
“Bu kez vedalaşırken kapı değil, içindeki mesafe biraz daha aralandı.”
⚖
Sadece ehliyetimi geri alıp çıktığımda bütün hayatımı mahveden o eve tekrar gitmeyi istedim. İstanbul’a döndüğümde sadece kayıplarım yakın insanlardan ailemden ve zorunlu olsa bile onunla büyüdüğüm anneannemden ibaretti ama burada dün hastane odasına sığmayan bir kalabalık vardı.
Evin önüne geldiğimde artık görmekten sıkıldığım gördükçe alıştığım olay yeri şeritlerini eğilerek geçtim.
Bakımsızlıktan mahvolmuş çimenler ve ağaçlar, oyuk bahçe ve hemen onu takip eden boyası dökülmüş yer yer camları kırılmış evin kapısına bir kere daha ilerledim.
Gündüz gözüyle görünce daha bir farklı geliyordu. Zemindeki çatlaklar, duvardaki rutubet izleri, evin içinden gelen eski ahşap kokusu… Kalbim çok hızlı atıyordu bilinmezdi burası bana, bu kapıdan çıkan kimse geri dönmemişti ben bir istisnaydım.
Taşımaktan vazgeçmediğim anahtarı yuvasına taktım.
Korkuyla etrafa baktım buraya geldiğim için herkes çok kızacaktı ama korktuğum konu bu değildi. Zorla yutkunduğumda nefesimi seslice dışarı verdim içim sıkışıyordu bu evde nefes almam çok zordu.
Burada aradıkları bir şey vardı ve ben inanıyordum ki onu bulunca bu işkence bitecekti.
Eve girince gözlerime ilk denk gelen merdivenler oldu. Hissettiğim boşluk muydu korku muydu? Tam emin olamıyordum ama içeride adımladıkça o gece olanlar aklıma geldikçe aptallığıma kızıyordum.
Asla bir erkekle kendi gücümü kıyaslamıyordum ama varsa acıma duygusu yoksa katil olmama isteği nedir bilinmez bugün yaşamama sebebimdi. Elinde silah olan oydu beni öldürebilecek olan oydu.
Her zaman gücünün farkındaydı ve kullanmaktan çekinmemişti o gün onun insafına kalmıştım. Benden güçlü kim varsa karşımda her zaman insafına kalacaktım.
İçim tekrar sıkıştığında kafamı iki yana salladım. Burayı görmemle birlikte vücudumda belli ağrılar tekrar kendini hissettirdi.
Sadece herkesin doğuştan sahip olduğu bir ailenin devamlı olmasını istemiştim. Belki doğdu zaman bırakılıp giden bebekler vardı büyüdüğünde aile istemeyen, belki çok kötü ailelere sahip olup onlardan kurtulmak isteyenler vardı ama ben ailemin hep benimle olmasını istiyordum.
Onları benden alan aniden gelen bir kaza değildi evet eceldi belki ama sebebi bu değildi.
Derin bir nefes daha aldığımda telefonumu çantamdan çıkartıp önce yapmam gereken bir şeyi yaptım.
Serkan’ı arayıp eve çağırdım beni bekletmeden hemen geldi. Önce o gün olanları tamamen anlattım. Mülakat çıkışı Oğuz tarafından arandığımı yemek bittiğinde onu orada gördüğümü ve buraya gelmemizi, kavgamızı olanları konuştuklarımızı her şeyi hem az da olsa beni tanıyan hem yabancı ama bilirkişi gözüyle daha iyi olacağını düşünüyordum.
“Aradığı şey ne olabilir? Aklına gelen her şeyi söyle.” Dediğinde üst katta yatak odasında çalışma odasını açıyorduk.
“Biri ya da birkaçı onları ifşalayan bir şey olmalı ki tedirgince peşimdeler.” Dedim.
Serkan kafasını salladı ve dolabı ittirdi. Tedirgindim birisinin peşimizden tekrar gelmesini istemiyordum bunu o da fark etmiş olacak ki telsizini gösterdi. “Kapıda araç var içinde de iki polis sıkıntı olacak bir durum yok.”
“Eymen’in haberi yok.” Dedim direkt. Kafasını salladı ama bir şekilde söyleyecekti çünkü “Ona haber vermeden buraya gelmemeliydin.” Dedi.
İçeriye girdiğimizde elim tekrar penceresiz odanın lambasına gitti.
Oda aydınlanırken içeriye girerek masanın etrafını dolandım elim tozlarla kaplı masanın üstünde iz bıraktı.
Şöyle bir şey vardı ki ben içeri girdiğimde kapı besbelli ortaya çıkıyordu eminim içeriden kapatmanın bir yolu vardı “Bu kapı içeriden kapatılması lazım.” Dedim Serkan açık kapıya baktı “Olabilir. Ne arıyoruz Rana?” dedi bir kez daha.
Omuz silktim. “Bilmiyorum.” Diye mırıldandım.
Çekmeceleri bir bir açarak içlerine baktım önemsiz ıvır zıvırlar vardı kalemler boş kağıtlar şarj aleti fotoğraf. Vesikalıktı annemindi şu an ellerimin arasında annemin benim yaşlarımda çektirdiği bir fotoğraf duruyordu, saçlarına baktım onun beyazı yoktu çünkü o kadar yaşamamıştı ama benim vardı, hemen hemen aynı yaştaydık ama benim vardı.
