
“İnsan insanı kendisi tamamlar, içinde başka dışında başkasın eksikliğin fazlana elbet bulaşacak, öbürü sığacak bunun derisine yoksa sabaha sağ çıkamazsın.” -Atilla İlhan
⚖
Susarak geçirdiğimiz dakikalar sonunda Eymen’in duası mıydı, bilemem telefonu çaldı ve hiç planda yokken bu gece nöbete gitmek için hazırlanmaya başladı belki kalsaydı telafisini yapacağım kavgamızın özrü rafa kalktı.
En son aynanın önünde kravatını yaptıktan sonra siyah kaşe kabanını üzerine giyerken zaten onu izliyordum. Söylemek için an kolladığım bir zaman vardı ama yüzüme bakmıyordu.
“Sabaha kadar gelmem.” Dediğinde kapıya yürüdü peşinden birkaç adım atmıştım. “Sakinleşirsin sabaha… daha az kırıcı olursun tekrar konuşuruz.”
“Eymen.” Dedim ama bir şey ifade etmedi. Kapıdan çıktığında bir süre gözlerim dolu kapıya bakakaldım. Bu tavrı hakketmiştim.
Salona geri döndüğümde kutusundaki ağaç, poşetlerden çıkmamış süsler ve çoktan yerini bulmuş kum taneleriyle tek başıma kalmıştım. Önce yere oturup ağaç kutusunu önüme çektim, kutusundan çıkarttım kurmak istediğim yeri seçerek oraya koydum. Ağacın dallarını açmaya başladığımda en azından bir süredir kendimi tuttuğum şey oldu; burnum yanmaya, gözlerim dolmaya başladı.
Haksızdım. Evet ama bu haksızlığın sadece sevgi konusunda olduğunu hâlâ savunabilecek düşüncedeydim. Konuşmamızda ya da tartışmamızda her neyse sadece sevgisinden şüphe ediyormuş gibi göründüğüm son dakikalar haricinde haksız değildim.
İlk geldiğim gün o eve birlikte gitmiştik kapıyı benim için Eymen açmıştı, evde kan izlerini bulduğumda o vardı; gizli odayı bulduğumda, anneannemin aslında o olmadığını öğrendiğimde yanımdaydı… bu ve bunun gibi birçok şeyi saklamadan yaşamıştım bilmediğini düşündüğüm hiçbir şey yoktu dede haricinde.
Düğünden önce olan her şeyden net bir şekilde haberi vardı. Düğünden sonrasında ise kendi elleriyle ördüğü duvardan ne gibi bir kapı aralanmasını bekliyordu? O zamanları ya da geçmişi anlatıp anlatmamak benim isteğimle olmalıydı.
Bir şeyler benim için hâlâ çok zordu. Birilerine tüm hayatımı anlatmak çok zordu ama sorun sadece anlatmak değildi Eymen’in biri olmamasından kaynaklanıyordu. Onun beklentisini karşılayacak kadar şeffaf bir evlilik yürütmüyordum. Hissettiklerimi, düşündüklerimi, gelecekten beklentilerimi sormadığı müddetçe anlatmıyordum. Kapalı dört köşeli bir kutuydum artık.
Dedeyi ilk günler huzurevi ve hastaneler arasında taşıyıp ifade işleri tamamlanana kadar kaçırmıştım. Davanın görülmesi çok yakındı ama ne yapacaktım bilmiyordum. Mahkemede onu zorla tuttuğumu söyleyebilirdi. Ben onu mahkemeye götürmezsem Savcı Ahmet yakalama kararı çıkartabilir her yerde dedeyi aratabilirdi ya da dede bütün bunlara dayanamaz zaten ölürdü. Hiçbirisi olmasa Eymen bir gün onu birlikte görmemiz gerektiğini söyleyecekti. Bu ihtimaller içinde yine hepsi ayağıma dolanacaktı.
Birbirimizden beklentilerimiz farklıydı artık. Ben nasıl adalete artık güvenmiyorsam Eymen ısrarla güveniyordu. Ben nasıl dedenin yaşamasını istemiyorsam Eymen verilecek makul bir ceza ile yaşaması gerektiğini düşünüyordu. Ben nasıl bu şekilde yaşamakta zorlanıyorsam Eymen bu sorunları aşınca her şeyin geçeceğini savunuyordu. Ben, kendimin en kötü tarafıysam o iyi tarafım gibiydi. Her şey kurallara uygun olsa zaten onun istediği gibi olacaktı ama ben… bunu istediğimden emin değildim. Zarar görmeliydi bir karşılığı olmalıydı ve bunu ölmeden önce görmeliydim. Sadece bu şekilde devam edebilirdim.
Bir tarafını süsledim. Elimden geldiğince gri-sarı parlak topları astım. Dalların arasından ledleri geçirdim. Aralara küçük ışıklı hediye paketlerinden koyduğumda artık yorularak bıraktım. Son olarak en üste koymam gereken yıldızı koymadan orta sehpanın üzerine bıraktım.
Işıkları kapattım. Ev birden loşlaştı. Küçük ledlerin titrek parıltısı hâlâ görünüyordu ama artık gözüm başka bir şey görmüyordu gözlerim ağrıyordu ve netlik azdı. Yorulmuştum bugün.
Telefonumu aldım. Ekranı açtığımda bildirimler vardı. Cevapsız aramalar, birkaç mesaj. Ama ne Eymen'den ne de Oğuz’dan. Geç dönsem bile bir şey demeyeceğini düşündüğüm insanlardı. Silmedim ama okumadım bile. Sadece ekranı kapattım. Çünkü bu gece, ihtiyacım olan tek şey, birinin gelmesi değil, benim gitmeye cesaret etmemdi.
Banyoya girdim. Musluğu açtım. Soğuk suyu avuçlarıma aldım, önce yüzüme, sonra enseme bastım. Su damlaları yanaklarımdaki sıcaklığı alırken, gözyaşımın ne zaman bittiğini anlamadım. Aynaya döndüm. Kirpiklerim birbirine yapışmıştı. En azından çoktan akmış makyajımı az çok toparlayabilirim diye düşünüp sadece gözaltı morluklarımı kapattım.
Sadece holün ışığı açıktı. Kabanımı giyip dışarısı soğuk olduğu için düğmelerini ilikledim. Telefonumu almadığımı fark edip onu aldım. Evin anahtarı arabanın anahtarı derken en son cüzdanımı aldım.
Kapıyı çektikten sonra kilitleyip ilk basamaklardayken telefonumu çıkartıp Eymen’i aradım. İki kez çaldı. Üç. Dört.
Açmadı.
Cevapsız arama ekranı elimde yanarken, apartmanın giriş kapısına ulaşmıştım. Adımlarımda ister istemez bir telaş oluşmuştu. Artık bildiğim polis aracına gözlerim değer değmez kapısı açıldı. İçinden sivil giyimli memurlardan biri indi.
“Savcım çıkalı baya oldu,” dedi, ceketini düzelterek.
“Bir sıkıntı mı var Avukat Hanım?”
Başımı hafifçe salladım.
“Yok,” dedim kısık ama net bir sesle. “Ben de adliyeye geçiyorum.”
Adliyeye adımımı attığımda, koridorlar sessizdi; sadece uzaklardan yankılanan ayak sesleri duyuluyordu. İçimde bir ağırlık vardı; neye hazırlanacağımı tam olarak bilmiyordum. Gözlerim arada kapıların arkasında kalan odalara kayıyordu.
Kapıyı çaldım.
