30. Bölüm

Diken Üstünde

Fâhte
faahte

"Bazen yalanlar, gerçeklerden daha gerçek olur."

Sabah olduğunda, her şey yolundaymış gibi davranmak zorundaydım. Eymen erken saatte uğrayıp ayrılmıştı, polisler kapının önünde hâlâ nöbet tutuyordu. Bir süre pencerenin kenarından dışarıyı izledim, içim içimi yiyordu. Eğer bugün bir adım atmazsam, belki de sonsuza kadar cevapsız kalacaktı her şey.

Derin bir nefes aldım ve telefonumu elime aldım. Polislerden birine mesaj attım.

“Bugün Eymen'i adliyede ziyaret edeceğim. O yüzden öğleden sonra çıkış yapacağım. Bilginiz olsun.”

Hepsi bunun içindi. Onları tedirgin etmeden, şüphe çekmeden evden ayrılmak. Böylece benim adliyeye gideceğimi sanacaklar, bana eşlik edecek bir planları da olmayacaktı.

Hızlıca üzerimi giyindim. Sade bir kot pantolon ve kalın bir mont. Saçlarımı basitçe topladım, sanki sıradan bir iş hallediyormuşum gibi görünmeliydim. Elimde bir çanta, içinde sadece cüzdanım ve eski bir defterim vardı. Dış görünüşümde hiçbir telaş, hiçbir anormallik olmamalıydı.

Polislerden biri başını kaldırıp bana baktı.

“Gidiyor musunuz, Rana Hanım?” diye sordu.

Gülümsedim, içim acıyordu ama dışımdan hiçbir şey belli etmiyordum.

“Evet,” dedim. “Sadece kısa bir işim var. Zaten Eymen’i göreceğim.”

Onlar başlarıyla onayladılar. Sırtımı dönüp yola çıktım. Attığım her adımda, içimdeki korku büyüyordu ama geri dönemezdim. Planımın bir parçası olarak, köşeyi dönünce telefonumu çıkarıp Eymen’le konuşuyormuş gibi yapmaya başladım. Elimi kulağıma götürdüm, arada bir başımı sallıyor, bir şeyler mırıldanıyordum.

“Tamam Eymen... Hıhı... Evet, adliyede buluşuruz...” Kendi kendime fısıldayarak, normal biri gibi görünmeye çalışıyordum.

Her saniye diken üstündeydim. Eymen polislerden birisini arayacak ya da polislerden birinin bir anlık bir şüpheyle telefona sarılması ihtimali bile midemi ağrıtıyordu. Sanki her an biri “Bir dakika, bir terslik var,” deyip beni kolumdan tutup geri çekebilirdi.

Bütün vücudum gergindi. Arabanın camından dışarı bakıyordum ama gördüğüm hiçbir şeyi gerçekten görmüyordum. Sadece kalbimin hızlı atışlarını, terleyen avuçlarımı hissediyordum.

Adliyenin kapısında araçtan indim, ön koltukta oturan memurun inmesiyle “Gelmenize gerek yok bence,” dedim, hafifçe gülümseyerek. “Bugün beni Eymen bırakacak. Dün geceki gibi.”

Bunu söylerken gözlerinin içine baktım. Doğal görünmek için elimden geleni yapıyordum. Dudaklarımda zoraki bir tebessüm, gözlerimde biraz yorgunluk... İkna edici olmaktan başka şansım yoktu.

Ayaklarım yere değer değmez, özgürlüğün kokusunu aldım. Şimdi adliyeden ayrılıp, asıl hedefime doğru ilerlemenin zamanıydı.

Şafak Hastanesi'ne.

Ve belki de annemin ölümünün ardındaki gerçeğe.

Adliyenin soğuk mermer basamaklarından inerken arkamdan birinin adımı seslenmesinden korkuyordum. Gözlerimi yere diktim, kimseyle göz göze gelmemeye çalışıyordum. Omuzlarımı hafifçe bükerek yürüdüm, sanki oraya aitmişim, işlerimi halledip çıkıyormuşum gibi.

Adliyeden uzaklaştıkça, ayaklarım hızlandı. Sokakta yürüyen diğer insanlara karışmaya çalıştım. Her adımda kalbim göğsüme vuruyordu, nefesim boğazımda düğümleniyordu. Bir an için dönüp arkama bakmak istedim ama kendimi tuttum.

Birkaç sokak ötede bir taksi buldum. Şansıma, köşede bekliyordu. Hemen kapısını açıp arka koltuğa atladım. Şoför dönüp bana bile bakmadı, bu iyi bir işaretti.

“Şafak Hastanesi,” dedim, sesim kısık ama netti.

