
“Suç cezasız kalırsa daha büyüğüne teşvik edici hale gelir, arka kapılar açılır. Herkes kendi adaletini sağlamaya kalkar.”
⚖
Emir, mahkeme salonundan çıkarken hemen yanıma doğru yürüdü. Yüzünde ciddi, kararlı bir ifade vardı.
“Rana,” dedi hızlıca, “Tuncay’ın tutukluluk haline hemen itiraz edeceğim. Bu karar, dosyanın genişletilmesi demek, ama şu haliyle tutukluluğun devam etmesi haksız.”
Emir’in sözleri hâlâ kulağımda çınlıyordu. “...m 260. Mahkeme hukuka uygun olmadı bu yoldan ilerleyeceğiz.”
Salonun kapısından uzaklaşmadan birkaç adım atabildim ki, Oğuz’un sert adımlarla bana doğru geldiğini fark ettim. Omuzları gergindi, gözleri öfkeyle doluydu.
“Mutlu musun şimdi?” dedi, sesi çatallı ve bastırılmış bir hışımla. “Babamın kelepçelenmesini izlerken içinden geçen neydi, söylesene! Ne hissediyorsun?”
Sözleri suratımda tokat gibi patladı. Boğazımda bir düğüm oluştu ama dimdik durmaya çalıştım. “Oğuz…”
Bu anı bekliyordum. Yine de bu kadar acıtacağını bilmiyordum. O benim kardeşimdi.
“Yılların hesabını biz mi vereceğiz? Bizi mi yargılıyorsunuz şimdi?” diye kesti sözümü. “Gerçek suçluyu bulamamışlar kendine kurban mı yaratıyorsun! Sen gerçeği bildiğini mi sanıyorsun? Biz yıllarca aynı çatının altında yaşadık. Onun katil olup olmadığını onu daha yeni görmüş kadınlardan daha iyi bilirim anlarım!”
Hâkim ve savcıdan bahsediyordu. Üzerime doğru birkaç adım attığında en son aramıza Emir girmek zorunda kaldı. Ceketi hâlâ kolunda sallanıyordu, gözleri Oğuz’a sabitlenmişti.
“Yeter,” dedi Emir, sesi sertti ama ölçülü. “Burası mahkeme koridoru. Öfkeni anlıyorum ama burada hakaret, tehdit, baskı yok. Bu dava, sadece sizin değil.
Oğuz’a söyleyecek çok şeyim vardı ama şimdi beni anlayamazdı.
“Senin ailen yok diye benimkileri elimden almak istiyorsun!”
Sırtımın ortasına bıçak gibi saplanan bu cümleyle birlikte nefesim kesildi. Doğruydu benden öncesi olan bir aileye sahip değildim ama bunu onun sesinden duymak… Yalnızlığımı ilk kez bu kadar canlı, bu kadar aşağılayıcı hissetmiştim.
İçimde büyüyen sarsıntıyı susturmak için çırpınırken gözümde biriken yaşları yere akıtmamak için kendimi zor tuttum.
Artık söyleyecek bir şey kalmamıştı.
Ne onun anlayacağı bir söz ne benim taşıyacak gücüm.
Bir adım geri attım. Ardımda kalan boşluğu ilk kez bu kadar derin hissettim. Gözlerim bir kez daha Oğuz’a döndü. Kardeşimdi.
Buraya ikinci gelişimdi.
Bu kez ellerimde ne mezarlarından topladığım ezilmiş çiçekler vardı ne de hazırlanmış cümleler. Sadece ben vardım. Yorulmuş, susmuş, içi içini kemiren bir hâlde ben vardım.
Önce babama bu haberi vermek istedim. Konuşmadan önce mezar taşına baktım, net göremedim gözlerim buğulanmıştı. Onları kapattım.
“Biliyor muydun, bilmiyorum ama sana çok benzeyen bir oğlun var. Senin gibi bakıyor bazen.” Kafamı eğip ellerime baktım. “Ben sana benzetmek istiyor da olabilirim.”
Mezar taşına baktım, o kıpırtısız harflere. Taşı okşamak istedim ama elim yarı yolda kaldı. Onun yerine toprağa dokundum.
“Bir gün bir bakmışım, bambaşka bir evde, başka insanlar arasında büyümüş bir çocuk var. Ve onun babası sensin.”
Bir süre toprağın arasında kalan elimi çektim. Parmaklarım ıslandı mı yoksa toprağın serinliği mi titreme yaptı, bilemedim.
Annemden çok utanıyordum. Yaşayamadıklarından, Oğuz yüzünden ve sayamayacağım bir sürü şey yüzünden onun mezar taşına gözümü bile değdiremiyordum.
“İçimde…” dedikten sonra bir nefes bıraktım. “Günlerdir susan ama durmadan kıpırdayan bir düşünce var.” Birkaç saniye durdum kafamı çevirip etrafa baktım, tektim. “Bütün bu karanlığı, acıyı, geçmişi susturmanın. Bir suçluyu değil, geçmişimi cezalandırmanın bir yolu var.”
Toprağı avuçlarımdan yavaşça yere bıraktım. “Ama kendimi kaybetmekten çok korkuyorum.” Soğuk havada ciğerlerim daralıyordu. Boğazımda bir düğüm vardı, midem bulanıyordu. Kalbim sıkıştı, bir an için başım döndü, ellerim titredi. Göğsümde ağır bir ağırlık, nefesimi zorlaştırıyordu. Ama sonra, o düşünce korkunç bir boşluk gibi çöktü üzerime.
İçimde soğuk bir boşluk açıldı; hayatı bırakmanın cazibesi, anında annemin ismini okudum. “Doğru,” dedim kendime, yavaşça başımı sallayarak “Oğuz için dayanmalıyım, onun için günden güne ben ölmeliyim, onun için şu boktan yaşantıma devam etmeliyim, onun için… onun ailesini mahvetmeliyim!”
Gözlerim doldu, bulanıklaştı; sıcak yaşlar yanaklarımdan usulca süzüldü.
Yüzümü ellerimle kapattım, sarsılır gibi oldum.
“Bırakmak istiyorum.” Samimiydim bu konuda, “Yemin ederim bırakmak istiyorum. Bütün bildiklerimi unutmak istiyorum. Hayatıma devam etmek istiyorum… edemiyorum,” usulca fısıldadım “edemiyorum ya.”
“Ama...” dedim, nefesimi toparlamaya çalışarak, “evlendim.”
Elimi yavaşça kaldırdım, yüzüğümü göstermek istercesine ama sonra kendi kendime güldüm. “Aslında…” diye devam ettim, “daha yüzüğümüzü almadık.”
“Yaşayamıyorsan neden evlendin, diye soracak olursanız…” dedikten sonra yanaklarımı şişirip ofladım. “Çünkü...” diye devam ettim, sesim titriyordu, “belki de en çok ihtiyacım olan şey, birinin yanımda olmasıydı.”
Tekrar yüzümü ellerime kapattım, hıçkırıklar arasında “Ama çok pişmanım...” dedim, “O zamanlarda aklıma ilk gelen, Oğuz olmalı.” Söylemek istediklerim boğazımda düğümlendi. Bir an durdum, gözlerim uzaklara daldı.
“Ama Eymen oluyor...”
Bir an durup derin nefes aldım. “Bu savaşı öyle ya da böyle kaybedeceğim, peki o ne olacak? Çok pişmanım evlendiğime, onu tanıdığıma…” kalbimde derin bir vicdan azabıyla sarsıldım. “Ardımda birini bırakacağıma ölseydim daha iyiydi. Ya beni sevdiği kadar onu sevmiyorsam?” oturduğum mermerde sırtımı dikleştirdim. “İhtiyacım olduğu zamanlarda yanımda olduğu için böyle düşünüyorsam, Allah’ım…” dedim, titrek bir sesle, içimde büyüyen o korkuyla.
“Bilmiyorum, böyle bir şeyin ortasında evlilik. Bu bağ fazlalık gibi geliyor.” Gözlerimi kapatıp kurumuş dudaklarımı yaladım. Gözyaşlarımın sıcaklığını hissediyordum. “Beni alıkoyuyor.” Nefesimi bıraktığımda kafamı salladım, evet öyleydi.
“Daha hızlı yol alabilirdim ama gündelik şeylerle uğraşmaya başladım. Onun yüzünden.” Tekrar onayladım kendimi “Evet. Onun yüzünden. Siz ölüyken Oğuz beni kabul etmiyorken katiliniz dışarıdayken ben gündelik şeylerle uğraşabiliyorum. Onun yüzünden bana hayatımın sizden ibaret olmadığını gösteriyor.”
“Bu… bu korkunç bir şey,” dedim, sesim kısılmıştı, neredeyse kendi içime konuşur gibiydim. “Bu ihanet gibi. Sizi unutmak gibi. Hayatın bana başka bir yönü olduğunu göstermesi… ben buna hazır değilim. Sizi içimde diri tutmak isterken, biri beni başka bir yöne çekiyor. Ve ben bunu durduramıyorum.”
Ellerim dizlerimde çaresizce duruyordu, başımı öne eğdim, saçlarım yüzüme düştü tırnaklarım avuçlarımı acıttı ama o acı bile iyi geldi, çünkü gerçeğin ağırlığına biraz olsun ortak oluyordu. Başımı eğdim, toprağa baktım. “Ben sizi içimde diri tutmak istiyorum, ama... ama biri geliyor, yavaşça içime siniyor. Ve ben, istemeden, sizden uzaklaşıyorum.”
