44. Bölüm

Güneş Doğarken/Final/Üçüncü ve Son

Fâhte
faahte

“Bazen olurdu. Başka hiçbir şeyi düşünemeden, göremeden, duyamadan ne olduğunu henüz bilmediğim bir şeyi arardım.”

Saat kaçtı bilmiyorum ama Eymen’in telefon sesiyle gözlerimi araladım. Rahatsız olmayayım diye en hızlı şekilde yataktan kalkıp telefonu kulağına götürdü ve odadan çıktı.

Hâlâ her hareketi özgürce yapamıyordum. Yatakta sadece sırt üstü yatabiliyordum bu yüzden hemen kalkmadım. Sadece çok az sesini duyuyordum o da kapı hafif aralık kaldı diyeydi. “Ne zaman tutuklandı?”

Kimden bahsediyordu?

Yatakta doğrulduğumda nefesimi bıraktım. Odanın içi son derece karanlıktı. Eymen aralık kapıyı açıp girdiğinde uyumadığımı gördü ve sıkıntılı bir nefes verdi.

“Ne oluyor?” dediğimde sesimden uyku akıyordu resmen. Bugün yeni psikoloğumla görüşmem vardı ve geç yatmıştım gözüm açılmıyordu.

“Babanın ve annenin adli tıp raporunu düzenleyen doktor tutuklu yargınlanıyor.” Dediğinde gözümü kırpmadan baktım.

Beynimin içinden bir uğultu geçti. Sanki içimde bir şey, derinlerde ama her yeri titreten bir yankıyla yerinden oynuyordu. “Bu beklediğim bir şey değildi.” dedim, dudaklarım güçlükle kıpırdayarak.

Adalet bazen geç gelir, bazen beklenmedik şekillerde.

Başımı yastığa geri koydum ama uykuyla bağım çoktan kopmuştu. O doktor... babamın son günleriyle ilgili kağıda dökülen her kelime onun kaleminden çıkmıştı. Ve şimdi o kalem susmuştu.

Bildiğimiz ama ispatlayamadığımız her şey, bir anda gerçeğe dönüşüyordu.

“Tek başına yapmamıştır.” dedim, gözlerim hâlâ uykulu ama dikkat kesilmişti.

“İki adli tıp çalışanı daha var.” Diye cevapladı beni.

Bir elimle yüzümü kapattım. Sonra yavaşça indirdim. “Her şeyi temizleyip yıllarca bir şeyi saklamanın... nasıl bir cezası olur bilmiyorum.”

“En ağır olanı başlıyor,” dedi Eymen. “Bu dava büyüyor. Sadece bir cinayet değil artık; suç örgütüne dönüşüyor. Üçü de dedenin talimatıyla hareket etmiş. Koruyan herkes sorgulanacak.”

Dönüp baktığıma omuzları gergindi ama nefesi sakindi. Ne düşündüğünü bilmiyordum. Ama biliyordum ki, bu dava yalnızca bana değil, ona da yük bindiriyordu.

“Ne hissediyorsun?”

Birkaç saniye düşündüm. “Ne düşüneceğimi bilmiyorum sadece uyumak istiyorum.”

Sonrasında ben uyuyamamıştım, sabah erken kalkmış bulununca kahvaltı o saatlere denk geldi, Mete amca kliniğin adresini ve gitmem gereken saatti mesaj attı. O da sabah saatleriydi. Seansım öğleden önce bittiğinde bir dahakine tek değil Oğuz’la beraber gitmek istiyordum.

Şimdi ise Eymen ve Tuncay’ın gelmesine daha varken kapı çalıyordu. Oğuz’u arayıp erken gelmesini rica etmiştim. Kapıyı kapattığımda Oğuz kabanını çıkarırken Kül Prenses sabit duruyordu. Onun varlığını fark ettiğinde çoktan göz göze gelmişlerdi. Kül, göz kapaklarını yavaşça kırpıştırdı, kuyruğu hafifçe yere doğru kıvrıldı ama olduğundan bir adım geri gitmedi.

“Hoş geldin,” dedim gülümseyerek. Sesim nedense daha yumuşak çıktı.

“Hoş buldum abla.” Dediği sırada elindekini aldım, Kül Prenses hemen birkaç adım geride duruyordu. Beklediğimden hızlı alışmıştı eve. Ben yemekleri hazırlarken tüm gün ayağımın altında dolanıp durmuştu.

Oğuz dizlerine çöküp onu sevmek için elini uzattığında önce geri çekildi. “Sen kimsin bakalım, minik gölge?”

Kül onu biraz daha süzdü, sonra bulunduğu yerde yarım daire çizerek Oğuz’un yakınına geldi, ama tam yanına değil. Aralarında hâlâ dikkatli bir mesafe vardı.

“Kül Prenses.”

“Kül Prenses…” diye mırıldandıktan sonra mutfağa girdim sonra aralarında ne olduysa “Abla,” dedi Oğuz sesinde gülümseme hissettim. “Bu bana senden daha hızlı güvenecek gibi duruyor.”

Ben mutfaktan gülerek cevap verdim: “Eve girdiğinden beri bana hafif bir nezaketle tahammül ediyor, ama şefkatin nereden geldiğini anlıyor. Seninle test ediyor bence.”

Mutfağın girişinde durup başını kaldırıp bana baktı. “Ev sıcak.”

Söylediği sadece oda sıcaklığı değildi, bunu biliyordum. Aynı şeyi ben de hissediyordum çünkü. Bu evde eksikler vardı ama ilk kez bu kadar tamam hissettiren bir sessizlik vardı içeride. Kül Prenses bizi mutfağın önünde bırakıp salona adımladı peşinden de Oğuz.

Salona döndüğümde Oğuz yerdeydi, Kül’le göz teması kurmaya çalışıyordu.

“Nasıl geçti günün?” dediğimde koltuğun köşesine yaslandım. Oğuz Kül Prenses’e elini uzatırken konuşmaya başladı. “İyiydi. İzin aldım erken geldim belki konuşuruz diye.” Dediğinde “Ne konuşuruz?” diye sordum.

Kafasını çevirip baktığında kendini topladı ve ayağa kalktı. “Ona baba dediğimde kötü hissediyorsan senin yanında dememeye çalışırım.”

Sözleri boğazımda bir düğüm gibi yükseldi.

“Hayır.” Dedim ve boğazımı temizledim. “Rahatsız olmuyorum. Seni büyüttüğü gerçeğini unutmuyorum. Beni rahatsız eden Tuncay’la ilişkin değil, benim onu affetmeye olan niyetimin henüz içimde tam oturmamış olması. Her neyi deniyorsam senin için deniyorum.”

Sözlerim ağzımdan çıkarken bile titrediğimi hissettim. Bu onunla ilk açık konuşmamız değildi ama en çıplak olanıydı.

“Ben... sana yük olmak istemem, abla,” dedi. Cümlesi hafifti ama taşıdığı anlam çok daha ağırdı.

“Yük değilsin,” dedim hemen, fazla hızlı. Sanki geç kalırsam o cümle kapanacakmış gibi. “Bunu bil. Sen hiçbir zaman yük olmadın. Belki biz… yanlış yerlerde aradık birbirimizi ama… sen benim kardeşimsin. Ve ben bunun için her şeye yeniden başlarım.”

Oğuz’un bakışları yere kaydı, sonra yavaşça başını salladı. Az sonra koltuğa oturdu, ellerini dizlerinin üstünde birleştirdi.

Bir süre sessizlik oldu.

Kül Prenses’in ara ara çıkardığı küçük tırmık sesleri duyuluyordu ayağımın dibindeydi eğilip kucağıma aldım. Elim kadar bir şeydi zaten. Oğuz başını hafifçe eğmiş, bir şey düşünüyordu ama dile getirmiyordu.

“Senin günün nasıldı?” dedi en sonunda.

Kül Prenses kucağımda hareketsizdi. Burnunu hafifçe tişörtüme yasladı. Bir elimle başını okşarken diğer elim istemsizce koltuğun kenarına tutundu. Oğuz’un sesindeki o samimi merak beni hazırlıksız yakaladı.

“Garipti biraz,” dedim. “Sabah çok erken kalktım. Uyuyamadım. Bugün psikolog seansım vardı.”

Başını hafif kaldırdı, gözleriyle devam etmemi bekledi.

