam, ne yapsam, bilmiyorum. Her şeyi anlatacağım merak etme, seni çağırmama sebep olan şeyi öğrenmek en doğal hakkın. Öğrenmen ve bana yardım edeceğini düşündüğümden çağırdım seni zaten. Biliyorsun. Mesajda da belirttiğim gibi, işin içinden çıkamıyorum."
Duraksamamı fırsat bilen Dinçer söze girdi. Belli ki buraya gelmeden önce tanışmışlardı. Benim Pusat'ı tanıştırmak istediğim tek kişi Merih'ti. O da şu an burda olmadığı için diğerlerini pek tanıştırma girişiminde bulunmamıştım zaten.
"Pusat Bey, kızları bu konunun dışına çıkarıp biz baş başa konuşsak daha iyi olur. Hem Ilgaz Savcı da böyle olmasını ister."
"Ilgaz kendisi gelip neyi isteyip istemediğini ağzıyla söyleyene kadar senin sözlerinin bir hükmü yok Başkomiser. Ya sus, otur oturduğun yerde ya da çık git burdan. Mesele senin meselen değil, mesele sevgilinin meselesi de değil artık. Mesele yüzümdeki bıçak izinin meselesi. Benim meselem. Bu adamda benim abimin arkadaşı. Benim abim. Seninle değil benimle konuşmaya geldi."
Suskunluğunu bu sefer Feryal bozdu. "Biz sevgili değiliz Zümra."
"Hadi ya, tüh, dün pek öyle sevgili değilmiş gibi gözükmüyordunuz da." Alayla güldüm. Dün başıma gelenlerden sonra, bana söylediklerinden sonra kurduğu ilk cümlenin absürtlüğü alayla güldüm. Dalga geçiliyordu benimle. "Başkomiser için söylediklerim senin için de geçerli. Bu mesele benim meselem artık. Herkes kendi yoluna bakıyordu dün yanlış hatırlamıyorsam. Bir ara evine uğrar eşyalarımı da toplarım merak etme, aklın kalmasın yani. Çökmedim evine." Pusat kaşlarını çatarak bakmaya başladı sözlerimle. Ortam iyice gerilmiş gibi hissediyordum. Bedenim birbirine giren hislerle uyuşmuş gibiydi.
"Zümra ben dün öyle söylemek istemedim, biliyorsun. Sen benim her şeyimsin. Ben bilmiyordum ki tüm bunları, söylediğin koruma konusunu. Bilsem başından konuşmayı keserdim. Dünden beri tek kelime konuşmadık Dinçer'le gerçekten. Bilmiyordum, bilsem yapar mıyım? Yüzünü çevirme benden." Cümlelerini gözlerini bana dikip gözlerime bakarak söyledikten sonra Dinçer ve Pusat'ın yüzlerine baktı. Ne düşündüklerini anlamak içindi bu sanırım. Sorunun sevgili olmaları olduğunu mu düşünüyordu? Hiç mi aklına bana söyledikleri yüzünden o evden defolup gittiğim gelmiyordu? Ama söyledikleri için özür dilemişti, niye şimdi böyle konuşuyordu, hiçbir şey anlamıyordum.
"Feryal sorun sevgili olmanız değil, sorun hiçbir zaman bu olmadı. Kimle sevgili olursan ol. Bu benim karışacağım bir mevzu değil. Sorun ağzından çıkan ve beni iğrenç hissettiren sözlerindi. Bir adamın yalanına inanıp ilk fırsatta bana sırt döndün. Aramadın, nerdeyim diye sormadın. Ben şimdi senin sırtını ezbere biliyorken niye yüzüne bakayım?"