Taksi harekete geçtiğinde, nihayet sırtımı koltuğa yaslayıp gözlerimi kapattım. İçimdeki korku hâlâ oradaydı, dipdiri. Her an bir devriye arabası yanımızda duracak, beni sorgulayacaklarmış gibi hissediyordum.

Camdan dışarı baktım. Binalar, insanlar, tabelalar birer bulanık leke gibi akıp geçiyordu. Akşam karanlığı şehre çökerken, ben de karanlığa doğru ilerliyordum.

Şafak Hastanesi.

Arka giriş.

Saat 19.00.

Tuncay’ın bıraktığı not cebimdeydi. O kâğıt parçası, tüm hayatımı altüst edebilecek bir anahtar gibiydi.

Ve artık dönüş yoktu.

Taksi virajı dönerken, elim refleksle çantama gitti. Telefonumu çıkardım. Ekrana baktım: bir arama yoktu ama her an bir şeyler olabilir gibi hissediyordum. Kararlı bir şekilde telefonu kapattım ve çantamın en dibine ittim. Şu anda ulaşılabilir olmak istemiyordum. Ne Eymen ne de polisler… Kimse beni izleyememeliydi.

Sonunda taksi yavaşladı. Şoför, Şafak Hastanesi'nin arka girişinin birkaç metre ötesinde durdu. İndim, kapıyı sessizce kapattım. Etrafıma bakındım. Arka giriş, ana kapıya göre çok daha tenha ve loştu. Birkaç acil çıkış lambası yanıyor, rüzgârla sallanan plastik bir tabela çık çık diye hafifçe gıcırdıyordu.

Ayaklarım titreyerek birkaç adım attım. Cebimdeki kâğıdı sıkı sıkı tutuyordum. Adım adım, beni buraya çağıran sırrın içine yürüyor gibiydim. Yutkundum. Kalbim öyle hızlı atıyordu ki, sesini neredeyse kulaklarımda duyabiliyordum.

Kapının önüne geldiğimde durdum. Etrafıma bir kez daha baktım. Kimse yok gibiydi. Ya da ben öyle sanıyordum. Arka kapının hemen köşesinde, gölgelerin arasında biri kıpırdadı.

“Sakin ol,” dedi fısıltı gibi bir sesle. Sonra ceketinin iç cebinden kalınca bir dosya çıkardı. Dosyayı bana doğru uzattı, neredeyse korkarak, aceleyle.

“Bunu al,” dedi. “İçindekiler her şeyi anlatıyor. Gerçeği öğrenmek istiyorsan bunu bir an önce oku.”

Titreyen ellerimle dosyayı aldım. O an, göz göze geldik. Gözlerinde korkudan çok, bir çeşit umutsuzluk vardı. Sanki bana son şansını veriyormuş gibiydi.

“Okuduğunda... kime güvenmen gerektiğini anlayacaksın,” dedi ve ardından arka sokağın karanlığına doğru hızla uzaklaştı. Bu sefer onu durdurmadım. Çünkü elimde tuttuğum dosya, artık hayatımda yeni bir dönemin başlangıcıydı.

Dosyanın kapağını açmadım. Henüz değil. Ellerim dosyanın üzerinde duruyor, kalbim deli gibi atıyordu. Hastanenin duvarına yaslandım. Derin bir nefes aldım.

Dosyanın içeriğini okurken, gözlerim hızla satırlarda kayıyordu. Ne kadar uğraşsam da kelimelerin arasında kayboluyordum. Her bir cümle, içimdeki korkuyu daha da büyütüyordu. “Boğulma sonucu ölüm... 6,5 aylık hamile... doğumu tetikleyen ilaçlar... terk edilmiş ev... bebek yok... intihar gibi görünen ama cinayet olabilecek bir durum...” Bunları okurken içim sıkışıyordu, midem bulanıyordu.

O kadar uzun bir süredir bu gerçeği istemiştim, ama bu şekilde öğrenmek, bu kadar korkunç bir şekilde karşılaşmak... Her şeyin tersine dönmesi, her şeyin başka bir anlam kazanması... Her şeyin planlanması bu dosyada yer alması bunun bir kişinin elinden çıkmadığını gösteriyordu.

Derin bir nefes almak istedim ama boğazımda bir şey vardı. Okudukça, içimdeki sesler daha fazla çığlık atmaya başladı. Sanki o kadının ölüme nasıl sürüklendiğini, kimlerin buna göz yumduğunu bilmek, beni de içeri çekiyor gibiydi. Tüm o ilaçlar, o terk edilmiş ev, kadının ölümünden sonra kaybolan bebek… Hepsi birer ipucu, hepsi birer fırlatılan taş.

