34. Bölüm

Derin Sular

Fâhte
faahte

Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,

hani şu derya içre olup

deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf. – Nâzım Hikmet2

“Rana?” dedi sonunda, sesi tedirgindi. Gözlerim iyice kısıldı. Her şey karmaşıklaşmıştı. Sersemlediğimi hissediyordum. “Ben.” Diyebildim sadece ne diyeceğimi bilmiyordum yüzüğü elindeydi.

“Kötü bir haber mi var?” dedi meraklı geliyordu sesi oturduğu yerden kalktı ben kapıdaydım tamamen odaya girmemiştim. Arkamdan adım sesi duydum sonra Eymen kapıda göründü.

“Ben evlendim.” Diyebildim.

Dede, söylediklerimi birkaç saniye sessizce dinledikten sonra, gözlerinde bir anlam belirdi. Birkaç adım attı, sonra birden durarak bana doğru baktı.

“Hım, evlendin mi?” dedi umursamaz bir şekilde. Ardından, hafifçe gülümsedi sırasıyla bize baktı. “Eymen için bir heves sanmıştım. Gördüğün ilk adamla evleneceğini sanmıyordum aslında.”

“Ama aile kurmak hakkın tabii,” diye ekledi, sanki her şeyin ne kadar sıradan olduğunu vurgularcasına.

Dedem, benim için her şeyin bu kadar basit olduğunu nasıl düşünebilirdi? Ya da belki, belki de bir şeyleri bilmek istemediği için böyle konuşuyordu.

O anda, Eymen’in gözlerinden okunan öfke, tüm vücut dilinde belirginleşti.

“Hayatının her anını küçümsemek ne zamandan beri sizin hakkınız oldu?”

Dede, Eymen’in sert çıkışına karşılık vermeden önce derin bir nefes aldı. O an, gözlerinde bir tür boşluk vardı. Gözlüklerinin kenarından bakarak, ifadesini değiştirmeden, hala soğukkanlı bir şekilde konuştu. “Geçmişiyle yüzleşen insanlar daha güçlü olur. İlk bulduğu adamla evlenmesini beklemiyordum ani bir karar... Ne söylemek istediğimi anlayın artık,” dedi dedem, sesindeki küçümseme hala oradaydı.

“Sen kimsin, ne hakkın var karışmaya? Benim hayatımda bir karar verirken, sana ne, sana ne!” diye bağırdım, kendimi tutamıyordum. O an dedemin üzerine doğru atıldım. “Senin bugüne kadar neyini gördüm? Neyini gördüm de bana hayat hakkında -” dedim, sesim yükselerek.

O sırada Eymen, hızlıca yanımda belirdi ve beni tuttu. Gözlerim Eymen’e döndü. Bir an için sadece ona baktım, ama içimdeki öfke onu duymaz oldu.

"Bırak, dur bir," dedim, Eymen'in tutuşunu hafifçe iterek. Sözlerimi bitirmeden, dedeme dönüp sesimi daha da yükselttim. “Sen zaten gerçekten aile kurmayı bilseydin hiç tanımadığım bir eşin olmazdı! Bir oğlun öldürülmüş bir oğlun katil gelmişsin bana evlilik dersi veriyorsun!” dedikçe sesim giderek daha da yükseldi, her bir kelimeyle içimdeki tüm hüsranı dışarıya salıyordum.

Ama artık daha fazla duramayacaktım, içimdeki tüm öfkeyi çıkaracak bir yol arıyordum. Dede, hâlâ soğukkanlı, sakin ve küçümseyici bir şekilde duruyordu, ama ben ona karşı daha fazla sabırlı olamayacak kadar kızgındım. Bu noktada, kelimeler bile yetersiz kalıyordu, gözlerimdeki öfke her şeyin önündeydi.

Eymen'in ellerinin beni tutması, onu duymazdan gelmemi sağlayacak kadar güçlüydü.

Ben bağırırken dedem bir anlık dondu kaldı. Yüzüme baktı, ama bu sefer o alaycı bakışlarında bir çatlak oluştu. Gözlüğünü çıkarıp elinde tutmaya başladı. Dudakları oynadı ama ses çıkmadı. Sonra hafifçe sendeledi.

“Ben... ben kimim, ha?” dedi titrek bir sesle. “Senin büyümeni izleyemedim, tamam. Ama... ama ben kimsenin ölmesini istemedim!”

Sesi çatallandı. Son kelimesinde nefesi tıkandı, boğazını ovuşturdu. O an gözleri büyüdü, bir adım geri attı, sonra bir elini göğsüne götürdü. Hemen ardından da diğer elindeki gözlük yere düştü.

“Dede?” dedim ama sesim artık öfke değil, panik taşıyordu.

Eymen, bir savcı değil, bir koca değil, o an tamamen bir insan olarak refleksle hareket etti. “Rana, geri çekil!” dedi, dedeme koştu.

Dedem olduğu yere çöktü, nefes almakta zorlanıyordu.

“Ambulans çağır, hemen!” dedi Eymen, cebinden telefonu çıkarıp bana uzatırken kendisi dedemin yaka düğmelerini açıyordu.

Hastane koridorundaki beyaz ışıklar gözlerimi yaktı. Bekleme koltuğunda oturuyordum ama vücudumun hiçbir yerine ait değildim. Bacaklarım uyuşmuştu, ellerimse hâlâ titriyordu. Eymen biraz ileride telefonla konuşuyordu. Yoğun bakım kapısı kapanalı dakikalar olmuştu ama zaman akmıyordu.

Yanıma biri yaklaştı. Elinde şeffaf bir poşet vardı, içinde dedemin cüzdanı, bir kalem ve... yüzük.

“Yakınısınız değil mi? Ali Soner’in?”

Başımı salladım. Sesim çıkmadı. Poşeti uzattı. Alırken ellerim hafifçe titredi. Teşekkür bile edemedim. Yalnızca yüzüğe odaklanmıştım. Metal, soğuk ve ağır geldi elime. Bu tanıdık ağırlık boğazımı düğümledi. Yüzüğü savcıya götürecektim aynı veya değil bakılmasını istiyordum.

Parmaklarım terliyordu ama yine de fermuarı açtım, cüzdanı yavaşça çıkardım.

Kapağını kaldırdım. İlk gözüme çarpan eski bir fotoğraf oldu. Siyah beyaz. İki kişi. Dede, genç hâliyle ortada. Sağında tanımadığım bir kadın.