Bir, iki saniye bekledim. Ses gelmeyince kulpu çevirdim ve içeri girdim.
Boştu.
Odaya adım attığımda önce anlam veremedim; montu ve cübbesi askıya asılıydı, kahve fincanı boştu ama masadaki dosyalar açık kalmıştı. Sanki biraz önce buradaydı da bir telefonla aceleyle çıkmış gibi…
Yavaşça içeri girdim oturmadım. Pencereye yürüyüp perdeleri araladım. Karanlık çoktan yerini almış bugüne özel telaş çokça belli oluyordu.
Masanın ucuna iliştim. Kalem kutusundaki bir kalemi aldım, sonra bıraktım. Avuçlarımın arasına yüzümü gizledim, bekledim ama ağlamadım. Belki geri gelir diye bekledim gözüm kapının olabilecek her hareketini izledi.
Zaman geçmiyordu. Sonunda kalktım. Kapıdan çıkıp tekrar koridora baktım. Ne bir ses ne bir gölge. Yürümeye başladım, merdivenler dönüp dolaşıyor, koridorlar birbirine benziyor. Her köşe aynı, her ışık yorgun. Kendi adımlarımı duya duya ilerledim. Birkaç savcı odası geçtim… sonra döndüm. Tam o anda, uzak bir koridorun başında… onu gördüm.
Olduğu yerde durmuştu, yüzü bana dönüktü. Ben de durdum.
Aramızda şu anlık sadece uzaktan bakabildiğimiz karşılıklı bir koridor vardı. O an içimdeki bütün o kırık dökük cümleler sustu beni görüyordu. Bir adım atmadım. Ama elim telefonuma gitti. Aynı anda onun da gitti öncelik onun oldu hemen aramayı açtım. “Sabahı bekleyemedim.” Dedim. Sonra aynı anda yürümeye başladık. “Daha az kırıcı olacağım.” Diye ekledim.
Cümlem bitince Eymen telefonu indirdi. Bu hareketini beklemediğim için yürüyüşümü yavaşlattım. Bu gece toparlayamayacaktım anlaşılan. Yaklaştığımızda ilk o durdu. Elini cebinden çıkardı, tereddütsüzce. Ben de olduğum yerde bir an bekledim.
Birbirimize yaklaştıkça içimdeki cümleler birbirine karıştı. Özür dilesem mi, yoksa sadece bekleyip onun konuşmasını mı dinlesem bilmiyordum. Ama o ilk konuşan olmadı. Sadece durdu, yüzüme baktı.
“Beni mi arıyordun?” dedi sessizce ama alaycı olmayan bir tonda genel hal ve tavrından biraz uzak ama hafif yorgun bir gülümsemeyle.
Başımı eğdim. “Kapıyı çaldım, yoktun.”
“Buradaydım.”
“Baktım…”
“Çıkmam gerekti. Yoksa duramayacaktım.”
Bu cümlede bir şeyler düğümlendi. Sadece onu görmeye değil, sanırım o düğümü çözmeye de gelmiştim.
“Ben de dayanamadım,” dedim. “Beklemek… çok şey hissettirdi.”
Gözleri gözlerimdeydi. Ama bu kez savunmada değildi. Yargılamıyordu da. Sadece dinliyordu. Sonunda, hafifçe başını salladı. Yanıma geldiğinde aramızdaki mesafe artık iki kelimeye sığabilecek kadar kısaydı.
Yorgunluğuma rağmen çok az gözlerini kıstığını fark edebilmiştim “Ne hissettirdi?” dediğinde ise sesindeki meraklı tonu… nefesimi bıraktım tam şu an onu öpmek istiyordum. Dudaklarımı açmaya niyetlendim ama kelimeler boğazımda düğümlendi. Bir an duraksadım, gözlerimi kaçırmak istedim ama yapamadım.
Tam o anda Eymen hafifçe eğildi, nefesinin sıcaklığı tenime dokundu. Gözleri hâlâ merakla doluydu, bekleyişini hissettim. Gözlerimi ona çevirdim ve kolundan nazikçe tuttum, hafifçe çekerek onu kendime yaklaştırdım.
Gözleri etrafı tararken, “Sonra,” dedi bir adım geriye çekildi, “Her yer izleniyor,” dedi alçak bir sesle.
Bir an, hala aramızdaki o kırılgan mesafeye rağmen Eymen’in biraz daha tavırlı olduğunu düşündüm. Hafif bir sitemle, “Sen kızgınsın bana. Eve gitsem daha iyi.” dedim, sesimde hem kırgınlık hem de biraz mahcubiyet vardı.
Ama Eymen hemen kolumdan tuttu, sıkıca, ama nazikçe. Gözlerime baktı, “Bu saatte bu kadar yolu, bunun için gelmedin.” Dediğinde tanıdık başka bir hisle dolu içim.
Bir an duraksadım, hafifçe gülümsedim. “Ne için geldim?”
“Bence kuru bir özür için gelmedin…” kafasını iki yana salladı “zaten ben düz bir özrü kabul etmiyorum.”
Odanın kapısından girer girmez konuştum. “Eymen ben çok öz-”
Kapı kapanır kapanmaz sırtım duvara yaslandı. Ben cümlemi kurmaya çalışırken o çoktan karar vermişti. Konuşmama fırsat kalmadan dudakları dudaklarıma değdi. Sert değildi, aceleciydi. Bence şu an bize gerekli olan açıklama değildi.
Artık elleri belimdeydi, ben yaklaştım bu kez, Gözlerimi kapattım, aramızdaki mesafe tamamen yok oldu. Ellerim, titreyerek ama kendinden emin bir şekilde, Eymen’in boynuna dolandı parmaklarım yakasından boynuna değdi.
Tüm o gece boyunca boğazımda biriken özür cümleleri o dokunuşlarda eriyip gitti. Eymen başını geri çektiğinde göz göze geldik; “Belki. Özür yerine geçebilir.” Dediğinde “Belki mi?” diye fısıldım, tırnaklarımı hafifçe ensesine bastırarak.
Parmakları yavaşça boynumda gezinirken, sesi alçaldı. “Daha fazlasını hak ediyorum.” Bir an durdu, dudakları yumuşakça boynuma dokundu, ciğerlerim hafifçe daraldı, “Odandayız ama.” Dedim sesim bile ona teslim olmuştu.
Gözleri bir an omzumun arkasından, kapıya doğru kaydı önce gözlerini benden ayırmadı. Sonra derin bir nefes aldı, başını hafifçe eğdi ve ellerini benden çekerek yavaşça geriye doğru iki adım attı. Yüzündeki ifade hâlâ yumuşaktı ama gözlerindeki o yoğunluk daha kontrollüydü artık.
Hâlâ içimde yarım kalmış cümleler, dokunuşlar vardı. Aynı onun gibi.
“İstersen geçici özrün kabul,” dedi hafif bir gülümsemeyle. “Geçici bir özür değil ama…” dedim, sesim hâlâ onun dokunuşunda asılıydı, “ertelemeliyiz.”
Eymen ceketinin kolunu düzeltti, gözlerini kaçırmadan kısa bir iç çekti. “Ben seni geçireyim,” dedi, ama sesi bu kez daha resmiydi.
“Neden bu gece sen nöbetçisin?” diye sordum. Eymen evden çıktığından beri aklımdan gelip geçen düşünceydi; kendisi istemişti.
Eymen kısa bir süre sustu, sonra hafifçe omuz silkti. “Kavgadan kaçınmak içindi, daha büyümesin istedim amcamdan rica ettim.”
