
Bazı evler sessiz kalır.
İçinde yıllarca birinin çığlığı dolaşsa da, duvarları konuşmaz.
Ben bu eve adaletle değil, hesapla girdim.
Çünkü her şeyin başladığı yer,
bazen bittiği yer değildir.
⚖
Bir saniye durdum. Sonra öfkeyle bir anda ona doğru yürüdüm.
“Ne dedin sen?” dedim, sesim kulaklarımı yırtacak kadar yükseldiğinde.
Düz beyaz tişörtünün yakasına tekrar yapıştım. Sandalyesi hafifçe arkaya kaydı ama kaçamadı.
“Sana bunu en başta sormadım mı ben?! İlk söylemen gereken şeyi en son söylüyorsun!”
Tuncay panikle ellerini kaldırdı, ama hiçbiri beni durdurmaya yetmedi. Yüzümde öfkenin sıcaklığı, ellerimde yılların birikmiş hıncı vardı. Göz göze geldiğimiz an, onun da artık kaçacak yeri kalmamıştı.
Bir kapı çarpmasıyla içeri gardiyan girdi.
“Görüş bitti!”
Ben hâlâ nefes nefese, titreyerek geri çekildim. Bir şeyler söyleyecektim ama boğazıma düğümlendi. Son bakışımı atıp dışarı çıktım.
Cezaevinin çıkış kapısından geçtiğimde, gözlerim kamaştı. Dışarısı fazlasıyla aydınlıktı, ama içimde her şey karanlıktı.
Tam arabaya yürürken...
Duraksadım.
Derin bir nefes aldım ama ciğerlerim daraldı.
Bir yandan da Ahmet Savcı’nın yanına gitmem lazımdı.
Tuncay’ın o gece geçtiği yolları, uğradığı benzinliği tek tek anlatmıştı bana.
Ama bu sadece sözlüydü.
Kamera kayıtları lazımdı.
Delil lazımdı.
İspat lazımdı.
Ve ben… tek başımaydım.
Bir elimi alnıma koyup başımı eğdim.
“Hangi birine yetişeceğim?” diye fısıldadım kendi kendime.
Arabanın yanına geldiğimde anahtarı cebimden çıkarırken elim titriyordu.
İçeri oturup kapıyı çeker çekmez derin bir sessizlik sarhoşluğu yaşadım.
Dünya dışarıda kalmış gibiydi.
Direksiyonun başında bir süre kıpırdamadan oturdum.
Telefonumu çıkardım. Ekran kilidini açarken ekran doluydu.
Önce Eymen’in aramasına döndüm. Ellerimle ekrana bastım, geri aradım.
İçimde garip bir panik vardı artık kesinlikle dönülmez bir yoldaydım.
Bir…
İki…
Üç…
Telesekreter devreye girdi.
"Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor."
Telefonu kulağımdan çektiğimde Yeşim’in mesajına döndüm, öğle arasında kahve içelim mi? Diye sormuştu.
Parmaklarım klavyenin üzerinde bir an duraksadı.
Sonra yazmaya başladım:
“Çağlayan’a geçiyorum. Yakınlardaysan içelim.”
Sanki birkaç kelimelik bir mesajla, hayatın olağanlığına tutunmaya çalışıyordum.
Ama olağan olan hiçbir şey kalmamıştı artık. Telefonu yan koltuğa koydum, emniyet kemerimi çektim, motoru çalıştırdım.
Adliyeye gittiğimde, Savcı Ahmet’in odasının kapısı yarı açıktı.
Elimi tereddütsüzce kapıya vurdum, sonra içeri uzandım.
“Savcı Bey. Vaktiniz var mı?”
Başını kaldırdı. Gözleri yorgundu ama sesi hâlâ netti.
“Girin, Rana Hanım.” Eliyle karşısındaki sandalyeyi gösterdi. “Buyurun?”
Konuşmadan önce kafamı salladım. “Eymen size bir yüzük getirdi, biz onun Tuncay’ın olabileceğini düşünmüyoruz.”
Parmaklarını şakaklarına dayadı, derin bir nefes verdi.
“Neden?” dedi sesi hiçbir merak içermiyordu ama dikkat kesilmişti.
“Müvekkilim Tuncay Soner o gece…” çantamdan hastane odasında geçtiği yolları ve benzin aldığı yerin adı yazan kağıdı çıkarttım. Üzerinde geçtiği yollar, tarih ve saatler yazılıydı.
Önceliğim şu an yargılandığı davayı az çok belirtmek olmuştu. “Müvekkilim Tuncay Soner, arama kararı çıkartıldığı andan itibaren kendi mülkünde kalmıştır. Gidiş gelişlerini, oğlu Oğuz Soner’in aracını kullanarak yapmıştır. Gece saat 11 ile 12 arasında benzin almak için bir benzin istasyonuna uğramıştır. Benzini almak için sebep ise market ihtiyacıdır; evde temel ihtiyaçlar tükenmiştir.”
“Alışverişin belli bir miktarına ulaştıktan sonra, bankanın isteği üzerine şifre girilmiştir. Müvekkilim kendisini gizleyerek bu şifreyi girmiştir, bu normal bir prosedürdür. İzninizle kamera kayıtlarının incelenmesini talep ediyorum.”
“Ayrıca fişin petrolde kalan nüshasına da bakılmasını istiyorum.”
Savcı Ahmet kaşlarını kaldırarak sordu:
“Görgü tanığı olarak sadece oğlu mu var?”
Başımı salladım. “Evet, o gece görüşen tek kişi oğlu Oğuz Soner ve petrol çalışanları.”
“Sonrasında ise kendisine ait dağ evine doğru yola çıkmıştır. Önemle belirtmek isterim ki, Banu’nun öldürüldüğü yer ile müvekkilimin bulunduğu dağ evi arasında açık ve hukuken geçerli bir mesafe bulunmaktadır. Size ilettiğim yüzüğün hem Tuncay Soner hem Ali Soner’den alınacak DNA ile karşılaştırması da diğer taleplerimiz arasındadır.”
Savcı Ahmet bir an durdu, kaşlarını hafifçe çatarak baktı, “Şifreyi gizlice girmesi normal bir prosedür değil Rana Hanım. Müvekkiliniz kaçmaya çalışıyorsa, bu durumu nasıl açıklayacaksınız?” diye sordu, sesi hem sert hem de merak doluydu.
“Sayın Savcım, Tuncay Soner şüpheli olarak başka bir davada aranan biri. Böyle bir ortamda kendisini gizlemesi, şifreyi dikkatle ve hızlıca girmesi hayati bir zorunluluktu.
Kendini gizlemesi, kaçmaya çalıştığı anlamına gelmez; aksine üzerindeki baskıyı azaltmaya çalıştığını gösterir.” dedim, gözlerimi ondan ayırmadan.
Bir süre sessiz kaldı, sonra hafifçe başını salladı masaya bir kez daha baktı, ardından kağıtlarını topladı. “CMK 161 ve 127 kapsamında hemen kolluk kuvvetlerine talimat vereceğim. Kayıtların incelenmesi ve gerekirse el konulması için.”
Savcı Ahmet kapıya yönelirken durdu, arkasına dönüp hafifçe başını salladı, “Konuşmamız burada bitti gibi görünüyor, Avukat Hanım.”