Gözlerim fotoğrafa takılı kaldı ama sonra cüzdanın iç kısmını kurcalamaya başladım. Kimlik kartı, birkaç eski fiş, birkaç banka kartı vardı. “Ne işle uğraştığını bile bilmiyorum bana gelmiş dedelik yapıyor.” diye geçirdim içimden. Dişlerimi sıktım. İçimdeki öfke, yüzüğün ağırlığıyla yeniden kabarıyordu. Cüzdanın arka gözüne uzandım. İnce, buruşmuş bir kâğıt sıkıştırılmıştı oraya. Çekip açtım.

“Rana?” Eymen’in sesi arkamdan geldi. Omuzlarım bir anda sıçradı, kâğıdı hemen avucumda buruşturdum.

Hastane koridorunun floresan ışıkları başımda uğuldamaya başladı sanki. Poşeti hemen kapattım. Cüzdanı içeri geri soktum. Yüzüğe bile tekrar bakmadan, başımı kaldırdım.

Eymen’in gözleri üzerimdeydi, karışık. Hem endişe hem merak.

“Elindekine ne bakıyordun?” diye sordu sessizce.

Boğazımı temizledim. “Hiç. Sadece... dedenin bazı eşyaları.” Sesim düz çıkmaya çalıştı ama içimde fırtına kopuyordu.

“Rana…” dedi, sesinde hafif bir uyarı değil, sadece şefkat vardı. “Ne aradığını bilmiyorum ama o adam seni yıllarca yok saymışken, bugün seni yargılayacak en son kişi oydu.”

Başımı yana eğdim, duvara yaslandım. Gözlerim doldu ama ağlamadım. “Ağır mı konuştum?” dedim, Yutkundum. “Ama fenalaştı, Eymen… O hâli gözümün önünden gitmiyor.”

Eymen başını iki yana salladı. “Bu senin suçun değildi.”

“O benden nefret ediyor. Söyledikleri hali tavrı.” Kafamı Eymen’e çevirdim. “Bana bakışları bile… çok değişik hiçbir sevgi, hiçbir şefkat, hiçbir şey hissetmiyorum.”

Hızlıca burnumdan bir şey aktığını hissederek, parmaklarım yüzüme gitmişti. Gözlerim bir an kararmıştı ve titreyen ellerimle burnumu tuttum. O an, soğuk ve ıslak bir damla parmaklarımın ucuna aktı. Hızla burnumdan sızan kanı hissettim. Kan, önce ince ince akıp sonra hızla arttı, parmaklarımdan sızıp avuç içime doğru yayıldı.

"Rana, burnun... kanıyor," dedi Eymen, sesi tedirgindi. Gözleri üzerimde, aniden kaygılı bir hale geldi.

Gözlerim bu kadarına hazırlıklı değildi. Kan, hızla burnumdan aşağı doğru süzüldü, dudaklarıma doğru geldi. O an, başımda bir basınç hissettim, sanki her şeyin ardında bir yük vardı.

Hızla tuvalet yönüne doğru ilerledim, adımlarım hızlıydı. Lavabonun karşısına geçip, burnumu yıkamak için başımı eğdim. Tuvalet kağıdını aldım, ama her şeyde olduğu gibi bu da beni rahatlatmamıştı. Kan, bir an önce durmalıydı.

Lavaboya dayanmış, burnumu tutarak kanın hızla akmasını izledim. Gözlerim bulanmıştı. Parmaklarımla nazikçe burnumu sıktım ama nafile. O an, bütün vücudumda bir soğukluk hissettim. Bir anlık baş dönmesiyle birlikte gözlerim karardı.

Hızla, gözlerim tuhaf bir şekilde bulanırken tekrar lavaboya eğildim.

“Rana?” Eymen’in sesi kapıdan geldi, telaşlıydı. Sesindeki kaygı, her geçen saniyede daha da derinleşiyordu. “İyi misin?”

Burnumdan süzülen damlalar ellerime düşerken bu kadar çok aktığını gördükçe daha fazla panik oluyordum. Kapı aniden açıldı ve bir hemşire hızlıca içeri girdi. Eymen hemen adım attı, "Rana, iyi misin?" diye sordu, sesi hâlâ kesik ve panik doluydu. Hemşire, profesyonel bir hızla yaklaşıp beni kontrol etmeye başladı.

Önce burnuma baskı yaparak durumu kontrol etti, ardından bana sakin olmamı söyledi. “Sakın panik yapma, biraz bekleyeceğiz,” dedi, sesi sakindi.

On dakikadır bekliyordum artık kanamanın durduğunu düşünmek istiyordum Her bir saniye, sanki bir ömre bedelmiş gibi geliyordu. Ağzımdan nefes almaktan yorulmuştum. Ben kendimi geri çektim ama Eymen elini çekmedi. “Bekleyeceğiz.” Dedi sesi kararlı ama içinde bir miktar yumuşaklık vardı. Yavaşça başımı kaldırıp Eymen’e baktım. “İyiyim.” Kafamı salladım ama eli yüzümdeydi o yüzden bunda pek başarılı olamadım.

“Kıpırdama.” Dedi bu kez. “Nefes almak istiyorum artık.” Dedim karşılık olarak sesim zaten kalın çıkıyordu. En son Eymen pes edip elini çekti.

“İyiyim.” Dedim. Sadece açtım. Eymen bana baktı. O an gözlerinde tuhaf bir yumuşama belirdi. Sanki söylediklerimin ardında yatanı anlıyormuş gibi.

“Gel,” dedi yavaşça, “hastane kantinine inelim. Belki bir çorba vardır.”

Ben hâlâ yerimden kıpırdamamıştım. Dizlerim toplanmıştı, başımın arkasında hafif bir ağrı. Ama Eymen elini uzattı.

Yavaşça doğruldum.

Eymen çorbayı almak için kantin sırasına geçtiğinde ben masada kaldım. Birkaç dakika sessizlik vardı. Derin bir soluk aldım, gözlerim biraz daha odaklandı. Derken, fark ettiğim şeyler hızla bir araya gelmeye başladı.

Bir hareket. O kadar aniden ve kesindi ki… İlk başta gözlerim doğrulamıyordu. Sonra fark ettim: Tuncay.

Sadece siluetini gördüm ama bir şekilde tanıdım. Koyu renk bir mont giymişti, başı öne eğik, hızlı adımlarla bir yerlere doğru ilerliyordu. Yavaşça, neredeyse belli etmeden sandalye arkasında doğruldum, başımı çevirdim, her şey normale dönmeye çalıştı. Ama bir anda her şey netleşti: Tuncay, tam önümdeydi.

