38. Bölüm

Sevgi Yetmez

Fâhte
faahte

“Olmam gereken yerden çok uzaktayım, belki de yoruldum, bilmiyorum. Öyle karışık, öyle yabancıyım ki, bu aralar kendime bile gelemiyorum.”

Masanın üzerindeki dosyalara sırasıyla baktım. Hepsi birbirine benzeyen ama hiçbirinin aynı olmayan hikâyeler.

En üstte benim dava vardı. Tuncay dosyası. Altında Banu’nun ölümüyle ilgili belge klasörü, onun altında da son günlerde okuduğum emsal kararlar.

Eymen mutfaktan çıkarken, “Hukuk bürosunu ne zaman açacaksın?” diye sordu. İçimden “Belki de hiç,” demek geçti ama bir an sustum. Dosyalara bakarken dedem aklıma geldi; huzurevi ve hastane arasında mekik dokuduğumu söyledim, doğruyu da söylemiştim ama gerçeğin tamamını asla.

“İşler biraz karışık şu an,” dedim sadece.

İçimden hep o eski ev, o çatısı altında yaşananlar geçiyordu. Dedenin yüzünü görmek istiyordum ama karşılaşmak kolay değildi.

Dosyalara geri döndüm. Bir karar vardı elimde, tecavüz sonrası tazminat davası, reddedilmişti. Emsal dediğimiz şey bazen umut değil, başka bir acı oluyordu.

Çünkü içimdeki hesap hâlâ kapanmamışken, başkalarınınkine arabulucu olmak bana hâlâ uzak.

Bazen onun varlığı iyi geliyor. Sessizliği, beni konuşturmaya çalışmaması.

Ama sonra, sonra kendi iç sesim daha baskın oluyor.

Eymen’in bana baktığını hissedince suçluluk duyuyorum. O bilmiyor. Dede şu an eski evde, tek başına. Ben ise sadece ilaçlarını verip çıkıyorum.

Bazen nefes almasını izliyorum, bazen saat kuruyorum içeride ne kadar kalacağımı belirlemek için. Ona ceza vermek için yaşamaya devam etmesine göz yumuyorum.

Ve bunun adına hukuk değil, hesap diyorum.

Bir sessizlik daha oldu. Sonra elini yavaşça omzuma koydu, alışık olduğumdan daha nazik, daha dikkatli bir temastı.

“Sadece bir gün,” dedi. “Yarın bir günlüğüne çıkalım. İkimiz. Hiçbir şey konuşmayacağımız bir yere.”

O kadar ayrıntılıydı ki, bu planı uzun zamandır düşünüyordu belli ki.

Kafamı çevirip yüzüne baktım. Masaya yaslanmış bir şekilde bana bakıyordu.

Gözleri kararlıydı. Ama içinde hafif bir sitem de vardı, kırgınlık değil, bir tür fark ediş.

“Sen hep buradasın ama hiç burada değilsin gibi,” dedi.

Sanki ben sadece sandalye dolduruyordum bu evde. Haklıydı da.

“Yarın yılbaşı,” diye ekledi sonra. “Bir şey kutlamayacağız biliyorum ama…”

Elimi çayın kulpuna uzattım ama içmedim. Parmaklarım sıcak fincanda kaldı.

Gözüm hâlâ dosyalardaydı. Ama artık bir şey okuyacak halim yoktu.

Eymen tekrar yanıma geldi.

“Yarın için ciddi söyledim,” dedi. “Gidelim. Sessizlik, yürüyüş, deniz… ne olursa.”

Gözlerimi kaçırdım.

“Eymen…”

Sadece isminden ibaret bir cümleydi o. İçinde birçok başka cümleyi saklayan.

“Yarın çıkamam. Huzurevine gitmem lazım,” dedim.

Bu yalan değildi. Ama eksikti.

Her zaman olduğu gibi.

Eymen susarak baktı. Bir şey demedi önce. Ama yüz ifadesi değişti.

Bir şeylerin eksik olduğunu biliyordu. Benden saklanan değil, benim sakladığım bir şeyin.

Başını yavaşça salladı. “Anladım,” dedi.

Sadece bu. Üstüne gitmedi. Ne sordu ne sorguladı.

Sonra çayından bir yudum aldı, dudaklarını yakmış gibi durdu.

“Dedeni ne zamandır görmedik?” diye sordu, sesi nötr ama dikkatliydi.

Yutkundum. Gözlerim hâlâ aynı kağıdın üzerindeydi, ama harfleri seçemiyordum artık.

“Her gün uğruyorum,” dedim. Bu da doğruydu. Ama yine eksikti.

“Durumu nasıl?”

Omuz silktim, “Stabil,” dedim. “Yaşıyor işte.”

Bu defa o sustu. Ama bu sessizlik, biraz daha derin, biraz daha dikkatliydi.

Yalnız bırakıyordu beni ama görmeden değil.

İzliyordu. Ve bu, sorgudan daha ağırdı.

“Ahmet Savcı bugün yarın iddianameyi hazırlar, zaten bu kadar gecikmesi dosyayı sıkıntıya sokuyor. Sağlık raporlarıyla ve yaş haddiyle cezası hafifler.”

“Tamam.” Dedim sertçe sözünü kestim “Biliyorum araştırdım cezası en fazla 1 yıl ertelenebilir sonuç olarak yaşından ve hastalığından ev hapsi alacak.”

Eymen başını salladı. Gözlerini benden ayırmadı.

“Bunu böyle söylemen... Sanki karşında savcı benim ve mahkemedeymişiz gibi,” dedi alçak sesle.

Bir an durdum.

Elimdeki kalemi bırakmadan başımı çevirdim ona.

“Değilsin, değiliz.” dedim ama tonum savunmadan çok, sanki bir özür taşır gibiydi. Çünkü haklıydı. Onun karşısında da kendi içimde de sürekli savunma veriyordum.

Bir şeyler söylemek ister gibiydi ama yutkundu. Vazgeçti belki de. Ya da zamanı olmadığını düşündü.

Sonra o alışık olduğum sakinliğiyle, “Rana,” dedi.

“Ben senin sessizliğini yargılamam. Ama neyle savaştığını bilmezsem... neyin yanında duracağımı da bilemem.”

Sesinde ilk defa bu kadar açık bir yorgunluk duydum. Sanki mücadele etmeye çalıştığı bir şey vardı ama ben onu göremiyordum.

Bir elini masaya uzattı, bana dokunmadı ama yakınımdaydı.

O eli öylece, masanın kenarında kaldı.

Bir duvar örmüştüm ve onun parmakları o duvara çarptı.

Geri çekildi.

Sessizce.

Eymen, salondan çıkarken ayağının halıya takılması gibi küçük bir ses duyuldu.

Ne dönüp baktı ne de ardından kapıyı çarptı.

Yalnız kalmak istediğim her anın sonunda gerçekten yalnız kalıyordum.

Uyandığımda hava hâlâ tam aydınlanmamıştı hava, uykunun ağırlığını taşıyordu. Saat altıyı on geçiyordu. Eymen yanımda uyuyordu. Sırtı dönüktü. Nefesi derin, düzenli… bir yanım onun sıcaklığına sığınmak isterken, diğer yanım çoktan yola çıkmıştı bile.