Kahverengi gözleri benim gördüğüm en güzel bakan gözdü. Zaten annemdi ve her zaman her gün gördüğüm gözlerdi şu an baktığım gibi hiç dikkatle incelememiştim annemin gözlerini. Fotoğrafı çantama koyduktan sonra raflara yöneldim. Önce kendi boyumdakileri incelemeye başladım hepsi hukuk kitabıydı. Ciltlerinden bazılarını tanıyordum.
Hukuk kitabı olmayan aralarda birkaç adet farklı şekillerde olan vardı elime alıp açtığımda içinden aniden bir fotoğraf daha düştü. Bu sefer kimin öldüğünü daha bir merakla düşen fotoğrafa eğildim.
Elim titriyordu fotoğrafı kendime çevirmemle aile fotoğrafımız olduğunu gördüm. Kafamın içinde bir uğultu vardı, kalp atışlarım kulaklarımın içinde çarpıyordu sanki. Fotoğrafı yavaşça çevirdim.
Ve sonra gördüm.
İçimde bir yer… kelimenin tam anlamıyla ezildi.
Bu bizim fotoğrafımızdı. O sonbahar sabahı çekilmişti, hatırlıyorum. Annem, üzerindeki beyaz gömlekle biraz da üşüyerek ama içten gülümseyerek sarılmıştı bana. Babam, aceleci bir mutlulukla başımızın hemen ardında duruyordu.
Serkan sessizce yaklaştı. Yanıma çömeldi, bana dokunmadı ama varlığı yetti. Sanki ne hissettiğimi anlamış gibiydi. Göz ucuyla bana baktı, sonra gözlerini benden kaçırıp sessizce yere yöneltti.
“Bu… onlar mı?” diye sordu kısık sesle.
Başımı hafifçe salladım. Fotoğrafı gösterdim. “Evet,” dedim, sesim zar zor çıktı. “Bu bizdik.”
Bir anlık sessizlik oldu. Sonra Serkan hafifçe başını salladı. “Güzel bir anı,” dedi. “Ve emin ol, burada ne arıyorlarsa… bu fotoğrafı kıracak güçleri yok.”
O an, bir yabancıdan beklemediğim kadar dostça bir şey yaptı. Montunun cebinden bir mendil çıkardı, sessizce uzattı.
Bir defter çıktı karşıma. Çiçekli bir defterdi. Mavi çiçekli, kız çocuklarına alınanlardan… Parmağım kapağında gezindi. Tanıdık geliyordu. Elime aldım, açtım. Yıllara bölünmüş, çoğu sayfası doldurulmuştu. İlk sayfada adım vardı. Küçük harflerle, yamuk yumuk yazılmış: Rana.
Benim defterimdi. Ama ben yazmamıştım.
“Hıh…” diye gülümsedim. “Babam ajanda kullanmayı severdi. Ben vermişim demek ki. Günlük gibi kullanmışım zaten,” diye söylendim. Serkan yanıma yaklaşmıştı, göz ucuyla bakıyordu ama sessizdi. Dostça, alanıma saygılı.
Babamın düzgün el yazısını gördüm bir sayfada. Tarih: 12 Nisan 2002. Ölümünden sadece bir ay önce.
Sayfaları çevirdikçe boğazım düğümlendi. Banu adında bir sekreterden, Tuncay’dan, annemle ilgili endişelerden, gizli ortaklıklardan, öldürülenlerden, tehditlerden söz ediyordu.
Serkan arkamda duruyordu. “Her şey iyi mi?” diye sordu, sesi yumuşaktı.
“Bilmiyorum,” dedim. “Bunu yazan babam. Ama hiç böyle yazmazdı. Bu notlar… şey gibi. Birine seslenir gibi. Mesaj verir gibi. Sanki biri bu defteri bulsun istemiş.”
O sırada defterin son sayfasına geldim. 16 Mayıs 2002. ‘Herkes yerini buldu. Her şey bitti.’ Ve sonra bomboştu. Ertesi gün yazı yoktu. Zaten ertesi gün… öldürülmüştü.
Defteri yavaşça kapatıp Serkan’a döndüm. “Delil olabilir ama onu tanıyan benim birkaç gün kalsa olur mu? Detaylı bakmak istiyorum.”
Serkan yüzüme baktı, gözleri hafifçe kısıldı. Benden bir şey saklayıp saklamadığına değil, bu defterin yükünü taşıyıp taşıyamayacağıma bakar gibiydi. Sonra yavaşça başını salladı.
“Ben bunu duymamış olayım,” dedi. “Ama dikkatli ol Rana. Her not, geçmişin tozunu silkelemek gibidir. Ne çıkacağını bilemezsin.”
Bir an sessizlik oldu. O sırada içimde garip bir huzursuzluk dolaştı. Sanki o defter elimdeyken babam oradaydı… gözümün ucunda ama hiç ulaşamayacağım bir mesafedeydi.