Camın arkasındaydı ve göz göze geldikten sonra tam tersi yönde ilerlemeye başladı. O sırada, Eymen çorbaları taşıyarak masaya döndü. Elinde bir tepsi vardı, tabaklardan birini bana uzattı ama gözleri hâlâ endişeyle yüzüme bakıyordu.

“Ne oldu?” dedi, kararlı ama içinde bir miktar belirsizlik vardı. O an, sadece birkaç saniye önceki gerilim hâlâ içimdeydi. Ama bir şeyler daha netleşmişti.

“Tuncay burada.” Dedim hiç uzatmadan. Saklayacak bir şeyim yoktu. Her şeyi saklayan onlardı. Tuncay yakalanmadıkça hiçbir cinayeti çözemeyecektim.

Eymen hemen kantin çalışanına geri dönüp bir şeyler söyledi ben kalkıp boydan cama yaklaştım. Onu görüyordum hızlı hızlı yürüyordu. Hemen Eymen’e döndüm ve üstündekileri tarif etmeye başladım. “Koyu renk bir mont var, başı önde, yürürken neredeyse hiçbir şeye bakmıyor. Ayakkabıları siyah renk.”

Benim gözlerim, hızla cama kayarken her şey çok netleşti. Güvenlik, Tuncay’ı takip ediyordu. Ama güvenliğin yanında bir polis memuru da vardı. Yavaşça camdan izledim. Güvenlik, Tuncay’ı zorla durdurdu, ardından polis memuru hemen müdahale etti. Onun durumu aniden değiştiren bir hareketi, gözlerimden kaybolduğunda, o an içimde bir rahatlama hissi belirdi.

Tuncay yakalanmıştı ve her şey biraz daha kontrol altına alındı. İçimden bir ağırlık kalktı, ama hâlâ her şeyin bittiğini söylemek için erken olduğunu biliyordum.

Eymen kantinin çıkışına doğru ilerlerken bana dönüp “Kal burada.” Dedi. “Ne yapacaksın?” dedim, bir adım geri çekildim, ama gözlerim hâlâ camda, güvenliği ve polisi izlemeye devam ediyordu.

“Her şeyin yolunda olduğundan emin olmak istiyorum,” dedi, bir anlığına bana bakarak. “Sen burada kal, ben hemen geliyorum.”

Eymen hızla kantinden çıkarken, gözlerim hâlâ camda Tuncay’ı izliyordu. Güvenlik ve polis, onu zorla içeriye getirmek üzereydi. Tuncay’ın suratı, ne kadar dirense de düşmüş, içindeki panik dışarıya yansıyordu. O an her şey daha da netleşti.

Burada durmam anlamsızdı hızla kantinden çıktığımda hastanenin çıkışına doğru ilerliyordum.

Tuncay’ın bağırmasını duyup duraksadım. Çevredeki insanların dikkatini çekti. Herkes sesin geldiği yöne bakmaya başladı.

“Ben katil değilim!” diye bağırıyordu, sesi, kendini savunmaya çalışan bir çığlık gibi yükseldi.

İçimdeki huzursuzluk, her an artıyordu. Bir şeylerin yanlış olduğunu hissetmek, bir suçluyu ve masumu ayırt etmekten daha karmaşık hale gelmişti.

Onları gördüğümde Eymen, Tuncay’ın tam karşısında duruyordu bir şeyler diyordu. Polis memuru Tuncay’ı kollarından tutmuştu elleri arkadan kelepçeliydi. Güvenliğin kulağında telefon vardı. Yaklaştıkça sesler netleşmeye başladı.

Eymen, Tuncay’a doğru sert bir şekilde seslendi. “Bağırma. Kes!” dedi, sesindeki kararlılık her kelimeyle daha da derinleşti. Adımlarını sıklaştırarak Tuncay’a yaklaşırken. “Savunmanı yap, ama sakin ol.”

Tuncay, Eymen’in bu sert tavrı karşısında bir an için duraksadı, ama hemen sonra tekrar bağırmaya devam etti. “Ben katil değilim! Beni suçsuz yere suçluyorlar!” Sesinin tonu, öfkeyle karışmış korkuyu yansıtıyordu.

Eymen, gözlerinde kesin bir kararlılık ve içindeki sertliği hissedebiliyordum. “Bir şeyler söyleyeceksen, düzgün şekilde söyle. Sessiz ol ve anlat,” dedi.

Şu an, bu kaosu kesmek için başka hiçbir yol yoktu.

“Avukatıyım,” dedim, sesim sert ve kararlıydı. Bir an, söylediklerimin ağırlığını kavrayıp, biraz daha derin bir nefes almak istedim ama yapmadım. Kendi kendime neyi savunduğumu bilerek, aynı zamanda her şeyin ne kadar karmaşıklaştığını fark ettim.

Eymen, hemen dönüp bana baktı. Gözlerinde şok, o kısa süreli kararsızlık, sonra yerini bir tür öfkeye bıraktı. Bu kadar hızlı bir şekilde bu durumu açıklamam onu fazlasıyla zorlamıştı.

“Rana, şu anda burada avukatlık yapmana gerek yok,” dedi, sesindeki belirsizlik hala devam ediyordu. Ama bir o kadar da sertti.

Bunu duyduğumda bir an duraksadım. Kalbimdeki tedirginlik bir anda daha da büyüdü ama kendimi geri çekmedim. “Tuncay’ın hakları var. Ben onun avukatı olarak burada bulunuyorum. Ve şu anda, ne olduğunu görmek zorundayım.” sesimdeki öfke o kadar netti ki, sanki Eymen’e her şeyin nasıl olması gerektiğini bir kez daha anlatmam gerekiyordu. “Bu adam.” Dedikten sonra durdum dudağımı yaladıktan sonra önce Eymen’e ardından Tuncay’a baktım. “Amcam katil değil, şüpheli. Hatırlatmak isterim.”

O kadar hızlı tepki verdim ki, o an ne yapacağını bilememişti. “Rana,” dedi, ama sesinde hala kararsızlık vardı. “Seninle şu an hukuki boyutunu tartışacak değilim!”

Bunun doğru olmadığını biliyordum. Hem de her şeyin tam anlamıyla yanlış olduğu bir anda. O anda, aramızdaki mesafenin, sadece fiziksel değil, duygusal da olduğunu fark ettim. Eymen’le ben, bu kadar farklı dünyalarda yaşıyorduk. Ve o dünyaları birleştirmek, ya da en azından anlamak, bir şekilde imkansız gibiydi.