Bir süre kıpırdamadan yattım. Sessizliği dinledim. Uyuyamadığım gecelerin ardından gelen bu yorgun uyanıklık hâline alışmıştım artık.

Gökyüzü griye çalıyor, pencere camında geceyle sabahın arasındaki o belirsiz çizgi sallanıyordu.

Yavaşça yataktan çıktım. Battaniyeyi üstünden çekmemek için elimle düzelttim. Üzerime kalın bir kazak geçirdim, montumu aldım. Cüzdanımı çantama attım. Montumu giyerken dizlerimden yukarı çıkan soğuk, evin ısıtmasına rağmen içime işlemişti.

Bir anlığına, geri dönüp yatağa girme fikri geçti aklımdan.

Oradaydı. Yatıyordu. Dede. Uyuyordu. Sessizdi. Hareketsizdi. Ama nefes alıyordu. Göğsü inip kalkıyordu. Bu kadarına razıydım zaten.

Bir sandalye çekip yatağın başucuna oturdum. Cebimden ilaçları çıkardım. Masaya koydum. Dokunmadım ona. Uyanmasını istemedim. Bugün sadece görmek, bu kadarına dayanmak yeterliydi.

“Davacı Rana Soner Moran, davalı Eyşan Saraç, duruşma salonuna!”

Eyşan’la aramızda sadece birkaç santim ve yılların dolup taştığı bir boşluk vardı.

O anda başını bana çevirdi.

Göz göze geldik. Eymen yanımdaydı dün geceye rağmen aslında her zamanki gibi her şeye rağmen yanımdaydı, usulca elime uzandı.

O gözlerde ilk kez bir şey eksikti:

Kibir mi? Emin değilim. Ama şaşkınlık, evet, onu çok net gördüm.

Cübbem üzerimdeydi. Benim üzerimdeki cübbeye, sonra gözlerime, sonra yine cübbeme baktı sabah dedenin yanında çıktıktan sonra eve geri dönüp dava dosyamı ve cübbemi almıştım.

Bir şey demedi ama içinden geçirdiklerini anlar gibi oldum.

Hâkim kürsüye adımını attığında bütün salon ayağa kalktı. Avukat sıfatımla ilk defa böyle bir duruşmada yer alıyor olmanın garip bir ağırlığı vardı üzerimde.

Savcı geldi. Kısa, net ve sarsıcı bir şekilde mütalaasını verdi: “Sanık Eyşan Saraç’ın, görevli olduğu dönemde yargının tarafsızlığına zarar verecek şekilde hareket ettiği, adli işlem konusu olan bir aracı emniyet otoparkı yerine kendi talimatıyla özel bir otoparka yönlendirdiği, bu talimatı yazılı mesajla polis memuruna ilettiği, dosya kapsamındaki delillerle sabittir. Bu eylem; TCK 257. madde kapsamında görevi kötüye kullanma suçunu oluşturmakta, ayrıca Hâkimler ve Savcılar Kurulu Disiplin Yönetmeliği’ne göre tarafsızlık ilkesini zedeleyen bir fiildir. Sanığın cezalandırılması ve HSK’ya disiplin yönünden bildirilmesi kamu adına talep olunur.”

Hâkimin başıyla onay verdiğini gördüm. Gözlerim bir anlığına dosyamın üstündeki kendi ismime kaydı.

Eyşan’ın avukatı yerinden kalktı, klasik bir stratejiyle konuşmaya başladı.

“Sayın mahkeme, müvekkilim Eyşan Saraç hakkındaki suçlamaları kesinlikle reddetmektedir. Hakkındaki iddialar yalnızca varsayım ve yoruma dayalıdır. Araç meselesi teknik bir uygulama hatasıdır, Eyşan Saraç’ın bu sürece doğrudan müdahalesi söz konusu değildir.”

O anda söz hakkı bana geçti. Cüppemin yakasını düzelttim. Salon sessizdi. Gözüm Eymen’e kaydı, yanında oturan Veysel’le göz göze geldiler. Sonra bana döndü. Bir baş selamı verdi.

“Sayın Hâkim, müsaadenizle bir soru sormak istiyorum.” Dediğim an Hakim başıyla onay verdi. “Sanığın avukatı tarafından ‘varsayım’ olarak nitelenen olayın öznesi olan 34 RS 9191 plakalı aracın ruhsatında adım açıkça yazılıdır. Bu durumda, Eyşan Hanım’ın bu aracın kiralandığı bilgisine ne zaman ulaştığını ve öğrendiği anda değil de neden aylar sonra şikâyette bulunmaya karar verdiğini öğrenmek istiyorum.”

Eyşan başını çevirip bana baktı. Gözlerinde ilk defa ne söyleyeceğini bilmeyen bir tereddüt vardı. Sessizlik kısa sürdü ama o boşluk uzundu. Sonra sesi titrek çıkmadan cevapladı: “Aracın kiralama işlerinde kullanıldığını ama Rana Soner adına kayıtlı olduğunu ağustos ayında o dönemki eski nişanlım Eymen Moran’dan öğrendim.”

“Sayın Hâkim, müsaadenizle devam edeyim,” dedim, sesimi sakin tutmaya çalışarak. “Eymen Moran ile olan eski nişanlılığınız nedeniyle, bu bilgiyi ağustos ayında öğrendiğinizi söylediniz. Peki, bu bilgiyi o an öğrendiğiniz halde, neden hemen değil de aylar sonra şikâyette bulunmaya karar verdiniz?” sorumu tekrarladığımda içimde bir yerlerde Eymen’e karşı yükselen sinire engel olamadım.

Eyşan derin bir nefes aldı, gözlerini yere indirdi, sonra tekrar bana bakarken cevapladı:

“Başta bunun bir hata olduğunu düşündüm. O araç kiralama işiyle doğrudan ilgim olmadığını, bunun sadece teknik bir yanlış anlama olduğunu varsaydım. Zamanla durumun ciddiyetini fark ettim ve yargının tarafsızlığını zedeleyebileceği düşüncesiyle trafik ekibine bildirmeye karar verdim.”

Eyşan’ın cevabının hemen ardından Eymen, tanık olarak kürsüye çağrıldı. “Tanık Eymen Moran. 34 RS 9191 plakalı Volvo marka aracı siz mi kiraladınız?”

Önce başını salladı ve konuşmaya başladı. Hiç duraksamadan cümlesini yavaş yavaş bitirdi. “Evet, sayın hâkim. O tarihte kiralama işlemini bizzat ben gerçekleştirdim. Veysel Korkmaz’ın işlettiği şirket üzerinden. Aracı resmi yollarla, kısa süreli kullanım amacıyla aldım. Rana Soner’in bu işlemden haberi yoktu. Kendisi yurt dışındaydı.”

Hâkim tekrar başını bize çevirdi. “Sizin Rana Soner Moran’la o dönem herhangi bir bağlantınız, ilişkiniz var mıydı?”

“Hayır Başkanım.” Dedikten sonra bir anlığına bana döndü. “Daha öncesinde ne bir ilişkimiz ne de bir tanışıklığımız vardı. Kendisi ile kiralama işinin bittiği gün evlenmek üzere düğünü olan kuzenimin eşi vesilesiyle tanıştım.”

Bu kez sözü Hâkim değil de savcı alarak bize bir soru yöneltti. “Kiraladığınız aracı Avukat Hanım’la tanıştığınızda görmediniz mi?”

