
Kapıları çalan benim
Kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
Göze görünmez ölüler.
⚖
İlk başta gözlerime inanamadım. Adım atmadan, nefes bile almadan sadece baktım. Kapıyı arkamdan ardına kadar açtı Eymen.
“Eymen ne bu?” dediğimde sesim sert çıktı.
Kalbim yerinden çıkacak gibiydi.
Öne doğru çıkıp kafasını yere eğip baktığında ilk bir şey söylemedi. “Bu ne? Sürpriz diye…” devam ederken şaşkın çıkan sesiyle konuştu.
“Hayır. Bu bebek benim değil.”
Sürpriz kavramı yerle bir olmuştu.
Apartmanın üst katındaydım ama ne kadar zamandır burada soğukta duruyordu bunu bilmemek içimde bir şey buz gibi kırılmasına sebep oldu.
Sanki beynim önce en kötüsünü duydu, sonra gerçeğe ulaşmaya çalıştı.
"Benim değil," demesi yetmemişti. Kime ait olduğunu bilmiyordum. Neden bizim kapımızdaydı, neden şimdi, neden böyle?
“Kim bıraktı bunu buraya?” dedim, tizleşmiş bir sesle. Dizlerim titriyor gibi hissettim.
Eymen eğildi, pusete yaklaştı. Minik bir hışırtıyla battaniyeyi araladı. İçeride, başı yavaşça yana dönük bembeyaz pamuk gibi bir bebek yatıyordu. Yanakları pespembeydi. Uyuyordu. Hiçbir şeyden habersiz…
Zaten ağlasaydı çoktan sesine çıkmış olurduk.
“Bilmiyorum,” dedi Eymen kısık bir sesle.
“Bilmiyorsun?” dedim bir adım geri çekilerek. Sormak istemedim. Ama susturamıyordum kendimi. İçimdeki sesi susturamadım.
Bir elim kapının pervazına tutunmuştu, yoksa dizlerim çökecek gibiydi. “Biri sana mı bıraktı? Biri senden mi?” gerginliğimden doğru düzgün cümle bile kuramamıştım. Olabilirdi neden olmasın?
Eymen gözlerini kaçırmadı. Gergindi ama hâlâ sakinliğini koruyordu. “Hayır. Hayır, dedim ya, benim değil. Sana yemin ederim.”
“Yemin etme, bilmek istiyorum,” dedim, nefes nefese kalmıştım. “Bu bebek bizim kapımıza nasıl gelir, Eymen? Hiç mi bir fikrin yok? Hiç mi?” dediğimde bile bu ihtimali aklımdan atamıyordum.
O an Eymen’in çenesinin kasıldığını gördüm. Battaniyeyi biraz daha araladı, pusetteki notu aldı. Katlanmış bir kâğıttı. Göz ucuyla okuduktan sonra bana uzattı. Al bak gör, der gibi.
"O sizin gibi birilerinde büyürse iyi bir insan olur. Affedin beni. Güvende olsun."
Sözler zihnimde birkaç kez yankılandı. “Sizin gibi birileri...” bizi tanıyan biriydi artık.
Ama yine de Eymen’e döndüm. “Bu sana yazılmış olabilir. Belki tanıyor seni. Belki bu not... sana.”
“Hayır.” dedi, bu kez daha net, daha kendinden emin. “Benimle ilgili bir şey olsaydı, bilirdim. Geçmişimden gelen çocuk bebek yok. Bilmediğin hiçbir şey yok.”
Bir sessizlik oldu. Eymen pusetin kulpunu tuttu ve geriye doğru çekildim.
Başımı yavaşça salladım. O sırada içimde, bir şey… korumacı mı, korkak mı bilmiyorum… bir duygu daha doğdu.
Eymen puseti içeri taşıdı. Kapıyı kapatıp onu takip ettim.
Sessizlik yine üzerimize çöktü.
Montumu çıkarmadım. Çizmelerim elimdeydi.
Sanki hâlâ gitmek üzereydim ama gideceğim yer değişmişti artık.
Eymen puseti salonun ortasına koydu. Ben uzaktan, korkmuş gibi baktım. Ama bir süre sonra içimdeki o kırılmış, buz gibi şeyin yerini ağır ağır bir merak, bir şefkat aldı.
“Ne yapacağız?” dedim sessizce.
Eymen yere çömeldi, elini dikkatlice bebeğin battaniyesine uzattı. Bebeğin yanağını alnını kontrol etti bunları yaparken yüzünden ne düşündüğüne dair hiçbir şey anlamadım, donuktu.
“Birazdan polise gideriz,” dedi. “Ama önce karnı tok mu, üşüyor mu, ağlayacak mı… Anlayalım.”
Pusetin başına geldiğimde eğilip baktım. Küçücük bir bebekti. Burnu, ağzı, gözkapakları… hepsi ürkekti.
Hiçbir şey bilmiyordu. Hiç kimseyi tanımıyordu. Ama biri onu bizim kapımıza bırakmıştı. Sadece onu muydu?
Ben kapıya doğru yürüdüm, adımlarım hafifçe titriyordu. Dışarı çıkıp apartmanın koridorunu kolaçan ettim. Kucağıma alabileceğim, bebek için uygun bir çanta ya da başka bir şey arıyordum.
Nihayet, kapının biraz ilerisinde, unuttuğumuz eski bir bez çanta buldum. Tozunu alıp içeri döndüm.
“Çantası varmış.”
Eymen hâlâ bebeğe dikkatle bakıyordu, çantayı açtım içinde battaniyenin yanı sıra minik kavanozda toz mama, birkaç bez ve küçük bir oyuncak ayıcık vardı. Bebeğin ihtiyaç duyabileceği temel şeyler en azından birkaç günlüğü hazırlanıp koyulmuştu.
Battaniyesini verecektim ama soğuktu o yüzden ısınması için önce kaloriferin üzerine koydum.
Bebeğin ince nefes alışverişleri yavaş yavaş yerini hafif bir kıvranmaya bıraktı. Göz kapakları titreyerek aralandı, ela gözleriyle odada etrafı seçmeye çalışıyordu.
Birden, küçük bir ağlama yükseldi; yumuşak, ürkek ama ihtiyacını haykıran bir ses…
Eymen hemen hafifçe titreyen bebeği nazikçe kucağına aldı ayağa kalktı, “Sakin ol,” dedi, kendi sesinden bile biraz şaşkındı ama kararlıydı.
Ben yanlarına yaklaştım, nefesimi tutmuş, kalbim göğsümde deli gibi atıyordu. Bebeğin teni sıcaktı ama çok küçüktü, belki dört beş aylık gibi duruyordu pek anlamazdım ne kendi ailemde bir bebeğin büyümesine şahit olmuştum ne de Eymen’in ailesinde çocuk vardı, bilmiyordum.
“Kaç aylık olabilir?” diye fısıldadım.
“Sanırım 2-3 aylık,” dedi, bebeğin küçük başını hafifçe okşarken. “Ama net bir şey söylemek zor.”
Bebek içli içli ağlarken tek düşündüğüm bizi tanıyıp bebeğini bırakan kimdi?
“Önce onu sakinleştirelim, sonra polise gidelim,” dedi Eymen, kucağındaki küçük vücudu hafifçe sallarken.
Kalan zamanımızda aç mıydı yoksa tok muydu bilmediğimiz bu isimsiz bebek için bilgi arayışıyla geçmişti. Elimin üzerine döktüğümde yakmayan bir mama hazırladıktan sonra Eymen’e biberonu uzattım.
Biberonu kavrayan minik eller öylesine narindi ki dokunmamak için kendimi çok zor tuttum.
Eymen onu kucağında tutarken gözlerini kısmış, dikkatle bebeği izliyordu.
İstenmeyen bir bebek olduğunu biliyorduk sonuçta bırakılmıştı ama biz damdan düşer gibi gelen bir bebeği istiyor muyduk? Kesinlikle hayır. Daha kendimden emin olmadan sadece gördüğüm rüyanın etkisiyle bir bebek isteme fikrindeydim sadece buydu. Onu da terapilerim bitmeden düşünmüyordum. Dede hâlâ yaşıyordu ve ben onun yaşadığı dünyaya bir çocuk getirmek istemiyordum.
Aklıma kendi geçmişim geldi. Sessizlikle büyümüş odalar, duvarlara sinmiş suçluluk duygusu… Kalabalıkların içindeki yalnızlık. Karşımda tüm masumiyetiyle uyuyan bebeğe bakakaldım. İçim acıdı.
Ama durumumuz aynı değildi.
Ama ortak bir yönümüz vardı ki bu her şeye bedeldi.
“Ailesi yok mu şimdi?”
Gözlerimi kaçırdığımda, Eymen’in bana baktığını gördüm.
Bir şey söylemedi. Sadece baktı. Uzun, derin, anlayan bir bakıştı bu.
Kucağındaki bebeğin başı onun göğsüne yaslanmıştı. Ağlaması durmuştu. Belki sesimize, belki varlığımıza güvenmişti.
“Ama bir hikâyesi var. Henüz bilmiyoruz ama öğreneceğiz.” Dediğinde nefesimi bıraktım.
Gözlerim doldu. Kendime sinir oldum; bu kadar kolay etkilenmemeliydim. Bu bizim hayatımıza bırakılmış bir sorumluluktu, geçici bile olsa...
Tam o anda bebek ufacık bir inleme sesi çıkardı, sonra başını sağa çevirdi elleriyle biraz yüzünü ovaladı. Uyku bastırmıştı.
Sonra saate baktık. Gece ilerlemişti ama yapılacak şeyler vardı.
Eymen gözlerini bana çevirdi. “Hazırsan çıkalım,” dedi “karakola gidelim.”
Araba yolculuğu sessiz ve gergin geçti. Polis karakolunun soğuk ışıkları altında kalbim sıkıştı; burası onun güvende hissetmesi gereken yer değildi ama başka çaremiz yoktu.
Kucağımda bana çok hızlı gelen nefes alıp vermesiyle aynı oranda onu izliyordum.
Girişteki memur gözlüklerinin üzerinden baktı; bebek sesi duyar duymaz sandalyesinden kalktı.
Eymen, kimliğini memura gösterdiğinde memur daha ciddi bir duruş sergiledi. “Kapımıza bırakıldı,” dedi Eymen. “Hiçbir not dışında bilgimiz yok. Tanımıyoruz.”
Memur kucağımdaki bebekle göz göze geldiğinde, önce yavaşça başını eğdi. Sonra bilgisayara dönmeden önce deftere bir tarih ve saat yazdı.
Duvardaki beyaz floresan ışık altında bebek uyanıktı ama ağlamıyordu.
Bebeğin küçük bedeni hâlâ kollarımdaydı. Nefes alışları düzenliydi gözleri açık kaldığı her an yeni bir soruyla doluydu belki bir ses, belki bir koku, belki bir kucak. Eymen, yanımda ama biraz geride duruyordu. Kendini geri çekmemişti, ama bir şeyin önüne geçmeye de çalışmıyordu.
Memur klavyenin tuşlarına dokunurken başını hafifçe çevirdi.
“Çocuk koruma birimini arayacağız Savcı Bey. Bu tip vakalarda onlar devreye girer. Ama siz iyi ki geç kalmamışsınız geceyi evinizde geçirmemesi iyi olmuş belki bırakan daha çabuk bulunur.”
“Biz bilerek bir şey yapmadık…” dedim, kucağımdaki bebeğe bakarken. “Sadece kapının önüne bırakılmıştı. Başka kimse yoktu.”
Memur başını salladı, anlayışla.
“Bazen not bırakırlar. Var mıydı?”
Eymen, montunun iç cebinden kıvrılmış kâğıdı çıkardı. Titrek el yazısıyla yazılmış cümle hâlâ tam okunuyordu:
“O sizin gibi birilerinde büyürse iyi bir insan olur. Affedin beni. Güvende olsun.”
Memur o cümleyi görünce, kısa bir duraksamayla bilgisayara bir şeyler yazdı.
“Bu, çocuğun terk edildiği anlamına gelir,” dedi.
Memur, Eymen’den onay ya da bir soru cevap bekler gibi yüzüne baktığında ben de buna benzer bir şey bekliyordum ama onun yerine telefonu çaldı. Cebinden çıkartıp sadece şu cümleyle telefonu geri kapattı.