Tuncay’a bakıp kafamı salladım beni avukatı olarak kabul etmesi gerekiyordu. Zaten hemen kabul etti. “Evet. Evet Rana. Avukatım.” Dedi hızlıca.

“Vekaletnameniz nerede Avukat Hanım?” Eymen’e döndüğümde bunu yapmaması için kafamı iki yana salladım. Sırası değildi işte. Tuncay bana güvenmezse hiçbir şeyi anlatmazdı söyleyemezdi.

“Avukatıyım,” dedim sertçe, gözlerimi bir an bile kaçırmadan. “Tuncay Soner, müdafisi olduğumu kabul ediyor. Vekaletnamemi dosyaya koyacağım.”

Eymen, gözlerini kısmıştı, sesi daha da sertleşti. “Vekaletnameni görmeden temsil yetkini kabul etmiyorum.”

Öfkem burnumun ucuna kadar gelmişti ama ses tonumu değiştirmedim. Bir an bile geri adım atmadan, dudaklarımı sıkarak cevap verdim. “Öyleyse Savcım,” dedim, kelimeleri tek tek, bastıra bastıra, “vekaletimi vermek için Tuncay Soner’le görüşmek istiyorum. Ayrıca açıkça beyan ediyorum ki, avukatı olmadan konuşmayacak. Ve ifadesinin, müdafisi olmadan alınmamasını talep ediyorum.”

Tuncay başını kaldırdı, gözleri karanlık ama kararlıydı. Sesini ilk kez net bir şekilde duyurdu. “Avukatım olmadan konuşmayacağım,” dedi. Sanki içten içe bir savaş veriyordu ama sonunda bana güvenmeyi seçmişti. Bu, Eymen’in suratında daha da gergin bir ifade oluşturdu.

Eymen, bulunduğumuz o dar koridorda bir an duraksadı. Sonra yüzünü yanındaki polis memuruna çevirdi.

“Onu bir odaya götürün,” dedi kısa ve keskin bir tonda. “İfadesi alınmayacak, avukatı gelene kadar bekletilsin.”

Polisler Tuncay’ı sessizce oradan uzaklaştırırken, Eymen bana döndü. Gözleri öfke doluydu. Artık sadece savcı değil, kocamdı. Ve bu defa karşımda mesleki bir kimlik değil, beni kıran biri duruyordu.

“Bunu neden yapıyorsun?” dedi, sesi alçak ama sert. “Onun, annenle babanı öldüren adam olma ihtimali var. Nasıl onun avukatı olmayı teklif edersin, Rana?”

Eymen başını iki yana salladı, hayal kırıklığı neredeyse elle tutulur haldeydi. “Çünkü onun gerçeği söylemesini sağlamanın tek yolu bu,” dedim.

“Ya suçluysa? Ya seni kandırıyorsa? Ya bütün bunlar bir oyununsa?”

“Bunu öğrenmenin başka bir yolu var mı?” dedim.

Bir an sustuk. Koridorun ucundan bir kapı kapandı. Tuncay artık odadaydı.

“Beni anlamanı beklemiyorum,” dedim daha sakin, ama daha kırık bir sesle. “Ama engel olmanı da kaldıramam, Eymen.”

Hem beni tutmak isteyen bir adam vardı orada, hem de artık bana inanmakta zorlanan bir savcı.

Eymen eliyle öylesine bir işaret yaptıktan sonra arkasını döndü ve birine daha işaret yaptı görevli bir memur yanıma yaklaştı. “Avukat Hanım, görüşmeye hazırsanız, sizi odasına alabiliriz.”

Başımı salladım. Çantamı düzelttim. Kapı açıldığında içeride loş bir ışık vardı. Tuncay masanın başında oturuyordu. Yüzünde ne suçluluğun ağır gölgesi vardı ne de masumiyetin aydınlığı. Sadece yorgunluk. Sadece geçmiş.

Kapı arkamdan kapandı. Bir süre sessizce baktık birbirimize. Sonunda ben konuştum:

“Avukatın olarak buradayım.”

Tuncay başını öne eğdi. “Biliyorum,” dedi.

Gözlerim doldu ama sesim titremedi.

“Artık oyun yok. Cevap istiyorum. Gerçek olanı. Her neyse.”

Tuncay başını kaldırdı. Gözleri karanlık ama bir şey söylemeye hazır gibiydi. Kapıya çıkıp bekleyen memurdan bir kağıt ve kalem rica ettim. Onları beklerken tekrar Tuncay’a baktığımda “Ne zamandır ve nasıl bizi takip ediyorsun?” diye sordum bu konuda merak içindeydim. Sadece bilmek istiyordum.

Tuncay dudaklarını araladı, sonra kapattı. Bir iç çekti. “Oğuz. Babamın arabasını verdi.” Dedi sadece. Oğuz bilmeden ne işler yapıyordu.

Kapı açıldığında memur sessizce bir kâğıt ve kalem uzattı. Teşekkür edip masaya bıraktım ama oturmadım. Ayakta durmak güç verdi bana. Vekaletnameyi hazırlamaya geçtim.

Tuncay bir süre sustu. Sanki ağzından çıkan birkaç kelime, içindeki daha büyük fırtınayı dizginlemişti. “Oğuz’un haberi yoktu,” dedi sonra. “Sadece bir iyilik yaptığını düşündü. Ama o an, ben ne yapacağımı çoktan biliyordum.”

“Beni neden takip ediyorsun?”

“Sana kardeşini söyledim. Başka bildiğim şeylerden dolayı beni saklarsın diye düşünüyordum.” Dediğine alayla güldüm. “Kimden saklayacakmışım seni?”

Kalemi elime aldım, vekâlet formunun üstüne tarih attım. Aynı zamanda telefonumdan örnek bir vekaletname açtım. Neticede bana bunları okulda öğretmemişlerdi. Kestirmeden gittiğim her yol elbet biraz bilinmez olacaktı.

17/12/2021

El yazım, elim titremesine rağmen netti. Her kelimenin altına, bütün yutkunmalarımı gömdüm.

“Anlatacağım,” dedi. “Ama bir şartım var.”

Kaşlarımı çatıp bekledim. Artık hiçbir şarta tahammülüm kalmamıştı ama sabırlı bir sessizlikle baktım ona.

“Susadım ve bileklerim acıdı.”

“İmza atacağında açtıracağım.” Diye kağıda yazmaya geri döndüm.

Tuncay hafifçe gülümsedi ama bu gülümseme acı doluydu. “Sen her zaman bu kadar soğuk muydun, yoksa yıllar içinde mi öğrendin?”