Eymen derin bir nefes aldı, gözlerini hafifçe kapattı, sonra cevapladı. “Evet gördüm, Türkiye’de sürekli ikamet etmiyordu burada yaşamadığı halde bir araç sahibi olabileceğini düşünmedim kiraladığını düşündüm.”

Hâkim gözlerini Eyşan’a çevirdi, sesinde biraz sertlik vardı:

“Eyşan Hanım, bu konuda size birkaç soru sormak istiyorum. Öncelikle, Eymen Moran’ın ifadesine göre kiralama işlemi resmi yollarla yapılmış ve Rana Soner bu durumdan habersizmiş. Rana Hanım’ın aracını kiraladığı sonucuna nasıl vardınız?”

Eyşan tekrar ayağa kalktığında yaşadığımızı unuttuğum üstünden aylar geçen günü hatırladım. “Eski nişanlım Eymen Moran’ın bindiği arabayı Rana Soner’in bindiği gördüm o günün akşamında Eymen’in evine gittiğimde ‘arabasını bir kadında gördüğümü sordum, o zamanlar ilişkimiz devam ediyordu.’ Rana Soner-”

Eymen tanık kürsüsünden Eyşan’a seslenerek “Bitmek üzere olan bir ilişkinin son demleriydi.” Dediğinde Eyşan ona takılmadan “Rana Soner kendi ağzıyla “Arabanın kendisinin olduğunu söyledi.’ Eymen buna da tanık.” Dedi sertçe.

Hemen ardından avukatı ayağa kalkıp “Sayın mahkeme, müvekkilim Eyşan Saraç, üzerine atılan suçlamaları kabul etmemektedir.” Dedi ve çok kısa Eyşan’a döndü. “Müvekkilimin, aracın kime ait olduğu bilgisini öğrenme zamanı ve şikâyet tarihine ilişkin ifadeler ise tamamen sübjektif değerlendirmelerdir ve olayın esasını değiştirmez. Ortada bir yanlış anlaşılma varsa bile bu o zamanki ilişkisi Eymen Moran’la nişanlılık sürecinde gelişen iletişime dayalıdır. Sayın hâkim, müvekkilimin cezalandırılmasını gerektirecek somut bir delil mevcut değildir. Bu nedenle tüm suçlamaların reddini talep ediyoruz.”

Hakimin başıyla verdiği onayla birlikte yerimden kalktım. Elimdeki dosyayı açtım, projeksiyon perdesine yansıtılmak üzere birkaç fotoğrafı hazırladım.

“Sayın Mahkeme,” dedim, sesimi net ve titremeden tutmaya çalışarak, “dosyada sunduğum ek belgelerde 34 RS 9191 plakalı aracın, adliyeye ait personel otoparkında çekilmiş görüntüleri mevcuttur. Görsellerde aracın aynı noktada, günler boyunca hiç kıpırdamadan kaldığı, güvenlik kameraları kayıtlarından da teyit edilmiştir. Bu araç, ne adli emanete alınmış ne de emniyet otoparkına çekilmiştir. Herhangi bir tutanak da yoktur.”

Slaytı çevirdim, güvenlik kameralarından alınmış zaman damgalı fotoğraflar görünmeye başladı. “Burada aracımı alan memur Ahmet Alper Karakoç tarafından aynı gecenin sabahında Eyşan Saraç’a bir anahtar uzattığı görülmektedir.”

Hakim başını hafifçe eğip notlarını aldı. Ardından Eyşan’a döndü.

“Eyşan Hanım, bu konuda söylemek istediğiniz bir şey var mı?”

Eyşan ayağa kalktı. Bu kez sesi daha yavaş, ama hâlâ gururluydu.

“Sayın hâkim, benim adliye otoparkında bulunmam gayet normal. Ben orada çalışan bir hâkimim. Ancak bu aracın orada ne amaçla bulunduğu konusunda hiçbir bilgim yok. Otoparka kim getirdi, neden orada bırakıldı, gerçekten bilmiyorum. Bu durum, görevli memurların takdirinde gelişmiş olabilir. Araç hakkında şüphe duyan ve konuyu ilk sorgulayan kişi de bendim. Bu sebeple yanıma gelmiş olabilir uzatılan…” fotoğrafa dikkatlice baktı anahtar net olarak gözükmüyordu maalesef “…uzatılan şeyin araç anahtarı olduğunu şu an bu fotoğraftan kesin şekilde söylemem mümkün değil. O an, ne verildiğini tam hatırlamıyorum. Ancak kasıtlı bir yönlendirme ya da araçla ilgili sürece doğrudan müdahale gibi bir eylemim olmadı. Ben yalnızca o sabah adliyeye gelen dosyalarla ilgileniyordum. Eğer memur Ahmet Alper Karakoç böyle bir işlem yaptıysa da bunu kendi inisiyatifiyle gerçekleştirmiştir. Araç benim kontrolümde değildi.”

Eyşan konuşmasını tamamladığında salonda kısa bir sessizlik oldu. Hâkim gözlüğünü yeniden taktı, dosyalara göz attı. “Memur Karakoç’un ifadesi alınacaktır,” dedi kararlı bir sesle. “Görüntülerdeki durum, tarafımızdan detaylı şekilde incelenip rapora bağlanacaktır. Sanığın beyanı ve dosyadaki belgeler birlikte değerlendirilecektir.”

Son kez bana döndü, “Avukat Hanım, başka sunacağınız delil veya tanık var mı?” diye sordu.

“Evet var Sayın Hâkim.” Hemen çantama uzanıp yedek anahtarımı çıkarttım. “Bu aracımın yedek anahtarı, görüntüde Polis memuru Ahmet Alper Karakoç’un, Eyşan Saraç’a uzattığı şey net olarak gözükmemektedir ancak renk ve boyut olarak araç anahtarını karşılamaktadır.”

Ardından bir süre dosyaya göz attı, sonra Eyşan’a döndü:

“Eyşan Hanım, biraz önce bu anahtarı hatırlamadığınızı söylediniz. Şimdi, karşı tarafın sunduğu anahtarın fiziksel özellikleri ve o sabaha dair görüntüler bir araya getirildiğinde, hâlâ bir belirsizlik olduğunu mu düşünüyorsunuz? Bu konuda eklemek istediğiniz bir husus var mı?”

Eyşan bir an sustu. Sonra çantasına uzanıp içinden siyah, düz hatlı bir anahtar çıkardı. Avucunun içine aldı, havaya kaldırarak konuştu: “Sayın Hâkim, benim kullandığım araç da Volvo. Aynı marka, farklı model. Bu elimde tuttuğum anahtar kendi aracımın anahtarı. Bakın... boyut, şekil, hatta ışıkta parlayan metal detayı bile neredeyse birebir aynı. Eğer siz bana sadece görüntüde uzatılan nesneye bakarak yargılanacağımı söylüyorsanız, ben buna itiraz ediyorum. Geri kalan kayıtlarda …beni araçla herhangi bir fiziki temas hâlinde gösteren hiçbir görüntü yoktur. Aracın içine bindiğim, kapısını açtığım, anahtarla kontağı çalıştırdığım bir kayıt yok. Sadece uzatılan bir nesne var ve bu, buyurun…”

Anahtarı hafifçe salladı, ardından sesi kararlı şekilde devam etti:

“bu benim aracımın anahtarı. Aynı markaya ait, ama bana ait. Benzerlik tek başına suç oluşturmaz.”