Soluk soluğa kaldım, titreyen parmaklarımı boğazıma götürdüm, sanki bir şey düğümlenmişti oraya, çıkmak bilmiyordu.
Arka koltukta cam kenarına yaslanmıştım. Dışarıda gökyüzü gri, sokaklar sakindi. Titreyen ekranın üstünde “Eymen” yazıyordu kaç kez aramıştı sayamamıştım ama artık açmayı seçtim.
“Rana? Rana neredesin?” Sesi aceleciydi, endişeyle karışıktı. “Sabahtan beri hiç haber yok senden. Aradım, yazdım. Merak ettim seni. Neredesin, iyi misin?”
Elim konuşmadan önce çok kısa birkaç saniye yüzümde dolandı. Gözlerim çok ağrıyordu. Sadece bir kelime söyledim. “Balık alır mısın?”
Bir sessizlik daha oldu. Ardından, onun nefesinin biraz yavaşladığını duydum ama ardından “Ne?” dedi şaşkınlıkla.
“Balık al, Eymen.” Dedim “Eve geliyorum sen balık al.”
Bir an durdu. O suskunluğun içinde düşünüyordu. Sonra sesi daha yumuşak, daha tanıdık bir hâle büründü.
“Tamam,” dedi.
“Meze ister misin?” diye sordu hemen ardından, biraz daha sessizce sakinleşmişti.
“Ben hazırlarım.” Gözlerim hâlâ dışarıdaydı ama içim yavaş yavaş bir yerlere oturuyordu.
Eve adımımı attığımda, yorgunluğum biraz bile hafiflemedi. Başım hiç ağrımadığı kadar ağrıyordu, gözlerim bir yere odaklanırken çok zorlanıyordu. Sadece uyumak istiyordum ama yapmadım. Hemen üzerimi değiştirip mutfağa geçtim. Eymen daha gelmemişti. Dolabı açıp evde neler olduğuna baktım o malzemelere göre bir şeyler yapacaktım, arayıp eksik şeyleri almasını isteyecektim ama vazgeçtim. Yeşil zeytin vardı; onunla bir salata yanına acılı ezme yapardım. Eymen’i arayıp bir şey istemekten çekindim o an.
Mutfakta sessizlik biraz ağır gelince, telefonumdan hafif bir müzik açtım ama daha ilk dakikalarında kapattım. Sessizlik şu an en iyi seçenekti.
Yeşil zeytinleri kaseye koydum, yanına küçük küçük doğradığım kuru domatesleri ekledim. Zeytinin tuzu ile domatesin hafif tatlımsı tadı birbirine güzelce karıştı. Sonra acılı ezmeyi hazırlamak için tam tarife bakarken telefonum çaldı.
Telefonun ekranına baktım, Eymen arıyordu.
“Canım, yakınlardayım. Eve gelirken başka bir şey ister misin?” dedi.
“Bir şey istemiyorum, sadece gel,” dedim. Eymen’in gelişi yakındı, o yüzden fırını açmaya karar verdim. Fırının düğmesine hafifçe dokunduktan sonra ezmeyi hazırlamaya geri döndüm.
Eymen kapıyı çaldığında derin bir nefes aldım. Kapıyı araladığımda gözlerimiz karşılaştı; “Hoş geldin,” dedim.
İçeri adımını atarken sessizliği bozmadı, sadece hafifçe başını sallayarak “Balıkları aldım,” dedi, elindeki poşeti mutfak tezgahına bırakmak için oraya yöneldiğinde hemen peşinden gitmedim.
Kaçacak bir yerim yoktu. Gidecek bir yerim yoktu.
“Neredeydin bugün?” diye sordu, sesi meraklı ama nazikti devamında “Merak ettim ama kaçmalarına alıştım.” Demeyi ihmal etmedi.
“Dolaştım,” dedim kısa keserek, gözlerimi kaçırarak. “Öyle işte.”
Eymen bunu fark etti ama üzerine gitmedi, sadece başını salladı ve balıkları temizlemeye başladı.
“Tuncay tutuklandı. Ama haksız bir duruşmaydı.” Dediğimde bildiğini belirterek kafasını salladı ardından derin bir nefes aldı, elini suya batırıp balıkları yıkamaya devam etti. “Dava dosyasında ibraz edilen tanıkların dinlenmeden karar verilmesi hoş olmamış.” Dediğinde duraksayıp önce balığa sonra Eymen’e baktım.
Balık iyi bir karar mıydı, bilememiştim.
“Bu hem…” derken balıkları fırın tepsisine yerleştirdi. “Duruşmanın usulüne hem de anayasada belirtilen adli yargılamaya ters maalesef.”
Eymen’in yüzündeki ciddiyet, söylediklerinin ağırlığını daha da artırıyordu. “Emir halledecek, tutukluluğa itiraz edecek, hâkimin tutumunu atlamayacak. Eğer hâlâ Tuncay’ın avukatı olmak istiyorsan Banu’nun davasında olabilirsin.”
“Yüzük?” dediğimde masayı kurmaya başlamıştım.
Kafasını sallayıp bana baktı. “Verdim. İkisinden de DNA analizi alınacak şüphelinin deden olduğunu söyledim. Ahmet sorgulayacak onu. Araştırılacak.”
Aklıma şu an gelen şeyi söyledim. “Tuncay’dan yüzük ölçüsü alabilmemiz mümkün mü? İkisinden birisi ona uyarsa ihtimaller eşitlenecek ama olmazsa Tuncay, Banu’yu öldürme şüphelisi olmaktan kurtulmuş olacak bu durumda tek şüphelimiz dede olacak.”
Tabakları ve çatal bıçakları masaya yerleştirirken, elimden geldiğince hızlı ve düzenli olmaya çalıştım.
Eymen hafifçe başını salladı, “Mümkün Avukat Hanım.” Dedi.
Bir an için sessizlik çöktü mutfağa. İçimde bir umutsuzluk, bir de direnç vardı. “Eymen, bir savcı olarak ne hissediyorsun?”
Bana döndüğünde artık ellerini tezgaha yaslamıştı kafasını sola eğdi biraz gözleri derinleşmiş, düşünceliydi. “Dede... Onunla ilgili ne düşündüğünü biliyorum,” dedi, hafifçe omzumu sıkarak. “Bu işin içinde gerçekler ne olursa olsun, herkes hesap verecek.”
Hesap vermesini istiyordum. Ama bu içimi hiç ferahlatmayacaktı soğutmayacaktı. Yaşlıydı hapiste yatmayacağına emindim. Yine de içimden o değilse, düşüncesi her geçtiğinde ürperiyordum. Böyle bir durumda ne yapacaktım? Yargılanmasını istemiyordum ama ona ne olmasını istiyordum? İçimdekilerden kurtulabilmek için kafamı iki yana salladım. Kalpsiz birisi değildim ama eskisi gibi de değildim hayliyle.
Eymen’in gözleri benimkine kilitlenmişti. “Ne düşünüyorsun bakalım, Avukat Hanım?” dedi, başını hafif eğip gözlerimi yakalamaya çalışarak. “Yoksa... çok mu acıktın sen?”
İstemeden güldüm. Hafifçe, belli belirsiz. “Çok açım.” Dedim. Eymen hazır olan masaya yaklaşıp gözleri, özenle yerleştirdiğim tabaklar arasında dolanırken bir mezeye uzandı. tadına baktıktan sonra ciddi bir ifadeyle başını salladı. “Savcı onayladı,” dedi resmi bir ses tonuyla.
“Yarın evlilik cüzdanı alıyoruz. Yüzükleri de... artık senin o kibar ‘kaçamazsın’ tehdidinden sonra mecburen tamamlıyoruz.”
Cümlesini içimde sindirdiğim an midemde bir ağrı oluştu. Acaba… dedim, mezarlıkta söylediğim şeyleri duymuş olsaydı böyle heyecanlı ve istekli konuşabilecek miydi?
Eymen duysaydı, acaba aynı gözlerle bakabilir miydi bana? Bu kadar kendinden emin, bu kadar sıcak konuşabilir miydi?
“Burada yaşayacaksak,” dedi eliyle etrafı göstererek, “Yani... istersen başka bir yere bakalım ama burayı seviyorsun. Otopark sorunumuz var arabanı aldığımda tek evden iki araba çıkacak en azından garajlı bir yer… Hatta şöyle yapalım; önce ofise bakalım. Sen rahat edeceğin bir yer bul, sonra evi onun çevresinden seçeriz.”
Yüzümde hangi ifade vardı bilmiyorum ama ondan daha çok sessizliğim farklı yorumlanabilecek türdendi. Bakışlarım onun gözlerinde kaldı. “Balığın kokusundan midem bulandı.” Dedim tek nefeste.
Eymen kaşlarını hafifçe çattı, sonra burnunu çekip abartılı bir yüz ifadesiyle başını geriye attı. “Yani... ben o kadar rahatsız olmadım aslında,” dedi omuz silkerken sonra ekledi. “Demek özenle hazırladığım balık senin midenin düşmanıymış...”
