
“Sana suç olan başkasına suç olmazsa adaletin beli kırılır. Adalet herkes için eşit olmazsa, güven ortadan kalkar.”
⚖
Tuncay geceyi nezarethanede geçirecek yarın ise nöbetçi mahkemeye çıkacaktı ama sorun şuydu ki ben hem davacı hem davalı müdafisi olamazdım. O an durumu kurtarmak için avukatıyım demiştim ama mahkeme temsil yetkimi kabul etmeyecekti. Çünkü bu davada mağdur bendim. Kafam bunlarla meşgulken dedemin odasında uyanmasını bekliyorduk.
İnsanlar birbirini oyalıyordu. Eymen benim sürekli olup biten bu olaylardan kaçmama yardım ediyordu. Tek başıma kaldığım her geceyi sabah ederken çok zorlanıyordum başka yollar deniyordum ama şimdi Eymen varken bir süredir bunların olmadığını fark ettim. Şimdi ikili koltukta oturmuş birbirimize yaslanmıştık.
İkimizde telefonlarımıza bakıyorduk ve sessizlikten biraz sıkılmıştım. Eymen telefonunu koydu, koltuğa biraz daha yaslandı. Parmakları hâlâ elimi tutuyordu.
Ben ise bir an düşündüm. Uzun süredir kimseye göstermediğim o videoyu anımsadım. Galeriye girip birkaç klasör geçtim, sonra o dosyayı açtım.
“Bir şey göstereceğim sana,” dedim, ekranı ona döndürmeden önce.
Videoda ben vardım. Çekilme zamanı ise Yeşim’in düğünü için geldiğim gündü. Uçaktan inerken açmıştım videoyu. O zamanlar yüzüm daha çok gülüyormuş. Saçlarım daha uzunmuş.
Uçaktan iniyordum önce basamaklara baktım sonra kameraya yaklaştım.
“Yeşim.” Dedikten sonra duraksamışım. “Türkiye’deki en yakın arkadaşım.” Diyorum Hemen ardından, biraz gülerek: “Zaten kendisi tek Türk arkadaşım,” demişim.
Şimdi çevrem, o geldiğim zamandan daha kalabalıktı. Kafamı çevirip Eymen’e baktım.
Videonun devamında “Aslında Yeşim bugün geleceğimi bilmiyor. Düğünden bir gün önce geleceğim sanıyor ama ben.” Dedikten sonra biraz duruluyorum hatta birkaç saniye sonra video siyah ekrana düşüyor. Ben tekrar başlayacağını bildiğim için rahatça duruyordum ama Eymen ekrana dokundu. “Devam edecek.” Dedim gülerek.
Tekrar ekranda göründüğümde bu kez gülmüyordum. “Yirmi dokuz yaşındayım hayatımın hiçbir döneminde snapchat konumumdan yakalanmamıştım. Yeşim geldiğimi görmüş… şaka gibi!”
Eymen güldü. Ben de ona katıldım. O anın içinden bir sıcaklık yükseldi; geçmişteki yalnızlığın yerini, şimdi paylaşılan bir an almıştı.
“Sonrasını biliyorsun işte.” Dediğimde telefonu çevirip galeriden çıktım. Bizim bir fotoğrafımız daha vardı, geldiğim ilk günlerdi Galata’da birlikte olduğumuz bir fotoğraf.
Dışarıya çıkar çıkmaz gözlerime inanamadım manzara çok güzeldi. Rüzgar ılık ılık esiyordu. İki yakayı birbirine bağlayan köprüler ışıl ışıl denize parlıyordu. Sultanahmet ve Ayasofya'nın arasında kalan manzaraya bakakaldım. “Çok güzelmiş.” dedim büyülenmiştim.
“Gerçekten öyleymiş.” Eymen'e döndüm oda bana bakıyordu.
“Fotoğrafımı çeker misin, anı olarak kalsın o kadar bekledim.” Telefonumu uzattım o sıra başka bir ses duyduk “Sizi çekmemi ister misiniz?” Kadına ne diyeceğimi bilemeden telefonumu uzattım ve sizi dediği için Eymen'in yanına geçtim.
Yanımdan birinin geçmesiyle birkaç adım geriledim refleks olarak elim Eymen'in kolunu tutmuştu. Özür dilemek için Eymen'e baktım.
“Çektim çok güzel oldu bence.” Kadına teşekkür edip uzattığı telefonunu aldım.
Fotoğrafa bakarken Eymen “ Bakayım.” dedi ama daha
ben incelememiştim.