Bütün bunların sebebi Eyşan’ın taleplerimi önceden bilmesiydi. O gün bizi başsavcı ve başsavcı vekili karşı karşıya getirdiğinde Eyşan çoktan bu planı kafasına kurmuştu.

Hâkim gözlüklerini düzeltti, notlarına yeniden göz attı. Sesi bu kez daha dengeliydi:

“Zapta geçsin: Sanık Eyşan Saraç, kendi aracına ait anahtarı mahkemede sunmuş, görüntülerdeki nesneyle fiziksel benzerliğe dikkat çekmiş ve uzatılan nesnenin mahiyeti konusunda belirsizlik olduğunu beyan etmiştir.”

Hâkim konuşmasını tamamladığında salonda kısa bir sessizlik oldu. Hâkim kısa bir süre sessiz kaldıktan sonra konuştu. “Şimdi aracın neden Emniyet otoparkında tutanaklı bir şekilde bekletilmediği konusunda polis memurunun ifadesini dinleyeceğiz.” Dedikten sonra bize baktı ve “verdiği anahtarın ne olduğunu soracağız.” Dedi.

Duruşma salonunda hafif bir hareketlilik oldu; polis memuru kürsüye davet edildi. Yemin edildikten sonra biz göz göze geldik. Ona söylemiştim şikayetçi olacağımı bu işi bırakmayacağımı söylemiştim ama yalan beyanda bulunursa yapabilecek bir şeyim kalmamıştı sadece savcı mahkeme öncesinde polisin ifadesini aldığında mesaj üzerinden iletişimde kaldıklarını öğrenmişti.

Polis memuru Ahmet Alper Karakoç, sakin ve dikkatli adımlarla tanık kürsüsüne yürüdü. Üniformasını düzeltti, kürsüde hazır hâle geldi. Yüzünde hafif bir gerilim vardı ama gözlerinden görevine ve duruşma ciddiyetine bağlı olduğu okunuyordu.

Hâkim, önündeki evraka kısa bir bakış attıktan sonra başını kaldırdı.

“Memur Karakoç, adliyenin güvenlik kameralarında size ait olduğu tespit edilen bir görüntü var. Bu görüntüde elinizdeki bir nesneyi Eyşan Saraç’a uzattığınız görülüyor. Şimdi size açıkça soruyorum: O sabah, sayın sanığa verdiğiniz şey neydi?”

Karakoç, boğazını temizleyip mikrofona doğru yaklaştı. “Bir gece öncesinde Avukat Hanım’dan aldığım aracın anahtarıydı.”

Gözler Eyşan’a çevrildi; yüzü bir anlığına kıpırdamadan kaldı, ardından çenesini hafifçe kaldırdı ama gözlerinde ilk kez belirsiz bir dalgalanma belirdi.

Hâkim elindeki kalemi masaya bıraktı, sesi ne çok sertti ne de yumuşak, yalnızca netti:

“Yani Eyşan Saraç’a verdiğiniz şey, Avukat Rana Soner’in size teslim ettiği araç anahtarıydı. Doğru mu anladım?”

Ahmet Alper Karakoç tereddütsüz şekilde başını salladı. “Evet Hâkim Bey. Aracın alınması talimatını Hâkime Eyşan verdi. Aracın plakasını ve gittiği yönü biliyorduk. Hiçbir problem olmamasına rağmen aracı kenara çektik. Ehliyeti ve aracı aldık. Anahtarı Hâkime Eyşan’a verdim. Görüntülerde sabittir. Yaptığım şey görevimi kötüye kullanmak biliyorum ve pişmanım ama ben sadece alt-üst ilişkisindeki emirlere uydum.”

Sanki Eyşan’ın yüzüne görünmeyen bir ışık tutulmuştu; duvar gibi dik duran duruşu bir anlığına çatladı. Dudakları gerildi. Avukatı başını hafifçe çevirdi ama bir şey söylemedi.

Hâkim kaşlarını çattı, dudaklarını sıktı.

“Yani şunu mu söylüyorsunuz Memur Karakoç: Aracı çekmeniz, anahtarı almanız ve sonrasında teslim etmeniz tamamen Eyşan Saraç’ın talimatlarıyla mı oldu?”

Karakoç başını eğerek, neredeyse suçlu bir çocuğun sessizliğiyle yanıtladı:

“Evet, Sayın Hâkim. O gece bana mesajla ulaştı. ‘Aracı kenara al, sabah anahtarı ben alırım’ dedi. Gerekli belgeler ya da tutanak yoktu. Aracın herhangi bir suçu yoktu, gözaltı da yoktu. Ama onun hâkim olduğunu biliyordum. Emrini sorgulamadım. Sadece uyguladım.”

Savcı, Hâkime dönüp “Sayın Hâkim, bu ifade çok nettir. Tanık memur, açıkça Eyşan Saraç’ın yetki dışı şekilde yönlendirme yaptığını, tutanaksız bir şekilde emniyet görevlisine talimat verdiğini beyan etmiştir. Bu, görevini kötüye kullanma suçu kapsamında değerlendirilmelidir. Aynı zamanda, delil karartma veya resmi süreci yanıltmaya yönelik bir müdahale olarak da yorumlanabilir.” Dedi.

Hâkim önündeki dosyalara göz attıktan sonra bana döndü. Hâkim dosyayı hafifçe kapatıp gözlüğünü burnunun ucundan indirdi, yüzü ifadesiz ama dikkatliydi.

“Avukat Hanım, tanığın ifadesine ilişkin söz almak ister misiniz?”

Ayağa kalktım. Cüppemin eteği sandalyeme sürtündü. Herkesin gözleri üzerimdeydi ama ben yalnızca bir kişiye, Eyşan’a bakıyordum.

“Sayın Hâkim,” dedim, “az önce tanık memurun ifadesinde geçen cümleler, bu davanın omurgasını oluşturmaktadır. Şunu net şekilde ortaya koymuştur ki Eyşan Saraç, yargının tarafsızlığını sağlayan en temel ilkelere aykırı şekilde hareket etmiş, sahip olduğu yetkiyi kişisel menfaat ya da kurumsal itibarı koruma refleksiyle kullanmıştır.”

Yerime oturdum.

Hâkim uzun bir süre sessiz kaldı. Ardından kalemiyle birkaç satır not aldı, sonra savcıya döndü:

“Cumhuriyet savcısı, delil olarak sunulan mesajların doğruluğu ve içerik analizi hakkında bilirkişi raporunu talep etmiş miydi?”

Savcı başını salladı. “Evet Sayın Hâkim. HTS kayıtları, mesaj zaman damgaları ve cihaz üzerinden alınan ekran görüntüleri bilirkişi tarafından onaylanmıştır. Orijinalleri dosyadadır.”

Hâkim başını salladı. Gözlüğünü yeniden taktı.

“Mahkememiz, dosyada mevcut kamera görüntüleri, mesaj kayıtları, tanık beyanı ve tarafların savunmaları doğrultusunda kararını vermek üzere duruşmaya kısa bir ara verecektir.”