Serkan’la vedalaşmadan önce çantamı sıkıca kavradım. Çiçekli defter içindeydi. Hâlâ elimde babamın izi vardı, kelimelerle dokunmuş bir gölge gibi…
Eve vardığımda ışıkları açmadan içeri girdim. Ayakkabılarımı çıkarırken neredeyse dengemi kaybedecektim. Mutfakta yarım kalan bir şarap şişesi gözüme çarptı. Ne düşünmeden ne plan yapmadan açtım.
Bardağa değil, doğrudan şişeye uzandım.
Bir yudum… Sonra bir tane daha.
Gözlerim doldu mu, yoksa sadece fazla mı yorgundum, bilemedim.
Salonun ortasına oturup çantayı önüme çektim. Çiçekli defteri çıkardım.
Kapağına dokundum. Soğuk geldi.
Bir kız çocuğunun günlüğü gibi görünüyordu. Ama içindeki her satır kurşun gibi ağırdı.
Yavaşça açtım. Sayfaları çevirdikçe harfler üst üste binmeye başladı. Zihnim net değildi, ama bir şeyler uyanıyordu.
“Tuncay şirkete ortak olmam için baskı yaptı.”
“Beril’e söyleyemedim. Annen yurtdışında dedim.”
“Banu’nun yardımıyla onları köşeye sıkıştırdık.”
Gözlerim satırların içinde gezindi, anlamlarla boğuştu.
Bir notun kenarına yavaşça parmağımı sürdüm.
“Başka bir bilgiye ulaştım.”
Kafamda yankılanan tek cümle buydu.
Ne bilgi? Kimin hakkında?
Tuncay ne yapmıştı? Bu Banu neden hep ortada ama hiç ortada değildi?
Defteri yere bıraktım. Başım geriye düştü, tavana baktım.
“Sana ne olmuş baba?”
Sesim kendime bile yabancıydı.
Zihnim bulanıklaşırken dönüp tertemiz el yazısını okuyordum.
Bir süre sonra bedenim, sanki ona uygun olmayan bir şey yutmuş gibi tepki verdi. Hemen midemin derinliklerinden bir şey yükseldi. Kusmamak için direnmeye çalışsam da midemdeki boğulma hissi dayanılmaz hale geldi. Ayakta durmakta zorlanarak, hızla tuvalete doğru yöneldim. Adımlarım titrek ve zayıftı, gözlerim bulanıklaşırken nefesim hızlandı.
Kusarken, bedenim kendini bırakmıştı. Gözlerim kapandı, başım dönmeye devam etti. Midemdeki karışıklık yavaşça hafiflemeye başlasa da o an o kadar yalnız hissettim ki, tuvaletin soğuk zemininde bir süre dizlerimin üstüne çökmek zorunda kaldım.
Boğazım yanıyor, ağzımdaki tat yeteri kadar kötüydü başım hala bulanık bir şekilde karışıyordu. O anda, her şeyin ne kadar dengesiz olduğunu fark ettim. Kendimi tuvaletin soğuk duvarına yasladım, gözlerim duvardayken yavaş yavaş kapattım. Aç karnına şarap içmenin ne kadar yanlış bir karar olduğunu anladım.
His devam ederken tamamen midem boşalana kadar yerimden kalkamadım.
Zorla kalktığımda titriyordum zorla salona girip günlüğü alıp sabah battaniye ve yastıkla bıraktığım koltuğa uzandım.
Bir süre boyunca koltukta, battaniyemle sarılıp gözlerimi kapalı tutarak, sessizliğin içinde kaybolmaya çalıştım. Zihnim hâlâ bulanıktı, ama bir an için nehrin kenarına çekilip her şeyin durduğunu hissettim. Sadece nefesim ve kalp atışlarım vardı, o kadar huzurluydum ki, bir süreliğine dünya dışarıda kalmıştı. Ama o huzur, telefonun çaldığı an aniden bozuldu.
Telefonun sesi, o kadar keskin ve beklenmedikti ki, irkilerek gözlerimi açtım. Hızla elimi uzattım, ancak başım hâlâ ağrıyordu, gözlerim bulanık, çevremdeki her şey bir süre önceki gibi net değildi. Telefonu bulup ekranına baktım.
Günlüğü okuduğum yerdeydi eğilip aldığımda Eymen’in aradığını saatinde altı buçuğa doğru geldiğini gördüm, açmamayı tercih edecektim ama arabası bendeydi belki ihtiyacı olacaktı bilemedim.
Oturduğum yerde sırtımı koltuğa yasladım telefonda bir anlık sessizliğin ardından duyuldu. “Evde misin?" dedi, hafif merakla.
Oturduğum yerde sırtımı koltuğa yasladım, nefesimi bıraktıktan sonra susuzluktan boğazım kurumuştu konuşmadan önce yutkundum. "İyiyim, uyuyordum," dedim direkt olarak sesim iyi çıkmamıştı.
Eymen bir an sessiz kaldı, sonra endişeyle devam etti. "Saat erken, hasta mısın?"
"Hayır, ama yoruldum. Dün uyuyamadım ya," dedim Eymen bir süre sessiz kaldı, sonra başka bir soru sormak istedi ama her şeyi olduğu gibi bırakıp sadece dinlemek istediği belli oluyordu. "Bir şey lazım olursa," dedi.
“Bu gece değil. Teşekkür ederim.”
Telefonu kapatıp geri yaslandığımda, bir an için gözlerimi kapadım. Sessizlik, o kadar huzur vericiydi ki, dışarıdaki dünya bir an için tamamen kaybolmuştu.