“İyi geçti. Bir daha gittiğimde gelmek ister misin?” Son cümle ağzımdan çıkınca biraz pişman oldum, fazla açıldım gibi hissettim çok aniden oldu diye düşündüm.

Ama Oğuz’un yüz ifadesi değişmedi. Yargılamadı.

Sadece biraz daha yaklaştı, dizlerini kendine doğru çekerek yan döndü.

“Ben... isterim,” dedi sonunda Oğuz. Cümle kısa ama taşıdığı yük fazlaydı. “Sadece ne yapacağımı bilemem... ama isterim.”

O an, aramızdaki mesafe biraz daha çözüldü. Sanki Oğuz sadece teklifimi değil, ona güvenerek bir şey paylaşmamı da kabul etmişti. Koltuğun kenarına tutunan elim gevşedi, nefesimi tuttuğumu fark ettim.

“Gelirim,” diye ekledi sessiz ama net bir sesle. “İstersen gelirim.”

“İstiyorum bu yüzden gelmeni söyledim.”

Kül Prenses hafifçe kımıldadı kucağımda. Elimle minik sırtını okşarken içimde tarifi zor bir sakinlik yayıldı. Yıllardır ilk defa bir şeyin aceleye gelmeden, olduğu gibi olmasına izin veriyordum.

“Masada eksik var mı bakayım.” Dedikten sonra Kül’ü yere bıraktım, salondaki masaya sofrayı kurmuştum göz gezdirdiğimde eksik bir şey görmedim.

Zil çaldığında başımı hafifçe yana çevirdim. “Geldiler.”

Adımlarımı ağır ağır attım. Bir anlığına kapının kolunda bekledim. Elim metalin soğukluğuna değdiğinde içimde hafif bir ürperti hissettim, sonra bastırmadım bu hissi. Sadece kapıyı açtım.

Eymen önceydi. Her zamanki gibi dimdik duruyordu, ama bakışlarında beni tartmayan bir yumuşaklık vardı. Ardında Tuncay… Gözleri hemen benimkilerle buluşmadı. Etrafı süzdü, belki de alışmaya çalıştı. Yine de gergin değildi; daha çok temkinliydi.

“Hoş geldiniz,” dedim, sesim beklediğimden daha sakindi.

Eymen hafifçe gülümsedi. “Hoş bulduk.”

Tuncay da başını eğdi. “Merhaba, Rana.”

Bu çağrının ardından bir anlık tereddütle olsa da içeri adım attı Tuncay. Eymen’in peşinden salona doğru ilerlediler. Ayakkabılar, montlar, kısa bir uğraş… Sonra evin içine dolan farklı bir hava oldu: biraz geçmiş, biraz şimdi.

Kül Prenses hemen Eymen’in ayaklarına doğru yürüdü, tanıdık birini bulmuş gibi. Tuncay’a ise dikkatli bir mesafe bıraktı, göz ucuyla onu süzüp salonun köşesine doğru ilerledi.

“Hoş geldiniz, baba, abi.”

Oğuz biraz daha olgunlaşmış, ama hala o çocuk haliyle babasını karşılıyordu. Tuncay ise yüzünde hafif bir gerginlikle, adımlarını atıyordu.

Kısa bir hâl hatırdan sonra mutfağa geçtim. Ben mutfakta yemeklerin arasında dolaşıyordum, bir yandan sofraya bakıyor bir yandan da akşamın gerginliğini bastırmaya çalışıyordum.

Tam o sırada Eymen geldi. Gülümseyerek yanıma sokuldu, sesi yumuşaktı:

“Sabahki seans nasıl geçti?” Onun bu ilgisi, yorgunluğumu biraz hafifletti. “İyi geçti, bir dahaki gittiğimde Oğuz’da benimle gelecek.” dedim.

Yemeklere baktığında çok kısa fırının içine de baktı. “Geldiğimde yapsaydık, bir saat sonra gelirlerdi, yoruldun mu?”

Gözlerini bana dikti, hafifçe kaşlarını kaldırdı.

“Yoruldun mu?” diye tekrar sordu.

“Gece uyuyamadığım için yorgunum.”

“Yorulmuşsundur,” dedi yavaşça. Sonra elini hafifçe tezgâha yasladı, sanki biraz daha kalmak ister gibi. “İnsan ne kadar yorgun olursa olsun, bir masa kuruyorsa… hâlâ inanıyordur bir şeye.”

Kapıdan gelen sesle Tuncay’ın kahkaha benzeri bir tepki verdiği duyuldu Oğuz bir şey söylemişti, belli ki espriliydi. Eymen kapıya odaklandığımda tepkime daha ciddi bir gözle baktı. Tuncay konusunda tereddütleri vardı.

“Affetmeyi deniyorum.”

Tekrar duyulan kahkahadan sonra Eymen derin bir nefes aldı, omuzlarını biraz daha gevşetti ama gözlerindeki o kararsızlık gitmemişti.

O sırada salondan Oğuz’un sesi geldi: “Abla! Yardım edeyim mi?”

Kül Prenses salonla mutfağın arasındaki eşiğe yerleşmişti.

Tam ağzımı açacakken, bir miyav sesiyle bize baktı.

“Tam zamanlama,” dedim gülümseyerek.

Oğuz mutfak kapısından girdiğinde beklenti içinde bana baktı. Hemen buzdolabını işaret edip “İçecekleri alabilirsin.” Dedim.

“Hadi bakalım, sofraya taşıyalım,” dedi neşeyle dolaba yönelirken. Kardeş olduğumuzu öğrenmeden öncesinde de bana neşeli bir insan gibi gelmişti ama her şeyi öğrendikten sonra rol mü yapıyordu yoksa gerçekten böyle biri miydi anlamakta zorlanıyordum.

Eymen “Hadi.” Dediğinde kalan tabağı alarak salona geçtim.

Hep birlikte masaya geçtiğimizde, kısa bir sessizlik oldu. İçimden geçen onca düşünceye rağmen yüzüme hafif bir tebessüm yerleştirmeye çalıştım.

Oğuz tam karşımdaydı. Sağında Tuncay vardı benim soluma Eymen oturdu.

Kül Prenses sandalyeyle masa arasına kıvrılıp yattı. Sanki o da bu anın bir parçasıymış gibi huzurla gözlerini kapadı.

Tuncay’ın yüzünde belli belirsiz bir gerginlik vardı ama ses etmeden önüne bakıyordu.

Eymen, bana kısa bir bakış attı, sonra Tuncay’a yönelmeden önce duraksadı. O an içinden geçenleri okumak istedim ama sadece başını hafifçe eğdi.

“Afiyet olsun,” dedi, sesi her zamanki kadar net ama içinde biraz mesafe vardı. Aynen mırıldandığımda masa tekrar sessizliğe büründü.

Çatalımı yeni elime almıştım ki Tuncay, başını yavaşça kaldırdı. Gözleri kısa bir anlığına bana değdi, sonra tabağına geri döndü. Sanki söylemek istediği bir şey vardı ama cümlelerin yolunu hâlâ tam bulamıyordu.

Bir iki lokma aldıktan sonra, sesi biraz kısıktı:

“Yemekler… güzel olmuş. Ellerinize sağlık.”

Kimse bir şey demedi. Oğuz kibarca başını salladı, Eymen sessiz kaldı.

Ben ise sadece hafifçe “Afiyet olsun,” dedim.

Ardından beklenmedik bir şekilde bakışlarını doğrudan bana çevirdi.

“Rana…”

İsmimi bu kadar temkinli bir tonla duymak yüreğimi sıkıştırdı.

“Ben… sana nasıl göründüğümü bilmiyorum ama biliyorum ki, senin için hep sessizdim. Belki en çok da orada hata yaptım.”

Masada birden sessizlik oldu. Kül Prenses bile kafasını kaldırdı, sanki ortamda bir şey değişmiş gibiydi. Tuncay gözlerini kaçırmadan devam etti:

“Bir insan sustuğunda, kimse onun içinden geçenleri göremiyor. Ama sessizlik… en büyük pişmanlığın da yansıması olabilir. Ben... hep yanında olmalıydım. Yıllarca olmam gereken yerde olamadım.”

Sesi titremedi ama kelimeleri, ağırlığıyla içime işledi. Ne diyeceğimi bilemedim. Gözlerimden kaçırdığım bir kırılma hissi, boğazımda düğüm gibi oturdu.

Yıllardır söylemediği her şey şimdi, birkaç kelimenin arasına sıkışmış gibi geliyordu.