Ben Eymen'e bakıyordum o bana hafiften kafasını çevirmişken hafifçe gülümsüyordu benim bir elim kolundaydı onun eli ise belimdeydi kolunu tutunca koymuş olmalıydı.
Fotoğrafı çeken kadın her kimse fotoğrafçı olsa böyle bir kare yakalayamazdı kesinlikle.
Birbirimize fazla yakın olduğumuz bu fotoğrafı ona göstermek istemedim saçlarım önüme uçarken telefonu kapatıp çantama koydum.
“Gel sana kahve ısmarlayayım.” fotoğrafı göstermediğin için merakla yüzüme baktı. “Bakayım kötü mü çekmiş?”
Kafamı evet anlamında salladım. “Evet çok kötü çıkmışız sildim.” -1. Bölüm-
Fotoğrafı aradığımda hemen buldum ama gösteremeden ekranıma başka bir bildirim düştü. Yeşim’dendi ama gönderdiği yer Instagram’dı.
Eymen hemen fark etti. “Kullandığını bilmiyordum.” dedi, göz ucuyla bana bakarak.
“Aktif kullanmıyorum ama burada network için gerekli olacak.”
Ekrana baktım, Yeşim bana bir hikâye yollamıştı. Açmadan bıraktım.
Eymen, elini çenesine götürüp bana döndü. “Peki ben de o network'ün bir parçası olabilir miyim?” dediğinde güldüm. Hatta gülmem yüzünden dedem yatağında kıpırdandı.
“Bir gün biri gelip ‘Kocanı evlendikten sonra ekleyeceksin’ dese... asla ama asla inanmazdım,” dedim. “Yani düşün: önce nikah, sonra takip isteği. Sıralamaya bak.”
“Önce hayatın ortasına düşüyoruz, sonra algoritmanın.”
Bulduğunda profilimi sessizce inceledi. “Hesabın açıkmış.” Dediğinde bir dejavu yaşadım. Aynısını yemekte Oğuz’da söylemişti.
Sadece iki tane fotoğrafım vardı. İlk fotoğrafta yüzüm görünmüyordu çünkü aynada çekmiştim üstümde lacivert saten bir gömlek altımda kahverengi kemerli beyaz bir pantolon vardı.
Arkadaki ışık yüzümü gölgeye almıştı ama kıyafet netti. Belki biraz bilinçli bir seçimdi bu. Kendimi saklamakla göstermek arasında kalmıştım o dönem.
Eymen fotoğrafa baktı, bir şey demedi ama ifadesi yumuşadı. Parmağını ekranın üstünde tuttu, sonra ikinci fotoğrafa geçti. Bunda tamamen yüzüm görünüyordu.
Bir kafede çekilmişti. Pencereden gelen ışık doğrudan yüzüme vuruyordu. Saçlarımı toplamıştım. Kahve fincanını tutarken gözüm objektife değil, biraz uzağa dalmış gibiydi.
Arka planda kitaplı raflar vardı, kalabalık görünüyordu ama gözlerim boşluğa bakıyordu. Fotoğraf bunu belli belirsiz anlatıyordu.
Eymen bir süre sustu. Sonra, “Bunu beğeneceğim ama...” dedi, yarım cümleyi orada bıraktı.
Gözüm ona kaydı. “Ama?”
“Evli biriyle flört ediyormuşum gibi olacak,” dedi.
“Zaten öylesin.”
Ben telefonumdan onun hesabına baktığımda profili gizliydi. Ama bana kapılar hemen açıldı. Bildirim düşmeden bile kabul etmişti.
İlk fotoğrafa tıkladım. Adli tatilden önce paylaşılmıştı.
Arka planda deniz ve yeşillikler vardı. Onların önünde ise Eymen…
Lacivert takım elbisesi, onunla uyumlu kırmızı bir kravat, gözlerinde güneş gözlüğü. Gülümseyerek doğrudan kameraya bakıyordu.
“Bunu beğeneceğim ama evli biriyle flört ediyormuşum gibi olacak,” dediğimde “Zaten öylesin,” dedi göz kırparak. “Evli biriyle, hem de kocanla.”
Ben hâlâ Eymen’in profilindeydim. Parmağım ikinci fotoğrafa kaydı detaylı bakmadan üçüncüye geçecektim ki, hafif bir kıpırtı duyuldu.
Başımı hızla çevirdim. Dede gözlerini aralamıştı.
“Rana?” dedi kısık bir sesle,
O an Eymen’in yanımda olduğunu unuttum. Telefon hâlâ elimdeydi ama ekran kararmıştı. Ayağa kalkmadım. Yüzüne doğru eğilmedim. Yatağın ucuna bile gitmedim.