Başımı kaldırmadan cevap verdim. “Artık şartlar…” dediğimde üstüne bastım “Bunu gerektiriyor.”

Kâğıdı tamamladım, imza kısmına geldim. Elim bir an durdu. Sadece bir imza değil, bir çizgiyle hem hukuki hem duygusal bir sınırı da geçmiş olacaktım. Sonra, hiçbir şey demeden imzaladım ardından polis memurunu çağırıp kâğıdı Tuncay’a uzattım.

Polis içeri girdiğinde başıyla bana selam verdi. Tuncay’a doğru ilerledi, kelepçelerini çözerken hafifçe homurdandı. “İmzalamadan önce fazla kıpırdama,” dedi.

Tuncay bileklerini ovuşturdu, sonra kalemi eline aldı. “Ne tuhaf,” dedi kendi kendine, “hayatımın en doğru kararını, en çaresiz anımda atıyorum.” İmzasını attı. Kalemi masaya bırakırken göz ucuyla bana baktı.

“Artık konuşabilirim.”

“Konuş,” dedim, sesimde ne yargı ne merhamet. Sadece gerçeği isteyen biri olarak.

Tuncay başını salladıktan sonra “Bir şartım olduğunu söyledim.” Dediğinde buna takılmadan önce “Dün gece Banu öldürüldü.” Dedim.

Tuncay’ın yüzü dondu. Bileklerini ovuştururken durdu. Gözleri sabitlendi.

“Ne dedin?”

“Banu,” dedim tekrar. “Dün gece öldürüldü. Aynı bizimkiler gibi… sessiz, iz bırakmadan.

Sözlerimin sonundaki boşlukta sadece kalemle masaya vuruş sesimiz vardı. “Eğer konuşmazsan, sıradaki sen olacaksın.” Dedikten sonra gülümseyip arkama yaslandım. “Sırayla herkes susturuluyor.”

Tuncay başını eğdi, derin bir nefes aldı.

“Banu…” diye mırıldandı. Öfkelendiğini hissetmiştim.

Tuncay yutkundu. “Babam.” dedi. “O başlattı her şeyi. Ve hala elini çekmiş değil.” Karanlık, ağır bir örtü gibi çöktü üzerimize. “Sana daha fazla bir şey söyleyemem önce benim üzerimdeki suçlamaları hallet.”

Tüm bu konuşmaların, hep bir oyunun parçası olduğunu fark ettikçe, öfkem daha da büyüdü. Gözlerimdeki kırgınlık, sesimdeki sertlik gittikçe yükseldi. Bu kadar kolayca güvenimi sarsmalarını kabullenemiyordum.

Bir an duraksadım, sonra aniden masaya sertçe vurup, sesimi yükselttim. “Yeter!” dedim. Sesim, odadaki sessizliği delip geçti. “Şartları belirleyen sen değilsin. Benim.”

Bir an nefesimi tutup, devam ettim. “Seni öldürecekler diyorum!” Masaya bir kez daha vurup, parmaklarımı kasvetli şekilde masanın kenarlarına sardım.

Ama sen hala onların elinden bir şey yapmamaya devam ediyorsun! Her şeyin içine çekildin, şimdi çıkmak istiyorsun ama çok geç!”

O an, Tuncay’ın ifadesindeki korku derinleşti. Ama ben, öfkemin tüm gücünü hissettirerek, ona doğru adım attım. “Eğer bir şeyler söylemek istiyorsan, bana doğruyu söyle.”

Tuncay bir an sessiz kaldı. Ardından, “Bana yardım et, o zaman her şeyi sana açıklayacağım. Ama tek şartım bu, Rana. Önce beraat.” dedi.

Bu anlaşma, tüm işin kilidi gibi görünüyordu. Tuncay, ona yardımcı olmanın karşılığında bana her şeyi anlatacaktı. Ama ne olursa olsun, bu işin içinden çıkmak kolay olmayacaktı.

Seslice ofladığımda kapı, sertçe açıldı ve Eymen’in kararlı bakışları odayı doldurdu. “Daha bitmedi.” Dedim.

“Soruşturmayı başka bir savcı yürütecek.” Dedi imayla biraz alayla. “Harika.” Dedikten sonra sandalyeme yaslandım. “umarım sizin kadar zorlaştırmaz işimi Savcı.”

Eymen, benden daha alaycı bir şekilde, “Kocanım diye işlerini mi zorlaştırıyorum Avukat Hanım?” dedi.

“Kocamsın diye zorlaştırmıyorsun işinle beni birbirine karıştırıyorsun.”

Eymen, sözlerimi duyduğunda bir an için yüzü sertleşti.

Tuncay, ikimizin arasındaki bu söz savaşını izlerken gözleri şaşkınlıkla gidip geliyordu. “Evliliğiniz gerçekten böyle mi?” dedi, önce bana bakıp sonra Eymen’e. “Bu kadar gergin mi?”

Eymen ise, soğukkanlılığını koruyarak, Tuncay’a gözlerini dikip, “Evet, böyle. Sana ne?” diye yanıtladı. Sesindeki kararlılık, bu soruya hazır olduğunu gösteriyordu.

Tuncay bir an donakaldı, şaşkınlık içinde Eymen’e bakarak ne söyleyeceğini bilemedi. “O zaman savcı gelene kadar müvekkilimle görüşmek istiyorum.” Dedim.

Eymen odadan çıkıp kapıyı çarptığında gözlerimi kapatıp bir süre bekledim. Gözlerimi açtığımda Tuncay'la göz göze geldim.

"Dün gece neredeydin?" diye sordum, direkt. Madem beraat istiyordu, her şeyi açıklamalıydı.

Tuncay'ın ifadesi değişti. Başını hafifçe eğdi, ama bir süre ses çıkarmadı. “Acele et.” Dedim sabırsızca.

Tuncay, gözlerimdeki keskin sorgulayıcı bakışı fark etti ve yavaşça başını sallayarak yanıtladı.

"Dün gece... kendimize ait bir dağ evindeydim," dedi, kelimeleri dikkatle seçerek.

Kafamı salladıktan sonra “Bunu doğrulayacak biri var mı? Bir iş? Herhangi bir şey?” diye sordum.

Tuncay bir an için tereddüt etti, sonra derin bir nefes alarak, "Hayır, orada yalnızdım," diye yanıtladı, ama sesi biraz titriyordu.