Ben ise son bir şey daha sordum, “Peki, yüzüklerden bir haber var mı? En azından ilk bulduğunuz yüzükle ilgili...”
Gözleri parladı, biraz gülümseyerek yanıt verdi. “Yüzük özel tasarım, sandığınızdan daha hızlı sonuç alacağız. DNA testleri için yazıyı şimdi yazacağım. Gelişmeleri size ileteceğim.”
Ben yerimden kalkarken, içimde bir umut ışığı belirmişti ama aynı zamanda kaygılarım da vardı.
Savcı Ahmet’in bu sefer daha dikkatli ve titiz davranması, işin ciddiyetini gösteriyordu.
Çantamı omzuma attım, “Teşekkür ederim, Savcı Bey. En kısa zamanda görüşmek üzere.”
Odasından çıkar çıkmaz telefonumu çıkarttım Yeşim geldiğini mesaj atmıştı, ona cevap verirken telefon ekranıma adı düştü.
Yeşim’in aramasıyla başlayan o kısa konuşmanın ardından, dışarı adım attığımda hava biraz serinlemişti. Derin bir nefes aldım. İçimde bir şey çözülüyor gibiydi ama henüz tamamlanmış değildi.
Yeşim, beni adliyeye yakın bir kafede bekliyordu. Köşedeki, ahşap masa sandalyelerle dolu küçük kafeye adım attığımda, hemen dikkatimi çekti, Yeşim pencere kenarında oturuyordu ama yalnız değildi. Yanında tanıdık bir yüz… Kerem abi masadaydı.
Düğünden beri görmemiştim onu. Şimdi karşımda, koyu lacivert ceketinin içinde ciddi ama sıcacık bakışlarıyla ayağa kalktı.
“Rana!” dedi Yeşim, hemen bana doğru yürüdü, sarıldık.
“Ne zamandır görüşmüyoruz,” dedim Kerem abiye gülümseyerek.
“Bir kaçak varmış.” Dediğinde tekrar güldüm.
“Artık benim bir yere kaçtığım yok.” Elimi kaldırıp yüzüğümü gösterdim.
“Gerçekten,” diye mırıldandı Yeşim, Kerem de yaklaştı gülümsedi. “Gel bakalım, küçük gelin,” dedi alaycı bir tonla ama ardından içten bir şekilde sarıldı.
“Seni böyle görmek güzel. Yüzün daha huzurlu sanki.”
“İnşallah öyledir.” dedim, biraz gülerek. Beraber masaya oturduk. Yeşim hemen garsona el kaldırdı. “Bir sade, bir sütlü kahve, bir de Rana sen?”
“Filtre, şekersiz,” dedim. Gözüm ikisine takıldı.
Kerem eliyle çenesini sıvazladı, her zamanki gibi düşünceli ama neşeli bir hali vardı.
“Ee, Eymen nasıl?”
“İyi o. İyiyiz yani.”
Garson kahveleri getirdi. Buharı tüten fincanlar masayı kısa sürede mis gibi kahve kokusuna boğdu. Sütlü olan Yeşim’in önüne, sade Kerem’in ve filtre kahvem de benim önüme kondu.
Kerem bir yudum aldıktan sonra, arkasına yaslandı. “Düğünden beri epey şey değişmiş. Yani sadece evlenmek değil... bambaşka şeyler de var gözlerinde, Rana. Sanki… bir yük azalmış gibi.”
Gözlerim dalıp gitti bir an. Evet, haklıydı. Ama hâlâ tamamlanmamış bir dosyanın, kapanmamış bir sayfanın gölgesi vardı üzerimde.
“Biraz azaldı evet,” dedim. “Ama tam değil. Yine de Eymen’le birlikte olunca, dünya biraz daha yaşanabilir hale geliyor.”
Kahveler içildikçe sohbet de derinleşti. Eymen’le ilk karşılaşmamızdan bugünkü halimize nasıl geldiğimizi anlattım. Kerem, aynı zamanda düğünden sonra ne yaptığını anlattı, en son sevgilisi için aldığı yüzüğün fotoğraflarını gösterdi. Birlikte o dayı olacağı için heyecanını paylaştı ben teyzelikle ilgili düşüncelerimi anlattım. Yeşim yemek yedi kahveden sonra…
“Benim duruşmam var, kalkmam lazım,” dedi aceleyle çantasını toparlarken. “İyi ki geldin Rana, tekrar görüşelim.”
“Git tabii, kolay gelsin,” dedim. Sarıldık. Ardından Kerem’le göz göze geldik, Yeşim el sallayıp çıkarken ikimiz masada yalnız kaldık.
Tam o an telefonum çalmaya başladı. Ekranda Eymen’in adı. Hızla açtım.
“Eymen?” dedim, hafif telaşla masadan kalktım. “Neredesin sen?” dedim, sesim kaygılıydı. “Birkaç kez aradım, ulaşamayınca... merak ettim.”
Karşıdan Eymen’in yorgun ve hafif telaşlı sesi geldi.
“Rana... Şu an dışarıdayım, biraz sonra seni arayacağım, tamam mı?”
Öğle arası biteli yirmi dakika oluyordu. Eymen beni geçiştiriyordu. Elimde kalan telefonun soğuk yüzeyine baktım, içimde bir şeyler kıpırdanıyordu.
Kerem endişeyle bana baktı, “Sorun ne?” diye sordu.
Ama ben sadece sessizce telefonumu cebime koydum, “Sorunu bilmiyorum ama kökten çözeceğim,” dedim.
Masadan kalktım, dışarı çıkarken kalbim hızla çarpıyordu.
Masadan kalktım, içimdeki telaş hızla büyüyordu. Kerem’in endişeli bakışları peşimden geldi ama ben hiç durmadan adliye binasına doğru yürüdüm. Telefon elimdeydi, Eymen’in sesini hâlâ kulaklarımda duyuyordum.
Bina kapısından içeri girip hızlı adımlarla Eymen’in çalıştığı katın koridoruna ulaştım. Kapıların önünden geçerken kalbim küt küt atıyordu. Sonunda onun odasının kapısının önüne geldim.
Telefonu cebime koyup derin bir nefes aldım, kapıya hafifçe vurdum.
“Eymen...” dedim titrek bir sesle.
Kapı aralandığında içeride oturan biri hemen gözüme ilişti. Kerem. Hem de Eymen’in hemen karşısında ciddi bir şekilde konuşuyorlar. Bir an durakladım, sonra sesimi topladım. “Kusura bakmayın savcım, rahatsız ettim,” dedim hızlıca.
Eymen hemen yerinden kalktı, yüzünde hafif bir gerilim vardı. “Rana, gel dışarıda konuşalım,” dedi. Koridora çıktığımızda, gözlerine baktım ve cesaretimi toplayarak sordum. “Ne oluyor? Arıyorum açmıyorsun geri döndüğünde mıy mıy mıy? Ne saklıyorsun?”
Eymen derin bir nefes aldı, omuzlarını hafifçe indirdi ve gözlerime baktı.
“Rana, işim vardı, önemli bir meseleyle uğraşıyordum.”
“O zaman işim vardı, diyebilirsin. Bin tane şey var başımda bir de sen iyi misin, sana mı bir şey oldu korkusuyla dakikalardır uğraşıyorum.” Dediğim sıralarda sesim biraz yükseldi.