Duruşma arası verilmişti. Salonun koridorları biraz daha sessiz, biraz daha ağırdı. Ben ağır adımlarla dışarı çıktım; gözlerimin önünde yaşananlar, kulağımda hâkimin son sözleri yankılanıyordu.

Eymen yanımda belirdi, elinde küçük bir su şişesi vardı. Gözlerindeki endişe ve destek karışımı ifadeyle bana uzattı.

“Bir yudum al, biraz rahatla,” dedi sessizce. Oturup birkaç yudum su içtim Eymen hafifçe eğildi, sesi alçaldı, ama bakışları gözlerimin içine kilitlendi.

“Seni ilk cübbeyle gördüğümde… Yine karşındaydık. Ama bu sefer yanındaydım. Ve artık biz bu üçlemeden kurtulacağız.” Dediğinde istemeden tekrar yutkundum.

“Karakoç yalan ifade verecek diye korkmuştum.” Diye itiraf ettim ve anlık yükselen sinirle az ilerde konuşan Eyşan ve avukatına baktım. “Resmen haksız çıkmam uğraşıyor. Üstelik.” Hafif kıskanç bir sesle fısıldadım “Eski nişanlım demeyi çok seviyor ama bana gelince… bana hâlâ ‘Rana Soner, Rana Soner. ‘Moran’ eklemek zor geldi hanımefendiye.”

Eymen bir an durdu, sonra gözlerini kıstı. “Biz ona gerekenden fazlasını zaten gösteriyoruz.” Dedi.

Hâkim, önündeki dosyayı kapatırken sesi net ve durgundu. Salonda mutlak bir sessizlik hâkimdi. Kalemini yerine bıraktıktan sonra başını kaldırdı ve doğrudan Eyşan’a baktı:

“Mahkeme heyetinin, deliller ve tanık ifadeleri doğrultusunda ulaştığı kanaat şudur: Sayın Eyşan Saraç’ın görevli olduğu dönemde tarafsızlık ilkesini zedeleyen, hâkimlik vakarına yakışmayan bir davranışta bulunduğu sabit görülmüştür. “…Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun 13/1 ve 14/1 maddeleri gereğince, Hâkime Eyşan Saraç hakkında ‘kınama’ ve ‘kademe ilerlemesinin durdurulması’ cezalarının birlikte uygulanmasına karar verilmiştir.”

Kapıdan ilk ben çıktım. Eymen arkamdaydı; bir elini belime koymuş, hafifçe bastırarak adımlarımı yumuşatmıştı. Mahkeme salonunun ağır havası omuzlarımdan yeni kalkıyordu ama içeride bırakmam gereken şeyler hâlâ zihnimdeydi.

Kapının önünde durdum. Geri dönmeden anladım; Eyşan ve avukatıydı. Gölgesi yanıma düşerken, içimden bir şey susturulamayacak kadar yükseldi.

Gözlerini benden kaçırmadı. Ama ilk konuşan da olmadı.

Ben döndüm.

Aramızda yalnızca birkaç adım vardı. Sessizliğin içinden yürüyüp sesimi çıkardım. Ne sert ne de yumuşaktı.

Sadece olduğum yerden, olduğum tonla söyledim:

“Rana Soner demeyi sürdürüyorsun. Belki de kendine itiraf etmek zor geliyor.”

Yüzünde belli belirsiz bir kıpırdanma oldu. Ne savunma vardı ifadesinde ne de kabul. Sanki yıllar önce yarım kalan bir cümleyi hâlâ içinden tamamlamaya çalışıyordu. Belki de söyleyecek çok şeyi vardı ama hiçbirini seçemiyordu.

Cevap vermedi.

Sadece sustu.

Ve ben, ilk kez bu sessizliğin bana galibiyet gibi geldiğini fark ettim.

Eymen yanıma yaklaştı, sessizce omzuma dokundu cübbemi yavaşça omuzlarımdan aldığında en son onun kolunda kaldı.

“Bitti,” dedim yalnızca.

O başını salladı. “Lavaboya gidip geleceğim sonra arabaya geçeriz,” dedim. Cübbeyi ondan almadım.

Eymen başını salladı. “Tamam.”

Koridoru hızla geçtim ama lavaboya değil, boş bir duruşma salonunun yanındaki koridora yöneldim. Çantamdan telefonumu çıkardım. Birkaç saniye parmaklarım duraksadı. Sonra o uygulamayı açtım. Evin kamera görüntüsünü.

Yatakta yatıyordu. Hareket yoktu. Yastığına gömülmüş bir beden. Derin derin nefes alıyordu. En azından… yaşıyordu.

Ekrana biraz daha yaklaştım. Her gün aynı yerden baktığım, ama hiçbir zaman aynı hisle izlemediğim bir görüntü. Bu sabah da aynısı. Yaşamaya devam ettiğini görmek içimde bitmek bilmeyen bir nefrete sürüklüyordu beni. Bu nefretin içinde ne olacağımı bilmiyordum.

Eymen arabanın içinde bekliyordu hemen yanına iliştim. Önce ben konuştum “Emniyete uğrayacağız,” dedim hemen ardımdan o “Sana aldım.” Diyerek araba çıkartması uzattı.

“Araba için mi?”

“Araba için mi?”

Aynı anda hem şaşkın hem gülmemek için kendimi tutarak “Arabamın camına yapıştırırım.” Dedim.

Kemerimi taktım, cübbeyi arka koltuğa uzattım. Eymen arabayı hareket ettirdi bir süre sustuktan sonra başını bana çevirdi.

“Bu sabah,” dedi. “Uyandığımda gitmişsin. Yatağın kenarı bile bozulmamıştı.”

“Erken çıktım. Biliyorsun… dedem.”

Başını salladı. “Evet. Biliyorum.”

Sonra gözlerini üzerime dikti. Ama bu kez sorgulayıcı değil, anlamaya çalışan bir bakıştı. Elini uzattı, parmaklarını bileğimin üzerine koydu, hafifçe. Ne bastırarak ne de çekinerek.

“Yatağın kenarına senin için yer bırakmakla kalmadım… kendime de bir ihtimal bırakmıştım,” dedi.

Sesinde kırılgan bir şey vardı ama suçlayıcı değildi.

“Dün gece…” dedim usulca. “Uyuyamadım. Bir şeyleri zorlamak… bize iyi gelmiyor bazen.”

Elini çekmedi bileğimden. Ama biraz daha gevşetti.

“Yalnız kalmakla yalnız bırakmak farklı şeyler. Ben seni ikincisinde bırakmak istemiyorum,” dedi.

“Ben sana gelebildiğim kadar geliyorum zaten. Haftalardır Oğuz’dan kaçıyorum olmasını istediğim bağ aramızda yok, olmasına izin vermiyor. İçim içimi yiyor onun bu uzaklığından bilmiyorsun.”

“Anlatmıyorsun.” Dedi hemen direkt.

“Bunu anlatmam gerektiğini bilmiyordum.”

Eymen’in bakışları yüzümde gezindi. Gözlerini kaçırmadı. Sustu önce, “Çünkü bana izin vermiyorsun.” Diye ekledi.