Ne söylesem eksik ne söylesem fazla olacaktı.

Yine de… o an susmak da başka bir ihanet gibi geldi.

Başımı hafifçe kaldırdım. “Bunları tekrar tekrar konuşmanın anlamı yok. Anladım yapamadıklarından dolayı pişmansın o zaman yapacaklarına odaklan.” Çok kısa Oğuz’a bakıp tekrar Tuncay’ın gözlerine baktım.

Sözlerimden sonra bir süre kimse konuşmadı. Masada bir tür ağırlık vardı, boşluk gibi ama dolu dolu. Tuncay’ın yüzü donuktu. Gözleri bir şey demek ister gibiydi ama ben bu kez devam etmesine izin vermedim.

“Geçmişi telafi edemezsin. Ama bugünü mahvetmeden yaşayabilirsin,” dedim, bu kez sesim daha yumuşaktı ama hâlâ netti.

Geriye dönüp bakmamız neyi değiştirecekti, biz neyi değiştirebilecektik?

Oğuz başını eğdi. Göz göze geldiğimizde içinde bir şey vardı belki suçluluk, belki hayal kırıklığı, belki sadece bir çocukluk duygusu.

Tuncay başını öne eğdi. Yutkundu. “Peki,” dedi sadece. Ne özür ne açıklama. Sadece kabul gibi bir şeydi bu. “Deneyeceğim.”

Eymen çatalını bıraktı, sırtını sandalyeye yasladı.

“Bugün burada oturuyorsak… demek ki hâlâ bir şeyler mümkün,” dedi sade bir tonla.

Sesindeki ton öfkesizdi ama netti. Şimdilik taraf tutmuyordu ama çizgiyi de gösteriyordu.

Yemek devam ediyordu ama ne benim ağzıma bir lokma gidiyordu ne de Tuncay’ın gözleri tabağına dönmüştü. Bir an sessiz kaldıktan sonra çatalını usulca bıraktı, başını kaldırdı.

“Ben… bir şey daha söylemek istiyorum.”

Gözlerini doğrudan bana dikti. “Rana. İstersen şirkette… seni görmek isterim. Hangi alanda rahat edersen. Yönetim kuruluyla konuşurum. Av-”

“Hayır,” dedim anında, sesimi yükseltmeden ama kararlı bir tonla. “Zamanında kirli oyunlarla elde ettiğiniz hiçbir şeye elimi sürmeyeceğim.”

Tuncay’ın gözlerinde kısa bir şaşkınlık, sonra hafif bir mahcubiyet oluştu.

Ama o sessizliği asıl delen, Eymen’in kahkahaya benzeyen kuru bir “Hah!” çıkışı oldu. Buna ben bile şaşırıp soluma döndüm.

Gözlerini Tuncay’a dikti, sesi soğuk ama içten geliyordu:

“O konu… evet.” Dedi sonunu uzatarak. “Tarık Savcı’nın yürüttüğü o dosyalar tekrar açılmadı. Açılamadı çünkü katilin nedeni şirketinizle doğrudan alakalı çıkmadı. Ama keşke… keşke bir bağlantı çıksaydı!”

Eymen’in sesi yükseldiğinde sadece biz değil, evin en sessiz sakini de irkildi. Kül Prenses, sandalye altından çıkmak üzereyken aniden durdu. Tüyleri hafifçe kabardı, kulakları geri çekildi. Eymen’in tok ve gergin tonuyla o da tetiklendi.

“Eymen, lütfen,” dedim korktuğum ya da çekindiğim Tuncay değildi.

Ama o geri adım atmadı kendim için istemiyordum kedimiz korkmuştu. “Şu an yeğeninin kocası olarak değil savcı olarak konuşuyorum. Bazen insan olarak daha fazlasını hissetmeden duramıyorsun o ayrı. Anlıyor musun Tuncay? O dosyalar, o evraklar, o kapatılmış ihaleler, o götürülen mallar… Hepsi birilerine mezar oldu. Ama sistem ‘bağlantı yok’ dedi kapandı da peki ben?”

Tuncay gözlerini Eymen’den kaçırmadı. Dudağının kenarı hafifçe seğirdi.

“Ne demek istiyorsun damat?” dediğinde Eymen’in şu an kocam olarak gördüğünü ima etmişti.

Eymen net ve sert bir sesle devam etti:

“Ben biliyorum ben! Denetlenmesi için elimden geleni yapacağım. Senin de o şirketin de…”

Sesi düşmemişti. Bilerek biraz daha vurgulayarak eklediğinde sandalyeme yaslandım yapacağım hiçbir şey onu durdurmayacaktı.

“Haberin olsun. Madem yeni bir şeyler denemek istiyorsun... temizliğe evinden başla.” Diyerek bu konuyu kendi içindekini söyleyerek kapattı.

Tuncay tarafımızca bu kadar açık bir sınır çizilmesini beklememişti. Belki hala geçmişteki gücünün burada geçerli olabileceğini düşünüyordu.

Ben ise hâlâ Eymen’in çıkışının ağırlığını üzerimde hissediyordum. “Eymen,” dedim bir kez daha, bu kez yumuşak ama uyarıcı bir tonla. Eymen, Kül’ün hareketini fark etmemişti belki ama ben göz ucuyla ona döndüğümde yüzü daha gevşekti.

“Korktu…” dedim sadece bakıştık. Onun öfkesi benim kırgınlığımla buluştu o an. Haklı olsa dahi yeri şu an bu masa değildi.

Eymen gözlerini benden ayırmadan arkasına yaslandıktan sonra yere göz gezdirdi. Elleri hâlâ gergindi, ama sesi biraz daha düzdü. “Bunu kişisel algılamayın. Ben de her gün kişisel algılamamayı öğreniyorum zaten. Afiyet olsun.”

Masada tek ben ne demek istediğini anladım. Eymen bir savcıydı, bazen olan bitenin karşılıksız kalmasına, her şeyin sadece “bağlantı yok” denilip geçilmesine dayanmak zor oluyordu. İçindeki his, bazı şeylerin cezasız kalmasına razı gelmiyordu. Babam, benim babam olması dışında meslektaşıydı. İşte şimdi masada söyledikleri… biraz savcı kimliğinden, ama çokça da içinde biriken öfkeden geliyordu.

Tuncay derin bir nefes aldı, ama ilk kez gerçekten sarsılmış görünüyordu. Masada çıt çıkmaz ve yemek sessiz geçecek sanıyorum ki Oğuz’dan onaylayan mırıltılar çıktı.

“İyi ki gelmişiz yine de. İnsan… bazen sert şeyleri duymaya da ihtiyaç duyuyor. Eymen abi doğru söylüyor baba.”

Kül Prenses sessizliği bozdu, hafifçe miyavladı ve ayağa kalkıp yakınımdan geçti. Gözlerimizi onun küçük varlığına çevirmişken Oğuz bu anı örtmek ister gibi bir nefes daha aldı, sonra bardağını hafifçe kaldırıp suyu yudumladı. “Abla, zeytinyağlı çok iyi olmuş,” dedi. Sesinin tonuyla masayı yeniden gündelik hayata döndürmeyi teklif ediyordu.

“Afiyet olsun.” Dediğimde suyuma uzandım.

Oğuz, hafifçe başını kaldırdı, kaşı kalktı; masadaki sessizliği tekrar bozmak istedi. “Abi…” dedi, sesini fazla yükseltmeden. “Onun durumu ne olacak peki?”

Eymen, Oğuz’un sorusuna bakışlarını netçe çevirdi, yüzündeki ifade soğuk ve kesindi. “Orada… ölüp kalacak,” dedi kısa ve net. Gözleri masadaki yemeklerin üzerinde dolaştı, ardından tekrar tabağına yöneldi. “Başka alternatifi yok.”

Oğuz’un gözlerinde beliren endişe ve şaşkınlık, hemen yerini sessiz bir kabule bıraktı. Kül Prenses hafifçe miyavladı.

Tuncay sandalyesinde hafifçe geriye yaslandı. Bakışlarını masadan çekip pencereye doğru çevirdi, sonra kimseye bir şey demeden usulca kalktı. Ceketini almadan balkona yöneldi. Kapıyı açarken oluşan kısa bir uğultu odanın sessizliğine karıştı.

Eymen, çatalını tabağın kenarına bıraktı, sonra sessizce kalktı. Masadaki boş tabaklara yönelmişti ki, ben elimi hafifçe uzattım, başımla balkonu işaret ettim.