Eymen derin bir nefes aldı, kaşlarını hafifçe çatarak ama sesinde yumuşak bir tonla konuşurken omzumdan tutarak kendine doğru çekti. “Rana... Özür dilerim, biraz sert davrandım. Sadece işim vardı, hak-” Eymen yüzüme dikkatle baktı, gözlerindeki endişe gizlenemiyordu. Elini hafifçe yanağımda gezdirip, “Sen iyi misin? Çok solgunsun,” dedi daha yumuşak bir sesle.
“İyiyim, iyiyim aslında...” diye yanıtladım biraz nefes nefese. “Neredeyse koşarak geldim buraya, aniden sıcak bastı.”
“Nereden geldin?”
Ben de gözlerimi ona dikerek, biraz daha rahatlamış hissettim. “Ahmet savcıyla görüştüm. Sonra da Kerem’le buluştum, kahve içtik. Düğünden beri görmemiştim,” dedim.
Eymen hafifçe kaşlarını kaldırdı ve “Kerem mi?” diye sordu ama sesinde bir anlam yoktu, sadece merak vardı çok kısa bir an gözleri içeriyi görebilecekmiş gibi baktı.
“O değil.” Dedim. Kahve sözüm vardı ama artık bir önemi yoktu.
Eymen, hafifçe başını salladı, gözlerindeki o anlık merak ifadesini hemen sakladı.
“Anladım,” dedi sessizce, biraz yorgun ama sakin bir tonla. Bir an durdu, sonra eliyle alnını ovuşturdu. “İşler iyice sarpa sardı, ama seninle bu akşam konuşacağız, tamam mı?” diye ekledi.
“Tamam,” dedim, sesim hâlâ biraz titrek ama kararlıydı. Eymen’in gözlerine baktım, orada hem yorgunluk hem de içten bir endişe vardı. “Git, biraz dinlen, sonra konuşuruz,” dedi yumuşakça.
Kapı arkasından kapanırken, içimde hem rahatlama hem de daha büyük bir merak bıraktı. Kafamda binlerce soru dönüyordu, ama şimdilik beklemekten başka çarem yoktu.
Eve varır varmaz kapıyı sessizce kapattım, üstümü hızla çıkardım ve kalın bir hırkaya sarındım. Oturma odasındaki kanepeye kendimi bıraktım. Göz kapaklarım ağırlaşırken, bedenim yavaşça uykuya teslim oldu. İçimdeki huzursuzluk ve bitkinlik arasında, sadece uyumak istiyordum.
İlahi Bakış Açısı
Eymen’in mesaisinin ilk saatleri oldukça sakin geçmişti saatler öğlene doğru yaklaşırken karşısındaki adama sıkıldığını göstermemek için olabildiğince sakince dinliyordu.
“Ama bir uzlaşma yoluna gidilirse hem zamandan kazanılır hem de yıpratıcı süreçler azaltılır Hâkime Hanım’ın başı zaten kalabalık. Lütfen bu kapıyı kapatmayalım.”
Eymen kafasını iki yana salladı. Rana şikayetinden vazgeçmeyecekti üstelik bu konuyu daha önce açtığında farklı bir tavırla karşılaşmıştı. Tekrar karısı tarafından güvenilmeyen birisi konumuna düşmek en son isteyeceği şey bile değildi.
“Hayır Avukat Bey,” dedi sesi sertti. Elindeki kalemi gerginliğinden dolayı sürekli döndürüyordu. “Şikayetimizi geri çekmiyoruz. Önce eşimi suçlayan kendisi zaten, arabasını kiraya veriyormuş bunun için şikayet etmiş, arabayı kiralayan kişi benim kiraladığım galeri sahibini mahkemeye tanık olarak çağıracağız. Her şeyi başlatan Eyşan iken, Rana’dan bunu istemeyeceğim.”
Bir an durdu, gözleri uzaklara kaydı. İçinde yükselen adalet arzusunun ağırlığını taşıyordu.
Kerem tekrar konuştu. “Haklı olabilirsiniz ama uzlaşmaya gitmek istiyoruz. Ne bizim başımız ağrısın ne sizin, öyle değil mi savcım?”
Eymen, Kerem’in sözlerine sert bir ifadeyle karşılık verdi, sesi odada yankılandı:
“Başımızın ağrımaması için adaletin yarım bırakılması mı gerekiyor? Bu dava, sadece bir formalite değil. Gecikmiş adalet, aslında adalet değildir. Eyşan’ın başlattığı bu zinciri kırmadan, bu süreci uzlaştırma diye geçiştiremeyiz.”
Kalemini masaya bıraktı, gözleri kararlıydı: “Eşimin güvenini sarsanları korumak, bana göre en büyük hata olur. Ben bu kapıyı kapatmayacağım.”
Kerem bir kez daha denedi, fakat Eymen sözünü keserek devam etti. “Anlayın, bu iş ‘zamandan kazanmak’ için değil, ‘doğruyu yapmak’ için yürütülüyor. Burada uzlaşma yok.”
Tam o anda Eymen’in telefonu çalmaya başladı. Ekranda “Rana” yazıyordu. Eymen tereddüt etti, sonra telefonu sessize aldı, açmadı. Kerem fark etmişti, kaşlarını kaldırdı.
“Demek ki, Rana Hanım’ın geçtiği yollarda müvekkilim Eyşan Hanım’ın geçtiği yollar kadar çamurlu… hemen yan taraftaki kapının ardında şikayetçi olabileceğini duydum.”
Eymen, bir alay havası takındı, kaşlarını kaldırarak sordu. “Makamımda tehdit mi ediliyorum şimdi? Çok naziksiniz ama şunu bilin ki, korkacak bir şeyimiz yok.”
“Eyşan Hanım, eşinizin adaleti kendi çıkarı için kullandığını yasal olmayan yollarla avukatlık mesleğini yapmaya başladığından şüpheleniyor.”
Eymen’in dudakları belli belirsiz bir tebessümle kıvrıldı. Hemen ardından yüzündeki ifade buz gibi bir ciddiyete büründü.
“Demek öyle…” dedi, sesi sakin ama içinde yükselen öfkeyi zor bastırıyordu. “Bu, Eyşan’ın kaçıncı iftirası oluyor sayabildiniz mi? Artık adaletle yüzleşmekten öylesine korkuyor ki, iftirayı dava diline çevirmeye çalışıyor.”
Kerem ağzını açacak oldu ama Eymen elini kaldırdı, susturdu.
“Beni eşimle tehdit etmeye çalışıyorsunuz. Onu, hayatını, emeğini, geçmişini sorgulamaya kalkıyorsunuz.”
Kerem, dosyayı kapatmadan önce son bir hamle yaptı. Yüzünde zorlama bir gülümseme, sesinde ise alttan alta taşan bir sitem vardı:
“Savcım… Elbette sizin yeriniz başka. Sonuçta soyadınız bile yetiyor bazı kapıları açmaya. Ailenizde hâkim, savcı, hatta anayasada bile akrabanız var. Sizin karşınızda müvekkilim gibi birinin adalet arama şansı ne kadar olabilir, değil mi? Bunu siz de biliyorsunuz.”