“Daha büyütmedim ama.” dedim, hafifçe kaşlarımı çatarak. Gözlerimi kaçırmadan karşılık verdim.
“Elimden gelen kaçmaktı. Doğrusu bu sandım… yoksa o evde birbirimizi kırmaya devam edecektik.” Sözleri ağırdı, ama gözlerindeki kırılganlık o sertliğin arkasındaki gerçek hisleri ortaya koyuyordu.
⚖
Kapıyı çalıp birkaç adım geriye gittim. Saatin kaç olduğu umurumda değildi artık; vakti gelmişti. Çaldığım o ilk ses bile evin içindeki sessizliği daha da derinleştirdi sanki.
Kapının ardından hafif bir tıkırtı duyuldu, sonra kapı yavaşça açıldı. Gözlerimi kırpmadan açılan kapıya baktım. Görmeyi beklediğim kişi Oğuz’du, gözlerinde hem sertlik hem de kırgınlık vardı. Uzun zamandır görmediğimiz o soğuk mesafe, hemen yüzüne yansımıştı.
Oğuz hafifçe kaşlarını kaldırdı, dudaklarının kenarında ince bir alaycılık belirdi.
“Bomboş bıraktığın bu eve bakmaya mı geldin?” dedi, sesi çakırdı ve içinde biraz da alay vardı. Ardından kapı aralığından dışarı baktı, bahçeye doğru kapıdan ucu görünen polis aracını fark etti. İçinden bir memur inerek eve girip girmediğimi kontrol ediyordu.
“Hadi git artık,” dedi sertçe, sesi biraz yükseldi.
Ama ben, çekingenlikle değil, kararlılıkla eliyle kapıyı hafifçe itti ve adımımı içeri attım. Kapı ağır ağır kapanırken, arkamda kalan soğuk hava yerini evin sessizliğine bıraktı. Oğuz, gözlerini kaçırmadan içeri girmemi izledi; aramızdaki gerginlik bir an daha derinleşti.
“Konuşacağız.” Dedim sertçe.
Kapıya ilerledi tekrar açmak istedi ama izin vermedim. Bu gece konuşmadan bu evden çıkmayacaktım.
“Ne konuşacağız? Babam senin yüzünden yargılanıyor. Dedem senin yüzünden yargılanıyor.” Sustuğunda derin bir nefes aldım. Oğuz’un bakışları hâlâ soğuk, hâlâ mesafeliydi; ama bu gece susmayacaktım. Göz göze geldik, aramızdaki kırgınlık ve hesaplaşma havada asılı kaldı.
Yerinde düz duramıyordu en azından kolundan tutup salona oturtmak için yaklaştım ama kendini geri çekti.
“Oğuz daha yirmi yaşındasın.” Dedim hemen, bu kadar sert olmasına gerek yoktu önünde çok uzun bir yaşam olabilirdi bunu anlamak istemiyordu.
“Yirmi yaşındayım diye mi, tek ailemi elimden alan birisine abla diyeceğimi düşünüyorsun?”
“Senin ailen onlar değil!”
Ona doğru bir adım attığımda geriye doğru sendeledi. “Senin zaten bir baban vardı. Elinden alındığında yerine sadece bir figür geçti. Annen yoktu, kardeşin yoktu… Bir ailen yoktu!”
Oğuz’un yüzü, sözlerimle bir anlığına dondu. Gözleri kısıldı, nefesi hızlandı. İçindeki fırtınayı bastırmaya çalışıyordu ama kelimelerim öylece ortada, keskin ve çıplak kalmıştı.
“Yoktu evet!” diye patladı sonunda, sesi hem öfkeli hem kırılmıştı. “Ama ben onların yanında ilk kez kendimi biri gibi hissettim. Bir sofrada yerim vardı, biri başımı okşuyordu, biri bana ‘Oğlum’ diyordu! Sen ne zaman geldin? Her şeyi ne zaman darmadağın ettin?”
Bir an sustum. Sözlerimle onu ne kadar yaraladığımı anlamıştım ama geri adım atamazdım. Gerçekler artık dönüp dolaşıp hepimize çarpıyordu.
“Ben onların gerçek yüzünü gördüm, Oğuz,” dedim, sesimi yumuşatmaya çalışarak. “Sana sundukları o sıcaklık… bir ömrün üzerine kurulmuş yalanlardı. O yalanlar bizim ailemizi yok etti. Hiçbirisi olmasa senin zaten bir ailen vardı.”
“Sen benim tek ailemi yok ettin!” diye bağırdı, sesi titriyordu. “Herkesin geçmişinde acılar olabilir ama sen bu eve sadece cevap aramaya değil, ceza kesmeye geldin.”
Gözlerim doldu ama geri çekilmedim. “Biri bir şey yapmalıydı,” dedim sessizce. “Nasıl senin yaşın, inandıklarını doğru yapmıyorsa benim susmam da onları masum yapmaz.”
Sözlerim havada asılı kaldı. Oğuz bir an başını yana çevirdi, yüzü öfkeyle gerilmişti. Göz kapaklarının hemen altında ince bir titreme vardı; hem bastırdığı bir ağlamaya hem de taş gibi çökmek üzere olan bir kırılmaya benziyordu bu.
Sonra aniden eliyle, öylesine bir hareket yaptı sanki “bıktım artık” der gibi, umursamaz, ama içinde çaresizlik gizli. Ardını dönüp hızla merdivene yöneldi, ama birkaç adım sonra sendeledi. Tabanı kaymış gibi bir an boşlukta asılı kaldı, sonra merdivenin ikinci basamağına çöktü. Elleri dizlerinde, başı öne eğikti; nefes alıp verişi düzensizdi, göğsü hızla inip kalkıyordu.
“Yeni mutlu yılını kocanla kutladın mı?” dediğinde bugüne kadar ağzından hiç duymadığım bir kahkaha çıktı. Ne çocukluğundan ne öfkesinden bildiğim bir sesti bu.
“Ne?” dedim şaşkınlıkla, bir adım attım ama yine geri durdum.
“Buraya geldin ve kendine yaslanacak birini buldun… ben ne oldum? Ne yaptım?” işaret parmağını öylesine çevirdi. “Bu kocaman evin içinde günlerce tek başımaydım. Sen evlendin ve yanında o vardı.”
Yutkundum. İçimde bir taş yerinden oynadı ama hâlâ sesim çıkmadı. O konuşmaya devam ettikçe, kelimeleri içimde yara gibi açılıyordu.
“Berbat bir ablasın,” dedi gözlerini bana kaldırmadan, ama sesi titriyordu. “Sadece gerçeğin peşine düştün, ama hiçbir zaman bana dönüp bakmadın. Beni yok sayarken ne kadar haklıydın, hiç düşündün mü?”
Oğuz’un gözleri hâlâ yere dönüktü ama içinden geçen her şey, bu kez kelimelerin ardına saklanmadan açıkça akıyordu. Bu, sadece bir kırgınlık değildi. Bu, terk edilmişliğin en sessiz çığlığıydı.
“Evlendiğin gün sadece katili arayacağını sanmıştım…” dedi Oğuz, sesi çatallandı, kelimeler dudaklarından hınçla döküldü. Başını hâlâ kaldırmıyordu ama her cümle, oturduğu merdiven basamağından doğruca kalbime saplanıyordu. “Sen benim hayatıma sıçtın. Geldin, içine sıçtın. Sana yapılanı bana yaptın, onlardan ne farkın kaldı?”