Başımı eğdim. Kendi ellerime baktım ardından ona döndüm. “Bazı şeyleri anlaman için anlatmam gerekmiyor sevgilim. O gün senden sonra yatağa giriyorsam zaten bir sıkıntı vardır.” Dediğimde çok kısa bir an alayla gülümser gibi oldu. “Bizim hiç sıkıntımız bitmiyor Rana.” Dedi.

“Eymen, ben sana zaten açığım. Ne yaşadığımı, neler hissettiğimi saklamıyorum.”

“Böyle olduğunu hiç sanmıyorum, Rana. Seninle aynı odadayız, aynı yataktayız ama sanki bir duvar var aramızda.”

Kafamı anlık olarak çevirdiğimde iki yana salladım. “Demek ki her sıkıntımı sana açsam sen zaten bunalacakmışsın!” dedim, sesi hem kırgın hem de biraz da meydan okuyordu.

Eymen dudaklarını sıktı, gözleri bir an kaçtı ama sonra sabitlendi. “Bunalırım belki,” dedi, “ama bunalmazsam da anlamam ki, Rana. Senin gerçek halini görmeden, neyi nasıl yaşadığını bilmeden…”

“Ben gerçek halimi göstermek istemiyorum artık, Eymen. Çünkü sen zaten görmeyeceksin,” diye fısıldadım, gözlerim dolu dolu.

Eymen birkaç adım geri çekildi, nefesini derin çekti. “İşte bu yüzden aramızda duvar var. Çünkü ben oraya ulaşamıyorum. Sen hep bir adım geridesin, hep uzak…”

“Ne?”

Şaşkınlıkla gözlerimi birkaç kere kırpıştırdım. “Ne uzağı Eymen, bugüne kadar bütün kırgınlıklarımı, kızgınlıklarımı ben her şeyi senin yanında yaşadım! Çok mu kolay gözüküyor bütün bunlar ben anlamıyorum ya?”

Eymen derin bir nefes aldı, gözlerimi dikkatle süzdü.

“Bir yerlere gidelim, kafamızı dağıtalım,” dedi. “İki günlük, bütün herkesten uzaklaşmayı bile kabul etmedin.”

Kulağımda cümlesi ağır ağır yankılanırken, içimde bir şeyler daha da gerildi artık bu tartışmayı sürdürmedim.

Eymen arabayı emniyetin önüne park ettiğinde içimde fırtınalar kopuyordu. Hızla kemerimi çözüp kapıyı sertçe açtım, elimle kapıyı tekrar vururken uyarı sesini duyunca bile aldırmadım.

Her adımda öfkem biraz daha büyüyordu. İçimde sakladığım tüm kırgınlıklar, yılgınlıklar, çözülmemiş sorular birikti. “Burada olmak zorunda değilim,” dedim kendi kendime, ama geldim işte. Eymen arkamdan gelirken yüzü ifadesizdi, belki de aynı duygularla boğuşuyordu. İçeri girdiğimde, orada olmam gereken yerin tam olarak neresi olduğunu bir kez daha sorguladım.

Arabamı uzun zaman sonra ilk kez kendi ellerimle geri alırken, içimde garip bir titreme vardı. Sanki beni tanıyan tek şey oydu. Gri parlak gövdesine bakarak yanına yürüdüm. Kapıyı açtım. Derin bir nefes aldım. Motoru çalıştırmadan önce içine biraz baktım. Direksiyonu avuçlarımın arasına aldığımda neredeyse “Hoş geldin” dedi sessizce. O an, kimseye değil ama kendime geri dönmüşüm gibi hissettim.

Eymen’in sessizce kendi aracına yöneldiğini gördüm. Onunla aynı anda yürümek bile zordu bugün. Yanımda olsa bile, içimdeki her şey hâlâ tiz bir uğultuyla çarpıyordu.

Vites boştan çıktı, ayaklarım refleksle pedallara bastı. Otoparktan tam çıkışta...

Eymen.

Dışarıda bekliyordu. Motoru çalışıyordu, camları buğulanmamıştı. Önce farları çarptı gözüme, sonra içindeki silüeti gördüm.

Yanına geldim.

Arabamı onunkiyle aynı hizaya getirince, o da başını çevirdi. Camların ardından göz göze geldik.

Bir saniye… belki iki.

Ama o bakışta saatler kadar sessizlik vardı.

Ne kornaya bastık ne el salladık. Sadece baktık.

İçimde hâlâ taşıdığım kırgınlık, onun gözlerinde sanki yerini bir açıklık, bir kabulleniş hâline bırakmıştı. Yorgundu. Tıpkı benim gibi. Ama inatla hâlâ oradaydı.

Elini yavaşça direksiyondan kaldırıp kısa bir selam verdi, parmakları havada süzüldü parlayan gümüş yüzüğe değdi gözlerim hemen.

Ben de başımı hafifçe eğdim. Önce ben çıktım yola ardımdan o…

Yılbaşı gecesinin karmaşasında yollar tıklım tıklımdı. Yol boş değildi ama ben yine de içimdeki boşluğu bastırmak ister gibi bastım gaza. Gri kaporta, far ışıklarını keserken, önümde akıp giden kalabalık bana dokunmuyordu.

Bir geçici özgürlük hissi sardı içimi.

“Yavaşlamam gerekmiyor,” diye geçirdim içimden.

Tam o anda, telefonum çaldı. Ekrana bakmadan kim olduğunu biliyordum.

Açtım.

Arka planda onun motor sesi, belki de benimkiyle aynı ritimde.

“Yılbaşı gecesi İstanbul’da yolu kendine ait sanman çok cesurca.”

Bir an sustum, sonra hafifçe gülümsedim.

“Çok değil... sadece birkaç sokak bana aitmiş gibi hissettirdi.”

“Fark ettim.” Dediğinde cevap vermedim.

Camdan dışarı baktım; yol kenarındaki lambalar, kırmızı beyaz ışıklar, birbirine çarpan farlar gözlerimi kamaştırdı.

Sanki o da hissetti bunu, sesini biraz daha yumuşattı.

“Beni takip et.”

“Nereye?”

“Biraz ışık almaya,” dedi.

“Yeterince ışık yok mu sence?”

“Senin yüzünde yok,” dedi beklenmedik bir doğrudanlıkla.

Gözlerim ışıklı bir kavşakta onun arabasını gördü. Sinyal verdi. Ben de arkasına geçip aynı yöne kırdım. O kalabalığın, o ışığın içinde, hâlâ sadece onun izini sürmek istiyordum.

Markete vardığımızda otoparkta yer bulmak bile başlı başına bir savaş gibiydi. Yan yana girdik içeri.

İçeride yılbaşı şarkıları çalıyordu; bir yandan koşuşturan insanlar, diğer yandan çocukların sesleri geliyordu kulağıma, sadece şu an değil bugünlerde böyle bir planı konuşmamıştık bana sorarsa kutlamaya değer bir şey yoktu ama her şeyden kendimi geri çekemezdim.

Işıl ışıl parlayan reyonlar arasında yürürken, bir an için tartıştığımızı, kırıldığımızı unuttum. Sanki sadece birbirimize alışveriş listesi gibi kısa notlar uzatan, sıradan bir çift gibiydik.

“Ağaçtan başlayalım,” dedi Eymen.

“Büyük mü küçük mü?” derken kutu içindeki ağaçların boyutlarına bakıyordum.

Bazıları bembeyazdı, kimisi parlak yeşil, bazılarıysa altın sarısı simlerle kaplıydı.