“Buradayım,” dedim. Sesim boş, neredeyse yankısızdı.
O hafifçe doğrulmaya çalıştı. Eymen ona yardım etmek ister gibi kıpırdandı ama ben bir işaretle onu durdurdum. Gözüm dedede, sesim hâlâ sakindi. “Kıpırdama. Hemşireyi çağırırım.”
Ama o ısrar etti. Titreyen parmaklarıyla yorganı kavradı. Nefesi kesik kesikti.
“Beni affetmeni istemek için… belki son şansım bu,” dedi. Yüzü buruşuktu ama sesi netti. “Senin için iyi bir dede olmadım. Oğlum, torunum… kimseye iyi bir şey olamadım.”
Gözlerini kaçırmadım. “Bir ömrü kendi ellerinle çürüttün. Şimdi birkaç kelimeyle onarabileceğini mi sanıyorsun?”
O an sustu. Belki ilk kez biri ona böyle bakıyordu. Belki ilk kez gerçekten duyuyordu.
“Bana o kutuyu ellerinle verip hedef şaşırtırken katili bildiğini biliyordum. Hâlâ bildiğini biliyorum ve bana kim olduğunu söylemediğin sürece yanında ne Oğuz olacak ne de ben.” Derken sesim daha da netleşmişti.
Eymen’in parmakları elime daha sıkı sarıldı. Sessizdi ama yanımdaydı. Gözüm dededeydi. Artık yorganın kıyısına bile tutunamıyordu. Bedenini gevşetti. Ama sesimden asla gevşeme beklememeliydi.
“Eğer gerçekten bir şeyleri onarmak istiyorsan,” diye devam ettim, “doğruları anlatmaya başla. Yoksa biz artık sadece aynı soyadını taşıyan yabancılarız.”
Dede gözlerini tavana dikti. Dudakları hafifçe kıpırdadı ama kelimeler dökülmedi.
Sonunda biri konuşursa, karanlık biraz olsun dağılacaktı.
⚖
Akşam saatleriydi tek isteğim eve gidip uyumaktı. Hastaneden çıkıp yemek için birkaç yer aramıştık sebebi ise benim tamamen doyurucu olmayan hafif bir öğünle geçiştirmek istememdi yoksa Eymen ocak başına gitmek isliyordu.
“Bir çorba iç,” dedi Eymen. “Bir şey yemesen bile sıcak bir şey iyi gelir.”
Sesi sakindi.
“Eymen?” dedim, yavaşça.
“Hımm?”
Gözlerimi tuz ve pul biberden çekip ona baktım. “Tuncay’ın avukatı olduğum için gerildik biraz ya…” dediğimde ağzımdan mırıltı gibi çıktı. Eymen gözlerini kıstı. “Avukatı olmaman için usulleri önüne serdim.” Dedi sadece sonra tekrar menüye döndüğünde içimde suçluluk baş gösterdi. “Hepsini aşıp zaten kararını verdin. O an.” Dedikten sonra bana baktı “Ben diyeyim seni korumak için sen bana de; Tuncay’ın bana güvenmesi için yaptım. Olması gerekiyormuş diyelim.”
Başımı hafifçe eğdim, dudaklarımı birbirine bastırdım. Sessizlik, masanın üzerine bir örtü gibi serildi. “Zaten avukatı olamazsın hem davacısın hem davalı.” Dediğinde aklımın ucundan geçmeyen unuttuğum şeyi masaya yatırmıştı. “Ama bu artık kamu davası oldu vazgeçsem bile…” dediğimde Eymen kafasını salladı.
“Şikayetini çeksen bile kamu davası oldu. Etik değil hukuken bir boşluk yok. Üstelik bu çıkar çatışması demek hiç üsteleme bir açık bir boşluk yok.” Üstüne basa basa bu yolun kapalı olduğunu söylüyordu benim için sıkıntıydı bu işte.
İçimde büyüyen çaresizlikle, ne yapacağımı düşünürken aklıma gelen tek şey, tanıdık bir avukat bulmaktı.
Sonra Eymen konumuzu değişti. “Ben sana kızmadım,” dedi, “Sadece... bazen seni korumak isterken elim boş kalıyor gibi hissediyorum.”
Ona baktım. Gözleri menüdeydi ama aklı bende. Bu haliyle bile içimi görüyordu sanki.
“Boş verelim,” dedikten sonra “Ben kelle paça alacağım. Sen?” diye ekledi.
Menüye bakmadan, “Yok, ben istemiyorum,” dedim.