“Yarın alabiliriz bu gece barınakta kalabilir mi?”
Gidip barınaktan sahipleneceğimiz bir hayvandı, kapımıza bırakılan bir bebek değil.
Gözlerimi kapatıp geriye doğru yaslandığımda bebek huzursuzca kıpırdandı. Daha cinsiyetini bile bilmiyorduk. Üzerinde turuncu renkli ikili takımı vardı. Üşüyor muydu bunu da bilmiyordum.
Koruma biriminden gelen kadın içeri girdiğinde adımları hızlı ama dikkatliydi. Kucağımdaki bebeğe baktı, sonra bana.
“Cinsiyetine baktınız mı?” dedi, alçak bir sesle.
Ben başımı salladım.
“Hayır. Hiçbir şey bilmiyoruz.”
Kadın nazikçe yaklaştı, üzerime eğilip battaniyeyi araladı.
“Muayenede bakarız.” dedi sonra, gözleri bir an bana döndü. “Adı yok mu?”
Ben sustum. Eymen de sustu. Sonra gözüm bebeğe kaydı. “Adı yok,” dedim.
Koruma birimi görevlisi hafifçe gülümsedi. “Sosyal hizmetler gelene kadar biz onunla ilgileneceğiz, güvende olacak.”
Herhangi bir sonuç ya da bir şey çıkar mı diye düşünerek ifade vermeye geçmiştik. Masanın diğer tarafındaki memur sanki her gün kapı önüne bebek bırakılıyor gibi rahattı.
“Şüphelendiğiniz biri var mı?” dedi, gözlerini bize çevirdi. “Sizi seçebilecek, adresinizi bilen... böyle bir karar verecek biri?”
Bir an sessizlik oldu.
Eymen hafifçe başını yana çevirdi. Ben kucağımı boş hissedip ellerimi birbirine doladım.
“Bugün sadece Eda abla çıktı evden,” dedim. “Haftanın belirli günlerinde gelir, ev işlerine yardımcı olur. O çıktığında kapıda kimse yoktu… bebek yoktu.”
Memur kafasını sallayıp bilgisayar ekranına döndü.
“Uzun zamandır tanıyor musunuz bu kişiyi?”
Eymen kafasını çevirip bana baktı. “İki haftayı geçti. Üçüncü haftanın içindeyiz.” Dediğinde söze girdim. “Sessiz biri. Eve yardımcı oluyor. Ama böyle bir şeyle alakası olabileceğini düşünmedim hiç.”
“Tamam. İsmini ve çıkış saatini alacağım. Kamera kayıtları varsa teyit edilebilir.”
Sonra beklenmedik bir tonla, daha yumuşak sesle devam etti:
“Çay ister misiniz?”
Sadece kafamı salladım. Eymen istemediğini söyledi.
Memur kameraları kontrol etmek için harekete geçti ama “Ev kameralarınız yok, ancak yakınlarda bir büfe var. Oranın güvenlik kameralarını alabiliriz,” dediğinde bu işin birazda hızlı ilerlemesinin sebebi Eymen’in savcı olması oldu.
Kamera kayıtları için sabırsızlanıyordum.
Bir saat kadar sonra memur, bilgisayarın başında bulunan kayıtları titizce incelerken, yüzünde bir aydınlanma belirdi.
“İşte,” dedi ve ekranı bize çevirdi. “Eda Yılmaz evden çıktıktan sonra taksiye biniyor.”
Bana asırlar gibi gelen sürede taksiciye ulaşıldı ve onun karakola gelerek karşımızda verdiği ifade her şeyi açıkladı.
Taksici ifadesinde; Eda’nın kendi evi önüne gelince beklemesini hemen geri geleceğini söylemiş tekrar bindiğinde yanında genç bir kız ve kucağında bebek varmış. Bu genç kız Eda’nın kızıymış. Eda tekrar büfenin orada indiğinde parayı nakit vermiş. Bebeği kapının önüne bıraktıktan sonra aynı taksiye tekrar binmemiş.
Bunları duyduğum ilk anda kalbim hızla çarpmaya başladı. Eymen yanımda daha sakindi çünkü o hep sakindi. “Kadın bize kızının bebeğini bırakmış…” dediğimde torun karmaşasına tekrar döndüğümü hissettim.
Ben içimde hâlâ bir korku taşıyordum nasıl seçilecek insanlardık anlamamıştım, hakkımızda bir sürü haber çıkmıştı, Instagram hesaplarımızdan rahatsız ediliyorduk bana oradan iş bile bağlamaya çalışıyorlardı. Artık tozlanmış cinayetten son kalan varistim onda da vurulan savcı eşi olarak anılıyordum.
Aylarca peşimde bir katille dolanmıştım o adamla yemek yemiştim. Hâlâ tamamen iyileşmiş değildim; her anlamda. Evliliğimin tamamen oturduğunu düşünmüyordum ama problemlerimizin çoğu çözülmüştü zamanla her şey yerine oturacaktı. Oradan bakınca asla kusursuz değildik.
Son aylarda yaşadıklarım yüzünden saçlarım dökülüyordu. Yer yer diplerim açılmıştı bunu ise eve döndükten sonra Eymen saçlarımı kuruturken fark etmişti. Galiba benden daha çok içine dert etmişti çünkü diğer gün bir sürü saç şeyi sipariş etmişti. Olabilirdi ama. Fazla garipsediğim bir durum değildi yine iyi dayanmıştı vücudum.
Hayatıma karşı eskisi kadar umursamaz, eskisi kadar umutsuz değildim. Olmamak için çaba gösteriyordum ama uykularımın bölünmeden geçen bir gecem yoktu. Aynaya her baktığımda annemin gözlerini görür gibi oluyordum. Oğuz’la daha yakın olmak istiyordum ama bunu nasıl yapacaktım ablalık hakkında bilmediğim çok şey vardı.
Dede ceza almıştı ama bir mektup yüzünden bunları yaşadığımı düşündükçe gerçekten delirecek gibi oluyordum. Artık araştıracağım bir şey yoktu sadece uzunca düşüneceğim vakitlerim vardı ve bu daha korkunçtu. Yine de bir bebeğe, bir çocuğa ya da hiç kimseyi bu hayata dahil etmek şu an düşüncelerim arasında değildi ve bunun gerginliğini bütün vücudumda hissediyordum. Midem bulanıyordu. Bizimle alakası olmasa da yine kendimi aile faciasında bulmak kendimi berbat hissettiriyordu.
Taksiciye duyduğum şükran bile büyüktü; çünkü o olmasa bu hikâye hâlâ soruydu.
Eymen’in verdiği talimatla taksicinin ilk götürdüğü evin, sistemde de evi çıkmasıyla Eda ablayı kızıyla birlikte almaya gittiler.
Bu sürede birkaç kez her şeye rağmen pusetinde huzurla uyuyan bebeğe baktım. Yanımdaki sandalyede bedeni bana dönük şekilde uyuyordu.
Adım seslenildiğinde ses çıkarmadım ama biraz irkilerek kafamı çevirdim. Eymen sadece “Geldiler.” Dedi.
Birlikte ilk ifademizin alındığı tek bir masanın olduğu odaya girdik. Beni görür görmez “Rana Hanım…” dedi usulca, sesi pişmanlıkla doluydu. Yanında kızı vardı. Kendimle kızını karşılaştırdığımda küçüktü. Kaç gösteriyordu? En fazla yirmi yaşındaydı. Kardeşimle yaşıttı.
Memur hemen notlarını toparlayıp, “Başlayalım.” Dedi dümdüz.
“Neden bizim kapımız?” diye böldüm bilgisayar başındaki memuru.
Eda derin bir nefes aldı, gözleri yerden ayrılmadı. “Zorunlu kaldım… başka çarem yoktu,” dedi, sesi titrek ama kararlıydı.
Eymen sessiz kalmadı. Başından beri dikkatliydi ama şimdi gözlerinde keskinlik vardı.
“Bu muydu yani?” dedi, sesini yükseltmeden ama sertçe. “Bir bebeği gece yarısı kapıya bırakmak mıydı çözüm?”
Eda başını kaldırmadı. Ben oturduğum sandalyede nefesimi tuttum. O an, söz değil, kararların yankısı vardı.
“Ya o kapı açılmasaydı?” dedi Eymen tekrar. “Ya biz o saatte evde olmasaydık? Ya sabaha kadar o bebek orada üşüseydi?”
“Kendi kararım değildi…” dedi alçak bir sesle. “Kızım... Yaren ne yapacağını bilmiyordu. Ben de neyi yapamayacağımı. Biz bakamayız bu bebeğe…”
Eda’nın omuzları hafifçe çöktü ama sesi hâlâ ince bir çizgide yürüyordu, suçluluğun ötesinde bir sıkışmışlıkla:
“Sadece kızımı korumaya çalıştım… Onun da ne yapacağını bilemediği bir anda, başka bir hata daha yapmasın istedim.”
Kızının başı daha da eğildi. Sandalyede küçülmüştü sanki. Sanki büyüklüğünü değil, yükünü taşımıştı o gece.
Kız, gözyaşlarını tutamayarak hıçkırmaya başladı. Odanın sessizliğini bozan ince, çaresiz bir ses yükseldi. Eda da sessizce gözyaşlarına engel olamıyor, omuzları hafifçe titriyordu.
“İyi bir ailesiniz, paranız da var, bakardınız,” dedi Eda, gözleri dolu dolu.
Ayağa kalktım. Sandalye ses çıkartarak geri çekildi. Sesim boğazıma kadar doluydu ama odaya döküldüğünde netti.
“Biz iyi bir aile değiliz. Biz sadece... kapısını açan insanlarız.”
Gözlerimi Eda’dan kızına çevirdim, “Eda Hanım,” dedim, adını özellikle vurgulayarak. “Siz benim Eymen’le evliliğimin sadece beş dakikasını görüyorsunuz. Beş dakika. O beş dakikaya bakıp biz çocuk bakarız isteriz diye mi düşündünüz? Eğer bir çocuk istiyor olsaydım, bu kararı kendi kalbimle karar verirdim. Bir gece yarısı başkasının kararıyla değil.”
İstiyordum ama şimdi bugün değildi öte yandan ise bebeği almazlarsa ne olacaktı? Kimsesiz mi büyüyecekti?
“Ama o çok günahsız.” Dediğinde ilk kez konuşan kıza döndüm.
“Sen kaç yaşındasın?”
Yaren gözlerini bana kaldırdı. Gözlerinde yaş kalmamıştı ama bakışları hâlâ ıslaktı. Dudakları hafif aralandı, sesi çok çıkmadı ama duyulacak kadar vardı.
“Yirmi... bile değil. On dokuz.”
Omuzları düştü, sanki sadece yaşını değil, o sayının taşıdığı pişmanlığı da söylüyordu. Bebekten büyük olabilirdi, ama büyümekten çok uzaktı.
Ben gözlerimi ondan ayırmadım. Söz değil, sessizlikle konuşmak gerekiyordu bazen. Ama o an içimden geçen şey yalnızca şefkat değildi. Üzüldüm onun için. Küçüktü ve yaptığı yanlış hayatını kökten değiştirmişti.
Eymen sesini biraz daha alçaltarak “Bir bebek kapıya bırakılınca, biz anne-baba olmadık.” Dedi. “Bebeğini kendi haline terk etme suçundan yargılanacaksın. Bebek ise Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığına gidecek.” Dediğinde hem Eda’yı hem de Yaren’i telaşlandırmıştı.
Yaren başını eğdi ve sesli bir şekilde ağlamaya devam etti, Eda ise yana dönüp kızının omzunu tuttu telaşla bize döndü. “O bırakmadı ben bıraktım. Kapınızı bilen benim.”
Eda’nın sesi ağlamaklı değil, açıklayıcıydı. Kızına yük olmamak ister gibi konuşmuştu, ama o cümlede kendi yükünü de teslim etmişti. Kapıyı bilen, o gece sessizliği seçen bendim demekti bu.
Eymen, bu sefer biraz daha dik durdu.
“İyi niyetiniz varsa bile... gece yarısı bırakmak onu korumak değil, yalnızlığa mahkûm etmekti.”
Oturduğum yerden kalkıp elimle kapıyı işaret ettiğimde Eymen hemen önümden çıktı. Karşı karşıya kaldığımızda kapının kapanma sesi hâlâ kulaklarımdaydı. Koridorda yalnız kalmıştık. Havanın bir anda değiştiğini hissettim; içeride bırakılan kelimeler, hâlâ üzerimdeydi.