⚖
Kasımın ortalarını hızla geçtiğimizde tarihler artık Aralığın başını gösteriyordu. Geçen bu haftalar içerisinde mülakatın sonucu gelmiş ruhsat başvurumu baroya yapmıştım. Şimdi biraz daha bekleyecek gibi gözüküyordum. Ruhsat için bakanlık onayını bekliyordum.
Eyşan’ın soruşturması, onun ve polislerin sorgusuyla kalan işlerle bitmişti dava gününü bekliyordum. En çok istediğim şey davaya kadar ruhsatımı alabilmek ve kendimi savunmaktı.
Eymen’le aramızda belirgin bir problem yoktu; ama benim, insanlara güvenme konusunda ciddi bir sorunum vardı. Çevremdeki herkesin her hareketinde gizli bir art niyet arıyor, her şeyin arkasında bir sebep olabileceğini düşünüyordum. Geceleri tek başıma kaldığımda uyanık gibi uyuyor, gözlerimi kapatsam bile zihnim hiç susmuyordu. Ve bu problemi bir türlü aşamıyordum aşamadığım her durumu uyku ilaçları ve alkole yönlendirmiş durumdaydım ve bundan hiç memnun değildim ama aylardır önünü alamadığım bir başka problemdi.
Hatta bir gece… Eymen’in evinde yemek yemiştik. Sakin, sıradan bir akşamdı. Oysa içim hiç sakin değildi. Saat ilerlemişti, mutfağın loş ışığı altında kahve içiyorduk. “Saat geç oldu, gitmesen olur mu?” dediğinde içimdeki alarm bir anda çalmaya başladı. Sanki o cümlede gizli bir tehdit, bir zorlama vardı. Oysa sesi sakindi. Yüzünde herhangi bir ısrar yoktu. Ama ben yine de sanki duvarlar üstüme çöküyormuş gibi hissettim.
"Gitmem gerek," demiştim sertçe. Gözlerinin içinde bir soru belirmişti ama o an buna yer yoktu. “Evimde olmam gerek, sabah gitmesi daha zor olur.” diye ekledim. Daha fazla sorgulamasın diye. Ama sorguladı. Üsteledi. Ve tartıştık.
O gece bir şeylerin ters olduğunu anlamıştı. Bunu fark ettiğini saklamaya çalıştı ama ben anladım. O günden beri, neden geceleri evime dönmekte bu kadar ısrarcı olduğumu sessizce araştırıyor. Fazla açık etmiyor ama davranışlarından, gözlerinin sorularından anlıyorum.
Belki de bu yüzden kaçmak daha da zor. Çünkü beni gören tek kişi, aslında en çok görmekten korktuğum kişiydi.
Kim ya da kimler farkındaydı bilmiyorum bu durumdan yeteri kadar utanç duymuyordum aslında ama beni anlaşılmamak yoracaktı. Neden niye sorularının cevabını herkes biliyordu ama soracaklardı neden diye niye diye, neden içiyorsun Rana? Diye sordukları zaman uyuyamıyorum, diyecektim babam her gece rüyama geliyor diyecektim tanıyamıyorum sesi yabancı demeyecektim çünkü beni anlamayacaklardı kafanı yastığa koy gözlerini kapat uyursun diyeceklerdi.
Avukatlık işini hallettikten sonra Eymen’le bir sorunumuz kalmayınca tek sıkıntım hayatım olmuştu daha çok gözüme battığı daha çok şüphe duyduğum daha çok insanlardan uzaklaştığım günler olmuştu.
Gülay Teyze ve Mete Amca hastaneden çıktıktan sonra sadece bir kez evime gelip kahve içmişlerdi, Yeşim’le birlikte yaptığımız en son şey masaja gitmek olmuştu. Araştırmalarım hızla devam ediyordu öğrendiğim kadarıyla Tuncay’ın sekreteri Banu’ydu ama benim tanıdığım tek Banu ismi babamın katibiydi aralarında tam olarak bir bağ kuramamıştım çünkü on yaşlarımda gördüğüm Banu ile amcamın sekreteri aynı kişi miydi anlamam oldukça zordu.
Zaman benden bağımsız akıp giderken bu akşam Yeşim’e yemeğe davetliydik Eymen işten çıktıktan sonra hazırlanıp beni almaya gelecekti.
Aralık ayının soğuğu kendini iyice hissettirmeye başlamıştı. Ne giyeceğime karar vermek bu defa daha zordu hem sıcak kalmalıydım, hem de çok kalın giyip bunalmamalıydım. Sonunda boğazlı, krem rengi yumuşak bir kazak, üzerime kaşe bir camel kaban ve diz hizasında kahverengi çizmelerle tamamladım kombini. Altına kot pantolon giymiştim, sade ama özenli gözüküyordu Saçlarımı düzleştirdim, önüme birkaç tutam bıraktım.
Kapı çaldığında saat yediye geliyordu kapıyı açtığımda Eymen karşımdaydı. Gelince aramasını söylemiştim ama o yukarı çıkmayı seçmişti. Elinde minik bir çiçek buketi vardı; beyaz papatyalar, minik sarı güller, lavanta dallarıyla güzel bir renk karışımıydı.