Haklıydım. Haklı olduğumu o da biliyordu. Başka bir şey söyleyemedi bu yüzden. Hatırlasındı. Biz dün Merih'le sevgili olup el ele girmiştik o eve, yanlarına. Öpüşmeleri sorun değildi, dediği gibi istediğiyle istediğini yapabilirdi. Onların öpüşmüş olmalarını da yargılamıyordum, derdim bu da değildi ki benim. Daha bu sabah sevdiğim adamla öpüşen bendim çünkü. Onlara laf atıp kendim yapacak değildim. Yani sorun sevgili olmaları, öpüşmeleri falan değildi. Hiç olmamıştı da aslında. Sorun benim dün ağlayıp kafayı yediğim vakitlerde Feryal'in yokluğumu hiç fark etmemiş olmasıydı. Asıl canımı acıtan buydu, sözlerimle bunu hiç mi belli edememiştim? Söylemiştim ama tekrar etmeyip anlaşılmayı beklemiştim.
Konuşup konuşmamaları, aralarındaki mevzuyu halledip halletmemeleri umrumda olmadı o an. Dinçer Feryal'in yüzüne bakıp gözlerinin gözlerine değmesini beklerken bir süre sonra pes etmiş gibiydi. Huzursuzca yerinde kıpırdanıp duruyordu, bir şey söylemek isteyip söyleyemiyor gibi dudakları açılıp kapanıyordu. Bakışlarımı ondan çekip tekrar Pusat'ta sabitledim. Feryal'in garip davranışlarından tut okula gittiğim, ara sokakta tehdit edildiğim, dün sabah saatlerinde olanlar dahil bildiğim, aklımda kalan her şeyi anlattım. Bir yabancıya arkadaşımın yaşadıklarını sansürsüz anlatmak benim haddime değildi ama artık Feryal de arkadaşım gibi değildi.
Ara ara soru sormuş, cevabını dinledikten sonra anlatmaya devam etmemi istemişti Pusat. Anlatacaklarım kırk beş dakika sonra bittiğinde dilim damağım kurumuştu. Kuruluğu gidermek için ayağa kalkıp mutfağa su içmeye geçtim. Ağlamamak için kendimi kastığımdan bütün bedenim hareketlenmemle sızlamıştı. Keşke tüm konuşma boyunca Merih yanımda olsaydı. Elleri ellerimde, gözleri gözlerimde. Gerginliğimi dudaklarıma değen dudaklarıyla alsaydı. Salona dönmeden önce kapının zilini duyunca atacağım adım sekteye uğradı. Merih mi gelmişti? Daha yemekleri ısıtmaya vakit bile bulamamıştım ki ben.
Zil sesi ikinci kez duyulduğunda adımlarımı hızlıca kapıya yönlendirdim. Kapı kolunu tutup çevireceğim sırada dış taraftan gelen anahtarlık şıngırtısı gelenin Merih olduğunu çoktan doğrulamıştı bile. Kapıyı açıp endişeli bir yüzle gözlerime bakan adam üstünü çıkarmadan beni direkt kollarının arasına aldı. Bedenimi sıkı sıkı sarıp beni göğsüne bastırırken saçlarıma da baskılı öpücükler bırakmayı ihmal etmiyordu. Kapıyı ilk çalışında açmadığım için endişelenmiş olması kuvvetle muhtemeldi ve ona bu konuda hak veriyordum.
Başımıza binbir türlü bela açacak biri ortalıkta elini kolunu sallayarak fink atarken böyle en ufak şeyde delirmesi normaldi. Onun evinden o yokken kaçırıldığımı saniyelik olarak bile düşünmesi dehşete düşmesine neden olmuştu belli ki. Kolları hâlâ sıkıca etrafımı kuşatmışken bedenlerimizin arasında sıkışan ellerimi kurtarıp beline sardım. Tüm gerginliğim buhar olup uçtu onun varlığıyla. Kalp atışlarını hemen kulağımın dibinde duymak istiyordum. Parmak uçlarımda havaya kalkıp iyice ona yanaştım. Kalp atışlarını duyuyordum şimdi. Kapalı gözlerimi açıp lacivert takımının içine giydiği beyaz gömleğin açıkta bıraktığı tenine öpücükler bırakıp kaskatı kesilen bedenini gevşetmek de istiyordum. Bu isteğe boyun eğmem kısa sürdü. Minik minik öpücükler bırakıp, "İyiyim. Kollarındayım," diye mırıldandım. "Güvendeyim."