Bu sözler, odaya yayılan öfkeyi yoğunlaştırdı. Eymen’in çene kasları gerildi, bir süre yanıt vermedi. Sonra yavaşça doğruldu, bakışlarını Kerem’e dikti.
“Eyşan’ın bir şansı yok değil. Sadece, elinde gerçek bir haklılık yok. O yüzden yargıya değil, iftiralara sığınıyor. Onun avukatı olarak siz de bunu görüyorsunuz ama kabullenmek yerine hedef saptırıyorsunuz.”
Kerem tam karşılık verecekti ki, Eymen onu bir kez daha susturdu. Eliyle “bir dakika” der gibi hafifçe havaya kaldırdı, sesi sakin ama kesin bir kararlılıkla yankılandı. “Rana kendi emeğiyle o koltuğa oturdu. Mülakat günü komisyonda YÖK’ten iki bağımsız akademisyen vardı. Bunu bilmenizde fayda var. Ben, eşimin avukat olması için hiçbir torpil, yönlendirme ya da ricada bulunmadım. Ne öncesinde ne sonrasında.”
Üstelik ayrıydık, diye geçirdi içinden Rana’nın öfkeden delirdiği günlerdi.
Kerem, sesini biraz alçaltarak ama lafını da sakınmadan devam etti. “Affınıza sığınarak bir şey söyleyeceğim Sayın Savcım…”
“Affıma sığınacak bir şey yapmayın o halde.”
“Eğer evli olduğunuz kadın başkası olsaydı, bu kadar ısrarcı olur muydunuz sizce? Savunduğunuz yol, belki çok daha farklı olurdu.”
Bu söz, odada soğuk bir rüzgar gibi esti. Eymen’in gözleri bir anda Kerem’e kilitlendi. Sandalyesinden doğruldu, ellerini masaya koyarak öne eğildi. Eymen'in yüzü bir anda sertleşti. Sandalyesinden doğrulurken vücudu gerginleşti, elleri masanın kenarına bastı.
“Ne demek istiyorsunuz Avukat Bey?” dedi, sesi düşüktü ama kelimeler bıçak gibiydi. “Bir kadının adı mı belirliyor adaletin ölçüsünü sizin dünyanızda? Bu söyledikleriniz sadece bana değil, bu makamın ciddiyetine de hakarettir.”
Kerem bir adım geri çekilir gibi oldu ama ses etmedi. Eymen devam etti, sesi yavaş yavaş yükseliyordu:
“Ben savcıyım. Bugün Rana için konuşuyorum, çünkü o haklı. Ama yarın başka biri için de aynı kararlılıkla bu masada otururum. Siz bir insanın adalet arayışını, kişisel tercihlerine indirgemeye çalışıyorsunuz. Sizi ilgilendiren tek şey; suçun işlendiği, delilin elimizde olduğu ve bizim bu davayı bırakmayacağımızdır. Eşim adına konuşuyorum sonuçta ilk bana uzlaşma için geldiniz.”
Eymen arkasına yaslandı, gözlerini Kerem’den ayırmadan son cümlesini kurdu. “Uzlaşma yok, kapı arkanızda.” Eliyle kapıyı gösterdi.
Kerem’in hâlâ odasından çıkmadığını görünce daha çok sinirlendi. “Çıkın artık odamdan Avukat Bey, öğle arasında dosya bakmıyorum.”
Kerem kapıyı çekip çıktığında odada bir sessizlik hâkim oldu. Eymen sandalyesine yavaşça çöktü. Elleri masanın üstünde hareketsizdi. Kalemi bir kenara bırakmıştı artık; zihnindeki gerginlik ellerinden omuzlarına, oradan göz kapaklarına kadar yayılmıştı.
Başını geriye yasladı. Tavanı izledi bir süre. Birkaç saniyeliğine gözlerini kapattı. Dışarıdan geçen bir ambulansın uğultusu camdan içeri sızarken, içindeki baskı daha da büyüdü.
Eymen, öğle arasının sessizliğinde odasından çıktı. Koridorlar biraz daha tenha, havada bir durgunluk vardı. Hızlı adımlarla amcasının kapısına yöneldi.
Kapıyı çaldı, içeriden hafif bir ses geldi. İçeri girdiğinde amcası masasının başında dosyalara bakıyordu.
“Amca,” dedi Eymen, sesi ciddi ama yumuşaktı. “Eyşan’ın soruşturması hakkında yeni ne var? Seninle konuşmam lazım.”
Amcası Cihat başını kaldırdı, yorgun ama içten bir ifade vardı yüzünde. “Hayırdır oğlum bir sıkıntı mı var?”
Eymen sıkıntıyla ofladı. “Uzlaşma olmazsa Eyşan, Rana’yı avukat olurken geçtiği yollardan, usulden şikayetçi olacakmış. Bir şey olacağı yok ama durduk yere canımızı sıkacak.”
Amcası kaşlarını çattı, dosyalardan başını kaldırıp Eymen’e baktı. “Emsal olur işte. Yapılabiliyormuş yapılmış. Üstelik mülakat prosedüründe bir hata yoksa, bu tür şikayetler fazla ciddiye alınmaz.”
Bir an durdu, derin bir nefes aldı ve devam etti. “Eyşan itiraflarından sonra şimdi her şeyi reddediyor. Kendisi bunu yapması için hiçbir sebep olmadığını söylüyor. Bence artık tek kurtarabileceği şey mesleği olacak bunun için çabalıyor.”
Biraz daha bu konu üzerine konuştuktan sonra Eymen kendi odasına döndüğünde ilk işi odasının camını açmak oldu. Bir süre koltuğunda oturdu ve en sonunda telefonunu çıkardı. Ekranda hâlâ Rana’nın cevapsız araması duruyordu. Tereddüt etti. Sonra parmağı arama tuşuna gitti.
Hemen hemen ilk çalışlarında telefon açıldı. “Eymen?” dedi telaşla. “Birkaç kez aradım, ulaşamayınca… merak ettim.” Diye de ekledi.
İster istemez buruk bir gülümseme oldu yüzünde Eymen’in, onu telaşlandırmak sevdiği şeyler arasında değildi ama sesini duymak bile yeterliydi. “Rana…” dediği sırada kapısı saniyeler içine tıklatıldı ve açıldı.
İçeriye Kerem girdi. Elinde birkaç kağıt vardı yüzünde sinir bozan bir gülümseme. Hiç vakit kaybetmemiş, diye geçirdi Eymen içinden. Önce odasına gir denilmeden girdiği için paylamayı düşündü ama telefonda karısı vardı. Aralarındaki bu gerginliği ona yansıtmak istemedi ve ilk aklına geleni söyledi. “Biraz sonra seni arayacağım, tamam mı?”
Telefonu karşıdan hiçbir cevap beklemeden kapattığında Kerem’e “Girin demedim.” Dedi. Kerem buna hiç takılmadan elindekilerini Eymen’in masasına tam karşısına bıraktı.
“Sayın Savcı, size YÖK’ün denklik sınavıyla ilgili resmi duyurusunu getirdim. Haziran ayında yapılacakmış. Ayrıca soruşturmayla ilgili bazı yeni evraklar var, bunları da size teslim edeceğim.”