Sessiz kalıp fırına baktığımda ikimizde bunun bahane olduğunu çok net biliyorduk. O bir an etrafına bakındı, sonra mutfağın sürgülü kapısına yöneldi. Elini kapıya attı, yavaşça çekip kapattı; sesi neredeyse hiç çıkmadı. Ardından camın yanına gitti, kolu çevirip pencereyi araladı. İçeriye serin, hafif nemli bir akşam havası doldu. Omzunu silkti, sesi alçak ama bilerek sakindi. “Camı açıyorum biraz, içeri koku sinmesin diye...”
“Hiçbir zaman birinin yüzüğünü takacağıma inanmamıştım.” Diyerek başladım sözüme, Eymen camı arkasına alarak bana döndü. “Evlilik, çocuk… Biriyle bunları paylaşmak çok korktuğum şeylerdi.” Dedikten sonra çok kısa bir an duraksadım. Anlatıp anlatmamak arasında kalmıştım. “Bir gün evlenirsem bu kişinin hep Ressler olacağını düşünürdüm.” Dediğimde ağzımdan alaycı birkaç kıkırtı kaçtı. “Zaten biçilmiş kaftanmış ama onun tüm evlilik ısrarlarını hep atlattım. Evlenmeyi istiyordu, korkuyordum ama evlenseydim, çocuk isteyecekti bundan daha çok korkuyordum.”
Eymen, pencerenin kenarında dururken, gözlerini üzerimden ayırmadı. “Kendimi bile bu olanlardan koruyamadığımı düşünürdüm. Zaten öyleymiş.”
“Ya şimdi?” diye sordu aniden.
Hissediyordum. Biliyordum. Bir çocuk istediğini biliyordum konuşmamıştık ama insan hissederdi.
Eymen gözlerini gözlerime sabitlemişti, ama bakışlarında bir iddia değil, tuhaf bir sükûnet vardı. Sessizliği yarmak ister gibi dudaklarını oynattı. “Şimdi?” dedi tekrar, sesi bu kez daha alçak, “Evlendiğimize pişman mısın?”
Bir an nefesim kesildi. Yutkundum, “Sen bugün neredeydin?”
Eymen’in kaşları hafifçe çatıldı ama sesi hâlâ sakindi. “Yüzüğü verdikten sonra ek binaya geldim. Ben geldiğimde gitmiştin, Oğuz yalnız kalman gerektiğini söyledi eve döndüm.”
Yüzümde zorlama bir tebessüm belirdi. İnanıp inanmamak arasında çok ince bir çizgideydim. “Peki,” dedi, gözlerini benden ayırmadan. “Ben neredeydim diye sorman, sorudan kaçmak için mi, yoksa durduk yere merak ettiğin için mi?”
Bir anlık sessizlikte elim istemsizce yüzüme gitti. “Hayır... pişman değilim,” dedim ama sesime kendim bile inanmakta zorlandım ya da gerçekleri bilip bulmakta zorlandığım içindi. “Ama... bazen kendimi kandırıyormuşum gibi geliyor.” Dediğimde bu kez daha samimi hissettim.
“Ne konuda?”
Eymen arkasını dönerek camı kapattı içerisi yeteri kadar soğumuştu.
“Mutluymuşum gibi. Sanki... bir gün biri kalkıp bana ‘Sen hâlâ yas tutuyorsun’ dese, kaçacak yerim yokmuş gibi.”
Son cümlemden sonra Eymen’in yüzünde hafif bir kırılma oldu ama sadece bir saniyeliğine. Sonra yeniden o anlayışlı, dingin haline döndü. Yanıma gelip karşımdaki sandalyeye oturdu. Dirseklerini masaya yasladı.
“Ben senin yasınla barışığım, Rana. Zamanında evlenmek istemiyormuşsun, bugün evlisin.” Sesinde yumuşak ama ölçülü bir ironi vardı. “Çocuk fikri seni korkutuyormuş, bugün birinden çocuk isteyebileceğini hissederek bunu önleme-”
“Hayır.” Dedim sözünü keserek. “İstemiyorum. Kesin ve net.”
Başımı çevirip ona baktım. Gözleri yorgundu ama dikkatliydi.
“Anlamadığın şey…” dedim, kelimeleri seçmeye çalışarak, “ben o adımı attım diye korkularım yok olmadı. Sadece sustu.”
Eymen başını yana eğdi. “Korkularınla yaşamakta sorun yok. Ama onları benimle paylaşmıyorsan, ben neredeyim bu hayatın içinde, Rana?”
Kafamı iki yana salladım. “Eymen ne zaman konuşacaktık? Hangi ara çocuk istemiyorum, diyecektim? Hangi lafın arasına sıkıştıracaktım bunu? İstemiyorum ve korkuyorum anla hadi halimden!”
Konuşurken sözlerinde öfke yoktu. Sesinden bunu hissedebiliyordum ama yüz ifadesi, gözleri kırgın bakıyordu. “Benim çocuk isteyip istememem mesele değil. Evlenmişiz, evet. Ama hâlâ ‘sanki yalnız kalırsam daha doğru olurmuş’ gibi konuşuyorsun… Bu evlilik sadece bir ara durak mı senin için?”
Fırından ses geldiğinde kafasını çevirip oraya baktı ve kalkmadan önce “Bazen öyleymiş gibi hissettiriyorsun.” Dedi.
Ellerimi dizime bastırdım, Eymen’in fırını açmasıyla bomboş midem tekrar çalkalandı. Sanki bütün sabah birikmiş ağırlık, o an kusacakmışım gibi mideme çöktü. Gözlerimi kapattım, derin bir nefes almaya çalıştım ama nafileydi. Nefesim düzensizleşti, boğazımda düğüm gibi bir şey vardı.
Ayağa kalkmak zor geldi, her adımda içimde bir karışıklık vardı. Tuvalete varır varmaz eğildim ve kendimi kaybettim. Kusmaktan nefret ediyordum.
Ellerimle yüzümü yıkadım, aynaya baktım titreyen ellerimle yüzümü kapattım. Derin bir nefes aldım, gözlerimi sildim. Bugün o kadar çok ağlamıştım ki şu birkaç gün gözümden başka yaş akmaz sanıyordum.
Bir süre öylece durdum, ellerim hala yüzümde gezinirken, kendimi toplamaya çalışırken. Eymen’in banyoya girmesiyle hafifçe irkildim. Göz göze geldik; içimdeki fırtınayla dışımdaki kırılganlık arasında bir köprü kurmaya çalışıyordum.
“Özür dilerim.” dediğinde kafamı tekrar aynaya çevirdim. Ama aynada gördüğüm ben, o kadar kırılmış, o kadar yorgundu ki… Gözlerim, içimdeki fırtınayı saklayamıyordu. “Dayanmalıyım,” dedim kendi kendime, bitmiştim. Bitiktim. O an sanki dünyadaki tüm gücüm ellerimden akıp gitti. Dizlerime çöktüm, bedenim yere bıraktım. Eymen, sanırım bayıldım sanıp bir atak yaptı bir an bende öyle sandım.
“Bugün.” Dedim hıçkırırken söylemeden önce derin bir nefes aldım yetmedi yutkundum. Susunca Eymen panikleyerek elimi tuttu, titreyen ellerimle sıkıca kavradı. “Oğuz bana…” Ellerim titrerken, içimdeki çaresizlik daha da büyüdü. Gözlerimden yaşlar yeniden süzüldü; boğazımda düğümlenen kelimeler çıkmıyordu artık.
Söyleyemeyecektim. Bugüne kadar canım çok yanmıştı ama hiçbir şey yüzünden bu kadar ağır, bu kadar boğucu bir acı hissetmemiştim.
“Ailem olmadığı için onun elindekileri almak istediğimi söyledi.” kelimeler boğazımdan zor çıktı.
“Sinirliymiş, seni seviyor alışması lazım.” Dedi usulca aynı zamanda yavaş el hareketleriyle saçlarımı okşuyordu.
“Bize alışmaya çalışıyorken, seni sevmediğim imaları yapma. Sakın,” dedim, sesim titrek ama kararlıydı. “Gitmek için yer arıyorum, kaçıp gitmeyi çok istiyorum. Giderim.” Dedim tane tane açıklayarak. Tehdit etmiyordum şart koşuyordum. “O beni kendi eliyle itiyor, çok pişman olacak. Bari sen yapma. Deniyorum...” bu kez kafamı ona çevirdim. “Bana müsaade et.”
Oldukça sessiz ve gergin bir yemek yemiştik. Tat aldığımız bir yemek olmamıştı. Eymen mutfağı toplarken yatak odasına geçip yatakta tek uyumak istemedim saat erkendi onun yerine salonda duvar kenarındaki koltuğa uzandım. Perdeleri çekmemiştim biraz kararmış havayı izledim biraz duvarları biraz salonu izledim.
Ne kadar süre geçti bilmiyorum ama gözlerimi araladığımda ilk karşılaştığım karanlık oda oldu. Gözlerimin alışmasını bekledim. Her yerim ağrıyordu. Sol elimle ağrıyan sağ omzuma dokundum. Üzerim örtülmüştü. Hole baktığımda evdeki hiçbir ışığın yanmadığını gördüm önce ayaklarımı örtünün altından çıkarttım daha ilk adımımda ayağımı bir yere vurdum. Canım acıdı ağzımdan istemediğim bir inleme kaçtı. En azından uyumadan önce bir ışığı açık bırakabilirdi diye içimden Eymen’e söylendim.