O an duraksadı.

“Bak,” dedi kafasını çevirip bana dönerken, sesi hala sert ama daha ılımlıydı. “Haksız değildim. Ne söylediysem, doğruydu.”

Bir an sustum başımı kaldırıp önce Oğuz’a sonra ona baktım. “Evet,” dedim. “Ama bunun yeri… yemek masamız değildi.”

Eymen başını bana çevirdi, bir şey diyecek gibiydi ama sonra kendi kendine durdu. Diretmedi.

“Özür bile dilemiyor kuru laf.” Dediğinde gerçekten kızacaktım ama devam etti. “O zaten apartmanda bekliyordu. İçeri girerken de belliydi, bu gerginlik benimle ilgili değil. Seninle ilgili.”

“O zaman daha fazla germe ortalığı aşkım.” Diye konuyu noktaladım boş tabakları üst üste koymaya başladığımda onun elindekileri de aldığımda gözlerimi ondan ayırmadan başımla tekrar balkonu işaret ettim. Bu defa gözlerinde bir kabullenişle yürüdü.

Kapıyı açtı, dışarı çıktı. Tuncay, demir korkuluklara dayanmış, başını ileri uzatmış, karanlık sokaklara bakıyordu. Eymen sessizce yanına yaklaştı. Cebinden bir sigara paketi çıkardı, içinden bir tane uzattı. Hastaneden çıktığımdan beri evde kullanmayı bırakmıştık bu dikkatimi çekerken aklıma not ettim.

Tuncay, kısa bir bakışla kabul etti. Parmakları titremeden aldı, sonra çakmağın parlamasını gördüm. Gözlerim ikisinin üzerinde gidip gelirken “Hadi sen bana yardım et ablacığım.” Dedim Oğuz’a doğru.

Bahçe kapısının önünde birkaç saniye durdum.

Elimi paslı demire uzattım soğuk metali hissettiğimde ittirmedim. Adım atamadığım gibi sol elim göğsümün altını bulduğunda ani bir acı hissetmeyi bekledim.

Aynı nokta.

Eymen yanımda durdu. Hiçbir şey söylemedi. Zor olan sadece benim için değildi.

Oğuz arkamızdaydı, sessizce bekliyordu. Bahçe kapısı içeriye doğru açıldığında metalin iniltisi yüreğime saplandı. İlk geldiğim zaman kapı demir zincirle birbirine bir daha açılmamak üzere bağlanmıştı.

Ama açılmıştı. Ve kapıdan geçmemi sağlayan, Eymen olmuştu.

Hatıralarımda bu evle ilgili bir “son” yaşanıyordu şimdi.

Buraya son geldiğimde bir adam beni öldürmek için namlusunu doğrultmuştu.

Ve şimdi... o adamlar hapisteydi.

Ayağım ister istemez geri çekildi. Nefesimi tuttum. Başım döndü bir anlığına.

Zorla götürülüp öldürülen ailemden, unutulan çocukluğumdan, katilin gölgesinden geriye kalan her şey bu evin içinde sıkışıp kalmıştı.

Ruhumun bir bölümü hâlâ bu salondaydı. Kanım hâlâ dışarıdaki toprağa sızmıştı.

Sesim hâlâ bağırıyordu içeride bir yerlerde: “Neredesiniz?”

Ağustos ayı, İstanbul – Kanlı Ev

Paslanmış büyük demir kapının önüne gelince durdum, burası demir zincirlerle kitlenmişti.

"Anahtarım sadece evin var." dikkatlice kapıya baktı demir zinciri görmesini ummuştum "Girecek miyiz?" kafamı salladım ve arabadan indim. Oda benimle indi "İstersen arabada durabilirsin."

Tekrar arabanın içine geçmesiyle oturacağını sanmıştım ama unuttuğum anahtarı alıp indi ve arabayı kilitledi. "Ne olur ne olmaz." kafasıyla demir kapıyı işaret ederek konuştu. "Elimi koyacağım bas ve tırman."

Aklına bir sorunun gelmesiyle soruyu bana yöneltti. "Ev senin değil mi?"

"Benim."

Elini birbirine kenetleyip basmam için uzattı hızlıca dediği şeyi yaparak tırmandım kısa sürede karşı karşıya duruyorduk.

Paslı ve soğuk demirin bıraktığı his yüzünden elimi silkeledim. Eymen'e baktım ve "Sen nasıl çıkacaksın?" dedim.

"Hallederim." benim aksime hiçbir ele ihtiyaç duymadan ayağını iç demirlerden birisine koyarak hızlıca tırmandı ve atladı.

Arkamı döndüm ev bayağı eskimiş bazı duvarları dökülmüştü bazı camları kırıktı bahçenin solundaki havuz kıştan kalan ağaç ve kuru dallarla yapraklarla doluydu yine de bakımsız ve kullanılmayan bir ev olduğu oldukça belliydi.

Eski hali gözümün önüne gelse de kazılmış mezarlar hâlâ duruyordu.

"Ne arandı burada?" birkaç adım attım "Sen bir de arka bahçeyi gör." dedim "Tabi hala aynıysa ama burası da aynı kalmış orası da aynıdır." diye ağzımın içinde mırıldandım.

İlk kazıldıkları gibi kalmasa da hiç kazılmadan önceki gibi de değildi yürümeye başladım. "Ne arandı burada Rana?" dedi sorusunu tekrarlayarak.

"Annemle babamın cesetleri." Yanımda yürümeyi bıraktığında anlatmaya devam ettim. "Sonerlerin kızıyım ben. Avukat Beril Soner ve Savcı Tarık Soner'in kızıyım." dedim. "Biliyor musun bilmem anlatmakta istemem. Hemen girip çıkmak istiyorum."

Giriş kapısına ulaşınca zile basmak istedim. Kapıyı annem açsın bugüne özel yaptığı yemeklerin kokusu evi doldursun istedim. Bu kapıya herhangi bir delil bulmak için gelmedim de yanımda sevdiğim adamla gelmiş olmayı onu ailemle tanıştırmayı çok istedim ve kendimi bu hayalin içinde hiç tanımadığım birisi olan Eymen'e bakarken buldum.

Biraz çantamı karıştırarak anahtarı çıkarttım gelirken kendi evimde, uçakta, uyumadan önce hayalime binlerce kez bu eve girmiştim kendimi iyi hazırladığımı düşünüyordum ama şimdi anahtarı tutan elim tir tir titriyordu.

"Ben açayım ver." diyerek elimden anahtarı aldı yuvaya yerleştirse de çevirmedi son kez yüzüme baktı benden herhangi bir onay almadığından duraksadı ve bunu sözlü olarak ifade etti. "Emin misin?" Değildim ama buraya kadar gelmiştim.

Kafamı salladım kapının kilidi çevrildi ses kafamda tekrarlanırken gözlerimi kapattım.

Eymen içeriye doğru bir adım atmış beni bekliyordu.

"Eymen." dedim hızla nefes alıp dudaklarımı yaladım. "Ben hazırım gireceğim sadece birkaç dakika gerçekten kendimi hazırlayıp geldim bugün bu eve gireceğim." sanki başıma gelen onca şeyi biliyormuş gibi neden giremediğimi bile söylememişken gireceğimi söylüyordum anlayışla kafasını salladı bir anlığına içeriye doğru bakıp tekrar bana döndü.

"Sen hazırsın Rana, ben karşımda oldukça kararlı bir kadın görüyorum sadece bir adım." eve girebilmem için usulca elini uzattı. Başka zaman yapılsa kızacağım şeye şu an gerçekten ihtiyacım vardı eline uzandım. Haklıydı sadece bir adım atmam gerekiyordu. Sağ ayağımı içeriye koydum.

Elim hala Eymen'in elindeydi. "Çekme lütfen birlikte girelim tek yapabilirim sandım ama yapamam." diğer ayağını içeriye koydu "Tamam buradayım bir sorun yok neye bakacaksak bakabiliriz vakit sorun değil."

Şu an bana yedi kat yabancı olsa da bunu tek yapamazdım akşam yemeğe döndüğümüzde Yeşim'e teşekkür edecektim. Diğer adımımı da yavaşça attım.

Holde fazla eşya olmasa bile eşyaların üzeri örtülüydü. "Anneannem attım ev boş demişti." Eymen'in elini bırakarak geniş holde yürüdüm.