Bir tanesine dokundum. Parmaklarımda toz gibi sim kaldı.

“Bu,” dedim direkt uzatmadan.

“Emin misin? Dalı biraz seyrek.” Diye sordu.

“Olsun. Eksik olması da güzel. Biz tamamlarız aralarını.”

Eymen eğilip kutuyu aldı market arabasına koydu.

Sırada süslemeler vardı.

Toplar, fiyonklar, yıldızlar, ışıklar…

Her şey fazlaydı, her şey ışıltılıydı, ama ikimizin arasında hâlâ söylenmemiş bir şey vardı.

“Beyaz ışık mı, renkli mi?” diye sordu.

Karar veremeden ışıklara bakmaya devam ettiğimde “Renkli…” dedi. “Beyaz.” Dedim.

“İkisini de alalım,” dedi sonra.

Birkaç süs daha aldım, birkaç mum aldım kırmızı ve beyaz renktelerdi en son nereden alma ihtiyacı hissettim bilemediğim bir kum saatti geldi elime onu da aldım.

Eymen bir şey almadan önce soruyor onayımı alıyordu, yemekte ne yapacaktık konuşması dönüyordu aramızda ama bu gece için hevessizdim.

Reyonların sonunda durduğumuzda, elimde tuttuğum kum saatini Eymen de fark etti.

“Onu neden aldın?” diye sordu, sesi yumuşaktı.

Elimde çevirdim kum saatini. İçindeki kumlar, bir o tarafa bir bu tarafa akıp duruyordu, “Kavgalarımızın süresini belirleyecek.” dedim.

Göz ucuyla bana baktı. Hafifçe başını yana eğdi, ince bir tebessüm geçti yüzünden ama ardından ciddi bir sessizlik geldi.

“Ne kadar süreye ihtiyacımız var dersin?” diye sordu.

Cevap vermedim. Kum saatine tekrar baktım, sanki gerçekten cevap oradaymış gibi.

“Bilmem,” dedim. “Bir devrilip bir toparlandığımızı düşünürsek… saat değil, mevsim gerek belki.”

O an, reyonun ortasında durmuş, market arabasının yanında ayakta öylece bekliyorduk. Elimde cam bir zaman, içimde kıymık kıymık bir yorgunluk.

Eymen başını eğdi. Hafifçe, yalnızca duyabileceğim bir sesle, “Yine de iyi ki devrilmişiz,” dedi.

bir eliyle market sepetini iterken diğer eliyle kum saatini aldı elimden, nazikçe.

“Yemek için sen karar ver, tatlıyı ben seçerim,” dedi, yürümeye başladı.

Arkadan baktım. Ne kadar kızgın olursam olayım, onunla yan yana durmak hâlâ içimde bir yumuşama bırakıyordu.

Belki bu gece, sadece bir masa kurup, kumların akışını birlikte izlemek bile yeterdi.

Poşetleri salonun ortasına bıraktığımızda ev biraz fazla sessizdi. Eymen önce ceketini çıkardı, kolunu kıvırdı ve kutudan ağacı çıkarırken bana döndü.

“Sen ışıkları çözene kadar ben ağacı kurarım,” dedi.

Ben hâlâ kapının yanında durmuş, üstümü bile çıkarmamıştım ayağımın dibine bıraktığım süs dolu poşete baktım.

“Eymen…”

“Hım?” derken ağacın birbirine bağlı dallarını açıyordu.

“Bunu yapmak zorunda mıyız?”

Elindeki metal gövdeyi havada tuttu. “Neyi?” dediğinde bana dönüp baktı.

“Ağaç süslemeyi… yeni yıl ritüelini… şu her şeyi kutlar gibi yapmayı. Hayatımızın yolunda gitmesi için bir ağaçtan çok çok daha fazlasına ihtiyacım var.”

Sesim yorgundu. Belki biraz da sertti. Kendimi kapı pervazına yasladım.

Eymen ellerini yavaşça indirdi ve eğildiği yerden doğruldu.

Bir an sessizlik oldu.

Sonra yavaşça yere eğildi, kutuyu kapattı.

“Tamam. Süslemeyiz,” dedi sakince özür dilemek için ağzımı açtığımda bir klik sesiyle her şey sustu; buzdolabının uğultusu, sobaların cızırtısı, televizyonun arkadaki beyaz sesi… her şey.

Ev karanlığa gömüldüğünde “Korkma.” Dedi. Silüeti görüyordum korktuğum bir şey yoktu.

Koltuklardan birine çöktüm, kabanım üzerimde, atkım hâlâ boynumda.

Eymen karşıma geçmedi. Herhangi bir ışık açmadı. Ağacı kaldırmadı. Sadece sessizce yere çöktü, sırtını duvara yasladı.

“Korkmadım.”

Yavaşça kabanımı sıyırdım, koltuğun kenarına bıraktım.

Poşetlerden birini açtım. İçinden küçük kırmızı bir mum aldım. Orta sehpada her zaman bir çakmak oluyordu onu el yordamıyla buldum.

“Seninle ne yapacağım?” dediğinde istemeden güldüm.

Eymen’in yüzü, mum ışığında parçalı hâle geldi. Gözleri belli belirsiz parlıyordu; ne söylediğini görmem, sadece hissetmem gerekiyordu.

“Pişman mısın?” dedim bir süre sonra.

Söylerken bile nefesimi tutuyordum sanki.

Cevabı bazen hissediyor gibi oluyordum öncelerinde çok gözüme batmayan her söz her tavır Leyla Hanım’dan sonra çok gözüme batar hâle gelmişti.

“Hayır.” Dedi Eymen önce sonrasında “Ama yanlış bir şey yapmandan çok korkuyorum. Kendine zarar vermenden, etrafına zarar vermenden, adaleti kendin sağlamak istersen ve durduramazsam diye çok korkuyorum. Bu yüzden her adımını bilmeliyim. Seni yanlış yola sapmadan durdurmalıyım.”

Gözlerimi kaçırmadım ilk birkaç saniye bir şey demedim, diyemedim o benim yerime devam etti. “İşimden dolayı kaçıyorsun, biliyorum her şeyi bu yüzden anlatmamayı tercih ediyorsun. Durduracağımı iyi biliyorsun saklıyorsun.”

Kafasını iki yana salladı. “İsteyerek ya da istemeyerek bir şeyleri saklıyorsun ve saklamaya devam edeceksin. Geceleri uyuyamadığını biliyorum uyku ilacı alıp uyuduğun gecelerde gördüğün kabuslardan seni ben uyandırıyorum ne yaşandığını bilmiyor muyum Rana? Biraz olsun seni kendi yaşadıklarından kaçırmaya çalışıyorum. Gün içerisinde normal yaşantısı olan insanlar gibi bir şeyler yapmaya çalışıyorum.”

Bir an hiçbir şey demedim.

Ne savunma geldi içimden ne de açıklama.

Sadece mumu izledim.

Kırmızı balmumu gövdesinden kıvrılarak yükselen alev, odadaki tek ışık gibi değildi sadece.

“Rana?”

Eymen’in sesi yakındı ama bana ulaşamıyordu.

Bazen en çok sevdiğin insanın sesi bile duvar gibi çarpıyordu insana.