Beni burada bırakıp kendisi kocaman yatakta yatıyordu ne güzeldi.
Susamıştım ama önceliğim kapısı kapalı yatak odamız oldu sessizce kapıyı açtım. Sabah bıraktığım gibiydi yatak hiç bozulmamıştı. Bu durum bir an meraklanmama sebep oldu. Boş bir odam daha vardı ıvır zıvır olan orada da bir işi olmayacağını düşündüm. Çalışma masasında değildi öyle olsa salondan çıktığımda görürdüm.
Telefonumu mutfakta masanın üzerinde buldum. Hemen rehbere girip Eymen’i aradım. İkinci çalıştaydı açtığında “Uyandın mı?” dedi hemen.
Ne kadar korktuğumu biliyor muydu? Saat dokuzdu erkendi ama haberim yoktu. “Tek bir mesaj bile yeterdi.” Dedim biraz daha rahatlamış bir sesle.
“Eve geldim alacağım şeyler vardı. Uyanana kadar gelirim diye düşünmüştüm.”
“Tamam.” Dedim mutfak dolabına uzanıp bardak çıkarttım. “Sen gelene kadar uyumam daha.”
⚖
Çocukken hissettiğimiz duygu büyüdüğümüz zaman gelişiyor ve değişiyor muydu? Boyutu büyüyor muydu ya da daha olgun karşılayıp küçülterek mi hissediyorduk? Ağlayınca rahatlıyor muyduk ya da güvendiğimiz kişilere el uzatınca kötü şeyler geçiyor muydu? Şimdilerde daha mı can alıcı oluyordu yoksa küçükken daha mı anlaşılmazdı hislerimiz?
Küçükken başıma bir şey geldiğinde, sınıfımda kavga ettiğimde ya da canım yandığında, eve gidene kadar ağlamayı reddederdim. Ama kapıda annem ya da babamı gördüğüm anda… Acım da büyürdü. Yanmayan canım yanardı. Bir anda.
Ama hep bilirdim ki onlar beni iyileştirirdi bu yüzden yanımda ailem varken canımın ne kadar yandığının bir önemi olmazdı.
Ve şimdi…
Bu olanları sindirebilmek için canımın ne kadar yandığını gizlemek Eymen’i mi beklemeliydim?
“Heves…” dedikten sonra çok kısa etrafına baktı Leyla Hanım “Demek kırıcı olacak.” Diye devam ettiğinde sertçe lafını bölmek zorunda kaldım. “Değilim zaten.” Dedim, konuşmamız ikimiz arasında dönmeye başladığından beri yeterince kırıcıydı.
Benimle konuşurken kelimeleri dikkatle seçiyor, mimiklerini asla boşa harcamıyordu ama sadece bana değil herkese böyle biriydi. İlk ve son kez düğün gecesinde görmüştüm o zaman isteksiz görünmüyordu ama şimdi karşımda çok idealist bir kadın vardı.
“Rana, bak canım,” dedi; ‘canım’ kelimesi dudaklarından çıkarken neredeyse soğuk bir hüküm gibiydi. “Güzel bir kadınsın. Eğitimin yerinde ve uygun. Eymen seni seviyor ama… sen bizim için uygun değilsin.”
Bu kez nereden yargılandığımı merak etmiyordum. Zaten oturduğum yerde gerilip kalmıştım. “Köksüzsün.” Dedi aniden.
Sanki dudaklarının kenarından yanlışlıkla dökülmesini istediğim bir kelime değilmiş gibi, gözümün içine baka baka tekrar konuşmaya başladı. “Yalnızsın. Ona istediği aileyi vermeyeceksin hiçbir zaman evimizde olan sıcaklığı hissettiremeyeceksin. Oğlum sanıyor ki sevgisi her şeyi çözer-”
Nefesimi bırakarak araya girdim.
“Siz,” dedim, boğazımdaki düğümü bastırarak. “Neden evlenmemize bir şey demediniz? Neden Eymen’i o zaman durdurmadınız?”
Leyla Hanım bir an durdu. Ne bakışını kaçırdı ne sesini yükseltti.
“Kararlarına saygı duymak zorundaydım. Ama bu... bu sessizlik onay demek değildi.”
Ağır ağır kafamı salladığımda bu ona onay verdiğim anlamına gelmiyordu zaten kendisi diyordu Leyla Hanım’ın; sessizlik onay vermek değildi, diye.
Ama susmamdan güç aldı. Gözleri anlık içeri girebilecek oğlu ve eşine kayıyor ardından bana bakıyordu.
“Sessizliği, dinginliği sever,” dedi. Kafasını iki yana salladı.
“Senin hayatın… ona fazla gelecek, Rana. Kaptırmamalısın kendini.”
“Ben köksüz değilim.” Dedim ne isterse söyleyebilirdi tonlarca nutuk çekebilirdi benim takıldığım yer Eymen ya da evlilik konusu değildi şu an beni ben ilgilendiriyordum.
“Benim bir annem vardı. Avukattı, sizin gibi.” Dediğimde yer yer saçlarındaki beyaz ve sarı karışımına baktım. Yaş almak yaşamak güzel olmalıydı eminim annem çok güzel yaşlanırdı. “Yaşasaydı sizin yaşlarınızdaydı.”
Gözlerim bu kez hemen dışarıda sigarasını içen babasının yanında duran Eymen’e döndü. “Benim bir babam vardı, savcıydı.”
Ağır ağır, bir kez daha başımı salladım.
“Köklerim belli. Burada olmamaları, hiç olmadıkları anlamına gelmiyor.”
Leyla Hanım bir an durdu, ardından sesi daha da soğudu, biraz daha sertleşti:
“Ama… sevgisizsin.”
O kelimeyi duyduğumda bir an afalladım, gözlerimi ona dikerek sanki anlamaya çalıştım. Sevgisiz…
“Sevgisizsin, Rana.” dedi tekrar, gözleri sıkıca bana kenetlendi. “Eymen seni sevmiyor demiyorum ama sen...”
“Senin sevgin yetersiz, eksik ve bu eksiklik, sadece Eymen’i değil, senin hayatını da karartacak.” Leyla Hanım’ın bakışları bir an için yumuşadı ama hemen sonra yeniden sertleşti. “Bağlanma, kaptırma kendini. Hayatın nikah günündeki gibi çalkalanmaya devam ettikçe zaten Eymen senden uzaklaşacak.”
“Sevgisi azaldıkça şüphe edeceksin, şüphe ettikçe uzaklaşacaksınız, sorunların şu an onun da sorunu gibi gözüküyor ama değişecek… sorunlarını sorunu olarak kabul etmeyecek, yazık.” Dedi kafasını iki yana salladı “Yazık kaybedeceğiniz zamana çok yazık.”
Leyla Hanım’ın sözleri bir tokat gibi çarptı içime.
Gözlerim doldu, ama onları ona göstermemek için sertçe baktım karşısına. “Ama gittiği yere kadar gitsin.”
Sustuğunda sadece etraftakilerin sesleri ve hafifçe çalınan keman sesi kulağıma geldi.
“Haklı olduğumu göreceksin.”
O son sözleri söylemişken Eymen sessizce yanımıza yaklaştı, hafifçe seslendiğinde yanımdaki sandalyeye oturdu. “Ne konuda haklısın anne?”
Babası Kadir Bey tam karşısına oturduğunda önce biz göz göze geldik.
Gözlerim dolmuştu ama ağlamamıştım fark edilir miydi, bilmiyordum.
Bir an duraksadıktan sonra Eymen’e dönüp gülümsedim “Annen düğün fotoğrafı çektirmemizi istiyor, anı olarak kalmasını…”
Eymen gözlerime baktı, aramızda sessiz bir an yaşandı. O an yüzünden pişmanlıklar sillesi geçti çok net fark ettim. Hem emrivaki yapıp kendimi bir saat içinde böyle bir yemeğin ortasında bulmuştum hem de annesi zor ve duvar gibi bir kadındı.
“Kaçırdığım bir yer mi var?” dedi Eymen, biraz sertti.
Kadir Bey, Leyla Hanım’a bakarak ağır bir nefes aldı. “Leyla.” Diye oldukça düz bir ses tonuyla uyarıda bulundu.
Leyla Hanım gözlerini devirse de itiraz edecek hali yoktu, biraz gerildi ama sessiz kaldı.
Parmaklarımın arasındaki kristal su bardağı hafifçe tıkırdıyordu. O küçük ses, içimde büyüyen sıkışmışlığı anlatıyordu adeta.
Leyla Hanım’ın sert bakışları üzerimde dolaşırken, Kadir Bey barış çağrısı yapıyordu ama ben sadece su bardağından çıkan tıkırtıyla kendimi duyuyordum.
Gözlerimi pencereden çekip suya baktım, sessizce ama dimdik durmaya çalışarak, sadece burada, şu an kalmaya çalışıyordum.
Öksüzdüm, yetimdim ama köksüz değildim. Ailem kimlerdi biliyordum. Mezarları vardı. Bir evleri vardı. Yaşadıklarını gösteren fotoğrafları vardı. On yaşlarımda anneannemle başlayan istenmememi aştığımı ve alıştığımı düşünürdüm ama sevgisini hissettiğim birinin değer verdiği kişiden böyle şeyler duymak ister istemez bu hayata karşı inançlarımı yerle bir ediyordu.