Gözlerimi kapattım bir an. Yavaşça, derin bir nefes aldım, ama her şey hâlâ önümdeydim. “Yalnız değildi,” diye fısıldadım.

Bu dosya bana bir şeyler anlatıyordu, bir şeyler gözlerimin önünde şekil almaya başlamıştı. Tuncay, Tuncay’ın oğlu Oğuz yaşı tam yirmilerde babama benzeyen bir genç.

Dosyayı sıkıca tutarken, bir anlığına dikkatim dağıldı ve elimdeki kağıt yere düştü. O kadar derin düşüncelere dalmıştım ki, fark etmedim bile. Dosyanın düşmesiyle birlikte, içimdeki tüm dünya bir anda alt üst oldu. Bir anda, sanki yerle gökyüzü birbirine karışmış gibiydi. Dizlerim titredi, dengeyi kaybettim ve bir adım geriye attım. Sanki her şey yerinden oynuyordu.

Yavaşça yere çömeldim, ellerimle kafamı tutarak, gözyaşlarımın önümdeki dosyanın üzerine damlamasına engel olamıyordum. O an, içimdeki tüm korku, öfke ve çaresizlik patladı. Ne yapacağımı ne hissettiğimi bile bilemedim. Gözlerim, bu dosyayı okuduğumda, bir anda önümde açılan uçurumun derinliklerine bakar gibi oldu.

Kendimi yere bırakıp, ellerimi gözlerime kapatarak ağladım. Her şey o kadar ağır geliyordu ki, bir an, tüm vücudumun bu yük altında ezildiğini hissettim. Bu, sadece bana ait olmayan bir sır değil, aynı zamanda ailemin, annemin ve Tuncay’ın karanlık geçmişinin de yüküydü.

Ağlamam, bana ait olmayan bir hayatın, acıların ve gizli kalmış yılların üstüme yığılışı gibiydi. Oğuz, kardeşim... Annem, Tuncay... Birbirine bağlı her şey, her gizem bir anda ortaya çıkmıştı ve ben birden, geçmişin gerisinde kaybolmuş bir yaprak gibi savruluyordum.

Kafamda tek bir düşünce vardı: “Nasıl dayanabilirim?” Ama cevabı yoktu. Hiçbir şeyin anlamı yoktu. Daha fazla dayanamayacağımı hissettim. Ellerimle yüzümü kapatarak, tüm bedenimle ağladım. Ama bu ağlama bir rahatlama değildi, bu, bir felaketin, bir katliamın içindeydim ve hiçbir şeyin doğru olmadığı bir dünyada kayboluyordum. Bir an bile rahatlayamadım. Her ağlamam, içimde daha da büyüyen bir boşluk oluşturuyordu.

Birkaç saniye sonra, düşüncelerim beni bir yere götürdü. Çatının tepesine çıkmak, bir adım atmak, tüm bu karmaşadan kurtulmak… Belki de çözüm buydu. Başımı kaldırdım ve gözlerim, uzaklarda bir silüet gibi görünen hastanenin tepe katlarına odaklandı.

Bir an gözlerimi kapattım, bir adım atmamla her şeyin sona ereceğini hayal ettim. Tuncay’ın gizlediği, annemin öldüğü, Oğuz’un kim olduğunu öğrendiğim bu anda, hiçbir şeyin önemi kalmamıştı.

Gözlerim kararmaya başladı. Yerdeki kağıtlara odaklanmaya çalıştım ama olmadı başım döndü. Her şey bulanıklaşırken, vücudum tamamen ağırlaştı.

Gözlerimi yavaşça açtım. İlk fark ettiğim şey, vücudumun ne kadar ağır olduğuydu. Bir yerlerde, sol kolumda soğuk bir şey vardı – serum. O iğrenç plastik tüp, damarlarıma bağlıydı. Tüm kaslarım gevşemişti, vücudumda bir ağırlık hissi vardı. Derin bir nefes almak istedim ama burnumda keskin hastane kokusu vardı. Keskin ve ağır bir koku.

Başımda bir ağırlık vardı, gözlerimi açınca rahatsız edici beyaz ışıklar gözlerimi kamaştırdı. Işıklar, odamın her köşesini aydınlatıyor ama aynı zamanda içimi rahatsız ediyordu. Gözlerimi kısarak odanın içinde biraz daha netleşmeye çalıştım.

Gözlerim odanın her köşesinde gezinirken, birden aklıma gelen tek şey bir dosyaydı. O dosya… O kağıt. Tuncay’ın bana verdiği kağıt. Derin bir nefes aldım, bir an gözlerim karardı, ama sonra hafifçe kendimi toparladım.