Merih'in bıraktığı nefes saçlarımı havalandıracak kadar kuvvetliydi. "İki saniye, tam iki saniye daha geç açsaydın kapıyı kalp krizi geçirme ihtimalim çok yüksekti güzelim, haberin olsun." Öpücük bıraktığım boynundan geri çekilmeden önce yanağımı sürtüp başımı kaldırıp gözlerine baktım. Siyahı büyümüş çöl rengi gözler pür dikkat bana bakıyordu. Ona içini rahatlatacak içten bir gülümseme sundum. Yalansız, dolansız.
Eğilip gülüşüme dudaklarını sertçe bastırması bir an afallamama sebep olsa da salak salak sırıtıp yüzüne bakmaya başlamam çok sürmedi.
Kollarımı ondan çekip topuklarımın üzerine geri indim. Gerilen ayak parmaklarımı durduğum yerde açmak yerine salona dönüp, "Hoş geldin ömrümün sultanı, evde misafirlerimiz var," derken adımlayarak açmıştım. Merih ona söylediğim sevgi sözcüğüyle iyiden iyiye tereyağı gibi erirken çok şapşal göründü gözüme.
Evet, sarışın olduğu için tereyağı demiştim. Yaşasın erkek zorbalamak.
Salona hemen ardımdan girdi. Feryal ve Dinçer'e üstün körü değen bakışları Pusat'ta duraksadı. Yabancı birini görmeyi beklemiyordu sanırım. Aynı şekilde Pusat'ta Merih'e bakıyordu. Bakışları bir garipti ama adını koyamıyordum. Sanırım aramızda bir şeyler olduğunu ve onun evinde kaldığımı anlamıştı. Bu durum biraz utanmama neden olmuştu çünkü onu abim yerine uzun zaman önce koymuştum. Şimdi karşısında sevgilimle dikilmek utançtan ufalıp yok olma isteğimi körüklüyordu.
"Merih seni abimin arkadaşıyla tanıştırayım. Teğmen Pusat Bozbey. Pusat seni de hem sevgilim hem de Ankara Cumhuriyet Savcısı olan Ilgaz Merih Çelen'le tanıştırayım. Çok resmi bir tanıştırma olduğunun farkındayım ama siz birbirinizi tanıdıkça o resmilik aradan kalkar diye düşünüyorum." Ha birde havada uçan gerginlikten anca bu kadar konuşabiliyorum krallar, mazur görün diyemedim. Ortamda biri çakmak çaksa havaya uçacağımızı düşündüğüm büyüklükte gerginlik vardı gerçekten.
İkili beni onaylayıp el sıkıştı. Benim onları tanıştırmam pek işe yaramamış olacak ki tekrar konuştular.
"Hoş geldiniz teğmenim, Ilgaz Merih Çelen ben."
"Pusat Bozbey, hoş buldum Savcım."
"Memnun oldum, Pusat Bey."
"Ben de memnun oldum, Ilgaz Merih Bey."
"Günlük hayatımda Ilgaz'ı kullanıyorum, Ilgaz demeniz yeterli."
Tüm konuşma boyunca elleri ayrılmamış ama ben gerginlikten ortadan ikiye ayrılmıştım. Pusat bir abi edasıyla Merih'e yaklaşıp özellikle samimiyet kurmazken abimin de burda olsaydı eğer aynısını yapacağını biliyordum. Merih'te ise durumlar tam tersi gibiydi. Yeni bir sorun çıkacağını düşündüğünden fazlaca tetikte gibi duruyordu.
Ama Pusat'tan bize zarar gelmezdi.
Konuşmayı, "Sana bahsettiğim kişi, Pusat. Yardım istemiştim hani." Diyerek değiştirdim. Bahsetmemiştim aslında. Bu mevzu hep bir yerlerde araya kaynamış gibiydi. Ona abim olduğundan, ailemden, onları nasıl kaybettiğimden hiç bahsetmemiştim. Çünkü bunlar benim için bir anda pattadanak anlatabileceğim şeyler olmamıştı hiçbir zaman. En zayıf noktam ailemdi.