O an odadaki hava değişti. Duvarlar bir anlığına nefes aldı sanki, sonra yeniden üzerimize çöktü. Sözleri yankılandı acının artık bir suskunlukla değil, öfkeyle savrulduğu bir yankıydı bu. Ben bir şeyler söylemek istedim ama boğazıma bir düğüm oturdu. Dizlerim titredi; ayakta kalmak zorlaştı.
Oğuz başını yavaşça kaldırdı, gözleri kıpkırmızıydı. Beni görüyordu, gerçekten ilk defa bu kadar çıplak bir biçimde bakıyordu bana. “Sen sadece geçmişin peşine düşmedin,” dedi daha sessiz ama daha keskin bir sesle. “Benim geleceğimi de söktün. Ben artık hiçbir şeye inanacak güç bulamıyorum. Senin gözlerin bile… eskisi gibi bakmıyor. Onlara benziyorsun.”
“Ben sana isteyerek hiçbir şey yapmadım.” Sesim çatladı, kelimeler dudaklarımda yanıyordu.
Ayakta daha fazla duramadım. Ayaklarım beni taşımaz olmuştu sanki. Yavaşça ilerledim ve merdivenin başına, Oğuz’un birkaç basamak aşağısına oturdum. Aramızda iki üç basamaklık bir mesafe vardı sadece ama o boşluk, yılların kırgınlığını taşıyordu. Dizlerimi kendime çekip kollarımı sardım hem savunmasız hem de yanında olmak isteyen abla gibi.
“Aylar önce geldiğimde, sadece eve bakıp çıkacaktım. Amacım bu değildi, Oğuz.” Kafamı iki yana salladım. “Ne o fotoğrafı bulmak istedim ne anneannemin yüzüne yeniden bakmak… altında ezildiğim hiçbir şeyi öğrenmek istemiyordum. Bu kadarını tahmin etmedim.” dedim, onun kadar yorgun bir sesle.
Oğuz başını yeniden eğdi. Bu kez gözlerinden yaş akmadı ama nefesi ağırlaştı, dudakları kımıldadı ama kelime çıkmadı.
“Bak.” Dediğimde yutkundum. “Buradan bir gecede götürüldüğümde on yaşındaydım. Olan biten hiçbir şey için fikrim yoktu. Yanıma o evden bir çöp bile almadan gittim. O kadın ölene kadar sadece yaşadım. Sana yaptıkları gibi gözetilerek, burunlarının dibinde istedikleri gibi yaşadım.”
Gözlerimden yaşlar aktıkça burnumu çekiyordum. “Benden çaldıkları hayatı almak istedim. İnsanlardan nefret ettim.” Kafamı dizimden kaldırıp salladığımda göz göze geldik. “Ailesi olan herkesten nefret ettim. Benim olmayan neleri varsa demiyorum bak sadece ailesi olan insanlardan nefret ettim. Sen onları tanımıyorsun, tanımadığın için tek gördüğün iki kişiyi ailen kabul etmişsin.”
Oğuz başını usulca kaldırdı, gözleri donuktu ne ağlıyordu ne de kaçıyordu bakışlarından. Sadece oradaydı. Yorgun, darmadağın ama hâlâ dinliyordu. Bu defa suskunluğu bir duvar değil, derinleşen bir yaraydı.
Ben gözyaşlarımı elimle silmeden, akmalarına izin vererek devam ettim. Sesim titriyordu ama geri çekilmedim; onun gibi ben de yıllarca içimde tuttuğum ne varsa dökülmesine izin veriyordum artık.
Derin bir nefes aldım, dizlerimdeki kollarımı gevşettim. “Senin yaşını ya da hayatını küçümsemiyorum ama şu an yaşadıklarını senden on yaş küçükken yaşadım. Şimdi evli olmama kızıyorsun ya o zamanki yalnızlığım? Senin bir tane annen var, bir tane baban var,” dedim, sesim hem sert hem koruyucuydu. “Şu an sana ‘ailenmiş’ gibi görünenler aslında asıl aileni elinden alanlar.”
Sözlerim havada asılı kaldı, gözlerimiz yeniden buluştu. Onun gözlerinde ilk kez bir sızı belirdi; öfkenin içine karışan bir empati, bir ihtimal. Ama henüz bir şey söylemedi.
“Herkes doğduğunda ne kadar eşit bir yaşama sahip olmasa bile herkes bir anneye bir babaya sahip. Anlıyor musun beni? Onlar senin için dededen ve Tuncay’dan daha kötü aile olabilir ama benim için asla öyle değillerdi.” Oğuz’un gözleri bir anlığına küçüldü, ardından yüzünde tanımlayamadığım bir kırılganlık belirdi. Ne tamamen yumuşamıştı ne de hâlâ direniyordu. Ama kesin olan bir şey vardı: anlıyordu. Sadece alışık olmadığı bir gerçeği ilk kez bu kadar açık ve çıplak duymuştu, o kadar.
Ben, nefesimi tuttum bir an. Gözlerinde yakaladığım o kırık empatiyi kaybetmekten korkar gibi…
Ama devam etmem gerekiyordu. Yutkundum, dizlerimi tekrar kendime çekerken bir çocuk gibi titredim. “Neden yaptığımı anlıyorsun değil mi? Anne babamızı tanımıyorsun… tanımana izin vermeyenler onlar Oğuz, ben değilim.”
Nefesimi bıraktıktan sonra yutkundum. “Ben onların adını bile unutmamaya çalışırken, sen onların varlığından bile habersizdin.”
Bir adım geri çekilmedim. Sesim bu sefer daha da yumuşadı:
“Bu, senin suçun değil. Ama inandığın kişilerin suçu. Ve ben bunu değiştirmek zorundaydım.”
Oğuz’un elleri dizlerinin üzerinde kenetlendi. Gözlerini kaçırmadan baktı bu defa.
“Ben onların kötü olduğunu hiç düşünmedim,” dedi, çocukça bir inatla. “Ben sadece… onlar bana iyi davrandı. Sıcaktılar. Benimle ilgilendiler. Yani… gerçek olup olmadığını bilmiyorum ama...”
Kafasını kaldırdığında bakışları karışıktı; içinde hem savunma vardı hem bir tür utanma. Benim kalbim o anda parçalandı. Aramızdaki birkaç basamak, artık dağ gibi değildi. Oğuz, o an sadece küçük bir çocuktu. Kırgın, yalnız ve annesini kaybetmiş bir çocuk gibi.
“İnan bana.” Dedim hemen sesim titredi “Çocuktum ama sen benden bile günahsızsın. Bunları yaşamaman gerekiyordu.” Sanki ilk kez, benim de çocuk olduğumu, benim de bir şeyler kaybettiğimi, benim de tek başıma kaldığımı fark ediyordu.
Ama ben artık tutamıyordum. Dizlerimin arasına kapanır gibi eğildim ve hıçkırarak ağlamaya başladım.
Omuzlarım sarsıldı. Nefesim yarım, kelimelerim kırık döküktü.
“Ben…” dedim, ama devamı gelmedi. Ağzımı kapattım, burnumdan sesler geliyor, boğuk bir uğultuya dönüşüyordu her şey.
Kafamı kaldırdım, gözyaşlarım karışık, ellerim titrek.
“Ben… onların sıcaklığını unutamadım ama sen hiç yaşayamadın.”
“Özür dilerim,” dedi, sesi neredeyse bir fısıltıydı. “Seni anlamaya çalışıyorum… Belki de hep seni suçladım, çünkü kendimi korumak istedim.”