“Çorba mı istemiyorsun?” diye sordu, kafamı hayır olarak salladım.
“Yok, kelle paça istemiyorum. Etli şeyler… şu an midemi kaldırmıyor.”
Eymen şaşkın bakışını benden saklamadı. “İyi ama bütün gün doğru düzgün bir şey yemedin.”
“Farkındayım. Ama işkembe, paça, dil… hele gece gece… yapamıyorum.”
Önce kafasını gülerek iki yana salladı ardından içini çekti. “Karakterli çorba bu. Kelle paça her şey değil ama asalet ister. Direniş ister.”
“Elinde sarımsakla asalet arayan bir halk kahramanı…” dedim burnumu çekip.
Eymen garsona başını çevirip eliyle işaret etti. “Bir kelle paça, bir de…”
İkisi de bana bakınca daha fazla seçenek düşünemedim. “Mercimek olsun lütfen.”
Garson kelle paçayı ve mercimeği getirdiğinde buharları masanın ortasına yayıldı. Eymen limonu sıktı, sirkeyi döktü, sarımsağı kaşığın ucuyla ezip çorbaya bıraktı. Tüm bu hareketlerinde bir ritüel vardı sanki. El alışkanlığıyla değil, bir inatla yapıyordu.
Birkaç saniye sessizliğin ardından, çorbasını içmeye başlamadan önce başını kaldırıp bana baktı. “Hadi bakalım,” dedi, “şimdi... gerçekten denemek ister misin?”
Eymen bir yudum çorba içtikten sonra, kaşığını masanın üzerine bırakarak bana doğru eğildi. Gözlerinde hafif bir merak vardı, ama aynı zamanda o tanıdık şakacı bakışlarını da görüyordum.
Hafifçe gülümsedim. “Yok, belki başka gün,” dedim “Bugün değil ama.”
Çorbama limon sıktıktan sonra içmeye başladım. Kebap türü bir şey yemeyelim demiştim ama ikinci kaseyi içmiş bulunuyordum.
Eymen gülümsedi, kaşığını boş kâsesinin içine bırakalı baya olmuştu. Gözleri hâlâ bendeydi, ama bu sefer bakışında bir yavaşlık vardı sanki bir şey tartıyordu içinde.
“Çok acıkmışsın sen,” dedi, sesi alaycı değil, daha çok yorgun bir tebessümle. “İki kase çorba içtin.”
Ekmek sepetine baktık aynı anda “Ekmekle.” Dedim sonra omuz silktim, hafif gülerek. “Hava da soğuktu ya… içim ısındı.”
Bir süre sessiz kaldı, sonra kalktı ve ellerimi nazikçe bıraktı. “Kalkalım artık,” dedi. “Hem yorgunsun hem sabah duruşman var. İyi uyumalısın.”
Başımı sessizce salladım. Yoldayken, adımlarımız uyumlu bir ritim tuttu. Kelimeler olmasa da hislerimizi taşıyan o sessizlik vardı aramızda.
Eymen’i seviyordum ama bu sevgi hangimizde daha derindendi bilemezdim. Geldiğim zamandan beri bazı problemleri kendisi yaratmış olsa dahi tüm varlığıyla buradaydı. Güven konusu belki ailesizliğimin üzerine kara bulut gibi çökmemiş olsaydı affedilebilirdi bilmiyorum. Belki evli kaldığımız süre boyunca her hareketinde karşımda durdurduğu her zaman niyetini sorgulayacaktım belki bu bir süre sonra Eymen’i canından bezdirecekti, bilmiyordum.
Söylemiştim aile olamam, demiştim diyerek sıyrılamazdım bu eksikliğimden çünkü evlenelim diyen bendim. Sevmek, sevilmek... Güzel duygulardı ama bazen hayatımın gerçeklerine fazla uzaktı. Katile ya da katillere artık yaklaşmıştım eğer bu adam en yakınımızdaki adam dede çıkarsa ne yapardım adaleti nasıl görmek isterdim? Kendim için eğip bükmeme izin verir miydi? Adamın yaşı yetmişlerdeydi ve şu saatten sonra alacağı hiçbir ceza içimi soğutmazdı. Eymen hangi tarafıyla yanımda olacaktı? Ya da olacak mıydı? Olursa savcı olarak mı kocam olarak mı?
“Daldın.” Diyen sesiyle kafamı anlık çevirdim.
“Seni seviyorum,” dedim.
Kendi sesimi duymak bile şaşırttı beni.
Kafamın içi darmadağınıkken, kalbim o an benden önce davranmıştı.