Merih beni bozmamış, kafasını sallamıştı. Bu konunun herkes gittikten sonra uzun uzadıya konuşulacağı kesindi. Pusat Merih'in elini son kez sıkıp bedenini bana çevirdikten sonra konuştu. "Ben bizimkilerle bir araştırayım şu adamı. Bakalım neler yapabiliriz. Sonra tekrar haberleşiriz Hazan. Şimdi gideyim geç oldu, Savcımızın dinlenmeye ihtiyacı olabilir."
Duyduğum isimle kan akışımın yavaşladığını, durduğunu, donduğunu hissettim. Merih'in anlamayan bakışları tamamen benim üzerimdeydi. Biliyordum. Elinde olsaydı o bakışlarla bin parçaya bölünüp, tekrar baştan inşa edilmemi sağlardı. Kafasında bin farklı soru işaretiyle Pusat'ı geçirirken yanımda durdu. Feryal ve Dinçer de biz kapının önünden salona geçemeden kapıya gelmiş, evden ayrılmışlardı.
Kapattığım kapıya sırtımı dayayıp kollarını önünde çarprazlayıp sorgu dolu bakışlarla bana bakan Merih'e düşen omuzlarımla cevap vermem mümkün olsaydı keşke. "Her şeyi konuşacağız, aklında sorulmayı bekleyen ne kadar soru varsa soracaksın ve bende cevaplayacağım ama önce yapılması gereken başka bir şey var."
Çatılan kaşlarıyla ne kadar karizmatik durduğunun farkında mıydı ya? Şimdi tereyağı ben olacaktım. "Ne var?" Merakla sormuştu.
"Yemek yedin mi? Karnın aç mı?" Duyduğu soruyla sırıtır gibi oldu. Kollarını çözüp, "Gel buraya salak." Demesiyle zaman kaybetmeden girdim kollarının arasına. "Bu salağa fena tav oluyorsun ama naber."
•∆•
Isıttığım yemekleri yerken hiç konuşmamış sayılırdık. Zaten gecenin kalanında durmadan konuşacağımızı düşünüp bu durumu çok düşünmemeye, üstünde durmamaya çalışmıştım. Yoksa gerginlikten yediklerimi sindiremeyen midem düşünmekten beni kusturabilirdi.
Biten yemeğin ardından bulaşıkları makineye dizdik birlikte. Çay suyu koyup öyle çıkmıştık mutfaktan. O kadar ıslak kek yapmıştım, bana gönül koyup yememezlik yapamazdı. Arada kendini hatırlatan regl kramplarım dışında ağrım hafif sayılırdı. Yaşananlar sağolsun ağrımı unutturmuştu.
Mutfaktan çıkıp lavaboya geçtim, yanıma aldığım pedle işimi hallettikten sonra ellerimi yıkayıp havluyla kurulayıp salona geçerken Merih'in üstüne değiştirmek için girdiği odasından telefonla konuşarak çıktığını gördüm. Üstüne baktığımda değiştirmemiş olduğunu görmek içime huzursuzluk tohumlarını ekti. Bir şey mi olmuştu? Dışarı mı çıkacaktı? Neden yüzünde sıkıntılı bir ifade vardı ki şimdi.
Ona bakan sorgu dolu gözlerime yüzündeki sıkıntılı ifadeyi değiştirmeden baktı. Gitmesi gerektiği için mi bu kadar canı sıkılmıştı? Bilmiyordum. Sorularımla onu sık boğaz edebileceğim bir zamanda değildik gibi.
Hiçbir şey konuşmadan kapının önüne yürüdük. Üstüne kabanını giymeden dirseğinin iç kısmına astı. Kapıyı açmadan önce bana dönmüş, usulca konuşmuştu. Sanki korkmamdan korkuyordu. "İlgilendiğim bir davada sorun çıkmış. Gidip bakmak zorundayım. Geç gelebilirim, beni beklemeden uyu tamam mı güzelim?"