Derin bir nefes aldım, ama o an bile içeride bir şeyler sıkışıyordu. Hızla yataktan kalkmaya çalıştım, ama başım döndü. O kadar güçlü bir baş dönmesi geldi ki gözlerim kararmaya başladı. “Dosya... Dosya nerede?” diye mırıldandım. Gözlerim odada hızlıca gezinirken, her şey birden ne kadar büyük ne kadar kafa karıştırıcı oldu. Yavaşça başımı çevirdim, o dosyayı arıyordum. Dosya olmadan hiçbir şeyin anlamı yoktu. O kağıt, o lanet olası kağıt… Her şeyin çözümü oradaydı.

Bir an, ellerimle soluk şekilde yataktan tutundum, odanın sakinliğine aldırmadan “Dosya...” diye tekrar ettim, dudaklarımdan çıkacak kelimeleri zorla buluyordum. “Dosya nerede?”

Bir hemşire hızla yanıma geldi, telaşlı ama sakin bir şekilde, “Sakin olun, hanımefendi. Şu an iyileşmeniz önemli,” dedi ama ben onu duymuyordum bile. Gözlerim sadece masada bir şey arıyordu.

“Dosya,” diye fısıldadım tekrar.

Hemşire hızlıca geri döndü, elinde bir dosyayla. “Bu mu?” dedi.

Ellerim titreyerek, ona bile bakmadan dosyayı aldım. İçimden bir şeylerin doğru olduğuna inanmak istiyordum, her şeyin sonunda bana bu dosya bir yol gösterecekti. O kadar karmaşık ve kaotik bir şekilde dünyam sarsılmıştı ki, bu kağıdın içindeki gerçekler bir çıkış yolu olabilirdi. Yavaşça dosyayı açtım, gözlerim hızla satırlara kaydı, ama kolumdaki serum, başımdaki ağrı, ışıkların rahatsız edici parıltısı… her şeyin içinde bir türlü odaklanamıyordum.

Hemşire, dosyayı elime sıkıca yerleştirirken yavaşça bana yaklaştı. Gözlerim hala dosyaya takılı kalmıştı, ama o, sakin bir sesle bana sorusunu yöneltti: “Sizin için bir yakınınız var mı? Size yardımcı olabilecek biri?”

Yavaşça başımı çevirdim, hemşirenin bakışları endişeliydi ama ben ona cevap veremedim. Bir şeyler söylemek istedim, ama kelimeler boğazımda düğümlenip kaldı. “Yakınım yok,” diye mırıldandım, gözlerim hala titreyerek satırlarda gezinmeye devam ediyordu. “Ben ne zaman çıkabilirim?”

Hemşire biraz daha yaklaştı, yüzündeki endişe ifadesi kaybolmamıştı. Sanki ne söylediğimi tam anlayamamış gibi, hafifçe başını eğdi. “Şu an için dinlenmeniz gerek, hanımefendi,” dedi, sesi nazik ama kararlıydı.

Başımı tekrar yastığa yasladım, ama gözlerim hâlâ dosyada. “Ben... çıkmam gerek,” diye tekrar ettim, ama bu kez sesim daha zayıf, belki de umutsuz bir tonla.

Hemşire, sesiyle beni tekrar gerçekliğe çekmeye çalıştı. “Dinlenmeniz önemli, yakında her şey düzelir ucunda ölüm yok ya.” Hemşirenin söyledikleri bir anda bana, bir ok gibi saplandı. “Ucunda ölüm yok ya,” dediğinde, birden her şeyin ne kadar ters olduğunu ne kadar boş bir gerçeklik sunduğunu fark ettim. “Şu an çıkmanız mümkün değil.”

Bir köşede, dolabın içine konmuş çantamı fark ettim. Çantayı unuttuğumu düşünmüştüm ama şimdi ona doğru kaydım. Kolumda serum olsa da ellerim titreyerek çantayı açtım. İçine bir göz attım, birkaç nesne ve en son baktığımda unuttuğum telefonumu elime aldım.

Rehbere girip Eymen’i aradım. Telefon ilk çalışta açıldığına Eymen’in sesi, hemen yanı başımdaymış gibi kulağımda yankılandı. “Rana, nerede olduğunu söyle, seni bulmaya çalışıyorum!” dedi, sesi gergin ve biraz da telaşlıydı. Telefonu kulağımda tutarken, aklımda birçok şey birbirini takip ediyordu. İlk hangi olaydan bahsedeceğimi bilemedim bir süre sessiz kaldım Eymen sürekli bir şeyler sormaya devam etti. “Benim.” Dedim önce sonra durdum söylemesi o kadar zordu ki kabul etmesi hiç kolay değildi.