Yüzümde hiçbir şey yokmuş gibi duran o ifadenin ardında, içim paramparçaydı. Sessizliğimi koruyarak sadece başımı eğip suya bakmaya devam ettim.
Eymen bir süredir sessizdi, ama o sessizlik içindeki gerilimi keskin bir bıçak gibi hissediyordum. Sanki hepimizi gözden geçiriyor, olup biteni anlamaya çalışıyordu. Sonunda çatalını tabağın kenarına bıraktı. Tınısı, o kristal su bardağı kadar tiz ve netti. Sonra sesi duyuldu; biraz daha tok, biraz daha sabırsızdı. “Biriniz burada ne olduğunu söyleyecek mi artık?” dedi.
Başımı hafifçe çevirdim. Gözleri hem annesine hem bana çevrilmişti.
Leyla Hanım masaya hafifçe yaslandı, çatal bıçağın sesinden sonra onun da otoritesi hissedilir biçimde yayılmıştı ortama ama sustu. Cevabı vermek bana kalmıştı.
"Annen düğün yapmıyorsak bile fotoğraf çekimi istiyor işte. Hani... yıllar sonra dönüp bakar diye. Hatta çocuklara gösteririz belki. Kim bilir, emekliliğinde torun bakarken falan…” dedim ama içimden devam etmek gelmedi.
Leyla Hanım durumu kurtarmak için böyle söylediğimi sanabilirdi hatta ona göz göre göre meydan okuduğumu bu hayatı yaşayacağımı bu evliliği her şekilde devam ettireceğimi anlıyor olabilirdi ama Eymen’in anladığı çok başkaydı çünkü daha dün avaz avaz çocuk istemiyorum demiştim. Kafasını annesine çevirdiğinde ofladığını duydum.
Eymen’in başını yana çevirip annesine bakışı… işte o an her şeyi anlattı.
Yalan söylerken gözlerinin içine bakamayışımı…
Korkularımı onun omzuna yükleyip sonra hiçbir şey olmamış gibi davranışımı…
Şimdi kalkıp sırf inat uğruna bambaşka bir görüntü çizdiğimi...
“Rana kızım, bir şey yemedin…” dedi Kadir Bey, sesi o tanıdık babacan tonda, ama içinde ince bir gerilim gizliydi. Masada oluşan bu uğultunun, su bardağımın tıkırtısından çıkan sessiz isyanın, Eymen’in oflayışının farkındaydı. Elindeki servis kaşığıyla tabağıma doğru eğildi ama ben hâlâ o lafın altındaydım.
Çocuk...
Eymen “Kalk sevgilim, hadi,” dedi sadece. Dili kibardı, sesi değil.
Başımı çevirdim. Gözlerinde o alışık olduğum yumuşaklık yoktu bu defa. Gerilmişti. Masadan kopup gelen her şey onun üzerinde de bir yük olmuştu. Hak veriyordum.
Kalmak istediğim bir yer değildi bunun için ısrar edecek değildim. Sandalyemi çekerken hafifçe duraksadım. Herkesin bakışları üzerimizdeydi. Ne Eymen’in annesi kalktı ne de başka biri bir şey söyledi.
Ama ben kafamı eğip, nazikçe, yavaş bir sesle konuştum.
“Kadir Bey… afiyet olsun. Kusura bakmayın.”
Eymen tekrar hadi dediğinde babasına öylesine bir selam verdi.
Arabanın yanında geldiğimizde kapıyı açtı ama bana bakmadan geçti direksiyonun başına. Motor çalışıp farlar yanınca bir an yüzü aydınlandı. Sertti. Tanımadığım kadar.
Ben ağzımı açamadan “Annem ne dedi?” dedi.
Düz. Sorgulayan. Hazırlıklı ama incinmeye çok açık bir konuydu, farkındaydı.
Kemerimi bağladım. Cevap vermedim. Önümdeki boşluğa baktım.
Ama o sustuğumda beklemeyecekti, biliyordum. Cevabı alana kadar soracaktı.
“Rana, annem ne dedi?”
Yüzüme istemsizce bir gülümseme yayıldı ama mutluluktan değildi, sol elime kaydırdım bakışlarımı. Yüzüğümü sıkıca kavrayıp usulca parmaklarımın arasında döndürdüm. Yüzükten ziyade sade bir alyans daha çok tercihimdi ama şu an oval kesim tek bir taşın yanında ona uyumlu; ince bir hat, üzerinde küçük küçük su yolu taşları olan bir alyansım vardı. Ne abartılı ne de silik... Tam kararında.
“Yüzüğümü çok beğendi Leyla Hanım,” diye hafifçe dalga geçtim.
Başını çevirmedi. Ama direksiyonun başında oturuşu değişti. Parmakları gerildi.
“Bu kadar mı?” dediğinde mırıldandım. “Hıhım.”
Eymen, göz ucuyla bana baktı, “Eminim çok beğenmiştir.” Dediğinde sesi benimkinden daha alaycıydı.
Eymen’in bu alaycı tavrı, içimde bir yerlerde saklı kalan huzursuzluğu biraz daha açık etti. Ama gözlerine baktım, biliyordu. Bu oyunların, sözlerin ardında gerçeklerin sadece annesiyle alakalı olduğunu biliyordu.
Her şey sabah yüzük seçmek için evden çıkmamızla başladı. İlk girdiğim yerden yüzüğümü seçmiştim bu konuda sıkıntımız yoktu. Sonrasında binbir ısrarla hazırlanan evlilik cüzdanımızı almaya gittik. Bu konuda da bir sıkıntımız olmadı asıl sıkıntı Eymen’in evinden eşyalarını toplamaya gittiğimizde başladı. Leyla Hanım, Eymen’i evinde tek bulacağını düşünerek oraya geldi ne söyleyecekti ne konuşacaktı o zaman bilmiyordum ama şu an biliyordum konu bendim.
Bizi orada görünce ne söyleyecekse vazgeçti. Onun yerine anında bir yemek organize etti ve kendimi bu yemeğin içinde bulmuştum.
Yemek boyunca Leyla Hanım’ın soğuk ve mesafeli duruşu, Kadir Bey’in ise arada barış yapmaya çalışan ama yorgun babacan tavrı arasında gidip geldim. En son Eymen planlı mıydı, bilmiyorum. Babasının ısrarı üzerine çok kısa bir süre masadan kalkmıştı.
“Annem zor bir kadın Rana.”
“Hiç annene benzemiyorsun. Sert, duvar gibi bir kadın ulaşılması çok zor.” Dediğimde masaya oturduğumdan beri içimden geçen düşünce buydu ve dile getirdim.
“Beni ve Emir’i babaannem büyüttü. Dedem, babam, amcam aklına gelebilecek baba tarafından herkesin bizim üzerimizde emeği çok fazla.”
Sesi düşüktü ama içten. O an fark ettim, Leyla Hanım sadece zor bir kadın değilmiş; Eymen’in hayatında eksik bir yermiş. Bir boşluk. Gözle görünmeyen ama hep hissedilen bir şey.
“Peki neden?” dedim.
Kısa bir sessizlik oldu aramızda anlatmak istemediğini düşündüm ama çok kısa bir an yola bakıp tekrar bana döndü. “Annem... evlendiğinde çok gençti,” dedi sonunda.
“Evlendiklerinde babam hukuk ikinci sınıftaymış. Annem daha lisede tabii. Annemin ailesinden kimse bu kadar çabuk evlenmesini istememiş. Annem hayatının kontrolünü hiç eline alamadı ama bizi yönetmekten hiç vazgeçmedi.”
Sözleri midemde bir yumru gibi oturdu. Benim annem yoktu ama onunki varmış ve yokmuş gibi.
“Peki sen?” dedim, “Sen nasıl oldun böyle?”
Kafasını eğdi, hafif bir tebessümle, “Babaannem,” dedi. “Bambaşka biriydi.”
“Yani annem seni sevmezse şaşırma,” dedi Eymen, anladım ki konuyu burada kapatıyorduk. Başını bana çevirmeden. “Seni sevdiğini bile anlayamazsın. Çünkü öyle bir sevgiyi göstermeyi bilmez.” Diye ekledi.
“Çok asil bir kadın ama.” Dediğimde masadaki hali gözümün önüne geldi bir an ürperdiğimi hissettim.
Eymen omuz silkti. “Asalet onun için bir zırh. Kırılmamak için, kendini daha güçlü hissetmek için giydiği bir şey.”
“Neden ama? Bunun sebebi çok genç yaşta evlenmesi mi?” dediğimde kafasını salladı.
“Annemin sıkıntısı buydu. Çok erken bir evlilik geldiği ailenin statüsüne uygun olmak istemesi…” dediğinde yutkundum. “Babaannen.” Diyerek böldüm sözünü “Bana öyle biriymiş gibi gelmedi.”
Kafasını çevirip baktığında kırmızı ışıkta duruyorduk.
“Değil zaten güzelim. O yüzden annem sana ne söylediyse önemsiz olarak değerlendir. Onlar annemin düşünceleri benim değil.” Dedi ve çok kısa yola bakıp tekrar bana doğru döndü.