Başımı salladım ama o bu eve girmeden gözüme gram uyku girmeyeceğini biliyordum. Alnımdan derince kokumu içine çeke çeke öpüp kapıya döndü. Evden çıkmasını, ayakkabılarını giyip asansöre yürümesini, kapıları kapanıp sıfıra inen asansörü kulaklarımın uğultusu gözlerimi kör ederken izledim.
Biri boğazıma tırmanmaya çalışan kalbimin içinde çırpınan serçenin kemikten kafesini eğip bükmeye başlamadan birkaç saniye önceydi. Salona geçmiş minik yavruyu sevip zamanın geçmesini, Merih'in bana geri gelmesini oturduğum koltukta saati izlerken bekledim.
Yüreğimin ağırlığı geçen zamanla çoğalırken hava iyiden iyiye kararmış, gece yerini zifire bırakmıştı. Karanlığın içinde parlayan tek bir yıldız yoktu. Bu beni daha da boğan bir detaydı. Telefonumu bulup bildirimleri panelden sildim. Kimin ne yazdığı şu anlık önemli değildi. Mesajı Merih atmadığı müddetçe.
Onu aramak istediğim saniyelerde telefonum acı acı çaldı. Hissettiğim huzursuzluk dört bir yanımı sararken göğsümün kemikten kafesini büken el, kanadı yaralı minik serçenin yaşam alanını kısıtlıyordu. Ölmek üzereydi. Ölmek üzereydim.
Elimde olan telefonda Merih'in adı yazıyordu ama dedim ya acı acı çalması bir şeylerin olduğunun önceden habercisi gibiydi. Göz bebeklerimin bile titrediğini ekrana bakarken odağımın sürekli kaymasından anlamıştım. Telefonu açtım. Aynı saniyelerde kapının ardında olan kişi zili çaldı.
Kulağıma yasladığım telefonun karşı tarafından gelen ses telaşlıydı. Kime ait olduğunu bilmiyordum. Bakışlarım salonun girişindeydi, sanki dikkatlice baksam kapının ardındaki kişiyi görebilecek gibiydim. Konuşması bir kulağımdan girip kalbimi kıyamete sürükleyen kişinin ağzından çıkan ismin göğsümde yarattığı harple başa çıkmaya çalışıyordum sadece. Görevli kadın benimle değilde sanki üstüne yaşanan olayı ve yaşayan kişiyi rapor ediyordu.
Ne kadar kolaydı bütün bunları söylemek. Canımın parçasına hiçbir şey olmamış gibi sakince nasıl konuşabiliyordu?
"Hasta adı Ilgaz Merih Çelen. Silahlı bir çatışmada yaralandı. Şu an ambulansla şehir hastanesine gidiyoruz."
•∆•
Sizi seviyorum biliyorsunuz değil mi?
Sizce Merih'in durumu ciddi midir yoksa basit bir yaralanma mı? Sıyrık gibi yani. Bakalım, sonraki bölümde görüşmek üzere, tekrar ediyorum sizi seviyorum cnmss
Ufak bir rica, Gölün Ardında kitabıma da geçtiğimiz hafta sonu yeni bölüm geldi, okuyun derim...
Bu satıra izinizi bırakmayı unutmayın efenim.
Kişisel sosyal medya hesaplarım;
Instagram: esrayanar15
Twitter: esoyanar
Tiktok: esrayanar15
Kitaplar için kullandığım sosyal medya hesaplarım;
Instagram: kanadiyamaliserce, esonunkaleminden
Tiktok: night.and.lake, tabutkanadiyamaliserce, golunardindaofficial
Bu hesapları takip ederek bana ulaşabilir, kitaplarımla alakalı paylaştığım gönderileri görebilirsiniz. Beğendiğiniz kısımları #tabutwattpad etiketiyle paylaşıp beni mutlu etmek isterseniz hayır demem bu arada. Profilimden diğer kitaplarıma göz atıp düşüncelerinizi benimle paylaşmanıza da hayır demem.
23.10.2025 19:45
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |