
"Unutma! Düşman kör nişancıdır, ama dost nereden vuracağını iyi bilir."
⚖
Yeşim’le biraz daha vakit geçirdikten sonra rahatlayarak çıktık otelden beni evime bıraktı aslında böyle yorucu bir günü uyuyarak kapatmak isterdim ama verilmiş bir sözüm vardı bu yüzden ona hazırlanmaya başladım.
Oğuz'un söylediklerinden yola çıkarak ne kadar resmi bir ortam olacağını kestiremiyordum ama fazla abartılı giyinmek istemediğime karar verdim. Diz altında biten sol tarafında yırtmacı olan koyu yeşil bir etek ve ona uyumlu kısa ceketle şık ama iddiasız bir görünüm yakalayabilirdim havalar serin ilerlediği için yine de yanıma trençkotumu aldım. Saçlarımı dalgalı bırakıp hafif bir makyaj yapmaya karar verdim, fazlasıyla resmi bir ortama gidersem en azından fazla uyumsuz olmamak içindi bu çabam.
Kapıdan çıkmadan önce telefonum çaldı. Ekranda Gülay Teyze’nin adı belirdi. Onun sıcacık sesiyle günü bitirmek iyi hissettirebilirdi.
“Rana, mülakatın nasıl geçti canım?” diye sordu telefonu açar açmaz, sesindeki heyecana ister istemez gülümsedim bu sırada kafamı omzuma doğru eğip telefonun durmasını sağladım çünkü kapıyı kilitliyordum.
“Güzel geçti diyelim ama henüz sonuç belli değil. Bakalım, umarım en kısa zamanda öğrenirim,” dedim.
“Ah canım benim, inşallah en güzel haberleri alırsın. Sen emek verdin, hakkın. İçime doğuyor, alacaksın o işi!”
“İnşallah,” diye karşılık verdim, içimde hafif bir huzursuzlukla. Sonucu düşünmek bile mideme hafif bir sıkışma hissi veriyordu.
“Bu akşam ne yapıyorsun, eve mi geçiyorsun?” diye sordu merdivenlerden inerken düşmemek için tüm dikkatimi verdim.
“Keşke… Ama Oğuz aradı, bir yemeğe davet etti…” dediğimde apartmanın dışındaydım sıkıntı şuydu ki arabam olmadığını unutmuştum.
“Rana?”
Gülay teyzenin bana ikinci seslenişiydi, “Bir şey düşünüyordum Gülay teyze.” Dedim, sebep olanların sebebi olmak istiyordum. Anlık gelen sinirle etrafımda döndüm eve geri dönüp bugünü uyuyarak sonlandırmak istiyordum ve arabamın olmaması caymak için bir sebep olarak gözükmüştü.
“Bir sıkıntın yok değil mi?” cümlenin bitmesiyle kafamı iki yana salladım, “Hayır sadece iki gün önce polis çevirmesinde arabam ve ehliyetime el konuldu bu beni biraz zorluyor unutmuşum arabamın olmadığını.”
Gülay teyze kısa bir iç çekti, ardından her zamanki gibi sakin sesiyle beni rahatlatmaya çalıştı. “Ay kuzum, sen de amma aksilikler yaşadın son zamanlarda. Ne yapacaksın şimdi? Oğuz gelip seni mi alacak?”
“Sanmıyorum,” dedim, hafif bir homurdanmayla. “Zaten nerede olduğunu bile tam söylemedi, kendim gitmem gerektiğini varsaydım.”
Bir an düşündüm. Taksi mi çağırmalıydım, yoksa iptal mi etmeliydim? Açıkçası, bugünü uyuyarak kapatmak hala cazip bir fikirdi. Ama diğer yandan, amcam ve dedem de orada olacağına göre gitmemem büyük ihtimalle dikkat çekerdi.
Gülay Teyze’nin sesi, düşüncelerimi böldü
“Ben götüreyim seni geç mi kalırız?”
Gülümsedim. Her zaman çözüm bulmaya çalışan bu kadın… Ama onu bu saatte yormak istemediğimi belirterek kibarca reddettim. Telefonu kapatmadan önce, “Mülakat sonuçlarını duyunca ilk sana haber vereceğim,” dedim, o da “Bekliyoruz kızım,” diyerek kapattı.
Şimdi sıra ulaşım meselesindeydi. Derin bir nefes aldım ve taksi çağırmaya karar verdim. Hem bu şekilde İstanbul trafiğiyle kendim uğraşmak zorunda kalmazdım.
Taksiyi beklerken Oğuz’a konum atmasını söyleyen bir mesaj attım hemen geri döndü gideceğim yere sahil yolundan 40 dakika gösteriyordu taksiyi bekleme süremle birlikte hemen hemen bir saatti.
Emirgan’dan Ulus’a gitmek kısa bir mesafe gibi görünse de öyle olmadı bol bol telefona baktığım mülakattan sonuç gelir mi gelmez mi ikileminde geçirdiğim bir saat sonunda mekanın önündeydim, Oğuz’a yaklaştığımı söyleyen bir mesaj atalı beş dakika olmamıştı taksiden iner inmez kapıda kendisini gördüm, beni fark etti ve hafifçe başını kaldırıp belli belirsiz bir gülümsemeyle karşıladı. “Hoş geldin.” Sesindeki o tanıdık samimiyet, beni anında rahatlatmıştı. "Merhaba," diye karşılık verdim.
“Nasılsın Rana abla?”
Cevap vermek için kafamı kaldırıp Oğuz’a baktım, kumral saçları her zamanki gibi hafif dağınıktı, sanki uzun uzun uğraşmamış ama yine de özenli görünmeyi başarmıştı. Yüz hatları belirgindi, özellikle de hafif köşeli çenesi ve keskin bakışları. Gözlerinde her zamanki gibi hafif bir alaycılık vardı, ama dikkatli bakınca içinde ciddiyet de seziliyordu istemeden bir şeyler seziyordum onda kan bağımız olduğu için miydi bilmiyordum ama dedem ve amcama göre daha sıcak biri gibi geliyordu ve gözleri hep baktığımda babamı andırıyor gibiydi belki de sebebi buydu.
Oğuz’un bu samimi sorusu, içimdeki huzursuzluğu biraz daha hafifletti. “İyiyim, sağ ol. Sen nasılsın?” dedim, kısa ama içten bir gülümsemeyle. Oğuz, hafifçe omuzlarını silkerken, “İyi sayılırım, sağ ol. Gel, seni içeri alayım,” dedi ve kapıyı açtı. Adımlarımı hızlandırarak içeri girdim.
Kapıdan içeri adım attığımda, sıcak ve loş ışıkların yarattığı huzurlu ama gösterişli ambiyans hissediliyordu. Yüksek tavanlar ve modern tasarım detayları, buranın sadece bir restoran olmadığını, bir deneyim sunduğunu hemen belli ediyordu. Büyük cam panellerden Boğaz’ın ışıklarını görebiliyordum; mavinin içinde dans eden renkler neredeyse büyüleyiciydi.
Mekan iki bölüme ayrılmıştı: biri daha resmi bir yemek salonu, diğeri ise daha rahat ama lüks bir lounge. Yemek bölümünde masalar özenle düzenlenmiş, beyaz örtüler ve zarif çatal bıçak takımları dikkat çekiyordu. Şefin özel menüsünden seçilmiş yemekler sunuluyordu, ama buraya gelenlerin yemeğin lezzetinden çok atmosfer için geldiğini hissetmiştim.
Lounge kısmına doğru ilerledikçe, ortamın daha hareketli olduğunu fark ettim. Bar alanında dikkat çekici kokteyller hazırlanıyor, insanlar ellerindeki kristal kadehlerle sohbet ediyordu. Canlı müziğin ritmi hafifçe yükselmiş, ortam yavaş yavaş daha samimi bir hâl almıştı.
"Burası çok hoşmuş," dedim, gözlerim etrafı tarayarak. Oğuz, "Bana da öyle geliyor," diye gülümsedi, “Dedem ve amcam burada geldiğin için teşekkür ederim.”
Yavaşça başımı sallayarak, "Ne demek, beni davet ettiğiniz için ben teşekkür ederim," dedim.
Oğuz’un yönelttiği yuvarlak masada, yan yana dedem ve amcam oturuyordu karşılarında kalan sandalyelerden cam kenarına doğru ilerledim. İlk kafasını kaldırıp konuşan dedem oldu. “Hoş geldin Rana, Oğuz geleceğini söyleyince çok mutlu oldum.”
İçimde hafif bir çekingenlik hissetsem de yüzümde sıcak bir gülümsemeyle, “Hoş buldum.” Dedim.
Amcam, elindeki su bardağını masaya bırakırken hafifçe başını sallayarak, “Geldiğine sevindik, Rana,” dedi. Ses tonu her zamanki gibi ölçülüydü ama içinde samimiyet vardı “İstanbul’a alıştın mı bakalım? Döndüğünden beri doğru düzgün konuşamadık,” dedi hemen devamında.
Gülümsedim. “Alışmaya çalışıyorum. Ama trafik kısmı biraz zorlayıcı,” dedim, yarı şaka yarı ciddi bir ifadeyle.
“Şehri sevdiysen gerisi hallolur. İş meselesi de çözülürse buraya iyice yerleşmiş olursun. Ne yaptın iş meselesini?”
Üzerimden büyük bir yük kalktığı için rahatlıkla “Bu sabah mülakatım vardı başarılı olmuşsam avukatlığa başlayacağım.” kısa bir sessizlik anının ardından dedem tekrar konuştu. “Mülakatın nasıl geçti kızım?” diye sordu. Gözlerimi kısa bir an barda bekleyen içkilere kaydırıp hafifçe iç çektim. “Fena değildi diyelim ama sonuç henüz belli değil,” dedim.
Dedem başını sallayıp, “Sabırla beklemek zor ama güzel haber alacağına inanıyorum,” dedi. Amcam ise hafifçe gülümsedi, “Bizim ülkemizde bürokrasi hep yavaş işler ama eminim ki senin gibi biri için çok uzun sürmez,” dedi.
Farkındaydı, usule uygun ilerlemediğimin kestirmeden geçtiğimi ya da geçmeyi denediğimi anladı. “Gerekli yerler uygun gördüğü için mülakat yapıldı.” Dediğimde Oğuz yerinde kıpırdandı aramızın gerilmesini istemiyordu. “Netice de failleri belli olmayan iki ölümün sorumlusunu bulamayan adalet eminim bir şekilde borcunu kapatmak ister.”
Oğuz, hafifçe eğilip, “Burada güzel bir kokteyl önerileri var, istersen birini seçebilirim,” dedi. Onun bu düşünceli tavrına gülümsedim. “Beyaz şarap alacağım, teşekkür ederim,” dedim.
Gecenin nasıl ilerleyeceğini bilmiyordum ama ortam, dedemin ve amcamın varlığıyla daha resmiydi.
Aslında hâlâ her şey biraz havadaydı aramızdaki soğukluk birbirimizi tanımamamız belki aynı acıyı geçmişte yaşamıştık ama birbirimizle bunu paylaşmamıştık, ama bunu tekrar dile getirmek istemedim. Dedem, hafifçe kaşlarını çattı, “Beni en çok düşündüren, burada kendini yalnız hissedip hissetmediğin,” dedi ve hemen devamında ekledi “Nerede kalıyorsun, ev buldun mu?”
Dedemin sorusu, bir anlığına içimde garip bir boşluk hissi uyandırdı. Bir yere ait olmamak mıydı beni en çok zorlayan, yoksa sadece bu soruya verecek net bir cevabımın olmaması mı? Hafifçe gülümsedim, elimde olmadan omuzlarımı silktim.
“Evet Emirgan’da oturuyorum.” Dedim hiç uzatmadan.
Dedem başını sallayıp kısa bir iç çekti. “Emirgan güzel ama uzun vadeli mi düşünüyorsun, yoksa geçici bir yer mi?” diye sordu.
Tam cevap vermeye hazırlanırken, garson nazik bir şekilde masaya yaklaşıp hafifçe eğildi. “Hoş geldiniz, ne alırdınız?”
Açıkçası ne yemek istediğimi tam olarak bilmiyordum, bu yüzden Oğuz’un sipariş verişini izlerken bir yandan da düşündüm.
“Başlangıç olarak karides tempura alalım,” dedi Oğuz, menüden çoktan kararını vermiş gibi. “Bir de burrata ve ızgara enginar, dedem için hafif bir şeyler olsun.”
Başımı kaldırıp garsona döndüm. “Ben trüflü fettucine alayım.” Çok ağır olmayan ama lezzetli bir seçenekti.
Dedem menüyü kapatarak, “Bana kuzu pirzola,” dedi, kesin bir ses tonuyla Oğuz’un onun için hafif bir şeyler isteğiyle bu istek masada hafif bir tartışmaya yol açtı . Amcam ise, “Deniz mahsullü risotto alayım,” diyerek kararını verdi hiçbir tarafa kendini koymadan kendi istediğine yöneldi.
Garson uzaklaşırken dedem ve amcam şarap seçimine karar veriyordu. Loş ışıkların altında hafifçe hareketlenen mekânı izlerken, aklımdaki düşünceleri bir kenara bırakmaya çalıştım. Bu yemek ne kadar resmi olursa olsun, biraz keyif alabilirdim.
Daha önce içmek istediğim şarabı söylediğim için sessizce siparişleri beklemeye başladım arada gözüm telefonuma gidiyordu. Oğuz biraz daha bana yaklaştı, “İnstagramın var mı abla?” dedi.
Buraya geldiğimde aktif kullandığım bir hesap yoktu ama açmıştım çünkü yeni bir çevredeydim iyi kötü bir şekilde tanınmam gerekiyordu. Network önemliydi.
“Var.” Dedim ve telefonuma uzanıp instagramı açıp Oğuz’a uzattım hemen adını yazıp ekledi.
“Hesabın açıkmış.” Deyip kafasını kaldırdığında gözlerinde şaşkınlık gördüm.
“Evet?” dedim ona karşılık.
“Soner ailesinin tek kızı olunca hakkında haber yapmışlardı o yüzden şaşırdım kendini gizlersin sanıyordum.” Dediğinde kafamı salladım ve “Gizleyecek hiçbir şeyim yok Oğuz.” Dedim.
O da kafasını salladıktan sonra hemen telefonumu uzattı “Peki birlikte fotoğraf paylaşabilir miyiz?” diye ekledi. Benim için bir mahsuru yoktu. “Paylaşabiliriz.” Dediğimde kafamı kaldırıp dedem ve amcama baktım ikisinin ilgilendiği bir konu hakkında konuşuyorlardı. “Hep birlikte mi?” dedim biraz çekinerek hâlâ yabancıydık birbirimize.
Oğuz, etrafımızda dolaşan bir garsondan rica etti ardından “Baba, dede fotoğraf çektiriyoruz.” Diyerek ikisini uyardı.
Kameraya baktığımda gülümsedim, bir kolum masada yatay şekilde uzanıyordu, Oğuz sol kolunu sandalyeme koymuştu.
Saatler ilerlerken sohbet biraz daha iyi bir hâl almıştı, bir kadeh şarap içip bıraktım bugünlerde biraz abartmıştım istediğim bu değildi Oğuz ne kadar kokteyl denememi söylemiş olsa da kibar bir dille onu reddettim.
Kalkmak için anlaştığımızda amcam ve Oğuz arasında kim ödeyecek lafları döndü en son amcamın “Senin kartlarını da ben ödüyorum.” Demesiyle sesi soluğu kesilmişti.
Hep birlikte kalktığımızda dedem ve ben önden yürürken Oğuz ve Tuncay amca arkamızdan geliyorlardı, onlar arabayla geldikleri için vale arabalarını getirmişti. “Bırakalım seni.” dedi hemen Oğuz.
Ama bunu istemiyordum evimi bu kadar çabuk öğrenmelerini istemiyordum. “Hiç gerek yok yolunuz uzamasın boşuna.” Dediğimde şansıma bir taksi giriş kapısının ilerisinde durdu. “Bakın.” Derken taksiyi işaret ettim. “Zaten bir tane geldi, yemek için çok teşekkür ederim.”
Dedem başka şeyler söylemek için ağzını araladı. “Tekrar görüşelim, beni sık sık ara. Mülakatın sonucu gelince bunu kutlayalım.” Dedi ardından.
Sadece kafamı salladım kutlama yapmak istediğim insanlardan değillerdi, diye düşündüm.
“Tabii.”
Taksiye doğru yürüdüğümde Oğuz “Ben bırakabilirim.” Dedi, hemen babasının arabasının önünde duran spor arabasını gösterdi tereddüt ettiğimi gördüğünde muhtemelen ona güvenmediğimi düşündü ve kaşlarını çattı. “Tamam.” Diyerek arabaya yöneldim ona kötü şeyler hissettirmek istememiştim.
“Görüşürüz.” Dedem ve amcama kısaca selam verip arabaya bindim benden hemen sonra da Oğuz bindi ama hareket etmedik onun yerine bana dönüp bakmaya başladı.
“Saat...” dedi ve telefonuna baktı hemen “On ikiyi geçmiş durumda ve ısrarla taksi ile gitmek istemeni anlayamadım Rana abla?” Dedi sorguluyordu, soruyordu ve samimi biriydi bu yüzden onu kırmamak için sadece dedem ve amcam üzerinden konuştum.
Ben konuşurken dedem ve amcam çoktan önümüzden yola çıkmışlardı. “İnan bana senlik bir durum değildi, evimi öğrenmelerini istemedim kendimi henüz onlara bu kadar yakın hissetmiyorum.” Dediğimde gözüm bir anlık dışarıya kaydığında bana çok da uzak olmayan birkaç ay önce hayatımın tamamen içinde olan birini gördüm.
Ressler.
Buradaydı ve ne işi vardı anlamadım o buradaydı beni görmemişti ya da burada olduğumu bilmiyordu o yüzden yanımızdan yürüyüp geçti ve az önce çıktığımız mekana ilerlediğini gördüm. "Oğuz, burada kal," dedim. Ben kafamı çevirip baktığımda çoktan kapıyı açıp arabadan inmiştim, tek elimde telefonum vardı ama açtığım kapıyı kapatmadan peşine takıldım arkamdan Oğuz indi kapı sesini duydum giriş kapısına yaklaştığım zaman kalbim hızla atıyordu burada tam burada ne arıyordu?
Ressler'a burada ne aradığını sormak için peşinden gitmiştim ki telefonunu kulağına dayadı. Hareketlerinde bir tedirginlik yoktu, aksine fazlasıyla rahattı. Ve konuştu.
"Sizi göremiyorum."
Adımlarım aniden durduğunda gözlerimi Ressler’ın sırtından çekmedim beklemediğim bir şeydi Türkçe konuşmuştu. Ama Ressler Türkçe bilmiyordu. Bilmemesi lazımdı.
Öylece kalakaldım. Beynim olup biteni kavramaya çalışıyordu ama cevap bulamıyordum. Ellerim durduk yere titremeye başladı.
Bana neden Türkçe konuştuğunu, neden burada olduğunu ve en önemlisi bana neden bunu yaptığını anlatacaktı bu yüzden olabildiğince hızlı bir şekilde içeriye girdim bu kadar kısa sürede nereye gittiğini bulmaya çalıştım ben girdiğimde Oğuz beni almıştı ama karşılamak için biri duruyordu o da yoktu. Teras bölümünde olmayabilirdi hava serindi onun yerine iç mekana baktım tanıdık yüzünü görmek için masalar arasında dolaştım bulamadım.
Bara geçtiğimde oturan insanları bile rahatsız ettim ama yoktu yanlış görmediğime emin olamadım bugün yorucu bir gündü çok gerilmiştim olabilir miydi?
Ellerim yüzümde dolandı durdu doğru görüp görmediğimi anlamaya çalıştım. Omzuma biri dokunduğunda irkilerek arkama döndüğümde “Abla iyi misin?” diyen Oğuz’la karşılaştım.
Gözlerimle hâlâ etrafa bakarken kafamı aşağı yukarı salladım şu an kimseye bir şey anlatamazdım. “Birini gördüm sandım.” Diye açıklama yaptığımda tek düşündüğüm onun beni görseydi yanıma gelirdi olmuştu ama gelse ne diyecekti sular seller gibi dilinizi konuşuyorum, olmayacaktı.
Bu tesadüf olamazdı.
Oğuz'a döndüm, bir şey söyleyecek oldum ama kelimeler dilimin ucunda kayboldu. Ne diyecektim? Bir şeylerin ters gittiğini anlatmaya çalışsam bile, şu an açıklayamazdım.
O yüzden yapmam gerekeni yaptım.
Mekandan çıkınca Oğuz'un bileğini tutup durdurdum. "Arabanı bana verir misin?"
Hemen kaşları çatıldı. "Ne? Neden?" diye sordu.
Artık tahammül sınırlarımın ucunda geziyordum daha sert bir sesle "Bunu sorma Oğuz, sadece ver." Dediğimde elimi uzatarak arabanın anahtarını bekledim vermeliydi başka yapacak bir şeyim yoktu vermeliydi.
Direnmeye devam etti. "Rana, saçmalıyorsun. Ne yapacaksın? Bir yere mi gideceksin? Bak, eğer birinin başına bela açacaksan-"
"O zaman sen de gel." Dedim kafamı çevirip mekanın çıkışına baktım onu kaçıramazdım girdiğine emindim sesini tanıyordum. "Ama hemen." Dediğimde anahtarı avucuma bıraktı. Beni sorgulamaktan vazgeçtiğini kaşlarının gevşemesinden anladım. "Tamam. Ama önce bana ne olduğunu anlatacaksın."
Hemen arabaya bindiğimizde daha fazla burada kalabalık olmamak için kapıyı daha net görebileceğimiz bir yere çektim arabayı. Ellerimi direksiyonun üzerinde sıktım, gözlerim mekandan çıkış kapısına kilitlenmişti.
Oğuz sustu. Daha doğrusu, beni izlediğini hissediyordum ama daha fazla soru sormaya cesaret edemedi.
Ne kadar bekledik bilmiyorum ama sonunda kapı açıldığında Ressler dışarı adım attı. Üzerinde koyu renk bir ceket, alışık olmadığım bir duruş vardı. Ama yürüyüşü... yürüyüşü hâlâ aynıydı dik ve kendinden emin duruyordu.
Valeyle bir araba geldiğinde oraya yöneldi, ona baktığımı anlayan Oğuz "Kim bu adam?" diye sordu.
Motoru çalıştırdım. "Takip etmemiz lazım." Dediğimde gözlerimle arabayı plakasını ve rengini içimden tekrar ettim.
Oğuz iç çekti. "Şimdi kaçırma sahnesine mi geçiyoruz? Rana, şaka yapıyorsun değil mi?"
"Şu an inmek için geç kaldın Oğuz. Herhangi bir kırmızı ışıkta inebilirsin."
"Hayır, çünkü senin başını belaya sokacağın çok açık."
Oğuz devamlı konuşuyor, ben ise sadece arabayı sürüyordum.
Mekan ışıkları geride kalırken, yol boşalmaya başladı. Şehir merkezi yavaş yavaş siliniyordu. Güzergahı fark ettiğimde, direksiyonun üzerindeki ellerimi biraz daha sıktım.
Bunu kesinlikle beklemiyordum.
Oğuz, camdan dışarı baktı. "Burası biraz tenha değil mi? Nereye gidiyor bu adam?"
Yutkundum.
"Ben biliyorum."
Başını bana çevirdi. "Nereye?"
Gözlerimi yoldan ayırmadan cevap verdim.
"Eski evime."
Tam olarak ne ile karşılaşacağımı bilmediğim için yanımda bu lanet işe bu çocuğu sürükleyemezdim Ressler’in evime gittiğini artık biliyordum bu yüzden arabayı sağa çektiğimde dönüp hemen Oğuz’a baktım benim gelmemeliydi.
Zihnimde, Ressler’in evine ne zaman gireceği ve içerde ne ile karşılaşacağım soruları dönüp duruyordu.
“Sana bir savcı adı vereceğim. Babamın arkadaşıymış onu arayıp durumdan haberdar et ayrıca evi bilen bir polis memuru var, Serkan. O gece yanımdalardı onlara bunu söyle. Anlayacaklardır.”
Oğuz’un meraklı sorularını göz ardı ederek tekrar eve doğru yola çıktığımda telefonumu açarak çoktan rehbere girmiştim. Parlak ekran gözlerimi alırken tek düşündüğüm eve girip girmediğiydi.
Eve yaklaştığımda biraz yavaşladım Başsavcı Cihat Moran yazısının üzerine tıklayarak Oğuz’a uzatmadan duraksadım bir süre, artık tanıdık olduğum bahçe ve ev gözlerimin önündeyken telefonumu uzattım.
Oğuz’un elimden alıp bakmasıyla arabadan inerek onu içeriye kilitlemem saniyeler sürdü. Arabadan inip hızlı adımlarla demir kapıyı geçip önümdeki arabaya yaklaştığımda önceliğim eğilip içine bakmak oldu kimse yoktu eve kafamı kaldırıp baktığımda içerisinden fener ışığı geliyordu. İçimdeki korku, biraz daha büyüdü.
Gözlerimi Oğuz’a çevirdim arabasının camına sert bir şekilde vurduğunu gördüğümde cama vurulma sesi karanlığın içinde çığlık gibi yankılandı.
“Rana!”
Sadece sesini duyduğumda içimden bir şeyler paramparça oldu. Oğuz’un ne kadar hiddetli olduğunu ne kadar kırıldığını hissettim. Ama bir şey yapamazdım onun bu olaylarla hiçbir ilgisi yoktu.
"Ne yapıyorsun?" diye bağırdığında kafamı iki yana sallayarak arkamı döndüm ve eve doğru yürümeye başladım duramadım. Bunu ona açıklayamazdım.
Eve yaklaştıkça göğsüme yayılan o tanıdık ağırlığı bastırmaya çalıştım. Kapının aralık olduğunu gördüğümde bütün şüphelerimde haklı çıktım buradaydı ve kapıyı açık bıraktığına göre beni ya da birini bekliyordu.
İçeri adım attığımda, her şeyin bıraktığı gibi olduğunu gördüm. Karanlıktı evet ama sezebiliyordum buradan elimde gerçekleri öğrendiğim fotoğrafla çıkarken nasılsam şimdi de aynı korkuyu hissediyordum ve seziyordum.
Başıma iyi şeyler gelmeyecekti hissediyordum birazdan bambaşka bir gerçek bu gecenin karanlığında kalın bir yorgan gibi beni örtecek ve altından çıkmama izin vermeyecekti.
Topuk seslerim evde yankılanırken fenerin aydınlattığı mutfağa ilerledim.
Ressler'in tezgâha yaslanmış hâlde, elinde bir bardak suyla onu izlediğini gördüğümde içimdeki tüm duygular birbirine karıştı. O an, zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım. Gözlerim ona odaklandıkça, her şey bulanıklaştı. İçimdeki korku, onu gördükçe arttı; ne yapacağımı, nasıl davranacağımı bilmiyordum.
Ressler'in bakışları, soğuk ve mesafeli ama aynı zamanda bir şeyler saklıyormuş gibiydi. Bardağındaki suyu kaldırırken, sanki zamanın her saniyesi, her hareketi o kadar yavaş ilerliyordu ki, nefes almak bile zorlaşıyordu.
Fenerin ışığıyla aydınlanan mutfakta her şeyin solmuş, her şeyin farklı bir şekilde değişmiş olduğunu hissediyordum. Ama en çok, içimdeki korkuyu ve boşluğu hissettim. Sanki o an, tüm dünyamda tek başıma kalmış gibiydim.
"Ressler..." diye fısıldadım, sesi boğazımda düğümlendi. Adını söylemek, dilimde bir hıçkırık gibi yankılandı. Sözlerim ağzımdan çıkmadan önce ne kadar zorlayıcı olduğunu hissettim. O an, bana bakarken gözlerindeki derinlik, bir gölge gibi her şeyi sarıyordu.
Ressler, hafifçe gülümsedi. Ama o gülümseme, bana tanıdık gelmiyordu. O gülümsemede, gizli bir şeyler vardı.
"Demek sonunda geldin saçların çok yakışmış." Sesi, beklediğinden daha sakindi. Ama gözlerinde fırtınalar kopuyordu.
Dişlerimi sıkarak, mesafemi korudum. "Neden buradasın?" diye sordum “Evimde ne arıyorsun?”
Ressler bardağı tezgâha koyarken hafifçe güldü. "Sanki bilmiyormuşsun gibi..." dedi, ama bu gülümseme, bana hiçbir şey hissettirmedi.
Ressler, başını hafif yana eğerek beni inceledi. "Beni arıyordun, değil mi? İşte buradayım." Cümlesi, sanki her şeyin anlamını yitirmiş gibi bir hava taşıyordu. "Ama sen de değişmemişsin. Hâlâ tehlikenin içinde yürüyorsun ama nereye gittiğini bilmiyorsun."
Derin bir nefes aldım, fakat onun bu tür oyunlarına gelmeyecektim. Kendimi her an terk edebilirmişim gibi hissediyordum. "Buraya neden geldin, Ressler?"
O birkaç adım attı, aramızdaki mesafe gitgide azalıyordu. "Sence neden?" diye sordu. "Özledim belki..."
“Siktir oradan!” dediğimde şaşırarak yüzüme baktı yüzüne karşı net bir küfür beklemediğini anladım.
Ama durmadım, öfkem arttıkça sesim de yükseldi.
“Neden Türkçe konuşuyorsun?” dedim, hiddetle öne doğru atıldım. Her adımımda üzerimdeki baskı daha da ağırlaştı. “Sen kim için çalışıyorsun?” diye bağırdım, artık bu sorunun cevabını kesin olarak öğrenmeliydim.
Bir adım daha attım. Hızla öne doğru hamle yaptım, ancak aniden Ressler’in güçlü kolları beni yakaladı ve duvara savurdu. Vücudum sertçe betonla buluştu, birkaç saniye sersemlemiş halde kaldım. Göğsüm sıkışmış, nefes almakta zorlanıyordum. Ama o kadar korkmuş değildim, içimdeki öfke, korkuyu boğuyordu.
Ressler, hiç duraksamadan saniyesinde bana doğru adım attı. "Hadi, seni hala eski sensin diyeyim," dedi ve bir anda bileğimi sıkı bir şekilde tuttu. "Ama belki de, bu eski seni seviyorum," diye fısıldadı ve o an içimdeki her şey paramparça oldu.
Bir yandan bedenimle direnmeye çalışırken, bir yandan kafamda düşünceler hızla dönüyordu. Burada olmasının, bana hala zarar vermek istemesinin hiçbir mantığı yoktu. Ama şu an ne düşündüğümü ne yapmak istediğimi bile bilmiyordum. Onu durdurmam gerekiyordu. Hızla vücudumu geri çekmeye çalışırken, elim mutfak tezgâhındaki bıçaklardan birini buldu.
Gözlerim, Ressler’in şaşkın bakışlarıyla karşılaştı. Ama o daha da öfkelendi.
"Bunu kullanabileceğini mi sanıyorsun?" diye alaycı bir şekilde gülümsedi. "Gel de dene."
İçimdeki öfke, korkudan çok daha güçlüydü. Bıçakla ileri atıldım, ama o bir adım geri çekildi. Hareketlerim, içimdeki öfkeyi dışa vurmak için bir çıkış yolu gibiydi. O an, kendimi kaybettim. Hızla yaklaştım, ama Ressler elini hızla uzatarak bıçağı tutmaya çalıştı.
Bir yanda onu durdurma çabalarım, diğer yanda direncim, bıçağın soğuk metaline dokunduğumda bile tek bir şey düşündüğüm şey onu durdurmalıyım oldu. Artık geçmişin kalıntılarından sıyrılmalıydım. Bana bir hayat borçlulardı ve o bu işin içindeydi o bunu yapanı biliyordu.
Ressler bir an için durdu, gözlerinde garip bir soğukluk vardı. "Hiçbir yere gitmene izin vermem," dedi, ama sesindeki tehdit, aniden bir boşlukla yer değiştirdi. Gözlerinde gördüğüm şey, bana bir an için yenik düşecekmişim gibi hissettirdi. “Bu evden alacağım bir şey var ve sen yerini biliyorsun!”
"Siktir git, Ressler!" diye bağırdım, sesim titriyordu ama içimdeki öfke her geçen saniye güçleniyordu. "Bu evden bir çöp bile alamayacaksın!"
Ressler bir an için duraksadı, gözlerindeki garip bir dalgalanma vardı. Ama sonra, o tanıdık alaycı gülümsemesi tekrar yüzüne yerleşti. "Hâlâ eski sensin," dedi.
Ama ben, her şeyin son bulmasını istiyordum. Bir adım daha attım, bıçağı iyice kavrayarak ona doğru bir hamle daha yaptım. Ama bu kez o, bana doğru atıldığında metal bıçak yere düştüğünde tiz sesle iki büklüm kalmıştım kolumu büküp sırtımda birleştirmişti her türlü benden güçlüydü ve bunu kullanmaktan çekinmemişti.
“Aptalsın.” Dedim canımı yakıyordu ve bu beni daha çok saldırgan birisi yapıyordu.
Kolumu daha sert tuttuğunda istemeden bir inleme bıraktım Oğuz çabucak birilerini aramışsa çok iyi olurdu onlar gelene kadar onu oyalamam lazımdı. "Asıl sen aptalsın Rana. Bunca yıl ruhun duymadı. Kim bilir hayatının devamında kaç kişi sana bu yalanları söyleyecek?" dediğinde kendimi çekmeye çalıştım.
Aptal olan bendim çünkü ailem öldürülmüştü ama insanlara güvenim ve güven duygum azalmamıştı.
"Tamam! Ressler canımı yakıyorsun bırak."
Bileklerimi biraz saldıktan sonra elini beline götürdü silahsız gelmemesini düşünmem diğer bir aptallıktı nasıl gelebilmişti bilmiyordum ama kolumu bıraktığında elimle ağrıyan yeri ovuşturdum.
Islık çalmaya başladığında el fenerinin aydınlattığı mutfağa bakmaya başladı ama sık sık gözleri bana dönüyordu ben ise bir uzattığı silaha bir de ona bakıyordum.
Hâlâ dolaplara bakıp duruyordu. "Annen burada mı yemek yapardı?" Dediğinde gözlerimi kapattım. Hayatımın hiçbir döneminde en kötü kabusumda bile böyle bir şey düşünmemiştim yirmi yıllık bir esaretin içinde bulunacağımı düşünmemiştim.
Bana bakmadığı bir anda sağ ayağımı onun arkada duran sol ayağına geçirmemle, dengesi bozuldu. Mutfak masasının yanındaki sandalyeyi alarak üzerine attım.
Koluyla siper etse bile bir kısmı eline gelmişti. Yere düşen silahı ilk alan ben oldum.
"Seni gerçekten öldüreceğim!" diye bağırdığında silaha daha çok asıldım. “Burası benim mülküm.” Dedim ve arka bahçedeki oyuklardan birisine bu satılmış köpek çok yakışacaktı.
“Yürü.” Dediğimde silahı ona doğru tutarak hemen tezgahın üzerindeki fenere uzandım silahla eş tuttuğum fener yolumuzu aydınlatırken "Yürü! Arka bahçeye çıkacağız orası mezarın olacak." Dediğimde şen bir kahkaha attı.
"Biliyor musun Rana? Seni gerçekten seviyorum. Sevmesem bu kadar umutlanmana bile izin vermezdim." Demesiyle kendimi yerde bulmuştum. Bu sözler, içimdeki öfkeyi daha da körükledi. Kalbim ağır bir şekilde çarpmaya devam ediyordu. Onun oyunlarını artık çözmeliydim.
"Birinin elini kırmadan önce tekrar düşün!" saliselik düşündüğüm şey onun eli ya da karşımda tekrar silahla durması olmamıştı buradan polis gelmeden giderse dışarıdaki Oğuz’u fark edip ona zarar verebilme düşüncesi olmuştu.
“Tamam.” Dediğimde nefes nefese kalmıştım. “Ne almaya geldin buraya?”
Silah kullanmayı biliyordum çünkü bireysel silahlanma önemliydi. İki önemli mevkide çalışan insanlardık zaten o polisti ama benim içinde önemliydi tek suçum Ressler’ı hafife almış olmamdı.
O an fark ettim ki, bu adam ne kadar tehlikeli ve kirli bir savaşçıydı.
“Ne aradığımı sana söylediğimde bulamazsam onu aramak için geri geleceksin.”
Pes ettiğimde tek sorabileceğim şey için arkamı döndüm. “Neden yaptın?”
“Yürü!” dediğinde sadece beni itti. İçimdeki öfke ve korku karışmıştı, ama pes etmeye niyetim yoktu. Merdivenlerden her adımda, arkamda Ressler’ın varlığını hissediyordum. Onun nefesini sırtımda duyarken, bir yandan da ne yapacağımı düşünüyordum.
"Ne almaya geldin buraya?" dedim, sesim titrememek için zorlanıyordu. İçimdeki boğulmuş hislerle savaşarak, kendimi biraz daha kontrol etmeye çalıştım. Silah kullanmayı iyi bilirdim, ama işin içinde Ressler gibi biri varsa, her şey bir adım daha karmaşıklaşıyordu.
Polis sirenlerinin sesi, geceyi kesen bir kılıç gibi yankılandı durup arkamı döndüğümde bu kez gülümseyen bendim.
“Polis geliyor.” Dedim.
"Polis geliyor," dedi, "Ama ben gitmeden önce sana kendimi bir daha hatırlatmam lazım. Beni ve bu geceyi, ihanetimi asla unutma." Dediğinde her şey anlık oldu.
Ressler, adımlarını hızlandırdı ve bir anda beni kolumdan yakalayıp sertçe duvara itti. Vücudumun her yerine yayılan ağrılarla kısa bir an için sersemledim. Gözlerim kararmaya başlamıştı.
“Bunu hak ettin,” dedi, sesindeki alaycılık net bir şekilde hissediliyordu. O an, vücudumun kontrolünü kaybettiğimi fark ettim. Ama tam o sırada, Ressler’in elini kafama doğru hızla uzattığını gördüm. Bir anlık baskı, başımda karanlık bir örtü gibi çökmeye başladı.
Yavaşça vücudum gevşedi, kaslarım çalışmayı bırakmıştı. Son hatırladığım şey, o karanlık odada her şeyin daha da sessizleşmesiyle gözlerim kapandı.
Gözlerimi araladım, ama her şey bulanık ve karışıktı. Başımda müthiş bir ağrı vardı ve odaklanmak, her geçen saniyede daha da zorlaşıyordu. Bir şeyler söylediler ama sesleri, sanki çok uzaktan geliyormuş gibiydi. Oğuz’u ve Başsavcı Cihat’ı gördüm tekrar tekrar adımı söylüyorlardı.
Görüşüm giderek küçülüyordu yani gözlerimi tamamen açamıyordum. “Rana? Bizi görebiliyor musun?”
Ensemdeki acıyla yüzümü buruşturdum elimi kaldırmak istediğimde bunu yapamadım. “Hareket etme! Sağlık ekipleri geliyor yolda.”
Birçok rüya görmüştüm bir sürü hikaye roman okumuştum. Dizi, film görmüştüm ama kendi hikayem şu an biterse son yirmi yılımı boşuna yaşamış olurdum.
Daha katili bulamamıştım, daha aşkımı yaşayamamıştım üstelik bu şekilde ölmek son istediğim şeydi.
Oğuz’un panik içindeki sesini duymak, kalbimi bir an durdurdu. Ama en çok, Cihat’ın sakin ama kararlı sesi beni bir şekilde sakinleştiriyordu. "Rana, nefes al. Bizi duyabiliyor musun?" dedi, gözlerinde endişe vardı ama sesinde bir güven vardı, sanki bana yardımcı olabileceğini söylüyordu.
Gözlerimi tam açamasam da,Oğuz’un yüzündeki korkuyu net bir şekilde hissedebiliyordum. "Rana..." diye tekrar seslendi. "Beni duyabiliyor musun? Sakın gözlerini kapatma."
Başımda yayılan acı, her geçen saniye daha da katlanılmaz hale geliyordu. Bir yandan vücudumun verdiği tepkiyle, bir yandan da her şeyin hızla kararmasıyla boğuşuyordum. Ama bir şeyler yapmam gerekiyordu.
Tekrar aynı şeyleri yaşadığımda bu kez karanlık bir ev karşılamadı beni burası bir hastaneydi. Tüm ortam bembeyazdı gözlerimi almıştı, bir tıbbi makine sesinin arka planda çaldığını duyabiliyordum.
Yavaşça nefes aldım, o an Oğuz’un sesi kulağıma çarptı. "Rana… Beni duyabiliyor musun?"
Gözlerim bir kez daha titredi, ama bu kez biraz daha net görmeye başladım. Oğuz’un yüzü belirdi, kaygılı ama rahatlatıcı bir bakışla beni izliyordu. Hemen arkasında Cihat Başsavcı vardı. Yavaşça gözlerimi onlara odakladım.
“Rana, gözlerini açabildin mi?” dedi Oğuz, ellerini birbirine kenetlemişti, ama onun korkusu o kadar netti ki… Cihat, Oğuz’a bakarak ona birkaç şey söyledi ama benim için, yalnızca Oğuz’un sesini duymak bile yeterliydi.
Birkaç saniye sonra başka bir figür göründü, fakat bu figür Oğuz ve Cihat’tan farklıydı. Eymen… Evet, Eymen. Bir anlığına, tüm ağrı ve baş dönmesinin içinde, gözlerim Eymen’e kaydı.
Peki o benim hayatımın neresinde olmayı hak ediyordu?
Ressler yalancıydı hayatımın üzerinde tepinmişti beni yaralamış ve kaçmıştı bunu uzun vadede yapması onun bir planın parçası olduğunu gösterirdi.
Eymen’i görüp görmemek istediğimden emin değildim. “İyiyim.” Dediğimde yutkundum sesim çatallaşmıştı Oğuz hemen bir bardak su ile yüzüme eğildiğinde birkaç yudum aldım.
Eymen birkaç adım attı ve hemen yanımda durdu. Sanki orada bir şeyler söylemek istiyordu, ama sadece beni izliyordu. Ona baktığımda ne hissedeceğimi bilmiyordum neden buradaydı bilmiyordum.
Yavaşça gözlerimi kapattığımda “Rana…” dedi, sesi biraz titrek çıktı “Gözlerini tekrar aç.”
Benim için bu an hem acı hem de umut verici bir andı. Çünkü Eymen’in sesinde, bana kaybolmuş olan güveni yeniden kazandıracak bir şeyler vardı. Bunu hissettiğim için kendimden anlık olarak nefret ettim.
Eymen’in eli, başımın kenarına hafifçe değdi. Gözlerimi açtığımda odada sadece ikimizin olduğunu gördüm.
Söylemek istediğim çok şey vardı ama dilim tutuk kalmıştı. İçimdeki karmaşayı, onu görmek istememle ondan kaçma arzumun çelişkisini nasıl açıklayabilirdim? O kadar çok şey yaşadım ki, Eymen’in bu kadar yakın olması bir yandan içimi rahatlatırken, diğer yandan huzursuz ediyordu.
“Rana…” dedi, bir kez daha. Bu kez, sesindeki titreme, onu kaybetme korkusunun izlerini taşıyordu. Ama ben hâlâ kararsızdım. Onun burada olmasının ne anlama geldiğini tam olarak bilmiyordum. Geçmişteki bir yerlerde kaybolan bir güven vardı, ama o güveni tekrar kazanmak o kadar kolay olmayacaktı.
“Seni affetmek hayatımda kendime yapıp yapabileceğim en büyük kötülük olacak Eymen.”
Başımı önüme eğdiğimde "Eymen, sana neden hala böyle hissediyorum, bilmiyorum. Ama affetmek... O kadar kolay değil," dedim, sesim hafif titreyerek.
Bir adım geri attı, ama duraksadı. "Bunu hak ettiğimi biliyorum," dedi, "Ama seni kaybetmek, her şeyden daha kötü bir şeymiş. Aklımı kaçıracaktım aklımı.”
Eymen’in sözleri, içimde bir sızı bıraktı birinin de beni merak etmesi umursaması uzun zamandır hissetmediğim bir duyguydu belki de bu yüzdendi git gide ona yaklaşıyor olmam.
“Eymen biz gerçekten olamayız.” Dediğimde yatağa oturdu ve sırtını yasladı. Kollarının arasında yerimi aldığımda “Sana bir şey oldu diye aklımı kaçıracaktım diyorum, olamayız diyorsun. Olduracağım. Sadece seni bataklıktan çıkartmak için uzattığım eli itme.”
İçimdeki sert duvarlar yavaşça, ama yine de güçlü bir şekilde erimeye başlamıştı. Ama hâlâ o eski güveni yeniden inşa etmek o kadar kolay değildi. Eymen'in uzattığı el, kaybolan bir şeyi geri getirmeye yetmiyordu.
“Benim seni çekmemden korktuğum kadar, sen de benim seni kaybetmekten korkuyorsun. Ama bu, bizim için doğru bir şey olmayacak. Bizim gibi iki insan, geçmişimin yüküyle bir araya gelmemeli.” Dediğimde saçlarıma bir öpücük bıraktığını hissettim.
“Rana, seni gerçekten kaybetmek istemiyorum,” dedi, "Bunu sana ispatlamak için her şeyi yaparım, bu defa gerçek bir şans vermek istiyorum. Birlikte olamayacağımızı düşündüğün her an, seni kaybettiğimi kabul ediyorum."
Eymen kararlı bir şekilde konuşurken ben onunla yeniden başlayıp başlamayacağıma karar veremiyordum. Mümkün müydü? Birilerine güvenebilmek hemen yapabilecek miydim? Eymen’e tekrar inanabilecek miydim?
Peki ya ben? Kendi içimdeki kararsızlıkla nasıl savaşacağım? Beni affetmek, sana ve bana yapabileceğim en büyük kötülük olacak diyorum. Gerçekten bunu hak ediyor muyum, Eymen?"
Sessizce derin bir nefes aldı. "Hak etmiyorsun. Ama seni kaybetmek benim için çok yanlış bir yolmuş.” Bir süre aramızda bir sessizlik oldu sadece nefes alışverişlerimizin duyulduğu odaya doktor girdi Eymen yanımdan kalkıp toparlandı.
Doktor, odadaki sessizliği bozan sakin bir sesle konuşmaya başladı. Odaya girerken dikkatlice etrafı inceledi, “Gece geldiğinizde baygındınız kafa travması olabilme ihtimaliyle MR çektirdik…” doktor açıklama yaparken bir süre cümlesi bitmeden konuşmadım.
Eymen, doktorun söylediklerini dikkatle dinlerken, bana doğru bir adım attı tedirginliğimi fark etmişti.
En son sorularımızı sorduktan sonra doktor çıkmadan “İfade verebilecek durumdasınız, ifade için iki memur sizi bekliyor.” Dediğinde kafamı salladım.
“İyi değilsen şimdi ifade vermek zorunda değilsin.” Dedi Eymen ama aklımdaki sorun bu değildi.
“Kaçtı mı?” dedim direkt kimden bahsettiğimi anladı yüzü öfkeli bir hâl aldı. “Kaçmış. Oğuz, amcamı aradıktan sonra amcam beni aradı, Yeşim kimin olduğunu anlayınca baktık daha dün sabah gelmiş ülkeye Oğuz tanıdı. Nasıl yaptı bilmiyorum ama seni yaralayıp kaçtıktan iki saat sonra ülkeden çıkmış.”
Ellerini sıktığını fark ettim. Öfkesi, odanın havasını bile ağırlaştırıyordu. Derin bir nefes aldı, ama bu, içinde biriken öfkeyi yatıştırmaya yetmedi.
“Bu nasıl mümkün olabilir?” diye mırıldandı. “Sınırdan bu kadar hızlı nasıl çıktı? Kim yardım etti?”
Bunun cevabını bilmediğimi anlamış gibiydi, çünkü ben de aynı soruyu soruyordum. Yaralı, yorgun ve kafamın içinde yankılanan sorularla bir an için başımı yastığa bıraktım. Gözlerimi kapattım, ama kaçamıyordum.
“Bu işin peşini bırakmayacağım,” dedi, sesi soğuk ve kararlıydı. Bu, tanıdık bir ifadeydi. Eymen bir şeyin üzerine gitmeye karar verdiğinde durdurulamazdı. Ama bu durum beni korkutmuyor muydu? Birilerinin sınırları bu kadar kolay aşabilmesi, sahte kimlikler, sahte arkadaşlar, sahte akrabalar, arka planda dönen işler... Bunlar sadece benim başıma gelen bir olay mıydı, yoksa çok daha büyük bir şeyin parçası mıydım?
“Eymen, eğer bu işin içine fazla girersen…” dedim, ama sözlerim havada asılı kaldı. Çünkü ikimiz de biliyorduk. O zaten çoktan bu işin içindeydi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 5.87k Okunma |
1.07k Oy |
0 Takip |
44 Bölümlü Kitap |