Eymen kağıtlara göz ucuyla bile bakmadı. “Bunların geçerliliği yok Avukat Bey.” Dedi ama sesi daha çok sabır diler gibiydi. “Mülakatı ben yapmadım, mülakatı eşim kimseye zorla yaptırmadı. Bu mülakat yapılmadan eşim avukat olmadı. Gerekçesiz hiçbir şey yok.”
Kerem mülakatı öne sürerek tekrar uzlaşmayı teklif etti aralarında sabahki konuşmalar tekrar döndü, Kerem kendilerini mülakat yoluyla uzlaşmaya ikna edebileceğini düşünerek bunu öne sürüyordu aslında o da biliyordu bundan bir şey çıkmayacaktı üstelik uzlaşmayı kendisi kabul etse Rana kabul etmeyecekti. Eyşan kendi sonunu hazırlamıştı.
“Tekrar söylüyorum Avukat Bey, mülakat YÖK aracılığıyla yapıldı. Geçersiz sayılabilecek, usule uygun olmayan hiçbir şey yok.”
İkisinin sabahki yüksek tansiyonlu tartışmalarına nazaran bu sakin tartışmalarını bölen naif bir kapı sesi oldu. “Eymen.” Dedi Rana içeriye kafasını uzatır uzatmaz.
“Kusura bakmayın savcım, rahatsız ettim.” Dediğinde Eymen sandalyesini masadan destek alarak ittirdi. Karşısında Kerem’le, Rana’nın huzurunu kaçıracak bir problemi tartışıyor olması hiç hoşuna gitmedi. “Rana, gel dışarıda konuşalım.” Dedikten sonra kapıyı arkasından kapatıp biraz geriye doğru çekti karısını.
Göz göze geldiklerinde Rana sinirle “Ne oluyor? Arıyorum açmıyorsun geri döndüğünde mıy mıy mıy? Ne saklıyorsun?” dediğinde derin bir nefes aldı. Yalan yoktu şu haliyle gurur duymuştu zamanında kendisi yalan söylediği an anlıyordu şimdi ise Rana, giderek ona benziyordu.
“Rana, işim vardı, önemli bir meseleyle uğraşıyordum.” Dediği sırada Rana hiç duraksamadı. Öfkeliydi geçiştirildiğini hissediyordu. Korktuğu bu durumlarda Eymen’den biraz daha fazla anlayış göstermesini bekliyordu. Soğuk yapacak ne vardı?
“O zaman işim vardı, diyebilirsin. Bin tane şey var başımda bir de sen iyi misin, sana mı bir şey oldu korkusuyla dakikalardır uğraşıyorum.”
Eymen onun korkusunu hissettiği an sarılma ihtiyacıyla doldu. “Rana... Özür dilerim, biraz sert davrandım. Sadece işim vardı, hak-” yüzüne bakarak kurduğu cümle Rana’nın saçlarını düzeltirken bölündü. Yüzü solgundu sabah bıraktığı gibi değildi. Ateşi olup olmadığını kontrol etti.
“Sen iyi misin? Çok solgunsun,” dedi o an bütün gerginliğini unuttu…
Eymen kapıyı neredeyse omzuyla iterek açtı. Parmakları anahtarın ucunda takılı kalmış, kapının ardında bulmayı umduğu tek şeyin sağlıklı ve gülümseyen bir Rana olmasıydı. Ama içeri adımını attığında karşılaştığı sessizlik göğsüne bir taş gibi oturdu. Evin içi neredeyse zifiri karanlıktı; Gözleri hızla etrafı tararken, sesi yükseldi. "Rana?"
Cevap alamayınca, ayakkabılarını çıkarmaya bile yeltenmeden koridora yöneldi. Yatak odasının kapısı aralıktı. Titrek bir nefes alarak eliyle itti kapıyı. İçeri girdiğinde, zaman bir anlığına yavaşladı. Rana, yatağın ortasında kıvrılmış, battaniyenin altına sığınmış haldeydi. Yüzü yana dönmüş, alnından şakaklarına doğru inen birkaç ıslak saç teli tenine yapışmıştı.
Eymen birkaç adımda başucuna geldi, dizlerinin üzerine çöktü, elini temkinle onun alnına uzattı. Sıcaklık, parmaklarının ucunu yakan bir dalga gibi yüklendi tenine.
Telaşla komodinin çekmecesini açtı, dijital termometreyi bulup düğmesine bastı. Ekrandaki küçük ışık yanıp sönerken, elindeki aletin titremesini kendi endişesine yordu.
“Rana, güzelim.” Dedi kendi sesini bulabildiğinde, en azından birkaç kelime konuşsalardı içi rahatlayacaktı daha beş saat önce görmüştü bu şekilde değildi.
Hareketlerinde artık bir telaş vardı; kalkarken ceketinin kenarı komodinin köşesine takıldı ama umursamadı. Hemen telefonunu aldı, bir yandan aramaya çalışırken diğer yandan Rana’ya döndü. Aradığı kişi cevap vermedi. Bir süre daha beklemenin anlamı yoktu. Rana’yı dikkatle kaldırdı, başını göğsüne yasladı.
“Şimdi hastaneye götürüyorum seni.” Derken duraksadı bir an kimliğini almalıyım, dedi. Rana’nın başını yavaşça yastığa geri bıraktı, ama ellerini ondan çekemedi bir süre.
Dışarısı neredeyse sessizdi ama sokağın ucunda, farlarını kısmış halde bekleyen bir polis aracı gözden kaçmıyordu polis aracının içindeki siluetler hareketlendi ardından sürücü kapısı açıldı. “Savcım?” dedi sadece sürücü koltuğundan inen memur sesi temkinli ama tedirgindi.
Eymen, onları görünce bir an durdu. Yüzü soğukla değil, içindeki korkuyla gerilmişti. “Hayır, Konuşacak vaktim yok, hemen hastaneye götürmem lazım.”
Polis memuru bir adım öne çıktı. “Ambulans çağıralım hemen.”
“Hayır,” dedi Eymen, sesi sertti. “Bekleyemem.”
“Peki, size eşlik edelim. Siren açayım, yolu açarız,” dedi sonunda.
Polis memurları hızlıca arabanın kapısını açtı, Eymen nazikçe ama kararlı bir şekilde Rana’yı kolundan destekleyerek yolcu koltuğuna yerleştirdi. Kısa bir süre içinde kendisi de sürücü koltuğuna oturdu, polislerin aracı çevrelemesiyle sirenler birden çalmaya başladı. Eymen, gergin ama dikkatli elleriyle direksiyonu kavrayarak aracı hızla sokağın çıkışına doğru sürdü.
Eymen, hastane kapısından içeri adım atar atmaz telefonu çalmaya başladı. Ekranda babaannesinin adı yanıp sönerken, derin bir nefes aldı evdeyken bir yardımı olur mu, diye aramıştı ama şimdi açıp derdini anlatacak gücü kendinde bulamadı.
Rana, gözlerini ağır ağır açtığında etraf bulanık ve solgundu. Serumun ince hortumu kolundaki damarına yerleşmişti; soğuk sıvı, yavaş yavaş damarlarda dolaşarak onun zayıf düşmüş bedenine nüfuz ediyordu. Göz kapakları birbirine yapışmış gibiydi; gözlerini açtığında onu izleyen endişeli bakışları gördü.
“Eymen…” diye mırıldandı, sesi kısık ve zor çıkıyordu.