Babam işten gelirdi annem ile burada onu karşılardık bize sarılırdı beni bazen kucaklar bazen boyuma eğilirdi nefesimi bırakıp geri açık kapıya dönüp baktım.

Halim nasıldı bilmiyorum ama Eymen "Çıkalım istersen." dediğinde düşüncelerimden, anılarımdan ayrıldım.

Günümüz İstanbul – Eski Ev

Her detayını hatırlıyordum çünkü hayatım bugünden bu andan sonra tamamen değişmişti.

“Rana?” Eymen adımı seslenip elini bileğimin üzerine koydu.

“Girelim hadi.”

Yedi ay sonra aynı kapının önünde, bu defa kardeşimleydim. İlk gelişim gözümün önünden silinmeden evin eşiğine geldik.

Kapı açılmıştı. Anahtar yoktu bu kez. Zincir yoktu. Adımımı attım.

Hol… yine sessiz. Zaman, burada başka bir dilde akıyor gibiydi. O zaman üstü örtülmüş mobilyalar vardı. Şimdi, o örtüler bile yoktu. Toz, duvarlara yapışmış gibiydi. Öylece duruyordu.

Yanımda Oğuz vardı şimdi. Adımları sessizdi ama gözleri her yeri tarıyordu. Oğuz için burası sadece yıkık bir ev değil, tanımadığı bir geçmişin içine düşmekti. Bir parçası olduğu ama hiç yaşamadığı bir hayat.

Buraya kaçıncı gelişiydi bilmiyordum ama benim yaşadığımız bu hayata karşı farkındalığım Oğuz’dan daha fazlaydı. En azından yalan bir ailede büyürken katili dede bilmemiştim.

Ben gözlerimi yukarı kattaki koridora çevirdim.

Annemle babamın odasına gitmek istiyordum ama vücudum kıpırdamıyordu.

“Abla ben burayı senden önce gezdim.” Dedi Oğuz. Kafamı çevirip baktım. “Biliyorum ve sana ne söyleyebilirim babamın hangi eşyasını sana versem bir anlamı olur bunu da bilmiyorum.”

Kendim bile buradan ne almalıydım bilmiyordum ki ona bir şeyler al diyebilecektim.

Buradan alınacak hiçbir eşya kullanılmak üzere alınamazdı zaten. Hepsinin üzerinde zamanın tozu vardı. Buradan sadece bir ya da birkaç hatıra alabilirdim.

Merdivenin tozlu trabzanını tuttuğumda çıkmak için kendimi zorladım. Merdiven çıkamadığımdan değildi son kez çıktığımı bilmemin rahatsızlığıydı. Burada eski bir evimin olduğunu bilmek bana nasıl hissettiriyordu onu düşünmeye başladığımda annem ve babamın yatak odasına girmiştim.

Dolapta; kıyafetleri, kitaplıkta kitapları, evin her yerinde bırakılmış bir sürü eşyaları vardı amacım bunları almak değildi ama onlara veda etmekti. İçinde tehdit edildiğim dışında vurulduğum bu evin hayatımda yeri yoktu. Hayatımda zaten anılarımda yaşayan ailem hep öyle kalmıştı. Hiçbir zaman bir evim vardı diyerek dönmemiştim buraya. Daha da dönmezdim evim değildi.

Çocuk yaşımda çıkıp gittiğim bir evdi. Miras kalan bir evdi o kadar.

Ama bir şey vardı. Ya dolapların içinde, herhangi bir kıyafetin cebinde, içini açıp bakmadığım kitabın sayfasında anılarıma eklenecek bir şey olur muydu? Sorusu içimde ruhuma baskı yapıyordu.

Bu kez kasvetli odada ellerim kıyafetlerin ceplerini yoklamaya başladı. Birkaç bozuk para ve peçete dışında hiçbir şey bulamadım.

“Aradığımız bir şey var mı?”

Eymen’e dönüp baktığımda kafamı iki yana salladım. “Yok. Bilmiyorum ki ne almalıyım? Ne benimle olursa mutlu olurum, bilmiyorum.”

Oğuz düz düşünüyordu bilmediği ve onları tanımadığı içindi. Bu evde üç kişiydik ama ölenleri sadece her anlamıyla ben tanıyordum bu yüzden neye el atsalar benim gibi hissetmeyecekleri ve bu sebeple geri duruyorlardı.

“Mücevher, takı, mum, parfüm, şamdan, karaf?”

Gizli odadan artık bir şey çıkmazdı. Doğru bir şey çıkacak olsa bile çıkmazmış zaten, ama bizim haricimizde Oğuz’un bilmesini istiyordum.

“Oğuz sana bir şey göstereceğim.” Dedikten sonra dolaba döndüğümde Eymen benden önce davrandı.

Oğuz hafifçe geriye çekildi.

“Bu da ne?” dedi kısık bir sesle.

Arkasındaki dar, karanlık boşluğu işaret ettim.

“Orada bir oda var. Babamın bir nevi gizli çalışma odasıydı.”

Toz, küf, zamanın çökmüş hali… ama her şey yerli yerindeydi.

Birkaç kitap, bir masa, çekmeceler, babamın dolma kalemi, bazı dosyalar. Yine her yer benim girip çıktığımdaki hâliyle duruyordu.

“Bu ne? Cidden… burası hep var mıydı?” Gözleri büyümüş, sesi hafifçe titremişti. Işığı açtığımızda gözleri anlık olarak odanın her yerini dolandı.

Oğuz içeriye baktı ama “Ben bekliyorum… işin bitince çıkarız” dediğinde bu evde aynı şeyleri hissetmediğimizi biliyordum.

“Belki iyi gelmemiştir. Yabancı olduğu bir dünya.” Dedi Eymen kitaplığın önünde dururken.

“Haklı.” Diye mırıldandım. Masanın üzerine baktığımda siyah T.S yazan bir dolmakalem gördüm. ‘Yanımdalar gibi hissettirir mi? Yalnızlığım bir kalemle azalır mı?’ gibi düşünceler içimden geçti ama elimi uzatıp aldım. Metali hissettim.

“Hadi çıkalım, dede burada bir şey bırakmamıştır zaten.” Dedikten sonra ilk ben çıktım ardımdan Eymen.

Bu kez gözüm makyaj masasına takıldı. Annemin aynalı, makyaj masası… üstü tozla kaplıydı ama hâlâ aynı zarafeti taşıyordu. Çekmecesini açtım.

İç içe geçmiş kutular, küçük çantalar, ipek mendillere sarılmış eşyalar. Bir mücevher kutusunu açtım. İnci bir kolye, altın bilezik, birkaç taşlı küpe… Parıldıyorlardı. Zamanın dokunamadığı nadir şeylerdi.

Yanaklarıma gözyaşı değdiğinde fark ettim ağladığımı.

“Bunu hatırlıyorum.” Dediğimde kutuyu tozlu masaya koyup inci kolyeli elime aldım. “Taktığımda büyük gelirdi. Annem kızmazdı taktığıma ama hemen elimden alacak korkusuyla dolabının içine girerdim.”

Sözüm bittikten sonra bir süre kolyeyi elimde çevirdim. Zincirin soğukluğu parmaklarıma işlerken, yüzümde yumuşak bir gülümseme belirdi. Korkuyla karışık bir hayranlık duygusu… çocukluğumun içinde hâlâ bir yerlerde yaşamaya devam ediyordu.

Eymen ses çıkarmadan yanımda bekliyordu.

Bu defa hiçbir cümleye gerek yoktu, çünkü ben zaten kendimle konuşuyordum.

Kutuları yavaşça tekrar yerine yerleştirirken çekmecenin arkasına kaymış bir zarf fark ettim.

Tırnağımla kenarından çekip çıkardım.

Solmuştu.

Üzerinde silik mürekkeple yazılmış tek bir kelime:

“Tarık.”

Zarfı açtığımda önce ne olduğunu anlamadığım siyah beyaz bir resim beni karşıladı.

Eğilip aldığımda hemen üzerindeki tarihi tanıdım. 8 Nisan 2002

Eymen hafifçe yana yaklaştı, eğilip baktı. “Bu...”

“Ultrason fotoğrafı,” dedim ve elimde çevirip arkasına baktım. “Annemin, Oğuz’a dair son notu.”