Eymen'in elindeki çiçekleri görünce kalbim bir anlık hızla çarptı. Gülümseyerek kapıyı açtım ve "Çok tatlı bir sürpriz," dedim, çiçekleri nazikçe kabul ederken.
Eymen gri bir kaban giymiş, boynunda koyu renk bir atkı vardı. “Sen çiçeklerini koy gel hemen çıkalım.” Dediğinde üzerimdeki kabanıma baktı “Zaten hazırsın.” Dedi.
“Çıktım çıktım.” Dedikten sonra hemen salona dönüp çiçeği uygun bir vazoya koydum mutfağa gidip biraz suyla doldurdum ve işim bitmiş oldu çantamı alıp evden çıktım.
Eymen, direksiyonun başında rahatça ilerlerken başını bana doğru çevirip gülümsedi.
“Sen ne yaptın bugün? Akşam görüşürüz diye aramadım,” dedi, hafifçe esprili bir tonla.
Ben de rahatça gülümsedim ve cevap verdim: “Evdeydim bugün, pek bir şey yapmadım zaten. Uyandığımda saat bire geliyordu, o yüzden kahvemi içip biraz ev işleriyle uğraştım. Ama sonunda hiçbir şey yapmadan vakit geçirdim diyebilirim.”
Bir ara, Yeşim’in evine giden yoldan daha geniş bir sokağa girdik. “Burası daha sakinmiş,” dedim, etrafı gözlerken.
Eymen, gözlerini yola odaklayarak, “Bazen burası gerçekten sessiz olur. Şehirden uzak bir yer gibi hissediyorum,” dedi, sesi yavaş ve düşünceliydi. Birkaç saniye sessiz kaldık, sadece araba motorunun sesi ve dışarıdaki rüzgarın uğultusu vardı.
Yol keyifli geçmişti sorunsuz eve geldiğimizde öncelik herkesin aç olması olduğu için hemen sofranın kurulması için harekete geçtik. Salonun köşesindeki abajur sarı bir ışık yayıyor, duvarda yumuşak caz melodileri dolanıyordu. Masada fırında sebzeli tavuk, zeytinyağlı dolmalar, tereyağlı pilav ve taptaze bir salata vardı. Furkan, mutfaktan elinde salata kasesiyle gelirken, “Kim ne içmek ister? Gazoz, ayran, soda…” Çok kısa bir an birbirimize baktığımızda “Şarap seçimi senin.” Dedi.
Mete Amca da televizyonun sesini kısıp yerinden kalktı “Bir sofraya oturabilsek ona karar vereceğiz.” Dedi üzerinde acıkmış bir adamın siniri vardı. “Furkan salatayı koyuyor, Yeşim meze seçiyor, Rana da şarap uzmanı olmuş…”
Yeşim, babasının cümlesinin sonuna yetişmişti ama hemen atıldı
“Aaa evet, Rana karar versin. Zevki iyidir.”
Ayaktaydım ama bir an duraksadım, gözlerim masanın üzerindeki kadehlere kaydı.
“Ben… bu sefer pas geçsem?” dediğimde Eymen oturduğu koltukta kafasını bana çevirdi.
“Ne oldu, Fransız şarapçılığına ara mı verdin?” dedi gülümsemeyle bu konu markette gezerken öylesine konuştuğumuz bir şeydi belki kötü bir niyetle söylememişti ama ben bunda bile bir art niyet sezmiştim.
“Sadece… canım istemedi.” Dedim ve mutfaktan başka gelecek bir şey olmadığını bildiğim için masaya yöneldim. “Ben içmeyeceğim. Siz hangisini istiyorsanız açın.” Dediğim sıralarda herkes masada yerini buldu. Eymen ve ben yan yana oturuyorduk duvar kenarındaydık karşımda Gülay Teyze vardı onun yanında Furkan, iki köşeyi ise Mete Amca ve Yeşim almıştı.
Gülay Teyze konuyu kapatmak istercesine lafa karıştı. “Rahat bırakın. Belki keyfi yok. Hem herkes içecek diye bir şey yok.”
“Yani… seçici içiyorum diyelim.” Diye konuyu kendim için kapatmayı tercih ettim.
Mete Amca ise boş kadehini eline aldı, göz ucuyla Furkan’a bakarak “Bu evde içki seçimi damadın işidir. Hadi Furkan, sen hallet bakalım. Madem evin beyi sensin.” Dedi.
Furkan hafifçe güldü, “Beyliğim şarap seçimine kadarmış,” dediğinde şarabı açmak için harekete geçti.
Göz ucuyla Eymen’e baktığımda hâlâ sessizce beni izlediğini gördüm.
“İçebilirsin dönerken ben kullanırım arabayı.” Dedim.
“Yok, sadece… sen iyi misin diye düşündüm.”
“İyiyim.”
Eymen sandalyesini biraz daha bana doğru çekti, aramızdaki mesafeyi kapattı. “Eğer gerçekten keyfin yoksa, söyle … çıkalım buradan. Ben bir bahane bulurum.”
Kafamı iki yana sallayıp reddettim.
“Yok… iyi böyle. Sağ ol.”
Furkan, tavuğu servis ederken hepimize sırasıyla baktı. “Bunu ben yaptım desem yalan olur, ama fırına ben sürdüm. Onun da bir emeği var.”