“Oğuz,” dedim, “ben sana hep geç kaldım. Biliyorum, bunu hissettiriyorum ve belki de bunu asla tam olarak telafi edemem. Kendi korkularımla, acılarımla boğuşurken, senin yanında olamadım. Bu yaşta ben bile yardım bekleyen biriyken seni düşünemedim.”
“Ama.” Birkaç kez daha yutkundum. “Gerçekten böyle nasıl devam edeceğimi bilmiyorum… sana nasıl yaklaşacağımı bilmiyorum. İçim nasıl soğuyacak…” kafamı iki yana salladım “Bilmiyorum…”
Nefes nefese kalmıştım.
“Senden bu kadar geç haberim olduğu için kendimi affetmeyeceğim.”
“Çocukmuşsun.” Dedi. Oğuz’un sesi yumuşak ve kırılgandı, adeta kalbinden kopan bir itiraf gibiydi.
O söz, içimdeki ağırlığı bir an için hafifletti ama beraberinde daha derin bir burukluk bıraktı. Bir an sessizlik oldu. Nefes nefese kalmıştım, yüreğim hâlâ hızla çarpıyordu.
Gözlerim doldu, bakışlarımı merdivenin önüne sabitledim.
“On yaşındayken benden haberin olsa ne yapabilirdin ki?” dedi, sesi yine kırılgandı ama içinde bir yumuşama vardı.
Bir an düşündüm. O küçük kız, çaresiz, korku ve yalnızlık içinde, hayatın acımasızlığını yeni yeni anlamaya çalışıyordu. O yaşta, başka bir çocuğun varlığını bilmek bile nasıl bir umut olurdu?
Başımı kaldırıp Oğuz’a baktım. “Daha erken dönmem için umudum olurdun.”
Oğuz, dizlerinin üzerinde kenetlediği ellerini hafifçe gevşetti. Başını daha da eğdi, gözleri bir süre kapandı, derin bir nefes aldı.
Gözlerini açtığında, daha önce hiç görmediği bir kırılganlık vardı bakışlarında. “Seni kaybetmekten korkuyorum. Her şeyi yapan onlar, sana da bir şey yaparlarsa?”
Oğuz’un sesi titriyordu, içinde büyüyen korku ve çaresizlik kelimelere çarpıyordu.
“Hiçbir şey olmayacak.” Dedikten sonra biraz gülümsedim. Sözlerimden hemen sonra yüzüne baktım, gözlere doğru elini salladı benden saklamaya çalışıyordu.
“İyileşmek için birbirimize ihtiyacımız var.”
⚖
Gecenin ilerleyen saatlerinde, çoktan yeni yılın ilk gününe girmiştik. İçimde, Eymen ve Oğuz’la aramızda yavaş yavaş tamir olmaya başlayan bağın verdiği hafif bir rahatlama hissi vardı.
Eve dönmeden önce dedeyi görmeliydim. Çünkü sabah Eymen nöbetten çıkıp eve geldiğinde, dışarı çıkmam mümkün olmayabilirdi. Sadece Oğuz’un küçük bir yardımına ihtiyacım vardı.
Benim aracımla villadan çıktığında polis arabası onu ben sanıp takibe alacaktı. Oğuz, buradan Emirgan’a varmadan biraz oyalansa, ben de dedenin yanına uğrayıp fazla vakit kaybetmeden eve geçebilirdim.
Oğuz, kapının önünde derin bir nefes aldı, gözleri endişeyle ama kararlılıkla parladı. Gecenin sessizliği içinde bir an durdu, sonra gölge gibi villadan dışarı süzüldü. Evin arka kapısından sessizce çıktı, çevreyi hızlıca kolaçan etti. “En son gizlice bir yere gittiğimizde neler olmuştu…” diye söylendi.
Dedenin yanına gideceğimi söylememiştim, sadece ondan gizli bir tanık olarak bahsetmiştim.
Oğuz, aracıma bindiğinde farlar bahçeyi aydınlattı. Gözlerimi kısıp baktım. Usulca önce demir dış kapının açılmasını ardından da Oğuz’un olabildiğince hızlı çıkmasını izledim. Onun ardından hemen bildiğim sivil araç hareket etti. Ben olmadığım fark edilmemişti.
Hemen garajın önündeki beyaz SUV araca yöneldim. İçine binip çalıştırdıktan sonra biraz bekledim. Evin önüne sessizce yanaştım. Dışarıda karanlık, içerisi puslu ışıklarla donatılmıştı. Kapıya yaklaştığımda, derin bir nefes aldım. Birkaç gün önce geldiğimde yaşadığım tüm acılar, yüzleşmeler bir anda zihnimde canlandı.
Çatı katına çıktığımda, evin diğer bölümlerindeki sessizlik yerini içimde tarif edilemez bir ağırlığa bırakmıştı. Karanlığın içinde tek bir küçük oda vardı; tek ışığı yanan ama dışarıdan asla gözükmeyen bir oda.
Dede, odanın kör edici beyaz ışığında gözlerini kısarak doğruldu. Bastonu olmadan tek başına yürüyemiyordu; elleri titreyerek yataktan kalkmaya çalıştı. Gözleri ağır, yüzünde pişmanlık ve yorgunluk vardı.
“Pişmanım…” diye mırıldandı, sesi neredeyse bir nefes kadar inceydi, ama kelimeler yüreğime ağır ağır işliyordu ama isterse şu an pişmanlığından ölseydi bana yine nafileydi.
Konuşmasına hiç takılmadan elimdeki plastik bardağı uzattım. Kendi hayatının kontrolünü kaybetmiş bu adama karşı içimdeki öfkeyi gizleyemiyordum. Hemen alamadı bardağı elimden zorla aldı.
Dede bardağı yavaşça dudaklarına götürdü, birkaç yudum aldı, sonra elleriyle bardak kenarını kavrayıp bırakmadan yere koydu. Titreyen elleri, bir an bile olsa kendine hâkim olamadığını gösteriyordu. Yatağa doğru geri çekildi, bastonunu aramaya başladı ama yanımda değildi.
Ben hiç müdahale etmeden sadece izledim. O anda içimdeki karışık duyguların ağırlığı daha da belirginleşti. Onun çaresizliği, pişmanlığı ve yorgunluğu… Benim ise kırgınlığımdan ziyade öfkem.
“Aç mısın?” diye sordum soğuk bir tonla.
Gözlerini üzerime çevirdi, ağır ağır başını salladı. Tabii ki açtı. Buraya son gelişim birkaç günü geçmişti. Tepsiyi ona yaklaştırdım. İçinde yarım kalmış sert bir ekmek dilimi, biraz soğumuş süt ve plastik bardakta su vardı. “Bugünlük bu kadar,” dedim, sesimden hiçbir şefkat ya da umut yoktu. “Senin için yapabileceğim en azı bu.”
Gözleri tepsiye takıldı, elleri titreyerek suyu aldı. Aldığı her yudumda, sanki yaşamak için verdiği mücadele biraz daha ağırlaşıyordu.
Onu izlerken içimde hem acı hem de öfke vardı. Yaşaması için yeterince uğraşmadığını, sadece zorla hayatta tutulduğunu biliyordum. İçimdeki hesaplaşma daha bitmemişti.
“Bana bunları neden yaptığını anlatırsan seni bırakacağım.” Dedim dümdüz bir ifade ile, “Saatin kaç olduğunu bilmiyorsun, günlerden nedir bilmiyorsun, hangi aydayız biliyor musun?”