Notu sesli okumadım. Babamın da birkaç özel eşyasını aldıktan sonra bu evde bakmak ya da almak istediğim bir şey yoktu. Tek bir toz tanesine bile tahammülüm yoktu.

Biraz sonra aşağıya indiğimizde Oğuz kapının yanında bekliyordu.

Bakışlarımı fark etti. İçimde onun kendini bile bilmediği haliyle görmüş olmanın mutluluğunu hissettim. Her şeye rağmen bütün yaşadıklarımıza rağmen.

“Ne oldu?”

Zarfı uzattım. “Sana ait bir şey buldum.”

Elini uzatırken tereddüt etti. Alırken bile dikkatliydi. Gözleri zarfa takılı kaldı uzun süre açar mı diye bekledim ama açmadı.

Sadece başını eğdi.

“Senin hayatına dair ilk fotoğraf.” Dediğimde açıp bakmasını çok istiyordum, bir diğer istediğim şey annemin şu an burada olup bu ultrason resminin hikayesini gününü anısını anlatması oldu.

Merakla açıp baktığında elleri arasında küçük kaldı fotoğraf.

“Abla…”

Yalnızca ismimi söyledi. Sesinde tuhaf bir titreme vardı. Sanki bir geçmişe değil, kendi varlığına ilk kez dışarıdan bakmış gibiydi. Bir cevap bekliyordu ama ben de bilmiyordum.

Ve göz göze geldiğimizde ne düşüneceğini bilemeyen biri gibi durdu.

O an şaşkınlığı bir ayna gibi yüzünden bana yansıdı.

Ruhunun en derin yerine aniden, hazırlıksız bırakılmış bir gerçek düşmüş gibiydi.

Fotoğrafa öyle uzun süre baktı ki, nefes almayı unuttu sandım.

O evin içinde kalan tüm çocukluğumu, annemin sesini, babamın adımlarını, eski fotoğrafları, kırılmış camları, paslı kapıları, gizli odaları, bir zamanlar var olmuş ama çoktan bitmiş bir hayatı... içimde bir bir uğurladım. Kullanılabilecek eşyaları dağıtmayı istemiştim ama hem her şey oldukça eskiydi hem de yarım kalan bir hikaye başkasında nasıl tamamlanabilirdi diye düşündüm.

Kepçenin ilk darbeyle duvara çarpışı sesi, göğsümde yankılandı.

Betonun kırılışı, camların çatlayışı, çatının sarsılışı…

Atılacak her darbe, geçmişime bir veda gibiydi.

Toz yükseldi. Kahverengi bir bulut gibi sardı havayı. Boğazım düğümlendi ama ağlamadım.

Sadece baktım.

Ellerimi soğuktan kabanımın cebime koyduğumda bir iki adım geriledim ve içimden geçeni söyledim. “Bu evi hayatımın kalanında aramayacağım... ama annemin ofisi en çok istediğim şeydi.”

Yanıma yaklaşan Eymen’in sesi, kulağıma yumuşakça ulaştı.

“Ofis... ne oldu ona?”

Sesinde ciddi bir merak vardı, belki biraz da üzüntü.

“İlgilenilmeyince dağıtılmış. Yakasında annemin adı yazan bir cübbeyi çok istiyordum ya da ilk onun aldığı cübbeyi giymeyi…”

Eymen'in başı yavaşça eğildi. Yutkunduğunu gördüm. Bir şey söylemedi ama bakışları yıkılan eve değil, bana dönmüştü. Gözlerinde belli belirsiz bir sitem, belki de benim yerime duyduğu eksiklik vardı.

Onun sessizliği, her şeyin yerine geçiyordu.

Bakışlarını tekrar yıkılan eve çevirdi. Ben de baktım. İkinci darbe, sol cepheye indi. Duvar çatladı, ardından parçalar hâlinde dağıldı. Evin içi, açık bir yaraya dönüştü. Toz yükseldi. Küçük bir bulut gibi havaya karıştı. İçeri ne kadar güneş girse de o toz, yılların karanlığını taşımaya devam ediyordu.

Oğuz’un eli sessizce koluma uzandı ama hiçbir şey söylemedi. Ona sarıldım. Kardeşime sımsıkı sarıldım.

İlerleyen dakikalarda evin kapısı, penceresi kalmamıştı, çatı eğilmişti.

Ama benim içimde, ilk defa hafifleyen bir boşluk vardı.

Yıllarca geri dönüp durduğum, anlam aradığım, kabuk tutmuş o yara...

Bugün toprağa karışıyordu.

Hava hafif griydi. Ne yağmur yağıyordu ne de güneş vardı. Zaman, sanki tüm duyguları askıya almış gibiydi. Sessizlik, yalnızca yaprakların kıpırtısı ve toprağın derin nefesiyle bölünüyordu.

Ayakkabılarımız çamura batmasın diye ağır adımlarla ilerledik. Oğuz yanımdaydı.

Bu mezarları ilk kez bu kadar dikkatle inceleyen hâliydi bu. Okumaya çalıştı yazıları. Babamın adının altındaki doğum tarihi, annemin isminin yanındaki ölüm yılı… Her şey duruyordu ama biz büyümüştük.

Taşların önünde durduk. İkisi yan yana, birbiriyle konuşan iki sessiz taş gibiydi. İçimde bir düğüm vardı ama bu kez gözyaşı değil, dinginlik vardı.

“Elimden gelen tek şey bu,” dedim içimden, “sizi hatırlamak.”

Oğuz, dizlerini büküp çömeldi. Bir süre elleriyle toprağı yokladı. Hafifçe titreyen elleriyle mezar taşına dokundu. Belki daha önce yapamadığı bir vedayı yapmak istiyordu. Belki de sadece tanımadığı bir geçmişi anlamaya çalışıyordu.

“Burası… gerçek ailemiz mi?” diye fısıldadı, sesi neredeyse kendi bile duymaz gibiydi.

Gözlerimi ona dikip hafifçe gülümsedim, usulca elini sıktım, “Evet, Oğuz. Burası bizim gerçek köklerimiz.” Sesimde hem kararlılık hem de şefkat vardı. İçimde bir koruma isteği yükseldi; bu ağır yükü onunla paylaşmak, onun için güç olmak istedim.

“Hiç bu kadar varlıklarını hissetmemiştim.” Diye devam etti usulca.

Cümlesi yarım kaldı. Sustu.

Ben sustuğu yerden devam ettim:

“Ben de çoğu zaman öyle hissettim. Onların gerçekten var olup olmadığından bile emin olamadığım yıllar oldu. Ama bu mezar taşı… dokununca bir şey değişiyor.”

Ellerimi cebimden çıkarıp annemin isminin kazındığı taşı sıvazladım. "Bitirdim." Dedim yavaşça. "Katili buldum ve evi yıktırdım." Oğuz'a döndüğümde nefesimi bıraktım. "Muhtemelen haberiniz vardı ama tanıştırayım, oğlunuz Oğuz..." aslında söyleyeceğim çok şey vardı da bir cevap alamayacağımı bildiğimden sadece nefesimi tüketmek olacaktı.

Oğuz taşın üzerindeki isme bir kez daha baktı.

“Baba mıydı?” diye sordu. “Yani... sana baba gibi davranabildi mi?” İçinde neyin hesaplaşması dönüyordu bilmiyordum ama yabancıydı onlara. Tek bir dünyası vardı Tuncay ve dede. Kolay kolay onlardan arınmayacaktı.

Derin bir nefes aldım, ellerimi taşın üzerine koydum.

“Babam… benim için sadece bir baba değil, aynı zamanda kahramandı.”

Gözlerim ufka doğru dalarken, yumuşak bir gülümseme yayıldı yüzüme.

“Her ne kadar sert görünse de içinde kocaman bir sevgi vardı. Bizi korumak için dünyayı yıkarcasına mücadele edeceğini bilirdim.”

Oğuz başını önüne eğdi.

“Annem?”

Sesi yumuşaktı, içinde bir çocuk saflığı vardı hâlâ. En çok neyin eksikliğini çektiyse onu arıyordu. Benim için ikisi de eksikti ama onun için sadece bir anne yoktu.

“Annem…” diye başladım.

“Her şeyden önce, sonsuz bir sevgi ve sabır.” Dedim ama başka hiçbir şey diyemedim. “Biz yüzleşmemizi aylar önce yaptık Oğuz…” diye devam ettim.

Birlikte mezar taşına biraz daha yaklaştık. Oğuz toprağa dokundu.