“Tamam mı?” dediğinde sesi yumuşamıştı. Gözlerime baktı. Bir cevap vermemi değil, ona inanıp inanmadığımı anlamak istiyordu. Onu, annesinden ayırıp ayıramayacağımı…
Başımı hafifçe salladım. Dudaklarımın arasından fısıltı gibi bir “Tamam,” çıktı.
Emirgan’a vardığımızda arabayı her zamanki yerine koydu. İndiğimde hafif bir rüzgâr vardı, saçlarımı kulaklarımın arkasına aldım.
Apartmana doğru yürüyecektim ama Eymen elimden tutarak durdurdu. “Hava soğuk ama biraz yürüyelim, yorgunsan eve çıkalım?”
“Olur yürüyelim.” Dedim hava çok soğuktu ama benden çok onun nefes almaya ihtiyacı vardı.
Adımlarımız ıslak yaprakların üstünden geçerken konuşmadan yürüdük bir süre karlar eriyeli biraz olmuştu. Eymen ellerini cebine sokmuş, başını biraz öne eğmişti. Benimkini hâlâ bırakmamıştı ama.
“Yılbaşı yaklaşıyor,” dedi aniden.
Ses tonu hafifti, gözlerini önümde yürüyen kediden ayırmadan devam etti. “Seninle ilk kutlama yapabileceğimiz bir şey.”
Güldüm. “Yani... ağaç süslemek konusunda fena değilsen, bir şeyler yapabiliriz.”
“Bakacağız ben bu konuda daha çok sana güveniyorum.” Dediğinde geçmiş yılları düşündüm.
“Gerçekten ilk defa... bir şeyi birlikte kutlayabileceğim biri var,” dedim sessizce.
O da sustu bir an. “Her zaman.” Dedi sonunda.
Adımlarımız sahil boyunca sessizce ilerlerken, arada hafif hafif rüzgâr yüzümü okşuyordu. Saçlarım uçuşuyor, ellerim ceplerimde soğuğa direniyordu. Birden Eymen durdu, önüme geçti ve yavaşça ellerini alnıma götürdü.
“Üşümüşsün,” dedi, alnımı, yanaklarımı yoklarken. “Burnun kıpkırmızı olmuş.”
Ben bir şey diyemedim, sadece gözlerimi kaçırdım. Hafifçe gülümsedi, sonra beremin kenarını düzeltti. “Kulaklarını da kapatalım daha fazla üşümeden eve gidelim.”
Sonra ben hafifçe başımı ona çevirip gülümsedim.
“Bu arada,” dedim, sesi hafif dalgaların sesine karışırken, “sizi makamınızda bu kez daha sakince ziyaret etmek isterim.”
Eymen kaşlarını kaldırdı, şaşkın bir tebessümle baktı. “Yani... bağırmadığın, seni nezarete attırmadığım bir ziyaret mi bu?”
Güldüm. “Evet, o versiyonunu denedik. Şimdi medeni bir görüşme talep ediyorum. Çaylı, kahveli olanından.”
“Gerçekten seni nezarete attığımda pişmandım.”
“Cevapla alakası yok ama puan veriyorum,” dedim gülerek.
“Peki.” Dediğinde biraz uzatarak söyledi. “Nereden esti bu ziyaret?”
Omuzlarımı silktiğimde hemen cevap vermedim. “O zaman geldiğimde evli değildik. Kalem odasındakiler epey yadırgamıştı. Şimdi işler değişti.”
Eymen kaşlarını çattı, sonra anlayıp başını salladı. “Yani artık daha resmî bir geliş yapmalıyım diyorsun?”
“En azından Yiğit’le yaşadığım yanlış anlaşılma gibi bir şey olmayacak.”
“Biliyorum,” dedi, ses tonunu yumuşatarak. “Ama şimdi gerçekten çok farklı bir tablo var. Artık oraya geldiğinde ‘savcının eşi’ olarak giriyorsun.”
“Savcının eşi değil de… senin yanına gelen bir kadın olarak.” Dediğimde “Annenle bir mahkemede karşılaşsam ne yaparım bilmiyorum.”
Eymen bir an duraksadı, sonra yüzünde o tanıdık, yarı ciddi yarı şakacı ifade belirdi.
“İtiraf edeyim,” dedi, “o sahneyi hayalimde birkaç kez canlandırdım. Annem cübbesiyle davalı, sen davacı. Bense savcı kürsüsünde. Tam bir dram.”
Artık apartmana yaklaştığımızda bildiğim sivil polis arabasına baktım bana zarar vermek isteyen Tuncay değildi ama ortada bir kişi vardı. Dede ya da değil birisi vardı. Apartmandakiler tedirgin olmasın diye sivil bir araçla değiştirmişlerdi.
“Anneni hayatta küçümsemem. Ne kendisini ne üzerindeki cübbesini ne de tecrübelerini… mümkünse böyle bir şeyi yaşamayalım zaten.” Gözlerimi devirdim, ama hafif bir gülümseme dudaklarımda istemsizce kaldı.
⚖
Gece ilerlemiş, evin içi sessizliğe bürünmüştü Eymen yatakta yüz üstü yatıyordu en son bıraktığımda ben ise balkonda tek başıma oturuyordum. Soğuk hava ciğerlerime dolarken, ellerimde yanan sigara dumanı geceyi daha da ağırlaştırıyordu.
Leyla Hanım’ın sözleri beynimde dönüp duruyordu. Dediği gibi hayatımdan sıkılıp benden vazgeçecek miydi Eymen? Biraz olsun hayatım dinginliğe ulaşmayacak mıydı? Ben sürekli ardımdan bu laneti mi getirecektim herkesin hayatına?
Dumanı yavaşça üfledim, rüzgâr alıp götürdü. Gün ağardığına ilk işim Mete amcaya gitmek olacaktı. Bu düşüncelerle bu şekilde korkularımla kalbim hep ağzımda yaşamaya devam edemezdim.
Sigaramı söndürüp balkondan içeri girdim. Dişlerimi fırçalarken aynada yorgun, uykusuz halimi gördüm. Üstümdeki kalın hırkayı çıkartıp yatağa uzandım. Eymen hâlâ yüzüstü yatıyordu, nefes alışı düzenliydi. Gözlerimi kapattım ama hemen uyuyamadım geçen dakikalar bana çok uzun geldi.
Sabah, güneş henüz yavaşça doğarken gözlerimi açtım. Yorgunluk hâlâ üzerimdeydi ama bugün Tuncay’la görüşmem vardı; kaçacak yer yoktu.
Eymen hala uyuyordu; yanına yanaşıp hafifçe alnından öptüm. “Uyan artık kahvaltı yapalım.”
Gözlerini yavaş yavaş araladığında “Tek mi gideceksin?” dedi tam net çıkmayan sesiyle.
“Evet ama,” dedim, “Oğuz telefonumu açarsa onu götürmek istiyorum.”
Eymen başını salladı çok kısa gözlerini tekrar kapattı, üzerine doğru tekrar eğilip yüzüne üfledim. Tam kalkmak üzereyken, aniden sol kolumdan, bileğimden tuttu. Hafifçe çekerek üzerine doğru çekti. Nefesim hafif kesildi, boğazımda küçük bir kıkırtı hissettim. “Eymen...” diye fısıldadım. Gözleri yavaş yavaş açıldı, yüzüme baktı uzun uzun. O an, içinde gizli kalan bütün sıcaklığı ve şefkati fark ettim.
“Dikkat et kendine,” dedi. “Seni seviyorum ve bu çıkmazın bir an önce bitmesini istiyorum.”
Bir an için gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım.
“O yüzden dikkatli oluyorsun. Bir şey olursa arıyorsun.”
Kafamı salladıktan sonra, elimden destek alıp yavaşça üstünden kalktım. Eymen’in bakışları üzerimdeydi; endişeliydi. Her zamanki gibi…
Birlikte evden çıktığımızda o sivil polis aracına ilerledi ben onun arabasını aldım.
Eyşan’ın davasına çok az kalmıştı. Mahkeme görülmeden önce Veysel’e uğrayacaktım arabamı kiralayan oydu bundan kaçışı yoktu. Üstelik kiraladığı kişi artık kocamdı yani hiçbir şekilde kaçışı yoktu. Kiralayanın o olduğunu ortaya çıkarttıktan sonra Eyşan sadece bir şüphe olduğunu belirtip suçlamayı üstünden atacaktı. Sonrasında yargılandığı tek dava kendini mağdur gösterdiği dava olacaktı. Şu an aktif olarak çalışmıyordu ve artık mesleğini yapamaması için her şeyi yapacaktım, davacı olarak bu işi gittiği yere kadar götürecektim.
Cezaevinin önüne geldiğimde Oğuz’u tekrar aradım. Telefonumu açarsa ve gelmek isterse diye son bir şans vermek istedim. Ama açmadı. İlk aradığımda çalan telefon şimdi direkt meşgule düşüyordu. Benimle isteyerek görüşmese bile Tuncay bizi görüştürecekti.
Arabadan indiğimde kapıyı kapatırken telefonumu tekrar kulağıma yasladım. Cezaevinin ağır demir kapıları önünde durup derin bir nefes aldım Oğuz benim kardeşimdi ama bu şekilde hissetmiyordum. Üzerimdeki bej rengi kabanın cebine telefonumu koyup çantamdan önce cüzdanımı sonra avukat kartımı çıkardım. Elleri cebinde bekleyen görevliye yaklaşıp kartımı gösterdim.