Eymen ellerini cebine sokmuş, yere bakıyordu. Sonra başını kaldırdı, göz göze geldik.
“İçeride çok serttin,” dedim. Sözlerim keskin değil ama netti.
Bir an durdu. Sanki neye yanıt vereceğini tarttı. “Sert olmam gerekiyordu,” dedi sonunda.
“Ama o kız... korkuyor.”
Eymen başını iki yana salladı. “Ben de korktum, Rana. Ya o bebek orada kalmış olsaydı? Ya biz gerçekten evde olmasaydık bütün gece orada ne yapacaktı? Onu orada bulan bir başkası olsaydı?”
Bir adım geriye çekildim. “Biliyorum,” dedim. “Hepsini biliyorum. Ama senin gibi düşünmüyorum.”
Birkaç saniye sessizlik oldu. Ellerini omuzlarıma koyduğunda daha ılımlı bir sesle devam etti. “Ne hissediyorsun anlayabiliyorum. Kendi hayatınla Yaren’in hayatını, bebeğinin hayatını kıyaslıyorsun ama yapma. Bize yüklemeye çalıştıkları şey bu…”
Kelimeler ağzından ağır ağır döküldü.
“Yavrum… bunu yapmak zorunda değiliz.”
Kafasını iki yana sallayıp devam etti. “Sen kendini yeni toplamaya başladın. Hayatımız daha yeni normale dönmeye çalışıyor. Böyle bir şeyin sorumluluğunu taşıma zorunluluğun yok.”
Sustum. Gerçekten ne diyeceğimi bilemedim. Çünkü onun haklı olduğu yanlar vardı. Ama haklılıkla vicdan birbirine her zaman denk düşmüyordu.
Odaya geri dönecek gibiydi; göz ucuyla kapıya baktı. Tam yönünü çeviriyordu ki, ağzımdan çıkan cümle beni de onu da yerimizde sabitledi.
“Ya hamile olsaydım?”
Sanki boşlukta bir lastik gerilmişti de biri onu aniden bırakmıştı.
Eymen yavaşça bana döndü. Yüzüme bakmakta zorlandı gözlerini kaçırdı. “Sen…” dedi, sesi duyulamayacak kadar kısıktı.
“Değilim.” dedim hemen, “Ama olabilirdim. O zamanda hayatımız böyle diye istemeyecek miydin?”
Gözlerimi yere indirdim. Bu bir itiraf değildi sadece. Aynı zamanda geçmişle, korkularla, gelecekle sessiz bir hesaplaşmaydı.
Birden boğazım düğümlendi, gözlerim doldu.
Eymen o anda yüzüme tam bakmadı. Gözleri bir an koridorun uçlarına kaydı, sonra geri döndü ama hâlâ kendinden bir açıklık yaratmaya çalışıyor gibiydi.
“Rana…” dedi, sesi kısıktı ama kararlıydı. “Bu aynı şey değil. Hamile olsaydın... isterdim ama senin düşünmek için vaktin olurdu. Bebeğin doğması için de dokuz ayımız olurdu.”
Söylediği şeyin doğruluğu inkâr edilemezdi. Ama içimden duyduğum ses, mantığın değil, korunmak isteyen bir bebeğin sesi gibiydi.
Ben gözlerimi kaçırmadım. Hafifçe başımı salladım ama gözyaşlarımı sildim.
“Yani süremiz yok diye istenmemiş sayılıyor bu bebek, onu istemiyorlar bakmayacaklar.”
“Hayır,” dedi sonunda bana doğru bir adım daha attı. “Bak olaya bambaşka yerlerden bakıyoruz. O zaman her gün evimizin önüne bebek bıraksınlar ve onlar bakmıyorlar bırakıyorlar diye alalım? Bunun için kurumlar var, evlatlık verebilirler, daha çok küçük bundan haberi olmayacak. Eda Hanım’a, Yaren’e yardımcı olabiliriz ama hayır sevgilim…”
Kafasını tekrar iki yana salladığında gözlerimi kapattım. Çok haklıydı. Söylediklerinin akla uygun olduğunu inkâr edemezdim ama içimde yükselen duygu mantığın çok ötesindeydi.
“Biraz fazla empati gösteriyorsun diye bir bebeği evlat edinmeyeceğiz. Belki ailesi geri isteyecek.”
Eymen bir süre sessiz kaldı. Ne gözlerimden süzülen yaşlara müdahale etti ne de beni susturmaya çalıştı. Sadece durdu.
“Ama daha çok küçük.” Diye ağlamaya devam ettiğimde gözlerimden süzülen yaşlara uzandı, başparmağıyla dikkatlice sildi, hiç konuşmadan. Bir elini yanağıma koydu. Sonra, yavaşça başını eğdi ve iç çekti.
“Biliyorum,” dedi. “Biliyorum küçük olduğunu... masum olduğunu. Ama bunu düzeltmenin yolu bu değil.”
Gözleri gözlerime tam denk geldiğinde, o an başka bir şey ekledi:
“Gerçekten bir bebek istediğini düşünmeye başlayacağım.”
Durdu. Bu cümleyi söylerken yüzüne kısa bir hayret uğradı sanki kendi içinden yükselen sesi fark eder gibi.
“Bazen sen istemiyorsun diye hiç konuşmuyorum bu konuyu.”
İstiyordum. Ameliyat olduktan sonra içimden geçtiği anlar vardı ama hemen değildi şimdi değildi. Kaygılarım azaldığında kayıplarıma alıştığımda olabilirdi. Saniyelik olarak düşündüğümde şimdi düşüncem buyken Eymen’e neyin ısrarını ediyordum?
Ben sustukça karşımda durdu içeriye girmedi. “Tamam,” dedim. “Haklısın.”
Gözleri hâlâ üzerimdeydi. “Elini yüzünü yıka biraz,” diye ekledi. “Sonra eve gidelim. Olur mu?”
Kafamı hafifçe salladım. Boğazımdaki düğüm çözülecek gibi değildi, ama onun sesi biraz çözülmeme yardım etmişti.
Elimi yüzümü yıkadıktan sonra tekrar ifadeye girmedim. Bebeğin sağlık kontrolü yapılmıştı yanında sosyal hizmetlerden biri vardı; hafif bir empati, ama kontrol altında tutulan bir profesyonellik vardı nazik ama ciddi bir ifadeyle bana baktığında duraksadım.
Ona baktım, kelimeler boğazımda düğümlendi. “Peki ya sonra? Ne olacak?” diye sordum.
“Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı gözetiminde geçici bakım altına alınacak. İlk karar koruma için; sonrasında durumu netleşecek.” dedi görevli nazikçe.
“Cinsiyeti ne acaba?”
Sosyal hizmetlerden görevli, hafif tebessümle yanıtladı: “Kız.”
Eymen sessizce arka kapıdan içeri girdiğinde, beni bebeğin başında oturmuş, minik ellerini dikkatle izlerken buldu. Göz göze geldik, sonra elini uzattı; tereddüt etmeden elimle onun elini tuttum.
“Sabah mahkemeye çıkacaklar,” dedi, sesi sakin ama kararlıydı. “Sosyal hizmetler bebeği alacak, bundan sonra yapacak çok bir şeyimiz yok.”
Yola çıktığımızda şehir hâlâ uykudaydı. Sokak lambaları sanki olanları duymuş, biraz daha soluk yanıyordu. Düşünmek boğucuydu.
“Açım,” dedim birden. Sesim çok çıkmadı ama duyulmak için yeterliydi.
Eymen baktı. Kısa, anlaşılır bir bakıştı. “Bir çorbacı bulalım, karımızın karnını doyuralım.” dedi sadece. Yargısız, sakin.
Masanın başına oturduğumda elimdeki kaşıkla tabağın içini karıştırıyordum. “Kedi miydi, köpek mi?” diye sorduğumda kafasını kaldırıp birkaç saniye baktı. “Arandın ya telefonla barınakta kalsın, dedin. Duydum.”
Eymen hafifçe gülümsedi, “Yavru bir kedi. Bayadır aklımdaydı ama iyileşmeni bekledim. En azından kolay eğilebildiğinde bakarsın diye düşündüm. Evde yalnız kalınca sıkıldığını biliyorum.”
Avuç içlerim kaşınıyordu. Sol elimi ovaladım ama sağ elimde kaşık vardı. Onu bırakıp ellerimi kucağıma indirdim. Konuşmaya bir yerden başlamam gerekiyordu.
“Neden böyle oldu bilmiyorum.” diye başladım sonunda. “Aslında… hâlâ bir bebek istemiyorum. En azından terapilerim işe yarayana kadar… Hayatımda hiçbir değişiklik istemiyordum ama neden böyle yaptım gerçekten bilmiyorum.”
Eymen o an başını kaldırdı, bakışları doğrudan bana değil, masanın kenarına, sonra penceredeki buğulu cama kaydı. Ama sessizce yanıt verdi:
“Olabilir…”
Tekrar bir şey diyecekti ama onun yerine ben konuştum. “Neden bu kadar anlayışlısın?” diye sordum, sesim kısık ve biraz kırılgandı ama aniden sordum. “Benim bile bazen kendime tahammülüm kalmıyor ama sen neden böylesin?”
Eymen derin bir nefes aldı, yüzünde o sakin, güven veren ifade vardı. Gözlerini bana çevirdiğinde, “Ben de seninle aile olmayı öğreniyorum.” Dedi ve hiç aklımdan geçmeyen bir soru sormuş bulundu. “Annem sana yemekte ne söyledi?”
Ben şaşkınlıkla ona baktım. Kalbim bir an hızlandı, ama hiçbir şey söylemedim. O an dilim tutulmuş gibiydi, kelimeler boğazımda düğümlendi. Annesinin acımasız sözlerini asla dile getirmeyecektim, o yarayı kimseye göstermek istemiyordum.
Ben kaşığımı tabağın içinde yavaşça çevirmeye devam ettim sonra elim duraksadı ama bakışlarımı kaldırmadım. Gözlerimi buharlı cama çevirdim, orada bir cevap bulacakmış gibi. Sadece etrafın ışıkları vardı cama yansıyan.
Sorgu dolu gözlerle bakmaya devam ettiğinde “Nereden çıktı şimdi bu?” dedim. Sesim ne sertti ne kırılgandı. Sadece saklanmak isteyen bir duygunun içinde yankılandı.
“Tanıyorum onu ve aklımın kıyısından geçen şeyler bile bizim aramıza giriyor.” Dediğinde “Çorban soğuyacak,” dedim.
“Neden söylememek için direniyorsun?” dedi bu kez.
Gözlerinde bir merak değil, bir sezgi vardı. Sanki cevabı tam duymasa da yarısına zaten sahipmiş gibi. Ben suskun kaldım. Leyla Hanım’ın sesi içimde belirdi: Köksüzsün. Ve ardından gelen Heves.
Sesim sert değildi daha çok bıkkın gibi çıkmıştı. “Çünkü aranıza girmek istemiyorum.”
“Sen bizim aramıza girmiyorsun o bizim aramıza giriyor.”
“Aramıza girdiği falan yok.” Dediğimde parmağını masaya bastırdı biraz masanın üzerine eğildi.
“O gün sana söyledi bir şey var. Bir şey ya da birkaç şey. Ondan sonra bana bazen çok kırgın bakıyorsun, sanki sen evliliğimizde sürekli kötü şeyler yapan birisin ve benim bunu fark edip gitmemi bekliyor gibi bakıyorsun. Bana sevgi yetmez derken Leyla Hanım’ın cümlelerini mi kullandın yoksa senin içinden geçen miydi? Bunu çok merak ediyorum.”
Sevgimiz yettiği için bugün burada değil miydik?
Bu şekilde düşündüğümü hatırladığım birkaç gün vardı ama bana ilk söylediği zamanlardı. Hayatım hiç düzelmeyecek ve onun bundan bıkıp gideceğini düşündüğüm zamanlar olmuştu da şimdi neden bunu konuşmaya çalışıyorduk?
Gözlerimi ondan kaçırdım, başımı hafifçe öne eğdim. “Niye şimdi soruyorsun?” dedim, sesim düşüktü ama içinde küçük bir savunma vardı.