Eymen bir an sustu. Gözleriyle beni yokladı sanki. Ne dediğimi tam anlamış mıydı, yoksa emin olmak mı istiyordu, bilemedim.
Yutkundum. Gözlerimi kaçırmamaya çalışarak, başımı hafifçe eğip tekrar ettim:
“Seni seviyorum. Ama bu her şeyi çözmüyor, biliyorum.”
Başını iki yana salladı, gülümsedi.
“Hayırdır,” dedi birazda merakla “Çözemediğimiz ne var?”
İçimdeki düğüm biraz gevşedi ama hâlâ tedirgindim. Çünkü sevgi, her zaman güveni taşıyamazdı.
Sonra ben konuyu değiştirdim ya da Eymen’in konunun ev olmasını sanmasını istedim.
“Hangi evde yaşayacağız?” dedim, bakışlarımı yola çevirdim.
Eymen hafifçe başını salladı. “Senin rahat edeceğin yerde,” dedi. “İstersen birlikte arayalım. İstersen benim evde. Ya da yeniden bir yer buluruz. Seninle olmak dışında net bir planım yok.”
Kendimi bir anlığına onunla bir ömrü düşlerken yakaladım. Sonra hemen sustum içimden. Böyle şeyleri hayal etmek istemiyordum artık. Gerçekler, hayallerden daha gürültülüydü.
O an bir karar daha verdim içimden.
Ne kadar kırık ne kadar eksik olursam olayım… gittiği yere kadar gidecektim. Yaşamak için bir sebebe ihtiyacım vardı.
Eymen ise bu meselede benden daha kararlıydı. Bazen onun bu netliği beni hayrete düşürüyordu. Ne olursa olsun, gerçeğin ortaya çıkmasını istiyordu. Kimi koruyacağına ya da neyi kaybedeceğine göre değil, neyin doğru olduğuna göre hareket ediyordu.
Eymen ayakkabılarını yavaşça çıkardı, sonra doğrulup bana döndü. Gözleri gözlerime değil, göz kapaklarıma, yanağıma, boğazıma bakıyordu sanki. Bunu yaparken bir şey söylemedi. Az önceki yemek masasındaki yumuşaklık burada başka bir biçim almıştı.
“İyi misin?” dedi birkaç adım attı bana doğru. İyiydim. Düşünürsem iyi olmayacaktım ama iyiydim.
Cevap vermedim. Sadece yaklaştım. Çenemle omzuna yaslandım, boynunun kenarına. Orada kalmak istedim. Uzun bir zaman. Ellerim beline gitti, o da başımı ellerinin arasına aldı. Aramızda hiç acele yoktu. Ama hiç tereddüt de yoktu.
Beni alnımdan öptü, sonra burnumdan. Gözlerimi kapattım. Dudaklarımız değdiğinde ne ilk ne de sıradan bir öpüşmeydi bu. İkimiz de farkındaydık.
Ne acelemiz vardı ne de durmamız için bir sebep.
Sabaha gözümü açtığımda tavana bir süre baktım. Uyandığım ama uyanmak istemediğim o gri dakikalardan birindeydim. Duruşma düşüncesi ağır bir gölge gibi çökmüştü üzerime; zamanın hızla akması gerekiyordu, ama her saniye sanki daha da uzuyordu.
Kapı sessizce açıldığında kafamı çevirip baktım. Eymen, hafifçe gülümsedi “Günaydın.” Dediğinde onu onayladım ve sormam gereken o huzursuz sorudan kaçamadım.
“Saat kaç?” diye sordum, sesim kısık ve uykusuzdu.
“Altı kırk beş,” dedi, “hala biraz zaman var ama çok değil.”
Başımı yastığa dayadım, Eymen yatağa bir diziyle bastırıp yanıma kadar uzandı sonra omzuma hafifçe dokundu.
“Hazırlanman lazım,” dedi, gözlerim kapalıydı. “İstemiyorum.”
“Tuncay’ın duruşmasına gitmezsen… barodan avukat atanır.”
O an, derin bir nefes alıp kalkmaya karar verdim. Zaman geçiyordu ve bekleyen bir mücadele vardı.
Banyoya yürürken ayaklarım yere değil, içime basıyor gibiydi. Soğuktu hem zemin hem hislerim. Aynada kendime baktığımda tanıdığım ama yorgun bir yüz vardı karşımda. Ellerimi soğuk suyla ıslattım, göz kapaklarımın üzerine bastırdım ama ancak soğuk bir duşla bugüne hazırlanabilirdim.