"Tamam," dedim, gözlerimden hiçbir şey kaçmıyordu. "O zaman kullandığın aracın plakasını alabilir miyim?"

Tuncay'ın gözleri bir an daha daraldı. "Neden?" diye sordu, sesindeki şüpheyi gizlemeye çalışarak.

“Geçtiğin yolları atlamadan söyle.” Diyerek bir kağıt çektim önüme Tuncay söyledikçe not almaya başladım.

“Tek şahit Oğuz mu? Benzini nasıl aldın? Ne yedin ne içtin?”

“Oğuz getirdi her şeyi onun kartlarıyla ödedim. Dün gece evde değildim.” Dediğinde kafamı kaldırıp “Neredeydin?” diye sordum. “Sizi takip ediyordum.” Dedi.

“Beni sen öldürmek istemedin.” Dediğimde hemen kafasını salladı. “Tabii ki istemedim.”

“Eline çokça fırsat geçti.” Dedim bu kez.

Tuncay bir an için gözlerimi kaçırarak derin bir nefes aldı. "Evet, fırsatlarım oldu," dedi, sesinde bir miktar pişmanlık vardı.

“Taksici Erhan seninle konuşup para aldığını söyledi. Bir fotoğraf gösterdi sen ve o konuşuyorsunuz.”

Öne doğru eğilip “O benim kendi çalışanım iş için konuşuyoruzdur başka ne olacak? Hem bu kaçıncı fotoğraf?” dediğinde anlamadım. “Anlamadım?” dedim.

Kaşlarını çattıktan sonra ofladı. “Önce Cihat’la fotoğraflarım şimdi Erhan’la komplo hepsi. Hiçbirisi gerçeği yansıtmıyor.”

“Gerçekten mi?” dedim, sesimdeki alay barizdi. “O zaman niye her fotoğrafını açıklayacak bir bahanen vardı?”

Tuncay, derin bir nefes aldı ve gözlerimi kaçırmadan baktı. “Ben seni öldürmek istesem bunu çoktan yapardım. Sen bana bir neden söyle? Neden seni öldürmek isteyeyim?”

“Çünkü 17 Mayıs 2002’de önce babamı öldürdün 4 ay sonra annemi öldürdün. Kardeşimi çaldın çocuğun gibi baktın.” Duraksadığımda yutkundum sesli söyledikçe içim bir hoş oluyordu. “Ve bunu araştırıyorum nedenin çok açık.”

Tuncay bir adım geri atarak, ellerini savunmacı bir şekilde açtı. "Gerçek değil dedim ya! Bunu sana anlatmaya çalışıyorum.”

Sertçe “Mayıs 2002 o gün nerede olduğunu kanıtlayacak bir şey var mı?” dedim. “Söylediklerinle değil, gördüklerimle hareket ediyorum. Ve bu yalanları bir daha kabul etmiyorum."

Tuncay gözlerindeki çaresizlikle bir süre sessiz kaldı. Sonra başını kaldırıp, derin bir nefes aldı.

Ben hâlâ gözlerimi ondan ayırmadan, yüzümdeki öfke ve hayal kırıklığıyla bekliyordum. O sessizliği sürdürürse, bu işin sonu gelmeyecekti.

“Beni dinle,” dedi sonunda, sesi bu kez daha kararlıydı. “O gün ben İstanbul’da değildim. Babamla Ankara’daydık. Bir anlaşma… Ama resmî bir kayıt yok. Her şey babamın çevresindeki insanlara bağlıydı. Şimdi onların hepsi ya susturuldu ya da ortadan kayboldu.”

Kaşlarımı çatarak ona bir adım daha yaklaştım. “Resmî kayıt yok, şahit yok… Peki sana neden inanayım, Tuncay? Çünkü bana üzgün bakıyorsun diye mi?”

Tuncay, gözlerini kaçırmadı bu kez. “Hayır. Çün-”

Tam o anda, kapı aniden açıldı. Gürültüsüyle birlikte odaya giren kararlı adımlar, gerginliği bir kat daha artırdı. Başımı hızla çevirdiğimde Savcı Hanım karşımda duruyordu. Üzerindeki koyu renkli ceket, yüzündeki ciddi ifade ve elindeki dosyayla beraber, odadaki havayı tamamen değiştirdi.

Göz ucuyla Tuncay’a baktım; az önceki sözleri havada asılı kalmıştı. Ne söyleyeceğini merak ederken, Savcı Hanım’ın sesi keskin bir bıçak gibi araya girdi.

“Avukat Hanım, artık yeterince zaman geçti. Şüpheliyle görüşmeniz sona erdi.”

Ben hâlâ yerimden kıpırdamamıştım. “Bir dakika daha,” demek geçiyordu içimden ama söylesem bile faydasızdı. Bu odada kuralları artık başka biri koyuyordu.

Savcı Hanım, dosyayı masaya bıraktı. “Burada sorguya başlıyoruz diye pozitif ayrımcılık yaptığımızı sanmayın.” Dedi dosyanın üzerine koyduğu kalemle beni işaret edercesine “Eşinizin ricası, yakınınız burada yatıyormuş.”

Tuncay bana baktı, gözlerinde yüzünde paniklediğini gördüm. Savcı Hanım dışarıya doğru seslendi içeriye elinde bilgisayarla bir polis memuru girdi. Hemen ardından “Başlayalım mı?” dedi.

Polis memuru sessizce gelip bilgisayarı masanın köşesine yerleştirdi. Cihaz açılırken odada yalnızca fan sesinin uğultusu vardı. Tuncay, dudaklarını birbirine bastırmış, gözlerini yere dikmişti. Savcı Hanım sandalyeye oturdu, bilgisayara hafifçe eğilerek ekranı kontrol etti.

Tuncay’ın kimlik bilgileriyle başlayan soruşturma en son bizim olayımıza geldi.

“Rana Hanım’ın uğradığı silahlı saldırı…” dediğinde şu an onun avukatlığını yapıyor olmama hayretle baktı ardından dosyasından bir sayfa çekti, elindeki kalemle birkaç noktaya dokundu. Ardından başını kaldırıp Tuncay’a baktı.

“34 TCF 24 plakalı aracın şoförü Erhan Kınacı, sizi açıkça azmettirici olarak ifade etti. Diyor ki, 'Beni takip için gönderen kişi Tuncay Bey. Parayı elden verdi. O gece arabayı ormanlık bir alana sür öldür, dedi.' Bu ifadeyi nasıl açıklayacaksınız?”

Tuncay’ın yüzü bembeyaz kesildi. “Ben kimseye birini vur demedim saldırı emri vermedim.”