Söylemeye çalışıyordum derin bir nefes aldım, kurumuş dudaklarımı yaladım bir nefes daha aldım. “Benim bir kardeşim varmış.” Dediğimde bu cümle ilk defa ağzımdan çıktı.

Eymen’in sesindeki gerginlik, içimdeki karanlıkla birleşince daha da yoğunlaştı. “Ne demek ‘kardeşim varmış’?” dedi, sesi yine telaşlı ama biraz da anlamaya çalışan bir tonla. Bunu anlaması ne kadar zor olabilirdi ki?

“Eymen…” diye başladım, bir an daha sessiz kaldım. Kardeşimin varlığını ilk kez ağzımdan duyduğumda, bu gerçeklik, o kadar garipti ki bir yanda yutkunamıyor, diğer yanda doğru şekilde açıklayamıyordum. “Eymen, annem hamileymiş.”

O an, telefonu biraz daha sıkı tuttum. Bunu söylemek, içimi boşaltmak kolay değildi. Eymen suskun kaldı, sanki söylediklerimi iyice sindirmeye çalışıyordu. Bir süre sonra, derin bir nefes aldı ve sakinleşmiş bir şekilde yanıtladı.

“Oğuz?” dedi. “Bunu nasıl öğrenebildin, Rana? Neredesin?”

“Eymen, ben ne yapacağım?” Eymen’in sormadığı her soruyu, aklımda tekrar ediyordum. “Ne yapacağım?” diye fısıldadım, sesiyle hiç cevap vermemiş gibi.

Belki de buradan gitmeliydim, herkesi bırakmalıydım, gitmeliydim adımı, soyadımı her şeyi değiştirmeliydim, dil biliyordum her şeyi satıp gidebilirdim. Buradan kaçmalıydım, herkesten, her şeyden uzaklaşmalıydım. Yabancı bir ülkeye, bir yerlere gitmeli, yeni bir hayat kurmalıydım. Artık eski ben yoktum, geçmişin gölgesinden kaçmak gerekiyordu. Kendi kimliğimi kaybetmeli, adımı ve geçmişimi silmeliydim.

Hastane kapısının açıldığını duyduğumda başımı kaldırmadım. Zaten kimin geleceğini biliyordum. Adımlarını tanıyordum, nefes alışını bile. Dosyayı kucağımda sıkı sıkıya tutuyordum, sanki elimden alırlarsa ben de darmadağın olacaktım. Eymen yaklaştı. Yanıma oturdu. Bir şeyler mırıldandı ama dinlemedim. Gözlerimi kapalı tuttum. Görmek de duymak da istemiyordum. Artık hiçbirine vaktim yoktu. Ne onun korumacı bakışlarına ne de acıyan ses tonuna. Hayatımda çok daha önemli şeyler vardı şimdi.

Serumum bitince hemşire geldi, beni taburcu edeceklerini söyledi. O an bile dosyaya sarılmaktan vazgeçmedim. Eymen hemen montunu çıkardı, omuzlarıma koydu. Onunla sürüklenir gibi hastaneden çıktım. Konuşmuyordum. Cevap vermiyordum. Sadece ilerliyordum, sanki vücudumu kendi isteğimle değil de biri itiyormuş gibi.

Arabaya binerken kapıyı açtı, eğildi, kemerimi taktı. Yine. Haftalar önce yaptığı gibi. Camdan dışarı bakmaya başladım. O yol boyunca kaç kere konuşmaya çalıştı hatırlamıyorum.

Evin önünde durduğumuzda yine kapımı açtı. Elini uzatır gibi oldu, ama ben kendi başıma çıktım. Adımlarım hızlı değildi, acelem yoktu. Zaten hiçbir yere yetişemeyecektim. Kapıyı açtım, içeri girdim, o da peşimden geldi. Dur demedim. Git de demedim. Hiçbir şey demedim.

Üstümde olan montu çekip uzattım. Dosyayı kucağımdan bırakmadım. İçeri yürüdüm. Arkama bakmadım. Eymen hâlâ kapının önündeydi, sanki ne yapacağını bilmiyordu. Belki bir şeyler söylemek istedi, belki bir adım daha atmak, ama ben onu görmedim. Görmek istemedim zaten ona bu halimin sebebini söylemiştim.

Babamın dosyasının yanında aldığım, anneme ait olan... Parmaklarım titrerken tek elimle dosyayı karıştırmaya başladım. Sayfalar arasında gezindim. Aradığım bir şey vardı. Bir tutarsızlık, başka bir delil, bir ipucu... Eğer Tuncay doğru söylüyorsa, benim elimdeki adli tıp raporu, arşivde bulduğumdan farklı olmalıydı. Farklı olmalıydı. Olmazsa...