Siyah kumaş pantolonumu ve beyaz bir bluz ve lacivert ceket çıkardım. Üzerimi değiştirdikten sonra banyoya girip saç kurutma makinesini fişe taktım, aynanın karşısına geçtim. Saçlarımı özenle kuruturken kapı aralandı. Eymen içeri başını uzattı. Üzerinde henüz tam oturmamış bir gömlek, bir elinde kahve, diğerinde kendi kravatı vardı.
“Nasıl gidiyor?” dedi.
“Bitmek üzere,” dedim yanıma kadar geldi, kravatı bana uzattı. Aynaya dönerken o saç kurutma makinesini aldı elimden.
“Ben burayı halledeyim,” dedi.
Ben kravatı parmaklarımın arasında düğümlerken elini çekmeden önce saçlarımı usulca parmaklarının arasından geçirdi. Aynada göz göze geldik. Ben saç tokamı alıp saçlarımı arkadan hafifçe tutturdum.
Arkamı döndüğümde kravatını boynuna geçirmesine yardım etmeye başladım.
“Senin boynuna her sabah düğüm atmaktan memnuniyet duyarım,” dedim, kravatı elimde düğümlere hazırlarken.
“Tehdit gibi geldi bu biraz,” dedi gülerek.
“Öyleyse uslu dur,” dedim ben de aynaya yansıyan gözlerine bakarak.
“Böyle laflarla beni duruşmaya değil, başka yerlere sürüklersin.”
“Şimdilik sadece yakayı düzeltiyorum,” dedim. Gömleğinin yakasını düzelttim, ellerimi geri çekerken omzuma hafifçe dokundu.
“Hazır mısın?” dedi yumuşak bir sesle, ama içinde kararlılık vardı.
Başımı hafifçe salladım. “Evet... gitmemiz gerekiyor.”
Günlerden cumartesiydi. Eymen, Banu’nun ölümünü araştıran savcıya gidip yüzüğü verecekti; daha fazla vakit kaybetmek istemiyordum ondan rica etmiştim beni ise yakın yerlerde olduğu için ek hizmet binasına bırakacaktı. Duruşma orada yapılacaktı belki bilinçli bir tercih, belki de sistemin alışıldık dağınıklığıydı, bilmiyordum. Ben sadece tanık olarak katılabilecektim.
Eymen beni adliyenin yanındaki küçük, sakin ek hizmet binasının önünde bıraktı. Burası, ana binanın gürültüsünden ve kalabalığından uzakta, biraz daha tenha, soğuk ve resmi bir yerdi. İçeri adım attığımda soğuk havanın üzerime çarpmasıyla birlikte, içimde büyüyen endişe daha da belirginleşti.
Duruşmanın ağırlığı, üstümde görünmez bir yük gibi duruyordu. Koridorlar, gri duvarlar ve sert floresan ışıkları arasında ilerlerken, kalbim ritmik bir şekilde hızlanıyordu. Emir’i köşede gördüğümde, ifadenin üzerindeki satırları dikkatle okuması, onun ciddiyetini ve duruşmadaki kararlılığını gösteriyordu.
Yüzüğün acelesinin olduğunu düşünüp Eymen’i göndermekle büyük bir hata yapmıştım. Şu an karşımda sadece ikinci defa gördüğüm, kocamın abisi Emir duruyordu.
Duruşma için acele bir şekilde avukat ayarlamaya çalışırken aklıma Furkan ve Yeşim dışında kimse gelmemişti ama babasıyla birlikte suçlanan Tuncay’dan utanarak Furkan’ı elemiştim. Aynı şekilde evliliğinde bir problem olmaması için ise Yeşim’den vazgeçmiştim. Burada tanıdıklarım çok çok sınırlı kaldığı için Eymen zorla abisini kabul ettirmişti. Güveneceğim kimse yoktu ve kabul etmiştim.
Emir köşede ifadenin satırlarını okurken başını kaldırdı, göz göze geldiğimizde hafif bir tebessüm belirdi yüzünde. “Günaydın Rana,” dedi alaycı ama yumuşak bir sesle. “Eymen’le siz her şeyi biraz hızlı yaşıyorsunuz sanırım.”
Kafamı hafifçe eğip, dudaklarımı ısırdım. O alaycı dokundurma içinde biraz Eymen’den tavırlar sezdim; ailede genetikti sanıyorum ki.
“Bazen hızlı hareket etmek zorunda kalıyoruz,” diye karşılık verdim. Emir hafifçe gülümsedi, dosyayı kapattı ve ayağa kalktı. “Seni mahcup etmeyeceğim. Sen ve Oğuz davada tanıksınız. Tanık olarak amcanın adını hiç geçirmemişsin.”
Emir hafifçe omuz silkti. “Oğuz’un ifadesi kritik. Günlerdir babasına yardım ettiğini söyleyip, o gece başka yerde olduğunu kanıtlayabilirsek, o davadan çekilebiliriz. Bu, Tuncay’ın üzerine binen yükü biraz azaltabilir. Banu’nun öldüğü günde nerede olduğu tespit edildikten sonra o davadan kurtuluruz. Şirket kameralarına baktırdım ne konuştukları duyulmuyor ama rahat bir tavırla konuşuyorlar. Sonra Erhan gidiyor, Tuncay sigara içiyor.”
“Faili…” dedikten sonra duraksadım. “Erhan’ı dinlediklerinde tekrar azmettirici Tuncay dediğinde savcı bu yüzden bize daha fazla sıkıntı çıkarabilir mi?”
Emir başını onaylarcasına salladı ve dosyaları yeniden gözden geçirmeye başladı. “Tabii ki risk var, ama doğruyu anlatmazsak iş daha da karışır.” Dediğinde sıkıntı içinde koridoru gezmeye başladım.
Duruşma başlamadan önce Tuncay, nezarethaneden polis eşliğinde duruşma salonunun önüne getirildi. Gözleri yorgun, yüzünde endişe vardı. “Neden cübben yok?” dediğinde gözlerimi kaçırdım. Boğazımda bir şey düğümlendi.
“Bugün tanığım sadece,” dedim kısık bir sesle. “Avukatın Emir Moran.”
“Neden sen olmadın? Akrabayız diye mi?” art arda sorduğu sorulara kafamı olumsuzca salladım. “Hayır tabii ki azmettirici olduğun şüphesiyle senden davacı olan benim.”
Tuncay başını hafifçe eğdi, gözlerini kaçırdı. O an aramızda geçmişten sarkan, adı konmamış binlerce kırık anı havada asılı kaldı.
Kalabalığın arasında Oğuz’u aradı gözlerim gelmek zorundaydı. Telefonumu çıkartıp aradım o sıralarda koridorun başında gözüktü.
Oğuz’un yüzü gergindi ama beni görünce ifadesi yumuşadı. Hızla adımlarını sıklaştırarak yanıma geldi. Yanımda duran Tuncay’a kısa bir bakış attı, selam vermedi. Bu, onu affetmediğinin sessiz bir ifadesiydi. Yanıma gelip alçak sesle sordu:
“İyi misin?”
Başımı hafifçe salladım. “İyiyim,” diyebildim sadece cübbesini giymiş bekleyen Emir’e baktı. “Avukatı değil misin?” dediğinde aynı açıklamayı da ona yaptım.
Tuncay, Oğuz’a baktı. Bir şey söylemek ister gibi dudaklarını araladı ama cümleye dönüşemeyen düşüncelerle sustu. Sessizce geri çekildi. Onun bu hali hem rahatsız edici hem de dokunaklıydı. Yaptıkları yetmezmiş gibi bir de bu kırılgan hâli, içimde yeni bir öfke dalgası kabartıyordu.
Tuncay sanık sandalyesindeydi. Kelepçeleri takılıydı. Kimi zaman başını yere eğiyor, kimi zaman bana bakmaya çalışıyordu. Ona ne kadar baktıysam bile göz göze gelmedik.
“Sanık vekili Emir Moran, tanık ifadeleri dışında dijital bir delilden söz etmiştiniz. Mahkemeye sunulacak bir kayıt var mı?”
Emir ayağa kalktı, çantasından bir USB bellek çıkardı. “Evet, sayın hâkim. Şirketin güvenlik kameralarına ait görüntüleri dosyaya ekliyoruz. Olayın yaşandığı gün, sanık Tuncay ve Erhan isimli şahsın binanın arka bahçesinde yaptığı görüşme bu videoda görülüyor.”
Görüntü açıldı.
Salon sessizleşti.
Ekranda iki silüet belirdi. Tuncay ve Erhan, arka bahçedeki güvenlik kamerasına yakalanmışlardı. Görüntü net değildi ama beden dilleri açıkça belliydi. Konuşuyor, arada bir başlarını eğiyor, sonra Erhan uzaklaşıyor, Tuncay tek başına kalıyordu.