“Bir gün bana annemi anlatır mısın, uzun uzun?”

Başımı salladım. Rüzgardan dalgalanan saçlarımı önümden çekip kulağımın arkasına yerleştirdim.

“Ne zaman istersen.”

Rüzgar, kuru otları hafifçe hışırdattı. Bir karga uzakta bir mezarın üzerinden havalandı. Soğuk artık tenimi sızlatmıyordu.

Oğuz ayağa kalkarken üzerindeki çamuru silkeledi.

“Sence bizi duyuyorlar mı?”

“Bilmiyorum,” dedim. “Ama bugün buraya geldiğimizi, bu vedayı, bu sessizliği bir yere yazmışlardır diye düşünüyorum.”

Yavaşça mezarlığın çıkışına doğru yürümeye başladık.

Arkama dönüp son kez baktım. Taşlar, toprak, isimler… ve içimde ilk kez tam bir sessizlik. Kapanmış bir defter gibi.

Elim, yanımda yürüyen kardeşimin koluna uzandı.

“Geriye biz kaldık,” dedim. “Oğuz sen benim kardeşimsin.” Diyerek ilk defa ona karşı seslendirdim bunu.

Mezarlıkta Eymen, ikimizin yalnız olmasını doğru bulduğu için arabadan inmemişti, Oğuz’u evine bıraktıktan sonra evimize gelmiştik.

Kapıdan içeri adım attığımızda, evin tanıdık sıcaklığı hemen üzerimize çöktü. Boş duvarlara baktığımda “Eymen.” Diye mırıldandım.

“Efendim?” dedi.

Kül Prenses zarif adımlarla bize doğru yürüyüp önce bana sonra Eymen’e baktı. Bir süre kuyruğunu havaya dikip hafifçe mırlayarak yanımıza sürtündü. Sonra gözlerini yavaşça kısıp halının üstüne kıvrıldı.

“Elin değdiğinde, bir şeyler asar mıyız buralara?” dedim usulca.

“Ne istersen,” dedi Eymen. Yorgun ama yumuşak bir tebessümle.

Salona geçip pencerenin önündeki boş duvara baktım. Bu evde eksik olan tek şey anıydı.

“Bir gün…” dedim kendi kendime. “Buraya bir fotoğraf asarız. Belki üçümüz.” Diye içimden geçirdim.

“Bugün...” dedi Eymen arkamdan ona döndüm. “Çok şey oldu. Mezarlık... evin yıkımı... sen nasılsın?”

“Kelimelerle anlatamayabilirim ama bir hafifleme hissediyorum. Ev kalsaydı bile dedeyi son gördüğüm ve…” duraksayıp tekli berjere oturdum. “Vurulduğum yer olarak kalacaktı. Şimdi son hali içimi hafifletmiş gibi.”

Salon hafif loştu. Perdeler tam çekilmemişti, lambanın ışığı koltukların ucunu aydınlatıyordu. Kül Prenses, halının üzerinden bir süre Eymen’e baktı. Ardından tam onun ayaklarının önüne uzandı, vücudunu yayarak karnını hafifçe açtı. Kuyruğu kıvrılmış, gözleri kısıktı tam anlamıyla ona kur yapıyordu.

“Prensese bak…” dedi Eymen keyifle. Öne doğru eğilip Kül Prensesi avucuna aldı.

Eymen’in avucunda kıvrılan Kül Prenses, başını onun parmaklarına doğru yasladı. Mırıldanması daha da derinleşti, içinden gelen bir güven ve huzur gibi.

Eymen onu kucağına alıp koltuğa oturdu. Yavaş yavaş tüylerini okşarken bakışlarını bana çevirdi. Gülümseyerek ikisini izliyordum.

“Sen zaten bu evin gerçek sahibi değil misin?” dedi kediye. “Baksana, girer girmez kendini yere atıp ilgi bekliyorsun. Şımarık seni…”

Kül Prenses gözlerini kısıp patisini Eymen’in bileğine uzattı. Eymen kahkaha atmadı ama sesi içten ısındı:

“Tamam, tamam… kıskanılacak gibi davranmayayım. Rana burada, uslu dur.”

Sessizce onları izliyordum. Koltuğun ucunda, ellerim birbirinin içinde, gözüm Eymen’deydi. Onu böyle görmek... ilk kez gördüğüm bir tarafıydı bu. Savunmasız, doğal ve bir şeye karşı şefkatini saklamayan bir hali.

Onun dudakları kediye seslenirken ama gözleri beni ararken içimde tuhaf bir şey kıpırdadı.

Yorgunluğumun arasına karışan bu his... huzurdu.

İlk defa hiçbir şey eksikmiş gibi hissetmediğim bir akşamdı.

Eymen başını eğip kedinin alnına ufak bir öpücük kondurdu.

Tam o sırada koltuğun arasına sıkıştırdığım telefonum hafifçe titredi.

Bir an için elim tereddütle cebime gitti. Bu kadar huzurun içine düşen her ses, dış dünyanın gölgesi gibiydi çünkü. Ekrana baktığımda Oğuz’un adını gördüm. Altında tek bir fotoğraf simgesi.

Fotoğraf açıldığında şaşkınlıkla gözlerim genişledi.

Karanlık bir bahçenin ortasında yükselen ateş…

Eski antika olduğunu anladığım sandalyeler, asla atılmamış ceketler, süveter, gömlek ve daha nice kıyafetler, eski kitaplar…

Masif ahşap bir masa üzerinde, deri ciltli klasik kitaplar, el yazması defterler ve eski saatler bulunuyordu. Hepsi alevlerin içinde birer birer yok olurken, sanki geçmişin ihtişamı da yavaş yavaş kül oluyordu.

Ateşin ışığı altında, Oğuz ağır adımlarla duruyordu biraz geriden çekmişti. Ateşin uzağında duruyor ama tam karşısında dikiliyordu.

Mesaj yoktu. Sadece bu görüntü.

Eymen bakışlarımdaki değişikliği fark etti.

“Ne oldu?” dedi hafifçe doğrulurken.

Telefonu ona uzatmadım, sadece başımı sağa sola salladım.

“Hiç. Bir şey olmadı.”

Gözlerimi tekrar fotoğrafa çevirdiğimde bir mesaj daha düştü ekranıma; “Onun eli değen her şeyden kurtulduk.”

Telefonu koltuğa bıraktım, sessizce yerimden kalktım. Salondan mutfağa geçtim. Her adımda içimdeki sessizlik daha da derinleşti. Tezgâha ellerimi dayadım sonra ağır ağır mutfak dolabından bir bardak su aldım. İçimi serinleten o an, kalbimdeki düğümü biraz daha gevşetti. Sessizliğin içinde bardaktaki suyu yudumlarken, derin bir nefes çektim.

Oğuz’un hastane odasında verdiği fotoğraf albümüne bakmak istedim. Artık kalbimde gerçekten bir hafiflik vardı.

Sayfaları tek tek çevirdim; çocukluğumun fotoğrafları, babamın gülümseyen yüzü, annemin sıcak bakışları, hepsi oradaydı, hepsi geçmişin sessiz tanıkları.

Fotoğraflara baktıkça içim huzurla doldu, yüreğimde bir sızı vardı ama aynı zamanda bir kucaklaşma da. Bu albüm, kaybettiklerimizin yanında kalan güzel anıların da kanıtıydı.

Bir süre öylece oturdum, fotoğraflarla sarılmış sessizliğin içinde...

Ama bir fotoğraf vardı ki, albümün yaprağından çıkartmak isteğiyle doldum.

Bebektim. Annemin kucağındaydım, parmağım dudağımın kenarında, ağzım açık... Saçlarım kısa ve kıvırcık, kahverengi gözlerim parlamış fotoğrafta. Annemin kucağındayım; üzerimde kırmızı, yeşil, mor çizgileri olan bir bluz var; lacivert bir tulum giymişim. Annem kafasını bana çevirmiş, gülüyor. Renk olarak soluk ama yaşam var.

Bu fotoğrafı geri yerine koyduktan sonra, başka dikkatimi çeken birini elime aldım. Hissetmek istiyordum, sadece bakıp geçmek istemiyordum.

Denizdeydim. Küçücük beş parmağım açık, babam bileğimden tutmuş. Babam olduğunu fotoğrafta çıkan kalın elden ve saatinden anladım. Kafam ona dönük, yüzümde bir gülümseme var. Saçlarım bu kez biraz daha uzun, rüzgârda uçuşuyor. Altımda bir şort var, üstümde yelek ve boynuma asılı emziğim.