Gözlerim satırların üzerinden kayarken Eymen hâlâ oradaydı. Hissediyordum. Susuyordu.

Ben sayfaları çevirirken, zaman ağırlaştı. Her yaprağın hışırtısı odanın içine yayıldı, sessizliği kesen tek şey bendim. Bir yanda kağıtlar, diğer yanda nefes alışlarım.

Sonunda, aradığım şeye ulaştım. Gözlerim bir satırda takılı kaldı. Tarihler uyuşmuyordu. Otopsi raporundaki imza tarihi, ölüm belgesindeki tarihten birkaç gün sonraydı. Böyle bir şey mümkün değildi. Belge doğruysa annem, öldükten sonra tekrar muayene edilmişti. Ya da birileri tarihi değiştirerek bambaşka bir hikâye yazmıştı; bebek doğduğuna dair işaretler ‘anlamlandırılamayan izler’ olarak geçiyordu. Doğum ya da hamilelik yazılmamıştı. Doğrudan net ifadeler yerine kesinleştirilmemiş cümlelerle doluydu.

Boğazım kurudu. Yutkundum ama sesim çıkmadı. Bir an dosyayı kapatıp yere fırlatmak istedim, ama elim titreyerek onu masanın üzerine geri bıraktı. Tuncay benden fazla şey biliyordu ve kendini kurtarmak için ilerleyebildiği kadar gidecekti. Haklıydı annem ölürken yalnız değildi.

Eymen bir adım attı, sesi duydum. Ahşap zeminde hafif bir gıcırtı.

“Rana...” dedi, sesi kısık, neredeyse çekingen.

Başımı kaldırmadım. Cevap vermedim. Onunla konuşacak gücüm yoktu. İçimdeki öfke ona değil, bana değil... zamana, insanlara, unutulmuş adaleteydi.

“Senden tek bir şey istiyorum.” Dedim fısıldar gibi,

“Hiçbir şey yapma. Hiçbir şey söyleme. Sadece... bırak beni.”

Başımı kaldırmadım, ona bakmadım. Zaten bakacak hâlim yoktu. Ellerim dosyanın köşelerinde gezinirken, parmaklarımda biriken soğukluk bütün bedenime yayılıyordu.

Arkamda, sessizce, olduğu yerde durduğunu hissettim. Belki birkaç adım daha atmak istedi, belki gelip dosyaları elimden almak, bana 'artık yeter' demek... Ama yapmadı.

Yapmamalıydı da.

“Git Eymen.” Dedim ona dönerek, bu kez daha güçlü bir şekilde.

“Hayır,” dedi, sesi alçak ama kesin. “Seni burada böyle bırakıp gitmeyeceğim.”

Tüm gücümü toplayarak dosyayı kucağımdan bırakmadan ona doğru bir adım attım.

Bir elimle kolunu tuttum, sert ama çaresiz bir tutuştu bu.

“Beni anlamıyorsun,” dedim.

Sanki onu itebilecekmişim gibi, sanki kolundan tutunca biraz olsun ağırlığını kaldırabilecekmişim gibi.

Eymen kıpırdamadı.

Olduğu yere mıhlanmış gibi durdu.

Sadece bana baktı.

Beni görüyordu, sözlerimin ardındaki sarsıntıyı, suskunluğumun çığlığını.

“Rana,” dedi kısık sesle, “biliyorum, her şey çok ağır. Ama ben buradayım. Gitmemi istiyorsan bile... burada dururum.”

Baktım ona. Elim hâlâ kolundaydı, ama gücüm çoktan tükenmişti. “Git zaten çok yorgunum, sen git,” dedim, kelimeler zorla çıkıyordu ağzımdan. “Gücüm yetmiyor, kıpırdamıyorsun bile. Sen dönüp git.”

“Rana,” dedi, bu sefer sesi biraz daha yüksek, ama hala o sabırlı, sakin tonda.

“Gitmiyorsan sessizliğime alış.” dedim ona. Başka bir şey söylemeden odadan çıktım. Dolabın bir köşesinde unuttuğum eski bir sigara paketi buldum. Ne zamandan kaldığını bile hatırlamıyordum, ama umurumda da değildi. İçimdekini susturacak bir bahaneye ihtiyacım vardı. Paketi aldım, balkona çıktım.

Aralık ayının soğuğu suratımda tokat gibi patladı. Hava keskin ve sertti. Rüzgar, sanki içimden bir şeyleri söküp atmaya çalışıyordu. Parmağımın ucuyla titreyerek sigarayı yaktım. İlk nefesi çektiğimde ciğerlerim yandı ama iyi geldi. Hiçbir şey düşünmeden, sadece üfledim dumanı karanlığa.