Mete Amca, bir kaşık dolmayla uğraşırken “Senin elinden olsa zaten tavuk değil kömür yeriz.” Dedikten sonra kocaman bir kahkaha attı onun Furkan’la uğraşması keyfimi yerine getiriyordu bende güldüm. “Kızım bu çocuğa yemek öğretmediysen yazıklar olsun.”
Yeşim gülerek göz devirdi. “Baba, en azından fırını açmayı öğrendi. Bu da bir gelişme.”
Gülay Teyze devreye girdi ve damadına laf söyletmedi. “Senin baban hâlâ pilavı suyla mı yapıyoruz diye soruyor kızım, Furkan fırınla evrim atlamış.”
Hepimiz güldüğümde Eymen tabağındaki pilava göz gezdirirken konuştu. “Bu pilavın kıvamı tam. Gülay Teyze bu senin elinden mi çıktı?”
Gülay Teyze göz kırptı. “Olabilir de olmayabilir de. Ben söyler miyim her şeyi?”
Mete Amca içini çekti “Gizli tarifleriyle mezara gidecek bu kadın, söyle onlar yabancı mı? Kızların ve damatların.”
Ben şaşkın bir şekilde gülümsedim ve biraz ne diyeceğimi bulamıyordum. Yeşim hemen başka bir fırsatı yakaladı.
“Rana bu akşam pek sessizsin. Ne oldu, bizim kargaşaya alışamadın mı hâlâ?”
Omuzlarımı silktim “Yok canım, gayet alıştım. Hatta bu kadar gürültüsüz sofralarda artık huzursuz oluyorum.”
Eymen, tam ağzındaki lokmayı yutarken hafifçe güldü.
“Alışıyorsun demek ki… iyiye işaret.”
Yemeğin devamında Mete Amca, masadaki sessizliği bir an olsun bozar gibi, bakışlarını Eymen’e çevirerek biraz alaycı bir şekilde gülümsedi. “Doğru yolda mısın evlat?” dedi, sesi yumuşak ama netti. “Her şeyin başı yönünü bilmekle başlar. Bazen insan aynı şeyi çok dener yolunu kaybeder, nereye gittiğini fark etmez.”
Ben çatalımı tabağa bıraktım, tatlıya başlamamıştım bile. Cümleler çok açık değildi ama bana fazlasıyla netti.
Eymen hafifçe gülümsedi. “Doğru yolda olmak çaba isteyen bir şey. Bazen yolun kenarına çekip aynaya bakmak da gerekiyor. Ben elimden geldiğince aynaya bakmaya çalışıyorum.”
Mete Amca başını salladı. “Ayna iyidir… ama bazen insan sadece yüzünü değil, kalbini de görmeli.”
Eymen hafifçe güldü ama gözleri Mete Amca’ya dönüktü. “Ben bazen geç anlıyorum bazı şeyleri. Ama anladığımda da eksik bırakmamaya çalışırım.”
Mete Amca hafifçe gözlerini kıstı. “Geç anlamak değil mesele evlat. Geç kalmamak.” O sırada göz göze geldik.
O cümlede bir şey vardı. Eymen’in kaşı az da olsa çatıldı, sonra toparlandı.
“Bazı şeyler için hâlâ geç değilse... Ne mutlu bana.” dedi, sesi hâlâ saygılıydı. O an göz göze geldiğimizde gözlerimdeki gölgeyi fark etti mi bilmiyorum ama ben onunkinde tanıdık bir pişmanlık gördüm.
Gülay Teyze gözlerini Mete Amca'ya çevirip hafifçe başını iki yana salladı. “Yine başladın bilmece gibi konuşmaya.”
Furkan tatlısına kaşığını batırırken Yeşim’le göz göze geldi, ama ikisi de aynı anda bakışlarını kaçırdı. Onlar gergince birbirine bakarken sol elimi alnıma götürüp yasladım.
Tam o anda tatlı kaşığını elime aldım ama hâlâ dokunmadım. Boğazımda bir düğüm vardı. Belki de ilk defa kelimeler bu kadar az, hisler bu kadar çoktu. Mete Amca tatlısından bir parça alıp ağzına attıktan sonra gülümsedi. “Pekâlâ. Göreceğiz bakalım, kim geç kalmış, kim zamanında davranmış.”
Ben ise sessizce suyumdan bir yudum aldım. Kalbim hızla çarpıyordu. Masada konuşulanlar benim üzerimden dönüyordu ama adım bile geçmemişti. O yüzden bu cümlelerin hepsi daha da etkiliydi.
Tatlıya hâlâ dokunmamıştım. Kaşığı parmaklarımın arasında çevirdim, sonra usulca tabağın kenarına bıraktım. İçim sıkışıyordu. Sanki bulunduğum odada hava eksikti, ya da yalnızca bana yetmiyordu.
Sandalye hafifçe gıcırdadı, kalkarken masadakilere bakmamaya çalıştım.
“Ben bir su alayım,” dedim kısık bir sesle, mutfağa yöneldim.
Arkamdan gelen ayak seslerini duyduğumda, tahmin ettiğim kişiydi.
Eymen, birkaç adım geriden, temkinli ama kararlı bir şekilde mutfağa kadar eşlik etti.