Savcı Hanım ifadesiz bir yüzle başını salladı. Ardından zarfın içinden bir fotoğraf daha çıkardı, siyah beyaz çıktıya parmağını bastırarak Tuncay’ın önüne koydu.

“Bu görüntü sizin şirketinizdeki güvenlik kameralarından alındı. Tarih, Rana Hanım’ın saldırıya uğramasından iki gün önce. Bu kişi Erhan Kınacı. Görüşme süresi: 37 dakika. Kapalı kapılar ardında gerçekleşen bu toplantıyı açıklayabilir misiniz?”

Tuncay gözlerini kısmış, dudaklarını kenetlemişti. Fotoğrafa baktı ama başını kaldırmadı. “Sayın Savcım.” Dediğimde birbirimize baktık. “Tuncay Bey, bir iş insanı, fotoğrafta bunu kanıtlamaktadır. Fotoğrafın çekildiği yer kendi iş yerinin önü. Erhan Kınacı, müvekkilimin çalışanı, ek süre verirseniz personel özlük dosyasını sunabiliriz.”

Savcı Hanım, ikinci bir sayfa daha çekti. “Ama ödemeleri sizin hesabınızdan yapılmış. Kamera kayıtları. Bunlar bir tesadüf mü Tuncay Bey?”

Tuncay bir an için donakaldı, ardından derin bir nefes alarak savcıya bakmaya devam etti. "Benim hesabımdan yapılan ödemeler... şirket hesabından onayım verilerek yapılan bir ödeme. Erhan finans kısmında çalışıyor. Bu, şirketin düzenli operasyonel giderlerinden biri olarak yapılmış bir ödeme. Bu kadar basit."

Savcı Hanım, bir süre sessiz kaldı ve Tuncay'a dikkatle bakarak cevap vermedi. Sadece, dosyasındaki diğer sayfaları karıştırarak daha fazla belgeyi ortaya koydu. "Tuncay Bey," dedi sonra, sesindeki soğuklukla, "bütün bu ödemeler, bu kamera görüntüleri... Hepsi bir araya geldiğinde başka bir tablo çiziyor. Bu sadece iş ilişkisi gibi görünmüyor."

"Tuncay Bey, Erhan Kınacı, Rana Hanım’a yapılan saldırıyı açıkça sizin talimatınızla gerçekleştirdiğini söylüyor. Bu, sizin tarafınızdan bir azmettirme olduğu izlenimi veriyor. Bu nasıl açıklanabilir?"

Tuncay, başını sallayarak, gözlerini savcıya odakladı. "Bunu tekrar ediyorum: Ben kimseyi öldürme emri vermedim. Erhan da kimseyi öldürmek için hareket etmedi. O geceki olayla hiçbir ilgim yok.”

Tuncay gözlerini kaçırdı, Savcı ise kalemini masaya bıraktı.

“Eğer bu ifadelerle beraat bekliyorsanız, sizi hayal kırıklığına uğratacağım.” dedi.

Ardından bana döndü. “Siz bir şey söylemek ister misiniz Avukat Hanım, yoksa ben devam edeyim?”

Bir nefes alıp, sakin bir şekilde söz aldım. “Savcı Hanım, müvekkilim Tuncay Bey’in bir iş insanı olarak yalnızca iş ilişkilerinden bahsedebileceği ve bunun dışında hiçbir kişisel talimat vermediği açıkça ortada. Üstelik kendisi üst düzey bir yönetici olarak kendi şirketinde her konuştuğu insanın mesai saatleri dışında yaptığı eylemlerden mesuliyeti olmamalı.” Dedikten sonra fotoğrafı işaret ettim “Erhan Kınacı'nın kişisel hareketlerinden müvekkilim sorumlu tutulamaz. Şirket içindeki ilişkiler ve finansal işlemler dışında, yapılan ödemelerin kişisel suçlara dönüştürülmesi mantıksızdır. Şayet bu suçlamalar yalnızca gösterdiğiniz fotoğraflar ve belirli belgelere dayanıyorsa, bu durum henüz somut bir suç delili oluşturmaz.”

Savcı Hanım, dikkatle dinlerken kalemiyle masada küçük bir ritim tutuyordu. Benim sözlerimle bir süre sessiz kaldı, ardından gözlerini dosyasına indirerek, notlar almaya devam etti.

“Anladım, Avukat Hanım,” dedi sonunda, soğuk bir ifadeyle. “Ama Tuncay Bey’in şirketi ile ilgili bu savunma, olayın bağlamını değiştirmiyor. Erhan Kınacı, müvekkilinizin talimatı ile hareket ettiğini belirtiyor. Üstelik, ödemeler ve kamera kayıtları da bu iddiayı destekliyor. Tuncay Bey’in şirketindeki operasyonel giderler üzerinden yapılmış ödemeler ve o görüşme, meseleye dair önemli bir delil olarak karşımıza çıkıyor.

Bir an için sakinleştim, ardından devam ettim. “Savcı Hanım, tüm bu ödemelerin şirket giderleri doğrultusunda yapıldığını ve müvekkilimin asla bireysel bir talimatla hareket etmediğini tekrar vurgulamak istiyorum. Ödemeler, şirketin rutin işleyişine aittir ve buna bağlı olarak herhangi bir yanlışlık, kişisel bir suçlama oluşturmaz. Delil niteliği taşıyan video, ses kaydı, itiraf, başka bir tanık yoksa bu sadece müvekkilimi şüpheli olarak kalmasını sağlar.”

Savcı Hanım, kafasını hafifçe eğdi ve derin bir nefes aldı. "Bunu gözden kaçırmıyoruz, Avukat Hanım. Ancak, bu kadar kapsamlı ve sistematik bir şekilde düzenlenmiş ödemeler ve özellikle Erhan Kınacı'nın ifadesi, bu işin sadece rutin bir iş ilişkisi olmadığını gösteriyor. Burada, Tuncay Bey’in davranışlarının ötesinde, bir suç örgütü faaliyeti olup olmadığı sorusu da gündeme geliyor."

Ben, sakin bir şekilde karşılık verdim. "Savcı Hanım, şu anda elimizde tek bir delil var: Erhan Kınacı’nın ifadesi. Ancak bu ifade, sadece şüpheli bir anlatımdan ibaret. Hiçbir somut kanıtla desteklenmiyor. Kamera görüntüleri, sadece bir görüşmenin kaydını içeriyor ve bu görüşmenin içeriği, kesinlikle suç işleme amacını göstermiyor. Eğer delillerinizi daha net şekilde ortaya koyarsanız, savunmamız ona göre şekillenecektir."