Dede, yavaşça başını kaldırdı, gözleri bulanıktı ama yine de bir direnç vardı içinde. “Unuttum... Her şeyi unuttum, Rana...” dedi, sesi kırık ve yorgundu. “Ama pişmanım. Her şeye rağmen, pişmanım.”
“Tuncay, her şeyini Oğuz’a devretti. Senin yasal vasinim. İstersem oğlun içerden hiç çıkamaz. Neyin var.” Dediğimde sonunu biraz uzatarak söyledim “Neyin yoksa bizim. Oğuz ve benim.”
Duvara yaslı duruyordum. Soğuktu içerisi. Şurada on dakikayı geçmemişti vaktim çok kısa bir an üzülür gibi oldum aklıma burada annemin aylarını geçirdiği aklıma gelince hemen sırtımı soğuk duvardan doğrularak çektim.
Dede, gözlerindeki bulanıklıkla bana bakarken, alaycı bir gülümseme belirdi dudaklarında. “Ben zaten öleceğim, Rana...” dedi düşük bir sesle, ama içinde kin vardı. “Senin annen gençti. Kaç yaşındasın şimdi? Hemen hemen aynı yaşlardasın onunla...”
Tepsideki kuru ekmeğe baktım bir an. Öfkem patladı, elimle sertçe itti tepsiyi. Ekmeğin üzerine düşen birkaç kuru parça yere serildi. “Doydun galiba. Çenen açıldığına göre?”
“Sen annenin yaşadığı acıları yaşamaya mahkumsun.”
Gözlerimi ona dikerek, öfkemle karışık bir kararlılıkla sustum. İçimde annemin aylarca bu evde çektiği acıların ve onun yaşadığı yılların yükü vardı.
“Sana yapacaklarımı çoktan düşündüm,” dedim soğuk bir sesle. “Bana sadece nedenini söyle bugün şimdi özgür bırakayım seni… zaten ölecekmişsin.”
Dede, bastonuna tutunarak biraz daha doğruldu. “Acı içindesin.” Dediğinde dişlerimi sıktım. “Bilmediğin için bana… bir şey yapamıyorsun...” Nefesi kesik kesikti, her kelimesi boğuk ve zor çıkıyordu ama bu haliyle bile çok zalimdi.
Sustu. Neredeyse fısıltıyla, “Baban… masum değildi…” diye ekledi.
“Babam masum değildi, annem masum değildi. Oğuz masum değilmiş… karını diyorum karını?” demir parmaklı yatağın ayak ucuna kadar geldiğimde ellerimi demire yasladım. “Karın ne yaptı? Bunu öğrendiğimden beri düşünüyorum; sorun babamın savcı olması sana iş yaptırmaması değildi.”
Dedenin gözleri aniden alevlendi, solgun yüzü kıvrıldı; içinde büyüyen çaresizlik ve öfkeyle sarsılıyordu. Nefes alışları düzensizleşti, gözleri korkutucu bir şekilde parladı. Bastonunu yere vurdu ve zorlukla kalkmaya çalıştı.
“İhanet mi? Sen mi çözdün?” dedi, sesi keskin bir tıslamayla doluydu. Elli titrerken bastonunu yere vurdu. “Sen hiçbir şey bilmiyorsun, Rana! Bu işin içinde senin görmediğin karanlıklar var. Her şeyi bir anda yıkacak kadar büyük bir oyun... Ve sen bana ihanet edenleri koruyorsun!”
Hali ve tavırlarıyla düşündüğüm şeyin doğruluğunu çok net kanıtlamıştı. Ancak ben geri adım atmadım, gözlerimi ondan ayırmadım.
“Kendi ağzınla söyledin.” dedim, sesim buz gibi soğuktu. “Bitti işte söyledin bana. Seninle hiçbir bağımız yok, babamın da yoktu…” yutkunduktan sonra nefesimi bıraktım. “Bitti Ali Soner. Babam senin oğlun değildi; önce karını öldürdün sonra benim ailemi.”
Kollarını savurup, “Yeter! Yeter artık, yalan söylüyorsun!” diye bağırdı. Ellerini saçlarına götürüp, delirircesine başını salladı.
Artık her şeyi biliyordum. Gerçek ortadaydı. Ama içimde beklediğim ferahlama, huzur gelmedi. Tam tersine, bir ağırlık, derin bir boşluk sardı ruhumu.
Gözlerimi sıkıca kapattım, düşen bir damla yaşın yanaklarımda iz bırakmasına izin vermemek için kendimi zor tuttum. “Bunu kabul edemem,” diye fısıldadım kendi kendime.
Kalbim çaresizlikle çarparken, kendi yalanlarımı bile duymaya başladım. Gerçekle yüzleşmek rahatlatmalıydı beni; ama bu yük, içimde bir fırtına gibi devam ediyordu.
Sebebi bu kadar basit olmamalıydı. Savcı olduğu için ya da işlerini baltaladığı için ölmemişlerdi…
Titreyen ellerimle kahverengi merdiven tırabzanına uzandım. Yavaş yavaş indiğim basamaklarda dedenin kapısını kapatıp kapatmadığım aklıma geldi, kafamı geri çevirip baktığımda ayağım kaydı.
Ayağım kayınca dengesiz bir an yaşadım, kalbim bir anlığına duracakmış gibi oldu. Çığlık atmamak için dişlerimi sıktım, ellerimle tutunacak bir yer ararken tırabzanı sıkıca kavradım. Yine de merdivenlerden birkaç basamak hızla aşağı yuvarlandım.
Yere yığılmış halde, nefes nefese kalmıştım. Elim önce sızlayan başımı buldu. Acı, başımın içinde zonklayarak yayılıyordu. Parmaklarımı kaldırdığımda kan vardı; başımdan sızıyordu. Başım aniden döndü, gözlerim karardı. Dizlerimin üzerinde destek ararcasına biraz öne eğildim, nefes alışlarım hızlandı. Gözlerimi kapattım; karanlık, baş döndürücü bir sonsuzluk gibi üzerime çöktü. Dizlerimdeki yanmayı hissettim, Bir süre öylece kaldım. Hem acı hem de şaşkınlık arasında gidip geliyordum. Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordum. Ta ki cebimdeki telefonun titreşimini hissettiğim ana kadar.
Titreyen ellerimle telefonumu çıkardım. Ekran çatlamıştı, kırık camlar ışığı kırıyor, ama ekranda kocaman bir isim görünüyordu: Eymen.
Derin bir nefes aldım, telefonun ekranına bakarken yavaş yavaş kendime geliyordum. Zorlanarak ayağa kalktığımda sol ayağımın üzerine basamadım. Sol ayağıma bastığımda, acı keskin bir şekilde yayıldı; kalkmak için uğraştığım her saniye canım çok yanıyordu. Ayağımın üzerine basamıyordum.
Yerden kalkamadıkça telefonum çalmaya devam ediyordu ve bu beni daha çok germekten başka hiçbir işe yaramıyordu.
Destek almadan, yavaş ve dikkatli adımlarla, acıya rağmen ileri doğru ilerlemeye çalıştım. Her adımda dizimde ve bileğimde keskin bir sızı yükseliyordu; acı neredeyse dayanılmazdı. Telefonun sesi, arka planda ısrarla çalıyordu, ama cevap vermek için henüz gücüm yoktu.
Bir an durup, derin bir nefes aldım. Gözlerimi kapattım, acıyı biraz olsun dindirmeye çalıştım. Kapının önündeki arabaya geldiğimde kendimi zorlayarak içine bindim.