Eymen parmaklarını masadan kaldırmadı. O hâlâ o anı sabitlemiş gibiydi. “Senin kendine bile tahammül edemediğin anlarda sana gösterdiğim sabır... garip geliyor, değil mi?”
İçimde bir yerde, sırf sevildiğim için bana bu kadar sabrettiğine inanamamak vardı bunu yapanın Eymen olmasına rağmen sürekli sevgisinden böyle bir şeyi yapacağına inanmayı bazen tuhaf bulduğum doğruydu.
“O mu seni böyle hissettirdi? Hissettirmesin. Sende bana katlanıyorsun…” dedi ve kafasını sallayıp “Eyşan’ın yaptığı her şeye katlandın.” Devam etti. Bir anlığına derin bir nefes aldı, sonra yavaşça başını salladı; hareketleri kontrollü, düşünceli ama aynı zamanda içtenlikle doluydu. “Araban yoktu katlandın, yine de uğraşmaktan vazgeçmiyor ama katlanmaya devam ediyorsun. Amcama yeri geldi, anneme bile katlandın; soğuk sözlerine, kırıcı davranışlarına... Ve en önemlisi, bana karşı yaptığım hatalara, kendimden nefret ettiğim anlarıma katlandın.”
Kafamı hafifçe kaldırıp ona baktığımda, içimde hem kırgınlık hem de çaresizlik vardı haklıysa bile aynı sıkıntıları birbirimize taşımıyorduk, benim sebeplerimin yanında onunkiler biraz sudan sebepler olarak kalıyordu. Ellerim masanın üzerinde sıkıca kenetlenmişti, parmaklarım beyazlamıştı.
Eymen, uzun bir nefes aldı ve gözlerimi dikkatle inceledi. “Aslında sorun senin kendine tahammülün olmaması.” Dediğinde yutkundum.
Böyle miydi?
Omuzlarım düştü, sanki bütün ağırlık bedenimde birikti.
“Beni annemle tanımlama. Onun söyledikleri senin içinde yankılanıyor biliyorum ama... ben seni onun anlatmaya çalıştığı şekille değil, olduğun halinle tanıyorum, ne söylerse söylesin ben tamamen onun söylediği insan değilim, eğer bana sana neler söylediğini söylersen hepsini çürütürüm.”
Benim söylememe gerek yoktu o zaten fazlasını yaparak annesini haksız çıkartıyordu.
Konuşmasını tam burada bitirdiğinde garsona çorbaları yenilemesini söyledim. Konuşmak istemiyordum. Çorbamı içmek eve gitmek ve uyumak istiyordum.
⚖
Sabah Eymen iş için evden çıktığında mahkemeye tanık olarak çağrılmış olsaydım gidecektim ama çağrılmamıştık bu yüzden Eymen’in, Eda ve Yaren’in mahkemesini arayıp haber vereceğini biliyordum mahkemeye gitmeyip son kalan sorunumu çözmeye karar verdim. Evin kapısını çaldığımda biraz tereddüt ettim ama Tuncay kapıyı açtığında o alışıldık yüz ifadesiyle baktı bana. Ne suçluydu ne yabancı. Yalnızca benzer bir geçmişin yorgunluğunu taşıyordu.
“Rana?” Sesinde şaşkınlığını barındıran bir ton vardı.
“Rahatsız etmedim umarım?”
Yüzüme baktı, sonra başını hafifçe yana eğerek gülümsedi.
“Etmedin. Gel içeri.”
“Çay demlendi, kahvaltı hazırlıyordum zaten,” dedi. “İki tabak koyarız.”
Masaya otururken elimi çantama götürdüm. Kalbim atıyordu, ama nedenini tam olarak bilmiyordum. Belki soracağım sorunun cevabını istemediğimden, belki de cevabın beni değiştireceğini bildiğimden.
Tuncay karşıma oturduğunda, tabaklara peynir ve zeytin koyarken göz ucuyla bana bakıyordu. “Eymen yok mu?” diye sordu.
“İşte.”
Başını salladı, bir şey demedi.
“Oğuz?” diye sorduğumda onun hakkında birkaç şey daha söyleme ihtiyacı hissettim.
“Uyuyor.” Dedi.
“Mahkemeye başvuracağım, o benim kardeşim ve ben bunun böyle bilinmesini istiyorum. Elimde adli tıptan alınmış DNA raporu var.”
Tuncay’ın cevabını beklemedim. Onay almak değildi amacım; bilinsin istiyordum. Elimdeki kâğıda değil, söylediklerime inanılması gerekiyordu.
Tuncay birkaç saniye sonra başını kaldırdı:
“Elindeki belge ne derse desin, sen zaten onun ablasıydın. Mahkeme fazladan bunu resmiyete döker.”
Gözlerimi tabaklardan kaldırıp Tuncay’a baktığımda “Oğuz’un kardeşim olduğunu hep biliyor muydun? Neden babanı önce şikâyet etmedin?” sorularım vardı.
“Sana kızmak istemiyorum,” diye devam ettim. “Ama bazen senin bildiğin ama söylemediğin şeyler, benim hayatımdaki en büyük eksikliklere dönüştü.”
Tuncay başını kaldırdı. Gözleri dolmadı ama yüzü hafifçe çözüldü. Bir şey demedi, çünkü ne itiraz vardı bakışında ne de inkâr. Sadece geç kalmış bir şeyin ağırlığı…
“Babam senin babanın çok aksi bir adamdı. Tarık ve Beril’in çocuğuydu nasıl bilmiyorum Allah onun kara kalbine sevgi mi verdi, gerçekten bilmiyorum ama onu sevdi. Ben de sevmezlik istememezlik etmedim. Çünkü bir yerim tamamlandı. Ailem yoktu ama Oğuz ailem oldu, bir şekilde bu hayata tutunmama sebep oldu Rana.” Tuncay ilk defa bana kendini açıyordu ve benim tek söyleyebileceğim şey teşekkür etmekti çünkü ondan haberim olsa bile on yaşında bir çocukken ne yapabilirdim bilmiyordum.
“Her şeyi planlayan babamken senin hepimizden uzakta olman en iyisiymiş. Orada bir aile kurmalıydın burada hiç gelmemeliydin. Bütün bunlar yaşanmalı mıydı?”
Bana değil de kendine soruyordu sanki.
Ama bana dokundu. Çünkü ilk kez biri, olanları bu kadar açık biçimde kabul ediyordu. Suçu başkasına atmadan, bir çıkış yolu aramadan, sadece olanın acısını taşıyarak…
“Ben de bilmiyorum,” dedim. “Hiç gelmeseydim, dede bir yerlerde özgür olacaktı sen onun kafesi içinde yaşayacaktın Oğuz belki daha mutlu olacaktı ama ben de aynı senin gibi kafeste olacaktım. Anneannem evin anahtarını verip git, dememiş olsaydı hiçbir şeyi öğrenmeyecektim. Orada işime devam edecek belki de başka biriyle evlenecektim hiç gelmeyecektim.”
“Belki… belki…” nefes alıp konuşmaya devam ettim. “Daha az kırık olacaktım. Ama o zaman Oğuz’u tanıyamazdım. Gerçeği hiç öğrenemezdim.”
Sustu. Masaya bakıyordu.
“Ben buraya geçmişimle hesaplaşmak için geldim,” diye devam ettim. “Ve galiba en çok da kendimi affetmek için.”
Başını bana çevirdi.
“Affedecek bir şeyin yoktu Rana. Çocuktun seni koruyamayan bendim. Babamın karşısında duramayan bendim.”
İlk defa böyle söyledi. Daha önce onunla konuşmalarımızda hep bir savrulmuşluk, bir yorgunluk hissediliyordu ama şimdi… Bu başka bir şeydi.
Kabul. İtiraf. Kendine dönük öfke. Ama aynı zamanda bana uzatılan bir dal.
Gözlerim doldu ama ağlamadım.
Ağlamak bir sonuçtu, ben henüz yolun başındaydım.
“Elinden geleni yapmadığını söylemiyorum,” dedim. “Sadece artık yapabileceklerimizi konuşalım istiyorum. Oğuz için. Kendimiz için.”
“Ben elimden gelenin fazlasını yapmaya razıyım,” dedi. “Ama ne yapacağımı bilemediğim o kadar çok zaman oldu ki…”
“Buradan başlayabilirsin.” Dedikten sonra çantama uzanıp içerisinden Ahmet Savcıyla buraya geldiğimizde bulduğumuz fotoğrafı çıkarttım.
Hâlâ benim içimde kalan bir soru işareti vardı. Parmaklarının ucuyla fotoğrafı kavradığında “Burada geçirdiğim ikinci gündü.” Usulca çantamdan diğer fotoğrafı çıkarttım onu da eline aldığında çatık kaşlarıyla bakmaya başladı. “Ailemin evinde bir oda buldum ve odanın içinde bir fotoğraf. Anneannem yatağında vurulmuş…”
Kuruyan dudaklarımı yaladım. “Arkadaşıma test yaptırmasını istedim ve kan bağımızın olmadığını söyledi.”
Tuncay’ın elleri hâlâ fotoğraflardaydı. Gözlerini ayırmadan uzun uzun baktı. İlk uzattığım fotoğrafı işaret etti. Parmağıyla bir iki kere Songül’ün üzerine vurdu. “Anneannendi.” Dediğinde bu kez kaşlarını çatan ben oldum.
“Ne?” dedim, fısıltı kadar bir sesle. “Nasıl yani?”
Tuncay’ın parmağı hâlâ fotoğraftaydı.
“Songül. Evet, o senin anneannen. Rana sana sahte bir gösteri hazırlarken planlanmayan ne kalabilirdi?”
İçimde bir şey kıpırdadı.
Sanki yıllardır oynadığım bir sahnede dekorlar birer birer yere devriliyor, geriye yalnızca çıplak, sert bir gerçek kalıyordu… ve artık ezberimdeki sahnede kimse rolünü oynamıyordu. Herkes kendi gerçeğiyle yüzüme bakıyordu.
“Ben… ama test…”
Cümlemi bitiremedim. O kadar emindim ki… O kadar hazırlıklıydım ki Songül’le bağımın kopuk olduğuna…
Tuncay yüzüme bakmadan konuşmaya devam etti: “Beril’e, yani annene olan öfkesini senden çıkarmak istemedi. Onun yaptığı bir evliliğin sonucunda ülkesinden sürüldü.”
Duyduklarım karşısında elimdeki fotoğraflar bile titredi.
“Yani,” dedim zorlanarak, “beni büyüten, koruyan kadın… yine de yabancı sayılmazdı.”
Tuncay başını salladı.
“Hiçbirimiz tam anlamıyla yabancı değildik. Ama hiçbirimiz tam anlamıyla bir aile olamadık.”
“İlk girdiğimde Eymen’le bulduğum fotoğrafı biliyordunuz, sen biliyor muydun?” dediğimde ağır ağır kafasını salladı. “Sana zarar vermeyecektim. Geri döneceğini düşünüyordum gidecektin ve bir daha gelmeyecektin ama direttin.”
“Kanlı örtüleri ve fotoğrafı ayarladınız… gizli odayı biliyordunuz bu fotoğrafı koydunuz.” İnanmak isteyip inanamamak arasında çok ince bir çizgideydim. Nefesim sıkışıyordu. Yutkunduktan sonra kafamı iki yana salladım. “Keşke bana en başından söyleseydin. Hiç kolay şeyler yaşamadım.”
Tuncay ilk kez doğrudan gözlerime baktı. “Buraya dönmemeliydin.”
"Buraya dönmemeliydin," dediğinde, bu şehir, bu ev, bu masa, bu kahvaltı… hepsi üzerime çöktü.
Ama ben dönmüştüm. Ve artık hiçbir şey geri alınamazdı.
"Belki dönmemeliydim," dedim, sesim çatallı, "ama döndüm. Çünkü içimde yarım kalmış bir şey vardı. Anlam veremediğim, sesini duyamadığım bir şey. Ve o şey beni buraya kadar getirdi."
Fotoğraflara tekrar baktım.
Yıllardır gözümün içine baka baka yalan söyleyen yüzlerin arasında, bir tek Songül'ün yüzü donmuştu bu karede. Beni sever miydi diye düşündüğüm her an için hayır diyebilirdim ama her şeye rağmen korumuştu. Belki de korumaktan başka şansı yoktu.