Seslice ofladığımda nefesimi bırakıp kucağımdaki albümü kenara koydum. Kapı aniden açıldığında elimden fotoğraf kaydı.

Eymen girdi, yüzünde hafif endişe vardı.

“Rana, seni rahatsız etmek istemedim ama…” dedi, sesi yumuşak ve dikkatli.

Başımı kaldırıp ona baktım, gözlerim biraz nemliydi ama kararlıydım. “Hayır, iyiyim. Sadece biraz geçmişe daldım,” dedim, hafifçe gülümseyerek arından eğilip ters dönmüş fotoğrafı aldığımda arkasına mavi kalemle yazılmış cümleyi okudum.

“Güneş doğarken gitti, bir daha dönmesin diye değil, korkmasın diye.”

O an gözlerimi tekrar fotoğrafa çevirdim. O kısa, özenle yazılmış cümle; bir veda mıydı, yoksa yeni bir başlangıç mı?

Eymen sessizce yanıma yaklaşıp, yanağımı hafifçe okşadı sonra hafifçe doğruldu, hâlâ kediyi okşarken yüzü bana döndü. Gözlerinde sıcacık bir anlam vardı. “Kalk,” dedi sesi doğal ve içten. “Bizde bir fotoğraf çekilelim.”

Bir an durdum, sonra gülümsedim. Gözlerim albüme sonra Eymen’e döndü. “İlk kez anımızı biz yaratıyoruz,” dedim.

Elini uzattığında, elimdekini yatağın üzerine bırakıp onun eline uzandım.

Salona döndüğümüzde Kül Prenses, yerde küçük topuyla oynuyordu. Patisiyle topu hafifçe iterken, gözleri beni fark edince durakladı.

“Bebeğim, seni burada kendi kendine oyalan diye oyuncak mı verdi baban?” diye gülümsedim.

“Yanıma gelmen için oyun mu uydurdun?” diye Eymen’e takıldığımda gülüyordum.

Kül Prenses, adeta bunu onaylarcasına kuyruğunu salladı ve tekrar topa vurdu.

Eymen arkamda gülümseyerek, “Hazır mısın?” dedi. Kafamı salladım. Kucağıma Kül Prenses’i aldım, Eymen hemen yanıma geçti birlikte, gülümseyerek poz verdik.

Son

Nasılsınız? Ben hafiflemiş hissediyorum. Biraz burukluk var tabii.

Romanın başlangıcından onu bitirirken bahsetmek istiyorum. 2021 yılında yakın arkadaşıma sadece ilk bölümün içeriğini derste anlatmaya başladığımda yazmanın bu kadar zor olacağını bilmiyordum. O zaman sadece olayın gelişine kafamın gidişine göre şekillenen hikâye geçen senenin yazına kadar kırk bölüm kadar yazılıp wattpad platformunda yayımlanmıştı.

Geçen yıl polisiye roman yarışmasına katılmayı istiyordum aralık ayı gibi bitecek yarışmaya dedim ki; kırk bölüm ne ki düzenler finali verir kitabı bitirir yarışmaya katılırım.

Öyle olmadı. Gerçekten olmadı. Dört dün önceki ben nasıl tamamen aynı ben değilsem dört yıl sonraki ben de ben değildim. Sanıyorum ki ilk üç belki beş bölümün hemen hemen içeriği aynıdır kalan diğer bölümleri yeniden yazdım. Yeri geldi öncekini beğenmedim yeri geldi eskiyle kafamda uyuşmadılar ve hikâye bambaşka bir yere evrildi tamamen farklı diyemem ama değişkenler fazlasıyla var oldu.

Elimde kırk bölüm var diyorum ama adam akıllı bir final bir sonuç yoktu. Evet birileri bir şey yapmıştı ve bunun ortaya çıkması gerekiyordu. Kitap boyunca süren sorunun finalde ortadan kalkması gerekiyordu. Net bir şekilde son bulması lazımdı.

Şunu söylemek istiyorum. Zorlandım. Çok zorlandım yazarken. Biraz bile gerçek olmayan bir durumdan sapmamak için her şeyi önceden araştırdım. Önce polisiye türü roman nasıl olur? Onu araştırdım. Başka ülkeden gelindiğinde ne gibi yollardan geçerek denk bir diploma sahibi olabiliriz bunu araştırdım. Bölümleri yazarken önceden olayları taslakladım gidişatın değişmemesi için ya da değişirse tamamen olaydan sapmaması için ama gün sonunda tamamen o çerçeve içerisinde kalamadım. Soruşturma örnekleri okudum, adli tıp ders notlarına bile baktım. Okurun kafasında “ya bu böyle olmaz,” serzenişi bırakmak istemedim.

Hukuk okumadım. Çoğu zaman araştırdıklarım bir sonrakini tamamlamadı o kadar çok bilinmesi gereken şey vardı ki açık söylüyorum yeri geldikçe bunları gerektirecek durumlardan kaçındım. Çok fazla mahkeme içeren sorgu içeren hukuksal şeylerden bazen kaçtım. Örnek vermeyeceğim ancak bir bölümü yazıp yayımladıktan sonra diğer bölüm için araştırma yaparken önceki bilginin doğruluk payına bir çizik attım. Değiştirdim yani. Kendimi biraz geri çekmemin sebebi buydu ama demiştim; hukuki bilgilerin tamamen bir gerçekliği olmadığını söyleyeyim.

Sadece gerçeğe yakın durmasını istedim. Belki yazı dilim size pek geçmemiştir beğenmemişsinizdir tasvirleri eksik bulmuşsunuzdur olabilir bu her zaman yaptığım bir iş değil sadece hevesimdi. Karakterlerin betimlemelerini belli bir kalıba sokmadım. Belki yapmalıydım da geçti artık. Fazla uzun olmaması gerekiyordu çünkü tek bir karakteri tek bir hayatı anlatıyordu. Tek bir hayatta dönen hikâye ne kadar uzun olabilir?

Hatalarıyla yanlışlarıyla bir insan nasıl var olabiliyorsa onları da insana yakınlaştıracak şey buydu. Hataları, yanlışları bunlardan çıkarabildikleri dersleri ve mutlulukları.

Karşımda hayatından umutları alınmış, yalnız bırakılmış ve buna alıştırılmış birisi vardı ve nasıl yaşamak isterdi? Bunu denedik. Okurken kızdığınız ve sinirlendiğiniz belki üzüldüğünüz yerlerde hayatın içinden değil mi? Hatalarımız ve seçimlerimiz. İnat ettiklerimiz.

Rana’nın seçimleri çoğu zaman bana da yanlış geldi. “Bir dur artık kendi yoluna bak!” dediğim zamanlar oldu ama bunu öncesinde yapsaydım bu kadar sürer miydi bilmiyorum. O sadece intikamına odaklanmış ve bunun için her şeyi yapmaya hazır biriydi gerçekten bir ailesi olsun istedim bunun için çabaladığımı düşünüyorum size ne kadar geçmiştir bilmiyorum. Gerçekten böyle biriyle evlilik nasıl olur onu da bilmem ama Eymen’i elimden geldiğince Rana’nın tam tersi şekilde biri olarak yazdım. Kızdığımız yerler var ama Eymen’i seviyorum. Bu romanda zaten bir kötü var ve bu kötü o değil.

Rana zaman zaman kurtarılmak istemeyen ve buna alışmış bir karakterdi ben sadece kurtarılmak isterse diye hareket ettim ve finale kadar bu kararımdan emin değildim.

Ama iyisiyle kötüsüyle yaşaması gerekiyordu ve yaşıyor. Eksik kalan konu olarak sadece Eyşan'ın mülakattan şikayetçi olmasıydı ama bunun cevabını geçmiş bölümlerde Eymen vermişti. Dede ceza aldı, Tuncay ile ilişkileri oturmadı daha yeni yeni, yine dediğimiz gibi temizliğe önce evinden başlaması lazımdı bunu da Oğuz başlattı. İlerleyen zamanlarda okunmalar artışında istek gelirse bir ya da iki özel bölüm yayımlayabilirim. Tamamen hayatlarına noktayı koymuş değiliz.

Okuduğunuz için teşekkür ederim.

 

 

 

Bölüm : 31.07.2025 03:25 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...