Balkona bir şey giymeden çıkmıştım sadece siyah ince bir kazak vardı üstümde çok kısa süre sonra geldi yine bir şeyler bıraktı omzuma.

“Bugün kar yağacak,” dedi.

Sesini duyduğumda gözlerimi kapadım. Soğuk hava, sigaranın keskin kokusu, Eymen’in varlığı... Hepsi birbirine karıştı. Gözlerimi açtım, uzaklara baktım. O an kar yağsaydı, belki her şey örtülürdü, belki bazı acılar bile görünmez olurdu.

Ama kar henüz yağmıyordu.

“Sana istediğin gibi bir aile veremem.” dedim fısıltı gibi bir sesle, gözlerimi hâlâ uzaklardan ayırmadan. Sözlerim rüzgârın içine karıştı, belki ona ulaştı, belki de kayboldu. Ne kendimi savunacak hâlim vardı ne de onu incitecek.

Gerçek olan bir tek şey vardı: Ben eksiktim. Paramparçaydım. Ve onu, beni kurtarmaya çalıştığı bataklığa daha fazla çekemezdim.

“Sana sıcak bir ev, kahkahalarla dolu bir hayat veremem,” diye devam ettim, dudaklarım zar zor hareket ederken. “Sana,” dedim sonra sadece onu içine almayı doğru bulmadım çevrelerimiz birdi. “Sizi mutluymuşum gibi iyiymişim gibi kandırmayı denerim, bugüne kadar nasıl yaşadıysam yine öyle bir şekilde…” üşüdüğüm için titredim bir an susmak zorunda kaldım, yerimde sallandım. “Devam ederim başka işler kafamı dolduracak uğraşlar bile bulurum.” Dedim. Bu kez yutkunduğumda “Eymen seninle evlenirim, evliliğim için kaygı duyarım, savcı olduğun için kaygı duyarım bir çocuğumuz olur onun için kaygı duyarım…”

Bir adım geri attım, sanki ağzımdan dökülen her kelime beni biraz daha yoruyordu.

“Eymen,” dedim titrek bir sesle, “sonra o çocuk büyür, ben ona kaygı olurum. Bir gün benim gibi eksik olur diye korkarım. Sürekli korkarım. Hiç geçmez.” Ellerimi üşümüş parmaklarımın arasında ovuşturup sigaramı unuttum, külü yere savruldu rüzgârla.

“Sen benim kurtarıcım değilsin, Eymen. Olmamalısın. Hayatımdaki rolün bu kadın ne zaman bu düşüncelerinden vazgeçecek diye düşünmek olmamalı.” Cümlem bittiği an onun sesi duyuldu. “Ben razıyım,” dedi. “Böyle olmana, böyle hissetmene... Şu an neye inanıyorsan, ona da razıyım.” Eymen başını bana doğru çevirdi.

Ellerimi soğuk demire yasladım. “Şu halinle,” dedi, sesi derin ve kesin, “söylediğin hiçbir şeyi yapmayacağım. Gitmeyeceğim.” Derken gözlerimi kırpmadan ona bakıyordum.

Eymen devam etti, bir adım daha bana yaklaştı. “İstersen bana iyiymiş gibi yap,” dedi, sesi hafif titredi bir anlığına ama hemen topladı kendini, “beni buna inandır... yine de git de gitmem.”

“Tanıştığımız ilk gün,” dedi, sesi geçmişin sıcaklığına kayarak, “O gün... ‘eve girip bakmak istiyorum. Bana savcı mı lazım?’ diyen kadının gözlerini çok net hatırlıyorum.”

İçimden bir şey cız etti.

O günü... o kadını...

Kimseden medet ummayan, kendi kendine yeten, dik duran hâlimi...

Eymen, usulca başını salladı, aynı kişiyi tanıyorduk şu an benimle uzaktan yakından alakası olmayan kişiyi.

“Senin gözlerin,” dedi, “tekrar o şekilde bakana kadar... Hiçbir söylediğinle beni buradan kovamazsın.” Eymen, adımlarını hızlandırırken bir an duraksadı, ama yine de devam etti. Benim onu durdurmaya çalışmam, bir anlam ifade etmiyordu ama o yine de yaklaştı. Bir adım daha atıp, kollarını bana sararken, ben kendimi çekmedim. Ne kadar git desem bile ona ihtiyacım vardı.

“Canım yanıyor,” dedim, sesim titredi. “Korkuyorum. Böyle nasıl yaşanır bilmiyorum. Oğuz’a ne diyeceğim bilmiyorum.”