Tuncay’a dönüp baktım.
“Bana sahip çıkan herkesin sırtında başka bir günah vardı. Kimi susarak, kimi saklayarak yaptı bunu. Ama kimse gerçekten yanımda durmadı.”
Yavaşça ayağa kalktım.
"Sen de durmadın, Tuncay. Ben küçükken yanımda durmadın. Büyükken de sustun. Beni değil, düzeni korudun."
Tuncay başını eğdi. Sanki susmak dışında yapacak hiçbir şeyi kalmamıştı. Tuncay gözlerini kapattı. Derin, ama boğuk bir nefes aldı.
“Bunu sana zamanında söyleyemedim. Ama şimdi söylüyorum. O suskunluk... Tamamen seninle ilgili değildi. Ben kendimi ve ailemi korudum.”
“Koruyamadın!” dediğimde ilk kez gerçekten öfkelendiğimi hissettim. “Bunu çok önceden yapacaktın. Babanı öldürecek kadar ileri gittim!”
Susmadım hırsla devam ettim.
“Gözüm döndü. Gözüm. Bana öyle şeyler söyledi ki ölsün istedim.”
"Ben de onu öldürmek istedim,” dedi hemen aynı tonda. “Ama yapamadım. Çünkü ben o kafesin içinde doğdum. Senin gibi dışarıdan biri değildim. Onun dizinin dibinde büyüdüm. Sesini duyunca titreyen çocuktum ben.”
Bunu ilk kez bu kadar net duyuyordum ondan.
Yaralarımız benzerdi ama şekilleri farklıydı.
Tuncay devam etti:
“Senin cesaretin vardı. Ama benim sadece alışkanlıklarım. Hayatta kalmanın yolunu, susmakta bulmuştum. Yanlıştı. Biliyorum. Ama başka türlüsünü bilmiyordum."
İçimdeki öfke yerini başka bir şeye bıraktı.
Boşluğa…
Yıllar önce bir çocuğun büyürken kaybettiği şeylere…
“Abla!”
Oğuz’un sesiyle irkildim. Gözlerimi mutfak kapısına ona çevirdim. Yüzündeki endişe aramıza girdiğinde ellerimi nereye koyacağımı bilemedim. Sandalyeye yasladım.
“Baba ne oluyor?”
Gözleri babasında, sonra bende gezindi. Masanın ucunda durmuş, ikimizi de anlamaya çalışan bir çocuk gibi bakıyordu ve ona her baba dediğinde göğsüme bir şey oturmuş gibi hissediyordum.
Ama o artık çocuk değildi.
Ve ne yazık ki, hiçbir çocuk böyle büyümemeliydi.
“Oğuz…” dedim, sesim yumuşaktı ama içim karışıktı. Gitmek istedim, sonra vazgeçtim. Çünkü buradaydım ve neden geldiğimi ne diyeceğimi, nasıl anlatacağımı bilmiyordum.
Tuncay da sessizdi. Başını eğmişti yine.
İşte yine: sessizlik.
Ama o sessizlik Oğuz’a ait olmamalıydı. Ona da suskunluk düşmemeliydi.
Kendimi toparladım. İçimde biraz önce taşan öfke değil, şimdi başka bir şey vardı. Anlayış. Ve acı. Oğuz’un da en az benim kadar kırılmış olduğunu unutmamalıydım. O da kendince geçmişi taşıyordu. Aynı evde, aynı adamın gölgesinde büyümüştük. Onun yaraları da tazeydi, görünmese bile.
Gülümsedim, hafifçe. Zorlama ama gerçek bir gülümsemeydi bu.
“Kahvaltıya gelmiştin, değil mi?” dedim. Sandalyemi biraz çektim oturdum, masanın ucuna yaklaştım. “O zaman otur. Birlikte devam edelim.”
Oğuz önce bana, sonra Tuncay’a baktı. Gözlerinde bir tereddüt vardı ama adımlarını hızlı attı. Sessizce sandalyeye oturdu.
Bir süre hiçbirimiz konuşmadık. Sadece tabakların, çatalın hafif sesi vardı. Oğuz’un, Tuncay’ın önündeki iki fotoğrafı yüzeysel olarak gördüğünü ve bakmak için meraklandığını biliyordum ama ben görmesini istemiyordum.
Bu evde dedenin parasıyla bir şey yemek istemiyordum. “Ben kalksam iyi olur.”
Oğuz hemen boş tabağıma ve bana baktı. “Bir şey yemedin abla.” Dediğinde ona sarılmak istedim.
“Bu aralar midem iyi değil.” Diye yalan söylediğimde gözleri bir süre üzerimde durdu ve sanırım dedenin bir zamanlar yaşamış olduğu evde olmaktan memnun olmadığımı anladı.
Fotoğrafları çantama yerleştirirken Tuncay da başını kaldırdı, bir şey söylemek ister gibi baktı ama söyleyemedi. O susunca ben de göz temasını uzun tutmadım. Bu evde ne kadar az kalırsam o kadar iyiydi.
Ayağa kalktığımda Oğuz da hemen kalktı. Arkamdan gelmeye hazırlanır gibi bir hali vardı.
“Oğuz, otur,” dedim yumuşak bir sesle. “Kahvaltını et.”
“Beraber çıksak?” dedi, beraber nereye gidecektik?
“Nereye gideceksin?” diye sorduğumda gergince arkasına yaslandı ve Tuncay’a baktı. “Annemin yanına…”
Söz ağzından çıkar çıkmaz, odadaki hava birden değişti.
Tuncay’ın bakışları sertleşti, çatalı elinde tuttuğu hâlde hareket etmeyi unuttu.
Ben ise sadece baktım Oğuz’a.
Annemin adı geçince, hepimizin içinde ayrı bir kapı aralanıyordu.
Benim için geçmişin en derin sızılarına,
Tuncay için susturulmuş suç ortaklığına,
Oğuz için ise asla sorulmayan, cevapsız kalan sorulara…
“Sen… mezarlığa mı gideceksin?” diye sordum yavaşça.
Başını eğdi. “Evet.” Sesi, karar vermiş birinin sesi gibiydi.
Ben bir adım geri çekildim.
Onu durdurmak istemiyordum. Ama yanında olmak da istiyordum.
“Bir akşam ayarlayalım yemek yeriz, bize gelirsiniz.” Dedim.
Bu cümleyi söylediğimde hem Oğuz’un hem de Tuncay’ın yüzünde kısa süreli bir duraksama oldu.
Oğuz'un gözleri önce bana, sonra Tuncay’a kaydı. Bir şey demedi. Ama belli ki içi doluydu.
“Beraber yemek yemek mi?” dedi Tuncay alçak bir sesle. Şaşkınlıktan çok bir kabulleniş vardı tonunda.
“Bir şeyleri yeniden kurmak zorundayız,” dedim. “Üstelik bu hayatta o adamın yapmamı istemediği ne varsa yapacağım.” İnatla kafamı salladım. “Yaşayacağım. Hep birlikte yaşayacağız.”
Oğuz’a döndüğümde “Onlara verilmiş bir sözüm var bunu gerçekleştirmeden gitmek istemiyorum, biraz daha bekleyebilir misin?” diye sordum.
Önce her şeyin başladığı ve benim vurularak ölümden döndüğüm o evden kurtulacaktım. Mezarlarına gittiğimde kendime verdiğim bir sözdü; katili bulacağım ve bu evi yıktıracağım.
Oğuz gözlerini yere indirdi, sonra tekrar bana baktı. Gözlerinde sadece hüzün değil, bir tür bekleyiş, bir tür sabır da vardı.
“Beklerim,” dedi sessizce.
Ardından ekledi: “Sen sözünü tut, ben de beklerim abla.”
Ben kapıya yönelmeden önce bir kez daha onlara baktım. Birbirinden farklı zamanlarda kırılmış ama aynı kökten gelen iki adam...
Birbirimize benzemezdik belki, ama aynı hikâyede yarım kalmıştık.
Ve şimdi, hikâyeyi birlikte tamamlamamız gerekiyordu. Benim yeniden nefes alabilmem için, onların da geçmişin külleri arasından çıkabilmesi için...
“Yakında görüşürüz,” dedim.
İçimde, bu sefer gerçekten inanarak. İlk defa geride bıraktıklarımı yanımda hissederek.
Evden çıktıktan sonra kendimi hafiflemiş hissetmiştim.
Telefonumu çıkardım, Eymen’e bir mesaj yazdım:
“Birazdan geliyorum. Konuşmamız lazım.”
Adliye koridorlarında olabildiğince hızlı adımlarla ilerliyordum. Eymen’e gelmiştim ama duruşması olduğunu öğrenince mahkemenin kapısını arıyordum. Sonunda kapıya ulaştım. Hafif aralıktı. İçeri baktım, salon bomboştu. Duruşma çoktan bitmişti.
Tam geri dönmek üzereydim ki, mahkeme salonunun ucundan Eymen’in sesi geldi. “Bu telefonu açmadığında hep kötü-”
Telefonumu kabanımın cebinden çıkartıp baktığımda aradığını gördüm ama telefonu açmadan içeriye girdim.
“Savcı Bey, birini mi arıyordunuz?” diye seslendim hafifçe.
Yüzünde şaşkınlık vardı ama sonra rahatladı.
“Tam seni arıyordum.”
Eymen hâkim kürsüsünün yanındaki sandalyeye oturmuştu. Yüzünde günün yükü vardı; dosyaları masaya yığılmıştı ama salon hâlâ mahkeme gibiydi boş bile olsa bir düzeni, bir ağırlığı vardı.
Ben o düzenin içinden geçtim. Gözüm önce izleyici koltuklarına, sonra müdafi masasına takıldı. Ama kendime başka bir yer seçtim.
Davacı masası.
O sandalyeye oturdum. Sandalye hafifçe gıcırdadı ama ben gözlerimi kaçırmadan Eymen’e baktım. Masada dosya değil, sessizlik vardı.
“Konuşmak için geldim,” dedim. Sesim ne yumuşaktı ne sert. Ama içimdeki karar, kelimelere yer açmıştı artık.
Eymen, önce hareket etmeden kaldı. Parmakları birbirine dolandı, gözleri bana sabitlendi. Yüzünde alıştığı gerginlik değildi bu çözmeye çalıştığı bir hazırlık gibiydi.
“Ne hakkında?” diye sordu, sesi düşüktü ama yüzü sarsılmıştı.
Ben ise, davacı masasına yerleşmiş, kollarımı masaya koymuş şekilde duruyordum. İçimdeki karar netti, ama önce onun gerildiğinden biraz daha emin olmak istedim.
Ben hafifçe gülümsedim, alaycı bir tonla, “Sen biraz gergin görünüyorsun, yoksa ben mi aniden konuya girdim?” diye takıldım.
Eymen, gözlerini kısarak cevap verdi: “İkisi de…”
O an Eymen derin bir nefes çekip, cübbesini yavaşça çıkardı ve koltuğa bıraktı. Gözleri daha da ciddi, hatta biraz sıkıntılıydı. “Bu konuşmayı yapabilmek için biraz rahatlamam gerekiyor,” dedi alçak bir sesle. Ne konuşacağımı nereden bilecekti ki içi sıkılıyordu?
“Yani, cübbenle savaşmaya hazır değil misin?” diye sorduğumda geriye doğru yaslandım.
Eymen başını salladı ama gözlerinde o ciddi kararlılık vardı. “Hayır, hazır değilim. Çünkü konu ne bilmiyorum.”
“Bu... heyecan verici.” dedim, gözlerimi ona dikerek.
Bir an gözlerinde bir kıvılcım belirdi. O kıvılcım, dalga geçmenin verdiği üstünlükten değil, ciddiyetinin tam ortasına bırakılmış ince bir ironi topuydu.
Eymen gözlerini kaçırmadan hafifçe başını eğdi.
“Rana, ben seni dinlemek istiyorum ama sen buraya gelmişsin, sanki bana bir dava açmak üzere gibisin…”
Gülümseyerek, biraz da oyunbazlıkla yanıt verdim:
“Belki de dava açmak değil, karar vermek istiyorum. Yıkım kararı.”
Eymen sandalyesine biraz daha yaslandı. Cübbesizdi ama hâlâ üzerinde taşıdığı o ağır ciddiyet vardı. Yüzünde hafif bir sıkıntı vardı; çünkü neyi savunacağını değil, neyi yıkacağını soran bana karşı hazır değildi.