Eymen, derin bir nefes aldı, yumuşak bir sesle, “Evet. Hastanedeyiz, biraz dinleniyorsun.”
Rana gözlerini kısarak zorla bir gülümseme takındı. “Bir hastaneye gelmek...” dedikten sonra serum takılı koluna kafasını eğip baktı. “Of.”
Rana’nın “Of” diye hafifçe oflaması, Eymen’in hemen dikkatini çekti. Korkuyla hafifçe eğildi, “Ne oldu?” dedi endişeyle. Rana, gözlerini hafifçe kapatıp derin bir nefes aldı, sonra içinden geçmiş olanları yavaşça düşündü.
O an, buraya temelli döndüğü gün aylar öncesine döndü aklı; o zamanki yalnız haliyle, korku içinde, çaresizce ilk kez geldiği bu hastane koridorları. Hiç tanımadığı soğuk duvarlar, yabancı yüzler… Şimdi ise, yanındaki adamı, Eymen’i düşündü.
Onun sıcak, koruyucu bakışları, ellerinin güven veren dokunuşu… Bu kadar fırtınalı hayatında, en karmaşık anlarda bile yanında birinin olması…
“İyiyim.” Dedi sadece daha fazla ne söyleyebilirdi.
Eymen, Rana’nın yüzündeki o anlık hüzün ve titremeyi görünce yumuşak bir sesle, “Nerede bu kadar üşüttün, anlatır mısın?” diye sordu merakla, endişesi hâlâ gözlerinde parlıyordu. Rana, biraz çekingen, biraz da ağır ağır konuşarak, “Mezarlığa gittim,” dedi kısa ve kesik.
Aralarına bir sessizlik çöktü; kelimeler havada asılı kaldı, sanki anlatacaklar yetmiyordu, ya da anlatılmak istenmiyordu. Eymen gözlerini kaçırmadan, ama kelimelere saygı duyarak sadece yanında oturdu. Rana, içinden geçenleri toparladı; o anı, kendisi yazacakmış gibi sakladı. Sadece derin bir nefes aldı ve hafifçe gözlerini kapattı.
Sanki içten içe kırılmış, her bir kemiği, kası ve eklemi sızlıyor gibiydi. Hafifçe kımıldadığında bile bir ağrı dalgası teninden yayıldı; o an tüm bedeni, yorgun ve hırpalanmış bir harita gibi sanki yara izleriyle doluydu.
Serumun içindeki ilaçlar bu soğuk akış, kimi zaman hafif bir serinlik hissi verirken, kimi anlarda ise acıyan, sızlayan kaslarını biraz olsun rahatlatmaya çalışıyordu.
Yavaşça gözlerini araladığında konuşmadan önce dudağını yaladı. “Bana bugün sürekli adımla seslendin.” Dediğinde Eymen, beklenmedik bu cümle karşısında anlık bir şaşkınlık yaşadı, gözlerini kısarak, “Efendim?” diye cevap verdi.
“Evet, ‘Rana’... Gün içinde kaç kere duydum, saymadım bile.”
Eymen omuz silkerek, biraz şaşırmış, biraz mahcup bir şekilde,
“Yani… Öyle denk geldi. Yoksa sevgilimsin, aşkımsın. Ama işin ortasında dilim en kolayı seçmiş olabilir.”
Rana gözlerini kaçırmadan “İşin neydi?” diye sordu.
Bu soru Eymen’i gözle görülür bir şekilde gerdi omuzlarını hafifçe kasmasına neden oldu kaşlarının arasında beliren o çizgi çok net belliydi ama hemen ardından dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümseme belirdi. Başını hafifçe yana eğdi, gözlerini ona dikti.
“Bakıyorum gözün açılmış, ses de yerinde... Bıdı bıdı başlamış demek ki iyileşiyorsun,” dedi, sesini alttan alta yumuşatarak.
Rana gözlerini kısmadan bakmayı sürdürdü.
“Konuyu değiştirme.”
Eymen yanağını kaşıdı, sonra başını eğip elini Rana’nın yüzünde gezdirdi.
“Bak hâlâ ateşin tam düşmemiş... İş gücü olan biriyle tartışamam şu an.”
Rana, dudaklarını belli belirsiz bükerek, “Yani yine anlatmayacaksın,” dedi.
Eymen omuzlarını hafifçe silkti. “Dosya gizliliği, sevgilim. Bazen susmak yasal bir zorunluluk.”
Rana başını yana eğip kaşlarını kaldırdı.
“Ve sen tabii ki her şeye yasal zorunluluk gözüyle bakarsın.”
Eymen sessizce Rana'nın yüzüne baktı, sonra sesi alçaldı.
“Peki… Tuncay’la görüşmen nasıl geçti?”
Rana bakışlarını Eymen’den kaçırmadan yastığa yaslandı. Gözleri uzak bir noktaya takılmış gibiydi. Üşüdüğünü daha çok hissetti. “Beni otele bıraktıktan sonraki gün bir intihar vakasında…” dedi ve nefes aldı.
Eymen’in yüzü gerildi. Gözlerini kaçırmadı ama ifadesi daha dikkatli hale geldi.
Rana istemsizce serum takılı kolunu hareket ettirdi. Serum akmaya devam ediyor mu diye baktığından birkaç saniye daha suskunlukla geçti.
“Sen sandım, demiştin. ‘O bir kere olur.’ Demiştim.” Aklına dolan anılarıyla yaptığı şeyle ve tam bugünlerde yapabilecek olmasından dolayı Eymen’in yüzüne bakarken bir kez daha utandı. “On altı yaşımdaydım. O zamanlar anneannem bildiğim kadın.” Duraksayıp yutkundu Rana, kendini biraz daha iyi hissediyordu. Sedyede dizlerini kendine doğru çekti yine de her yeri ağrıyordu.
“Benim zorumla bana araba sürmeyi öğretiyordu. Biriyle birlikte sürüp öğrenebiliyoruz.” Dedi açıklamasını yaptı fazla detaya boğmak istemiyordu, kötü anıları hatırlayıp onu da üzmek istememişti ama bir şeyleri belli etmesi gerekiyordu; Eymen’in yanında olduğuna şükrettiği gibi.
“Bir sebepten kavga ettik hatırlamıyorum. Sadece eve döndüğümüzde arabanın kapısını çarptı eve girene kadar bana söylendi. Yeri geldi şımarıksın, dedi. Yeri geldi hiçbir zaman mutlu olamayacağımı sürekli bunu dile getirdi.” Tekrar duraksadığında yutkundu bununla eş zamanlı birkaç damla gözyaşı aktı. Yavaşça başını yastığa çevirdi; tavana değil, yanına… Eymen’e değilmiş gibi ama ona en yakın yere bakar gibi. Gözkapakları ağırlaştı, gözlerinin kenarında biriken yaşlar sırasıyla süzüldü.
Eymen bir süre kıpırdamadı. O anın içini bozacak her şey fazlaydı. Elini Rana’nın battaniyenin üstünde kalan koluna uzattı. Parmakları nazikçe süzüldü o küçük alan boyunca.