Bir an durup derin nefes aldım, kalbim hızlı atıyordu. Telefonu açmadığım her saniye Eymen’e farklı bir mesaj olarak gidiyordu: Rana yine bir işler karıştırıyor başını belaya soktu.
Telefonun ekranına baktım, çağrı sesi hala devam ediyordu. Parmaklarım titreyerek telefonu çıkardım, ama açmaya cesaret edemedim. Kendi kendime fısıldadım:
“Biraz daha dayan… biraz daha…”
Telefonu tekrar elime aldım, titreyen parmaklarımla rehberde Oğuz’un numarasını buldum ve aradım. Telefon birkaç kez çaldıktan sonra açıldı.
“Neredesin?” dedi Oğuz, sesi endişeliydi. “Eve geldim ama sen olmayınca inemedim. Dolaşmaya devam ediyorum.”
“Yirmi dakika.” Dedim zorlukla.
“Sen iyi misin?” Dedi.
“Yirmi dakikaya evde olacağım.” diye cevap verdim, kararlılığımı korumaya çalışarak.
Ellerim direksiyona titreyerek uzandı, motoru çalıştırdım.
Sokağa çıktım; boş, karanlık ve sessizdi. Dizimden yayılan sızı her hareketimde daha da arttı, ellerim titriyordu. En azından görüşümde bir bozukluk yoktu.
Tanıdık sokağıma girdiğimde arabamı bulmayı umuyordum ama onun yerine boş bir park alanı görünce içimde bir huzursuzluk belirdi. Kimse beni görmeden eve çıkmalıydım.
Telefonumda çokça arama vardı; Eymen’den ve polis memurundan.
Oğuz’u aradığım telefon açıldığında “Geldim.” Dedi ve sokağa girdi aynı zamanda Eymen’in tanıdık arabası arabamın önünü kesti. Kalbim sıkıştı.
“Oğuz, kapını zorlayana kadar inme araçtan eve çıkacağım.”
Hemen fark edilmemek için motoru durdurup yavaşça kapıyı açtım. Adımlarım çarpık ama olabildiğince hızlıydı. Eymen, arabamın yanında kapıyı açmış Oğuz’la konuşuyordu buradan bile yüzündeki endişeyi çok net görüyordum.
Merdivene oturur oturmaz gözüm kapıda kaldı. Artık yapacağım bir şey yoktu. Önce ayakkabımı çıkarttım sonra çorabımı ve şişmiş ayağıma dokunmak gibi bir hata yaptım. O an ağrıyı bastırmak için bileğimi sıktım, canım yandı ama bu acı başka bir şeyin perdesi gibiydi.
Kapıya gözüm hâlâ takılıydı. Açılmasını istemediğim kadar, açılmasına da ihtiyacım vardı. Hem görünmek istemiyor hem de biri beni bulsun diye dua ediyordum. İçimdeki çelişki öyle keskin bir hal almıştı ki, acıdan çok bu yorgunluk başımı eğdiriyordu.
Elimi dizime koyup nefeslenmeye çalıştım.
“Birazdan gelecek,” dedim kendi kendime fısıltıyla. “Soracak. Gözümün içine bakıp ne olduğunu anlamaya çalışacak.”
Ve gerçekten… birkaç saniye sonra o adım sesleri yaklaştı. Hafifçe tıklayan ayakkabı sesi merdivende yankılandı. Bakmadan bile Eymen olduğunu biliyordum. Yanıma geldiğinde ayağımın halini gördü; gözleri bir anlığına ürktü.
Göz ucuyla baktığımda, yüzüme değil doğrudan ayak bileğime yöneldiğini gördüm. Eğildi, nefesini tuttu; elini uzatıp bileğime dokunacak gibi oldu ama son anda geri çekti.
“Rana…” dedi fısıltıyla, sesi neredeyse kırılmış gibiydi. “Bu ne hâl?”
“Merdivenden düştüm.”
Bugüne kadar söylediğim yalanların arasında en gerçek cümlem buydu. İstemeden gülecektim şu an.
Eymen bir an kıpırdamadan baktı bana. Sonra gözleri, saç çizgimin hemen üstüne doğru kaydı. Kanı fark ettiğinde yüzü gerildi; başını biraz daha eğip dikkatlice baktı. Elini, bu kez daha kararlı bir şekilde uzattı. Saçlarımı yavaşça araladı, kanın yoğunlaştığı noktayı bulmaya çalıştı.
“Rana, sen-”
Sesi titredi. Sanki tek bir cümle kurarsa her şey çözülüp dağılacakmış gibi.
“Dur,” dedi sonra, kendini toparlayarak. “Hemen şimdi. Hadi, hastaneye gidiyoruz.”
Eymen ellerini dizlerine koyup doğrulmaya çalıştı. “Hadi.”
“İyiyim.” Dedim ve elimle tekrar şişliğe dokunmak gibi bir hata yaptım. Ağzımdan ufak bir inleme kaçtı. “Sadece bu. Basamadım üstüne.” Diye devam ettim.
“‘Sadece bu’ mu?” dedi, sesi alçaldı ama içinde fırtına kopuyordu. “Rana… senin canın yanıyor. Alnın kanıyor. Ayağın şişmiş. Sadece bu değil.”
Sustum. Göz göze gelmemeye çalıştım. O an içimde öyle bir utanç ve kırılganlık vardı ki, onun gözlerinde kendimi görmek istemedim. “Beni korkuttun,” dedi, kelimeleri dudaklarının arasından zorla döküldü. “Böyle haber alamayınca... Sadece kötü bir his değil, fiziksel bir acı gibi.”
Yüzümü çevirdim. “İyiyim,” diye tekrarladım. Ama bu kez, sesimdeki o çatlak kendini saklayamadı. Eymen durdu. Elini, dikkatle bileğime yaklaştırdı. “Ayağa kalkabilecek misin?”
Eymen’in desteğiyle birkaç adım daha attım. Arabası ilk gördüğüm gibi kendi aracımın önündeydi gözlerim Oğuz’u aradı ama onun yerine kafamı başka yere çevirdim. Eymen beni park halinde bir araca yaslayıp kendi arabasını almaya gitti, geri döndüğünde hiçbir şey demeden beni dikkatlice ön koltuğa oturttu. Elimle koltuğun kenarına tutunurken yüzümdeki acıyı bastırmaya çalışsam da Eymen göz ucuyla her şeyi görüyordu.
Kapıyı kapatmadan önce son kez başımdaki kanı kontrol etti. Avuç içi, saç çizgime değdiğinde istemsizce gözlerimi kapattım. Birkaç saniye… o dokunuşun içinde saklanan binlerce cümle vardı.
Eymen bir şey sormadı. Ama direksiyon başındaki elleri daha sıkı kavrulmuştu.
Bir noktada ağzını açtı ama hemen kapattı. Yutkundu. Camdan dışarı bakıyordum, ama gözüm hiçbir yere odaklı değildi.
Sonunda fısıltıya yakın bir sesle, “Rana,” dedi.
“Araban… Oğuz’un ne işi vardı onunla?”
Sorusu ne suçlayıcıydı ne de öfkeliydi. Ama içinde fazlasıyla dikkatli bir sessizlik taşıyordu.
Başımı yavaşça çevirdim, gözlerimi kaçırmadım bu sefer. Söyleyeceğim şey hem doğruydu hem eksikti.
“Evden çıkmış,” dedim. “Baktım, arabamı almış. Hemen eve geldim.”