“Evi yıktırmak istiyorum, Eymen,” dedim sonunda. Gülümsemem çekildi ama sesim hâlâ tok ve yumuşaktı.
Eymen sandalyesine daha da yaslandı, gözlerinde o ciddi, biraz da sıkıntılı ifade vardı. “Evi yıktırmak istiyorsun, öyle mi?” diye sordu, sesi düşük ve dikkatliydi.
“Evet,” dedim, sesim bir an durulduktan sonra tok ve kararlıydı.
Yapamaz mıydım? Hakkım yok muydu? O zaman yine de yıktırır cezası neyse öderdim. Yapının kaçak olduğunu iddia ederdim. Bir yolu bulunurdu.
Ciddiyeti hâlâ yüzündeydi ama bakışlarında aniden beliren bir kıvrılma vardı. Savunma refleksiyle değil oyuna katılma arzusuyla.
“Yıktırırsın tabii,” dedi yavaşça, sesi hâlâ alçaktı ama tonunda başka bir şey vardı artık.
Gözlerim hafifçe açıldı ama hemen kısıldım. Cümle oyundu, ama içindekiler gerçekti. O sessizce başını kürsüye yasladı. Bir savcı gibi değil, tanık gibi değil. Sanki öylece, cümlenin içinde kalmak isteyen biri gibi.
“Yıkım kararıysa… önce keşif yapılması gerekir,” diye ekledi. “Hasarlı duvarlar, çökme riski olan anılar… ben hepsini tek tek kayda geçeceğim. Ama tek şartla.”
Kaşlarımı kaldırdım, gülümsemeden: “Şart mı? Savcı Bey ben mahkemelerde beklenmedik hüküm cümlelerinden hiç hoşlanmam.”
Eymen hafifçe eğildi, gözlerinde o ince alaycılık parladı:
“Beklenmedik şartlar, davanın en heyecan verici kısmıdır, Avukat Hanım.”
Sustum. Çünkü cevabın bu kadar yerinden olması biraz canımı sıktı. Hafifçe başımı çevirdim ama gülümsememi saklayamadım.
“Mahkemeye eğlence getiren savcı... Ne mükemmel bir kural ihlali.”
Gözüm onun cübbesine takıldı. Koltuğun arkasında öylece duruyordu. Kafamla işaret edip “Giysene.” Dedim. “Role giremiyorum.”
Eymen başını koltuğa bıraktığı cübbe yönünde hafifçe çevirdi. Bir an durdu, sanki senin cümlenin içinde fazladan bir anlam arıyormuş gibi. Sonra yavaşça cübbeyi aldı, ellerinin arasına aldı ama giymedi. Sadece tuttu.
“Giymem gerekiyorsa…” dedi, sesi biraz daha yumuşamıştı. “bir şartım daha var…”
Kaşlarımı kaldırdım.
“Bir şart daha mı? Şu anda mahkemenin kuralları bende gibi hissediyorum.”
Kapı aniden gıcırdayarak açıldı. Eymen’in cümlesi ağzında kaldı, benim yüzümdeki mimik dondu. Ağır, aceleci adımlar duyuldu.
“Savcı Bey?” dedi, sesi hafifçe çekinerek. Bizi öylece karşılıklı görünce kısa bir duraksama oldu. “Ben… şey, siz çıkmışsınızdır sandım.”
Gözleri sırayla bana, sonra Eymen’in elindeki ama giyilmemiş cübbeye kaydı. Ortamdaki gerginliğe ya da absürtlüğe anlam vermeye çalışır gibiydi.
Ben hafifçe kolumu masadan çektim. Eymen kaşlarını hafifçe çatıp “Çıkıyorduk zaten,” dedi sakin bir tonla. “Aile mahkemesi biraz uzadı.”
Mübaşir hâlâ tam anlamamış gibiydi ama usulca başını eğdi. Kapı kapanırken, o kısa sahne sanki hiçbir yere yazılmamış özel bir tiyatro provası gibi havada kaldı.
Eymen koltuğa yaslandı, gülümsedi. “Sanırım bir tanığımız oldu. Artık gerçek bir mahkeme gibi hissettirmeye başladı, ne dersin?”
Ayağa kalktım, müdafi masasına birkaç adım attım. Elimi hafifçe sırtımda birleştirdim, sonra olduğum yerde döndüm.
“Sanırım keşif yapmaktan önce biraz temiz hava almamız lazım,” dedim.
Eymen gözlerini bana dikti, biraz şaşkın, biraz da yorgun bir ifade vardı yüzünde.
“Sıkıldın mı?” diye sordu.
“Sen bu kadar ciddi oldukça, ben dalga geçmeye mecbur kalıyorum. Denge meselesi, Savcı Bey.” dedim esprili bir tonla.
Eymen hafifçe gülümsedi. “Kahve molası iyi gelir o zaman.”
“Tam da ihtiyacımız olan şey,” dedim.
Odaya girer girmez hemen karşısına oturdum. Saat öğleni çoktan geçmişti, gözlerim Eymen’in ellerine takıldı, elleri hızlıca bilgisayarın klavyesinde geziniyordu.
“Eda ve Yaren’in mahkeme sonucu ne oldu?” diye sordum, sesimde hem sabırsızlık hem endişe vardı. Ekrandaki kararı öğrenmek istiyordum.
Eymen ekrandan hızlıca bir şeyler okudu, ardından gözlerini bana çevirdi. “Karar şu: 8 Ay ile yargılanmış ama hükmün açıklanmasının geri bırakılması,” dedi sakin ama net bir sesle.
Bir an duraksadım, anlamaya çalışırken içimden bir umut kıvılcımı doğdu. “Yani... dava devam edecek ama hüküm şimdilik beklemede,” diye özetledim.
Eymen başını hafifçe salladı. “Evet. Mahkeme, Eda’nın suçu işlediğine hükmetti ama cezanın hemen uygulanmasını durdurdu. Beş yıl boyunca yeni bir suç işlemez ve kurallara uyarsa, bu hüküm hiç verilmemiş sayılacak. Siciline işlenmeyecek.”
İçimden derin bir nefes verdim. Omuzlarım biraz gevşedi, göğsümde biriken sıkışıklık az da olsa dağıldı. “Rahatladım...” dedim, sesim neredeyse fısıltıydı. “En azından hapse girmeyecek. Bu bir şans.”
Eymen, başını hafifçe salladı. “Evet. İkinci bir şans. Başka bir şeye ihtiyaçları olursa-”
Bir an sessizlik oldu, sonra gözlerimi kaçırarak, “Yani… yardım edebiliriz,” dedim, kendi içimde tartarak. “Ama... eve gelmeye devam etsin mi bilmiyorum.” Cümlemi tamamlayamadım.
Eymen, beni anlayan bir ifadeyle baktı. “İstemiyorsan gelmez ve gelmemesi daha iyi olabilir.”
Bu konudan henüz emin değildim bu yüzden daha fazla konuşmak istemedim.
“Peki…” dediğimde sonunu biraz uzattım. Eymen gözlerini bilgisayar ekranından çekti. “Kedimizi ne zaman almaya gideceğiz?”
Sol kolunu kendine çevirip saatine baktı. Daha mesai bitimine vardı beklerdim beklemesine ama heyecanlanmıştım bu sefer o da sabırsızdı.
Gülümseyerek, “Bence ne kadar erken o kadar iyi,” diye ekledim ama çıkabilir miydi bilmiyorum.
“Başsavcının yanına uğramalıyım…” dediğinde, gözle görülür şekilde gerildi. Sandalyesini masadan destek alarak geriye itti ve ayağa kalktı.
“Affet onu.” Dedim. “Bak ben amcana kızgın değilim. Söyledi işte gittiğimi sandığı için ilgilenmemiş, unutmuş olabilir. Sen de öyle sandı-” dediğimde duraksadım.
Gözlerini bana çevirdi derin bir nefes aldı, o an içimde, “Eyşan’a döndün dememek için ne kadar zorlandığımı” hissedebiliyordum ama kelimelere dökmekten kaçındım. O da anladı.
“Sandın.” Diyerek cümlemi tamamladığımda sağ elimle alnımı kaşıdım. “Ben bile kardeşimi büyütüp yıllarca susan amcamı affetmeye çaba gösteriyorum.” Derken sesim sitemli çıktı.
Öylesine bir baş hareketi yapıp “İşini daha iyi yapsaydı vurulmayacağın gerçeğini değiştirmiyor.” Dedi ve kapıya yöneldi.
“O zaman geriye dört kalıyor.”
Eymen kapıya yönelirken arkasını hafifçe döndü.
Gözlerimi ona diktim, “Dede beni beş kez öldürmeye çalışmış ya, geriye dört kez kalıyor onların birinde başarılı olsaydı kimi suçlayacaktın? Önceden taksiciyi sezemediği için Serkan’ı mı? Ressler’ı takip ettiğimde buna izin verdiği için Oğuz’u mu? Sen kendi hayatından bir suçlu çıkartmak istiyorsun.” dedim, sesim titreyerek.
“Rana…” dedi, sesi derin ve kırılgandı. “Biliyorum, haklısın. Ama vurulduğunda-”
“Cihat amcayla ilgisi yok. Hayatımızda bir kötü vardı ve olması gereken yerde. Herkes artık olması gereken yerde. Bunu bana söyleyen sendin. Şimdi kendi ailene bu sebepten sırt çeviremezsin.”
Çantama uzanıp, ayağa kalktım. Karşı karşıya geldiğimizde gözlerimin içine bakıyordu.
“Amcanla barışmadan eve gelme, hayatım,” dedim, kararlılıkla.
Benden önce çıkmak için dikili durduğu kapıdan kendisini biraz çekiştirdiğimde şaşkınca bana bakıyordu. İşaret parmağımı uzatarak “Bence onun seni affetmesi lazım. Amcana bir yumruk atmadığın kalmış.” Ardı ardında cıkladım. “Terbiyesiz bir adamsın.”
Eymen bir an durdu, gözlerindeki sertlik yumuşadı. “Amcana bir yumruk atmadığın kalmış diyorsun ya…” dedi, gülümser gibi yaptı. “Sen Tuncay’ı hırpalamışsın. Karımdan eksik kalmayı sevmem.”
Bu kulağına nereden gelmişti bilmiyordum ama omuzlarımı silktim. “Onu katil sanıyordum.”
Hak verir gibi başını salladığında hafifçe yaklaştım, yanağına bir öpücük bıraktım.
“Artık odana daha çok saygı duyuyorum. Bunu barışmanın yarı teminatı olarak al,” dedim ve onun cevap vermesini beklemeden odadan çıktım.
Koridorun sessizliğinde topuk seslerim yankılanırken arkamdan kapının açıldığını duydum ama durmadım. Sadece birkaç adım sonra gelen sesi bekledim.
“Nereye?”
Eymen’in sesinde ne emir vardı ne de sorgu… Sadece merak, hafifçe yumuşatılmış bir merak vardı. Dönmeden cevap verdim.
“Yeşim’de bir siparişim var. Ona bakacağım. Çıkışta oradan al beni.”
Hafifçe iç çektiğini duyabildim.
En son ne zaman geldiğimi hatırlamadığım ofisten içeri girerken beni neyin beklediğini biliyordum. Kırmızı bir koltuk. Gelmemin sebebi buydu Yeşim bana sadece bu fotoğrafı atmıştı.
Kapıyı tıklattığımda ardından birkaç saniye sessizlik oldu. Sonra içeriden Yeşim’in sesi duyuldu.
“Gelsene.”
Kapıyı açtım, içeri girdim. Her zamanki gibi düzenliydi ofis. Dosyalar sıralı, kahve kupası boş, perde aralık… Ama tüm bunların içinde en dikkat çekici olan şey odanın tam ortasında duran kırmızı koltuktu.
Gözüme ilk o çarptı.
Koltuk bana bakıyor gibiydi. Yabancı değildi. Hatta fazla tanıdıktı.
Yeşim yerinden kalkmadan başıyla koltuğu işaret etti.
“Bak, geldi.”
İçeri doğru birkaç adım attım. Yavaşça yaklaşıp koltuğun kenarına dokundum.