“Neler söyledim inan hatırlamıyorum. Sadece onun bana söyledikleri yıllardır aklımda. ‘Tek senin mi annen öldü? Tek sen mi bunları yaşıyorsun? Dünyada ailesi ölen ilk kişi sen misin?’ Böyle uzayıp giden bir sürü şey…”
Eymen birkaç saniye daha sessiz kaldı. Sonra hiç acele etmeden ayağa kalktı. Sandalyeyi yana itti, dikkatli adımlarla sedyenin diğer tarafına geçti. Rana, göz ucuyla onu takip etti ama hiçbir şey söylemedi. Sadece nefesi biraz hızlandı.
Eymen, dizlerini yatağın kenarına dayayıp yavaşça eğildi. Hareketleri hem temkinli hem kararlıydı. Bir kolunu Rana’nın yastığının arkasından geçirirken diğer eliyle battaniyenin altındaki elini kavradı. Sonra, hafifçe yana kıvrılarak onunla aynı hizaya geldi.
Başını tam onun yanına, neredeyse omzuna değecek şekilde koydu. Aralarında birkaç santimlik mesafe vardı ama o birkaç santim, Rana’ya koca bir duvar gibi gelen yalnızlığı yıktı.
“Haklıydı.” Dedi devamında titrek bir nefes aldı. Kafasını salladı. “Ailesini ilk kaybeden ben değildim ama bu şekilde onları kaybeden tek kişiydim. Bunu hiçbir zaman anlamadı.”
“Bu kavganızın üzerine mi?” dedi Eymen sadece intihar diyerek dillendirmedi.
“Evet. Gece o uyuduğunda biraz odasının önünde durdum.” O sırada tekrar üşüdüğünü hissedip battaniyeyi daha çok kendine çekti. “Bilse böyle bir şey yapacağımı beni durdurur muydu? Diye hep düşünürüm. Bir sürü ilaç içtim…”
Anlattıkça o günü tekrar yaşadı. Anlattıkça yoruldu. Eymen, başını biraz daha yana çevirip yüzünü saç diplerine yaklaştırdı. Burnundan derin bir nefes aldı.
“Keşke o gece senin kapının önünde ben dursaydım,” dedi kısık bir sesle, “O ilacı alacak eline tutunabilseydim...”
“Şimdi varsın.” Dedi tek nefeste ardından kafasını kaldırıp ona baktı. “Boğazım kurudu. Çok yorgunum zaten her yerim ağrıyor.” Bugün Tuncay’dan öğrendiklerim beni tekrar bu yola götürüyordu demedi ama Rana, Eymen’in bunu anladığını biliyordu. Eymen ise Rana’nın geçmişi neden anlattığını istemeyerek anlıyordu.
⚖
Bir hafta daha geçti yani bana bir ömür.
Yani, sadece üç beş gece.
Savcı Ahmet bu geçen günler içerisinde dedeyi üç kere sorgulamaya ifadesini almaya çalışmıştı. Her seferinde dede fenalaşıyor ve ifade yarım kalıyordu. Olay yerinde bulunan yüzük ona aitti. Diğerini ise nereden nasıl buldu, hemen nasıl yaptırdı onu bilmiyorduk.
Bu süreçte hastayım demeden Tuncay’ın vekaletiyle onun malvarlığını Oğuz’a devretmiştim. Şimdi dedenin vasisi olabilmek için hiçbir sıkıntım yoktu. Mahkemenin müdafiliğime itiraz edebileceği tüm boşlukları ortadan kaldırmıştım. Tuncay’ın, benim yüzümden yargılandığı davanın avukatı Emir olmaya devam ediyordu ben Banu’nun ölümüyle ilgili olan kısmı halletmiştim. En azından artık yargılandığı dava sayısı bire düşmüştü. Aramızda menfaat çatışması yoktu. Mirasına ortak değildim sadece yeğeniydim aynı şekilde dede tarafından da alacağım ortak bir şey yoktu.
Hastalıkları sorunlarını bahane ettiği an mahkeme cezai sorumluluğunu kaldıracaktı. Hem yaşlıydı hem kalp hastasıydı. Hiçbir şekilde içeriye girmeyecekti ama bu raporları almak zorundaydı dede tıbbi raporları aldığında yasal vasisi olacaktım Tuncay’ın hemen çıkmaması her şekilde işime geliyordu.
Hastane çıkış kapısının önünde duran tekerlekli sandalyeye kısa bir bakış attım. Hemşire kapıya doğru yönelmişti, “Birazdan gelirler,” demişti, sanki önemli biriymiş gibi, sanki içeride yatan yalnızca yaşlı bir adam değilmiş gibi.
Oysa ben sadece bir imza atmaya geldim.
Sadece yasal sürecin son halkasını kapatmaya.
Onun gözlerinin içine bakmaya değil.
Kapı açıldığında ilk gördüğüm şey bastonu oldu. Aynı baston, aynı yavaş adımlar. Ama bu sefer yanında yürümüyordum. Önüne geçmiyordum.
Sadece geri duruyordum.
Ali Soner’in başı hafif eğikti.
“Arabaya geçin,” dedim hemşireye, sesi duyacak kadar yakındım ama ona hitap etmiyordum.
Dede, aramızda birkaç adımlık mesafe olmasına rağmen nefes nefese kalmış gibiydi.
“Rana…” dedi.
Sadece ismimi.
Sesinde titrek bir bellek vardı, geçmişe sığınan bir ton.
Yanıt vermedim. Çünkü bu, bir torun olarak geliş değil. Bir vasinin gereğini yerine getirişiydi.
Kapıyı açıp şoför koltuğuna geçtim. Arabanın içine oturmasına yardım eden hemşireye teşekkür ettim, ama ona tek kelime etmedim. Ne gözümün ucuyla baktım ne başımı çevirdim. O, arka koltukta camdan dışarıya bakarken, ben aynadan bile izlemiyordum onu.
“Rana… Nereye gidiyoruz?”
İlk defa değilmiş gibi soruyordu ama bu kez başka bir tını vardı sesinde. Bir korku.
Cevap vermedim.
Araba harekete geçtiğinde camdan dışarıya baktı. Kısa bir süre sonra kıpırdandı.
“Benim… ilaçlarım var, onları almadık.”
Bu sefer telaşlıydı. Sesindeki tedirginlik, alışık olmadığım bir şeydi.
Yine sustum.
O an bir şeyi anladı.
Belki ilk kez.
Benim artık torunu olmadığımı.
Göz ucuyla bile bakmadım. Aynaya uzanmadım. Sadece direksiyonu tuttum, ellerim kararlıydı.
Arka koltukta sessizlik oldu. Sanki kendisine sesinin ulaşmadığı bir duvara konuşmuştu. Nefesi ağırlaştı, kalp ritmi hızlandı, elini göğsüne götürdüğünü duyabiliyordum ama dönmedim.
“Rana…” Adımı bir daha söyledi. Bu kez daha kısık, daha çaresiz.
Ama ben hâlâ aynaya bakmıyordum. Çünkü artık onun gözüyle görünmüyordum. Onun kalbinde tuttuğu torun yoktu burada.
“Sus artık! Sorup sorup cevap alamamak nasılmış?”
Ne sesini duymaya tahammülüm vardı ne de nefes alışverişini görmeye hiçbir şeyine katlanamıyordum. “Sus! Zamanında nasıl susup her şeyi yaptıysan şimdi de sus. Banu’nun katili olarak yargılanıyorsun. Ceza alma diye seni o hastaneden bu hastaneye götürüp duruyorum.” Alaylı birkaç kıkırtı kaçtı ağzımdan “Hiç neden? Diye sormuyorsun.”