“Bunu birlikte halledeceğiz,” dedi Eymen, yavaşça saçlarımın üzerine eğildi ve hafif bir öpücük bıraktı. Bir an sessizce bekledim, sonra Eymen’in ellerini nazikçe omuzlarımdan çekip, salona doğru yönelirken yavaşça ardımdan yürüdüm.

Balkonun soğuk havası ardımda kaldı, o içeriye girdiğimde sıcaklık biraz daha arttı. Gözlerim salona odaklandığında, Eymen'in bana eşlik etmesiyle o anın bana verdiği huzurun peşinden gitmeye başladım. “Biraz dinlen,” dedi, Eymen, yüzünde hafif bir gülümseme ile bana döndü ve “En son ne yedin?” diye sordu, gözleri merakla parlıyordu.

Bir an düşündüm, sabah kahvaltısı dışında pek bir şey yememiştim. “Sanırım bir şeyler atıştırdım, ama ciddi bir şey değildi,” dedim, hala daha fazla konuşmaya bile gücüm yoktu.

Eymen bir an sessiz kaldı, sonra “O zaman ben sana bir şeyler hazırlayayım,” dedi sonra mutfağa doğru adım atarken başını çevirdi ve “O zaman belki de sıcak bir çorba iyi gelir, ama senin ne canın çekiyor, biraz da ona göre yapalım.” dedi.

“Bence fazla uğraşma,” dedim, hafifçe gülümsedim. “Bana fark etmez, sen nasıl istersen öyle olsun.” Eymen, gülümseyerek elimi tuttu ve beni nazikçe mutfağa doğru yönlendirdi. “Gel,” dedi.

Eymen, mutfakta hazırlık yapmaya başlamadan önce, gömleğinin kollarını sıvayarak hareket etmeye başladı. Gözlerini mutfak tezgahına odaklamıştı, ama bir yandan da etrafına bakıyordu, “Önlük arıyorum Rana Hanım.”

“Ne gerek var?” dedim, gözlerim yarı kapalı, bir yorgunluk vardı sesimde. “Bunu giymek zorunda değilsin.”

Eymen, bir an bana bakıp gülümsedi, sonra eğilip mutfak dolabını karıştırmaya devam etti. “Bence gerekmeli,” dedi, “Beyaz gömlekten leke çok zor çıkıyor.” Eymen’in takıntılı ve düzenli hali her zaman olduğu gibi bu sefer de devreye girmişti.

“Alırım sana bir gömlek.” dedim, “Beni şımartma,” dedi, ama sesinde yine o alaycı, neşeli ton vardı.

Eymen, mutfakta hızla işini yaparken bir an bana bakıp hafifçe gülümsedi. “Ben yanındayken hep uyuyorsun Rana,” dediğinde gözlerimi araladım, yanağımı elime yaslamıştım.

“Belki de…” dedim, gözlerimi yavaşça kapatırken, “Bu kadar uzun zamandır kimseye kendimi emanet edemediğim için... Şimdi yanımda sen varken, ruhum biraz olsun dinlenebiliyor.” Sözlerim havada asılı kaldı birkaç saniye. “Bu güvenimi tekrar boşa çıkartma, Eymen,” diye fısıldadım, neredeyse kendi kendime söyler gibi. O an, Eymen’in yüzündeki gülümseme silindi. Gözlerinde garip bir ciddiyet oluştu. Şaka yapmadı, lafı çevirmedi.

“Sen güven istiyorsun ama… güvenmenin sonu yok ki, Eymen,” dedim, gözlerim kapanırken, kelimelerim ince ince işledi içimi. “İnsan bir kere boşluğa düşmeye görsün, bir daha kimseye tutunamıyor.”

Eymen, söylediklerimi sindirirken bir adım geri çekildi. “Hayatındaki herkes yalan söylemiş, git dediğin gitmiş, beklediğin şeyler bu, değil mi?” dediğinde, sesindeki ton sert değildi, ama sözleri, tüm bedenimi bir soğuklukla sarstı. Sanki içimi okumuş gibiydi, her şeyi doğru tahmin etmişti. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, o an, bana hissettirdiği şeyleri kolayca açıklayamıyordum.

Eymen sessizce başını salladı. “Bu kadar kolay olmasın,” der gibiydi, ama yine de bir şey söylemedi. Ben de duygularımı içime gömmek istercesine sonra ağır hareketlerle oturduğum sandalyeden kalktım. “Uyuyalım,” dedim yumuşak bir sesle. “Sabah burayı birlikte hallederiz.”

 

 

 

Bölüm : 28.04.2025 00:56 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...