Savcı Hanım, biraz daha sessiz kaldıktan sonra, elindeki dosyayı masanın üzerine koyarak bir an düşünceli bir şekilde Tuncay'a baktı. Sonra, hızlıca telefonunu çıkararak bir polis memuruna seslendi.

"Telefonu alabilir misiniz, lütfen? Tuncay Bey'in telefonunu incelememiz gerekiyor. Ayrıca, bu kadar önemli bir dosyada neden kaçtığınızı da sormak istiyorum."

Tuncay bir anda irkildi, gözleri hemen telefonuna kaydı. Birkaç saniye boyunca hiç kimse bir şey söylemeden birbirlerine baktılar. Tuncay, yüzündeki gergin ifadeyi kaybetmeden telefonu teslim etti. O an, savcının telefonu incelemesiyle birlikte soruşturmanın yeni bir boyut alacağını hissedebiliyordum. Sonunda, Savcı Hanım telefonunu dikkatlice incelediği sırada sözlerini sürdürdü.

"Niye kaçtığınızı anlamıyorum, Tuncay Bey. Eğer masumsanız, neden her şüpheli durumda adım atmaya başladınız? Telefon kayıtlarınız, mesajlarınız, uygulamalarınız... Bu tüm süreci netleştirebilir." Tuncay ne kadar kaçmış olsa da bana kardeşimi vermişti. O yüzden kaçma amacından şüphe etmedim.

Tuncay, biraz daha kendini toparladıktan sonra, telefonunu vermek üzere bir hareket yaptı ama elini tekrar geri çekti. Derin bir nefes aldı, ardından gergin bir şekilde başını eğerek konuştu.

"Gerçekten kaçmak istemedim," dedi, sesi biraz titrek bir şekilde. "Ama bu kadar büyük bir dava ve içinden çıkılması zor bir durumdayken, kendimi aklayacak bir şeyler arıyordum. Kimse benim tarafımdan böyle bir şeye karışmadığımı kanıtlamazsa, bir şekilde kendimi savunmam gerekecekti. O yüzden, belki de yanlış bir şekilde hareket ettim."

Savcı Hanım, başını sallayarak gözlerini Tuncay’ın üzerine odakladı. "Yani, sadece kendinizi aklamak istediniz. Ama bu, suçlamalardan kaçmanızın mazereti olamaz.”

“Banu-” diye başladığında “Onunla bir ilgimiz yok Savcım.” Dedim. Savcı Hanım, gözlerini benden ayırmadan, ağzındaki kelimeleri yavaşça yutkunarak dinledi. Ancak hemen ardından, sert bir şekilde başını kaldırıp bana döndü. “Daha bitirmedim, Avukat Hanım!” dedi, sesi iyice keskinleşmişti.

Savcı Hanım, Tuncay’a Banu hakkında birkaç soru sordu. Kısa, ama keskin cümlelerle ilerliyordu. Ben, Banu’nun bir zamanlar Tuncay’ın sekreteri olduğunu biliyordum ama karşımda oturan kadın bunu bilmiyordu. Konu oraya hiç gelmedi. Onun yerine, Tuncay’ın dün nerede olduğunu, hangi yollardan geçtiğini ve kullandığı aracın plakasını söyledim.

Savcı Hanım, söylediklerimi not ederken yüzünde tek bir mimik bile oynamadı. Sadece kaleminin ucuyla birkaç kez dosyanın kenarını tıklattı. Ardından dosyayı kapattı, kapağın kapanış sesi odada yankılandı.

“Yeterince şey dinledim,” dedi. Sesi bu defa yorgun ama netti. “Sorgu burada sona erdi.”

Tuncay başını hafifçe eğdi, gözlerini kaçırıyordu.

Savcı Hanım ayağa kalktı, dosyayı kolunun altına aldı. Bana döndü yüzünde alaycılık vardı. “Müvekkiliniz Tuncay Soner’i, mevcut deliller ve şüphe sebepleri doğrultusunda Türk Ceza Kanunu'nun 38 ve ilgili maddeleri uyarınca ‘azmettirme’ suçundan Sulh Ceza Hakimliği'ne sevk edeceğim.” Dedi.

Tuncay dönüp bana baktı. Gözlerinde hem endişe hem de yarım kalmış bir şeylerin gölgesi vardı. Savcı odaya girmeden önce dedemden bahsediyordu. Yüzük ve dedem meselesi bir an önce çözülmeliydi.

Kapı açıldığında odadaki hava bir anlığına değişti. İçeri giren memurlardan biri, Tuncay’ın yanına yaklaşıp koluna nazik ama kararlı bir şekilde dokundu.

Önce Tuncay çıktı kapıdan dönüp bana baktığında kafamı salladım onunla sessizce yapılmış bir anlaşmamız vardı.

Savcı Hanım, Eymen’le karşılıklı duruyordu. “Son kararı hâkim verecektir.” Dedi. Eymen başını hafifçe salladı, saygılı ama huzursuzdu.

Gözüm doğrudan Eymen’e takıldı. Bir şey söylemesini beklemeden, “Ben gidiyorum,” dedim. Eymen bir adım attı.

“Nereye?”

Bir an, istemsizce arkamı dönüp Savcı Hanım’a baktım. Ne başımı eğdim ne de bir şey söyledim. Göz göze geldik. Soğuk, kısa bir an. Ne teşekkür ne başka bir şey. Sadece olması gereken bir bakış. Sonra yüzümü çevirdim.

“Dedemi görmeye,” diye yanıtladım. Sesim ne kadar sakin çıkarsa çıksın, içimde öfke çoktan kabarmıştı.

Eymen bir şey demedi. Arkamdan bakmakla yetindi. Ben ise durmadım. Bu defa onun sessizliği, benim kararlılığımdan kaçamazdı. En başında bana zorluk çıkartıp vakit kaybetmesek durum başka olabilirdi.

Arkamı dönüp birkaç adım attıktan sonra Tuncay’ın bağırmasını duyup arkamı döndüm. “Rana!”

Eymen, bir şey olacak korkusuyla birkaç adım bana doğru atmıştı, ama ben etrafıma bakarak ilerlemeye devam ettim. O anda, Tuncay’ın polisler tarafından sürüklenmeye devam ediyordu. Gözleri bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu, ama kelimeler kısıtlı çıktı ağzından. “Dedene dikkat et!"

 

Bölüm : 11.05.2025 15:32 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...