Arka koltuktan bir hışırtı duyuldu. Sanki öne eğildi, bana yaklaşmak ister gibi. Belki bastonunu aradı, belki sadece nefesini dengelemeye çalıştı.
Ama hâlâ konuşmadı.
“Seni kendi ellerimle öldüreceğim. Hiçbir şekilde ceza almayacaksın. Ne hapse gireceksin ne de ev hapsi alacaksın.” Dönüp çok kısa arkama baktım. “Sen benim elimde yalvararak can vereceksin Ali Soner.”
Tuncay’dan adresini almıştım, yaşarken babamın olan bir eve getirmiştim onu.
Arabanın kapısını açtım, bastonuna tutunarak ağır ağır indi. Evin kapısını görünce, birden durdu. Gözleri kısıldı, alnında derin çizgiler belirdi. Nefesi hızlandı, yüzü solgunlaştı. Adım atmakta zorlandı; elleri titremeye başladı.
“Fenalaşıyor musun, yine?” diye fısıldadım kendime, arkasına geçip destek oldum.
“Hadi, sürekli ayılıp bayılmalarında uğraşamam. Elimde öleceksin derken küt diye gitmenden bahsetmedim.” dedim kararlı bir sesle. “İlacını içeceksin, bayılmana izin vermem.”
Dede ellerini zorlukla cebine attı, gözleri kısık bir dirençle beni süzdü. “Beni... bırak,” dedi ama sesi kırıktı, gücü yoktu.
İlaçlarını masaya koydum, bardakla beraber uzattım. İlk tereddüdünde, “Hayır,” dedi zayıf bir fısıltıyla. Ama ben geri çekilmedim, oturttuğum sandalyenin arkasından nazik ama sert bir ifadeyle tekrar söyledim: “Bunu yapmazsan daha kötü olur. Sana zarar verir.”
Zorla elini tuttum, hapları birer birer ağzına koydum. İlaçlar boğazından geçerken nefesi düzenlendi, gözleri ağırlaştı ama bayılmadı.
Gözlerimiz tekrar birbirine değdiğinde; “Nasıl ama?” dedim etrafı elimle işaret ettim. “Bu ev tanıdık geldi mi sana? Oğuz Sokak…” içimden taşan öfkeyle incecik elime dolan kolunu sıktım. “Nasıl bir manyaksın? Annemi bulamasınlar diye buraya kaçırdın. Oğlu doğunca da evinin olduğu sokağın adını mı verdin?”
Gözlerinin içindeki donukluk, az önceki kırılganlıktan yerini buz kesmiş bir ifadeye bırakmıştı. Hiçbir şey söylemedi. Sadece ağır bir nefes aldı, karşılık vermekten kaçındı.
Ben ise, tüm acıyı ve ihaneti o an vücudumda hissettim.
Bu eve ilk gelişim değildi. Dört gündür Eymen’in mesai saatleri içinde kalabildiğim sürece burada evin içindeydim. Tozlanmış mobilyaların içindeydim. Kırılmış fayansların arasında bir şeyler aramaya devam ettim; Kitaplıkta, Yatak odalarında, mutfak dolaplarının içinde. Her yerde parmak izim vardı.
Oturduğu sandalyede başını ellerinin arasına aldı. “Öldür beni.” Dedi. Konuşurken artık nefessiz kalıyordu. “Hayır.” Dedim “Hiçbir şey bu kadar kolay olmayacak.”
Ellerimle yeni taktırdığım kameraları gösterdim. “Seni her an izleyeceğim. Seni yavaş yavaş öldüreceğim.”
Belki benim çocukluğumdaki gibi onun genç ve dinç hali karşımda olsaydı bana farklı yaklaşırdı. Daha sert. Daha acımasız. Artık yaşlılığın verdiği bir şeyle nefesini bile zor alıyordu bundandı hiçbir şey yapamayışı.
“Pencerelere yeni parmaklıklar yaptırdım. Ama var ya!” diyerek ona döndüğümde korktu irkilerek oturduğu koltukta geriledi bu haline güldüm. “Bir oda var en üst katta. Oranın penceresi zaten kapatılmış. Orada mı tuttun annemi?”
Önceki geldiğimde evin tadilat işleri varken ustanın göstermesiyle çatıda bir odayı keşfetmiştik. Aralıksız dört beş saatimi o odanın içinde geçirdim. Hissettim bir şeyler. Bir yoğunluk. Ne denirse artık. Duvarlarına baktım. Yatağa.
Kapısı yoktu merdivenle çıktıktan sonra demir kapak açılıyordu içeriye doğru. İlk girdiğimde o kadar havasızdı ki içinde boğulacağım sandım. Tozdan hiçbir şey görülmüyordu. Tahtalarla kapalı pencereyi açtırdım. Günışığının girdiği odanın içinde olan üç şey vardı; yatak, komodin ve bir ayna.
Komodinlerin içi boştu zaten iki çekmecesi vardı. Yerinden çıkarttım yine de bir şey çıkmadı. Yatak dümdüz demir parmaklıklı beyaz bir yataktı. Eskiden bebek beşikleri böyle aralıklı olurdu.
Demirin bazı yerlerinde beyaz boyası aşınmıştı. Ya bağlamıştı annemi ya kelepçelemişti. Aynısını yaşatacaktım. Ölmeyecekti. Dokuz ay daha yaşamasını istiyordum.
Oda demeye bin şahit gereken çatı katındaki en ilginç bulduğum şey odanın yarısı kadar banyo olmuştu. Klozet, lavabo ve duştan oluşan banyo girer girmez aklıma bir ton şeyin canlanmasını sağladı. Bu iki oda arasında Oğuz nerede doğdu düşünmekten günlerce uykularım kaçtı.
Odanın içindeki diğer şey aynaydı tuhaf bulmamıştım doğrusu manyak birinin elinde aylarca kalıp aynayı kırmayan annemi daha çok tuhaf bulmuştum. Sonradan eklenme ihtimalini düşündüm temizlenmişti burası o çok netti.
Duvarlarda hiçbir yazı hiçbir şey yoktu. Bir çizik bir delik hiçbir şey yoktu. Yeniden boyanmıştı. Sonra ev sahibi olarak isteğimle küçücük yuvarlak penceresi aynı tahtalarla yeniden kapandı tek fark bu kez aralıkları daha fazlaydı ve günışığı sızıyordu. Birkaç dakika bile kalamadım o haliyle. Kasvetten insan ilk gün ölürdü. Annem aylarca yaşamıştı.
Dede bana cevap vermediğinde ayağa kalkıp kolundan tuttum. “Merak etme ben senin için ayna koymadım. Bu halini görüp acı çekmeni istemedim.”
Önce merdivenlerden dedeyi neredeyse sürüyerek çıkarttım. Odaya geldiğimizde çıkmak için debelendi. “Annemi burada öldürdün tamam ama.” Dediğimde durup önce kapısı açık ama ışığı açık olmayan banyo kapısına baktı. Kendi kendine bir şeyler mırıldandığında “Karını nerede öldürdün?” diye sordum.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 5.87k Okunma |
1.07k Oy |
0 Takip |
44 Bölümlü Kitap |