“Avukat Hanım, kiminle görüşeceksiniz?” diye sordu nöbetçi memur, göz ucuyla kartı kontrol ederken.
“Tuncay Soner,” dedim, adını söylerken içimde tarif edemediğim bir öfkeyle birlikte mide bulantısı da yükseldi.
Görevli başını salladı, kartımı geri uzattı. “Kaydınızı alıyorum, birkaç dakika beklemeniz gerekecek.” Alışkın bir ritüel gibi başımı salladım ve kenardaki banklardan birine oturdum. Ellerimi dizlerimin üzerine koydum. Soğuk, beton zeminden yükseliyor, topuklu botumun tabanından içime işliyordu. Kalbim sıkışsa da dışarıdan sakin görünmeye çalıştım.
Birkaç dakika sonra bir başka görevli kapının iç tarafından çıkageldi.
“Buyurun, sizi içeri alacağız.”
Yavaşça ayağa kalktım, kabanımın yakasını düzelttim. Kartımı ve çantamı yeniden kontrol ettim. Ardından adımlarımla birlikte soğuk koridorların sessizliğine gömüldüm.
X-ray cihazından tüm gerekçeleri sağlayıp geçtim emanet dolaplarına çantamı ve telefonumu koymam gerekiyordu koydum. Demir kapılar birer birer açıldı. Anahtarların sesi, kilitlerin sürülme tınısı… Hepsi birer hatırlatmaydı: Burada zaman akmazdı.
Avukat görüş yeri ibaresi bulunan kare bir odaya girdim vardığımızda görevli kapıyı açıp beni içeri buyur etti. İçerisi boştu. Masanın bir yanında iki sandalye vardı; birine geçip oturdum. Sırtımı dik tuttum, gözüm kapıya takıldı. Artık yalnızca onun gelmesini bekliyordum.
Kapının arkasından yankılanan ayak seslerini duydum. Yavaş, kararlı, metal zeminde yankılanan seslerdi. Her adımda kalbimin ritmi biraz daha hızlandı. Hazırdım.
Kapı açıldığında başını öne eğmiş biri girdi içeri. Tuncay’dı. Ellerindeki kelepçeler dikkatlice çözüldü, göz ucuyla bana baktı. Bir an durdu; ne o oturmak için acele etti ne de ben kalkmak için bir hamle yaptım. Sanki havada asılı kalan bir sessizlik vardı.
Görevli kapıyı kapatıp dışarı çıktıktan sonra sessizlik kalın bir perde gibi üzerimize çöktü.
Tuncay sandalyesine oturdu. Sırtı kambur, gözleri yorgundu. Ama içinde hâlâ tanıdık o ukalalık, o kendine has kayıtsızlık kıpırdanıyordu. Hangimiz daha acınası durumdaydık bilmiyorum.
Göz göze geldik. Birkaç saniye boyunca konuşmadık. Sessizlik artık yük olmaya başlamıştı.
"Rana... seninle konuşmamız gereken çok şey var,” dedi sonunda, dudaklarının kenarında sönük bir gülümsemeyle. “Seni ilk gördüğümde böyle söylemiştim.”
Boğazımda düğümlenen kelimeleri yutkundum. Her yanımda bir soğukluk vardı ama sesim net çıkmalıydı.
“Cevaplaman gereken sorular var, Tuncay. Ve bu sefer doğru söyleyeceksin.”
Başını bir yana eğdi, dudaklarını birbirine bastırdı. “Bugüne kadar hep babamın gölgesinde yaşadım. Elime bir bebek tutuşturdu; oğlun, dedi.”
Bir an duraksadı. Parmaklarını birbirine geçirdi, dirseklerini masaya dayadı. Sonra omuzlarını silkercesine bir nefes verdi.
“Kardeşin.” Dedi “Nerelerde?”
Göğsümün ortasında kocaman bir ağırlık vardı. Nefes almakta zorlanıyordum, ciğerlerim dolmuyor gibiydi. Elimi boğazıma götürüp hafifçe bastırdım, sanki dokunsam geçecekmiş gibi.
“Tuncay.” Dedim dişlerimin arasından, ona doğru eğildim. “Seni buradan çıkartmamı istiyorsan bana ne biliyorsan anlatacaksın.”
“Ne biliyorsun?” dedim, kelimeleri keskin keskin vurgulayarak. “Kanıt ver bana. Bir şey göster. Bir isim söyle. Bir adres. Bir tarih. Bir kamera kaydı. Bir konuşma. Bir anı. Ne biliyorsan artık söyle.”
Yüzüne bakarken içim titredi. “Oğuz’a bir şey olursa… yemin ederim seni yaşatmam.”
Söylediğim son cümle ağzımdan çıkınca içim ürperdi. O an ne kadar öfkeliysem, bir o kadar da korkuyordum. Çünkü bu tehdit gerçekti. Kendime yabancılaştım bir an. Ama kardeşime bir şey olursa... ben de kalmazdım zaten.
Tuncay ellerini masanın altına çekti. Dudaklarını ısırdı. Sol göz kapağı belli belirsiz seğiriyordu. Bu, onun korktuğu zamanki haline benziyordu. Ama o hâlâ sessizdi.
“Sana yardım etmeye geldim,” dedim biraz daha sakin, ama hâlâ titreyen bir sesle. “Ama bu suskunluk yardım değil. Yalvarmıyorum. Sadece bilmek istiyorum. Babana kim yardım etti? Babam nasıl öldü? Oğuz nasıl eline geçti…” duraksadığımda nefesimi bıraktım “Oğuz doğana kadar annem neredeydi? Eğer bunları şimdi anlatmazsan, bir daha seninle bu masada oturmam. Buraya seni gömerim. Bugün buradaysan benim yüzümden. Kurtulmak istiyorsan her şeyi anlatacaksın.”
An be an şaşırdı. Son cümleme anlam veremedi. Kararı ben vermemiştim verilmesine hiçbir şekilde sebep olmamıştım ama öyle sansa hiçbir şey kaybetmezdim.
“Nasıl?” dediğinde hiç duraksamadım. “Buradan çıkmak istiyor musun, istemiyor musun?”
Tuncay başını yana çevirdi, gözlerini duvara dikti. Sanki orada, hiç kimsenin göremeyeceği bir cevap saklıydı. Sonra hafifçe burnunu çekti, dudakları bir kez kıpırdadı ama ses çıkmadı. Bekledim. Onun bu sessizliği artık bana acizlik gibi değil, kasıtlı bir ihanet gibi geliyordu.
“Bilmiyorum,” dedi en sonunda. “Babamın nereye kadar uzandığını bilmiyorum. Ben o ne dediyse yaptım. Oğuz’u oğlun gibi büyüt dedi büyüttüm. Rana, yok gitti dedi seni unuttum. Ta ki o gece karşımda görene kadar varlığına hiç bu kadar sevinmemiştim.” Dediğinde anlamadım.
“Ne alaka?”
Tuncay kendi kendine güldü çok kısa bir süre ardından tekrar kafasını kaldırıp bana baktığında “Ne yaptıysam onay almak için yaptım. Hatta… seni de o yüzden sevdim belki. Çünkü onun sevmediği tek şey sendin.” Dedi.
Sözleri midemi burktu. Sanki kasten seçilmişti; içimi yaralayan türden.
“Bu bir sevme biçimi değil,” dedim. “Bu bir yok etme biçimi. Ve sen buna ortak oldun.”
“Ben sadece bana denilenleri sorgulamadan yaptım.”
Niyetler…” dediğimde nefesimi bıraktım. Önemli. Anlat o zaman ne biliyorsan. Hadi.”
“Beril…” dedi. “Annen. Onun nereye kaybolduğunu bilmiyorum. Ama babam biliyordu. Oğuz doğmadan aylar önce onu ortadan kaldırdı.”
Boğazımda yeniden bir düğüm belirdi. “Babam nasıl öldü?” diye yineledim, neredeyse fısıltıyla.
Tuncay gözlerini kısıp bana baktı. “Bak.” Dediğinde sesi samimiydi “Bunları bilmiyorum. Neden bilmiyorum…”
“Yalan söyleme.” Dedim sertçe “Babama iş teklif etmişsin? Banu’yu yanına işe sokmuş?”
“Neden yaptığını bilmiyorum.” Dedi karşılığında masaya doğru eğildi sinirlenmeye başlamıştı. “Bak biz kaçakçılık yapıyorduk…” susup sağına soluna baktı.
Bastırmaya çalıştığı öfke artık yüzüne de vurmuştu. Gözbebekleri küçülmüştü, alnındaki damar hafifçe kabarmıştı.
“Ne kaçakçılığı?” dedim, boğazımdaki düğüm biraz daha sıkılırken. “Ne taşıyordunuz?”
“Her zaman aynı şeyi taşımıyorduk. Prensiplerimiz; yolda sıkıntı çıkan gidemeyen malın vaktinde ulaşması için daha yüksek ücretle ulaştırmaktı.”
“Bu yüzden mi?” dediğime ciddi anlamda dehşete kapılmıştım. Ellerim kontrol edemediğim şekilde titriyordu. “Bu.” Dedim ve sustum. Yaşadıklarımın tüm sebebi bu muydu?