Sustuktan sonra cümleyi biraz daha anlamlı hâle getirmek isteyerek devam ettim.
“Annemin fotoğrafının evde olduğunu söyledim. O da... buraya gelmiş.”
Eymen’in gözleri hâlâ yolun ilerisindeydi ama dudaklarının çizgisi bir anlık bir hareketle değişti. Hiçbir şey söylemedi.
Ne “Tamam” dedi, ne de “Doğruyu söyle” dedi. Sadece eli vitesi biraz daha sıkı kavradı, başını çok hafifçe öne eğdi.
Anlamıştı. Fazlasını kurcalamıyordu.
“Oğuz nerede?” dedim merakla.
Cevap kısa ve netti. “Polise ifade veriyor.”
Başımın ağrısıyla gözlerimi kapattım. Dedenin kapısı açık mıydı, bundan emin değildim. Artık gerçeği biliyordum ve şu an ondan daha çok acı içindeydim: her anlamda…
“Yine kendine zarar verecek bir şeyi tek başına çözmeye çalışıyorsun.” Dedikten sonra yüzüme dikkatle baktı. “Yine ne olduğunu anlatmıyorsun. Gözlerin şişmiş. Saat sabahın dördü, Rana Hanım’ı merdivenlerde oturur bir şekilde buluyorum.”
Bir anda iç cebinden telefonunu çıkarttı ekranı açtı, aramalar uygulamasına girdi. “Yirmi kere aramışım. Şu telefonu açıp ‘düştüm ama iyiyim’ demek bu kadar mı zor?”
Başım ağrıyla zonklarken, Eymen’in sözleri kulağımda yankılanıyordu.
Ama içimde bir yerlerde, zamanın başka bir anına, çok daha karanlık ve korkutucu bir ana sürüklendim.
Silahlı saldırının yaşandığı o geceydi…
Yine böyle bir andı. Yine böyle bir geceydi arabanın içinde onun bana kızmalarını dinlemiştim. Endişesini…
Kalbim hala o anın paniğiyle çarpıyordu. Bedenim o geceki korkuyu, çaresizliği, yalnızlığı hatırlıyordu. O gün Eymen’e ölüm korkusunu tadanın ben olduğumu söylediğimi hatırladım.
“Telefonumun ekranı kırıldı.” Diyebildim. Her şeyi biliyorum, öğrendim. Babam neden öldü biliyorum. Diyemedim.
“Eymen ben…” dediğimde gözlerimi sıkıca kapattım ve açana kadar konuşmadım.
“Başım dönüyor,” dedim.
“Biraz kendimi kötü hissediyorum.” Eymen gözlerimi dikkatle inceledi, şüpheyle karışık bir endişe belirdi yüzünde.
Hastanede gerekli tetkikler yapıldıktan sonra doktor, doku zedelenmesi olduğunu söylemişti. Sessizce ayak bileğime uzanıp buzu tutarken, artık yorulduğumu anlayan tedirgin savcı kocam, gözleriyle sürekli bizi izlemeyi bırakıp yardım etmeye karar verdi.
Bazen dikkatle bana bakıyor, bazen de Oğuz’un yüzündeki sessizliği ölçüyordu.
Bir ara, dudaklarını sıkarak,
“Taşınmalıyız,” dedi, sesi biraz da kendinden emin,
“Asansörlü bir eve geçeceğiz.”
Gözlerimi kaçırıp, yorgun bir nefes verdim.
Gerçekten nerede düştüğümü bilseydi, en güvenli yerin kendi evim olduğunu anlardı.
“Evimi seviyorum,” dedim, sesim hem yumuşak hem de dirençliydi.
“İş yerime uzak.”
“Her gün köprüden geçmiyorsun en azından,” diye ekledim hafif bir sitemle.
Eymen yüzünü buruşturdu, “Küçük. Senin çalışma masan var.” Dediğinde anında
“Boş bir odamız var.” Diye ekledim.
“Çocuk odası orası.”
Eymen, buz torbasını hafifçe ayağımda hareket ettirirken, acıyla yüzümü buruşturdum
“Şu an bir çocuk yok.” Derken sesim biraz acıyı barındırdı.
“Ama o oda boş kalamaz. Oğuz gelip kalmak istediğinde salonda mı yatsın?”
Bir an, Oğuz’a baktım sonra da gözlerim istemsizce Eymen’e döndü.
İlk defa, bu konuyu açanın kendisi olmadığını görmek biraz rahatlatmıştı beni.
Minik bir minnet ifadesiyle ona baktım, “Düşüneceğim,” dedim, sesi tereddütlü ama yumuşamıştı.
Oğuz’un başı öne eğildiğinde köşede duran ağacı gösterdim. Konunun değişmesi iyi olabilirdi. “Ben yaptım, güzel olmuş mu?” diye sordum, sesimde hafif bir umut vardı.
“Bugün kalan yarısını süsleyebiliriz.”
Eymen kısa bir süre baktı ağaca, sonra gözleri yeniden üzerime döndü.
“Güzel olmuş,” dedi sonunda, sesi yumuşak ve samimiydi.
Ama bütün bu konuşmaların, umutların ve sözlerin arasında içimi kemiren başka bir düşünce vardı. O kapı kilidini her düşündüğümde, aklımda tek bir soru dönüp duruyordu: Ya dede kaçtıysa?
Bu düşünceler, içimdeki kaygıyı büyütüyor, yüreğimi sıkıştırıyordu.
“Biraz dinlensem iyi olur. Hadi bakalım… endişe topu savcım.”
Eymen hemen destek oldu, kollarını belime doladı ve beni kaldırdı.
Kalbim hızla çarpıyordu; o an korkularım, yorgunluğum bir kenara çekildi.
Kollarımı Eymen’in boynuna sardım, sımsıkı.
Eymen hafifçe güldü, nefesi yüzüme değdi. “Endişe topu benim, senin hiç suçun yok yani?”
Yatak odasına vardığımızda yavaşça beni yatağa bıraktı.
Yastığa yaslanırken gözleri üzerimdeydi.
Sanki bana bir şey sormaya hazırlanıyordu ama sustu.
Ben sustuğu anda konuştum.
“Eymen,” dedim,
Sesim biraz yorgun, biraz da kararsızdı. Ama içinde saklayamadığım bir şey vardı.
Gözleri hemen gözlerime kilitlendi, bakışlarında dikkatle dinleyen o tanıdık sessizlik.
“Seni seviyorum.”
Usulca yanıma oturdu. “Bazen bunu söylemediğimi fark ediyorum… ama içimde hep var. Biliyorsun değil mi?” dedim.
Eymen başını hafifçe eğdi, elini ellerimin üzerine bıraktı.
“Biliyorum,” dedi, sesi neredeyse fısıltıydı. “Ama duymak… insanın kalbini yerine koyuyor.”
Elimi yanağına uzattım. Parmaklarım sakince yüzüne dokundu. “Geç olmadan söylemek istedim.” Uzayan sakallarını sevdim. Kaşları çatıldığında güldüm bu sefer. “Üzerimde babamın pişmanlığını yaşamak istemiyorum.” Dedim. “Sana ve Oğuz’a geç kalmak istemiyorum.” Dedim ama cümlem eksikti, Eymen bugünün yüküyle o eksik kısmı bugün anlamadı, ben ise içimden kararlılıkla geçirdim. ‘Babam onu bağışladıysa bile, ben aynı hatayı yapmayacağım.’
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 5.86k Okunma |
1.07k Oy |
0 Takip |
44 Bölümlü Kitap |