Su dolu bardağı elimde tutarken sesini duymamla içmedim tezgaha koydum.
“Sence ben geç mi kaldım?” diye sordu Eymen, sesi neredeyse fısıltıydı.
Arkam dönüktü, ama gözümü kapattım. Sanki o sorunun cevabını kendime bile söyleyemiyordum.
“Bilmiyorum,” dedim dürüstçe.
Sonunda sessizliği yine o bozdu.
“Hâlâ mı Rana?” dedi. Sesi kırılgan değildi ama içinde tanıdık bir yorgunluk vardı. “Bir insanın yaptığı hatanın telafisi… sende bu kadar mı zor?”
Yutkundum. İçimde bir şeyler oldu arkamı döndüğümde ifadesizce yüzüne baktığımda “Artık zor,” dedim. Gözlerimi ondan kaçırmadım. “Sen neyin ne olduğunu bildiğin halde… bilmezden gelmeyi seçiyorsun, yirmi yılımı geçirdiğim herkes yalancı çıktı sana karşı hissettiklerimi anlatabilirim ama hissedemediğim tek bir şeyin sorumlusu ben değilim, sensin.”
Tezgâhtaki bardağı tekrar elime aldım, bu kez içtim. Su boğazımdan geçerken biraz olsun yanan içimi soğutuyordu.
Eymen derin bir nefes aldı, gözlerinde bir yorgunluk, belki de içsel bir huzursuzluk vardı. Bir an sessizce durdu, sonra yavaşça başını kaldırıp Rana'ya baktı. Gözlerinde, her şeyin tam da olması gerektiği gibi olmadığına dair bir hüzün vardı, ama söylediği sözler hala kararlıydı.
Eymen başını eğdi, bir an durdu. “Peki,” dedi yavaşça. “Zaman senin…” dedi, “Ama kapım hep açık. Sadece bil, ben sana geç kalmak istemiyorum.”
Ardından, bir an daha duraksadı, sonra mutfaktan çıkıp, salona ilerledi. Konuştukça sakinleştiğimi hissediyordum, ama bir yandan da ne kadar dağılmış olduğumu fark ediyordum.
Çok geçmeden ardından masaya döndüğümde kapıdan girer girmez ilk baktığım Mete Amca oldu konuyu açtığı için pişmandı iyi miyim diye kafasını salladı anladım. Dudaklarımı birbirine bastırıp kafamı salladım.
Furkan ve Yeşim hâlâ birbirlerine kayıtsızca bakıyorlardı. Tekrar yerime oturmadan önce Eymen sandalyesini biraz öne çekti. Teşekkür edip oturdum.
Bir an sadece Furkan’a bakıp sonra boş kadehimi uzattım. Yavaşça konuştuğumda sesim düzdü.
“Şarap alabilir miyim?” dedim, gözlerim Furkan’ınkine odaklanmıştı.
Furkan şaşkın bir şekilde, ama nezaketle gülümsedi. Kadehimi aldıktan sonra, Furkan'a bir teşekkür edip, gözlerimi kısa bir süreliğine yere indirdim. Havanın birden ağırlaşan ve içimdeki karmaşayı daha da derinleştiren sessizliğiyle baş başa kaldım. Her şeyin bittiği noktada, hala sorular vardı. Eymen'in sözleri aklımda yankılanırken, bir yandan da o kadar fazla şey birikti ki, hepsine nasıl cevap vereceğimi bilmiyordum.
O sırada, Yeşim biraz daha rahatlayarak, bana doğru hafifçe gülümsedi. “Ruhsatını aldığın gün verecektim ama dayanamayacağım.” Dedi sandalyesini geriye ittirip masadan kalktı. Merak içinde onu izlerken kadehi dudaklarıma götürdüm.
Hemen bir odadan diğerine geçti geri geldiğinde hepimiz ona bakarken elinde cübbeyle salona girdi. “Bir avukat olmanın ilk adımı,” dedi Yeşim, gülümseyerek cübbenin kenarını düzeltti. “Bunu hak ettin. Sana çok yakışacak.” Dediği sırada kalkıp kapının yanına gittim.
Yeşim, cübbeyi omuzlarıma yerleştirirken, tam karşımda duran o gülümsemesiyle beni izledi. Cübbenin ağırlığını hissedebiliyordum ama bir yandan da sanki hayatımda yeni bir sayfa açılıyormuş gibi hissettim.
“Gerçekten, bu kadarını hayal etmemiştim,” dedim, sesimde karışık bir duygusal yoğunluk vardı. "Bilmiyorum, belki de hiç bu kadar gerçekçi düşünmemiştim. Ne zaman aldın ne ara düşündün?” dedim merakla.
“Mülakatın iyi geçtiğini düşünerek aldım.” dedi Yeşim, yüzünde hafif bir gülümseme.
Yeşim'in bu hediyesi, benim için sadece bir kıyafetten çok daha fazlasıydı. Geleceği simgeliyordu ve o an, belki de her şeyin başında duruyordum.
"Teşekkür ederim," dedim, kollarımda cübbenin soğuk dokusunu hissederek, ama yine de onun sıcaklığıyla sarmalanmış gibi bir hisse kapıldım. "Gerçekten.”