“Elimden geleni yapıyorum,” dedim sonunda. Gözüm alevdeydi, sesi boğuk çıkan bir itiraf gibiydi bu. “Görmüyorsun ama… elimden gelenin sınırındayım.”

Eymen yerinden kalkmadı, sadece başını dizlerine yasladı. “Görüyorum ben.” Dedi “Görüyorum ve gördüğümle sınırlı kalmaması için uğraşıyorum. Bıraksam gideceksin. Bazen çok sakinsin bütün bu olup biteni yaşayan sen misin, diyorum bazen çok öfkelisin o gün asla kavga etmeden bitirmiyoruz bazen çok ruhsuz yaşamanın anlamını kaybeden biri gibisin. Ben seni sorgulamayı bitirsem sen hangisi olarak kalacaksın inan bilmiyorum.”

Boğazımda tanıdık bir yanma hissettim. Gözlerim doluydu. Ama hâlâ tutuyordum.

Sanki ağlarsam her şey ortaya dökülecekmiş gibi…

“Hayatını senin anlattığın kadar biliyorum. Anneanneni hiç konuşmuyoruz. Dedeni geçiştiriyorsun Oğuz’un adı ağzından çok zor çıkıyor. Bana bir aile albümü bile göstermedin…”

Sol elimle sağ gözümden akan yaşı sildim ama diğer gözümden bir damla daha indi.

“Ben…” dedim ama kelime havada asılı kaldı. “Ben… bilmiyorum nereden başlayacağımı.”

Bir an için başımı öne eğdim.

Ve sonra… sessizce aktı yaşlar. Islaklık çeneme kadar indiğinde, Eymen hâlâ bir şey dememişti ama yerinden kalktı. Yavaşça geldi, yere çöktü. Benimle aynı hizaya.

“Nereden başlamak istiyorsan… nerede hata yapmaya yakınsan.” Dedi gözlerimin içine bakarak verdiği güven beni bazen çok ürkütüyordu. Korktuğu bu ihtimallere ne kadar yakın olduğumu biliyor muydu yoksa hissediyor muydu?

“Silah kullanmasını biliyorum.” Dedim.

Gözümdeki yaş hâlâ kurumamıştı ama sesim netti, ilk defa içimdeki bir sırrı gerçekten dile getirdiğimdeki o soğuk berraklıkla.

Eymen ne geri çekildi ne gözlerini kaçırdı.

“Biliyorum.” dedi sadece.

Sanki zaten uzun süredir bildiği ama benim ne zaman söyleyeceğimi beklediği bir şeyi duymuş gibiydi. Bu beni biraz sersemletti. Bir şeyin açık açık söylenmesiyle sessizce bilinmesi arasında uçurum kadar fark vardı.

“Birini neresinden vurursam öldürebileceğimi biliyorum.” Kafamı kaldırıp baktığımda yavaşça gözlerimi kapattım, dedeyi vurarak öldürdüğümü hayal ettim. “Buna nasıl engel olacaksın?”

Sesim, duvar gibi üstüne yıkılacak bir meydan okuma gibi çıkmadı.

Daha çok... sessiz bir teslimiyet gibiydi.

Birinin, kendine bile itiraf etmekte zorlandığı bir niyeti önceden haber verişi gibi.

Eymen başını çevirmedi.

Yüzüme baktı.

Uzun uzun.

Gözleri, yargılamayan bir mahkeme gibi sakindi.

Ama içindekini ben yine de görüyordum: Korku.

Benim için, benden dolayı...

“Engel olamam.” dedi sonunda.

“Eğer gerçekten yapmak istersen... ben seni tutamam. Kimse tutamaz.”

Sesi, alıştığım o kendinden emin tondan daha yavaş, daha kırılgandı.

“İçim nasıl soğuyacak?”

Soruyu sordum ama cevabını istemiyordum.

Çünkü cevabını biliyordum: Soğumayacak.

Yıllar, hatıralar, suskunluklar...

“Kendine engel ol, katil olman içini nasıl soğutacak? Yaşlı bir adam seksen yaşına varmış neredeyse şurada ne kadar ömrü kaldı? Bırak hâkim versin kararını evinde ölsün gitsin.”

Sustu. Gözlerimi kapattım.

İlk kez, bir cezanın ucunda değil de bir merhametin kıyısında bekliyordum. Söyledikleri doğruydu ama doğru olması, bana yetmiyordu.

“Ben evimden çıkıp ölen anneme, babama ne diyeceğim peki?” Sözlerim keskin çıkmadı. Daha çok... yorgun kendime edilmiş bir itiraf gibiydi. “Onlara ne diyeceğim, Eymen?

'Merak etmeyin, sizi öldüren adam sıcacık yatağında öldü' mü diyeceğim?”

Eymen gözlerini kapattı bir an. İçine çektiği nefes uzun sürdü, Sanki içinden geçen her şeyi susturmaya çalışıyordu.

“Biliyorum,” dedim sonra. “Biliyorum bu yol son değil... uçurum.”

Kafamı salladım. “Tamam istediğin buysa ben yapmam başkası yerime yapar.” Dediğimde Eymen hemen “Hayır.” Dedi “Hayır. Bunu bilip susmam Rana. Azmettirici olmanın katil olmandan hiçbir farkı yok!”

Elimi uzatıp omzundan ittirdim. Bir temastan çok bir sınır çizgisiydi.

Eymen’in vücudu hafifçe geriye sendeledi, ama hemen toparlandı.

Sesim, istemeden yükseldi. “Sus o zaman!”

“Her şeyi öğrenmek için çabalama. Çok istiyorsan kendi normal hayatına dönebilirsin benim hayatım bu.” Ellerimi iki yana açtım titriyordu parmak uçlarım.

Boğazıma bir şey düğümlenmişti ama içimde ne varsa sökülüp çıkmak istiyordu. “Bu karanlık. Bu kimsesizlik. Bu hiçlik ve bu his. Yapma Rana derken söküp alabilir misin içimden? Ona olan öfkemi nasıl dindirebilirsin?”

Tavandaki ampul, ansızın yanarak geceyi deldi.

Her şey aydınlandı.

Salon, mumun sıcak kırmızısından çıkıp soğuk beyaz bir gerçekliğe büründü.

Elektrik gelip salon aydınlanana kadar ağlayanın kendim olduğunu sanıyordum ama ikimizin gözleri kırmızıydı. Koltuğun kenarındaydı onu geçerek derin bir nefes aldım, ellerim hâlâ titriyordu.

Kum saatini masanın kenarından aldım, avuçlarımda döndürdüm. Kum taneleri yavaşça akmaya başladı, zamanın sessizliğinde. Bir kez daha baktım ona; bu geceki kavgamızın, suskunluğumuzun ve kırgınlığımızın ölçüsü gibiydi her şey ama daha hiçbir şey bitmemişti.

“Sevgi hiçbir şeye yetmiyormuş Eymen.” Dedim usulca, “Sevgin beni bu uçurumdan alacak kadar güçlü değil.”

O tek mumun alevi, salonda yankılanan son sözlerin ve soğukluğun ortasında, aniden parlayan bir kibritin ilk sıcaklığı gibi gelmişti; ama şimdi kibrit, görevini yapmış, ilk alevin telaşıyla sönüp gitmişti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 20.06.2025 00:51 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...