“Bazen iş alabilmek için babana ihbar ederdik. Hatta bütün ihbarları ona yapardık. İlgisi olmasa bile ihbar yapılan kişi oydu ister istemez Tarık olayı araştıran savcı oldu.”
Ellerimi ona göstermemek için masanın altına kucağıma indirdim.
“Ne malı?” diye bastırdım, ellerim yumruk olmuştu masanın altında. “Ne malını ulaştırıyordunuz? Uyuşturucu mu?”
“Ne olursa.” Tuncay’ın sesi çatallaşmıştı, dudaklarının kenarındaki öfke çizgisi daha da belirginleşmişti.
“Neden?”
“Tarık, yani senin baban, yıllar önce o sisteme girmeyi reddetti.”
Gözümden yaş aktı, ne zaman olduğunu bile fark etmedim. “Bu yüzden mi onları öldürdünüz?”
Tuncay bana baktı, dudakları aralandı ama kelime çıkmadı.
Masanın ucuna doğru eğildi, ellerini birbirine kenetledi. Sessizlik, hücre duvarlarından sızar gibi ağır ve boğucuydu.
“Cevap ver!” dedim, sesim kırılmıştı ama tonum hâlâ keskin. “Annemle babamı bu yüzden mi öldürdünüz?”
“Bence sebep bu değil.” Dediğinde “Bu nasıl bir sebep?” dedim.
“Tehdit etseydiniz.” Susup nefes aldım kendimi gösterdim. “Benimle? Annemle? Kendi hayatıyla tehdit etseydiniz? Oğlu lan oğlu!”
Tuncay gözlerini bana çevirdi. İçinde biriken suçluluk ve korku açıkça okunuyordu.
Tuncay’ın gözlerinde bir anlığına beliren o pişmanlık, korkunun bile önüne geçmişti. Dudakları titredi ama cevap veremedi. Ben artık ayaktaydım. Saniyeler içinde nasıl kalktığımı, ellerimi nasıl Tuncay’ın yakasına götürdüğümü bile hatırlamıyordum.
“Kendi oğlunu nasıl böyle bir sebep için öldürebilir?” diye bağırdım. Sesim öyle bir tondaydı ki ben bile kendimi tanıyamadım. Gözlerim dolmuştu ama artık ağlamıyordum; titriyordum. Sinirden mi, yoksa acıdan mı bilmiyorum ama ellerimde bir yangın vardı.
Tuncay bir şey demedi. Direnmedi. Gözlerini kaçırmadan beni izledi. Bu suskunluğu, o an en çok acıtan şeydi.
Kapı sertçe açıldı.
“Hanımefendi!” dedi görevli, sesi kararlı ama kontrollüydü. “Lütfen yerinize oturun. Görüş sonlandırılmak zorunda kalacağım.”
Bir anlığına her şey dondu. Gözüm görevliye kaydı, sonra Tuncay’a. Avuçlarım yavaşça çözüldü, parmaklarım Tuncay’ın yakasından ayrıldı. Geriye bir adım attım. Kalbim sanki kaburgalarımdan çıkacak gibiydi.
“Amcam o benim,” dedim görevliye ama gözüm hâlâ Tuncay’daydı. Sesimdeki ton, pişmanlıktan çok öfkenin geri çekilen yankısıydı. Yavaşça oturdum. Ellerimi çantamın üzerine koydum ama parmaklarım hâlâ kasılmıştı. İnfaz koruma memuru dışarı çıkmadığında sinirimle ona döndüm. “Eşim Cumhuriyet Savcısı. Bu görüşmeyi kesmek isterseniz, ona rapor etmek zorunda kalırım.”
Görevli birkaç saniye tereddüt etti. Sonra tek kelime etmeden kapıyı kapatıp dışarı çıktı. Kapının kapanma sesi boğazıma bir taş gibi oturdu. İçimde bir şey çatladı, ama ne olduğunu adlandıramadım. Karanlıkla öfkenin birbirine dolandığı, adı olmayan bir sızıydı bu.
Odanın içi soğuktu, duvarlar betonun kendine has çıplaklığıyla üzerime geliyordu. Ama buna rağmen kabanımı usulca çıkardım. Sandalyenin arkasına iliştirdim, o an bedenimin ağırlığını ilk kez tam anlamıyla hissettim.
Tuncay hâlâ karşımdaki sandalyede oturuyordu. Birkaç saniyeliğine göz göze geldik. Sanki benim biraz önce yakasından tuttuğum adam o değildi. Ya da ben, onu az önce yerle bir etmek isteyen kadın değildim. İkimiz de değişmiştik. Bu masanın etrafında birkaç dakika içinde yaşlanan iki insandık artık.
Ben konuşmadan Tuncay konuşmadı. Hiçbir şey sormadım daha fazla bir şey öğrenmeyi kaldırabilir miydim emin değildim.
Ne kadar zaman geçti bilemedim en son üşüdüğümü hissederek oturduğum yerde kıpırdadım.
“Bu saatten sonra o moruk ceza almayacak. Üstüne gittiğim zaman rapor alacak.” Dediğimde sesim çatallaşmıştı. Boğazım yanıyordu yutkundum. “Banu’nun davası…” dedikten sonra sustum.
Karşımda her şeyi bilip susan bir adam vardı ve çıkış yolum ondan geçiyordu ben bu adamı öldürmek istiyordum.
Ama öldüremedim. Sadece orada oturdum. Boğazımda büyüyen acıyı yutmaya çalıştım. İçimdeki yangın beni küle çeviriyordu ama dışarıdan hâlâ dimdik görünüyordum. İşte güç dedikleri buysa, ben onu lanetli bir taş gibi boynumda taşıyordum.
Tuncay başını hafifçe eğdi. Göz kapaklarının ardında bir şey titredi, geçmişten bir karanlık sızdı yüzüne. Sonunda konuştu.
“Ne yapacaksın?”
“Banu’nun davasında avukatın olmam için aramızda hiçbir çıkar ilişkisinin olmaması lazım,” dedim yavaşça, ellerimi masanın üstünde birbirine kenetleyerek. “Sen benim amcamsın. Bir şirketin var ve ben bundan pay almıyorum ama bu davada tek zanlı sen değilsin. Baban ve sen… hem torunum hem yeğen. Hiçbir çıkarım olmaması lazım. Hisselerini Oğuz’a devredeceksin. Ben seni bu davadan aklayacağım.”
O an gözlerimin önünde yılların yıkımı, ihaneti, kocaman bir aile sırları zinciri canlandı. Oğuz… Ve ben onun elinden tutmak zorundaydım. Kendi hayatımı, kardeşimi korumak için Tuncay’a, yıllardır sakladığı sırların kapısını açması için izin vermiştim.
Derin bir nefes aldım, usulca gözlerimi kapattım. Savaş henüz bitmemişti. Ama en azından, şimdi savaşacak bir sebebim vardı.
“Hisselerimi ne yapacaksın?” dedi dümdüz. “Banu ile ne ilgisi var?” diye ekledi.
“Banu ile bir ilgisi yok. Sen buradan çıkmadan önce babanın yasal vasisi olacağım. Bunun için elimin senden güçlü olması lazım. Menfaat çatışması olmaması lazım yani hem senin avukatın olup hem ikinizin suçlandığı bir davada babanın vasisi olamam. Önce sen malvarlığını oğluna vereceksin ben babanın yasal vasisi olacağım…”
Tuncay şaşkınlıkla bana baktı, “Neden babamın vasisi olacaksın? Bunu ne için istiyorsun?” diye sordu.
“O bunak ben üzerine gittikçe hastalığını bahane edecek, akıl sağlığım kalp rahatsızlığım diyecek bunu yaptığı an cezai sorumluluğu kaldırılacak. Bu yoldan ilerlemesini istemiyorum.”
Tuncay’ın yüzündeki ifadeyi gördüm; bir an sessiz kaldı, sonra alnını buruşturdu yüzü fazla zayıf değildi ama öncesine göre burası ona iyi gelmemişti eski hali yoktu. “Ben ne olacağım?” dedi sonunda. İki üç günde bu kadar çöken adam burada yıllarını geçirse kim bilir ne olurdu?
“Bildiğin her şeyi bana anlatmaya devam edeceksin. Bunağın babamı sadece bu sebeple öldürmediğine inanmadığını söyledin, diğer nedenin ne?”
Tuncay derin bir nefes aldı, yüzünde kararlı ama zor bir ifade vardı.
“Tamam,” dedi usulca, “Ama karşılığında senden bir şey istiyorum. Beni buradan çıkarman lazım. Özgür kalmalıyım. Eğer gerçekten bu işin içini açacaksak, ben özgür olmalıyım ki gerçekleri ortaya çıkarabileyim.”
Gözlerimi yüzüne çevirdim ona doğrudan baktım.
“Beni yanlış anlama,” dedim soğuk bir sesle, “Seni buradan çıkartacağım ama işime yaradığın kadar varsın. Benimle artık hesap kitap işlerine girme.”
Kabanımı alarak sandalyeden kalktım. “Yanlış anlarsan da bana ne?” dediğimde tiksintiyle yüzüne baktım.
Nihayet başka bir gerçeği daha söylemeye karar verdi ve telaş içinde sandalyesinde dönerek “Babam, annemi öldürdü ve Tarık bunu öğrendi!”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 5.87k Okunma |
1.07k Oy |
0 Takip |
44 Bölümlü Kitap |