“Ciddi değilsin sanmıştım…” dediğimde gözlerimle her detayını inceliyordum.
“Ciddiydim.” Dedi Yeşim. Kafamı kaldırıp baktığımda sandalyesinde geriye doğru yaslandı. Bugün saçlarını topuz yapmıştı. “Bebek doğduğunda Furkan’ı evde istiyorum. O yüzden vaktimiz varken sana işi öğreteceğim.” Dediğinde oldukça kararlı görünüyordu.
“Bence birkaç aydan fazlasına ihtiyacım olacak.” Dedim, sesim hafifçe titreyerek. İçimde hem korku hem de çekingenlik vardı. Yeni bir işe başlamak, hele ki bu kadar yakınlarından biri teklif ettiğinde, beklediğimden daha zor geliyordu bana.
“Sana işi öğreteceğim,” dedi Yeşim aynı kararlılıkla. “Sanki stajyersin ne bu gerginlik?”
“Yeşim.” Dediğimde cevap vermeyip beklentiyle kafasını salladı sadece. “Bu ara başka sorunlar var.”
Yeşim hafifçe kaşlarını çattı, “Ne sorunu? Eymen’le mi-”
Kafamı hemen sağa sola salladım. “Aslında sorun çıkartan Eymen değil benim.” Dedim, gözlerimi yere indirdim.
“Evime gelen abla dün gece kapının önüne torununu bırakıp gitti. Ben Eymen’e… senden mi? Dedim.”
Yeşim’in yüzündeki ifade bir anda değişti. Gözleri irileşti, nefesi hafifçe kesildi. Sandalyesine yaslanmış bedenini doğrulttu.
“Ne dedin?”
“Torununu bıraktı, Yeşim.”
Bir anda yerinden kalktı. Elini masa kenarına dayadı, gözleriyle beni taradı, sanki yalan söylüyor muyum diye yüzümün her kıvrımını okumaya çalışıyordu.
“Nasıl yani? Şaka yapıyorsun sandım.”
“Yapmıyorum.” Sesim yumuşaktı ama dolaysız. “Dün gece… Kapının önüne, pusette.”
Koltuğun henüz koyulduğu bir masa yoktu o yüzden biraz daha ortaya çekerek oturdum. Tam ortada olmamdan dolayı gergindim.
“Normal yani kapıma bebek bıraksalar ben doğurup koymadığıma göre tek seçenek kocam olacak. Aynen sorarım. Siz ne yaptınız peki?” diye sorduğunda kaygılandığını hissediyorum.
“Saçma bir şekilde bebeği istedim hatta bunun tartışmasını yaptım.”
Sonunda gözlerini kırpıp yere baktı.
“Sen… istedin mi gerçekten?”
Başımı hafifçe salladım. “Evet. İlk başta bir anlık… saçma ama sen annesin daha iyi anlarsın, daha birkaç aylık ne yapayım? Bir anlık.”
Yeşim dudaklarını birbirine bastırdı. Bir şey demeden sandalyesine tekrar oturdu. Eliyle saçlarını kulağının arkasına itti, ardından başını hafifçe eğdi.
“Bana sorarsan…” dedi ama cümlesini tamamlamadı. Sanki söylediklerinin sende iz bırakacağından korkuyormuş gibiydi. Gözlerini kaçırarak devam etti:
“Bilmiyorum. Hissediyorum bir şeyler… ama… sana yol göstermek istemem.”
Kafasını kaldırıp gözlerime baktı.
“Belki babamla konuşmalısın. Ya da... Eymen’le değil ama başka biriyle. Ben seni yanlış yönlendirmek istemiyorum çünkü benden sadece kendi istediğini duyarsın.”
Kabanımın cebinden telefonumu çıkartıp saatte baktım, birkaç saatte Eymen çıkacaktı ama daha fazla beklemek istemiyordum.
“Ben elimi yüzümü yıkayayım,” dedim, yerimden kalkarken. “Sen de bu sırada Mete Amca’ya işi olup olmadığını sorar mısın?”
Yeşim başıyla onayladı. Sessizce yerinden kalkıp odadan çıktı. Onun ayak sesleri koridorda yankılanırken ben lavaboya geçtim, ama suyun altında yüzümü yıkarken bile aklım hâlâ aynı yerdeydi.
Bir çocuk. Pusette, kapının önünde. Ve ben…
Hızla nefes aldım.
Geri döndüğümde Yeşim, kapının eşiğinde bekliyordu.
“Müsaitmiş,” dedi, sesi alçaktı.
“O zaman ben gideyim...”
Yeşim başını salladı. Ceketimin yakasını düzeltip telefonumu elime aldım. Kapıdan çıkmadan önce duraksadım. Gidip görüşecektim ama şimdi trafikle uğraşmak istemedim. Arayacağımı biliyordum ama ne söyleyeceğimi hâlâ tam bilmiyordum.
Numarayı bulup ekrana bir an baktım, sonra arama tuşuna bastım.
“Rana?” dedi telefondaki tanıdık, yumuşak ses. “İyi misin?”
Bir an sustum. Yutkundum. “İyi değilim.” Dedim en sonunda söyleyebildiğim en net gerçekti.
Sessizlik. Bu defa anlayışla dolu bir sessizlikti. “Yeşim söyledi az önce. Geldiğini, bir şeyler olduğunu.”
Derin bir nefes aldım.
“Konuşmak istiyorum... ama tanıdığım biriyle değil.”
“Sorun evliliğin mi?” diye sorduğunda Eymen’e hâlâ güvenmediğine emin oldum. Arabama geldiğimde sessiz kalarak anahtarı çıkarttım. “Amca sorun o değil. Evlendikten sonra sorun hiçbir zaman Eymen olmadı.” Kendimi ifade etmekte çok zorlandım. “Bir şey var ama sadece içimi sıkıyor. Aylardır peşinde olduğum cinayet çözüldü şimdi ne yapacağımı bilmiyorum. Bir işim bir uğraşım yok. Çalışamıyorum. İş yapamıyorum bilmiyorum nasıl yapacağımı… uykularım düzelmedi.”
Telefonun öbür ucunda bir süre daha sustu. Ne acele etti ne de teselli vermeye çalıştı. Sadece dinledi. Çoktan arabaya oturmuştum çalıştırmadım ama sadece oturdum.
“Eymen yavaş yavaş normal bir hayata alışacağımı söylüyor ama bilmiyorum. Alıştığım hayat bu değil ki benim.” Yutkunduktan sonra nefesimi bıraktım. “Geldiğimde katili bulamam sanıyordum sadece denerim ve bulamam sanıyordum orada kendime gidecek bir kapı bırakmadığım gibi buradaki sanki geçip gitmem için fazladan yer açıyor…”
“Rana...” dedi sonunda. “Şu an kendinle baş etmeye çalıştığını biliyorum. Ama anlattığın her şey çok tanıdık.”
Elim direksiyonda öylece kalmıştı. Gözüm yolda bir noktaya sabitlendi.
“Kendini kaybetmiş değilsin. Sadece şimdiye kadar hep ileri gitmeye çalıştın. Şimdi ilk defa olduğun yerde kalmayı deniyorsun ve bu da çok zor.”
Gözlerimi kapadım. Derin bir nefes aldım.
Sonra, her zamanki gibi ağır ama yargılamayan bir tonla konuştu:
“Anlıyorum. Kendini koyacak yer bulamaman, biteceğini düşünmediğin bir şeyin bitmesi... Zihnin hâlâ orada savaşta kalmış gibi.”
Başımı ön koltuğun arkasına yasladım.
“Bu hislerin altında yatanı birlikte görebilecek biriyle konuşmak sana iyi gelir.”
“Görüşüyorum.” Dedim sabırsızca. “Görüşüyorum ama her şeyin bir mektup yüzünden başıma gelmiş olmasını kaldıramıyorum.”
Sözlerim arabanın içinde yankılandı sanki. Elimle direksiyonu sıktım. Dişlerimi fark etmeden sıktığımı hissedince çenemi gevşettim.
Telefonun diğer ucunda Mete Amca nefesini belli belirsiz verdi.
“Rana...” dedi sakin bir tonla. “Suçlu olan mektup değil.”
“Bir kağıt, bir cümle, bir satır... İnsan bazen bunlara bir ömürlük nefret yükleyebilir. Ama o mektup sadece bir fitildi. Asıl yangın çok daha önce başladı. Onun içindeki şüpheler, kırılmalar, korkular... yıllarca büyüdü. O satırlar, içinde zaten var olan şeylere sadece kelime oldu.”
Sessizlik.
“Yani... o mektubu hiç bulmasaydı da olur muydu bunlar?” diye sordum, cümlemi bitirdiğimde sesim çatallandı.
“Belki başka bir gün, başka bir şekilde olurdu. Belki de hiçbir şey değişmezdi. Ama şunu unutma: Dedenin yaptığı her şey, kendi karanlığının içinden çıktı. Kendi seçimiydi. Sadece bir mektupla açıklanamaz, çünkü o mektup ne kadar korkunç olsa da kimseyi birini öldürmeye zorlayamaz.”
Başımı öne eğdim.
“Sen, o mektubun taşıdığı yükün altında kalmak zorunda değilsin. O senin geçmişin değil. Sen onu sadece sebebi buldun. Ama yazan sen değilsin.”
“Mektubu hayatımdan çıkartsam hiç var olmamış saysam bile ortada kalan geçmişim bu!”
Mete Amca’nın sesi beklediğim yumuşaklıkta değil, daha keskin geldi:
“Rana, bu söylediğin çok mantıksız.”
Donup kaldım.
“Biliyorum, acı içindesin. Ama mantıklı düşünmeyi bırakırsan kendine zarar verirsin. Mektubu yok saysan ne değişecek? Sence annen baban geri mi gelecek? Dedenin aklı başına mı gelecek? Korkuların bitecek mi? Hayır. Çünkü mesele o mektup değil. Mesele senin o mektuba nasıl bir anlam yüklediğin. Mektup senin geçmişin değil, dedenin geçmişi…”
Sert ama yerinde bir tondu bu.
“Böyle iyileşilmez, Rana. Böyle bastırılır, içe atılır, büyütülür. Sonra o bastırdığın şey bir gün seni içeriden parçalar.”
Başımı geriye yasladım, ağlamamak için dudağımı ısırdım.
“Senin mantığın şu an acının arkasında gömülü. Ama senin bu aklına ihtiyacın var. Çünkü iyileşmek, sadece hislerle olmaz. Cesaretle olur, sorumlulukla olur, gerçekle yüzleşmeyle olur.”
“Peki nasıl?” dedim çatlak bir sesle. “O kadar şeyi bilip nasıl devam edeyim? Nasıl?”
Bu defa sesi biraz yumuşadı ama hâlâ netti:
“Bilmek ağır bir şeydir. Ama bilmemenin seni getirdiği yeri de gördük. Şimdi senin yapacağın şey, öğrendiğinle yaşamanın yolunu bulmak. Ve bu yol, tek başına yürünecek bir yol değil.”
Elimi gözlerime götürdüm. Burnum sızladı, boğazım düğümlendi.
“Ben buradayım,” dedi. “Ama bu anlattıklarını Defne’yle paylaşmanı istiyorum. Ona bir şans ver. Kendine bir şans ver.”
“Geçmişi değiştiremeyiz,” diye devam etti daha yumuşak bir tonla. “Ama onunla kurduğun ilişkiyi dönüştürebilirsin. Suç sende değil. Yük senin sırtında kalmasın diye bu konuşmayı yapıyoruz zaten.”
Gözyaşlarım sessizce aktı. “Çok korkuyorum ama.” Dediğimde sesim kısıldı. “Eymen her işe gittiğinde neler düşünüyorum, telefona ikinci arayışıma çıksa nasıl korkuyorum amca. Aynı şeyler tekrar yaşanacak diye-”
Sesim boğazımda düğümlendi. Sanki içimdeki panik gerçek hayatta da nefesimi kesiyordu.
Mete Amca bu kez beklemedi. Sesi hâlâ sakindi ama kelimeleri çok daha keskin geldi:
“Rana, lütfen şunu artık kendine söylemeyi bırak: O mektup, yıllar önce aklını kaybetmiş bir adamın bahanesiydi.”
Gözümü açtım. Bir anda irkildim.