“Sayın Hâkim, burada sunulan video görüntüleri ve ödeme kayıtları, Tuncay Bey’in şirketindeki rutin işleyişin bir parçasıdır. İş dünyasında pek çok ödeme ve görüşme yapılır; bu durum otomatik olarak suç teşkil etmez. Ayrıca, güvenlik kamerası görüntülerinde görülen görüşme, şirket faaliyetleriyle ilgilidir ve ticari sırların konuşulduğu kapalı kapılar ardındaki toplantının içeriği hakkında herhangi bir somut bilgi içermez. Görüntülerin kalitesi ve belirsizliği, kesin suç delili olarak değerlendirilemez.”
Hâkim, Emir’i dinledikten sonra Tuncay’a döndü.
“Sanık Tuncay Soner, görüntülerdeki kişi siz misiniz?”
Tuncay başını eğdi. “Evet.” ardından derin bir nefes aldı, gözlerini mahkeme salonundaki herkese dikti.
“Sayın hâkim, ben bu suçlamaları reddediyorum. Erhan Kınacı benim çalışanım, evet. Ama söylediklerinin tamamı yalan. Bana ‘birini öldür’ gibi bir emir vermedim. İşler şirket içinde, resmi çerçevede yürür. Bana ulaşan hiçbir talimat böyle bir şey içermedi.”
“Görüntüdeki görüşmemiz, şirketle ilgili iş konuşmasıydı. Eğer birileri bu durumu farklı göstermek istiyorsa, onların niyetlerini sorgulamak gerek.”
Hemen ardından salona Erhan çağrıldı. Polis, Erhan’ı salona getirdi. Yorgun ve gergin görünüyordu.
Hakim, Erhan’a baktı, “Erhan Kınacı, size yöneltilen suçlamalarla ilgili olarak Tuncay Bey’in sizi takip etmeniz ve saldırıyı gerçekleştirmeniz için talimat verdiği iddia ediliyor. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?” dediğinde oturduğum sandalyeye avuçlarımı dayadım. Çok gerilmiştim bu adamı böyle karşımda görmek beni çok germişti.
Erhan tereddüt etti, gözlerini kaçırdı, sonra derin bir nefes aldı. “Ben... aslında ben sadece işi yaptım. O gece arabayı ormana sürmem söylendi. Ama bu emri bana doğrudan Tuncay vermedi. Başkaları aracılığıyla geldi. Parayı da elden aldım.”
“Bu başkaları kim? Neden doğrudan Tuncay Bey ile iletişime geçmediniz?” hakimin sorusuyla kafamı Tuncay’dan Erhan’a çevirdim. Erhan sessiz kaldı.
Savcı Hanım söz aldı bu kez. “Erhan Kınacı, bu ifadenizle Tuncay Bey’i azmettirmekten kaçırmaya mı çalışıyorsunuz?”
Erhan, başını eğdi, “Hayır, sadece... korkuyorum.” dedi.
Savcı Hanım aynı o gün gibi sertçe Tuncay’a baktı ardından birkaç saniye gözlerimiz buluştu. “Sayın hâkim, delil karartma ve suçlu tanığa yönelik tehditlerin ciddiyeti göz önünde tutulmalıdır. Tuncay Bey’in suç örgütü içinde azmettirme rolü olduğu kuvvetle şüphelidir. Bu nedenle tutukluluk halinin devamını talep ediyoruz.”
Emir kısa bir duraksamanın ardından konuşmak için ayağa kalktı. “Müvekkilim Tuncay Bey, şirketin genel müdürü olarak pek çok farklı kişiyle görüşür; bu görüşmelerin tamamının kişisel sorumluluğu veya suç örgütü faaliyetleriyle bağlantısı yoktur. Burada asıl mesele, iddiaların somut delillerle desteklenip desteklenmediğidir. Sadece bir kişinin beyanı ve birkaç bulanık görüntüyle müvekkilim hakkında hüküm verilmesi hukuk devleti ilkelerine aykırıdır.”
Hâkim, birkaç saniye sessiz kaldı.
Sonra arkasına yaslanıp kararını açıklamaya başladığında nefesimi tuttum.
“Dosyada yer alan tanık beyanları, dijital deliller ve sanığın çelişkili savunmaları gözetilerek, Tuncay Soner'in tutukluluk hâlinin devamına, dosyanın genişletilerek incelenmesine ve sanığın cezaevine sevkine karar verilmiştir. Dava, ek delil toplanması ve tanık ifadelerinin alınması amacıyla bir buçuk ay sonrasına ertelenmiştir. Karar, üst mercilere itiraz yolu açık olmak üzere tefhim edilmiştir.”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 5.87k Okunma |
1.07k Oy |
0 Takip |
44 Bölümlü Kitap |