Gülay Teyze, gözleri dolu dolu yüzüme bakarak derin bir iç çekti. "Ne güzel…” dedi “Yeşim ilk cübbesini giydiğinde de böyle hissetmiştim gururlu bir anneyim.” Deyip ayağa kalktı bana doğru geldiğinde gülümsedim sarıldığımızda kulağıma doğru “Tekrar.” Diye ekledi.
“Teşekkür ederim.” Dedim biraz önceki gerginliğin devamı olarak bu olay gözlerimin dolmasına sebep oldu.
Eymen, bakıştığımız zaman bir an duraksadı, sonra ellerini hafifçe sıktı ve masadan kalkmaya karar verdiğini gördüm ama hemen kalkmadı kafasını Mete Amca’ya çevirdi. Amca, başını hafifçe sallayarak ona onay verir gibi bir hareket yaptı. Eymen, bir anlık tereddüdün ardından, yavaşça adımlarla yanıma geldi.
Gözleri, cübbemin etrafında gezindikten sonra, sonunda bana döndü.
“Bunu hak ettin ve biliyor musun?” dedi, sesi artık daha net ve bir parça da daha kararlıydı. "Sana çok yakıştı.”
“Biliyorum.” Dedim hiç bozuntuya vermedim. “Anneme de çok yakışırdı.”
Yavaşça, ama aynı zamanda dikkatlice cübbemin yakasını düzeltti. “Görmedim ama, en az sana yakıştığı kadar Beril Hanım’a da yakışıyordur,” dediğinde usulca kafamı salladım her şeye rağmen sarıldığımızda farkında mıydı bilemedim ama güven duvarlarımı yıkmaya çalıştığımı görmesini istiyordum yani ona güvenmek istiyordum.
Mutfakta, her şeyin dağılmaya başladığı anda, yemeklerin son kırıntıları toplanırken, ben de masadan kalktım.
Evden çıkarken, Mete Amca ve Gülay Teyze ile kapı önünde kısa bir vedalaşma yaşadık. Herkes arabalarına yönelirken, hava soğumuştu ve rüzgar tenimde hemen hissediliyordu. Hızla adımlarımı atarak arabaya doğru ilerledim. İçeri girdiğimde, kapıyı kapatıp, hemen emniyet kemerimi takarken dışarıdaki havanın soğukluğu içimi titretmişti. Cübbemi kucağıma yerleştirdiğimde Eymen, arabanın kapısını açıp içeri girdi.
Gözleri, geceyi ve sessizliği yansıtan bir hâlde, dikkatle önündeki yola baktı. Araba çalıştığında, sessizlik bir an için her ikimizi de sardı. Yola çıktık. İçimizde fazla bir konuşma geçmedi. Yalnızca yolun sesleri, motorun sesi ve dışarıdaki geceye karışan rüzgarın hafif uğultusu vardı.
İstanbul’un gece ışıkları arabanın camlarından süzüldü. Şehre ait her şey, etrafımızda hızla geçerken, ben de zihnimde başka yerlerdeydim.
Eymen’in elleri direksiyonun üstündeydi, vücut dilinden hala bir şeyler düşündüğü belliydi ama konuşma gereği duymuyordu. "Bir şey söylemek istiyorsan," dedim, nihayet aradaki sessizliği bozan ben oldum. "Beni dinliyorum."
Eymen, bir an tereddütle baktı, sanki karar vermeye çalışıyordu. "Önemli değil," dedi sonra "Zaman her şeyin en doğru cevabını verir, değil mi?"
Yanıtımı vermeden, başımı camdan dışarıya çevirdim. Her şey bir şekilde doğru gibiydi, ama o doğruyu bulmak için daha fazla zamana ihtiyacım vardı. Eymen’in yanımda olduğu, bu yolculuğun devam ettiği bir gerçekti.
Kısa bir süre sonra Emirgan’a vardık. Eymen, arabayı tanıdık sokağın kenarına usulca park etti. Motor sustuğunda, gece yine sessizliğini geri aldı, Eymen’in yüzüne kısa bir bakış attım, göz göze gelmedik ama varlığı yeterince tanıdıktı. “İyi geceler,” dedim, arabadan indim cübbemi dikkatle koluma aldım.
O da başını hafifçe eğerek karşılık verdi. “İyi geceler, Rana.”
Arabadan uzaklaştıkça, ayak seslerim kaldırımda yankılandı.
Merdivenleri çıkarken, içimde garip bir dinginlik vardı. Anahtarı çevirip kapıyı açtığımda, evin sessizliği beni karşıladı. Işıkları yaktım, cübbemi nazikçe askıya astım ve ayakkabılarımı çıkarırken bir an duraksadım. Bugünün yükü omuzumdan yavaş yavaş iniyordu.
Yatak odama geçtiğimde, hiç düşünmeden üzerimi değiştirdim. Cama doğru yürüyüp perdeleri araladım. Dışarısı hâlâ loştu. Şehrin ışıkları uzaklarda titriyordu ama içimde ilk kez, uzun zamandır hissetmediğim bir dinginlik vardı. Yatağa uzandım, gözlerimi kapatırken dudaklarımda istemsizce beliren hafif bir tebessüm vardı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 5.87k Okunma |
1.07k Oy |
0 Takip |
44 Bölümlü Kitap |