“Sana kimse bunları hak ettin demedi. Ama olanların sebebini saptırdığında, o korkuyu hiçbir zaman gerçek yerinden çözemezsin. Baban savcı olduğu için vurulmadı. Sen gerçeğin peşine düştüğün için cezalandırılmadın. Bu olay bir adamın paranoyalarıyla, yıllarca biriktirdiği karanlıkla, kendi kafasında büyüttüğü düşmanlıkla ilgiliydi. Sen sadece bir gerçeğe yaklaştın. O gerçeği bilmek senin suçun değil.”
Yutkundum. İçim ezildi.
“Tamam, haklısın.” Diye mırıldandığımda “Kapatayım. Araba kullanacağım.” Dedim kaçarcasına.
“Yarın için bir seans ayarlayacağım. Tam saatini bildireceğim sana.”
Başımı salladım ama sonra telefonda olduğumu hatırlayıp boğuk bir sesle, “Tamam…” diyebildim.
Bir an durdu, sonra tonunu biraz daha yumuşattı.
“Şimdi git kocana sarıl.”
Bir an nefesimi tuttum. O da sustu. Ardından, biraz mecburen kabul etmiş biri gibi ama dürüstçe ekledi:
“Gördüğüm kadarıyla... o elinden geleni yapıyor.”
İstem dışı güldüm. Gözyaşlarım hâlâ dinmemişti ama içimde hafif bir sıcaklık vardı artık.
“Onu da kendini de bu kadar kötü ihtimalle boğma. İzin ver. Bu sefer biri seni tutsun. Yalnız yürümek zorunda değilsin artık.”
Derin bir nefes aldım.
“Teşekkür ederim,” dedim, dudaklarım titreyerek.
“Her zaman, kızım.”
Telefonu kulağımdan çekecekken tekrar sesini duydum “Delilik bulaşıcı değildir Rana,” dedi sonra. “Ama başkasının deliliğini üstlenirsen, onun yükünü de sen taşımaya başlarsın. O mektup onun bahanesiydi. Ama senin cehennemin olmamalı.”
⚖
Barınağın bahçesindeki tel kapı açıldığında, ayaklarım tereddütle ama bir kararın ardında yürüyordu.
Eymen önden yürüdü.
Yol boyunca tel örgüler ardında gözler gördüm. Bazısı tüylü gri bulutlar gibi sarılıp uyumuştu, bazısı tedirginlikle yer değiştiriyordu. Birkaç yavru cama tırmanmış, etrafa inatla bakan bakışlar atıyordu. Ama çoğu sessizdi.
Beton zeminin üzerindeki çakıllar ayakkabılarımızın altında çıtırdadı. Eymen durduğunda ben hâlâ gözüme takılan bir tekirle göz göze gelmiştim. “Hazır mısın?” diye sordu, sesi yumuşak ama temkinliydi.
“Hazırım.” dedim dürüstçe.
Eymen bir adım geriye çekildi, bana yer açtı. Ben birkaç adım attım. İlk başta hiçbir şey göremedim. Ardından gözüm, platformun gölgesine ilişti.
Gri.
Gri bir tüy yumağı… göz göze geldik.
Küçücük bir gölge gibi, platformun altında bekliyordu. Saklanmıyor gibiydi ama çıkmadı da. O an fark ettim: ben de uzun süredir öyleydim. Ne kaçıyordum ne de gel diyordum kimseye. Çömeldim. Elimi uzatmadım. Sadece bekledim. Gri kedi yerinden kıpırdamadan bana baktı.
Zemin soğuktu ama ben sıcak bir şey hissediyordum içimde. Belki ilk kez bir şeyi zorlamadan beklediğim içindi.
“Yaklaşmazsa sorun değil,” dedi Eymen arkamdan, sanki sessizliği bozmak istemez gibi fısıltıyla.
“Alışır ama değil mi?” Dedim nefesimi bırakarak.
“Evimizde yaşayacak alışsın.”
Sesinde pişmanlık yoktu. Telaş da yoktu. Belki sadece, uzun zamandır ilk kez bir şeyleri oluruna bırakmanın verdiği bir rahatlık vardı.
Gri kedi bir adım attı. Sonra bir adım daha. Hemen yanıma gelmedi ama mesafeyi azalttı. Aramızda sadece birkaç karış kalmıştı.
Eymen de yanımda çömeldi. “Bakma öyle,” dedi hafifçe gülümseyerek. “Sevilmeye alışık değil ama kaçmıyor da. Tanıdık geldi bana anlaşırsınız.” Dönüp baktığımda “Fenasın.” Dedim ama gülümsememi saklayamadım.
Gri kedi burnunu hafifçe havaya kaldırdı, sonra başını yana eğdi. Tıpkı “Sen de kimsin?” der gibi bir bakış attı bana. Gülümsedim. Elimi hâlâ uzatmamıştım ama o mesafeyi kapatmaya kararlıydı sanki. Aramızdaki birkaç karışı da kapatıp önümde durdu. Bir saniye, iki... sonra başını hafifçe eğip patisini yere bastı.
İzin verdi.
Yavaşça elimi uzattım. Tüyleri yumuşaktı,
“Çok miniksin.”
Usulca sırtını okşadım. Eymen de başını eğdi, onu izliyordu. “Dişi.” Dedi ben sormadan önce.
“Adı var mı?” diye sordum.
Eymen gözlerini kediden ayırmadan, “Henüz yok,” dedi. Elimi gri kedinin sırtından çektim. “Sen koy.” Diye devam etti. “Ona en çok sen benzersin.”
Bir an durdum. Sonra yere, o küçük gövdeye baktım.
Kendini korumaya almış, sessiz ama tetikte bir hali vardı. Güvensiz değildi ama teslim olmuş da sayılmazdı.
“Düşüneceğim,” dedim alçak sesle. “Biraz tanıyayım önce.”
Kutuyu kucağıma alırken Eymen kapıyı açtı. Araca binmemize yardım etti. Sanki yalnızca bir kedi değil, bizim için küçük ama yeni bir düzenin başlangıcıydı bu.
“Dün,” dedi arabayı çalıştırırken, “gerekli olan her şeyi hallettim. Kontrolleri yapıldı, çipi takıldı. Sadece kum kabı, maması, oyuncakları, yatağı kaldı. Sen seçersin sana bıraktım.”
Kucağımdaki kutuya göz attım. İçindeki küçük varlık bir kez daha hareket etti, ama bu kez ürkek değil, meraklıydı.
Petshop’un önünde durduğumuzda Eymen arabadan inmeden önce kutuya göz attı.
“Uyuyor mu?” diye sordu.
“Yarı uyanık.” dedim kutunun içine eğilerek. Ara ara miyavlıyordu.
Beraberce içeri adım attık. Otomatik kapının açılmasıyla birlikte bizi yumuşak mama kokusu, yumuşak müzik sesi ve parlak raflar karşıladı. Renk renk tasmalar, tüylü oyuncaklar, minik yataklar…
“Bayağı ciddiye almışsın işi,” dedim Eymen’e yan gözle bakarak.
“Elimden geleni yaptım.”
Kedi reyonuna ilerledik. Eymen bir kum kabını eline aldı, sonra başka bir renkle değiştirdi. “Beyaz daha iyi. Evde daha az göze batar.”
“Sen ciddi ciddi estetik düşünüyorsun şu an?”
Şaşkınlığım hem sözümde hem bakışımda vardı.
Ses tonu o kadar rahattı ki, ben bile alışmaya başladığımı fark ettim. “Sadece alışıyorum.”
Bir oyuncak sepetinin başında durduk. Tüylü bir top, peluş bir fare, tırmalama direkleri…
“Elbet birini parçalayacak.” dedim.
Eymen de hafifçe gülerek eline bir peluş alıp salladı.
Alışverişi tamamladığımızda bagajda onun için alınmış onlarca şey vardı. Yatağı, kum kabı, oyuncakları, maması, taşıma çantası, tırmalama tahtası…
Yol boyunca ikimiz de çok konuşmadık. Camdan yansıyan sokak lambaları, kutudan gelen ara ara hışırtılar ve radyoda çalan kısık bir müzik eşlik etti bize.
“Miyav...” küçük bir ses, kutunun içinden geldi.
“Sesin çıkmıyor,” dedi Eymen, gözlerimi dikkatle süzerken.
Bir an sessiz kaldım, sonra gözlerimi kaçırdım.
“Bir sorun mu var?” diye sordu hafifçe, endişeyle.
“Bir sorun yok.”
“Miyav!” bir kez daha.
“Pek emin olamadım. Kedi bile senden çok ses çıkartıyor.” Ses tonunda zorlama yoktu ama çözmeye çalışan bir taraf vardı.
Henüz her şeyi anlatmak istemiyordum belki yarınki görüşmeden sonra anlatırdım şu anlık konuyu değiştirmeyi doğru buldum.
“Oğuz’la Tuncay’ı bir akşam yemeğe çağıralım.”
“Olur.” Dedi hemen.
Arabayı park ettiğinde, inmek için hareket etmiştim ama aklıma gelen şeyle tekrar Eymen’e döndüm.
“Amcandan özür diledin mi?” diye sordum, sesim yumuşak ama doğrudandı.
Eymen kapıyı açarken durdu, yüzünde hafif bir tereddüt belirdi.
“Henüz,” dedi, “ama halledeceğim.”
Bir an duraksadım, kararlı bir sesle ekledim:
“Ama seni eve almam, demiştim bunu biliyorsun.”
Eymen kaşlarını kaldırdı, gözleriyle hafifçe oyun oynar gibi baktı. “Ah, bana kıyamayacağını sanmıştım.”
“Öyle sanıyorsun ama ben inatçıyım.”
Bir süre sessizce birbirimize baktık.
Sonra Eymen derin bir nefes aldı ve yumuşak bir sesle, “Ee gel gidelim o zaman, bir saat durur geliriz.”
Bir an duraksadım, sonra kararlılıkla ekledim:
“Sen babanı da dedenle çağır. Rakı balık falan yapın.”
Eymen gözlerimi dikkatle süzdü, “Yeşim’le aranızda bir şey mi oldu?”
Eymen’in o sorusu, beklenmedik bir anda geldiği için biraz şaşırdım. “Hayır, Yeşim’le aramız gayet iyi.”
Eymen derin bir nefes aldı, yüzündeki endişe daha da belirginleşti. “Neyin içinden geçiyorsun şu an?”
“Eymen.” Dediğimde sesim biraz yüksek ve bunalmış çıktı.
“Git hadi, bir şeyim yok bebeğe üzülüyorum sadece.” Dedim. Yalan değildi aklımdan çıkmıyordu.
Kutudan gelen hafif bir “miyav” sesi aramızdaki sessizliği biraz daha yumuşattı. “Küçük Hanım huysuzlanıyor biz gidiyoruz.”
Yüzündeki endişe yerini kararlılığa bırakmıştı. Ben de derin bir nefes alıp arabadan indim. O da indiğinde “Yardım edeyim sonra giderim.” Dedi.
Eve girdiğimizde kedinin kutusunun kapağını açtım, o çıkıp çıkmamak arasında kaldığında ben aldıklarımızı çıkartıyordum. Eymen’de üzerini değiştirip çıkmıştı.
“Biraz zorla kovmuş gibi oldum ya.” Diye mırıldandım kediye dönüp. “Ama akrabalık bağı önemli değil mi? Bilmiyorum benim pek akrabam yok… ama o var olanı itiyor. Delirmiş.”
“Burası artık senin yeni evin,” dedim usulca, gözlerimin dolduğunu fark ederek.
Kedi hafifçe miyavladı, sanki anlıyor gibiydi. Yavaş adımlarla kutudan çıktı. Elimi nazikçe onun yumuşak tüylerinde gezdirdim.
Kedi, sanki beni anlar gibi, hafifçe miyavladı.
“Hoş geldin, Kül.” Anında aklıma gelen şeyle kahkaha attım. “Kül prenses.”
Ben boyunca eğilmiş ona bakarken o etrafı inceliyordu. Konuştuğum zaman bakışıyorduk. “Olmadı mı bu isim? Neyse baban gelsin sorarız.”
Bu ev onun da sığınağı olacak mıydı, benim gibi? Yeni başlangıçlar hep gürültüsüz olur sanmıştım ama o oldukça ses getireceğe benziyordu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 5.87k Okunma |
1.07k Oy |
0 Takip |
44 Bölümlü Kitap |